Yasa’nın Tekrarı 18
Bu bölümün ilk paragrafı gerçeğin çok derin, ilginç ve pratik bir çizgisini önümüze koymaktadır.
“Levili kahinlerin bütün Levili oymağının öbür İsrailliler gibi payı ve mülkü olmayacak. Rab için yakılan sunular ile Rabbe düşen pay ile geçinecekler. Kardeşleri arasında mülkleri olmayacak. Rabbin onlara verdiği söz uyarınca Rabbin kendisi onların mirası olacak. Halktan koyun ya da sığır kurban edenlerin kahinlere vereceği pay şu olacak: Kol, çene ve işkembe. Tahılınızın, yeni şarabınızın, zeytinyağınızın ilk ürününü ve koyunlarınızdan kırktığınız ilk yünü kahine vereceksiniz. :çünkü Tanrınız Rab, önünde dursunlar ve her zaman adı ile hizmet etsinler diye bütün oymaklarınız arasından onu ve oğullarını seçti. Eğer bir Levili yaşadığı herhangi bir İsrail kentinden Rabbin seçeceği yere kendi isteği ile gelir ise orada Tanrısının önünde duran Levili kardeşleri gibi Rabbin adı ile hizmet edebilir. Aile mülkünün satışından eline geçen para dışında eşit pay olarak bölüşecekler.” Yasanın Tekrarı 18: 1-8.
Burada, Yasanın Tekrarı kitabının her bölümünde olduğu gibi kahinler Levililer ile birlikte dikkat çekici bir biçimde sınıflandırılırlar. Kitabımızın özel bir karakteristik niteliği olarak okuyucumuzun dikkatini bu noktaya çekmek isteriz. Ve şimdi bu konu üzerinde duracağız ama çok kısa olarak; yalnızca okuyucumuzun dikkatini çekerek ona bunu hatırlatmamız yeterli olacak. Okuyucumuz bölümümüzün ilk cümlelerini tartıp biçsin, “Levili kahinler” ve bunları Mısır’dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarında söz edilen Harun’un oğulları olan kahinlerin tutumu ile karşılaştırsınlar ve eğer bunların arasındaki farkın nedeninin sorulması gerekir ise biz bu nedenin şu olduğuna inanıyoruz: Yasanın Tekrarı kitabındaki tanrısal obje İsrail’in tüm topluluğunu daha ön plana getirmek ve bu nedenle resmi kapasiteleri içindeki kahinler önümüze çok ender olarak gelirler. Yasanın Tekrarı kitabındaki büyük ve önemli düşünce İsrail’in, Yehova ile hemen ilişki içinde olmasıdır.
Şimdi biraz önce alıntısı yapılan bölümde kahinlerin ve Levililerin bir arada birleştirildiklerini görüyoruz ve her ikisi de bir olarak Rabbin hizmetkarları olarak sunuluyorlar; O’na tamamen bağımlılar ve O’nun sunağı ve O’nun hizmeti ile yakından özdeşleşmiş durumdalar. Bu çok ilgi çekici bir durumdur ve Tanrının kilisesinin katılmak ile iyi yapacağı pratik gerçeğin çok önemli bir alanına açık kapı sağlar.
İsrail’in tarihinin tamamına baktığımız zaman değerlerin sağlıklı bir şekilde yerine getirildiklerini, Tanrının sunağına saygı gösterildiğini ve bunun bir sonucu olarak kahinlere ve Levililere iyi sağlanışta bulunulduğunu gözlemliyoruz. Eğer Yehova kendi payına sahip ise O’nun hizmetkarlarının da kendi paylarına sahip olacakları kesindir. Eğer O ihmal edilir ise hizmetkarları da ihmal edilirler. Görüldüğü gibi Yehova ve hizmetkarları bir birlerine bağlı idiler. Halk sunularını Tanrısına getirir idi ve O da bu sunuları hizmetkarları ile paylaşır idi. Kahinler ve Levililer halktan istenen taleplere sahip değiller idi ama halk sunularını tanrının sunağına getirme ayrıcalığına sahip idi. Ve Tanrı hizmetkarlarına halkının O’na olan bağlılığının ürünü ile beslenmeleri için izin verir idi.
Eski dönemde tanrının hizmetkarları ile ilgili tanrısal düşünce işte bu şekilde geçerli oluyor idi. Tanrının hizmetkarları tüm topluluk tarafından Tanrıya gönüllü olarak sunulan sunular ile yaşamlarını sürdürürler idi. Eli’nin oğullarının kötülük yaptıkları o karanlık günlerde bu güzel ahlaki düzenden üzücü şekilde farklı olan bir şeylerin olduğu doğrudur. “Eli’nin oğulları değersiz kişiler idi. Rabbi ve kahinlerin halk ile ilgili kurallarını önemsemiyorlar idi. Biri, sunduğu kurbanın etini haşlar iken, kahinin hizmetkarı elinde üç dişli bir çatal ile gelir ve çatalı kap, tencere, tava ya da kazana daldırır idi. Çatal ile çıkarılan her şey kahin için ayrılır idi. Şilo’ya gelen İsraillilerin hepsine böyle davranırlar idi. Üstelik kurbanın yağları yakılmadan önce – Tanrı için ayrılan özel pay – kahinin hizmetkarı gelip kurban sunan adama ‘kahine kızartmalık et ver, senden haşlanmış değil çiğ et alacak’ derdi. Kurban sunan, ‘önce hayvanın yağları yakılmalı, sonra dilediğin kadar al’ diyecek olsa hizmetkar, ’hayır, şimdi vereceksin yoksa zorla alırım’ diye karşılık verirdi. Gençlerin rabbe karşı işledikleri günah çok büyük idi çünkü Rabbe sunulan sunuları küçümsüyorlar idi.” 1.Samuel 2: 13-17.
Tüm bu yapılanlar gerçekten kötü idi ve bunların sonucu olarak Eli’nin ev halkı üzerine Tanrının ciddi yargısı geldi. Bu yargının gelmemesi mümkün değil idi. Eğer sunakta hizmet eden bu kişiler böyle korkunç bir suç ve inançsızlık tutumu sergilerler ise üzerlerine yargının gelmesi gerekir idi.
Ama bölümümüzde sunulduğu gibi değerlerimizin normal durumu tüm bu korkutucu kötülük ile canlı bir karşıtlık içinde idi. Yehova çevresini halkının gönüllü sunuları ile kuşatır idi ve sunağında hizmet eden hizmetkarlarını bu sunular ile besler idi. İşte bu yüzden Tanrının sunağına gayret ile hararetli bir şekilde adanmış olarak hizmet edildiği zaman kahinler Levililer bol sağlayışa ve zengin bir paya sahip olurlar idi. Ve öte yandan Yehova’nın Kendisi ve O’nun sunağı soğuk bir davranış ile ihmal edildiği takdirde ya da yalnızca kısır bir rutin ya da yürekten olmayan bir resmiyet ile hizmet edildiği zaman Rabbin hizmetkarları da Rab gibi ihmal edilmiş sayılırlar idi. Kısaca söyleyecek olur isek onlar İsrail’in Tanrısının tapınması ve hizmeti ile mahrem bir şekilde özdeşleşmiş olurlar idi.
Böylece örneğin iyi kral Hizkiya’nın parlak egemenlik günlerinde her şey taze ve yeni iken ve yürekler mutlu ve doğru iken, şunların yazıldığını okuruz: “Ve Hizkiya kahinler ile Levilileri görevlerine göre bölüklere ayırdı. Kimine yakmalık sunuları ve esenlik sunularını sunma, kimine hizmet etme kimine de Rabbin konutunun kapılarında şükredip övgüler söyleme görevini verdi. Kral da Rabbin yasası uyarınca sabah ve akşam sunulmak üzere yakmalık sunular, Şabat günleri, Yeni Ay ve bayramlarda sunulacak yakmalık sunular için sürüsünden hayvanlar verdi. Yeruşalim’de yaşayan halka da kahinler ile Levililerin paylarına düşeni vermelerini buyurdu, öyle ki, kendilerini Rabbin yasasına adayabilsinler. Kralın bu buyruğunu duyar duymaz İsrailliler ilk yetişen tahıl, yeni şarap, zeytinyağı, bal ve bütün tarla ürünlerinden bol bol verdiler. Bunun yanı sıra her şeyin ondalığını da bol bol getirdiler. Yahuda kentlerinde yaşayan İsrailliler ile Yahudalılar da sığırlarının ve davarlarının Tanrıları Rabbe adamış oldukları kutsal armağanların ondalığını getirip bir araya yığdılar. Ondalıkların toplanması üçüncü aydan yedinci aya kadar sürdü. Hizkiya ile önderler gelip yığınları görünce Rabbe övgüler sunup halkı İsrail’i kutsadılar. Hizkiya kahinler ile Levililere yığınları gösterip sorunca Sadok soyundan başkahin Azarya şu yanıtı verdi: “Halk Rabbin tapınağına bağış getirmeye başladıktan bu yana yiyip doyduk, üstelik arttırdık da. Çünkü Rab halkını kutsadı. Bu büyük yığın da arta kalandır.” 2.Tarihler 31:2-10.
Tüm bunlar canı gerçekten de nasıl tazeliyor! Adanmışlığın derin, tam ve gümüşi gelgiti bağrında Rabbin hizmetkarlarının tüm ihtiyaçlarını karşılamak için çok derin bir sağlayışı taşıyarak Tanrının sunağının çevresinde akıyor ve yan tarafında “toplanıyordu”. Bu durum bize şu konuda emin olduğumuzu hissettiriyor: İsrail’in Tanrısının yüreği O’nun çağrısına ve atamasına O’nun tapınağında ve sunağında hizmet etmek için kendilerini yürekten vermiş kişiler nedeni ile minnettar idi.
Ve okuyucunun özellikle şu değerli sözlere dikkat etmesini rica ediyorum, “Rabbin yasasında yazılmış olduğu gibi”. Burada Hizkiya’nın yetkisi başından sonuna kadar uygulamanın tamamının sağlam temeli idi. Evet, Hizkiya kutsanmış işine başladığı zaman ulusun göz ile görünen birliğinin ve koşulların olmadığı doğru idi ve bu çok cesaret kırıcı bir durum idi. Ama Rabbin sözü Davut ve Yeşu’nun günlerinde olduğu gibi Hizkiya’nın gününde de doğrudan uygulandığında aynı şekilde doğru, gerçek ve aynı şekilde güvenli idi. Hizkiya haklı olarak Yasanın Tekrarı 18:1-8 ayetlerinin kendi gününe ve kendi vicdanına da hitap ettiğini hissetti ve kendisinin ve halkın bu konuda güçleri ile uyumlu olarak hareket etmekten sorumlu olduklarını anladı. İsrail’in ulusal birliği gittiği için kahinlerin ve Levililerin açlıktan ölmeleri mi gerekiyor idi? Elbette ki hayır! Tanrının sözü, tapınma ve işi ile ya ayakta kalacak ya da düşecekler idi. Koşullar değişebilir idi ve İsrailli kendisini şöyle bir konumda bulabilir idi: Levililere özgü törenin tüm buyruklarını ayrıntılı olarak yerine getirmesi imkansız olabilir idi ama İsrailli kendisini asla şu koşullar içinde bulmayacak idi: Yehova’nın hizmetine, sunağına ve yasasına yürek adanmışlığı açısından tam ifade vermesi onun yüce ayrıcalığı değil idi.
Böylece sonra görüyoruz ki, İsrail’in tüm tarihi boyunca her şey parlak ve sağlıklı bir durumda iken Rabbe tapınma, O’nun işleri ve O’nun işçileri bereketli bir konumda idiler. Ama öte yandan işler kötüleştiği ve yürekler soğuduğu zaman ve benlik ve benliğin ilgileri en ön plana geçtikleri zaman işte o zaman tüm bu önemli konular acımasız bir şekilde ihmal edilirler idi. Örnek olarak Nehemya kitabının 13.bölümüne bakalım. Be sevgili ve sadık hizmetkar belirli bir zaman sonra Yeruşalim’e geri döndüğünde derin bir acı duyarak şunu gördü: orada bulunmadığı kesin süre içinde dahi pek çok şey üzücü bir şekilde amacından saparak dağılmış idi; zavallı Levililerin yiyecek hiç bir şeyleri yok idi. “Ve ben gördüm ki, Levililere ait olan paylar onlara verilmemiş idi çünkü Levililer ve Rabbi şarkı söyleyerek öven kişilerin her biri hizmet alanından uzağa gitmişler idi.” O günlerde ilk ürünlerden “arta kalanlar” yok idi. Ve elbette yiyecek hiç bir şeyleri olmayan insanlar için hizmet etmek ve şarkı söylemek mümkün değil idi. Bu durum Yehova’nın yasasına uygun olmadığı gibi aynı zamanda O’nun sevecen yüreği ile de uyumlu değil idi. Açlıktan ölmesinler diye Tanrıya tapınmayı ve O’nun işini yapmaktan vazgeçmeleri üzücü bir durum idi; sorumlu oldukları hizmeti ihmal etmişler idi.
Bu durum gerçekten de ağlanacak ve yas tutulacak bir durum idi. “Görevlileri azarladım. Tanrının tapınağı neden ihmal edilmiş?’ diye sordum. Sonra bütün gidenleri toplayıp işlerinin başına koydum. Bütün Yahuda halkı buğdayın, yeni şarabın, zeytinyağının ondalığını yine ambarlara getirmeye başladı. Bu kez ambarların başına güvenilir insanlar koydum. Görevleri kardeşlerinin paylarını bölüştürmek idi. “ Nehemya 13. Halkın adanmışlığının değerli ürününü kardeşleri arasında paylaştırmak gibi yüce bir konum ile meşgul olmaları için çok sayıda sadık ve denenmiş kişiye ihtiyaç var idi; bu kişiler aralarında öğütleşebilir ve Rabbin hazinesinin O’nun sözüne uygun olarak sadık bir şekilde düzenlenmesini sağlayabilir ve Tanrının gerçek işçilerinin ön yargısız ve yansız olarak çalışmalarını ve hizmetkarların paylarını vermelerini mümkün kılabilirler idi.
İşte İsrail’in Tanrısının harika düzeni böyle idi – ve Nehemya ve Hizkiya gibi her gerçek İsrailli bu düzene dahil olmaktan ve onu uygulamaktan zevk alır idi. Bereketin zengin gelgiti Yehova’dan halkına ve halkından O’na geriye aktı ve bu akış sayesinde Tanrının hizmetkarları ihtiyaçları için tam sağlayış elde ettiler. Levililerin tapınaktan ayrılmak zorunda bırakılmaları tanrıya karşı yapılan bir onursuzluk davranışı idi ve O’nun evinin terk edildiğini ve O’nun hizmetkarları için hiç bir destek kalmadığını kanıtlıyor idi.
Şimdi bu noktada şöyle bir soru sorulabilir? Tüm bunlar ile bize söylenmek istenen nedir? Tanrının kilisesinin Yasanın Tekrarı 18: 1-8 ayetlerinin içeriğinden ne öğrenmesi gerekmektedir? Bu soruya karşılık vermek için 1.Korintliler 9.bölüme dönmemiz gerekiyor; esin ile yazmış olan elçi burada Hristiyan hizmetinin desteği gibi çok önemli bir konu ile ilgilenmektedir. Bu konu ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanların büyük çoğunluğu tarafından çok az anlaşılan bir konudur. “Kim kendi parası ile askerlik yapar? Kim bağ diker de ürününü yemez? Kim sürüyü güder de sütünden içmez? İnsansal açıdan mı söylüyorum bunları? Kutsal yasa da aynı şeyleri söylemiyor mu? Musa’nın yasasında ‘harman döven öküzün ağzını bağlamayacaksın’ diye yazılmıştır. Tanrının kaygısı öküzler mi yoksa bunu özellikle bizim için mi söylüyor? Kuşkusuz, bizim için yazılmıştır bu. Çünkü çift sürenin umut ile sürmesi ve harman dövenin de harmana ortak olma umudu ile dövmesi gerekir. Aranıza ruhsal tohumlar ekti isek sizden maddesel bir harman biçmemiz çok mu? Başkalarının sizden yardım almaya hakları var ise bizim daha çok hakkımız yok mu? Ama biz bu hakkımızı kullanmadık. Mesih Müjdesinin yayılmasına engel olmayalım diye her şeye katlanıyoruz. Tapınakta çalışanların tapınaktan beslendiklerini ve sunakta görevli olanların da sunakta adanan adaklardan pay aldıklarını bilmiyor musunuz? Bunun gibi Rab, müjdeyi yayanların da geçimlerini müjdeden sağlamasını buyurdu. Ama ben bu haklardan hiç birini kullanmış değilim. Bunlar bana sağlansın diye de yazmıyorum. Bunu yapmaktansa ölmeyi yeğlerim. Kimse beni bu övünçten yoksun bırakmayacaktır. Müjdeyi yayıyorum diye övünmeye hakkım yok. Çünkü bunu yapmak ile yükümlüyüm. Müjdeyi yaymaz isem vay halime! Eğer müjdeyi gönülden yayar isem ödülüm olur ama gönülsüzce yayar isem yalnızca bana emanet edilen görevi yapmış olurum. Peki, ödülüm nedir? Müjdeyi karşılıksız yaymak ve böylece Müjdeyi yaymaktan doğan hakkımı kullanmamaktır. “ 1. Korintliler 9:7-18.
Burada tüm ayrıntıları ile sunulan bu ilginç ve ciddi konunun yer aldığını görüyoruz. Esin ile yazan elçi konu ile ilgili tanrısal yasa hakkında mümkün olan en büyük kararlılık ve netlik ile ifadeler ve açıklamalar belirtmiştir. Bu konuda hiç bir hata yoktur. “Müjdeyi duyuranların geçimlerini müjdeden sağlamaları gerektiğini Rab söylemiştir. Aynı eski dönemdeki Levililer ve kahinlerin geçimlerini ve yiyeceklerini halk tarafından sunulan sunular ile karşıladıkları gibi bu gün de gerçekten tanrı tarafından çağrılan kişiler ve Mesih tarafından armağanlarını alanlar ve Kutsal Ruh aracılığı ile müjdeyi duyurmak için güç ile donatılan imanlılar müjdeyi yaymak için kendilerini sürekli ve gayretli bir şekilde bu görkemli hizmete verenler bu desteği manevi açıdan her zaman hak ederler. Ama bu durum elbette ki müjdeyi vaaz ettikleri kişileri bir tür kazanç aracı gibi görmelerini gerektirmez. Böyle saçma bir düşünce Yeni Antlaşma’da asla yer almaz. İşçi geçinmesi için gerekli desteği efendisinden yalnızca efendisinden ister ve bekler. Eğer işçi bu konuda kilisesinden ya da herhangi bir şekilde insanlardan destek bekler ise vay başına! Kahinler ve Levililerin payı Yehova’dadır ve Yehova’dandır. Yehova onların mirasının payıdır. Evet, O, Kendisine insanlar tarafından hizmet edilmesini Hizmetkarlarının kişiliğinde beklediği doğrudur. Ve onlara ne vereceklerini söylemiş ve vermeleri için onları bereketlemiştir. Vermek, insanlar için hem yüce bir ayrıcalıktır hem de sorumlu oldukları bir görevdir. Eğer vermeyi reddederler ya da ihmal ederler ise o zaman ülkelerindeki tarla ve bağlara kuraklık cezası gelecektir. Hagay 1:5-11.
Ama Levililer kahinler yalnızca Yehova’ya bakmak zorunda idiler. Eğer halk sunularını vermez ise o zaman Levililerin tarlalarına gitmeleri ve geçimleri için çalışmaları gerekiyor idi. Ondalık ve sunular için herhangi biri ile yasaya gidemezler idi; onların beklentileri yalnızca yapmaları için onlara iş vermiş olan İsrail’in Tanrısının düzenine uymak olabilir idi.
Aynı şey Rabbin işçileri için de geçerlidir; onlar da şimdi yalnızca O’na bakmak zorundadırlar. Ve hizmete başlamadan önce Tanrının onları bu hizmete çağırdığından ve onları bu hizmet için donatmış olduğundan çok emin olmaları gerekir. İfade yerinde ise, hizmete çağrıldıklarından emin oldukları zaman kendilerini tamamen müjdeyi duyurma işine vermeleri gerekir. Gözlerini insanların üzerinden tamamen çekmeleri lazımdır; yaratılmış olan her türlü insansal şeyden uzak durmalı ve tamamen diri Tanrıya güvenmelidirler. Tanrı tarafından hizmete çağrılmamış ve hizmete uygun olmayan kişilerin yapmakta oldukları işi ya da mesleklerini bırakarak kendi ifadelerine göre iman ile yaşamak ve kendilerini Rabden verilmiş saydıkları işe vermek çok ciddi ve ağır bir konudur ve bu tür davranışların feci sonuçlara yol açtığını ne yazık ki çok görmüşüzdür. Bu tür durumların her birinde sonuç karaya vurmuş bir geminin enkazına benzer. Yanlış yola çıkan kişiler katı gerçekler ile karşılaşmaya başladıkları zaman öylesine paniğe uğrarlar ki zihinsel dengelerini kaybederler, bir süre için muhakemelerini kaybederler; bazılarının esenliği yok olur ve bazıları hemen dünyaya geri dönüş yaparlar.
Kısaca, kırk yıllık bir gözlem döneminden sonra vardığımız derin ve tam kanaat şudur: bu tür durumlar müjdeyi duyurmak için çağrı geldiğinde ekmek parasını kazandığı işi gönüllü olarak terk etmek kişi için manevi açıdan güvenilir ve iyi bir tutum ile hareket eder. Kişinin hizmete çağrıldığı öylesine belirgin ve tartışma götürmez şekilde olmalıdır ki söyleyebileceği tek şey Luther’in sözleri olmalıdır: “İşte buradayım; bundan başka hiç bir şey yapamam. Tanrım, bana yardım et! Amin.” Ondan sonra Tanrının kendisini çağırmış olduğu işte ona destek vereceğinden ve tüm ihtiyaçlarını “İsa Mesih’teki görkemli zenginlikleri ile uyumlu olarak” karşılayacağından tamamen emin olabilir. Kendisi ve davası ile ilgisi olan insanlar ve onların düşünceleri hakkında yapması gereken tek şey onları Efendisine işaret etmektir. Kendisi bu insanlardan sorumlu değildir ve onlardan asla hiç bir şey istememiştir. Eğer bu insanlar onu destekleme konusunda zorunlu tutulsalar idi o zaman mantık açısından soru sormaları ya da şikayet etmeleri gerekir idi. Ama böyle yapmadıkları için onu Efendisinin desteklediğini hatırlayarak kendi başına bırakmaları gerekir.
Ama biraz önce 1.Korintliler 9.bölümden alıntısını yapmış olduğumuz harika kısma baktığımız zaman kutsal elçinin destek almaya hakkı olduğunu ama bunu yapmayı istemediğini okuyoruz. “Ama ben bu haklardan hiç birini kullanmış değilim.” Pavlus kendi elleri ile çalıştı. Gece gündüz kendi emeği ile çalıştı, öyle ki o hiç kimseyi kendisinden sorumlu tutmasın ve kimseye zahmet vermesin. Pavlus, “Benim ellerim benim ihtiyaçlarım ve benim ile birlikte olanların ihtiyaçlarına hizmet etti” der. Pavlus hiç kimsenin gümüşüne ya da altınına imrenmedi. Seyahat etti, müjdeyi duyurdu ve öğretti, ev ev dolaşarak insanları ziyaret eden çalışkan bir elçi, gayretli bir müjdeci ve saygın bir çoban idi. Kendisini tüm kiliselerin bakımından sorumlu hissediyor idi. Destek almaya hakkı yok muydu? Elbette var idi. Onun her ihtiyacına hizmet etmek Tanrının kilisesi için bir sevinç olmalı idi. Ama bu konuda asla talepte bulunmadı, aksine bu hakkından vazgeçti. Kendisini ve beraberinde olan kişileri kendi elleri ile çalışarak destekledi ve tüm bunları bir örnek olarak sunup Efes’teki topluluk önderlerine şunları yazar: “Yaptığım her işte sizlere böyle emek vererek güçsüzlere yardım etmemiz ve Rab İsa’nın ‘vermek almaktan daha büyük mutluluktur’ diyen sözünü unutmamamız gerektiğini gösterdim.” Elçilerin İşleri 20:35.
Şimdi, Mesih’in bu sevgili ve saygın hizmetkarı hakkında düşünelim; Yeruşalim’den yola çıkarak İllirikum’a kadar yaptığı çok sayıda zahmetli yolculuklar, bir müjdeci olarak verdiği dev emekler, bir çoban ve öğretmen olarak gösterdiği özenli gayretler ve yine de geçimini sağlamak için zaman bulması ve hem kendisini hem de yanında olan imanlıları elleri ile çalışarak desteklemesi düşündürücüdür. Pavlus’un yüksek bir manevi temele sahip olduğu doğrudur. Onun davası her şekli ve biçimi ile çok önemli bir tanıklıktır. İmansız kişiler güçlü bir şekilde desteklenen hizmetkarlardan iğneleyici bir şekilde söz ederken Pavlus için aynı şeyi söyleyemezler. Pavlus’un para alarak müjdeyi duyurmadığı kesindir.
Ama yine de nasıl verilmesi gerektiğini bilen bazı imanlılardan minnettar olarak yardım aldı. Filipi’deki sevgili topluluk Mesih’teki sevgili ve saygın babalarının ihtiyaçlarının karşılanması için defalarca destek oldu. Ve böyle yapmakla kendileri için ne kadar büyük bir yarar sağladılar! Bu tutumları asla unutulmayacak! Milyonlarca kişi onların bu adanmışlığı hakkında yazılmış olan güzel kayıtları okumuş ve onların bu kurbanlarının hoş kokusu ile tazelenmişlerdir; bu tür davranışların göklerde asla unutulmadığı yazılmıştır; evet, bunlar Mesih’in yüreğinin tabletlerine kazınmış olan iyiliklerdir. Şimdi bu kutsal elçinin çok sevdiği çocuklarına minnettar yüreğini nasıl döktüğünü okuyalım: “Bana duyduğunuz ilgiyi sonunda tazelediğiniz için Rabde çok sevindim. Aslında ilgi duyuyor idiniz ama bunu göstermeye fırsatınız olmadı. Bunu ihtiyacım olduğu için söylemiyorum. – bereketli ve kendini inkar eden hizmetkar- Çünkü ben her durumda eldeki ile yetinmeyi öğrendim. Yoksulluk çekmeyi de bilirim, bolluk içinde yaşamayı da. İster tok ister aç, ister bolluk ister ihtiyaç içinde olayım her durumda her koşulda yaşamanın sırrını öğrendim. Beni güçlendirenin aracılığı ile her şeyi yapabilirim. Yine de sıkıntılarıma ortak olmak ile iyi ettiniz. Siz de bilirsiniz, ey Filipeliler, müjde yayılmaya başladığı zaman, Makedonya’dan ayrılışımdan sonra sizden başka hiç bir topluluk karşılıklı yardımlaşma konusunda benim ile iş birliği yapmadı. Ben Selanik’te iken de ihtiyacım olduğunda birkaç kez bana yardımda bulundunuz. Armağan peşinde değilim. Ama ruhsal kazancın hesabınızda birikmesini istiyorum. Benim her şeyim var, bolluk içindeyim. Epafroditus’un eli ile gönderdiğiniz armağanları alınca bir eksiğim kalmadı. Bunlar güzel kokulu sunular ve Tanrının beğenisini kazanan O’nu hoşnut eden kurbanlardır. Tanrım da her ihtiyacınızı kendi zenginliği ile Mesih İsa’da görkemli bir biçimde karşılayacaktır.” Filipeliler 4:10-19.
Mesih’in bu onurlu hizmetkarının yüreğini kariyerinin sonunda ve Roma’da kaldığı hapishanenin yalnızlığında bu şekilde rahatlatma iznine sahip olmak ne kadar ender bir ayrıcalıktır! Pavlus’un hizmeti ne kadar lütuf ile dolu, nasıl dürüst ve ne kadar güzel bir hizmet idi! Elçinin onayına mazhar olmak ne büyük bir sevinçtir. Ve topluluğun bu hizmetinin Tanrının tahtına ve yüreğine hoş bir koku olarak yükselmesi verdikleri desteğin güvencesi açısından ne kadar değerlidir! Filipi’deki topluluk elçinin ihtiyaçlarına hizmet etti, Korint’teki topluluk ise onun hizmetini sorguladı ve Galatya’daki topluluk da onun yüreğini üzdü; bu durumda kim Filipi’deki toplulukta yer almayı istemez? Toplulukların bu konudaki davranışları arasındaki fark ne kadar büyük idi! Elçi Pavlus Korint’teki topluluktan hiç bir şey alamadı. Onların konumu bunu kabul etmedi. Bu topluluktaki bazı bireyler ona hizmet ettiler ve bu hizmetleri esin sayfalarında kayıtlıdır; yukarda yazılanları hatırlayacak olur isek bunun krallıkta yavaş yavaş bolluk ile ödüllendirildiğini göreceğiz. “İstefanas, Fortunatus ve Ahaykos’un gelişine sevindim. Yokluğunuzu bana unutturdular. Sizin ruhunuzu da benim ruhumu da ferahlattılar. Böylelerinin değerini bilin.” 1.Korintliler 16: 17,18.
O zaman bu durumda bizden önceki dönemlerde yaşananlardan net bir şekilde öğrendiğimiz şudur: hem yasa hem de müjde altında olanlar Tanrının açıkladığı isteği ve yüreği ile uyumlu olarak Tanrı tarafından hizmete gerçekten çağrılmış olanlar ve bu hizmeti gayret saygınlık ve sadakat ile yapmak için kendilerini adamış olanların O’nun halkı için yürek sempatisine sahip olmaları ve pratik yardımlarını gönülden yapmaları gerekir. Mesih’i seven herke O’nun hizmetkarlarının kişiliğinde O’nun Kendisine hizmet etmeyi sevinçlerinin en büyüğü sayacaklardır. Rabbin Kendisi yeryüzünde iken Kendisini seven ellerden gelen yardımı lütufkar bir şekilde kabul etti. Ve en değerli hizmetinin ürününü biçmiş oldu. “Kötü ruhlardan ve hastalıklardan kurtulan bazı kadınlar içinden yedi cin çıkmış olan Mecdelli Meryem, Hirodes’in kahyası Kuza’nın karısı Yohanna, Suzanna ve daha bir çokları İsa ile birlikte dolaşıyor idi. Bunlar kendi olanakları ile İsa’ya ve öğrencilerine yardım ediyorlar idi.” Luka 8: 2,3.
Mutlu ve yüce ayrıcalığa sahip kadınlar! Yücelik Rabbi insani ihtiyaçlar içinde iken ve alçaltılmış iken Kendisine hizmet edilmesine izin verilmesi ne büyük bir sevinç! Milyonlarca kişi tarafından okunması için Tanrı Kutsal Ruh aracılığı ile tanrısal sayfalara zamandan başlayarak sonsuzluk boyunca adlarının yazılmış olması ne kadar da onur vericidir! Bu kadınlara ne mutlu; ellerindeki olanakları herhangi başka bir şey için değil, Tanrı için kullandılar!
Ama öte yandan, işçi konumunda olan kişilerin topluluk içinde ya da topluluk dışında kendilerini tüm insani etkilerden tam özgür bir şekilde muhafaza ederek her şekilde insanlara baktıklarını öğreniyoruz. Bu işçiler canlarının gizli yerinde Tanrı ile paydaşlıkta olmak zorundalar ya da aksi takdirde er ya da geç yıkılacakları kesindir; ihtiyaçlarının karşılanması için yalnızca O’na bakmaları gerekir. Eğer kilise onları ihmal eder ise o zaman kilise burada ya da buradan sonra ciddi bir kaybeden olacaktır. Eğer Mesih’e olan doğrudan hizmetlerini aksatmadan ellerinin emeği ile kendilerini destekleyebiliyorlar ise böylesi çok daha iyidir; en üstün hizmet yolu hiç kuşkusuz budur. Bunun boyun eğebileceğimiz en doğru gerçek olduğu konusunda ikna olmuş durumdayız. En ruhsal ve ahlaki açıdan en soylu olan hiç kuşkusuz Mesih tarafından gerçek bir armağan almış olan hizmetkar alnının teri ya da beyninin teri ile kendisini ve ailesini destekler ve de aynı zamanda ya bir müjdeci, ya bir çoban ya da bir öğretmen olarak kendisini Rabbin işine gayret ile verir. Armağanı, lütfu ya da ruhsal yaşamı olmayan bir insan hizmete yalnızca bir meslek ya da geçim kaynağı olarak girer. Böyle bir insanın konumu ahlaki açıdan tehlikeli ve had safhada sefilliktir. Bu konu üzerinde durmayacağız; çünkü dikkatimizi verdiğimiz konunun sınırları dışında olan bir inceleme yapmak istemiyoruz. Şimdi böyle bir insan ile ilgili konudan ayrılıyoruz ve bu nedenle gerçekten minnettarız ve bölümümüzde ilerleyeceğiz.
“Tanrınız Rabbin size verdiği ülkeye girdiğiniz zaman oradaki ulusların iğrenç törelerini öğrenip uygulamayın. Aranızda oğlunu ya da kızını ateşte kurban eden falcı, büyücü, muskacı, medyum ruh çağıran ya da ölülerin ruhlarına danışan kimse olmasın. Çünkü Rab bunları yapanlardan tiksinir. Tanrınız rab bu iğrenç töreleri yüzünden bu ulusları önünüzden kovacaktır. Tanrınız Rabbin önünde yetkin olun. Ülkelerini alacağınız uluslar büyücülerin ve falcıların öğüdüne kulak verirler. Ama Tanrınız Rab buna izin vermiyor.” Yasanın Tekrarı 18: 9-14.
Şimdi okuyucu bir önceki alıntıyı gördüğü zaman bunun ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlara nasıl uygulanacağı konusunda nasıl bir olasılık mümkün olur diye sorma ihtiyacı hissedebilir. Biz bu soruya karşılık olarak şu soruyu soruyoruz: Falcı, büyücü, muskacı, medyum ve ruh çağırma gibi alışkanlıkları olan Hristiyanların mevcut olması mümkün müdür? Ruhlara danışan, medyumluk yapan ya da büyücü olan kimseler imanlılar arasında var mıdır? 1 Eğer var ise biraz önce alıntı yapmış olduğumuz bölüm çok ciddi olarak bu kişileri sorumluluk altına koyar. Burada sözünü ettiğimiz her şeyin şeytandan olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Bu ifade katı ve çok ağır gelebilir ama bu bizi ilgilendirmez. Ölülerin ruhlarına danışan kişiler herhangi bir şekilde kendilerini bu konuda yetiştirmeye kalkarlar ise o zaman şeytanın yalanları tarafından aldatılmak ve kandırılmak için kendilerini şeytanın ellerine teslim etmiş olurlar. Tanrının ellerinden yetkin açıklamalar almış olan kişilerin bu tür saçma ve kötü şeyler ile nasıl olup da ilgilendiklerini sorabilir miyiz? Kesinlikle soramayız bile! Ve eğer Tanrının değerli sözünden hoşnut olmayıp ölülerin ruhlarına danışan kişilere dönerler ise o zaman bekleyecekleri şey şu olmalıdır: kişileri yönlendiren ve her tür yalanı söyleyen kötü ruhlar tarafından körleştirilecek ve aldatılacaklardır.
Burada bu konuya daha ayrıntılı bir şekilde girmek girişiminde bulunamayacağız. Bu tür şeyler için harcayacak zamanımız yoktur. Biz burada yalnızca okuyucuyu bu kötü konular hakkında uyarmak için ciddi bir görevimiz olduğunu hissettiğimiz için bunlara değindik. Bu tür işlerin en tehlikeli işler olduklarına inanıyoruz. Canların bu dünyaya geri gelebilecekleri konusundaki sorulara girmek istemiyoruz; hiç kuşkusuz eğer Tanrı bunun uygun olduğunu görür ise buna izin verebilir, ama biz şimdi artık bu konudan ayrılacağız. Bizim için yüreklerimizde her zaman muhafaza etmemiz gereken önemli nokta ölülerin ruhlarından ne istiyoruz? “zengin adam şöyle dedi: ‘Öyle ise baba, sana rica ederim, Lazar’ı babamın evine gönder. Çünkü beş kardeşim var. Lazar onları uyarsın ki, onlar da bu ıstırap yerine düşmesinler.’ İbrahim, ‘onlarda Musa’nın ve peygamberlerin sözleri var, onları dinlesinler’ dedi. Zengin adam, ‘hayır, İbrahim baba, dinlemezler’ dedi. ‘Ancak ölüler arasından bir onlara gider ise tövbe ederler. İbrahim ona, ‘Eğer Musa ile peygamberleri dinlemezler ise, ölüler arasından biri dirilse bile ikna olmazlar’ dedi.” Luka 16:27-31.
Burada biz bu sorunun tam çözümüne sahibiz. Eğer insanlar Tanrının sözünü işitmeyecekler ise, Tanrı sözünün kendileri hakkındaki net ve ciddi ifadelerine inanmayacaklar ise hali hazırdaki durumları, gelecekteki yazgıları, ölen binlerce ruh geri dönse ve onlara gökteki cennette ya da derinliklerdeki cehennemde neler gördüklerini ve neler işittiklerini söylese yine de buna rağmen inanmayacaklardır. Onların söyleyecekleri bu kişiler üzerinde ne kurtarıcı ne de kalıcı bir etki üretemeyecek idi. Belki büyük bir heyecan duyacak ve duygusallaşacaklar idi; üzerinde konuşmak için büyük ya da geniş bir malzemeye sahip olacaklar ve gazeteler bu haberler ile dolup taşacak idi. Ama insanlar yine de normal yaşamlarına devam edecek, akılsızlık ve boşluk içinde eğlence peşinde yaşamayı sürdürecekler idi. “Eğer Musa’yı ve peygamberleri dinlemezler ise” ve buna – Mesih’i ve O’nun kutsal elçilerini dinlemezler ise ifadesini de ekler isek “ölümden dönen biri dahi onları ikna edemeyecek idi. Kutsal yazılara boyun eğmeyen bir yürek hiç bir şey ile ikna edilmeyecektir ve bu konu ile ilgili olarak gerçek imanlıya gelince kutsal yazılarda istediği hemen her şeye sahiptir ve bu yüzden bu tür sefil işlere başvurmaya ihtiyacı yoktur. Birileri size, fısıldaşıp mırıldanan medyumlar ile ruh çağıranlara danışın dediği zaman ‘Halk kendi Tanrısına danışmaz mı? Yaşayanlar için ölülere mi danışılır?’ deyin. Tanrının öğretişine ve bilgisine dönmek gerek. Böyle düşünmezler ise onlar için şafak hiç sökmeyecek.” Yeşaya 8:19,20.
Tanrı halkı bu noktada tüm zamanlar ve tüm yerler için tanrısal kaynağa sahiptir. Ve Musa bölümümüzü sona erdiren harika paragrafta Musa topluluğa bu kaynağı işaret eder. Ve onlara çok kesin bir şekilde şunu gösterir: Rabbin tiksindiği tüm bu kötülüklere onların ihtiyaçları yoktur. “Tanrınız Rab size aranızdan kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. Horev’de toplandığınız gün Tanrınız Rabden şunu dilemiştiniz: ‘Bir daha ne Tanrımız Rabbin sesini duyalım ne de o büyük ateşi görelim. Yoksa ölürüz.’ Rab bana, ‘söyledikleri doğrudur’ dedi. Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım. Ancak kendisine buyurmadığım bir sözü benim adıma söylemeye kalkışan ya da başka ilahlar adına konuşan peygamber öldürülecektir. ‘bir sözün rabden olup olmadığını nasıl bilebiliriz?’ diye düşünebilirsiniz. Eğer bir peygamber Rabbin adına konuşur ama konuştuğu söz yerine gelmez ya da gerçekleşmez ise o söz Rabden değildir. Peygamber saygısızca konuşmuştur. Ondan korkmayın.” Yasanın Tekrarı 18: 15-22.
Bu Peygamberin kim olduğunu bilebiliriz; O, hayran olduğumuz Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’tir. Elçilerin İşleri üçüncü bölümde Petrus böylece Musa’nın sözlerini aktarmaktadır. “Rab size yenilenme fırsatları versin ve sizin için önceden belirlenen Mesih’i yani İsa’yı göndersin. Tanrının eski çağlardan beri kutsal peygamberlerinin ağzından bildirdiği gibi her şeyin yeniden düzenleneceği zamana dek İsa’nın gökte kalması gerekiyor. Musa şöyle demiş idi: ‘Tanrınız Rab size kendi kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak. O’nun size söyleyeceği her sözü dinleyin. O peygamberi dinlemeyen herkes Tanrının halkından koparılıp yok edilecektir.” Elçilerin İşleri 3:20-23.
Böyle bir peygamberin sesini işitmenin ayrıcalığı ne kadar da değerlidir! Bu ses, İnsanoğlu İsa Mesih’in ağzından konuşan Tanrının sesidir. Ve Tanrının sesi- gök gürültüsü içinden konuşmaz, yanan ateş ya da şimşeğin ateşi içinden de konuşmaz – kırık yürek ve pişman ruhun üzerine sevgi ve merhametin o sakin ve alçak tondaki sesi ile sakinleştirici bir güç aracılığı ile konuşur; susamış toprak üzerine gökten düşen yumuşak ve nazik bir çiğ damlası gibidir. Kutsal yazılarda bu sese sahibiz; o önümüze böylesine sürekli ve böylesine güç ile gelen değerli açıklama Yasanın Tekrarı adlı bu bereketli kitabın içeriğinde incelediğimiz açıklamadır. Bunu asla unutmamamız gerekir. Kutsal yazıların sesi Mesih’in sesidir ve Mesih’in sesi de Tanrının sesidir.
Artık daha fazlasını istemiyoruz. Eğer bir kişi Kutsal Kitapta yer almayan bazı yeni gerçekler ile ya da yeni bir açıklama ile gelmeye cüret edecek olur ise bu kişiyi ve söylediklerini kutsal yazıların standardına göre yargılamamız ve onları tamamen reddetmemiz gerekir. “Ondan korkmayın.” Sahte peygamberler kulağa hoş gelen sözler ve önemli açıklamalar ile gelirler. Ayrıca bunun da ötesinde bilgisiz kişileri etkileme eğilimi gösteren bir saygınlık, ağırlık ve etkileyicilik ile çevrelerini kuşatacak şeylerin peşinden giderler. Ama Tanrı sözünün araştıran gücüne tahammül edemezler. Kutsal yazılardaki bazı basit cümleler onları çevrelerindeki tüm etkilerden arındıracaktır ve onların harika açıklamalarının kökleri tarafından kesileceklerdir. Gerçek peygamberin sesini tanıyan kişiler başka birinin sesini dinlemeyeceklerdir; iyi Çoban’ın sesini duymuş olanlar bir yabancının sesini dinlemeyeceklerdir.
Sevgili okuyucu, yalnızca İsa’nın sesini işitmeye dikkat et!
1. Okuyucularımızın bazıları bu tür yaklaşımlarda bulunmamıza itiraz edebilirler. Bu konu tıp alanında uygulanan eter ya da kloroform kullanımına benzetilebilir. Biz bu nokta ile ilgili bir girişimde bulunmayacağız. Söyleyeceğimiz tek şey bu tür konular ile ilgimizin olamayacağıdır. Hiç bir imanlı amaç ne olur ise olsun, kendisini bu tür bir bilinçsizliğe [mesmerizm] teslim edemez. Ve bu tür konuları dinlemek ya da bu konumda bulunan bir kişi tarafından rehberlik almak gibi mutlak bir saçmalığı onaylamaz.