Yasa’nın Tekrarı 1

“Şeria ırmağının doğu yakasındaki çölde, Suf’un karşısında Arava’da, Paran ile Tofel, Lavan, Haserot ve Di-Zahav arasında Musa İsrailliler’e şunları anlattı. Horev’den Seir dağı yolu ile Kadeş-Barnea’ya gitmek on bir gün sürer.” (ayet 1 ve 2)

Ayasofya
Hagio Sophia

Esini alan yazar bize bu kitabın halkın kulaklarına söylendiği sözlerin nereler olduğunu kaleme alır iken çok titiz davranır ve yerlerin adlarını özenli bir şekilde bildirir. İsrail henüz Şeria ırmağını geçmemiştir. Irmağın yakınındadırlar ve Tanrının yaklaşık kırk yıl önce kudretli gücünü görkemli bir şekilde göstermiş olduğu Kızıl Deniz’in karşısındadırlar. Buradaki konum tam bir titizlik ile tanımlanır, öyle ki Tanrının, halkı ile ilgili olan her konuda ne kadar özenli olduğu anlaşılsın. Tanrı, halkının tüm hareketleri ve yolları ile ilgileniyor idi. Halkın nerelerde konakladığına dair sadık bir kayıt tutulmasını istemiş idi. Tanrı, ne kadar önemsiz olur ise olsun, halkının bulunduğu her koşula lütufkar bir dikkat ile ilgi göstermekte idi. Tanrı, halkı ile ilgili her şeyde onlara eşlik ediyor ve hazır bekliyor idi. Tanrının gözü sürekli olarak hem bir bütün olarak topluluğun üzerinde idi hem de topluluğun her üyesi ile tek tek ilgileniyor idi. Tanrı gece ve gündüz halkını hep izledi. O’nun halkının yolculuğunun her aşaması Tanrının her an müdahaleye hazır ve lütufkar ve üstün yönetiminin altında idi. O’nun dikkatini çekemeyecek kadar küçük bir şey yok idi ve yine aynı zamanda O’nun gücünün ötesine geçebilecek hiç bir şey de yok idi.

Tüm bunlar eski dönemde çöldeki İsrail için söz konusu idi ve aynı durum şimdi kilise için de söz konusudur; bir bütün olarak kilise ve özel olarak kilisenin her bir üyesi. Bir Baba’nın gözleri sürekli olarak üzerimizde ve O’nun sonsuz kolları gece ve gündüz çevremizde ve altımızda. “O, gözlerini doğrulardan ayırmaz.” Tanrı saçlarımızın tellerini sayar ve bizi ilgilendiren her konuya sınırsız iyiliği ile müdahale eder. O, Kendisini bizim tüm istek ve ihtiyaçlarımızdan sorumlu tutar. O, bizden her kaygımızı O’nun üzerine atmamızı bekler, O’nun bizimle ilgilendiğine dair tatlı güvenceye sahip olmamızı ister. O, bizim, büyük ya da küçük her yükümüzü O’nun üzerine bırakmamız için bizi lütufkar bir şekilde davet eder.

Tüm bunlar gerçekten de harikadır. Bize çok derin bir teselli sağlarlar. Hangi şekilde olur ise olsun yüreğimizi sakinleştirirler. Buradaki önemli soru şudur: “Biz buna inanıyor muyuz?” Yüreklerimiz buna ilişkin bir iman ile yönetiliyor mu? Her şeyin – evrenin sütunlarını taşıyan -  Her Şeye Gücü Yeten Yaratıcısının ve her şeyi Elinde Tutan Rabbin tüm yolculuk boyunca lütufkar bir şekilde bizim için her şeyi yapmaya taahhüt ettiğine gerçekten inanıyor muyuz? “Göğün ve yerin Sahibi’nin” bizim Babamız olduğuna tam olarak inanıyor muyuz? Ve O’nun bizim ilkinden sonuncusuna kadar tüm isteklerimizden Kendisini sorumlu gördüğünden emin miyiz? Tüm varlığımız elçinin esin ile yazmış olduğu şu sözlerin emreden gücü altında mıdır? “Öz Oğlu’nu bile esirgemeyip O’nu hepimiz için ölüme teslim eden Tanrı O’nun ile birlikte bize her şeyi karşılıksız bağışlamayacak mı?” Ne yazık ki, bu basit ama çok önemli gerçeklerin gücü hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz için korkmamız gerekir. Bu gerçekler hakkında konuşuyoruz; onları tartışıyoruz; ağzımız ile ikrar ediyoruz ve onlara nominal bir onay veriyoruz, ama yine de günlük yaşamda ve kişisel öykülerimizin ayrıntısında bu gerçeklere ne kadar zayıf bir şekilde katılıyoruz. Eğer gerçekten Tanrının Kendisini tüm ihtiyaçlarımızdan sorumlu tuttuğuna inanır isek, eğer tüm kaynaklarımızı O’nda buluyor isek ve eğer O gözlerimiz için mükemmel bir örtü ve yüreklerimiz için bir dinlenme yeri ise o zaman çok çabuk kuruyan ve yüreklerimizi hayal kırıklığına uğratan zavallı yaratık kaynaklarına bakmamız mümkün olabilir miydi? İnanmıyoruz ve inanamıyoruz. İman yaşamı teorisine tutunmak bir şeydir ve iman yaşamını sürdürmek tamamen başka bir şeydir. Kendimizi sürekli olarak iman ile yaşadığımız düşüncesi ile aldatıyoruz, ama aslında er ya da geç gücünün tükeneceği kesin olan bazı insan desteklerine ya da yardımcılarına yaslanıyoruz.

Sevgili okuyucu, söylediklerim doğru değil mi? Bizler sürekli olarak diri suların Kaynağını terk etmeye ve kendimiz için zahmet ile içinde su barındıramayan çatlak sarnıçlar meydana getirmeye eğilimli değil miyiz? Ve yine de iman ile yaşamaktan söz ediyoruz! İhtiyacımız ne olur ise olsun ihtiyacımızın karşılanması için yalnızca diri Tanrıya bakmamız gerektiğini ağzımız ile söylüyoruz ama aslında bazı yaratılmış akıntının yanına oturuyor ve orada bir şey arıyoruz. Eğer hayal kırıklığına uğruyor isek buna şaşırmamız gerekir mi? Bundan farklı olması nasıl mümkündür? Tanrımız bizim birine ya da bir şeye değil, yalnızca Kendisine bağımlı olmamızı ister. Tanrı bize, sözünün çeşitli yerlerinde yaratığa duyulan tüm güvenin gerçek karakteri ve kesin sonucu hakkındaki düşüncesini bildirmiştir. Örneğin, peygamber Yeremya aracılığı ile verilen en ciddi güvenceye bir göz atalım. “Rab diyor ki, insana güvenen, insanın gücüne dayanan ve yüreği Rabden uzaklaşan kişi lanetlidir. Böylesi bozkırdaki çalı gibidir; iyilik geldiği zaman görmeyecek. Kurak çöle, kimsenin yaşamadığı tuzlaya yerleşecek.” (Yeremya 17:5,6)

Ve sonra şu ayetler ile yukardaki ayetler arasındaki zıtlığa dikkat edin: “Ne mutlu Rabbe güvenen insana, güveni yalnız Rab olana! Böylesi su kıyılarına dikilmiş ağaca benzer, köklerini akarsulara sağlar. Sıcak gelince korkmaz, yaprakları her zaman yeşildir. Kuraklık yılında kaygılanmaz ve meyve vermekten geri durmaz.” (Yeremya 17:7,8)

Burada önümüze konmuş olan bu ağır konunun her iki yönü de net ve güzel bir şekilde tanrısal güce sahip bir anlatım ile bize açıklanır. Yaratığa güvenmek belirtildiği gibi lanet getirir ve yalnızca kısırlığa, kedere ve viranlığa neden olur. Tanrı, Kendisinden yaratığa dönmemizin ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu öğrenebilmemiz için her insan kaynağının kurumasına, her insan yardımının yok olmasına neden olacaktır. Yukardaki ayetlerde kullanılan örneklerden daha çarpıcı ya da daha etkili bir başka örnek verilmesi mümkün müdür? “Bozkırda ya da çölde bir çalı” – “Çöldeki çatlak ve kurak yerler” – “Kimsenin yaşamadığı bir tuzla.” Kutsal Ruhun yalnızca insana olan bağımlılığı ve yalnızca insana olan güveni tanımlamak için kullandığı örnekler işte bu ifadelerde yer alan örneklerdir.

Ama diğer yandan yalnızca Rabbe güvenmenin derin bereketini ortaya koymak için kullanılan örneklerden daha hoş ya da daha tazeleyici başka örnekler ne olabilir? “Su kıyılarına dikilmiş ağaç” – “Köklerini akarsulara salmış bir ağaç” – “Yaprakları her zaman yeşil” – “Meyve vermekten asla geri durmaz.” Mükemmel bir şekilde güzel! Rabbe güvenen ve umudu Rab olan kişi için durum böyledir. Böyle bir kişi Tanrının yüreğinden akan sonsuz kaynaklar tarafından beslenir. Yaşam veren Kaynağın sularından karşılıksız olarak içer. Ve tüm kaynaklarını diri Tanrıda bulur. Sıcaklık gelebilir ama o kişi bunu görmez. Kuraklık yılı gelebilir ama bu kişi kaygı duymaz. On bin yaratık kaynağı kuruyabilir, ama bu kişi bunun farkına varmaz, çünkü onlara bağımlı değildir. Yalnızca Rabbe güvenen kişi her zaman su veren bu Kaynağın yanından ayrılmaz. İyi şeylerden asla yoksun kalmaz. Bu kişi iman ile yani Tanrıya güvenerek yaşar.

Ve burada iman yaşamından söz eder iken bu en bereketli yaşamın ne olduğunu derin bir şekilde anlayalım ve böyle bir yaşam sürdürüp sürdürmediğimize özen ile bakalım. Bazen bu yaşamın hiç bir şekilde zekice bir yaşam olmadığından söz edildiğini işitiriz; bu yaşam nadiren olmasa da Tanrıya yalnızca yiyecek ve giyecek için güvenme konusunda uygulanır. Geçici tedariklerin göz ile görülen kaynağına sahip olmayan, belirli bir geliri olmayan, herhangi bir mülke sahip olmayan belirli kişiler seçilir ve onların iman ile yaşadıklarından söz edilir, oysa bu harika ve görkemli iman yaşamı geçici şeylerden daha yüksek bir alana ya da daha geniş bir sahaya sahiptir; iman yaşamı yalnızca bedensel ihtiyaçlarımızın tedarik edilmesi için değildir.

Şimdi, iman yaşamına böyle çok değersiz bir şekilde bakmaya karşı yapacağımız itiraz hiç bir zaman yeterince güçlü olmayacaktır. Bu tür bir bakış açısı iman yaşamının alanını sınırlar ve kalitesini düşürür; iman yaşamının kutsal ve değerli sırlarını doğru bir şekilde anlamamız önemlidir. Bir an için şöyle düşünelim: belirli bir gelire sahip olan bir imanlının iman ile yaşama ayrıcalığından yoksun olduğunu düşünebilir miyiz? Ya da daha ileri gidelim ve şu soruyu soralım: bu iman yaşamının Tanrıya yalnızca bedensel isteklerimizin karşılanması için güvenilecek bir yaşam olarak sınırlanmasına ve alçaltılmasına izin verebilir miyiz? İman yaşamı yiyecek ve giysiden daha yükseklere kanat açmaz mı? Tanrının düşüncesi bizlerin yalnızca aç kalmaması ya da çıplak dolaşmaması gibi bir düşünceden daha yüksek bir düşünce değil midir?

Bu değersiz düşünceden kendimizi uzak hem de çok uzak tutalım! İman yaşamına bu şekilde davranılmaması gerekir. İman yaşamına bu tür bir saygısızlık gösterilmesine ya da iman yaşamı sürdürdüklerinden söz edilen kişilere karşı böyle üzücü bir hata yapılmasına izin veremeyiz. Sormamız gereken şey şudur: “Doğru kişiler iman ile mi yaşayacaklar?” Bu konu ilk kez Habakkuk kitabının 2.bölümünde ortaya çıkar. Elçi tarafından Romalılar kitabının 1.bölümünde bu ifadenin alıntısı yapılır; elçi, burada Hristiyanlığın sağlam bir temelini atmaktadır. Ayni ifadeyi Galatyalılar kitabının 3.bölümüne de aktarır; elçi burada hitap ettiği Galatya’daki imanlılara bu konuyu yoğun bir kaygı ile dile getirir; onlara akılsız olduklarını söyler ve onları kimin büyülediğini sorar. Akılsızlıkları nedeni ile bu sağlam temelden ayrıldıkları için onları uyarır ve azarlar. Elçi, son olarak bu ifadeyi tekrar İbraniler kitabının 10.bölümünde ele alır. Ve kardeşlerine güvenlerini bir kenara bırakıp yarıştan vazgeçme tehlikesine karşı uyarıda bulunur.

Tüm bunlardan, kısa ama çok uzaklara ulaşan bu ifadenin – “doğru kişi iman ile yaşayacaktır” - yoğun önemini ve uygulamadaki değerini kesin bir şekilde kavrarız. Ve bu cümledeki ifade kimin için uygulanacaktır? Rabbin şurada ve burada bulunan ve belirli bir geliri olmayan yalnızca birkaç hizmetkarı için mi? Böyle bir düşünceyi tamamen reddediyoruz. Bu ifade, Rabbin halkının her biri için uygulanır. “Doğru kişi” ünvanı kutsanmış bir ünvandır ve bu ifade bu unvan altında bulunan herkesin yüce ve mutlu ayrıcalığıdır. Bu ifadenin uygulanmasının herhangi bir şekilde sınırlanmasının ölümcül bir hata olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir sınırlamanın ahlak etkisi çok yaralayıcıdır. Böyle bir sınırlama iman yaşamına yakışmaz, uygun değildir; herhangi bir ayrıma izin verilemez. Gerçekten de hiç bir ayrımın olmaması gerekir. İman yaşamı tektir. İman, tanrısal yaşamın başından sonuna kadar var olan en önemli kavramdır. Bizler iman aracılığı ile aklanırız ve iman aracılığı ile yaşarız; iman aracılığı ile ayakta dururuz ve iman aracılığı ile yürürüz. Hristiyan yolculuğu başından sonuna kadar hep iman aracılığı iledir.

Bu nedenle, geçici sağlayışlar için Rabbe güvenen belirli kişileri seçip ayırmak ve onların iman aracılığı ile yaşadıklarından söz etmek – onlar iman aracılığı ile yaşıyor olsalar bile – ciddi bir hata olacaktır. Ve yalnızca bu kadar da değil, bu kişiler Tanrının kilisesinin gözünde harika kişiler olarak görüleceklerdir ve bu yüzden büyük bir Hristiyan kitlesi iman ile yaşama ayrıcalığının kendilerinin ulaşamayacakları bir yaşam olduğunu düşünmeye yönlendirilmiş olacaklardır. Özetleyecek olur isek, iman yaşamının gerçek karakteri ve alanı hakkında tam bir hataya sürüklenecekler ve bu yüzden içsel yaşamlarında maddesel olarak sıkıntı çekeceklerdir.

O zaman imanlı okuyucunun kesin olarak anlaması gereken şey şudur: kendisi kim olur ise olsun ve konumu ne olur ise olsun tüm derinlik ve doluluğu ile bir iman yaşamı sürmesi kendisinin mutlu ayrıcalığıdır. İmanlı kendi ölçüsüne göre elçinin kutsanmış dilini kullanabilir ve şu sözleri söyleyebilir: “Şimdi bu bedende sürdürdüğüm yaşamı beni seven ve benim için kendini feda eden Tanrı Oğlu’na iman ile sürdürüyorum.” (Galatyalılar 2:20b.) İmanın ev halkının her üyesine ait olan bu yüce ve kutsal ayrıcalığı hiç kimse ondan çalmasına izin verilmesin! Ne yazık ki, bizler hata yaparız. Güçlü, canlı ve cesur olması gerekmesine rağmen imanımız zayıftır. Tanrımız cesur bir imandan hoşnut olur. Eğer müjdeleri inceler isek Mesih’in yüreğini en çok tazeleyen ve O’na en büyük keyfi veren şeyin cesur ve güçlü bir iman olduğunu görürüz. O’nu anlayan ve her ihtiyacını tamamen O’ndan çeken bir iman! Markos müjdesinin 7.bölümüne ve Luka müjdesinin 7.bölümüne bakacak olur isek orada bu tür imanın iki örneğini görürüz: Markos 7.bölümdeki Fenikeli kadının büyük imanı ve Luka 7.bölümdeki yüzbaşının “İsrail’de bile görülmeyen imanı”. Hem Fenikeli kadın hem de Romalı yüzbaşı yasa bilmeyen öteki uluslardan idiler!

Evet, O’nun zayıf bir imanı – hatta en zayıf imanı bile karşılayabildiği doğrudur. O, “eğer Sen ister isen” diyebilen birine, lütufkar bir şekilde, “Evet, istiyorum” diyebilir – ve “eğer sen yapabilir isen” ricasına “iman eden için her şey mümkündür” karşılığını verir. En zayıf bir bakış ve en güçsüz bir dokunuşun lütufkar bir yanıt ile karşılaşacağı kesindir. “Ey kadın, imanın büyük! Dilediğin gibi olsun!” ve yine “İsrail’de bile böyle bir iman görmedim!” Kurtarıcı bu sözleri söyleyebildiği için yüreği hoşnut olmuş ve ruhu tazelenmiş idi.

Bunu aklımızda tutalım. Kutsanmış Rabbimiz buradaki insanların arasında nasıl ise bu gün de bizim aramızda aynı olduğu için güvenlik içinde dinlenebiliriz. Rabbimiz Kendisine güvenilmesinden, Kendisinin kullanılmasından ve Kendisinden çekilmesinden hoşlanır. O’nun yüreğinin sevgisinden ve Elinin gücünden beklediğimiz yardım asla aşırı bir istek olarak görülmeyecektir. O’nun için gereğinden fazla küçük ya da gereğinden fazla büyük hiç bir şey yoktur. O, gökyüzünde ve yeryüzünde tüm güce sahip Olan’dır. Kilisesi ile ilgili her konuda kilisesinin Başı’dır. O, tüm evreni bir arada tutar. Her şeyi Sözünün gücü ile tutar. Filozoflar doğanın güçlerinden ve yasalarından söz ederler. İmanlı ise Mesih’i, O’nun elini, O’nun sözünü ve O’nun kudretli gücünü zevk alarak düşünür. Her şey O’nun aracılığı ile yaratıldı ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.

Ve şimdi de O’nun sevgisinden söz edelim! Evrenin Her Şeye gücü Yeten Yaratıcısının ve Taşıyıcısının canlarımızın sonsuza kadar Sevgilisi olduğunu bilmek ve hatırlamak ne büyük bir huzur, ne büyük bir rahatlık ve ne büyük bir sevinçtir. O’nun bizi mükemmel bir şekilde sevdiğini ve gözlerinin her zaman üzerimizde olduğunu, yüreğinin her zaman bize yakın olduğunu, tüm ihtiyaçlarımızdan – bu ihtiyaçlar ne olur ise olsun, fiziksel, zihinsel ya da ruhsal - Kendisini mesul tuttuğunu bilmek kadar büyük bir esenlik yoktur. Tüm ihtiyaçlarımız bizim için Mesih’te eksiksiz olarak karşılanmıştır. Mesih, cennetin hazinesidir, Tanrının deposudur ve tüm bu bereketlerin hepsi bizim içindir.

O zaman ihtiyaçlarımızın karşılanması için neden başka birine gidelim ki? Neden ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi doğrudan ya da dolaylı olarak zavallı ölümlü bir kişiye bildirelim ki? Neden doğrudan İsa’ya gitmeyelim? Sempati mi istiyoruz? Bizim zayıflıklarımızın duygularını yaşamış olan merhametli Baş Kahinimiz kadar kim bize sempati duyabilir ve gösterebilir ki? Herhangi bir konuda yardım mı istiyoruz? Ulaşılması imkansız zenginliklerin Sahibi ve aynı zamanda Gücü Her Şeye Yeten Dostumuz gibi bize kim yardım edebilir? Öğüt ya da rehberlik mi istiyoruz? Tanrının Bilgeliği Olan ve Tanrı tarafından bizim için bilgelik yapılmış Olan kutsanmış Mesih’e gideceğiz. Bize öğüt ve rehberliği O’ndan başka kim verebilir? Ah! O’ndan dönerek O’nun sevgi dolu yüreğini yaralamayalım ve O’nun görkemli adına saygısızlık etmeyelim. İnsan umutlarını, yaratığa güvenmeleri ve yersel beklentileri bağrımıza basmak bizim için çok doğaldır; ama biz bu çok doğal eğilime karşı çok gayretli bir şekilde uyanık duralım! Hiçbir yere kıpırdamadan kaynağın yanında kalalım ve o zaman insani kaynaklardan şikayet etmemiz asla gerekmeyecektir. Tek bir kelime ile özetleyecek olur isek iman aracılığı ile yaşamayı isteyelim ve böylece günümüzde ve kuşağımızda Tanrı’yı yüceltelim.

Şimdi bölümümüzde ilerleyeceğiz ve böyle yaparak okuyucunun dikkatini 2.ayete çekeceğiz. Hiç kuşkusuz burada yer alan çok dikkat çekici bir parantez mevcuttur. “Horev’den Seir dağı yolu ile Kadeş-Barnea’ya gitmek on bir gün sürer.” On bir gün! Ve buna rağmen bu yol onlar için kırk yıl sürdü. Bu nasıl ya da neden böyle oldu? Ne yazık ki, bu sorunun yanıtını bulmak için çok uğraşmamıza gerek yoktur. Çünkü aynı durum bizim için de geçerlidir. Yolda nasıl da yavaş ilerliyoruz! Ne dönemeçler ne dolambaçlar ve ne geri dönüşler! Aynı yer üzerinde gidip gelerek tekrar tekrar geri dönmek ve ileri gitmek! Bizler yavaş yolcularız, çünkü yavaş öğrenen kişileriz. İsrail’in on bir günde tamamlayabileceği bir yolculuk için nasıl olup da kırk yıl dolaştığına belki şaşırabiliriz, ama bizim aslında onlardan çok kendimize şaşırmamız gerekir. Bizi de onlar gibi geride bırakan imansızlık ve yüreğimizin yavaşlığıdır. Ama bizim bu konudaki özürümüz onlarınkinden daha küçüktür, çünkü ayrıcalıklarımız onlarınkinden daha yüksektir.

Aldığımız dersler nedeni ile geçirdiğimiz zaman için bazılarımız utanmak için daha fazla nedene sahiptir. Kutsanmış elçinin şu sözleri tam bize uygulanacak olan sözlerdir. “Şimdiye dek öğretmen olmanız gerekir iken Tanrı sözlerinin temel ilkelerini size yeni baştan öğretecek birine ihtiyacınız var. Size yine süt gerekli, katı yiyecek değil!” İbraniler 5:12. Tanrımız hem lütufkar ve sabırlı bir öğretmendir hem de sadık ve bilgedir; derslerimizin üstünden gelişi güzel bir şekilde geçmemize izin vermeyecektir. Bazen biz belki bir dersi öğrenmiş olduğumuzu düşünürüz ve bir sonraki derse geçme girişiminde bulunuruz. Ama bilge Öğretmenimiz dersin daha derinden işlenme ihtiyacını daha iyi bilir ve daha iyi görür. Tanrı bizim yalnızca teoristler olarak kalmamızı ya da yüzeyde kalan bilgiye sahip olmamızı istemez. Tanrı eğer gerekir ise bizi biz şarkı söylemeyi öğrenene kadar yıllarca bulunduğumuz yerde muhafaza edecektir.

Şimdi bizim için öğrenme konusundaki yavaşlığımız çok alçaltıcı da olsa O bizi emin kılmak için bizim ile birlikte sıkıntı çekerek lütufkar davranacaktır. Tanrıya bu öğretiş biçimi için övgüler sunmamız gerekir ve aynı zamanda O’na bizim ile birlikte oturup aynı dersi biz o dersi tam olarak öğrenebilelim diye defalarca öğretir iken gösterdiği harika sabrı için teşekkür de etmeliyiz. 1

Mısır’dan çıktıktan sonra kırkıncı yılın on birinci ayının birinci günü Musa, Rabbin kendisi aracılığı ile İsrailliler’e neler buyurduğunu anlattı.” (ayet 3.) Bu az sayıdaki sözler Tanrının her hizmetkarı için – söz ve öğretiş konusunda hizmet etmeye çağrılmış olan herkes - ağır bir bilgi cildi içerirler. Musa, halka Tanrı’dan ne aldı ise sadece onu verdi, ne eksik ne de fazla! Ve halkı Yehova’nın diri sözü ile doğrudan temasa geçirdi. Bu, her zaman için hizmetin önemli bir ilkesidir. Bunun dışında hiç bir şeyin gerçek değeri yoktur. Sonsuza kadar kalıcı olan tek şey Tanrının sözüdür. Tanrının sözünde tanrısal güç ve yetki bulunur. Tüm insan öğretişi ne kadar ilginç, ne kadar çekici olur ise olsun kalıcı değildir, geçip gidecek ve canı üzerinde dinlenebileceği hiç bir temele sahip olmadan terk edecektir.

Bu nedenle Tanrının topluluğunda hizmet eden herkesin sözü, tüm saflığı ile, tüm sadeliği içinde gayret ve özen ile vaaz etmesi gerekir; sözü kişilere Tanrıdan aldığı şekilde, doğrudan vermelidir; onları kutsal yazıların değişmez dili ile yüz yüze getirmelidir. Böylelikle bu sözleri işiten kişilerin yüreklerinde ve vicdanlarında hizmetlerinde tanrısal diri güç ile konuşacaklardır. Söz aracılığı ile can Tanrının Kendisi ile bağlanacaktır ve hiç bir insan öğretişinin asla öğretemeyeceği bir derinlik ve sağlamlık ile öğrenecektir.

Mesih’in gerçek ve etkili hizmetkarları olacak herkesin bu konuda ciddi olarak düşünmesi gerekir. Elçi Pavlus bu konuya özen gösterdi ve saf kaynağın Korintli imanlıların canlarına doğrudan diri kaynaktan, yani Tanrının yüreğinden akmasına izin verdi. Pavlus bu konunun her şeyden daha değerli olduğunu hissetmiş idi. Eğer imanlı kardeşlerini kendisine bağlamak istese idi o zaman Efendisi’ne çok üzücü bir şekilde saygısızlık etmiş olacak idi. Ve kardeşlerine karşı da ağır bir hata işlemiş olacak idi. Ve aynı zamanda kendisinin de Mesih’in gününde kötü bir kayba uğrayacağı da kesin idi. Ama hayır, Pavlus böyle yapmadı; o, daha iyisini biliyor idi. O asla hiç kimsenin kendisine bağlanmasını istemez idi. Onun, çok sevdiği Selanikli kardeşlerine neler söylediğine kulak verelim: “Tanrı’ya sürekli şükretmemiz için bir neden daha var. Tanrı sözünü bizden duyup kabul ettiğiniz zaman, bunu insan sözü olarak değil, gerçekte olduğu gibi, Tanrı sözü olarak benimsediniz. Siz imanlılarda da etkin olan bu sözdür.” (1.Selanikliler 2:13.)

Bu çok ciddi ve önem taşıyan konuyu Tanrının kilisesinin dikkatine ciddi bir şekilde sunma konusunda kendimizi sorumlu hissediyoruz. Eğer Mesih’in ağızları ile iman ikrarında bulunan tüm hizmetkarları şimdi önümüzdeki konu ile ilgili olarak Musa ve Pavlus’un örneğini izlemiş olsalar idi o zaman şimdiki kilisede çok farklı bir duruma tanıklık etmemiz gerekecek idi. Ancak sade ve ciddi gerçek şudur ki, Tanrının kilisesi, eski İsrail’in yapmış olduğu gibi Tanrı sözünün yetkisinden tamamen ayrılmıştır. Nereye isterseniz gidin, bulacağınız şey kutsal yazılarda temeli olmayan işler ve öğretişlerdir. Yalnızca hoş görmek ya da ödün vermek değil, ama ne yazık ki Mesih’in zihnine doğrudan karşı gelen şeylerin savunulduğunu görürsünüz. Eğer bunun ile ilgili tanrısal yetki hakkında şu ya da bu kuruma veya uygulamaya soru soracak olur iseniz size söylenecek olan, Mesih’in bize kilise yönetimi hakkında yön vermemiş olduğudur.

Mesih’in, kiliseye ait idare şekli, ruhban sınıfı düzeni ve törensel hizmetler ile ilgili tüm konularda bizi vicdanlarımıza, kanaatimize ya da inanç ile ilgili duygularımıza göre hareket etmek üzere özgür bıraktığı söylenir. İnanç ile ilgili kurumlarımız ile bağlantılı olan tüm ayrıntılar hakkında, “Rab böyle söyledi!” ifadesini talep etmenin yalnızca saçmalık olduğu iddia edilir. Geleneksel alışkanlıklarımıza ve garip düşünce zihniyetlerimize uygun olan şeyler ile doldurulacak olan geniş bir sayfa kenarına yer verirler. Sahte hizmet anlayışındaki kişilerin tüm düşünceleri özetle şöyledir: Ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar sözde kiliselerindeki yönetimin biçimini kendileri seçmek, kendi düzenlemelerini yapmak ve kendi hizmetkarlarını atamak konularında tamamen özgür bırakılmalıdırlar.

Şimdi imanlı okuyucunun üzerinde düşünmesi gereken soru şudur: “Tüm bu iddia edilenler doğru mudur?” Rabbimiz İsa Mesih’in böyle ilginç ve önemli konularda kilisesini rehbersiz bırakmış olması mümkün müdür? Tanrının kilisesinin eğitim ve yetki konusunda İsrail’den daha kötü bir durumda olması mümkün müdür? Mısır’dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarında yaptığımız incelemelerde Yehova’nın, halkını onların toplu tapınma ve özel yaşamları ile bağlantılı olan konuların her anında eğitmek için nasıl sıkıntılara katlandığını görmüş idik – çünkü bunu görmemek mümkün değildir. Buluşma çadırı, tapınak, kahinlik, törenler, çeşitli bayramlar ve kurbanlar, dönemsel sorumluluklar, aylar, günler, hatta saatler; bunların hepsi de tanrısal bir titizlik ile düzenlenmiş ve çözümlenmiştir. Hiç bir şey insanın düzenlemesine bırakılmamış idi. İnsanın bilgeliği, yargısı, mantığı ve vicdanının bu konular ile hiç bir ilgisi yok idi. Eğer bunlar insana bırakılmış olsa idi o zaman nasıl olur da şimdi önümüze konmuş olan Musa’nın esin ile yazmış olduğu kaleminden çıkan o hayran olunacak, engin ve çok uzak yerlere ulaşan sisteme sahip olabilir idik?

Eğer İsrail, kilisenin yapmasına izin verileni yapmaya izin verilmiş olsa idi – bazı kişilerin bizi boş yere ikna etmeye çalıştıkları gibi – o zaman bunun kaçınılmaz sonucu karmaşa, çekişme, bölünme, sayısız mezhepler ve gruplar olur idi.

Ama böyle olmadı. Tanrının Sözü her şeyi “Rabbin Musa’ya emrettiği gibi” düzenledi. Bu önemli ve etkili cümle İsrail’in yapması gereken ve yapmaması gereken her şeye ilave edildi. İsrail’in ulusal kuruluşları ve evleri ile ilgili alışkanlıkları toplum yaşamları ve özel yaşamları- bunların hepsi “Rab böyle dedi” ifadesinin buyuran yetkisi altına getirildiler. Topluluğun hiç bir üyesi için şu sözleri söyleme fırsatı yok idi. “Bunu anlayamıyorum” ya da “Bunu yapamam” ya da “Şunu kabul edemem” gibi ifadeler yalnızca benlik iradesinin ürünü olarak görülebilir idi; bu ifadeleri kullanan kişi aslında kısaca şöyle de diyebilir idi: “ Yehova’nın söylediklerini kabul edemem.” Ve neden diye sorar isek? Çünkü Tanrının sözü her şey hakkında konuşmuştur ve bunu öyle bir netlik ve kesinlik ile yapmıştır ki insana bu konuyu tartışacak bir yer dahi bırakmamıştır. Musa’nın tüm düzeni boyunca sayfa kenarında insana ne yargısını ne de düşüncesini yazabileceği tek bir satırlık yer dahi bırakılmamıştır. Tanrısal zihin tarafından planlanmış ve çok sade ve kesin bir şekilde ortaya konmuş olan İsrail’in itaat etmesi gereken konular hakkında fikir yürütülemez, muhakeme yapılamaz ve tartışılamaz idi  - İsrail’in yapacağı tek bir şey var idi, o da itaat etmek.

Ama yazık! Çok yazı! Bildiğimiz gibi itaat konusunda başarısız oldular. Kendi iradelerini yerine getirdiler; kendi yollarında yürüdüler ve “kendi gözlerinde doğru olanı yaptılar.” Tanrının sözünden ayrıldılar ve kendi kötü yüreklerinin düşünce ve tasarılarını izlediler ve kendi üzerlerine gücendirilmiş olan Tanrılığın gazap ve öfkesini getirdiler ve hala bu güne kadar bu konum altında acı çekiyorlar ve yine tarifi imkansız bir acının sıkıntısını yaşayacaklar.

Ama tüm bunların bizim şu anda üzerinde durduğumuz konu ile bir ilgisi yoktur. İsrail Tanrının sözüne sahip idi ve bu sözler onlara her konuda rehberlik edecek tanrısal yeterliliğe sahipler idi. İnsanların buyruk ve öğretişlerine hiç bir yer bırakılmamış idi. Rabbin sözü olası her durum için tedarik etmiş idi ve bu söz insan yorumuna ihtiyaç bırakmayacak kadar sade idi.

Tanrının kilisesi rehberlik ve yetki konusunda eski İsrail’den daha kötü bir durumda mıdır? İmanlılar Tanrıya olan tapınma ve hizmetlerinde kendileri için düzen kurmaya ve hizmet etmeye mi terk edilmişlerdir? İnsan tartışması için açık bırakılmış olan herhangi bir tartışma var mıdır? Tanrının sözü yeterli midir yoksa yeterli değil midir? Tanrı sözü ortada tedarik edilmemiş herhangi bir şey bırakmış mıdır? Şu güçlü tanıklığa gayretli bir şekilde kulak verelim: “Kutsal Yazıların tümü tanrı esinlemesidir ve öğretmek, azarlamak, yola getirmek ve doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde Tanrı adamı her iyi iş için donatılmış olarak yetkin (artios) olur.” (2.Timoteos 3:16,17)

Bu ifade sonucu yetkin bir şekilde ortaya koymaktadır. Kutsal yazılar Tanrı adamını yetkin bir hale getirecek olan her şeyi içerirler ve onu “iyi iş” olarak adlandırılabilecek her konuda tam olarak donatırlar. Ve eğer bu bir Tanrı adamı için bireysel olarak doğru ise o zaman eşit şekilde tüm Tanrı kilisesi için de doğrudur. Kutsal yazılar her birey ve herkes için tam olarak yeterlidirler. Tanrıya şükürler olsun ki, yeterlidirler! Tanrısal bir Rehber Kitap’a sahip olmak ne kadar da belirgin bir merhamettir! Eğer böyle olmasa idi o zaman ne yapardık? Nereye, lime giderdik? Halimiz ne olur idi? Eğer Tanrı ile ilgili konularda insan geleneğine ve insan düzenlemesine terk edilmiş olsa idik ne kadar umutsuz bir karmaşa ile karşılaşacak idik! Bir çok düşünce bir biri ile çarpışacak idi! Bir çok yargı bir biri ile çelişecek idi? Çünkü herkesin bir diğeri kadar kendi düşüncesini ortaya koymaya ve planını önermeye hakkı olacak idi.

Bize belki şu söylenebilir; kutsal yazılara sahip olmamıza rağmen yine de ortada sayılamayacak kadar çok mezhep, grup, itikat ve düşünce okulları mevcuttur. Peki, ama bu neden böyledir? Nedeni basit, çünkü tüm manevi varlığımızın kutsal yazıların yetkisine boyun eğmesini reddediyoruz. Meseledeki gerçek sorun bu noktadadır. Tanrının kilisesinin utancı ve üzüntüsü olan tüm bu mezheplerin ve grupların gerçek kaynağı kutsal yazıların yetkisinin reddedilmesidir.

İnsanların bize tüm bu şeylerin kendi içlerinde iyi olduklarını söylemeleri boştur; Protestan Hristiyanlığının övgüsüne ve görkemine şekil veren düşüncenin ve özel yargının o özgür uygulanışının yasal ürünü oldukları ileri sürülür. Mesih’in yargı kürsüsünün önünde böyle bir iddianın bir an için bile durabileceğine inanmayız ve inanamayız. Tam aksine, inandığımız şudur: düşüncenin ve bağımsız yargının bu çok övüngen özgürlüğünün tapınılacak Rabbimize ve Efendimize uygun olan o derin ve saygın itaat ruhu ile doğrudan bir karşıtlık içinde bulunmasıdır. Efendisinin açıkça ifade edilmiş olan isteğinin önünde bir hizmetkarın kendi özel yargısını uygulamaya ne hakkı vardır? Hiç bir hakkı yoktur. Bir hizmetkarın görevi yalnızca itaat etmektir, mantık yürütmek ya da sorgulamak değil, ama hizmetkara düşen kendisine söyleneni yerine getirmektir. Hizmetkar eğer kendi özel kanaatini ya da düşüncesini uygular ise o zaman bir hizmetkar olarak başarısız olur. Bir hizmetkarın karakterindeki en güzel manevi özellik sade, sorgulamayan ve mantık yürütmeyen itaattir. Bir hizmetkarın en büyük ya da temel görevi, efendisinin isteğini yerine getirmektir.

Tüm bu gerçekler insan ilişkilerinde de tam olarak kabul edilirler. Ama Tanrı ile ilgili konularda insanlar kendi özel yargılarını uygulamak için kendilerinin yeterli olduğunu düşünürler. Bu şekilde düşünmek ölümcül bir hatadır. Tanrı bize Sözünü vermiştir ve bu söz yolculuk eden kişiler akılsız dahi olsalar onların hata yapmalarına engel olacak kadar net ve güçlüdür. İşte bu yüzden eğer hepimize bu söz aracılığı ile rehberlik edilse idi eğer hepimiz sorgulamayan itaatin tek bir ruhu içinde sözün tanrısal yetkisine boyun eğecek olsa idik o zaman çelişen düşünceler ve karşıt mezhepler olmaz idi. Kutsal yazıların sesinin birbirine karşıt öğretişler öğretmeleri mümkün değildir. Kutsal yazıların bir kişiye kiliseyi piskoposlar aracılığı ile yönetme usulünü; bir diğer kişiye Presbiteryenliği ve bir başka kişiye Bağımsızlığı öğretmesi imkansızdır! Kutsal yazıların birbirinden farklı düşünce temelleri üzerine kurulmuş okullar oluşturması mümkün değildir. Böyle bir şey tanrısal kitaba karşı tam bir hakarettir; inançlı her zihnin böyle korkunç bir düşünceden dehşete kapılarak geri çekilmesi gerekir. Kutsal yazılar kendileri ile çelişemezler ve bu nedenle eğer iki kişi ya da on bin kişi yalnızca kutsal yazılar tarafından öğretiş alırlar ise o zaman aynı şekilde düşüneceklerdir.

Kutsal elçinin Korint kilisesine ve bize neler söylediğine kulak verelim: “Kardeşler, Rabbimiz İsa Mesih’in adı ile yalvarıyorum” – buradaki yalvarışın kudretli manevi gücüne dikkat edin – “Hepiniz uyum içinde olun ve aranızda bölünmeler olmadan aynı düşünce ve görüşte birleşin.” 1.Korintliler 1:10.

Şimdi burada üzerinde durulması gereken bu bereketli sonuca nasıl ulaşılması gerektiğidir? Herkesin kendi özel yargı ya da düşünme hakkını uygulaması ile mi? Hayır, asla! Korint’teki toplulukta meydana gelen bölünme ve çekişmeye neden olan şey zaten bu idi ve Kutsal ruhun keskin paylaması ile karşılaştı. Bu zavallı Korintliler kendileri için düşünmeye, yargılamaya ve seçmeye hakları olduğunu düşündüler ve bunun sonucu ne oldu? “Kardeşlerim, Kloi’nin ev halkından aranızda çekişmeler olduğunu öğrendim. Şunu demek istiyorum: Her biriniz, ben “Pavlus yanlısıyım”, “Ben apollos yanlısıyım”, ben “Kefas yanlısıyım” ya da ben “Mesih yanlısıyım” diyormuş. Mesih bölündü mü?” 1.Korintliler 1:11-13.

Burada kişisel düşünceyi ve onun üzücü ürününü görmekteyiz. Bir kişinin kendisi için düşünmeye hakkı olduğu doğrudur ve hiç kimse kendi düşüncesini bir başka kişiye zorla kabul ettiremez. O zaman çözüm nerede bulunur? Özel düşüncelerimizden vazgeçmek ve kutsal yazıların üstün ve mutlak yetkisine saygı ile boyun eğmemiz, çözümdür. Eğer böyle olmasa idi o zaman elçi Korintliler’e şu sözler aracılığı ile nasıl yalvarabilir idi? “Uyum içinde olun ve aynı düşünce ve görüşte birleşin.” Hepsinin konuşması gereken şeyin ne olduğunu kim belirleyecek idi? Kimin “düşüncesinde” ve “görüşünde” uyum içinde olmaları gerekiyor idi? Ne kadar armağanlı ya da zeki olur ise olsun topluluğun herhangi bir üyesinin kardeşlerinin ne söylemeleri, ne düşünmeleri ya da ne yargıda bulunmaları gerektiğini ortaya koyacak bir hakkı var mıydı? Böyle bir hakka sahip olabilir miydi? Elbette, kesinlikle böyle bir hakkı yok idi. Mutlak tek bir tanrısal yetki mevcut idi ve böyle olduğu için hepsi de bu tanrısal yetkiye bağımlı idiler ya da bu tanrısal yetkiye boyun eğme ayrıcalığına sahip idiler. İnsan düşünceleri, insanın özel yargısı, vicdanı, mantığı ve tüm bu şeyler yalnızca değerlerine göre takdir edilmelidirler. Ve şurası kesindir ki bunların hepsi yetki karşısında kesinlikle değersizdirler. Tanrı sözü tek yetkidir. Ve eğer hepimiz bu yetki tarafından yönetilir isek o zaman hepimiz “aynı şeyi konuşuruz” ve “aramızda bölünmeler” olmaz. Ve aynı düşünce ve görüşte birleşerek uyum içinde olabiliriz.

Ne kadar harika bir durum! Ama ne yazık! Bu durum Tanrının kilisesinin şimdi içinde bulunduğu durum değildir. Ve bu yüzden hepimizin tek bir üstün, mutlak ve her konuda yeterli yetki tarafından yönetilmediğimiz aşikardır. Kutsal Yazıların sesi! Bu kutsal ses asla tek bir uyumsuz nota ile konuşmaz! Sünnet edilmiş olan her kulağa her zaman tanrısal bir uyum içinde ulaşacaktır.

Tüm meselenin kökeni burada yatmaktadır. Kilise, O’nun sözünde belirtilmiş olduğu gibi Mesih’in yetkisinden ayrılmıştır. Bu gerçek fark edilinceye kadar bir birleri ile çatışan sistemlerin taleplerinin kilise yönetimine özgü mü yoksa teolojik mi olduğunu tartışmak boşa zaman harcamaktan başka bir şey değildir. Kişinin kutsal görevinin ne olduğunu anlaması gerekir, yani, kiliseye özgü her sistemi, her törensel hizmeti ve her teolojik akideyi Tanrının sözü aracılığı ile test etmelidir; tartışma kesinlikle yarar sağlamaz. Eğer düzenlemelerin yarar ya da amaca erişmek için bir çare olmalarına izin verilse idi insan yargısına, mantığına ya da vicdanına göre bir çare olamayacaklarının kesin olduğunu hemen fark edebilir idik, sonra da durumun umutsuzluğunu görüp vazgeçer idik. Eğer tanrısal olarak yerleştirilmiş bir yetkiye, mükemmel bir standarda ve kusursuz bir rehbere sahip olmasa idik o zaman doğru olan yolda yürüdüğümüze dair güvenceye sahip olmanın nasıl mümkün olduğunu anlayamaz idik. Eğer kendimiz için seçim yapmaya bırakıldığımız gerçekten doğru olsa idi o zaman çevremizde var olan nerede ise sayısız yollar arasında tüm kesinliğe veda ederdik; zihin esenliğine ve yürek rahatlığına veda ederdik; amacın kutsal dengesinden ve hedefin belirginliğinden ayrılır idik. Eğer bulunduğumuz yer, izlediğimiz yol ve yaptığımız iş için “bu, Rabbin buyurduğu şeydir” diyemiyor isek o zaman yanlış bir konumda bulunduğumuzdan emin olabilir ve bir an önce o konumdan vazgeçerdik.

Tanrıya şükürler olsun ki, Tanrının çocuğu ya da hizmetkarının devam etmesi için yanlış olan ile bağlantılı olarak bir saat bile geçirmesine gerek yoktur. “Mesih’in adını taşıyan herkes yanlış olandan ayrılsın.” Ama bu yanlışın ne olduğunu nasıl bilmemiz gerekiyor? Tanrının sözü aracılığı ile. Manevi konularda ya da öğretişlerde kutsal yazılara aykırı olan şeyler yanlıştır ve bedeli ne olur ise olsun bu yanlıştan ayrılmamız gerekir. Bu bireysel bir konudur. Kulağı olan herkes işitsin. Üstün gelecek olan Sesimi işitecek olandır!

Önemli olan nokta buradadır. Bu noktaya çok dikkat etmemiz gerekir. Önemli olan Mesih’in sesidir. Şu ya da bu iyi adamın sesi değildir. Kilisenin sesi değildir; kilise atalarının sesi değildir; idari heyetlerin sesi değildir, ama yalnızca bizim sevgili Rabbimiz ve Efendimizin sesidir. Bu ses doğrudan bireyin vicdanında Mesih’in sesi ile canlı bir ilişki içinde Tanrının diri ve sonsuz sözü olan kutsal yazılar ile bağlantıdadır. Eğer bu konu yalnızca bir insan vicdanı, ya da düşüncesi ya da yetkisi olsa o zaman hemen umutsuz bir belirsizliğe düşer idik; bir kişinin hata olduğunu düşündüğü bir şeyi bir başka kişi tamamen doğru olarak algılayabilir. Bu noktada belirli bir standardın egemen olması elzemdir; kesinlikle kuşku duyulmayacak üstün bir yetki ve hamt olsun ki, böyle bir yetki vardır. Tanrı konuşmuştur; O bize Sözünü vermiştir. Ve bizim görevimiz, yüce ayrıcalığımız, manevi güvencemiz ve gerçek sevincimiz bu söze itaat etmektir.

Sözün bir insan tarafından yapılmış yorumu değil, ama sözün kendisi esastır! En önemli şey budur. İnsan vicdanı ve tanrısal açıklama arasında hiç bir şeye kesinlikle hiç bir şeye sahip olmamamız gerekir. İnsanlar bize kilisenin yetkisinden söz ederler. Bu yetkiyi nerede bulmamız gerekir? Gerçekten istekli, gayretli ve içten bir canın doğru yolu öğrenmek istediğini varsayalım. O cana kilisenin sesini dinlemesi söylenir. O da hangi kilisenin sesini dinlemesi gerektiğini sorar. Grek, Latin, Anglikan ya da İskoçya kilisesi mi? İki kişi aynı konuda anlaşamazlar. Tek bir bedende çatışan gruplar, karşıt mezhepler ve zıt düşünce okulları nasıl var olabilirler? Heyetler farklılaşmıştır; önderler anlaşamazlar; papalar birbirlerini aforoz ederler. Anglikan kilisesinde hepsi birbirinden farklı kiliseler vardır ve yüksek kilise, alçak kilise ya da geniş kilise olarak adlandırılırlar. İskoçya ya da Presbiteryen kiliselerinde bina edilmiş bir kilise, birleşmiş Presbiteryenler ve özgür kilise olarak farklı gruplar yer almaktadır. Ve eğer istekli araştırmacı bu durmda umutsuzluğa düşerek bu karmaşa nedeni ile geri dönüş yapar ise ve aradığı rehberlik için Protestan gruplarına yönelir ise daha iyi bir yol mu bulmuş olacaktır?

Ah, değerli okuyucu! Durum kesinlikle umutsuzdur. Ağzı ile iman ikrarında bulunan tüm kilise Mesih’in yetkisinden vazgeçmiştir ve hiç kimse için ne bir rehber ne de bir yetki olamaz. Vahiy kitabının ikinci ve üçüncü bölümlerinde kilisenin yargı altında olduğu görülür ve yedi kez tekrar edilen ifade şudur: ”Kulağı olan işitsin!”  - neyi işitsin? Kilisenin sesini mi? Asla, imkansız! Rab bizi asla yargı altında bulunan kilisenin sesini işitmemiz için yönlendirmez. O zaman kimin sesi işitilmelidir? “Kutsal Ruhun kiliselere söyledikleri işitilmelidir!”

Ve bu sesin nerede işitilmesi gerekir? Yalnızca Tanrı tarafından verilmiş olan kutsal yazılarda! Kilisenin umutsuzca mahvoluşuna ve vaftiz edilmiş Hristiyanlığın koyu karanlığına ve vahşi karışıklığına rağmen canlarımıza esenlik ve gerçek yolunda rehberlik edecek olan iyiliği sınırsız olan Tanrımızın sözüdür. İnsan dili ile anlatılamayacak olan gerçek şudur: bireysel yolumuz için tanrısal ve bu nedenle hatasız ve tamamen yeterli bir rehber ve yetki ancak kutsal yazılarda vardır ve kutsal yazılar bu yüzden çok değerli ve çok önemlidirler. Ama bu yetkiye boyun eğmek için ve bu rehberi izlemek için ciddi bir sorumluluğumuza sahip olduğumuzun her zaman hatırlanması gerekir. Eğer bu yetkiye tamamen boyun eğmez isek tanrısal bir yetkiye ve rehbere sahip olduğumuzu ağzımız ile ikrar etmek hem manevi açıdan tehlikeli olur hem de tamamen boş bir ikrar olur. Bu durum Rabbimizin günlerinde Yahudilere ait bir özellik idi. Yahudiler kutsal yazılara sahipler idi ama onlara itaat etmediler. Ve Hristiyanlığın şimdiki konumunda bulunan en üzücü özelliklerden biri Kutsal Kitap’ın yetkisi küstahça bir kenara bırakılmış iken Kutsal Kitap’a sahip olmak ile övünülmesidir.

Bu durumun ciddiyetini derin bir şekilde hissederiz ve imanlı okuyucunun vicdanında bu durumun ciddiyetini algılamasını hararet ile dileriz. Tanrının sözü aramızda aslında ihmal edilmektedir. Kutsal yazılarda hem temeli bulunmayan hem de kutsal yazılara taban tabana zıt pek çok şey bazı kişiler tarafından uygulanır ve onaylanır. Bize yalnızca kutsal yazılar öğretilmez ve bizler de tam olarak kutsal yazılar tarafından yönetilmeyiz.

Tüm bunların hepsi çok ciddi konulardır ve Rabbin tüm halkının dikkatini her alanda talep ederler. Bu çok ağır ve ciddi konu ile ilgili olarak kendimizi tüm Hristiyanların kulaklarına uyarıcı bir söz söylemek zorunda hissediyoruz. Yasa’nın Tekrarı Hakkında yazılan bu Notlar bize yazı yazma hizmetinin manevi önemini ve ağırlığını gerçekten hissettirirler. Kutsal Ruhun bu sayfaları Rabbin sevgili halkının yüreklerine gerçek ve uygun konumlarını hatırlatmak için kullanmasını tüm kalbimle diliyorum ve aynı zamanda O’nun kutsal sözüne olan saygın bağımlılıklarının yerini unutmasınlar diye dua ediyorum. Kilisenin yersel tarihinin sona eren saatlerinde adanmış olarak yürüyecek olan herkesi neyin karakterize edeceği konusunda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz; Adanmış kişilerin özelliği Tanrı sözüne gösterecekleri derin saygı ve Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in kişiliğine olan içten bağlılıkları olacaktır. Bu iki özellik birbirlerine kutsal ve yok olması imkansız bir bağ ile ayrılmaz bir şekilde bağlıdırlar.

“Tanrımız Rab Horev’de bize, ‘bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi. ‘Haydi kalkın, Arava’da, dağlık  bölgede, Şefela’da, Negev’de ve Akdeniz kıyısında yaşayan bütün komşu halklara, Amorlular’ın dağlık bölgesine ve büyük Fırat ırmağına kadar uzanan Kenanlılar ülkesine ve Lübnan’a gidin.” Yasa’nın Tekrarı 1:6,7.

Yasa’nın Tekrarı kitabının tamamı boyunca şunları göreceğiz: Rab burada daha önceki üç kitaptan farklı olarak halkı ile daha doğrudan ve daha basit bir şekilde ilgilenir. Daha önceki kitaplarda Yasanın Tekrarı kitabının yalnızca bir tekrar olduğuna ilişkin söylentilerden söz edildiğine ve bunların gerçek olmadıklarına değinmiş idik. Örneğin biraz önce alıntı yaptığımız bölümde bulutun hareketine ve borunun çalınmasına ilişkin sözler yer almaz. “Rabbimiz Tanrı bize konuştu.” Çölde Sayım kitabından edindiğimiz bilgilere göre biliyoruz ki, kamp kurmuş olan halkın hareketleri boru sesi aracılığı ile iletilerek bulutun hareketleri aracılığı ile yönlendirilir idi. Ama bu kitapta ne bulut ne de boru hakkında bir imaya yer verilmemiştir. Böyle olması çok daha basit ve daha bilinen bir şekildedir. “Tanrımız Rab Horev’de bize, 2bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi.”

Bu ifade çok hoştur. Ve bize, Rabbin atalarımıza bir insanın dostu ile konuşur gibi konuştuğu zamanlarda mevcut olan o atalara ait dönemin hoş sadeliğini hatırlatır. Rab, düşüncelerini İbrahim, İshak ve Yakup’a bir borunun sesi ya da bir bulutun hareketi ile iletmemiş idi. Tanrı onlara öylesine yakındı ki, tören ve uzaklık aracılığı ile karakterize edilen bir araca ihtiyaç duyulmamakta idi. Tanrı onları ziyaret etti, onlar ile birlikte oturdu, onların konukseverliğine paydaş oldu ve kişisel bir dostluğun tüm mahremiyetini onlar ile yaşadı.

İşte atalara ait dönemdeki düzenin hoş sadeliği buradadır ve bu Yaratılış kitabındaki öykülere ilginç bir çekicilik ekler.

Ama Mısır’dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarında farklı bir durum görmekteyiz. Orada önümüzde olanlar, bir örnekler ve gölgeler sistemi içinde törenler, düzenler ve kutlamalar idi. İbraniler’e yazılan mektupta bu konuda bize açıklananlara kulak verelim. “Kutsal Ruh bununla çadırın ilk bölmesi durdukça kutsal yere giden yolun henüz açıkça gösterilmediğini belirtiyor. Bu, şimdiki çağ için bir örnektir; sunulan kurbanlar ile sunuların tapınan kişinin vicdanını yetkinleştiremediğini gösteriyor. Bunlar yalnız yiyecek, içecek ve çeşitli dinsel yıkanmalar ile ilgilidir; yeni düzenin başlangıcına kadar geçerli olan bedensel kurallardır.” (İbraniler 9:8-10.)

Bu eski düzen altında insanlar Tanrıdan uzak bir mesafede idiler. Durumları, Yaratılış kitabındaki babalarının durumları gibi değil idi. Tanrı onlardan uzak idi ve onlar da Tanrıdan uzak idiler. Levililer’e özgü törenlerin önde gelen özellikleri halkın ilgilendiği kadar ile tutsaklık, karanlık ve uzaklık idi. Ama öte yandan bu özelliklerin örnekleri ve gölgeleri ilerdeki o büyük Kurban’a işaret etmekte idi; bu büyük Kurban, Tanrının tüm harika planlarının ve amaçlarının temelidir ve Tanrı bu Kurban aracılığı ile halkını mükemmel bir doğruluk ile ve yüreğindeki tüm sevgi ile uyumlu olarak lütfunun yüceliğinin sonsuzluğun altın çağları boyunca Kendisine yaklaştıracak idi.

Daha önceden de belirtilmiş olduğu gibi, şimdi burada Yasanın Tekrarı kitabında diğerlerine kıyasla daha az tören ve kutlama bulacağız. Rab burada halkı ile daha doğrudan bir iletişim içinde görülür ve resmi kapasiteleri içindeki kahinler bile burada çok ender olarak karşımıza çıkarlar ve eğer kahinlere işaret edilse bile bu, törensel bir şekilden ziyade manevi bir açıdan yapılır. İlerledikçe bu konu ile ilgili ayrıntılı kanıtlarımız olacak; bu güzel kitabın dikkat çeken özelliği Rabbin halkı ile doğrudan iletişim kurmasıdır.

“Tanrımız Rab bize, ‘bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi, ‘haydi kalkın ve Amorluların dağlık bölgesine gidin.” Herhangi bir halk için bu ne kadar ender sahip olunan bir ayrıcalıktır; Rabbin bu kadar yakınlarında olması ve onların her hareketi ve küçük ya da büyük her tür isteklerine böylesine özen ile ilgi göstermesi. Tanrı onların nerede ve ne kadar kalmaları gerektiğini biliyor idi ve onların adımlarının harekete geçmesini sağlıyor idi. Halkın, yolculuğu ya da herhangi bir şey hakkında kendilerini sıkıntıya sokmaları gerekmiyor idi. Bilgeliği hatasız, gücü her şeye yeten, kaynakları tükenmez olan, sevgisi sınırsız olan, Kendisini halkı ile ilgilenmek için mesul gören, onların tüm ihtiyaçlarını bilen ve bu ihtiyaçları karşılamaya hazır olan Tanrının gözlerinin altında ve ellerinin içinde idiler; Tanrı, halkı ile yüreğinin tüm sevgisi ve kutsal kolunun gücü ile uyumlu olarak ilgilenmekte idi.

O zaman akla şu soru gelecektir: bu durumda halka yapması için kalan ne idi? Halkın net ve sade görevi ne idi? Yalnızca itaat etmek. Halkın yüce ve kutsal ayrıcalığı antlaşmalarının Tanrısı olan Yehova’nın sevgisinde dinlenmek ve buyruklarına itaat etmek. Esenliklerinin, mutluluklarının ve manevi güvenliklerinin sırrı işte burada yatmakta idi. Nasıl hareket edecekleri, neyi planlayacakları ya da düzenleyecekleri konusunda kendilerini zahmete sokmaya ihtiyaçları yok idi. Yolculuklarının tamamı Horev’den Kadeş-Barnea’ya kadar olan yolun her tarafını çok iyi bilen Biri tarafından düzenlenmiş idi. Ve onların her günü yalnızca o günü yaşayarak O’na mutlu bir bağımlılık ile sürdürmeleri yeterli idi.

Mutlu konum! Ayrıcalıklı yol! Bereketlenmiş pay! Ancak bunlar kırılmış bir irade, itaatkar bir zihin ve boyun eğen bir yürek talep etmekte idiler. Eğer Yehova, “Bu dağda yeteri kadar kaldınız” dediği zaman, onlar bu söylenenin aksine o dağda biraz daha fazla kalma planı yaparlar ise o zaman bunu O’nsuz yapmaları gerekecek idi. O’nun refakati, O’nun öğüdü ve O’nun yardımı yalnızca itaat yolunda tecrübe edilebilir idi.

İsrail’in çöldeki yolculuğu açısından durum bu idi ve aynı durum bizim için de geçerlidir. Bizim en değerli ayrıcalığımız tüm sorunlarımızı yalnızca bir antlaşma Tanrısının değil, ama aynı zamanda bizi çok seven bir Baba’nın ellerine bırakmaktır. O, bizim hareketlerimizi bizim için düzenler; oturduğumuz yerin sınırlarını belirler; bir yerde ne kadar uzun süre kalmamız gerektiğini ve ondan sonra nereye gideceğimizi bize O söyler. O, bizim tüm kaygılarımızın, tüm hareketlerimizin ve tüm isteklerimizin sorumluluğunu üstüne almıştır. Ve bize şu lütufkar sözleri söyler: “Hiçbir konuda kaygı duymayın! Ama her konudaki dileklerinizi, Tanrıya dua edip yalvararak şükran ile bildirin.” (Filipeliler 4:6) Ve sonra bunu yaptığımız zaman ne olacaktır? “O zaman Tanrının her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa aracılığı ile yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır.” (Filipeliler 4:7)

Ama okuyucu kendisini şu soruyu sormak zorunda hissedebilir: “Tanrı halkına şimdi nasıl rehberlik ediyor?” Ne zaman hareket edeceğimizi ya da nereye gideceğimizi bize söyleyen tanrının sesini işitmeyi bekleyemeyiz. Bu tür bir soruya vereceğimiz yanıt hemen şu olacaktır: Bu ses, Mesih’in bedeni ve Tanrının kilisesinin üyelerinin sesi kesinlikle olamaz; tanrısal rehberlik konusunda bu sesler çöldeki İsrail’in durumundan daha da kötü durumlara neden olabilirler. Tanrı, çocuklarına rehberlik edemez mi? Mesih, hizmetkarlarına, onların tüm hareketlerinde ve tüm hizmetlerinde rehberlik edemez mi? Kim, bir an için bile olsa, böylesine net ve değerli bir gerçeği sorgulamayı düşünebilir? Evet, bir ses işitmeyi ve bir bulutun hareket ettiğini görmeyi beklemediğimiz doğrudur. Ama Tanrımızın her konuda olduğu gibi bu konuda da yüreğindeki tüm sevgi ile uyumlu olarak bizim için bol sağlayış hazırlamıştır.

Şimdi bize rehberlik eden üç yolun var olduğunu belirtmek istiyorum; bize söz aracılığı ile rehberlik edilir; bize Kutsal Ruh aracılığı ile rehberlik edilir ve bize tanrısal doğanın içgüdüleri aracılığı ile rehberlik edilir. Ve her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur: tanrısal doğanın içgüdüleri, Kutsal Ruhun yönlendirmeleri ve kutsal yazıların öğretişi her zaman bir birleri ile uyum içinde olacaktır. Göz önünde tutmamız gereken en önemli şey budur. Bir kişi, tanrısal doğanın içgüdüleri ya da Kutsal Ruh tarafından yönlendirilmekten hoşlanabilir, ama her zaman bu yönlendirmelerin Tanrının sözü ile aynı bir eylem çizgisini izlemeleri şarttır. Aksi halde hatalar söz konusu olabilir. Bir kişinin yalnızca içgüdü ya da izlenim ile herhangi bir konuda harekete geçmesi çok ciddi bir durum teşkil eder. Kişi böyle davrandığı takdirde şeytanın bir tuzağına düşebilir ve Mesih’in davasına çok ciddi bir şekilde zarar verebilir. İzlenimlerimizi kutsal bir denge içinde sakin bir şekilde tartıp biçmemiz gerekir ve onları tanrısal sözün standardı aracılığı ile sadık bir şekilde test etmemiz lazımdır. Hata ve karmaşadan kendimizi bu şekilde korumuş olacağız. İzlenimlere güvenmek ya da içgüdüsel hareket etmek çok tehlikeli bir davranıştır. Bu tür davranışların sonucunda ortaya çok feci sonuçların çıktığını görmüş bulunuyoruz. Gerçekler güvenilir olabilirler. Tanrısal yetki mutlak bir şekilde hatasızdır. Bizim kendi izlenimlerimiz bir çöldeki serap kadar yanıltıcı olduklarını kanıtlayabilirler. İnsan duyguları en güvenilmez şeylerdendir. Bizi ölümcül sahtelikteki bir hareket çizgisi ile aldatmamaları için duygularımızı çok titiz ve ciddi bir şekilde incelememiz gerekir; hatanın gölgesi dahi bulunmayan kutsal yazılara güvenebiliriz. Ve o zaman hiç istisnasız göreceğimiz şey şudur: Kutsal Ruh tarafından yönlendirilen ya da tanrısal doğanın içgüdüleri tarafından rehberlik edilen kişi asla Tanrının sözüne karşı hareket etmeyecektir. Bunu, tanrısal yaşam içinde kabul edilmiş bir gerçek olarak adlandırabiliriz – uygulamalı Hristiyanlıkta temele sahip olan bir kural. Kilisenin tarihinin tüm çağları boyunca bu gerçeğe keşke daha fazla kulak verilse idi! Günümüzde bu gerçek üzerinde keşke daha çok düşünülse idi!

Ama bizim ciddi dikkatimizi talep eden tanrısal rehberlik ile ilgili bu konuda başka bir düşünce daha vardır. İnsanların genellikle “İlahi Takdirin Eli” şeklinde bir şeyden söz ettiklerini ve rehber olarak buna güvendiklerini işitiriz. Burada ifade edilmek istenen şey yalnızca, koşullar aracılığı ile rehberlik almanın bir başka biçimidir. Bu nedenle şu sözleri söylemekte hiç tereddüt etmeyiz; bu tür bir rehberlik bir Hristiyan için hiç de uygun değildir.

Hiç kuşkusuz Rabbimiz bazen özel düşüncesini bu şekilde açıklayabilir ve açıklar ve yolumuzu ilahi takdir ile belirtir. Ama bu ilahi takdiri doğru yorumlamak için bizim O’na yeterince yakın olmamız gerekir. Aksi takdirde “bir ilahi takdirin açılışı” şeklinde ifade edilen şeyin aslında bizi itaatin kutsal yolundan bir saptırma olduğu kanıtlanabilir. İçsel izlenimlerimiz gibi dış çevremizdeki koşullar da Tanrının huzurunda Tanrının huzurunda tartılmalı ve O’nun sözünün ışığında yargılanmalıdır. Aksi takdirde bu durumlar bizi dehşet verici hatalara sürükleyebilirler. Yunus, Tarşiş’e giden bir gemi bulduğu zaman bunu dikkat çekecek bir ilahi takdir olarak düşündü. Ama eğer Yunus Tanrı ile iletişim içinde olsa idi, bir gemiye ihtiyacı olmayacak idi. Kısaca özetleyecek olur isek Tanrı sözü her konuda büyük bir test ve mükemmel bir ölçüttür – dışsal koşullar ve içsel izlenimler için – duygular, düşünceler ve eğilimler için – her şeyin kutsal yazıların araştıran ışığı altına getirilmesi ve orada sakin bir şekilde ve ciddi olarak yargılanması gerekir. Her Tanrı çocuğu için güvenliğin, esenliğin ve bereketin gerçek yolu budur.

Ama yine de buna rağmen tüm bunlara karşılık olarak şöyle denilebilir: hareketlerimiz ile ilgili konularda ya da günlük yaşamın binlerce küçük ayrıntısı içinde bize rehberlik edecek bir kutsal yazı metni bulmayı bekleyemeyiz. Belki bekleyemeyiz, ama kutsal yazılarda uygun bir şekilde kullanıldıkları takdirde belirli önemli ilkeler mevcutturlar ve bunlar bize uygun bir metin bulamadığımız yerlerde bile tanrısal rehberlik sağlayabilirler. Ve yalnızca önemli olan bu da değildir. Tanrımızın, çocuklarına her konuda rehberlik edebileceğine ve ettiğine dair tam bir güvenceye sahibiz. “Doğru kişinin adımları Rab tarafından düzenlenir.” Rab, alçakgönüllülere rehberlik konusunda yardım edecek ve onlara yollarını öğretecektir.” “Seni gözümün ucu ile eğiteceğim.” Tanrı bize düşüncesini, şu ya da bu belirli eylem ve hareket ile bildirebilir. Eğer bildirmez ise o zaman biz neredeyiz? Nasıl devam edeceğiz? Hareketlerimizi nasıl düzenlememiz gerekecek? Koşulların gelgiti tarafından sürüklenmek zorunda mı kalacağız? Kör talihe ya da kendi irademizin içgüdülerine mi terk edileceğiz?

Tanrıya şükürler olsun ki, durum böyle olmayacaktır. Tanrı bize Kendi mükemmel yolu ile düşüncesinin kesinliğini bildirebilir ve bu kesinlik olmaksızın asla hareket etmememiz gerekir. Rabbimiz İsa Mesih – tüm övgü ve yücelik O’nun eşsiz adına olsun –O, hizmetkarına, nereye gitmesi gerektiğini ve onun ne yapmasını istediğini bildirebilir ve gerçek bir hizmetkar her zaman yalnızca O kendisine bildirdiği zaman hareket etmeyi ve eyleme geçmeyi düşünecektir. Belirsizlik içinde iken asla harekete geçmemeli ve herhangi bir eylemde bulunmamalıyız. Eğer emin değil isek o zaman sessiz kalalım ve bekleyelim. Çoğu zaman Tanrının bizden hiç bir zaman istemediği hareketler için kendimizi huzursuz eder ve korkuturuz. Biri, bir kez bir dostuna bir şey demiş idi: “Hangi yöne döneceğimi bilemiyorum.” Arkadaşı ona şu bilge karşılığı vermiş idi: “O halde hiç bir yöne dönme.”

Ama burada çok önemli manevi bir düşünce devreye girer. Ve bu da, tamamen canımızın içinde bulunduğu durum ile ilgilidir. Kesinlikle emin olabiliriz ki, bu konu rehberlik konusu ile çok yakından ilgilidir. “Tanrı alçakgönüllülere rehberlik eder ve yolunu onlara öğretir.” Bu gerçeği asla aklımızdan çıkartmamamız gerekir. Eğer yalnızca alçakgönüllü isek ve kendimize güvenmiyor isek, eğer yürek sadeliği içinde Tanrımızı bekliyor isek düşüncelerimiz dürüst ve amacımız içten ise Tanrı bize kesinlikle rehberlik edecektir. Ama karar verdiğimiz bir konuda ve irademiz işler iken Tanrıya gidip O’ndan öğüt istememiz asla bir işe yaramayacaktır.

Bu ölümcül bir hatadır. 1.Krallar kitabının 22.bölümüne bakalım. “Üçüncü yıl Yahuda kralı Yehoşafat, İsrail kralını görmeye gitti.” – başlangıç olarak çok üzücü bir hata; “Ve İsrail kralı Ahav görevlilerine, ‘Ramot-Gilat’ın bize ait olduğunu bilmiyor musunuz?’ dedi, ‘biz onu Aram kralından geri almak için bir şey yapmadık. Sonra Yehoşafat’a, ‘Ramot-Gilat’a karşı benim ile birlikte savaşır mısın?’ diye sordu. Ve Yehoşafat ona, ‘beni kendin, halkımı halkın, atlarımı atların say’ diye yanıtladı. Ama ‘önce Rabbe danışalım’ diye ekledi.” 2.Tarihler 18:3 ayetinde şunu okuruz: “Savaşta sana eşlik edeceğiz.”

Burada Yehoşafat’ın Tanrıya danışmayı düşünmeden önce konu ile ilgili kararını vermiş olduğunu görüyoruz. Yehoşafat tam anlamı ile yanlış bir konum ve yanlış bir atmosfer içinde idi; düşmanın tuzağına düşmüş idi ve bu yüzden tanrısal rehberlik almak ya da ondan yararlanmak için uygun durumda değil idi. Kendi iradesine yenilmiş idi ve Rab İsrail kralını ektiklerini biçmeye terk etti ve İsrail kralı savaşta bir düşman kılıcı tarafından öldürüldü ve savaş alanındaki cesetlerden biri oldu.

Evet, Yehoşafat İsrail kralına, “Bu gün Rabbe danışacağım” demiş idi. Ama daha önceden kendisini belirli bir eylem çizgisine yerleştirdiği için Rabbe danışmasının ne yararı olacak idi? Kişinin önce kendi kararını vermesi ve sonra gidip öğüt alması akılsızlıktır. Eğer doğru bir can konumunda olmuş olsa idi, böyle bir konuda asla danışmayı düşünmeyecek idi. Ama canının konumu iyi değil idi, konumu yanlış idi ve amacı Tanrının düşünce ve isteğine doğrudan karşıda idi. Bu yüzden Yehova’nın elçisinin ağzından duymuş olduklarına rağmen kendi yolunda gitti ve nerede ise canından olacak idi, ama Rabbe yakardı ve Rab lütfederek sevgisi ile onu kurtardı.

Buna benzer konuları Yeremya kitabının kırk ikinci bölümünde görüyoruz. Halk peygamberden Mısır’a gitmeleri konusunda Rabbe danışmasını istedi. Ama onlar nereye gidecekleri konusunda zaten önceden karar vermişler idi ve kendi kararlarına göre hareket edecekler idi. Sefil bir durum! Eğer yumuşak huylu ve alçakgönüllü olsalar idi bu konuda öğüt istemeye ihtiyaçları olmayacak idi. Ama peygamber Yeremya’ya, “Lütfen dileğimizi kabul et. Tanrın Rab ne yapacağımızı ve nereye gideceğimizi bize bildirsin” dediler. Neden “Tanrımız Rabbe” demediler? – “Bizim için, bütün sağ kalan bu halk için Tanrın Rabbe yakar. Çünkü bir zamanlar sayıca çok olan bizler gördüğün gibi şimdi azınlıkta kaldık. Tanrın Rab nereye gideceğimizi ve ne yapacağımızı bize bildirsin.” Sonra peygamber Yeremya onlara şöyle dedi: “Olur, isteğiniz uyarınca Tanrınız Rabbe yakaracağım. Rab bana ne yanıt verir ise, bir şey saklamadan size bildireceğim.” Bunun üzerine halk ona, “Tanrın Rabbin senin aracılığın ile bize bildireceği her sözü yerine getirmez isek Rab aramızda gerçek ve güvenilir tanık olsun. Seni kendisine gönderdiğimiz Tanrımız Rabbin sözünü beğensek de beğenmesek de dinleyeceğiz ki, üzerimize iyilik gelsin. Evet, Tanrımız Rabbin sözünü dinleyeceğiz.” Tanrının isteği ancak iyi olabilir, aksini düşünmek nasıl mümkün olabilir?

Şimdi tüm bu sözler çok inançlı ve çok vaatkar gibi görünüyor idi. Ama burada sonuca dikkat etmek gerekir. Tanrının düşüncesinin ve öğüdünün kendi istekleri ile bağdaşmadığını anladıkları zaman, kibirli tüm kişiler Yeremya’ya “Sen yanlış konuşuyorsun. Tanrımız Rab sana bizim Mısır’a gitmememizi, orada kılıç ve kıtlıktan öleceğimiz söylemedi” diye itiraz ettiler.

Burada olayın gerçek durumu belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Kibirleri ve kendi istekleri iş başındadır. Sözleri ve vaatleri doğru değildir. Yeremya onlara şu karşılığı verir: “Beni Tanrınız rabbe gönderip, ‘Bizim için Tanrımız Rabbe yakar, O’nun bize söyleyeceği her şeyi bildir, yapacağız!’ demek ile kendinizi aldatıyorsunuz! Bu gün size bildirdim, ama Tanrınız Rabbin benim aracılığım ile size ilettiği sözlerin hiç birini dinlemediniz.” Eğer bu konudaki Tanrı yanıtı onların isteklerine uygun olsa idi her şey yolunda gidecek idi. Ama isteklerine uygun olmadığı için Tanrının yanıtını ya da öğüdünü reddettiler.

Bu tür durumlar ile ne kadar sık karşılaşılır! Tanrının sözü insanın düşüncelerine uymaz; onları yargılar; insanın isteğine doğrudan karşı durur; insanların planlarına müdahale eder ve bu yüzden insan Tanrının sözünü reddeder. İnsan isteği ve insan mantığı her zaman Tanrının sözüne karşı doğrudan bir düşmanlık içindedir. Ve Hristiyan eğer gerçekten tanrısal bir rehberlik arzu ediyor ise hem insan isteğini hem de insan mantığını reddetmesi gerekir. Kırılmamış bir irade ve kör bir mantık; eğer bunları dinleyecek olur isek bizi yönlendirecekleri şeyler yalnızca karanlık, sefalet ve perişanlık olacaktır. Yunus, Nineve’ye gitmesi gerekir iken Tarşiş’e gitti ve bunun sonucu olarak kendisini “başına yabani otlar dolanmış olarak cehennemin bağrında” buldu. Yehoşafat Yeruşalim’de kalması gerekir iken Ramot-Gilat’a gitti. Ve bunun sonucu olarak kendisini Suriyeli düşmanların kılıçları tarafından kuşatılmış olarak buldu. Yeremya’nın günlerinde sağ kalan halk Yeruşalim’de kalması gerekir iken Mısır’a gitmek istediler ve bunun sonucu olarak Mısır ülkesinde kılıç, kıtlık ve salgın hastalık ile öldüler.

Bu, her zaman böyle olacaktır. İnsan isteğinin yolunun bir karanlık ve bir sefalet yolu olacağı kesindir. Bundan farklı olamaz. İtaat yolu ise bunun tam aksine bir esenlik yolu, bir ışık yolu ve bir bereket yoludur ve tanrısal iyiliğin ışınları bu yolun üzerine dökülmüştür ve diri bir ışık ile parlamaktadır. İtaat yolu insan gözüne dar, zor ve yalnız bir yol gibi görünebilir, ama itaat eden can bu yolun yaşam, esenlik ve manevi güvenlik yolu olduğunu bilir. “Doğruların yolu öğle güneşi gibi parlayacaktır.” Bereketli yol! Diliyorum ki, hem yazar hem de okuyucu bu yolda her zaman düzgün adımlar ile ve gayretli bir amaç ile yürüsünler!

Tanrısal rehberlik ve insan itaati ile ilgili bu önemli pratik konudan diğer bir konuya geçiş yapmadan önce okuyucudan isteğimiz kısa bir süre için Luka müjdesinin on birinci bölümündeki çok güzel bir kısmı okumasıdır. Okuyucu, bu bölümde okuyacaklarının çok değerli olduklarını görecektir.

“Bedenin ışığı gözdür. Gözün sağlam ise bütün bedenin de aydınlık olur. Gözün bozuk ise bedenin de karanlık olur. Öyle ise ‘dikkat et sendeki ışık karanlık olmasın’. Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi, bedenin tümden aydınlık olur.” (Luka 11:34-36)

Hiç bir şey bu bölümün manevi gücü ve güzelliğinden daha üstün olamaz. Her şeyden önce “tek bir görüşe” sahip olmak önemlidir. Tanrısal rehberliğin tadını çıkartmak için bu elzemdir. Tanrının isteğini yerine getirmek için kırılmış bir irade gerekir – Tanrının isteğini yerine getirmeye içtenlik ile odaklanmış bir yürek gerektirir. Bu “tek görüşte” hiç bir kişisel son ya da karışmış bir motif mevcut değildir. Tanrının isteği ne olur ise olsun onu yapmak için tek bir arzu ve gayretli amaç mevcuttur.

Şimdi can böyle bir davranış içinde bulunduğu zaman tanrısal ışık akarak gelir ve tüm bedeni doldurur. Ve böylece eğer beden tam ışık ile dolu değil ise görüşün de tek olmadığı ortadadır; bazı karışmış motifler vardır; insan isteği ya da insan ilgisi işlemektedir; Tanrının önünde doğru yerde değilizdir. Bu durumda, ağzımız ile ikrar ettiğimiz herhangi bir ışık karanlıktır. Ve bu karanlık kadar büyük ve dehşet verici bir karanlık yoktur; Tanrıdan ışık aldığını ağzı ile söyleyen insan isteği tarafından yönetilen yüreğe karanlık yerleşir. Bu durum, Hristiyanlıkta yavaş yavaş dehşet verici bir şekilde görünecektir. “Sonra yasa tanımaz adam ortaya çıkacak. Rab İsa onu ağzının soluğu ile öldürecek, gelişinin görkemi ile yok edecek. Yasa tanımaz adam her türlü mucizede, yanıltıcı belirtiler ile harikalarda ve mahvolanları aldatan her türlü kötülükte sergilenen şeytanın etkinliği ile gelecek. Mahvolanlar, gerçeği sevmeye ve böylece kurtulmaya yanaşmadıklarından mahvoluyorlar. İşte bu nedenle Tanrı yalana kanmaları için onların üzerine yanıltıcı bir güç gönderiyor. Öyle ki, gerçeğe inanmayanların ve kötülükten hoşlananların hepsi yargılansın.” (2.Selanikliler 2:8-12)

Bu ne kadar da korkunç bir şey! Ve ağzı ile iman ikrarında bulunan kiliseyi çok ciddi bir şekilde konu ediyor. Bu satırlar hem yazarın hem de okuyucunun vicdanlarına ne kadar da ciddi bir şekilde hitap ediyor. Işık ile hareket edilmediği zaman ışık karanlık haline dönüşüyor. “eğer içindeki ışık karanlık ise bu ne kadar büyük bir karanlıktır. Ama öte yandan küçük ve hafif olmasına rağmen ışıkta içtenlikle hareket edildiği zaman ışığın artacağı kesindir; çünkü sahip olana daha çok verilecektir ve “doğruların yolu öğle güneşi gibi parlayacaktır.”

Bu manevi süreç Luka 11:36 ayetinde çok güzel ve çok güçlü bir şekilde ortaya konmuştur. “Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi bedenin tümden aydınlık olur.” Göksel ışınlara karşı hiç bir oda kapalı kalamaz; tüm manevi varlık açılır ve içten bir sadelik ile tanrısal ışığın eylemine kendini bırakır. “eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi bedenin tümden aydınlık olur.” Özetleyecek olur isek, itaat eden can yalnızca kendi yolu için ışığa sahip olmaz, ama aynı zamanda bu ışık dışarı vurur, aynı bir kandilin parlak ışığı gibi, öyle ki, diğer kişiler de bu ışığı görebilsinler. “Işığın insanların önünde öylesine parlasın ki, onlar da senin iyi işlerini görsünler ve göklerde olan Babanı yüceltsinler.”

Tüm bu konular ile ilgili Yeremya kitabının on üçüncü bölümünde çok canlı bir karşıtlık okuruz. “Karanlık basmadan, kararan dağlarda ayaklarınız tökezlemeden Tanrınız Rabbi onurlandırın. Siz ışık bekler iken, Rab onu kopkoyu ve zifiri bir karanlığa çevirecek.” Yeremya 13: 16. Tanrımız Rabbe yücelik vermenin yolu O’nun sözüne itaat etmektir. Görev yolu parlak ve bereketli bir yoldur ve lütuf aracılığı ile bu yolda yürüyen kişi asla kararan dağlarda sendelemeyecektir. Gerçekten alçakgönüllü, yumuşak huylu ve kendine güvenmeyen kişiler bu kararan dağlardan uzakta muhafaza edilecekler ve Tanrının onay veren yüzünün parlak ve neşeli ışınları tarafından yürüdükleri bereketli yolda her zaman aydınlatılacaklardır. Bu yol, adaletin yoludur; göksel bilgeliğin yoludur ve mükemmel esenliğin yoludur. Sevgili okuyucu, diliyorum ki, her zaman bu yolda yürüyelim ve bir an için bile asla unutmayalım ki günlük yaşamımızın anlık ayrıntıları içinde tanrısal bir rehberliğe sahip olmak yüce bir ayrıcalıktır. Böyle bir rehberlik ile yönlendirilmeyene ne yazık! Çünkü pek çok kez sendeleyecek, düşecek ve pek çok üzücü tecrübe yaşayacaktır. Eğer bize Babamızın gözü aracılığı ile rehberlik edilmiyor ise anlayışı kıt olan bir at ya da katır gibi oluruz ve ağzımıza dizgin vurulması gerekir; yönlendirildiği yere gitmek istemeyen inatçı bir katır gibi tanrısal rehberliği reddetmiş oluruz. Bir Hristiyan için bu tür bir durum ne kadar da üzücüdür. Her gün Babamızın gözü tarafından belirlenmiş olan yolda yürümek ne kadar bereketlidir. Bu yolda akbabalar ya da aslanlar bulunmaz; kutsal itaat yolunda her zaman yumuşak huylu ve alçakgönüllü kişiler bulunurlar ve Tanrının kendileri için açmış olduğu bu yolda yürüdükleri için sevinç ile Tanrıyı över ve O’nu yüceltirler.

Bölümümüzün geri kalan kısmında Musa dokunaklı bir sade dil kullanarak halka yargıçların atanması ile bağlantılı gerçekler ve gönderilecek casusların görevi hakkında bilgi verir. Musa burada yargıçların atanması ile ilgili konuda kendi önerisine göre davranır. Casuslara görev verilmesi halkın görevidir. Tanrının sevgili ve onurlandırılmış hizmetkarı Musa topluluğun sorumluluğunun kendisi için taşıyamayacağı kadar ağır olduğunu hissetti ve gerçekten de sorumluluğu çok ağır idi; biz her ne kadar Tanrının lütfunun talepler için tamamen yeterli olduğunu bilsek ve aynı zamanda ayrıca bu lütfun yetmiş kişi aracılığı ile olabileceği gibi tek bir kişi aracılığı ile de çalışabileceğinden haberdar olsak dahi Musa yorulmuş idi.

Ve bu yüzden yeryüzünde var olan bu “en alçakgönüllü adamın” böyle zor ve önemli bir sorumluluğu taşıma konusunda hissettiği zorluğu çok iyi anlayabiliriz. Ve bu zorluğu ifade eder iken kullandığı dil çok etkileyicidir. Okuyucu açısından bu ifadenin alıntısını yapmamızın gerektiğini hissediyoruz. “O sırada size, ‘Tek başıma yükünüzü taşıyamam’ dedim.” – elbette taşıyamaz idi; yalnızca bir ölümlü olarak ne yapabilir idi? Ama Tanrı her saat duyulan ihtiyaç için yardım alınmak üzere orada idi – “”Tanrınız Rab sizi çoğalttı. Bu gün gökteki yıldızlar kadar çoğaldınız. (Atalarınızın Tanrısı Rab sizi bin kat daha çoğaltsın ve söz verdiği gibi kutsasın!”) Ne kadar yerinde kullanılan bir parentez! Geniş ve alçakgönüllü bir yüreğin içten solukları! – “Ben tek başıma sizin sorunlarınıza, yükünüze ve davalarınıza nasıl katlanabilirim?”

İşte “yükümlülük” ve “yükün” sırrının çoğu burada bulunmaktadır. Topluluktaki kişiler, aralarında anlaşamıyor idi; çekişmeler, çatışmalar ve sorunlar var idi ve bu konuların çözümünde kim yeterli olacak idi? Hangi insan omzu böyle ağır bir yüke destek verebilir idi? Oysa, onlar için her şey ne kadar farklı olabilir idi! Birbirlerini severek beraber yürümüş olsalar idi karar verilmesi gereken davalar ortaya çıkmayacak idi ve böylece de karar vermesi gereken yargıçlara ihtiyaç duyulmayacak idi. Eğer topluluğun her üyesi kardeşlerinin refah, ilgi ve mutluluğunun ardından gitmiş olsa idi o zaman ne çatışmalar olacak idi, ne de “yükümlülük” ve “yük”! eğer her biri ortak yarara uygun hareket etse idi sonuç ne kadar harika olacak idi!

Ama, ah! Durum çöldeki İsrail ile böyle olmadı ve bundan daha da üzücü olan, ayrıcalıklarımızın çok daha yüksek olmalarına rağmen Tanrının kilisesinde de durum bundan farklı olmadı. Kutsal Ruhun varlığı ve işleyişi tarafından topluluğa şekil verilir verilmez, şikayet eden ve hoşnut olmayan kişilerin sözleri işitildi. Ve konu ne idi? Hayal edilen ya da gerçek olan “ihmal” konusu. Hangi şekilde olur ise olsun benlik işlemekte idi. Eğer ihmal yalnızca hayal gücüne özgü ise o zaman bu durumdan sorumlu olanlar Grekler idi ve eğer gerçek ise o zaman bundan mesul olanlar İbraniler idi. Böyle durumlarda genellikle karşılaşılan şey şudur: Her iki tarafta da hatalar vardır ama tüm çekişme, çatışma ve şikayetten kaçınmanın gerçek ya da doğru yolu benliği geri atmak ve gayret ile diğer kişilerin yararlarını gözetmek idi. Eğer bu üstün yol başlangıçta anlaşılmış ve uyarlanmış olsa idi, o zaman kiliseye özgü bilgiler kaydeden tarihçinin görevi ne kadar farklı olacak idi. Ama başlangıçtan beri topluluk içinde çatışma, çekişme ve bölünmeler olmuş idi. Tüm yaşamı tamamen öz teslimiyetten oluşan Rabbin Kendisinin huzurunda bile elçiler aralarında hangisinin en büyük olması gerektiğini tartıştılar. Eğer öğrencilerden her biri kendi çıkarından önce diğer kardeşlerinin yararının ardından gitse idi o zaman böyle bir karışıklık ve anlaşmazlık asla ortaya çıkmaz idi. Benlikten soyunmanın gerçek manevi yüceliğini bilen birinin kendisi için önemli ya da büyük bir yerin ardından gitmesi mümkün değildir. Mesih’e olan yakınlık alçakgönüllü bir yüreğe öylesine büyük ve tam bir doyum sağlar ki, onur, farklılık ya da ödülleri hesaba dahi katmaz. Ama benliğin işlediği yerde imrenme ve kıskançlık, çatışma ve huzursuzluk, karışıklık ve her tür kötü iş mevcut olacaktır.

Markos müjdesinin onuncu bölümündeki öyküde yer alan Zebedi’nin iki oğlu ve onların on kardeşi arasında geçen olaya tanık olun. Bu tartışmaya neden olan şey ne idi? Benlik. Kardeşlerden ikisi kendileri için krallıkta iyi bir yer düşünüyorlar idi ve diğer on erkek kardeş, böyle düşündükleri için bu iki kardeşlerine kızdılar. Eğer her biri bir kenara çekilip diğerlerinin yararının ardından gitse idi böyle bir olayın yaşanmasına asla gerek kalmayacak idi. İki kardeş kendi çıkarlarını düşünmeyecekleri için diğer on kardeşin öfkesi için bir neden ya da temel mevcut olamayacak idi.

Ancak, bu konu ile örnekleri çoğaltmak gereksizdir. Kilise tarihinin her çağı bizim şu ifademizin gerçekliğini resmeder ve kanıtlar; öyle ki benlik ve onun iğrenç işlerinin her zaman çatışma, çekişme ve bölünmeyi üreten neden olduğunu anlarız. Elçilerin günlerinden bizim payımıza düşen günlere kadar hangi yöne döner isek dönelim bulacağımız şey öldürülmemiş benliğin çatışma ve çekişmenin ürün veren kaynağı olduğudur. Ve öte yandan benliği ve onun ilgilerini batırmanın esenlik, uyum ve kardeş sevgisinin gerçek sırrı olduğunu göreceğiz. Eğer yalnızca benliği bir kenara bırakmayı öğrenir ve gayret ile Mesih’in yüceliğinin ardından gider isek ve O’nun sevgili halkının refahını ister isek o zaman görülmesi gereken fazla “davamız” olmayacaktır.

Şimdi bölümümüze geri dönmemiz gerekiyor.

“Sorunlarınıza, yükünüze ve davanıza ben tek başıma nasıl katlanabilirim? Kendinize her oymaktan bilge, anlayışlı ve deneyimli adamlar seçin. Onları size önder atayacağım.” – Tanrı için uygun kişiler ve özellikleri nedeni ile topluluğun güvenini kazanmış olan önderler – “Ve bu önderlere biner, yüzer, ellişer ve onar kişilik toplulukların sorumluluğunu verdim. Oymaklarınız için de yöneticiler görevlendirdim.” (Yasa’nın Tekrarı 1: 9-15.)

Hayranlık uyandıran bir düzenleme! Yetkinin dereceli çizgisi açısından bundan daha iyi bir düzen yapılamaz idi; önderler ve onların biner, yüzer, ellişer ve onar kişilik topluluklarının sorumluluğuna sahip olmaları; ayrıca yasayı veren Musa hepsinin başında idi ve Musa da İsrail’in Tanrısı Rab ile her an paydaşlık halinde idi.

Burada Mısır’dan Çıkış kitabının 18.bölümünde kaydedilmiş olan gerçeğe dair bir ima yer almaz. Yani, bu önderlerin atanması ile ilgili öneri Musa’nın kayın babası Midyanlı kahin Yitro’dan gelmiş idi. Aynı zamanda Çölde Sayım kitabının 11.bölümündeki olay ile ilgili bir referansa da yer verilmemiştir. Yasanın Tekrarı adlı kitabın sayfaları arasında dağılmış olarak yer alan pek çok kanıttan birine şimdi okuyucunun dikkatini davet ediyoruz. Bu kanıtlar gerçekten de Musa’nın Eski Antlaşmadaki ilk beş kitabının önceki bölümlerinin yalnızca bir tekrarı olmaktan çok uzak olduğunu aşikar bir şekilde ortaya koymaktadır. Kısaca özetleyecek olur isek bu harika kitap tamamen kendine özgü bir karaktere sahiptir ve içinde gerçeklerin temsil edildikleri tarz bu karakter ile mükemmel bir uyumu muhafaza etmektedir. Saygıdeğer yasa verenin ya da daha ziyade onun içindeki Kutsal Ruhun objesinin her konuyu halkın yüreğine manevi bir şekilde yüklenmesi gerektiği çok aşikardır. Öyle ki, kitabın başından sonuna kadar özel objesi olan o önemli sonuç yani, Tanrıları Rabbin tüm kural ve yargılarına sevecen bir itaat üretilebilsin.

Eğer önümüzde açık olan bu kitabı doğru bir şekilde incelemek istiyor isek bu noktayı aklımızdan çıkartmamamız gerekir. İmansızlar, kuşkucular ve akılcılar fraklı kitaplarda verilen çeşitli kayıtlarda bulunan düşünce farklılıklarını dindar bir şekilde bize önerebilirler ama imanlı okuyucu kutsal bir öfke ile bu tür her öneriyi onun doğrudan Tanrının değerli Açıklamasının kararlı ve sürekli düşmanı olan yalanın babasından geldiğini bilerek reddedecektir. Biz bu konuda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz, yani, Kutsal Kitap’a imansızlar tarafından yapılan tüm saldırılar ile başa çıkmanın tek ve doğru yolu budur. Tartışmanın bir yararı yoktur. Çünkü imansızlar Kutsal Kitap’ın gücünü anlayacak ya da takdir edecek bir konuma sahip değildirler. Bu konu hakkında tamamen bilgisizdirler. Ama mesele yalnızca derin ve koyu bir cehalet değil, aynı zamanda kararlı bir düşmanlık konusudur. Öyle ki, tüm imansız yazarların tanrısal esin konusu ile ilgili yargısı her şekilde tamamen değersiz ve kesinlikle alçakçadır. Bu tür kişilere acıyacağız ve onlar için dua edeceğiz ama aynı zamanda onların bu rezil düşüncelerini bütünü ile küçümseyecek ve öfke duyarak reddedeceğiz. Tanrının düşünceleri onların bu saçma düşüncelerinin tamamen üstünde ve ötesindedir. Tanrının sözü o sözün Yazarı kadar mükemmeldir ve O’nun tahtı kadar sarsılmazdır. Ama Tanrı sözünün manevi yücelikleri, diri derinlikleri ve sınırsız mükemmellikleri yalnızca imana ve ihtiyaca açıklanır. “Ey Baba, yerin ve göğün Rabbi, sana teşekkür ederim, çünkü bu sırlarını bilge ve sağduyu sahibi kişilerden sakladın ve onları çocuklara açıkladın.”

Eğer biz bir bebek kadar basit ve sade olmaya razı olsak kutsal yazılarda Kutsal Ruh tarafından verilen bir Baba’nın sevgisinin değerli açıklamasının tadını çıkartabiliriz. Ama öte yandan kendilerini bilge ve sağduyulu olarak gören kişiler öğrenim, felsefe ve mantıklarını bina ettikleri bu saçma düşünceleri yüzünden Tanrı sözünün yargısı altında kalırlar. Ve bu yüzden yüreklerinin koyu karanlığına, körlüğüne ve sertliğine teslim edilmişlerdir. Böylece bir insanın ortaya koyabileceği en büyük akılsızlık ve en iğrenç bilgisizlik Kutsal Kitap’a karşı yazma cüretini göstermiş olan bu dünyasal eğitimli yazarların sayfalarında sergilenmektedir. “Hani nerede bilge kişi? Din bilgini nerede? Nerede bu çağın hünerli tartışmacısı? Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi? Mademki dünya Tanrının bilgeliği uyarınca Tanrıyı kendi bilgeliği ile tanımadı, Tanrı iman edenleri saçma sayılan bildiri ile kurtarmaya razı oldu.” (1.Korintliler 1:20,21.)

“Eğer bir kişi bilge olma istiyor ise, o zaman akılsız olsun.” Konu ile ilgili büyük manevi sır işte burada yatmaktadır. İnsan kendi doğruluğunun sonuna gitmesi gerektiği gibi aynı şekilde kendi bilgeliğinin de sonuna gitmek zorundadır. Tanrısal bilgeliğin tatlılığının tadını alabilmesi için önce kendisinin bir akılsız olduğunu itiraf etmesi noktasına getirilmelidir. Tanrısal açıklamanın en basit unsurlarını bile kavramak, insan öğreniminin ve felsefesinin tüm uygulamaları aracılığı ile yardım görmüş olan en dev insan zekasının sınırları içinde dahi mümkün olamaz. Ve işte bu yüzden yeniden doğmamış olan kişiler zekalarının gücü ya da öğrenimlerinin gücü ne olur ise olsun ruhsal konular ile uğraşmaya ve özellikle kutsal yazıların tanrısal esin olmadıkları konusunda iddialar ileri sürdükleri zaman büyük cehaletlerini sergileyecekleri kesindir ve önlerinde bulunan bu mesele ile başa çıkmaları asla mümkün olmayacaktır. Gerçekten de ne zaman imansız bir kitaba baksak, bu kitabın en güçlü kanıtının zayıflığı karşısında şaşkınlıktan hayrete düşeriz. Ve hepsi bu kadar da değildir. Çünkü Kutsal Kitap’ta bir hata bulmak için giriştikleri her çabada, onların ileri sürdüğü her saçmalıkta biz yalnızca tanrısal bilgelik, güzellik ve mükemmellik görürüz.

Bize her kitapta verilen önderlerin atanması hakkındaki konu ile bağlantılı olarak bir ön düşünce çizgisine yönlendiriliriz; bu yönlendirme Kutsal Ruhun bilgeliği ile uyumlu olarak yapılır ve kitabın konusu ve objesi mükemmel bir şekilde muhafaza edilir. Şimdi bir alıntı ile bölümümüzde ilerleyelim.

“Ayrıca,’ yargıçlarınıza kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin’ dedim. ‘Bir adam ile İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki davalarda adalet ile karar verin. Yargılar iken kimseyi kayırmayın; küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakın. Hiç kimseden korkmayın. Yargı, Tanrıya özgüdür. Çözemeyeceğiniz bir sorun olur ise bana getirin, ben gerekeni yaparım.” Yasa’nın Tekrarı 1:16-18.

Burada ne kadar göksel bir bilgelik görülmektedir! Ne kadar yerinde bir adaletten söz edilir! Ne kadar kutsal bir paydaşlık düzeni! Her olayda aktarılan farklılıklar ve her iki taraf açısından geçerli olan tüm gerçeklerin tam olarak dinlenmesi ve sabır ile hareket edilmesi gerekiyor idi. Zihnin ön yargı, taraf tutma ya da herhangi bir türdeki kişisel duyguların etkisine uymaması gerekiyor idi. Yargının, izlenimler aracılığı ile değil, ama gerçekler aracılığı ile oluşturulması gerekiyor idi – net olarak bina edilmiş ve inkar edilemez gerçekler. Kişisel etkinin hiç bir konuda yetkisi olmaması gerekir. Diğer tarafın davadaki konumu ve koşullarının kişisel etki tarafından dikkate alınmaması gerekir idi; dava ile ilgili karar tamamen yansız bir şekilde alınmak zorundadır. “Küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakıp dinleyin.” Yoksul kişiye gösterilen adalet zengin kişiye ve ülkede doğan yabancıya gösterilen adalet ile aynı olmalıdır. Hiç bir insan arasında fark gösterilmemesi gereklidir.

Tüm bunlar ne kadar da önemlidir! Dikkatli bir gözlemde bulunmamıza değerdirler! Bu eğitici konuların hepsi bizim için tam bir derinliğe ve değere sahiptirler. Evet, bizlerin yargıçlar, ileri gelenler ya da önderler olmaya çağrılmadığımız doğrudur. Ama yukardaki alıntıda ortaya konan büyük manevi ilkeler her birimiz için nihai değere sahiptirler çünkü sürekli meydana gelen olaylar olarak doğrudan uygulanmaları gerekir. Payımız nereye düştü ise yaşam çizgimiz ya da eylem alanımız her ne ise kardeşlerimiz arasındaki zorluk ve yanlış anlaşılmalar ile ilgili olaylar ile ne yazık ki her zaman karşılaşırız; gerçek ya da hayal gücünden kaynaklanan hatalar ile ilgili davalar ve bu yüzden bu tür olaylar karşısında nasıl davranmamız gerektiği hakkında tanrısal bilgiye sahip olmamız en çok ihtiyaç duyulan şeydir.

Şimdi tüm bu tür davalarda gerçekler – her iki taraf açısından da tüm gerçekler - üzerine bina edilmiş yargıya sahip olmamızın gerekliliğini yeterince güçlü bir şekilde ifade edemeyiz. Kendimize, yalnızca kendi izlenimlerimiz tarafından rehberlik edilmesi için izin vermememiz gerekir. Çünkü hepimiz çok iyi biliriz ki yalnızca izlenimler en güvenilmez şeylerdir. İzlenimler doğru olabilirler ve aynı zamanda tamamen yanlış da olabilirler. En kolay kabul edilen ve diğer kişilere aktarılan şey yanlış bir izlenimdir ve bu yüzden yalnızca izlenimler üzerine bina edilmiş olan herhangi bir yargı değersizdir. Bizim sağlam ve net olarak bina edilmiş temeli olan gerçeklere sahip olmamız gerekir – kutsal yazıların çok özel bir şekilde üzerinde durduğu iki ya da üç tanık tarafından bildirilen gerçekler. (Yasanın Tekrarı 17:6; Matta 18:16; 2.Korintliler 13:1; 1.Timoteos 5:19.)

Ama ayrıca buna ek olarak yargı konusunda yalnızca bir tarafın yararına karar vermek için asla yönlendirilmememiz gerekir. Herkes, en iyi niyetlere sahip olan bir kişi bile kendi davasının ifadesine bir renk katacaktır. Bu, sözü geçen kişinin bilerek kasti olarak yanlış bir ifade vereceği ya da bilerek bir yalan söyleyeceği anlamına gelmez. Ama hafızanın yetersizliği ya da şu veya bu neden yüzünden davasını gerçekte olması gerektiği gibi sunamayabilir. Bazı gerçekler atlanabilir ve bu atlanan tek bir gerçek diğer gerçekleri öylesine güçlü etkileyebilir ki, onların durumunu tamamen değiştirebilir. “Audi alteram partem” (diğer tarafı dinle), iyi bilinen bir vecizedir. Ve yalnızca diğer tarafı dinlemek ile kalma ama her iki taraf ile ilgili tüm gerçekleri de dinle ve böylece sağduyulu ve adil bir yargıya varabilirsin. Tüm gerçekler ile ilgili tam bir bilgiye sahip olmaksızın oluşturulan herhangi bir yargıyı yersiz bir kural olarak görebiliriz ve bu tür bir yargı kesinlikle değersizdir. “Kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin. Bir adam ile İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki davalarda adalet ile karar verin.” Her zaman, her yerde ve her koşul altında kesinlikle ihtiyaç duyulacak olan doğru sözler! Bu sözleri yüreklerimizde uygulamamızı diliyorum!

Ve özellikle 17.ayetteki öğüt ne kadar da önemlidir! “Yargılar iken kimseyi kayırmayın. Küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakın. Hiç kimseden korkmayın.”  Bu sözler zavallı insan yüreğinin keşfedilmesi için nasıl da yarar sağlarlar! Kişilere saygı duymaya nasıl da eğilim gösteririz; kişisel etkilenme tarafından sürükleniriz; konuma ve zenginliğe önem veririz; insanların yüzünden korkarız!

Tüm  bu kötülüklere karşı kullanılacak olan tanrısal panzehir nedir? Sadece şu – Tanrı korkusu. Eğer Rabbi her zaman önümüze koyar isek bu bizi insanlar ile ilgili yanlış etkilenmekten ve yan tutmaktan, ön yargıdan ve insan korkusundan etkili bir şekilde kurtaracaktır. O zaman Rabbin önünde önümüze gelebilecek olan her tür konuda alçakgönüllülük ile beklenmek için yönlendirileceğiz. Ve böylece insanlar ve olaylar konusunda çabuk ve tek yanlı yargılar oluşturmaktan korunmuş olacağız. Tüm çağlarda Rabbin halkı arasında hata yapmak yerine iyi ürün vermenin kaynağı Rab korkusudur.

Şimdi çok kısa bir süre için Musa’nın bu bölümdeki çok etkileyici davranışı üzerinde duracağız. Musa, burada aynı daha önce yargıçların atanması konusunda olduğu gibi şimdi de gönderilecek casusların görevi ile bağlantısı olan tüm koşulları topluluğun önüne getirir. Ve bunu kitabın faaliyet alanı ve objesi ile mükemmel bir uyum içinde yapar. Bekleyebileceğimiz tek şey yalnızca budur. Tanrısal kitapta tek bir tekrar cümlesi bile yoktur ve olamaz. Yine aynı şekilde tek bir hata, tek bir farklılık ve tek bir karşıt ifade dahi mevcut olamaz. Tanrı sözü mutlak bir mükemmeliyete sahiptir – hem bir bütün olarak hem de tüm kısımlarında mükemmeldir. Bu imansız çağda bu gerçeğe sımsıkı yapışmalı ve sadakat ile bu gerçeği beyan etmeliyiz.

Tanrı sözünün insanlar tarafından yapılan tercümelerinden söz etmiyoruz; bu tür tercümelerde az ya da çok kusurların yer alacağı kesindir. Ama bu noktada bile Tanrımızın üstün İngilizce çevirimizdeki sözüne baktığımız zaman, “hayret, beğeni, sevgi ve övgü” ile dolmaktan başka bir şey yapamayız. Öyle ki, bir dağın arkasındaki zavallı bir adam sıradan bir İngilizce Kutsal Kitap çevirisinde canının Tanrının Açıklamasına sahip olduğundan emin olabilir. Ve bizim Tanrımızın ellerinde aradığımız şeyin yalnızca bu olduğunu söyler iken bu konuda kesin teminat verebiliriz. Kutsal Kitap’ın yazarlarına esin veren Kişi’nin Kutsal Kitap’ın çevirilerini de aynı şekilde özen ile koruyacağını söyler isek bu sözlerimiz tamamen mantıklı olacaktır. Çünkü Tanrı lütfu ile Kutsal Kitap’ın orijinalini nasıl Grekçe ve İbranice okuyabilen kişilere verdi ise aynı şekilde göklerin altında her dilde okuyacak olan kişilere de aynı lütfu ile vereceği çok daha kesindir! O’nun kutsal adına sonsuza kadar övgüler olsun; Tanrının lütufkar arzusu herkese doğduğu dilde yani ana dilinde konuşmaktır. Lütfunun tatlı övgüsünü bize anlatmak, kurtuluşun iyi haberlerini vermek ve annelerimiz aracılığı ile bebek kulaklarımızdan geçerek doğrudan yüreklerimize giden o sevgi sözlerini fısıldamak ister. (Bakınız Elçilerin İşleri 2: 5-8.)

Ah, keşke insanlar tüm bunların gerçeği ve gücü ile daha fazla izlenime sahip olsalar ve gerçekten daha çok haberdar olsalar! O zaman Kutsal Kitap hakkında bu tür çok sayıda akılsızca ve cahil sorular yüzünden sıkıntı çekmez idik.

Şimdi Musa tarafından casusların görevi – görevin başlangıcı ve görevin sonucu -hakkında neler söylendiğine kulak verelim. Eğer kulak işitmeye açık olsa ve yürek düşünmeye hazır olsa Musa’nın bu sözlerinin ne kadar değerli bir bilgi içerdiğini görebileceklerdir.

“O sırada yapmanız gereken her şeyi size buyurmuş idim.” Sade itaat yolu basit bir şekilde önlerine konmuş idi. Ama bu yolda itaatkar bir yürek ve sağlam adım ile yürümeleri gerekiyor idi. Sonuçları sorgulamamaları ya da neticeleri tartmamaları gerekiyor idi. Tüm bu konuları Tanrının ellerine bırakmaları ve kutsal itaat yolunda kararlı bir amaç ile hareket etmeleri gerekiyor idi.

“Sonra Tanrımız Rabbin bize buyurduğu gibi Horev’den ayrıldık ve Amorluların dağlık bölgesine giden yoldan geçerek gördüğünüz o geniş ve korkunç çölü aşıp Kadeş-Barnea’ya vardık. Size, ’Tanrımız Rabbin bize vereceği Amorluların dağlık bölgesine vardınız’ dedim. İşte, Tanrınız Rab size ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi, gidip orayı mülk edinin. Korkmayın ve yılmayın.” Yasa’nın Tekrarı 1: 19-21.

Burada halka ülkeye hemen girmeleri konusunda teminat veriliyor. Tanrıları Rab onlara ülkeyi vermiş idi ve ülkeyi önlerine koymuş idi. Ülke, Tanrının karşılıksız armağanı olarak, O’nun egemen lütfunun bir hediyesi olarak Tanrının, ataları ile yapmış olduğu antlaşmanın sonucunda kendilerine ait idi. Tanrının sonsuz amacı dostu İbrahim’in soyu aracılığı ile halkın Kenan ülkesine sahip olması idi. Buraya kadar yazdıklarım halkın yüreğinin mükemmel bir huzur içinde olması açısından yeterli idi. Onlara yalnızca ülkenin özellikleri hakkında değil, ama aynı zamanda ülkeye gireceklerine dair de vaatte bulunulmuş idi. Casus gönderilmesine gerek yok idi. İman asla Tanrının vaat etmiş olduğu ve verdiği şey için casusluk yapmaz. İman, tanrının vermiş olduğu şeyin değerli olduğunu bilir ve sahip olacağı şeyi araştırmaz. Ve Tanrının, ihsan etmiş olduğu tüm lütfunun tam mülkiyetini bize vereceğinden emindir. İsrail, “o büyük ve korkunç çöl boyunca” kendisine tedarik etmiş olan o aynı El’in kendisini belirlenen mirasına kavuşturacağı sonucuna varabilmiş değil idi.

Ama iman bu sonuca varmış idi; çünkü iman her zaman önce Tanrıyı düşünür ve sonra koşullar ile ilgili sonuca varır. Koşullar asla Tanrıdan önce gelmezler. “Eğer Tanrı bizden yana ise kim bize karşı gelebilir?” İman sade ve basit bir şekilde bu manevi gerçekten yanadır. Canın tüm görüş alanını Tanrı doldurduğu zaman zorluklar çok fasla göz önüne alınmazlar. Zorluklar ya görülmezler ya da görüldükleri takdirde tanrısal gücün görülmesi için fırsatlar olarak değerlendirilirler. İman, Tanrıyı zorluklar üzerinde zafer kazanır iken görür ve coşar.

Ama ne yazık ki, şimdi önümüzde bulunan olayda halk iman tarafından yönetilmemekte idi ve bu nedenle casuslara başvurmak zorunda kalmış idi. Musa onlara bu konuyu hatırlatır ve bunu hemen yapar ve kullandığı dil çok yumuşaktır ve sadakat ile konuşur. “O zaman hepiniz bana gelip, ‘Ülkeyi araştırmak için önümüzden adamlar gönderelim’ dediniz. ‘Hangi yoldan gideceğiz ve hangi kentlere uğrayacağız? Bilgi versinler.’” Yasanın Tekrarı 1: 22.

Tüm bu olayların gerçekleşebilmesi için Tanrıya da güvenmiş oldukları kesindir. Onları Mısır’dan çıkartan Tanrı denizin ortasında onlar için bir yol açtı; ıssız çölde onlara rehberlik etti; bu Tanrının onları vaat edilen ülkeye sokmak için gücünün olduğu kesin idi. Ama hayır, İsrail topluluğu ille de casus göndermek istiyor idi ve bunun nedeni basit idi, çünkü yürekleri gerçek, diri ve Her Şeye Gücü Yeten Tanrıya saf bir güven duymamakta idi.

Meselenin manevi kökeni burada yatmaktadır. Ve okuyucunun bu noktayı tam olarak kavraması iyi olur. Evet, Çölde Sayım kitabında yer alan öyküde Rabbin Musa’ya casuslar göndermesini söylediği doğrudur. Peki, o zaman Rab bunu neden yaptı? Halkın içinde bulunduğu manevi durum nedeni ile. Ve burada iki kitap arasındaki karakteristik farklılığı ve yine de buna rağmen aralarındaki hoş uyumu görebiliriz. Çölde sayım kitabı bize genel öyküyü anlatır iken Yasanın Tekrarı kitabı casusların göreve gitme nedeninin gizli kaynağını bildirir ve böylece her iki kitap uyum içinde bize olay tam olarak ayrıntıları ile açıklamış olurlar. Biri, diğerinin tamamlayıcısıdır. Eğer bize yalnızca Çölde sayım kitabındaki öykü verilmiş olsa idi o zaman konuyu tam olarak anlamamız mümkün olamaz idi. Yasanın Tekrarı kitabında verilen dokunaklı yorum resmi tamamlar. Kutsal yazıların mükemmelliği ne kadar da harikadır! Görebilmemiz için gerekli olan yalnızca gözün mesh edilmiş olması ve yüreğin kutsal yazıların manevi yüceliğini takdir etme konusunda hazırlanmış olmasıdır.

Ama yine de her şeye rağmen okuyucu casuslar hakkındaki konu ile ilgili olarak hala bazı zorluklar hisseder. Eğer Rab onlara böyle yapmalarını söyledi ise o zaman kendisine, casus göndermenin neden yanlış olduğunu sormak zorunda hissedebilir. Bu soruya verilecek yanıt şudur: yanlış olan kendilerine söylendiği zaman onları gönderme eylemi değil idi; yanlış olan casus gönderme isteği idi. Bu istek imansızlık ürünü idi ve casusları gönderme buyruğunun nedeni bu imansızlık idi.

Matta Müjdesi 19. Bölümde yer alan boşanma konusunda buna benzer bir durum görebiliriz: “İsa’nın yanına gelen bazı Ferisiler O’nu denemek amacı ile şunu sordular: ‘Bir adamın herhangi bir neden ile karısını boşaması kutsal yasaya uygun mudur?’ İsa, onlara şu karşılığı verdi: ‘ Kutsal yazıları okumadınız mı? Yaradan, başlangıçtan ’İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı ve şöyle dedi, ‘Bu nedenle adam annesini ve babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. Şöyle ki, onlar artık iki değil tek bedendir. O halde Tanrının birleştirdiğini insan ayırmasın.’ Ferisiler İsa’ya, ‘Öyle ise’ dediler, ‘Musa neden erkeğin boşanma belgesi verip karısını boşayabileceğini söyledi?’ İsa onlara, ‘İnatçı olduğunuz için Musa karılarınızı boşamanıza izin verdi’ dedi. ‘Başlangıçta bu böyle değil idi.’” Matta 19: 3-8.

Bir erkeğin karısını boşaması Tanrının başlangıçtaki düzeni ya da yüreği ile uyumlu değil idi, ama insan yüreğinin katılığının bir sonucu olarak boşanmaya yasa veren tarafından izin verildi. Bu düşünce ile ilgili herhangi bir zorluk mevcut mudur? Kesinlikle hayır, ancak yürek bir zorluk çıkartmak istiyor ise o başka bir durumdur. Aynı şekilde casuslar konusu ile ilgili olarak da bir zorluk mevcut değildir. İsrail’in casuslara ihtiyaç duymaması gerekiyor idi. Sade ya da saf iman onlara asla öğretilmemiş idi, ama Rab olup bitenlerin gerçek durumunu gördü ve bunlar ile uyumlu olarak bir buyruk verdi. Benzeri bir olay bu olayın üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra yine ortaya çıkmış idi; Tanrı ısrarlı bir şekilde bir insan kral isteyen halkının yüreğini gördü ve Samuel’e halkına böyle bir kral vermesi için buyruk verdi. “Rab, Samuel’e şu karşılığı verdi: ‘Halkın sana bütün söylediklerini dinle. Çünkü reddettikleri sen değilsin; kralları olarak beni reddettiler. Onları Mısır’dan çıkardığım günden bu yana bütün yaptıklarının aynısını sana da yapıyorlar. Beni bırakıp Beni bırakıp başka ilahlara kulluk ettiler. Şimdi onları dinle ama onları açıkça uyar ve kendilerine krallık yapacak kişinin onları nasıl yöneteceğini söyle.’” (1.Samuel 8:7-9)

Böylece görüyoruz ki bir arzunun yalnızca yerine getirilmesi, bunun Tanrının düşüncesi ile uyumlu bir arzu anlamına geldiğine dair bir kanıt teşkil etmez. İsrail’in bir kral istememesi gerekiyor idi. Tanrı İsrail’in Kralı değil miydi? Yehova yeterli değil miydi? Tanrı daha önce yapmış olduğu gibi onları savaşa gönderip onlar için savaşamaz mıydı? Neden et ve kandan olan bir kolun gücünün ardından gittiler? Neden aşağılık bir kişiye güvenmek için yaşayan, gerçek ve gücü her şeye yeten bir Tanrıdan döndüler ve bir insana gittiler? Tanrının bir kral için uygun görebileceği gücü krala ihsan ettiğini biliyoruz; bu durumda gücünü Tanrıdan alan bir kralda nasıl olur da güç sahibi olabilir idi? Tanrının güç vermediği bir insan bir kral bile olsa hiç bir şekilde güç sahibi olamaz idi. Tüm güç, tüm bilgelik ve gerçekten iyi olan her şey Tanrıları Rab’de idi. Ve halkı için, onların her ihtiyacını karşılamak için orada idi. Yapmaları gereken tek şey O’nun her şeye gücü yeten Koluna yaslanmak ve O’nun tükenmez kaynaklarından çekmek ve tüm ihtiyaçlarının kaynaklarını O’nda bulmak idi.

Yüreklerinin arzusuna göre bir krala sahip oldukları zaman bu kral onlar için ne yaptı? “Tüm halk onu korkudan titreyerek izledi.” Saul’ün egemenliğinin melankolik öyküsünü ne kadar yakından inceler isek o zaman onun olayın en başlangıcından beri halk için bir yardımdan çok bir engel olduğunu anlarız. Ama bunun gerçek olduğunu görmek için Saul’ün öyküsünü başından sonuna kadar okumamız gerekir. Saul’ün krallığının tüm dönemi yas tutulacak kadar büyük bir başarısızlık idi; bu durumun peygamber Hoşea’nın söylediği iki cümlede tam ve güçlü bir şekilde ortaya konduğunu görürüz: “Öfkelendiğim zaman bir kral verdim sana ve gazaba gelince alıp götürdüm onu.” Hoşea 13:11. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek Saul, halkın imansızlığının ve öz iradesinin karşılığı idi ve bu yüzden halkın onun ile ilgili tüm parlak umutları ve beklentileri çok kederli bir şekilde hayal kırıklığına uğramış idi. Saul, Tanrının düşüncesine karşılık verme konusunda başarısız oldu ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak halkın ihtiyacını karşılama konusunda tamamen yetersiz kaldı. Kendisinin, taşıdığı taç ve asaya layık olmadığını tam olarak kanıtladı. Ve Gilboa dağında tanık olduğumuz alçakça düşüşü tüm kariyerini melankolik bir hale getirdi.

Şimdi casusların görevi konusunda düşünmeye geldiğimiz zaman burada da aynı bir kralın atanması konusunda olduğu gibi tam bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir öykü görmekteyiz. Sonuç bundan farklı olamaz idi; çünkü nedeni imansızlığın meyvesi idi. Evet, doğru, Tanrı onlara casusları verdi ve Musa dokunaklı bir lütuf ile şu sözleri söyledi: “Bu düşünceyi benimsedim. Her oymaktan birer kişi olmak üzere aranızdan on iki kişi seçtim.” Yasanın Tekrarı 1: 23. Böylece halkın durumunun üzerine lütuf indi ve bu duruma uygun bir plana rıza gösterildi. Ama bu hiç bir şekilde ne planın ne de durumun Tanrının düşüncesi ile uyumlu olduğunu kanıtlamaz. O’nun adına övgüler olsun ki, O, imansızlığımız nedeni ile kederlense ve bu yüzden hor görülse de imansızlığımızın içinde de bizim ile görüşebilir. Tanrı cesur ve saf imandan hoşlanır. Tüm bu dünyada Tanrıya uygun olduğu konumu veren tek şey saf bir imandır. Bu nedenle Musa halka, “İşte, Tanrınız Rab size ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi gidip orayı mülk edinin. Korkmayın, yılmayın” dediği zaman, onların bu sözlere verecekleri karşılık ne olmalı idi? “Her Şeye Gücü Yeten Rab, işte buradayız, bize rehber ol. Bizi zafere götür. Sen yetersin. Önderimiz olan senin ile sevinçli bir güvence ile harekete geçeriz. Zorluklar Senin gözünde hiç bir şeydir. Ve bu yüzden zorluklar bizim için de hiç bir şeydir. İstediğimiz tek şey Senin sözün ve Senin Varlığın! Senin sözün ve varlığında yetkimizi ve gücümüzü hemen buluruz. Önümüzde kimin ya da neyin bulunduğunun bizim için hiç bir önemi yoktur. Güçlü devler, yüksek duvarlı surlar ve kaşları çatık istihkamlar ya da siperler; tüm bunların hepsi İsrail’in Rab Tanrısının huzurunda rüzgarın önünde sürüklenen yapraklardan başka nedirler ki? Ey Rab, seni izliyoruz.”

İşte, iman konuşacak olsa idi böyle konuşurdu, ama ne yazık ki İsrail bu önümüzde incelemekte olduğumuz olayda iman dili ile konuşmadı. Tanrı onlar için yeterli değil idi. İsrailliler yalnızca O’nun koluna yaslanarak güvenlik içinde yükselmeye hazır değiller idi. O’nun ülke hakkında vermiş olduğu bilgiden tatmin olmamışlar idi. Zavallı insan yüreği her şeyden tatmin olur ama asıl tatmin olması gerekenden yani, diri ve gerçek Tanrıya saf bağımlılıktan tatmin olmaz. Doğal kişi Tanrıya güvenemez; bunun nedeni basittir, çünkü doğal kişi Tanrıyı tanımaz. “Adını bilenler sadece sana güveneceklerdir.”

Tanrıya güvenmek için Tanrıyı tanımak gerekir. Ve Tanrıya ne kadar çok güvenilir ise Tanrıyı tanımak daha iyi ve kolay hale gelir. Bu dünyada sade bir iman yaşamının sağladığı gerçek bereket gibisi yoktur. Ancak bu iman bir gerçeklik olmalıdır ve imanı yalnızca ağız ile ikrar etmek ile yetinilmemelidir. Yürek gizliden gizliye bir yaratığın yardımına güvenir iken iman ile yaşamaktan söz etmek tamamen boştur. Gerçek imanlının işi yalnızca Tanrı iledir. Gerçek imanlı tüm kaynaklarını yalnızca Tanrıda bulur. Tanrının kullanmaktan hoşnut olduğu araç ya da kanalların değerini küçümsemez; tam aksine, onlara çok değer verir ama yine de tek kaynağı Tanrı’dır. Ve Tanrının yardım etmek ve bereketlemek için kullandığı araçlara Tanrının araçları oldukları için değer verir. Ama bu araç ve kanalların Tanrının yerine geçmelerine asla izin vermez. Gerçek imanlının yüreği şöyle konuşur: “Ey canım, Tanrıyı bekle, çünkü umudum O’ndadır. Yalnızca Tanrı, kayamdır!”

“Yalnızca” sözcüğünde çok garip bir güç vardır. Bu sözcük, yüreğin her köşesini inceden inceye araştırır. Herhangi bir ihtiyacın tedariği için doğrudan ya da dolaylı olarak yaratığa bakmak iman yaşamından ayrılmanın ilkesidir. Ve ah, herhangi bir şekilde yaratık kaynaklarına bakılması nasıl da sefil bir iştir! İman yaşamı maneviyatı yükseltir ama insan kaynaklarına bakmak maneviyatı yalnızca düşürecektir. Ve aynı zamanda yalnızca düşürmek ile kalmaz, hayal kırıklığına da uğratır. Yaratık kaynakları bozulurlar ve yaratık kaynakları kururlar ama Rabbe güvenenlerden asla hiç bir iyilik esirgenmeyecektir. Eğer İsrail casus göndermek yerine yalnızca Rabbe güvenmiş olsa idi o zaman anlatacakları öykü çok farklı olacak idi. Ama onlar casuslar gönderdiler ve olayın tüm sonucu başarısızlıkların en alçaltıcısı oldu.

“Seçilen on iki kişi dağlık bölgeye çıkarak Eşkol vadisine vardılar ve ülkeyi araştırdılar. Dönüşte orada yetişen meyvelerden getirdiler ve ‘Tanrımız Rabbin bize vereceği ülke verimlidir’ diye haber verdiler.” Yasa’nın Tekrarı 1: 24,25. Tanrının, halkına vermiş olduğu bir ülke nasıl olur da verimsiz olabilirdi ki? Halk, gönderdiği casusların, kendisine Tanrının armağanının iyi olduğunu söylemelerini mi istemiş idi? Tanrının vermiş olduğu armağan elbette iyi olacak idi! Saf bir iman hiç sorgulamadan şöyle derdi: “Tanrının verdiği her şeyin Tanrının Kendisi gibi değerli olması gerekir; bize bu konuda güvence verecek casuslar istemiyoruz.” Ama , ah, bu saf iman bu dünyada öylesine ender mevcut olan bir mücevherdir ki! Ve bu saf imana sahip olan kişiler bile onun değerinden ya da onu nasıl kullanacaklarından öylesine az haberdardırlar ki! İman yaşamından söz etmek bir şeydir ve iman yaşamını sürdürmek ise bambaşka bir şeydir. Teori bir şeydir ve gerçeklik ise başka bir şeydir. Ama asla unutmayalım ki, Tanrının her çocuğunun iman ile yaşama ayrıcalığı vardır. Ve ayrıca bu iman yaşamı, imanlının ihtiyaç duyabileceği her alanda –dünyasal kariyerinin başlangıcından hedefine kadar – yer alır. Bu önemli noktaya daha önceden de değinmiş idik. Ama bu konu üzerinde hiç bir zaman yeterince hararetli ve ısrarlı olarak durulamaz.

Casusların görevi ile ilgili olarak okuyucunun ilgisi çekilecek ve Musa’nın bu konu ile ilgili olarak işaret ettiği noktaya dikkat edecektir. Musa, casusların gerçeğe uygun olan tanıklıklarının gerçek ile ilgili kısmından söz eder. Ve imansız on casusun söyledikleri hakkında hiç konuşmaz. Bu davranışı ile kitabın amacının alanı ve objesi ile mükemmel bir uyumdadır. Her şey manevi bir şekilde topluluğun vicdanı önüne konur. Musa, onlara casus gönderme fikrinin kendilerinden çıktığını hatırlatır. Ve yine de casuslar ülkeden aldıkları meyveyi topluluğun önüne bırakmalarına ve ürünün iyi olduğuna tanıklık etmelerine rağmen topluluk ülkeye girmek istemedi. “Ne var ki, siz oraya gitmek istemediniz ve Tanrınız Rabbin buyruğuna karşı geldiniz.” Yasa’nın Tekrarı 1: 26. Herhangi hiç bir bahaneleri yok idi. Yüreklerinin tam bir imansızlık ve isyan konumunda olduğu aşikar idi ve casusların görevi başından sonuna kadar yalnızca bu gerçeği ortaya koymak için idi.

“Ve çadırlarınızda söylenerek, ‘Rab bizden nefret ediyor’ – tam anlamı ile dehşet verici bir yalan - dediniz. ‘Bizi Amorluların eline verip yok etmek için Mısır’dan çıkardı.” Yasa’nın Tekrarı 1: 27. Nefret etmenin ne kadar garip bir kanıt şekli! İmansızlığın iddiaları nasıl da mutlak bir saçmalık içeriyor! Eğer Tanrı onlardan nefret etmiş olsa idi o zaman Tanrı için  onları Mısır’da firavunun angaryacıbaşılarının zalim kırbaçları altında ve orada yaptıkları ağır işlerin içinde bırakmasından daha kolay bir şey olmaz idi elbette! Tanrı onlardan nefret etmiş olsa idi onlar ile hiç bu kadar ilgilenir ve onlar için uğraşır mıydı? Tanrı, onlara zulmeden o ülkenin üzerine neden o on belayı gönderdi? Madem onlardan nefret ediyor idi, o zaman neden düşmanları üzerlerine gelir iken Kızıl Deniz’in sularının açılmasına izin verdi? Onları Amaleklilerin kılıçlarından neden kurtardı? Özetleyecek olur isek eğer Tanrı onların dediği gibi onlardan nefret etmiş olsa idi onlar adına lütfunun bu harika zaferlerini neden göstersindi ki? Ah, eğer İsrail halkı karanlık ve saçma imansızlık ruhu tarafından yönetilmemiş olsa idi o zaman böylesine harika bir kanıt dizisi onları şimdi düşündüklerinin tam aksi olan bir sonuca yönlendirecek idi. Gök kubbesinin altında imansızlık kadar aptalca bir akılsızlık asla var olamaz. Ve öte yandan bir çocuğunkine benzeyen saf imanın sade düşüncesi kadar sağduyulu, net ve mantıklı hiç bir şey yoktur. Diliyorum ki, okuyucu bu konudaki gerçeğin kanıtını anlayabilmesi için güçlendirilsin.

“Ve siz çadırlarınızda söylendiniz.” İmansızlık, yalnızca kör ve saçma bir mantıkçı değil, ama aynı zamanda karanlık ve hüzünlü bir şikayetçidir. İmansızlık, olayların ne doğru yanında kalır ne de parlak yanına gider. İmansızlık her zaman karanlıktadır, imansızlık her zaman yanlış içindedir; bunun nedeni basittir, çünkü imansızlık Tanrıyı dışarda bırakır ve yalnızca koşullara bakar. Topluluk şöyle dedi:” Oraya niye gidelim? Kardeşlerimiz yöre halkının bizden daha güçlü ve daha uzun boylu olduğunu söyleyerek cesaretimizi kırdılar.” Yasa’nın Tekrarı 1: 28. Ama yöre halkı, Yehova’dan daha büyük değil idi! “Kentler büyükmüş ve göğe doğru yükselen surlar ile çevrili imiş” – imansızlık nasıl da abartıyor!  - “Ayrıca orada Anaklılar’ı da görmüşler.”

Şimdi iman böyle bir durumda şöyle derdi: “Tamam, kentler göğe kadar yükselen surlar ile çevrili olsalar da bizim Tanrımız onlardan yukardadır, çünkü O göklerdedir. Evrene şekil veren ve onu sözünün gücü ile destekleyen Tanrı için büyük kentler ya da göğe kadar yükselen surlar nedir ki? Her Şeye Gücü Yeten Tanrının önünde Anaklılar da kim oluyorlar? Eğer ülke Dan’dan Beerşeva’ya kadar yüksek surlu kentler ile dolu olsa da ve eğer devler bir ormanın ağaçları kadar çok sayıda olsalar da Kenan ülkesini dostu İbrahim’in soyuna sonsuza kadar kalıcı bir mülk olarak vermeyi vaat eden Tanrının önünde hepsi harman yerinin saman çöpünden farksızdırlar.”

Ama İsrail’de esin ile yazmış olan elçinin bize İbraniler kitabının üçüncü bölümünde söylediği gibi iman yok idi. “İmansızlık nedeni ile ülkeye giremediler.” İşte, büyük zorluk burada bulunmaktadır. Yüksek surlu kentler ve dev görünüşlü Anaklılar yalnızca, eğer İsrail tanrıya güvenmiş olsa idi dağılacaklar idi. Tanrı bunların hepsinin işini çok kısa sürede bitirecek idi. Ama ah, bu korkunç imansızlık! İmansızlık her zaman bereketin önünde durup berekete engel olmak ister. Tanrının yüceliğinin parlamasına mani olur! Canlarımızın üzerine koyu bir gölge atar ve Tanrımızın her ihtiyacımızı karşılama ve her zorluğu uzaklaştırma konusundaki mutlak yeterliliğine ikna olma ayrıcalığımızı bizden çalar.

O’nun adına övgüler olsun; güvenen bir yüreği asla başarısızlığa ya da hayal kırıklığına uğratmaz. Tanrı, imanın Kendi tükenmez hazinesine koyduğu güveni onurlandırmaktan zevk duyar. Ve bize her zaman güvence vermek için şu sözü söyler: “Korkma, yalnızca iman et!” Ve yine başka bir ayet: “İmanına göre olsun.” Çok değerli ve canı harekete geçiren sözler! Diliyorum ki hepimiz bu sözlerin diriliğinin ve tatlılığının daha çok farkına varalım! Tanrıya güvenme konusunda asla aşırılığa kaçacağımızı düşünmeyelim ve bu sözlerdeki güvenceyi alalım; O’nun için imkansız yoktur. Bizim en büyük hatamız, O’nun sınırsız kaynaklarından daha fazla çekmeyişimizdir. “Sana, iman eder isen Tanrının yüceliğini göreceğini söylemedim mi?”

Böylece İsrail’in önümüzdeki olayda Tanrının yüceliğini görme konusunda neden başarısız olduğunu anlayabiliriz. İman etmediler, inanmadılar, güvenmediler. Casusların yaptığı görev tam bir başarısızlığın kanıtı oldu. İmansızlık nasıl başladı ise o şekilde sona erdi. Tanrı dışarda bırakıldı. Zorluklar tüm görüşlerini doldurdu.

“Ve ülkeye giremediler.” Tanrının yüceliğini göremediler. Musa’nın insanı çok derinden etkileyen şu sözlerine kulak verin. Bu sözleri okumak yürek için yararlıdır. Bu sözler bizim yenilenmiş varlığımızın en derin kaynaklarına dokunurlar. “Oysa ben size ,’onlardan korkmayın ve yılmayın’ dedim. Önünüzden giden Tanrınız Rab sizin için savaşacak” – Tanrının halkı için savaştığını yalnızca bir düşünün! “Gözünüzün önünde, Mısır’da ve çölde sizler için yaptıklarının aynısını yapacak. Tanrınız Rabbin siz buraya varıncaya dek çocuğunu taşıyan bir adam gibi sizi nasıl yol boyunca taşıdığını gördünüz. Bütün bunlara rağmen Tanrınız Rabbe güvenmediniz. O Rab ki, çadırlarınızı kurmak için size yer aramak ve gideceğiniz yolu göstermek için geceleyin ateşte ve gündüzün bulutta önünüz sıra gitti.” Yasa’nın Tekrarı 1: 29-33.

Musa’nın bu yaklaşımında ve sözlerinde ne kadar büyük bir manevi güç ve ne kadar dokunaklı bir tatlılık bulunmaktadır! Aslında kitabın her sayfasına gördüğümüz gibi burada da çok net bir şekilde şunu görürüz: Yasanın Tekrarı kitabı gerçeklerin verimsiz bir tekrarı değildir. Ama bu gerçekler ile ilgili çok güçlü bir yorumdur. Okuyucunun bu konuda tam bir belirginliğe sahip olması gerekir, çünkü bu yararlı olacaktır. Eğer Mısır’dan Çıkış ve Çölde Sayım kitaplarında esin ile yazan yasa veren, İsrail’in çöldeki yaşamı ile ilgili asıl gerçekleri kaydediyor ise Yasanın Tekrarı kitabında bu gerçekler hakkında yüreği eritecek kadar bir ifade ile yorum yapar. Ve işte burada Yehova’nın eylemlerinin eşsiz tarzına büyük bir ustalık ve söz sanatı ile işaret edildiğini ve bu eşsiz tarzın üzerinde durulduğuna tanık oluruz. Şu sözler ile ortaya konan harika örnek karşısında kimin yüreği erimez? “Çocuğunu taşıyan bir adam gibi!” İşte bu noktada eylemin tarzını anlamış oluruz. Bu olmadan yapabilir miydik? Kesinlikle hayır, yapamaz idik. Yüreğe dokunan bir eylemin tarzıdır. Çünkü yüreği çok özel bir şekilde ifade eden şey, tarzdır. Eğer elin gücü ya da zihnin bilgeliği bir eylemin özünde görünüyor ise yürekteki sevgi, tarz ile kendini dışarı vurur. Bunu küçük bir çocuk bile anlayabilir, ama anladığı şeyi açıklayamayabilir, ama anlaması önemlidir.

Ama ah, ne yazık! İsrail, Tanrının onları ülkeye götüreceğine güvenemedi. Yehova onları Mısır’daki ağır tutsaklıktan çıkarıp Kenan diyarının tam sınırına getirene kadar onlara gücünün harikalığını, sadakatini, iyiliğini ve sevecen nezaketini gösterdi, ama yine de buna rağmen topluluk O’na inanmadı. Herhangi bir yüreği tatmin etmesi gereken bir çok kanıtlar dizisine sahip olmalarına rağmen onlar hala kuşku duymakta idiler. “Rab, yakınmalarınızı duyunca öfkelendi ve şöyle ant içti:’ atalarınıza ant içerek söz verdiğim o verimli ülkeyi bu kötü kuşaktan Yefunne oğlu Kalev dışında hiç kimse görmeyecek. Yalnız o görecek, ayak bastığı toprakları ona ve soyuna vereceğim. Çünkü o tüm yüreği ile Rabbin yolunda yürüdü.” Yasanın Tekrarı 1:34-36.

“Sana, iman ettiğin takdirde Rabbin yüceliğini göreceksin, demedim mi?” Tanrısal düzen böyledir. İnsanlar size gördükleri zaman inanacaklarını söylerler ama Tanrının krallığında iman etmek görmektir. Neden o kötü, imansız kuşaktan tek bir kişinin bile verimli ülkeyi görmesine izin verilmedi? Çok basit, çünkü Tanrıları Rabbe inanmadılar. Öte yandan neden Kalev’e bu verimli ülkeyi görmesi ve sahip olması için izin verildi? Yine çok basit, çünkü Kalev inandı. İmansızlık, Tanrının yüceliğini görme yolunda var olabilecek en büyük engeldir. “İsa onların imansızlığından dolayı orada pek fazla mucize yapmadı.” Eğer İsrail yalnızca inanmış olsa idi, Tanrısı Rabbe yalnızca güvenmiş olsa idi, O’nun yüreğinin sevgisine ve O’nun kolunun gücüne yalnızca itimat etmiş olsa idi Tanrı onları vaat ettiği ülkeye götürür ve onları Mirasının dağında yerleştirir idi.

Aynı şey şimdi Rabbin halkı için de geçerlidir. Tanrıya daha fazla güvenebilse idik tadını çıkaracağımız bereketin sınırı olmaz idi. “İman eden için her şey mümkündür.” Tanrımız şu sözleri asla söylemeyecektir: “Çok fazla şey istedin; gereğinden fazla şey bekliyorsun.” İmkansız! İmanın en büyük beklentilerine yanıt vermek O’nun sevgi dolu yüreği için bir sevinçtir.

O zaman O’nun sevgisinden ve lütfundan daha fazla çekelim. “ağzını iyice aç ki, onu doldurayım.” Cennetin tükenmez hazinesi imanın önünde ardına kadar açıktır. “İnanarak dua ettiğiniz zaman istediğiniz her şeyi alacaksınız.” “İçinizden birinin bilgelikte eksiği var ise herkese cömertçe ve azarlamadan veren Tanrıdan istesin; kendisine verilecektir. Yalnız hiç kuşku duymadan ve iman ile istesin. Çünkü kuşku duyan kişi rüzgarın sürükleyip savurduğu deniz dalgasına benzer. Her bakımdan değişken ve kararsız olan kişi Rabden bir şey alacağını ummasın.” (Yakup 1:5-8) İman, en başından sonuna kadar tüm meselenin tanrısal sırrı ve Hristiyan yaşamının temel kaynağıdır. İman değişmez, sendelemez ve tereddüt etmez. Ama imansızlık her zaman sendeler ve tereddüt eder ve bu yüzden de Tanrının yüceliğini asla görmez ve O’nun gücünden asla haberi olmaz. İmansızlık Tanrının sesine karşı sağırdır ve O’nun eylemlerine karşı kördür; imansızlık yüreği bunaltır ve elleri zayıf düşürür; yolu karartır ve tüm ilerlemeye engel olur. İsrail’in Kenan diyarından kırk yıl boyunca yoksun kalmasına neden olmuştur ve imansızlığın korkunç etkisi nedeni ile sürekli olarak kaçırdığımız bereket, ayrıcalık, güç ve verimliliğin miktarını hesaplamamız mümkün değildir. Eğer iman yüreklerimizde daha canlı bir şekilde uygulanmış olsa idi o zaman aramızda ne kadar farklı koşulların var olacağına tanık olur idik. Ağız ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlığın geniş bir alanında görülen acınacak haldeki cansızlığına ve kısırlığına neden olan sır nedir? Bu gücümüzün kesildiği durum, içinde bulunduğumuz alçak düzey ve önlenen büyümemizi nasıl açıklamamız gerekir? Hristiyan işlerinin her bölümünde neden böyle zavallı sonuçlar görmekteyiz? Neden içten tövbelerin sayısı bu kadar az? Neden müjdecilerimiz böyle sık bir şekilde demetlerinin kıtlığı yüzünden acı çekiyorlar? Tüm bu sorulara nasıl yanıt vermemiz gerekir? Bunun nedeni nedir? Bunun nedeninin bizim imansızlığımız olmadığını söyleyebilecek biri var mıdır? Hiç kuşkusuz, bun durumun nedenlerinden biri bölünmelerimizdir; dünyasallığımızdır, kendi çıkarlarımızdır ve sıkıntı çekmek istemeyişimizdir. Ama tüm bu kötülüklerin çaresi nedir? Yüreklerimizin tüm kardeşlerimize iman aracılığı ile içten bir sevgi duyarak nasıl çekilmeleri gerekir? – sevgi aracılığı ile işleyen o eşsiz ilke! İşte bu nedenle kutsanmış elçi Selanik’teki sevgili genç imanlılara şöyle der: “İmanınız üstün bir şekilde büyümektedir.” Ve o zaman ne olur? “Hepinizin bir birinize olan sevgisi çoğalır.” Bunun her zaman böyle olması gerekir. İman, bizi Tanrının Kendisindeki sonsuz sevgi kaynağı ile doğrudan iletişime geçirir ve bunun mutlak sonucu da yüreklerimiz O’na ait olan herkese sevgi ile çekilir – O’nun kutsal düşüncesini izleyerek O’nun sevgisinin gücü ile birbirimizi sevebiliriz. Rabbe yakın olup da saf bir yürek ile her yerde O’nun adını çağıran herkesi sevmemek mümkün değildir. Mesih’e ne kadar yakın olur isek Beden’in her üyesine o kadar daha yakın bir şekilde gerçek kardeş sevgisi ile bağlanabiliriz.

Sonra dünyasal olma konusuna gelince, bunun çok çeşitli şekilleri vardır; bunun üstesinden nasıl gelinir? Bu noktada esin ile yazan bir başka elçinin sözlerine kulak verelim: “Çünkü Tanrıdan doğmuş olan herkes dünyayı yener. Bize dünyaya karşı zafer kazandıran, imanımızdır. Çünkü Tanrıdan doğmuş olan herkes dünyayı yener. İsa’nın Tanrı Oğlu olduğundan başka dünyayı yenen kim?” (1.Yuhanna 5:4,5) İmanın gücünde yürüyen yeni yaratık dünyanın, onun motiflerinin, onun objelerinin ve ilkelerinin, onun alışkanlık ve ilkelerinin üstünde yaşar. Dünya ile ortak hiç bir noktası yoktur. İmanlı bu dünyadadır ama bu dünyadan değildir. İmanlı, dünyanın akışının aksi yönünde ilerler. Ve tüm kaynaklarını gökten çeker. İmanlının yaşamı, imanlının umudu ve onun her şeyi göklerdedir. Ve bu dünyadaki işi tamamlandığı zaman kendisi de orada bulunmayı istek ile bekler.

Böylece imanın ne kadar güçlü bir ilke olduğunu görmüş bulunuyoruz. İman yüreği saflaştırır, sevgi aracılığı ile işler ve dünyaya üstün gelir. Özetleyecek olur isek yüreği diri bir güç ile Tanrının Kendisi ile birleştirir. Ve iman, bu gerçek yüceliğin, kutsal iyilikseverliğin ve tanrısal saflığın sırrıdır. Bu durumda Petrus’un, imandan “değerli iman” olarak söz etmesine şaşırmamak gerekir. Çünkü iman gerçekten de tüm insan düşüncesinin çok ötesinde bulunan bir değere sahiptir.

Bu değerli ilkenin Kalev’de nasıl işlediğine ve ürettiği bereketli meyveye bakın. Kalev’e, olaydan yüzlerce yıl sonra söylenmiş olan bu sözlerdeki – “imanına göre olsun” -gerçeğin farkına varması için izin verilmiştir. Kalev, Tanrının onları ülkeye götürebileceğine inanmış idi ve tüm zorluklar ve engeller iman için ekmek yer gibi yiyip bitirilecek şeyler idi. Ve Tanrı her zaman olduğu gibi onun imanına yanıt verdi. “Bu arada Yahuda oğulları Gilgal’de bulunan Yeşu’nun yanına geldiler. Kenizli Yefunne oğlu Kalev Yeşu’ya şöyle dedi: ‘Rabbin Kadeş-Barnea’da Tanrı adamı Musa’ya senin ve benim hakkımda neler söylediğini biliyorsun. Rabbin kulu Musa ülkeyi araştırmak üzere beni Kadeş-Barnea’dan gönderdiği zaman, kırk yaşında idim. Gördüklerimi ona açık yüreklilik ile ilettim.” (Yeşu 14:6,7) – parlak ve güzel bir imanın sade tanıklığı! – “Ne var ki, benimle gelmiş olan soydaşlarım halkı korkuya düşürdüler. Ama ben tümü ile Tanrım Rabbin yolundan gittim. Bu nedenle, Musa o gün ‘tümü ile Rabbin yolundan gittiğin için ayak bastığın topraklar sonsuza dek sana ve oğullarına mülk olacak’ diye ant içti. Rab sözünü tuttu ve beni yaşattı. İsrailliler çölden geçer iken Rabbin Musa’ya bu sözleri söylediği günden bu yana kırk beş yıl geçti. Şimdi seksen beş yaşındayım. Bu gün de Musa’nın beni gönderdiği günkü kadar güçlüyüm. O günkü gibi hala savaşa gidip gelecek kadar güçteyim. Rabbin o gün söz verdiği gibi, bu dağlık bölgeyi şimdi bana ver. Orada Anaklıların yaşadığını ve sırlar ile çevrili büyük kentleri olduğunu o gün sen de duymuştun. Belki Rab bana yardım eder de O’nun dediği gibi, onları oradan sürerim.’” (Yeşu: 14:8-12.)

Saf bir imanın söylediği sözler canı nasıl da tazeler! Nasıl da eğiticidir! Ve gerçekten de nasıl teşvik edicidir! Tanrıya saygısızlık olan imansızlığın hüzün veren, bunaltan ve can sıkan sözlerinden yüzde yüz farklıdır! “Yeşu Yefunne oğlu Kalev’i kutsadı ve Hevron’u ona mülk olarak verdi. Böylece Hevron bu gün de Kenizli Yefunne oğlu Kalev’in mülküdür. Çünkü o tümü ile İsrail’in Tanrısı Rabbin yolundan gitti.” (Yeşu 14 13,14.) Kalev babası İbrahim gibi imanda güçlü idi ve Tanrıya yücelik verdi ve biz şimdi mümkün olan tüm güvence içinde şunu söyleyebiliriz: İman nasıl her zaman Tanrıyı onurlandırır ise, Tanrı da her zaman imanı onurlandırmaktan zevk alır. Ve biz de şu konuda ikna olduğumuzu hissederiz: eğer Rabbin halkı tam olarak Tanrıya güvenebilse, eğer O’nun sınırsız kaynaklarından daha fazla çekebilse idi o zaman çevremizde gördüğümüz şeylerin tamamen farklı bir durumuna tanıklık edecek idik. “Sana iman ettiğin takdirde Tanrının yüceliğini göreceksin demedi mi?” Ah, Tanrıya daha canlı bir iman, O’nun sadakatinin, O’nun iyiliğinin ve O’nun gücünün daha cesur bir şekilde kavranması! O zaman müjde alanında daha görkemli sonuçlar aramamız mümkün olabilir; daha fazla gayret, daha çok enerji, Tanrının kilisesinde daha yoğun bir adanmışlık ve imanlıların bireysel yaşamlarında doğruluğun daha hoş kokulu ürünlerini görebilir idik!

Şimdi bir an için bölümümüzün son ayetlerine bakacağız; bu ayetlerde bazı çok ağır bilgiler göreceğiz. Ve her şeyden önce tanrısal yönetimin eylemlerini çok ciddi ve etkileyici şekilde sergilendiklerini göreceğiz. Musa çok dokunaklı bir şekilde vaat edilen ülke ile ilgili gerçeğe işaret eder: “Sizin yüzünüzden rab bana da öfkelenerek, ‘Sen de o ülkeye girmeyeceksin’ dedi.” Yasanın tekrarı 1: 37.

Sizin yüzünüzden” ifadesine dikkat ediniz. Topluluğa hatırlatılması gereken çok önemli bir nokta var idi: Rabbin sevgili ve onurlu hizmetkarı Musa’nın onların yüzünden Şeria ırmağını geçmesi ve Kenan ülkesine ayak basması engellenmiş idi. Evet, Musa’nın ağzından hikmetsiz bazı sözlerin çıkmış olması doğru idi ama onun ruhunu böyle yapması için “tahrik edenler onlar idiler.” Topluluğun bunu yaptığı için çok büyük düşmanlık duyması gerekiyor idi; imansızlık yüzünden yalnızca kendileri ülkeye giremeyerek başarısızlığa uğramak ile kalmamışlar ama aynı zamanda Musa’nın da dışlanmasına neden olmuşlar idi; oysa Musa o ülkeye girmeyi çok istemiş idi. “Musa’nın başına dert açıldı onlar yüzünden.” Mezmur 106:32.

Ama Tanrının yönetimi yüce ve muhteşem bir gerçekliktir. Bu gerçeği bir an için bile asla unutmayalım. İnsan zihni bu konuda şöyle düşünebilir: söylenmiş birkaç kötü söz, telaş yüzünden edilmiş bir iki cümle Tanrının böylesine sevgili ve onurlu bir hizmetkarını neden çok arzu ettiği bir şeyden mahrum bırakılmasının sebebi olsun. Ama bize düşen başımızı alçakgönüllü bir hayranlık ile önümüze eğmek ve Kutsal Olan’ın önünde yere eğilmektir; nedeni için mantık yürütmek ya da yargılamak değildir. “Tüm yeryüzünün Yargıcı doğru olanı yapmaz mı?” Kesinlikle evet, O her zaman doğru olanı yapar. O, hata yapamaz. “Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı, senin işlerin büyük ve şaşılası işlerdir. Ey ulusların kralı, senin yolların doğru ve adildir.” Vahiy 15:3 “Kutsallar topluluğunda Tanrı korku uyandırır, çevresindekilerin hepsinden ulu ve müthiştir.” Mezmur 89:7. “Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir.” İbraniler 12:29 ve “Diri Tanrının eline düşmek korkunç bir şeydir.” İbraniler 10:31.

Biz Hristiyanların lütfun egemenliği altında olduğumuzu biliyoruz. Ama tanrısal yönetimin eyleminde her zaman “bir kişinin ektiğini biçeceği” gerçeği mevcuttur. İşte bu yüzden tanrısal yönetimin eylemleri ile tanrısal lütuf bir birlerinden tamamen farklıdırlar. Lütuf – karşılıksız, tam ve sonsuz olarak- bağışlar, ama Yehova’nın yönetiminin arabasının tekerlekleri dönmeye devam eder ve ciddi bir güce sahiptirler. Lütuf, Adem’in günahını bağışladı, ama yönetim onu Aden bahçesinden çıkardı; toprak ona diken ve çalı verecek idi, yaban otu yiyecek idi ve ekmeğini alın teri dökerek kazanacak idi. Lütuf, Davud’un günahını bağışladı ama yönetimin kılıcı sonuna kadar Davud’un evinin üzerinde asılı kaldı. Batşeva Süleyman’ın annesi oldu ama Avşalom isyan ederek başkaldırdı.

Aynı durum Musa için de söz konusu oldu; lütuf onu Pisga dağının tepesine götürdü ve ona oradan vaat edilen ülkeyi gösterdi ama yönetim Musa’nın o ülkeye girmesine izin vermedi. Çölde Sayım 20. Bölüm ve Yasanın Tekrarı 1. Bölümlerde Musa’nın resmi kapasitesi hakkında kayıt yoktur. Söz edilen onun kişisel olarak kendisidir, önümüzde Musa’yı kişi olarak görürüz ve onun ülkeye girmesi yasaklanmıştır çünkü o hikmetli sözler konuşmamıştır.

Bu önemli pratik gerçeği Tanrının huzurunda derinlemesine düşünmek hepimiz için iyi olacaktır. Lütuf ile ilgili bilgiyi ne kadar iyi anlar isek yönetimin ciddiyetini o kadar çok hissedeceğimizden emin olabiliriz. Bu konuda kanaatimiz tamdır. Yürek ve yaşamın bu öğretişlerin kutsal kılan etkisi altına getirilmeleri için Kutsal Ruhun ışığı gerekir. Bu konu hakkında kutsal bir gayret ile uyanık kalınması gereklidir. Lütuf aracılığı ile kurtuluş öğretişi çok önemli bir gerçektir. Lütfun egemenliğinin derin bereketi altında olan kişiler tanrısal yönetimin eylemlerinin ilkelerini iyi anlarlar.

Ancak biz bölümümüzün son satırlarından şunu anlıyoruz: Halk kendisini Tanrının yöneten eli altında boyun eğmek için hazırlamak istemedi; kısaca söyleyecek olur isek, ne lütuf istediler ne de tanrısal yönetim. Halk ülkeye girmeye ve o ülkeye hemen sahip çıkmaya çağrıldı. Onlar ise tereddüt ettiler ve ülkeye girmeyi reddettiler. Kendilerini karanlık bir imansızlık ruhuna tamamen teslim ettiler. Yeşu ve Kalev’in teşvik edici sözleri bir kulaklarından girdi, öbür kulaklarından çıktı; ülkede yetişen zengin ürünleri gözleri ile görmeleri de işe yaramadı. Musa onların canlarını harekete geçirecek sözler söyledi, ama bu da boşuna oldu. Gitmeleri söylendiği zaman gitmediler. Ve sonuç, imansızlıklarına göre oldu. “Tutsak olacak dediğiniz küçükleriniz, bu gün iyi ile kötüyü ayırt edemeyen çocuklarınız oraya girecekler. Ülkeyi onlara vereceğim. Ve orayı onlar mülk edinecekler. Ama siz geri dönün, Kamış Denizi (Kızıldeniz) yolundan çöle gidin.” Yasa’nın Tekrarı 1: 39,40.

Ne kadar üzücü! Ama nasıl başka türlü olabilir idi? Eğer sade bir iman ile ülkeye girmediler ise o zaman kendileri için çöle geri dönmekten başka bir yol kalmıyordu ki! Ama buna da boyun eğmek istemediler. Ne lütfun tedariklerini kabul ettiler ne de yönetimin yargısını! “Bunun üzerine bana, ‘Rabbe karşı günah işledik’ dediniz. ‘Tanrımız Rabbin buyruğu uyarınca gidip savaşacağız. Sonra dağlık bölgede savaşmanın kolay olacağını düşünerek her biriniz silahınızı kuşandınız.” Yasa’nın Tekrarı 1: 41.

Bu tutumları pişmanlık ve öz yargı gibi görünüyor idi, ama sahte ve yanlış idi. “Günah işledik” demek çok kolay bir şeydir. Saul krallık döneminde bunu söylemiş idi, ama yürekten söylememiş idi; söylediği sözler ile ilgili içten bir duyguya sahip değil idi. Bu sözlerin gücünü ve değerini, bu sözlerin hemen ardından söylenen diğer sözler ile birlikte düşündüğümüz zaman daha kolay anlayabiliriz. “Günah işledim” ve hemen sonra “halkımın önderlerinin önünde beni onurlandır.” Ne kadar garip bir karşıtlık! “Günah işledim” ve yine de “beni onurlandır”. Eğer günahını gerçekten hissetmiş olsa idi, o zaman ne kadar farklı bir dil kullanır idi! Ruhu ve söyleyiş tarzı ne kadar farklı olur idi! Ama ne yazık ki bu tutum yalnızca bir saçmalığı andırmakta idi.  Sözcükleri şekil olarak kullanan ama gerçek yürek duygusu içermeyen yalnızca kendisi ile ilgili bir kişi düşünün ve sonra bu kişinin kendisi için onur elde etmek amacı ile Tanrıya tapınmayı boş bir formalite haline dönüştürdüğünü düşünün. Bu nasıl bir örnek! Bundan daha üzücü bir şey ne olabilirdi ki? İçsel varlıkta gerçeği görmeyi arzu eden ve Kendisine tapınanların ruhta ve gerçekte tapınmasını isteyen Tanrıyı çok gücendirecek bir davranış! Kırılmış ve pişman olmuş bir yüreğin en zayıf ve güçsüz solukları Tanrı için ne kadar da değerlidir; ama ah, yalnızca dindarlığın sığ formaliteleri ve insanı kendisinin ve diğer insanların gözünde yücelten bu tür tutumları Tanrıyı nasıl da gücendirir. Eğer ağız ile söylenen yürekte hissedilmeden söyleniyor ise bu sözlerin hiç bir değeri yoktur. Bir yazarın bu konudaki düşüncelerini okuyalım: “ ‘Günah işledik’ demek kolay bir şeydir ama bu tür sözler günahın yürekte hissedildiğinin kanıtı değildir! Daha ziyade yürek katılığını gösteren bir kanıttır. Vicdan günahın itiraf edilmesine ilişkin belirli bir eylemin gerekli olduğunu hisseder. Ama günahı hissetmeden itiraf etme alışkanlığı yüreği daha da sertleştirir. Ben bunun eskiden de şimdi de Hristiyanlıktaki büyük tuzaklardan biri olduğuna inanıyorum. Neyin günah olduğu bilinir ve hemen acele edilerek Tanrıya itiraf edilmesi gerektiği düşüncesinin verdiği alışkanlık ile adeta bir formül gibi, “günah işledim” denir. Hepimizin herhangi bir amaç gütmeden böyle yaptığımız zamanlar olduğunu söylemeye cesaret edeceğim. Ne yazık ki, böyle olur. Bu tür bir itirafta yeterli formalite mevcuttur. Ve yazılı biçimler olmaksızın eğer bunu kendi tecrübemiz ile bilmiyor isek, daha önce de belirtildiği gibi yürek kendisine özgü biçimler oluşturabilir.” 2

Aynı durum Kadeş’te, İsrail tarafından da tecrübe edildi. Günah itirafları tamamen değersiz idi. Bu itirafın içinde gerçek yer almıyor idi. Eğer söylediklerini hissetmiş olsalar idi Tanrının yargısı önünde boyun eğecek ve günahlarının sonucunu yumuşak huy ile kabul edecekler idi. Gerçek pişmanlığın en sağlam kanıtı Tanrıya sessizce boyun eğmektir. Bu olayda Musa’nın tutumuna bakalım ve başını tanrısal disiplin önünde nasıl eğdiğini görelim. “Sizin yüzünüzden Rab bana da öfkelenerek, ‘ Sen de o ülkeye girmeyeceksin’ dedi, ‘Ama yardımcın Nun oğlu Yeşu oraya girecek. Onu yüreklendir. Çünkü İsraillilerin ülkeyi mülk edinmesini o sağlayacak. Ülkeyi onlara vereceğim ve onlar orayı mülk edinecekler.” Yasa’nın Tekrarı 1:37-39.

Musa burada onlara ülkeye giremeyişinin nedeninin onlar olduğunu söylüyor ve yine de tek bir şikayet sözü bile etmiyor. Ama hem tanrısal yargıya boyun eğiyor hem de kendisinin değil de yardımcısının ülkeye girmesine razı oluyor ve onu atamak ve teşvik etmek için hazır bir tutum sergiliyor. Burada kıskançlığın ya da imrenmenin en ufak bir belirtisi bile yok. Bu sevgili ve onurlu hizmetkar için Tanrının yüceltilmesi ve O’nun halkının bereketlenmesi yeterli. Musa kendisi ya da kendi çıkarları ile değil, Tanrının yüceliği ve halkın bereketi ile ilgileniyor.

Ama İsrail halkı farklı bir ruh göstermekte. “Dağlık bölgeye gidecek ve savaşacağız.” Ne kadar boş! Ne kadar akılsızca! Tanrı tarafından kendilerine ülkeye girmeleri buyrulduğu ve içten yürekli hizmetkarlar tarafından ülkeyi mülk edinmek için teşvik edildikleri zaman, “Oraya niye gidelim?” yanıtını vermişler idi. Ve şimdi çöle geri dönmeleri buyrulduğu zaman “Dağa gidip savaşacağız” yanıtını veriyorlar idi.

“Ama Rab bana şöyle dedi: ‘Söyle onlara, savaşa gitmesinler. Çünkü sizin ile olmayacağım. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız.’ Sizi uyardım ama dinlemediniz. Rabbin buyruğuna karşı geldiniz. Kendinize güvenerek dağlık bölgeye çıktınız. Dağlık bölgede yaşayan Amorlular size karşı çıktılar. Arılar gibi sizi kovaladılar. Seir’den Horma Kenti’ne dek sizi bozguna uğrattılar.” Yasa’nın Tekrarı 1: 42-44.

Yehova’nın onlara öz irade ve isyan yolu boyunca eşlik etmesi mümkün değil idi. Ve Tanrı İsrail’in yanında olmadığı zaman İsrail’in Amorlular karşısında zafer kazanamayacağı kesin idi. Tanrı bizden yana ve bizim ile olduğu zaman her şeyin zaferli olması gerekir. Ama eğer itaat yolunda yürümüyor isek Tanrıyı hesaba katamayız. Eğer yollarımız lütuf yolları değil ise o zaman Tanrının bizim ile olmasını düşünmemiz yanlıştır. “Rabbin adı güçlü bir kuledir, doğrular oraya koşar ve o güçlü kulenin içinde güvencede olurlar.” Ama eğer pratikte Tanrının Mesih’teki doğruluğu ile yürümüyor isek Rabbin güçlü kulemiz olduğundan söz etmek küstahlık olur.

O’nun adına övgüler olsun ki O, içten ve yürekten bir itirafın sağlanması için zayıflık ve başarısızlıklarımızda bize yardımcı olabilir. Kendi isteğimizi yapar ve O’nun doğruluğunda yürümez isek Rabbin bizim ile yürümesini bekleyemeyiz. “Rabbe güven ve iyilik yap.” Tanrının isteği budur, ama kötülük yapar iken Rabbe güvenmekten söz etmek Tanrının lütfunu ve sevgisini hiçe saymak, kendimizi bizi manevi olarak çökertmekten başka bir şey düşünmeyen düşmanın ellerine bırakmaktır. “Rabbin gözleri tüm yeryüzünü dolanır ve gücünü ve sevgisini O’nun doğruluğuna güvenenlere gösterir.”

Mesih’in kanı sayesinde vicdanımız huzurlu olduğu zaman başımızı yukarı kaldırabilir ve her tür zorluğa karşın yolumuza devam edebiliriz. Ama huzursuz bir vicdan ile iman yolunda yürüme girişiminde bulunmak bu dünyadaki en tehlikeli şeydir. Elimizdeki iman kalkanını kaldırabilmemiz için belimize gerçek kuşağını takmış olmamız ve göğsümüzde ise Tanrı doğruluğunun zırhını taşıyor olmamız gerekir.

Hristiyanların Tanrının ön gördüğü doğruluğun peşinden gitmeleri çok büyük önem taşır. Kutsanmış elçi Pavlus’un şu sözlerinde yoğun bir manevi değer bulunmaktadır. “Bu nedenle ben gerek Tanrı gerek insanlar önünde vicdanımı temiz tutmaya her zaman özen gösteriyorum.” Elçilerin İşleri 24:16. Pavlus her zaman kutsalların doğruluk giysisi olan beyaz ince ketenler içinde olmayı ve göğsünde Tanrının doğruluğunun zırhının bulunmasını arzu etti. Bizim de aynısını yapmamız gerekir. Her gün sağlam adımlar ile Tanrının onay veren yüzünün ışığının her zaman parladığı itaat yolunda sağlam adımlar ile yürümek bizim için kutsal bir ayrıcalıktır. O zaman emin bir şekilde Tanrıya güvenebiliriz, O’na yaslanabiliriz, O’ndan çekebiliriz, tüm kaynaklarımızı O’nda bulabiliriz, kendimizi O’nun sadakati ile sarabilir ve böylece göksel yuvamıza doğru huzurlu bir paydaşlık ve kutsal bir tapınma ile ilerleyebiliriz.

Tekrar ediyorum, burada söylenmek istenen zayıflık anlarımızda ya da başarısız olduğumuz zaman ve hatta hata yaptığımız ve günah işlediğimiz zaman Tanrıya bakamayacağımız anlamına gelmemektedir. O’nun adına ve lütfuna övgüler olsun ki O’na bakabiliriz. Çünkü O’nun kulağı bizim feryatlarımıza her zaman açıktır. “Eğer günahlarımızı itiraf eder isek güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır.” 1.Yuhanna 1:9. “Derinliklerden sana sesleniyorum ya Rab, sesimi işit ya Rab, yalvarışıma iyi kulak ver. Ya Rab sen suçların hesabını tutsan, kim ayakta kalabilir ya Rab? Ama sen bağışlayıcısın, öyle ki senden korkulsun.” Mezmur 130: 1-4. Tanrısal bağışlamanın kesinlikle hiç bir sınırı yoktur. Çünkü ödenen kefaretin mükemmelliğinin de sınırı yoktur. Bizi tüm günahtan temizleyen Tanrının Oğlu İsa Mesih’in kanının değerinin ve etkinliğinin asla sınırı yoktur. Bizi sonsuza kadar kalıcı bir kurtarış ile kurtarmış olan yüce Başkahinimiz ve hayran olduğumuz Avukatımızın aracılığının üstünlüğünün de sınırı yoktur – O, Kendisi aracılığı ile Tanrıya gelenlere aracılık etmek için sonsuza kadar yaşamaktadır.

Tüm bunlar çok bereketli gerçeklerdir. Esin ile yazılmış Kitap’ın tamamı boyunca bu gerçekler ayrıntılı bir şekilde öğretilir ve konu ile ilgili çeşitli örneklere yer verilir. Ama günahın itirafı ve bağışlanması pratik doğruluk ile karıştırılmamalıdır. Tanrıyı çağırabileceğimiz iki farklı durum mevcuttur. O’na derin bir pişmanlık içinde seslenebiliriz ve işitiliriz ya da O’na huzurlu bir vicdan ve suçlamayan bir yürek ile seslenebiliriz ve işitiliriz. Ama bu iki sesleniş bir birinden çok farklıdır. Ve yalnızca kendi içlerinde birbirlerinden farklı olmak ile kalmazlar, ama aynı zamanda her ikisi de itaatsizlik ve kötülük gibi durumlarda Tanrıyı hesaba katmak konusunda farklı yürek tutumları içindedirler. Tanrının gözünde doğru olmayan budur ve O’nun ağır yargıda bulunmasına neden olur. Tanrı pratik doğruluk ister ve bunu onaylar; itiraf edilmiş günah Tanrı tarafından karşılıksız ve tam olarak bağışlanır, ama ayaklarımız hatalı bir yolda yürür iken Tanrıya güvenebileceğimizi düşünmek ne kadar doğru olabilir? “Rab, Yeremya’ya şöyle seslendi: ‘Rabbin tapınağının kapısında durup şu sözü duyur. De ki, ‘Rabbin sözünü dinleyin, ey Rabbe tapınmak için bu kapılardan giren Yahuda halkı! İsrail’in Tanrısı, Her Şeye Egemen Rab diyor ki: yaşantınızı ve uygulamalarınızı düzeltin. O zaman burada kalmanızı sağlarım. ‘Rabbin tapınağı, Rabbin tapınağı, Rabbin tapınağı buradadır!’ gibi aldatıcı sözlere güvenmeyin. Eğer yaşantılarınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltirseniz, bir birinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze ve dula haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmez iseniz, burada, sonsuza dek atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım. Ne var ki, sizler işe yaramaz aldatıcı sözlere güveniyorsunuz. Çalmak, adam öldürmek, zina etmek, yalan yere ant içmek, Baal’a buhur yakmak ve tanımadığınız başka ilahların ardınca gitmek, bütün bu iğrençlikleri yapmak için mi bana ait olan tapınağa gelip önümde duruyor ve güvenlikteyiz diyorsunuz?” Yeremya 7: 1-10.

Tanrı manevi gerçeklikler ile ilgilenir. İçsel varlıkta gerçek olmasını arzu eder ve eğer insanlar kötülük içinde iken gerçeğe yapışırlar ise o zaman O’nun doğru yargısını da beklemeleri gerekir. Tüm bunlar bize ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin içinde bulunduğu korkunç durumu hissettirir. Yukarda peygamber Yeremya’nın kitabından alıntı yaptığımız ciddi pasaj öncelikli olarak Yahuda halkı ve Yeruşalim’de oturan kişiler için yazılmış olmasına rağmen Hristiyanlığa uyarlanabilecek noktalar da içermektedir. 2.Timoteos 3. Bölümde ve Romalılar 1.bölümün sonunda ayrıntılı olarak putperestlik ile ilgili iğrençlikleri görürüz; son günlerde bu aynı şeyler “bir tanrısayarlık şekli” içinde yeniden ortaya çıkacaklardır. Bu tür durumların sonunun ne olması gerekir? Hafifletilmemiş gazap. Tanrının en ağır yargıları Hristiyanlık olarak adlandırdığımız vaftiz olmuş ve ağzı ile iman ikrarında bulunmuş olan o geniş kitle için saklanmıştır. Tanrının tüm sevgili ve kan ile satın alınmış olan halkının bu karanlık ve günahlı sözde Hristiyan dünyasından Rab ile Baba’nın evinde hazırlanmış olan o tatlı sevgi evinde sonsuza kadar birlikte olmak için dışarı çağırılacakları an hız ile yaklaşmaktadır. O zaman bu sözde Hristiyanlığın üzerine “güçlü bir aldatıcılık” gönderilecektir – tam kuşatılmış olan bir Hristiyanlık ışığının parladığı; tam ve özgür bir müjdenin vaaz edildiği; Kutsal Kitap’ın milyonlarca kişi tarafından okunduğu ve şu ya da bu şekilde Mesih’in adını ağızları ile ikrar eden ve kendilerini Hristiyanlar olarak adlandıran tüm bu kişilerin bulunduğu ülkelerin üzerine aldatıcı bir güç gönderilecektir.

Ve sonra, o zaman ne olacaktır? Bu “güçlü aldatıcılığı” izlemek ne demektir? Herhangi bir yeni tanıklık mı? Merhamet konusunda daha ayrıntılı öneriler mi? Uzun süre tahammül eden lütfun bir başka çabası mı? Hristiyanlık için değil! Tanrının müjdesini reddedenler için değil! Mesihsiz ve Tanrısız iman ikrarında bulunan sığ ve değersiz Hristiyanlık biçimleri! Putperestler, “sonsuza kadar kalıcı müjdeyi”, “Krallığın müjdesini” işitecekler, ama Hristiyanlık olarak adlandırılan bu korkunç sapıklık sonsuza kadar ateş ve kükürt gölünde ve karanlıkta Her Şeye Gücü Yeten Tanrının gazabı altında kalacaktır.


1.  İsrail’in Horev’den Kadeş-Barnea’ya yaptığı yolculuk pek çok canın esenlik bulma öyküsünü güçlü bir şekilde resmeder. Rabbin sevgili halkından pek çok kişi Mesih’in, halkını özgür kıldığı özgürlüğün bereketini asla bilmeyerek kuşku ve korku içinde yıllarca sıkılıp dururlar. Canlar için gerçekten ilgi duyan kişi yasacılık ve kötü öğretiş yüzünden sıkıntıya düşen canlar nedeni ile üzüntü duyar. Günümüzde, Hristiyanlıkta müjdenin esenliği içinde tam olarak bina edilmiş bir can bulmak ender bir durumdur. Her zaman kuşku duymanın iyi bir şey olduğu, hatta bunun bir alçakgönüllülük işareti olduğu düşünülür. Emin olmak, küstahlık addedilir. Özetleyecek olur isek her şey tamamen alt üst olmuştur. Müjde bilinmez; canlar lütuf altında olmak yerine yasa altındadırlar. Canlara Tanrı’ya yaklaşmaları öğretilmesi gerekir iken bunun aksi yapılır ve canlar Tanrı’dan uzak tutulur. Günümüzde, inancın büyük kısmı Mesih’in ve benliğin, yasanın ve lütfun, imanın ve işlerin acıklı bir karışımıdır. Canlar tüm günleri boyunca mükemmel bir şaşkınlık ve karışıklık içinde tutulurlar.

Bu konular kesinlikle ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisedeki öğretmenlerin ve vaizlerin işgal ettiği sorumluluk konumu hakkında düşünülmesini talep ederler. Tüm bu kişilerin bir gün hizmetleri hakkında hesap vermeye çağırılacakları o ciddi gün yaklaşmaktadır.

2. Lectures Introductory to the Pentateuch, yazar: W. Kelly. Broom, Paternoster Square.