Yasa’nın Tekrarı 5
“Musa bütün İsraillileri bir araya toplayarak şöyle dedi: ‘Ey İsrail, bu gün size vereceğim kurallara ve ilklere kulak verin! Onları öğrenin ve onlara uymaya dikkat edin.” Yasanın Tekrarı 5: 1.
Yasanın Tekrarı adlı kitabın en önemli özelliklerinden biri olan şu dört sözcüğe özen gösterelim ve dikkat edelim; bu sözler Rabbin halkı için her zaman ve her yerde geçerliliklerini korurlar – “Kulak ver” – “öğren” – “Yerine getir” – “yap”. Gerçekten iman etmiş olan bir can için bu sözlerin anlatılması mümkün olmayan bir değeri vardır. Tanrıyı çok hoşnut eden ve bizi hem güvende hem de mutlu kılan Tanrının öngördüğü doğruluğun dar yolunda yürümeyi içtenlikle arzu eden herkes için bu sözlerin değeri paha biçilmezdir.
Bu sözcüklerin ilki, canı, mümkün olabilecek en bereketli davranış içinde, yani dinlemede tutar: “İman, işitmek ile ve Tanrının sözünü işitmek ile gelir.” Romalılar 10:17 “Rab Tanrının ne söylediğine kulak vereceğim.” Mezmurlar 85:8 “İşit ve canın yaşayacaktır.” Yeşaya 55:3 İşiten kulak tüm gerçek ve pratik Hristiyan yaşamının temelinde yer alır ve canı, yaratık için tek gerçek ve tek uygun tutum içine yerleştirir. Tüm esenlik ve bereketin gerçek sırrı işitmektir ya da kulak vermektir.
İşitme davranışında bulunan candan söz ettiğimiz zaman, okuyucuya hatırlatmamız gereken şey yalnızca Tanrının sözünü işitmesidir! İsrail yalnızca Yehova’nın ilke ve buyruklarına kulak vermek zorunda idi ve başka hiçbir şey işitmemesi gerekiyor idi. Kulak vermeleri gereken sözler insanların buyrukları, gelenekleri ve öğretişleri değil idi, İsrailin kulak vermesi gereken tek şey, onu Mısır ülkesinden, esaret, karanlık ve ölüm diyarından kurtarmış olan diri Tanrının sözleri idi.
Bu gerçeği akılda tutmak yararlı olur; çünkü canı pek çok tuzak ve zorluktan koruyacaktır. Belirli çevrelerde itaat ve kendi irademizin teslimiyetinin manevi uygunluğu hakkında ve kendimizi bu yetkiye teslim etmek ile ilgili pek çok şey işitiyoruz. Tüm bunların hepsi kulağa çok hoş gelir ve inançlı ve maneviyatı üstün kişilerin çoğunluğu üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Ama insanlar bize itaat hakkında konuştukları zaman onlara şu soruyu sormamız gerekir: “İtaat mi? Neye itaat?” İnsanlar bize irademizi teslim etmekten söz ettikleri zaman onlara şu soruyu sormamız gerekir: “İrademizi kime teslim etmemiz gerekiyor?” Onlar bize yetkiye teslim olmaktan söz ettikleri zaman bize bu yetkinin kaynak ya da temelini söylemeleri için onlara ısrar etmemiz gerekir.
Bu, iman ev halkının her üyesi için olası en derin andır. Çok içten ve çok gayretli pek çok kişi vardır; kurtarıldıkları için minnet duyarlar; kendilerini hizmete atayan
Kişi’nin onların bilgeliğinin ötesinde bir bilgeliğe sahip olduğunu bilirler. Ve onlar için her günkü işlerini bir Usta’nın ellerine teslim etmek çok hoştur. Böylece yürekleri büyük bir sorumluluğun yükünden ferahlamış olur ve kendilerini bu yetkiye teslim etmek alçakgönüllük ve kendine güvenmeme gibi görülür.
Ama bizler Tanrının önünde kendimizi teslim ettiğimiz yetkinin temelinin ne olduğuna çok iyi bakmak zorundayız. Aksi takdirde kendimizi tamamen yanlış bir konumda bulabiliriz. Örneğin bir rahip ya da bir rahibe ya da rahibeler birliğinin bir üyesini ele alalım. Bir rahip üstüne itaat eder ve aynı şekilde bir rahibe de kendi üstündeki rahibeye itaat eder. Ancak her birinin konumu ve ilişkisi tamamen yanlıştır. Yeni Antlaşma’da manastırlar, inzivalar ya da rahipler birliği gibi herhangi bir yetkinin gölgesi bile yer almaz. Tam aksine, kutsal yazıların öğretişi doğanın sesi ile aynıdır ve Tanrının kadınları ve erkekleri yerleştirmiş olduğu ilişkinin konumu dışındadır. Bu tür yanlışlar toplumun doğal sevgisini yıkıcı biçime sokarlar ve tüm Hristiyan itaatinin karşısındadırlar.
Hristiyan okuyucunun bu konuya dikkatini çekmenin uygun olduğunu düşünüyoruz. Çünkü düşman gözümüzün önünde manastır sistemini yeniden canlandırmak amacı ile çeşitli biçimler altında gayretli bir çaba sarf etmektedir. Gerçekten de bazı kişilerin bize manastır sisteminin Hristiyanlığın tek gerçek biçimi olduğunu söylerler iken aşırı bir cüret sergilemektedirler. Böyle feci ifadelerde bulunulduğu ve bu ifadeler dinlendiği zaman elbette bize düşen, konunun tamamına kutsal yazıların ışığında bakmak ve manastır sistemini savunan ve bu sisteme bağlı olan kişilere Tanrının sözündeki temelleri görmeye çağırmak olacaktır. Yeni Antlaşmanın sayfalarının hangisinde manastırdan, ya da rahibeler manastırından söz edilir? Manastır baş rahibi ya da manastır baş rahibesi gibi herhangi bir yetki nerede yer alır? Kesinlikle böyle bir şey yoktur, böyle bir sistemin gölgesi dahi yoktur. Ve bu nedenle tüm bu sistemin temelinden en üstteki taşına kadar doğanın sesine ve Tanrının sesine karşı olduğunu beyan etme konusunda bir an bile tereddüt etmeyiz. Aynı şekilde bir rahibin ya da bir rahibenin Hristiyan yaşamının tek gerçek konumu olduğunu söyleyen birinin sağduyuya sahip olduğundan kesinlikle kuşku duyarız ve bunda haklıyızdır. Ama yine de hala bu sistem lehinde konuşan kişiler vardır ve onların söylediklerini dinleyen kişiler de mevcuttur. Ama biz Yeni Antlaşmanın sayfalarından üzerimize parlayan görkemli Hristiyanlığımızın tam ve net ışığını görmekteyiz. 1
Ama Tanrıya övgüler olsun ki, bizler itaat etmeye çağrıldık. “Kulak vermeye, işitmeye” çağrıldık. Yetkiye kutsal ve saygılı bir teslim oluş ile boyun eğmeye çağrıldık. Manastırlık sisteminde bizden sadakatsizliğe ve onun küstah tutumlarına katılmamız istenir. Adanmış ve alçakgönüllü Hristiyanın yolu hem batıl inançlardan hem de sadakatsizlikten uzaktır. Elçilerin İşleri kitabının 5.bölümünde Petrus konseye verdiği soylu yanıtta kısaca her ikisine de değinir. “İnsanların değil, Tanrının sözünü dinlememiz gerekir.” Sadakatsizliğin tüm görünüm, tüm aşama ve en derin köklerine şu doğru yanıt ile karşılık vermemiz gerekir: “İtaat etmemiz gerekir.” Ve batıl inancın bürünmüş olduğu giysi ne olur ise olsun ona verilecek tek önemli yanıt da aynıdır: “Tanrıya itaat etmemiz gerekir.
Burada her gerçek Hristiyanın görevini en basit şekli ile ortaya koymuş bulunmaktayız. Her gerçek Hristiyan Tanrıya itaat etmelidir. Sadık olmayan kişi, bir rahibe ya da rahibeye küstahça gülümseyebilir ve aklı başında olan herhangi bir varlığın mantığını ve anlayışını ölümlü birinin yetkisine nasıl böyle tamamen teslim edebildiğine şaşırır ve hayretler içinde kalır ya da böyle saçma kural ve uygulamalara doğaya aykırı ve onu böylesine küçültücü bir şekilde boyun eğebildiğini anlayamaz. Sadakatsiz kişi, gururlandığı zihinsel özgürlüğü ile kendini yüceltir ve kendi mantığının kendisi için oldukça yeterli bir rehber olduğunu hayal eder. Ve küçük gördüğü zavallı rahip ya da rahibeye kıyasla kendisinin tanrıdan çok daha uzak olduğunu görmez. Kendi iradesi ile gururlandığı zaman, bu dünyanın prensi ve tanrısı olan şeytan tarafından gerçekten tutsak edilmiş olduğunu bilmez. İnsan itaat etmek için yaratılmıştır- kendisinin üzerinde olan birine bakmak için yaratılmıştır. Hristiyan İsa Mesih’e itaat için kutsanmıştır- yani, hayran olduğumuz Rabbimiz ve Kurtarıcımızın Kendisi tarafından gösterilen itaat ile aynı özelliği taşıyan itaate çağrılmıştır.
Gerçek Hristiyan itaatinin ne olduğunu içtenlikle bilmeyi arzu eden herkes için bu an, çok önemli bir andır. Sadakatsiz kişinin öz iradesinden kurtulmasının gerçek sırrı ve batıl inancın sahte itaatinden kurtulmanın yolunu anlama noktası işte burada bulunmaktadır. Kendi irademizi uygulamak asla doğru olamaz. Başka birinin isteğini yerine getirmek oldukça yanlış bir davranıştır. Her zaman doğru olan Tanrının isteğini yerine getirmektir. İsa bunu yapmak için geldi ve her zaman bunu yaptı. “Ey Tanrım, işte isteğini yerine getirmek için geliyorum.” İbranilere 10:7,9 “Ey Tanrım, isteğini yapmaktan zevk alırım ve evet, yasan ve sözlerin yüreğimin içindedir.” Mezmurlar 40:8
Esin ile yazmış olan elçi Petrus’un birinci mektubundan öğrendiğimiz gibi bizler itaatin bu kutlu özelliği için çağrıldık ve ayrıldık; elçi Petrus bu ayetlerde şöyle der: “İsa Mesih’in sözünü dinlemeniz ve O’nun kanının üzerinize serpilmesi için Baba Tanrının öngörüsü uyarınca Ruh tarafından kutsal kılınarak seçildiniz.” 1.Petrus 1:2.
Bu, çok büyük bir ayrıcalıktır ve aynı zamanda çok kutsal ve ciddi bir sorumluluktur. Bir an için bile olsa asla Tanrının bizi seçmiş olduğunu ve Kutsal Ruhun bizi ayırmış olduğunu unutmamalıyız; yalnızca kanının üzerimize serpilmesi için değil aynı zamanda İsa Mesih’in sözünü dinlememiz için bunu yaptı. İşte, yukarda alıntısı yapılmış olan sözlerin aşikar anlamı ve manevi gücü böyledir – bu sözler, kutsallığın her sevgilisi için söz ile anlatılamaz bir değer taşır – bu sözler bizi etkili bir şekilde öz irade, yasacılık ve batıl inançtan kurtarırlar. Kutlu kurtuluş!
Ama dindar okuyucu İbraniler 13.bölümdeki öğüde dikkat çekme çağrımıza eğilim hissederler. “Önderlerinizin sözünü dinleyin. Onlara bağlı kalın çünkü onlar canlarınız için hesap verecek olan kişiler olarak sizi kollarlar. Onların sözünü dinleyin ki, görevlerini inleyerek değil – bunun size yararı olmaz – sevinç ile yapsınlar.” İbraniler 13:17.
Kesinlikle çok derin bir öneme sahip bir başka sözcüğü aynı zamanda 1.Selanikliler ile ilgili bir kısım ile de bağlantılı görmemiz gerekir. “Kardeşler, aranızda çalışanların Rab yolunda size öğüt verip önderlik edenlerin değerini bilmenizi rica ederiz. Yaptıkları işten ötürü onlara fazlası ile saygı ve sevgi gösterin. Bir biriniz ile barış içinde yaşayın.” 1.Selanikliler 5:12,13. Ve tekrar 1.Korintliler 16:155,16 ayetlerinde aynı konuyu okuyalım: “Ahaya’da ilk iman eden ve kendilerini kutsalların hizmetine adayan Stefanas’ın ev halkını bilirsiniz. Kardeşler, size yalvarırım, bu gibilere ve onlar ile birlikte çalışıp emek verenlerin hepsine bağımlı olun.” Tüm bunlara eklememiz gereken 1.Petrus’un mektubunda yer alan çok güzel bir bölüm daha vardır. “Bu nedenle aranızdaki ihtiyarlara, onlar gibi bir ihtiyar, Mesih’in çektiği acıların tanığı ve açığa çıkacak olan yüceliğin paydaşı olarak rica ediyorum: tanrının size verdiği sürüyü güdün. Zorunlu imiş gibi değil, Tanrının istediği gibi gönüllü gözetmenlik yapın. Para hırsı ile değil, gönül rızası ile ve size emanet edilenlere egemenlik taslamadan sürüye örnek olarak görevinizi yapın. Baş Çoban göründüğü zaman yüceliğin solmaz tacına kavuşacaksınız.” 1.Petrus 5:1-4.
Bize şöyle bir soru sorulabilir: “Yukardaki bölümlerde, itaatin belirli kişiler için bir ilke olduğu ortaya konmuyor mu? Ve eğer durum böyle ise o zaman neden insan yetkisine obje olunsun?” Bu sorunun yanıtı çok basittir. Mesih, her nerede bir ruhsal armağan verdi ise; bu armağan bir öğretiş armağanı olabilir; önderlik ya da çobanlık armağanı olabilir; bu tür armağanları fark etmek ve takdir etmek Hristiyanlara düşen bir görev ve sorumluluktur. Bunun aksini yapmak, merhametlerimizi terk etmek anlamına gelir. Ama sonra şunu aklımızda tutmamız gerekir; armağanın bir gerçeklik olması şarttır – açıkça sade bir şekilde, aşikar, gerçek ve tanrısal olarak verilmiş olmalıdır. Tanrının armağanı, insanın zihninde tasarlamış olduğu belirli bir yer ya da konum ya da başka bir insan tarafından sözde hizmete atanmışlık değildir. Tüm bunlar kusursuz bir değersizliktir ve hatta değersizlikten daha da kötüdür. Kutsal bir konu hakkında yapılan bir küstahlık er ya da geç Tanrının yargısına neden olacaktır.
Tüm gerçek hizmet Tanrıdandır ve bu hizmetin temeli, kilisenin Başı tarafından verilen olumlu bir armağana sahip olmaktır. Bu konu o kadar önemlidir ki, armağan yok ise hizmet de yok diyebiliriz. Yukarda alıntı yapılan tüm ayetlerde uygun armağanlara sahip olunduğunu ve asıl hizmetin yapıldığını görüyoruz. Ayrıca bunun da ötesinde Mesih’in sürüsündeki kuzular ve koyunlar için gerçek sevgiye sahip bir yürek görürüz; tanrısal lütuf ve güç görürüz. İbraniler mektubunun 13:17 ayetindeki “Size önderlik edenlerin sözünü dinleyin” (hēgoumenois, ἡγουμένοις). Şimdi, gerçek bir önderin yürüdüğünüz yolda sizin önünüzden gitmesi elzemdir. Eğer bu önder yolu bilmiyor ise ve aynı zamanda bu yolda yürümeye istekli değil ise o zaman ona önder ünvanını vermek akılsızlığın daniskasıdır. Böyle bir öndere itaat etmeyi kim düşünür?
Bu yüzden elçi aynı zamanda Selanikliler’e belirli kişileri tanımaları ve takdir etmeleri için öğütte bulunduğu zaman, bu öğüdünün temeli olarak neyi alır? Öğüdünün temeli, bir unvan, bir konum ya da bir görev midir? Hayır, bunlardan hiç biri değildir. Önderin yaklaşımı, bu kişiler üzerinde kendisine Tanrı tarafından verilen sorumluluktur ve bu sorumluluğunu yerine getirmesi için ona Kutsal Ruh tarafından görevine uygun olan armağan verilmiştir. Ve bu armağan sayesinde onlara öğüt verirler. Ve imanlıların önderleri neden çok severek onları çok takdir etmeleri gerekiyor idi? Görevleri ya da sahip oldukları unvan nedeni ile mi? Hayır; “yaptıkları işten dolayı.” Ve Korintlilere neden Stefanus’un ev halkına boyun eğmeleri için öğüt verilmiş idi? Boş bir unvan ya da var sayılan bir görev yüzünden mi? Hayır, hiç biri yüzünden değil. Böyle bir öğüt verilmiş idi, çünkü “onlar kendilerini kutsallara hizmet etmeye adamışlar idi.” Onlar aslında işin içinde idiler; Mesih’ten armağan ve lütuf almışlar idi ve Tanrının halkı için sevgi dolu bir yüreğe sahipler idi; görevleri ile övünmüyor ya da ünvanları konusunda ısrar etmiyorlar idi. Ama kendilerini Mesih’in sevgili halkına hizmet etmeye gönülden adanmışlardı.
İşte bu, hizmetin gerçek ilkesidir. Hiç bir şekilde insan yetkisi değildir, ama Mesih tarafından hizmetkarlarına lütfedilmiş olan tanrısal bir armağan ve ruhsal bir güçtür. Bu hizmet, Mesih’e karşı sorumlu olarak onlar tarafından yerine getirilir ve O’nun kutsalları tarafından minnettarlık ile takdir edilir idi. Bir kişi öğretmen ya da çoban olmak için atanır ya da diğer imanlılar tarafından bir göreve ya da çoban ünvanına uygun görülür, ama eğer bu kişiye kilisenin Başı tarafından bu görev için uygun bir armağan verilmedi ise bu atamalar ve bu görevler boştur; aldatmacadır ve böyle bir kişinin sesi Mesih’in gerçek koyunları tarafından tanınmayan ve tanınmaması da gereken bir yabancının sesi olacaktır. 2
Ama öte yandan tanrısal armağana sahip olan öğretmen, gerçek, seven, bilge, sadık ve canları gözeten, onları bekler iken onlar için ağlayan ve nazik ve sevecen bir hemşire gibi davranan çalışkan çoban nerededir? Bu gibi özelliklerin var olduğu yerlerde onların farkına varmak ve onları takdir etmek fazla zor olmaz. Bir diş hekiminin iyi olduğunu nasıl anlarız? Çelik bir levha üzerinde onun adını gördüğümüz zaman mı? Elbette hayır, iyi olup olmadığını yaptığı işten anlarız. Bir kişi, kendisinin bir diş doktoru olduğunu binlerce kez söyleyebilir, ama yaptığı iş iyi değil ise ona iş vermeyi kim düşünür?
Aynı şey tüm insan ilişkilerinde geçerlidir. Ve elbette hizmet konusunda da durum aynıdır. Eğer bir kişinin bir armağanı var ise o kişi bir hizmetkardır. Eğer bir kişinin armağanı yok ise dünyasal hiç bir atama, yetki ya da düzenleme o kişiyi Mesih’in hizmetkarı yapamaz. Tanrısal armağanı olmayan biri belki bir din hizmetkarı olabilir; ama bir din hizmetkarı ve bir Mesih hizmetkarı! – Hristiyanlıkta bir hizmetkar ve Tanrının kilisesinde bir hizmetkar; bunlar bir birlerinden tamamen farklı iki şeydirler. Gerçek hizmetin tümünün kaynağı tanrıdadır; bu hizmetin dayanağı tanrısal yetkidir. Ve objesi canı, Tanrının huzurunun önüne getirmek ve onu Tanrıya bağlamaktır. Bunun aksi olan sahte hizmetin kaynağı ise insandır; insan yetkisine dayanır ve objesi canı kendisine yani yine cana bağlamaktır. Her ikisi arasındaki yoğun farklılığın işareti burada bulunur. İlki, kişiyi Tanrıya yönlendirir, ikincisi ise kişiyi Tanrıdan uzaklaştırır; yeni yaşamı besler, ona bakar ve onu güçlendirir. Tanrıdan olmayan hizmet hiç bir şekilde ilerleyemez ve kuşku ve karanlığa batıp kalır. Tek bir sözcük ile söyleyebileceğimiz şudur: gerçek hizmet Tanrıdandır, Tanrı aracılığı iledir ve Tanrı içindir. Sahte hizmet ise insandandır, insan aracılığı iledir ve insan içindir. Tanrıdan olan hizmete en büyük değeri vermemiz gerektiğini söylemeye gerek bile yoktur. İnsandan olan hizmeti manevi varlığımızın tüm enerjisi ile reddederiz.
Rabbin, hizmet işine çağırmak için uygun gördüğü bu kişilerin itaat konusu ile ilgili olarak davranışları hakkında okuyucunun zihnine yeterli bilgi verdiğini yeterince belirttiğimize güveniyorum. Her durumda Tanrının sözü aracılığı ile yargılamaya bağımlıyız ve hizmetin bir insan taklidi değil, tanrısal bir gerçeklik olduğundan emin olmamız gerekir – kilisenin başından uygun bir armağan ve insanlar tarafından verilen boş bir unvan değil! Her durumda, gerçek armağan ve lütfun bulunduğu her yerde itaat etmek ve boyun eğmek tatlı bir ayrıcalıktır; Mesih’in hizmetinde O’nun sevgili hizmetkarları olmak en büyük arzumuzdur!
Gerçek lütuf ve güce sahip olmak ruhsal bir zihin için zorluk teşkil etmez. Bir kişinin gerçek sevgi ile canlarımızı yaşam ekmeğinden beslemeyi ve bizi Tanrının yollarında yönlendirmeyi isteyip istemediğini ya da kendisini yüceltmek ve kendi çıkarlarının peşinden koşmayı isteyip istemediğini kolaylıkla anlayabiliriz. Rabbe yakın yaşayan kişiler gerçek güç ve sahte taklit arasındaki farkı kolaylıkla görebilirler. Ayrıca bunun da ötesinde biz Mesih’in gerçek hizmetkarlarının kendi yetkilerinin zafer alayında yürümediklerini ve görevleri ile gururlanmadıklarını biliriz; onlar yalnızca işlerini yaparlar ve işleri onlar için konuşur. Bereketli elçi Pavlus’un durumunda onun defalarca hizmeti – canların bereketi ile sonuçlanan sorgulanamaz kanıt getiren hizmet - ile ilgili sade kanıtlara işaret ettiğini görürüz; yanlış yönlendirilen zavallı Korintliler, akılsızca davranarak onun elçiliğini sorgulamaya kalktıkları zaman, şu sözleri söyledi: “İman yolunda olup olmadığınızı anlamanız için kendinizi sınayıp yoklayın.” 1.Korintliler 13:5.
Pavlus bu davranışı ile onlara yakın oldu ve onlara gerçeği işaret etti. Onların kendileri, Pavlus’un hizmetinin canlı kanıtları idiler. Eğer Pavlus’un hizmeti Tanrıdan olmasa idi, o zaman Korintliler ne idiler ve nerede idiler? Ama Pavlus’un hizmeti Tanrıdan idi ve Pavlus’taki sevinç, rahatlık ve gücün nedeni bu idi. O, “insan ya da insanlar tarafından tayin edilen bir elçi değil idi; Pavlus İsa Mesih ve O’nu ölümden dirilten Tanrı tarafından hizmete atanmış idi. Pavlus, her zaman hizmetinin kaynağını yüceltti ve hizmetinin özelliği hakkında her doğru düşünen zihnin ikna olacağı yeterlilikte kanıtlara sahip idi. Pavlus’un durumu için gerçekten şunu söyleyebiliriz: o, sözler ile değil, güç ile sergilenen kanıtlar ortaya koydu.
Her durumda ölçünün bu şekilde olması gerekir. Ardından gitmemiz gereken şey, güçtür. Gerçekliğe sahip olmamız gerekir. Yalnızca unvan hiç bir şey ifade etmez. İnsanlar ünvanlara ve göreve atamaya meraklı olabilirler, ama bunu yapma yetkisine sahip değildirler. Eğer bir kralın buyruğu olmadan bir kişinin sahip olduğunu söylediği amirallik ya da generallik ünvanı o kişinin ya aptal ya da deli olduğunu beyan etmemizi gerektirir. Ruhsal bir armağana ya da tanrısal yetkiye sahip olmadan Mesih’in hizmetkarları ünvanını üstlenen kişilerin akılsızlığını ortaya koymak için, yeterli olmasa da böyle bir örnek verdik.
Yargılamamamız gerektiği mi söyleniyor? Yargılamak zorundayız. “Sahte peygamberlere karşı uyanık olun.” Eğer yargılamayacak isek o halde nasıl uyanık olabiliriz? Ama bu yargıyı nasıl yapmamız gerekir? “Onları ürünlerinden tanıyacaksınız.” Rabbin halkı, kendilerine gelen bir kişinin kilisenin Başı tarafından armağana sahip olup olmadığını, Kutsal Ruhun gücü ile gelip gelmediğini, canlarını gerçekten sevip sevmediğini, onların gerçek bereketini gayret ile arzu edip etmediğini, kendi çıkarını değil ama onların çıkarlarını arayıp aramadığını ayırt edemez mi? Kutsal, lütufkar, alçakgönüllü ve kendini boşaltmış bir Mesih hizmetkarı hemen belli olur; tanrısal ya da göksel herhangi bir şeyin izini dahi taşımayan bir unvan ile gelen bir kişi hizmetinde ya da yaşamında Tanrıdan olmadığını belli etmez mi? Elbette belli eder; aklı başında olan hiç kimse böyle aşikar bir gerçeği görmezden gelmez.
Ama ayrıca aklımıza şu tür bir soru da gelebilir: saygı değer elçi Yuhanna’nın şu sözleri ne anlama gelir? “Sevgili kardeşlerim, her ruha inanmayın. Tanrıdan olup olmadıklarını anlamak için ruhları sınayın. Çünkü bir çok sahte peygamber dünyanın her yanına yayılmış bulunuyor.” 1.Yuhanna 4:1. Eğer yargılamaz isek o zaman ruhları nasıl sınayacağız? Ya da sahte ve gerçek arasındaki farkı nasıl ayırt edeceğiz? Tekrar, aynı elçinin “seçilmiş hanımefendiye” aynı ciddi öğütte bulunduğunu görüyoruz. “Size gelip de bu öğretiyi getirmeyeni evinize almayın ve ona selam bile vermeyin. Çünkü böyle birine selam veren onun kötü işlerine ortak olur.” 2.Yuhanna ayet 10,11. Bu hanımefendi kendisine verilen öğüdü uygulama konusunda sorumlu değil miydi? Kesinlikle sorumlu idi. Ama eğer yargılamamamız gerekiyor ise o zaman bu hanımefendi kendisine verilen öğüdü nasıl yerine getirecek idi? Ve yargılaması gereken şey ne idi? Evine gelen kişilerin insan ya da insanlar tarafından atanıp atanmadığı, insani yetkiye sahip olup olmadığı hakkında mıydı? Hayır, bu türden bir yargı değil! Bu hanımefendinin yargılaması gereken en önemli ve en büyük mesele gelen kişilerin anlattıkları öğretiş ile ilgili idi. Eğer gerçek, yani Mesih’in tanrısal öğretişini getirdiler ise- İsa Mesih’in bedende geldiğine ilişkin öğretiş – o zaman bu kişileri evine kabul edebilir idi. Eğer kişiler bu tanrısal öğretiş ile gelmediler ise o zaman bu hanımefendi kararlı bir şekilde onlara kapısını kapatacak idi; gelen kişilerin kim olduklarının ya da nereden geldiklerinin hiç bir önemi yok idi. Bu kişiler insanların kendilerine ihsan etmiş oldukları tüm kanıtlara sahip olabilirler idi; ama yine de eğer getirdikleri öğretiş sahte ise o zaman bu hanımefendinin kesin bir tavır içinde onları evine almaması ve hatta onlara selam bile vermemesi gerekiyor idi. Tüm bunlar çok katı, çok dar düşünceli ve çok bağnaz ifade ya da öğütler gibi görünebilir; ama bu hanımefendi kendisine verilen öğüdü yerine getirmek zorunda idi. Aynı gerçek gibi hem geniş hem de dar davranması gerekli idi; kapısı ve yüreği Mesih’in gerçeğini getiren herkese karşı geniş olmalı idi aksi takdirde hem kapısı hem de yüreğinin bu kişilere karşı dar olması gerekiyor idi. Rabbi ve gerçeğini hiçe sayarak bu kişilere iyi mi davranmalı idi? Sahte bir Mesih’in öğretmenlerini evine alacak ve masasına oturtacak kadar geniş olamazdı. Böyle bir şeyin düşüncesi bile kesinlikle tiksinti vericidir.
Ama sonunda, Vahiy kitabının ikinci bölümünde Efes’teki kilisenin elçi olduklarını söyleyen ama aslında elçi olmayan kişileri sınadıklarını görürüz. Eğer yargılamamız mümkün olmasa idi bu nasıl mümkün olabilir idi? Okuyucunun Rabbimizin Matta 7:1 ayetindeki bu konu ile ilgili sözlerini iyi kavraması gerekir: “Yargılamayın ki, yargılanmayasınız.” Ve yine aynı zamanda elçinin 1.Korintliler 4:5 ayetindeki sözlerine dikkat edelim: “Belirlenen zamandan önce hiç bir şeyi yargılamayın!” Kutsal yazıların kendi kendileri ile çatışmaları imkansızdır. Ve bu yüzden Rabbin “yargılamayın” ya da elçinin “hiç bir şeyi yargılamayın” sözleri belirgin bir farklılık içerirler. Bu nedenle tüm Hristiyanların üstlenmiş oldukları ciddi sorumluluk, armağanı, öğretişi ve Tanrının kilisesinde vaizlerin, öğretmenlerin ve çobanların yerini alan herkesin yaşamını yargılamayı içerir.
Ve sonra eğer bize, “yargılamayın” ve “hiç bir şeyi yargılamayın” sözlerinin anlamı sorulur ise bu sözlerin sadece yargılayıcı motiflerimizi ya da eylemin gizli kaynaklarını yasakladığına inanırız. Bizim bunlar ile yapacak hiç bir işimiz yoktur. Yüzeyin altına nüfuz edemeyiz ve Tanrıya şükürler olsun ki bizden bunu yapmamız istenmez. Evet, bu konuda biz kesinlikle yasaklıyız. Yüreğin düşüncelerini okuyamayız; bunu yapabilme hakkı ve üstünlüğü yalnızca Tanrıya aittir. Ama öğretişi, Tanrının kilisesindeki vaizlerin, öğretmenlerin ve çobanların yerlerini alan o kişilerin armağanlarını ya da yaşam tutumlarını yargılamamamız gerektiğini söylemek kutsal yazılara açıkça karşı gelmek ve Kutsal Ruh tarafından bize yerleştirilmiş olan tanrısal doğanın içgüdülerini görmezden gelmek olur.
İşte bu yüzden, yükselmiş bir netlik ve kararlılık ile Hristiyan itaati konusundaki tezimize geri dönebiliriz. Kilise içindeki tüm gerçek hizmetin tam bir farkındalığı mükemmel bir şekilde aşikar gibi görünür ve Rabbimiz İsa Mesih’in aramızda çobanlar, öğretmenler ve önderler yükseltmesini uygun görmek konusunda göstereceğimiz en lütufkar boyun eğiş hiç bir şekilde asla Petrus’un konseye verdiği harika yanıt ile ilgili olarak ortaya koyduğu önemli temel ilke ile karışamaz; “İnsanlara değil, Tanrıya itaat etmemiz gerekir.”
Mesih’in tüm gerçek hizmetkarlarının hizmet ettikleri kişiler ile ilgili hedefi ve objesi her zaman Tanrı sözüne itaatin doğru yolunda yön vermek olacaktır. Yasanın Tekrarı kitabının tamamında olduğu gibi şu anda önümüzde açık olan bölüm de bize çok açık bir şekilde Tanrının önde gelen hizmetkarı olan Musa’nın da her zaman İsrail topluluğu için gayret ile çalıştığı ve Tanrının tüm buyruk ve yargılarına itaatin acil bir gereklilik olduğunu ısrar ile beyan ettiğini görürüz. Musa kendisi için hiç bir yetki yerinin ardından gitmedi. Tanrının mirası üzerinde asla efendilik taslamadı. Musa için başından sonuna kadar en önemli konu itaat idi. Musa yürüdüğü yollarda her zaman taşıdığı yük, kendisine değil, yalnızca kendisinin ve halkın Rab Tanrısına itaati idi. Musa haklı olarak şu doğru kararı vermiş idi: itaat, mutluluğun, manevi güvenliğin, saygınlığın ve gücün gerçek sırrı idi. Musa, itaatkar bir halkın aynı zamanda yenilmez, yılmaz ve sayıya gelmez olması gerektiğini biliyor idi. Tanrının sözü tarafından yönetildikçe onlara karşı kalkan hiç bir silah başarılı olamayacak idi. Tek bir sözcük ile ifade edecek olur isek Musa İsrail’in lütfunun Yehova’ya itaat etmesi gerektiğini biliyor ve buna inanıyor idi; aynı şekilde Yehova’nın lütfu da İsrail’i bereketlemek idi. İsrail’in tek işi, Tanrının açıklamış olduğu isteğine “kulak vermek” – “öğrenmek” – “yerine getirmek” – ve “yapmak” idi. Ve böyle yaptıkları zaman olası tüm güvence ile O’nun kendilerine kalkan, güç, koruma, sığınak ve kaynak olmasını, kısaca kendilerinin her şeyde her şeyi olmasını garanti altına almış oluyorlar idi. İsrail’in Tanrısı için tek gerçek ve uygun yol itaatin o dar yolu idi ve Tanrının onaylayan yüzünün ışığı her zaman bu dar itaat yolunun üzerinde parlamakta idi. Ve lütuf aracılığı ile bu yola girmiş olan herkes O’nun “bir rehber, bir yücelik, bir savunma ve her korkudan kurtarış” olduğunu görecektir.
Bu elbette oldukça yeterlidir. Sonuçlar ile ilgili hiç bir işimiz yoktur. Bizler sade bir güven duygusu ile bu konuyu Kendisine ait olduğumuz ve hizmet etmek ile sorumlu bulunduğumuz Tanrıya bırakabiliriz. “Rabbin adı güçlü bir kuledir; doğrular bu kuleye girerler ve orada güvende olurlar.” Eğer O’nun isteğini yerine getiriyor isek o zaman O’nun adının güçlü bir kule olduğunu her zaman göreceğiz. Ama öte yandan eğer O’ndaki doğruluğun yolunda yürümüyor isek; eğer kendi isteğimize göre hareket ediyor isek; eğer Tanrının net sözünü alışkanlık halinde ihmal ederek yaşıyor isek o zaman Rabbin adının bizim için güçlü bir kule olacağını düşünmemiz bize bir yarar sağlamaz. O’nun adının bizi yollarımızı yargılamaya yönlendirmesi ve çıkmış olduğumuz doğruluk yoluna geri dönmemiz için destek olması doğru olandır.
O’nun adına övgüler olsun, O’nun lütfu, değerli doluluğunun ve özgürlüğünün tümü ile her zaman bizim ile olacaktır. Öz yargı ve itiraf konumunda hatalı ve başarısız olsak bile bu tamamıyla farklı bir şeydir. Mezmur yazarı ile birlikte şu sözleri söylememiz gerekebilir: “Derinliklerden sana sesleniyorum, ya Rab. Sesimi işit ya Rab, yalvarışıma iyi kulak ver! YA Rab, sen suçların hesabını tutsan, kim ayakta kalabilir, ya Rab? Ama sen bağışlayıcısın, öyle ki senden korkulsun.” Mezmur 130: 1:4. Ama sonra derinliklerden Tanrıya seslenen ve feryat eden bir canın bağışlanması bir şeydir; ama öte yandan O’ndaki doğruluğun yolunda O’na bakan bir can başka bir şeydir. Bu her iki şey arasındaki farkı özenli bir şekilde ayırt etmemiz gerekir. Günahlarımızı itiraf etmek ve bağışlanma almanın doğru bir yürüyüş ve Tanrıya güvenme ile asla birbirine karıştırılmaması gerekir. Her ikisi de bereketli bir şekilde gerçektir, ama aynı şey değildirler.
Şimdi bölümümüzde ilerleyelim.
Musa, ikinci ayette halka, Yehova ile olan antlaşma ilişkisini hatırlatır ve şöyle der. “Tanrımız Rab Horev dağında bizim ile bir antlaşma yaptı. Rab bu antlaşmayı atalarımız ile değil, bizim ile, bu gün burada sağ kalan hepimiz ile yaptı. Rab, dağda ateşin içinden sizin ile yüz yüze konuştu. O zaman Rabbin sözünü size bildirmek için Rab ile sizin aranızda durdum, çünkü siz ateşten korkup dağa çıkmadınız.” &c.
Okuyucunun Horev dağında yapılmış olan antlaşma ve İbrahim, İshak ve Yakup ile yapılmış olan antlaşma arasındaki farkı ayırt etmesi ve tam olarak anlaması gerekir. İlk antlaşma işler ile ilgili bir antlaşma idi; halkın Rabbin söylemiş olduğu şeyleri yapması gerekiyor idi. İkinci antlaşma ise saf bir lütuf antlaşması idi ve Tanrı, her şeyi kendisinin yapacağına dair vaatte bulunarak ant içiyor idi.
İnsan dili, bu iki antlaşma arasındaki her konuda mevcut olan yoğun farkı ortaya koymak için kesinlikle yetersiz kalacaktır. Bu iki antlaşma temellerinde, karakterlerinde, kendilerine refakat eden konularda ve pratikteki sonuçlarında herhangi iki şey bir birlerinden ne kadar farklı olabilecekler ise o kadar farklıdırlar. Horev’deki antlaşma, koşullarının yerine getirilmesi açısından insan yeterliliği temeli üzerinde idi ve bu yüzden bu tek gerçek tüm konunun tam başarısızlığı için fazlası ile yeterlidir. İbrahim ile yapılan antlaşma koşullarının yerine getirilmesi açısından tamamen tanrısal yeterlilik temeli üzerinde idi ve bu nedenle başarısız olması mümkün değil idi.
“Mısır’dan Çıkış kitabı Hakkında Notlar” kitabımızda bir şekilde yasa konusuna değinmiş ve yasanın verilmesine ilişkin tanrısal objenin ortaya konması için çaba göstermiş idik. Ve ayrıca herhangi birinin yaşam ya da doğruluk alması için yasayı yerine getirerek bunu başarmasının kesinlikle imkansız olduğundan söz etmiş idik; okuyucuya işaret etmemiz gereken nokta bu derin konu üzerinde daha ayrıntılı bir şekilde ilerlemiş olduğumuzdur.
Aslında kutsal yazılarını öğretişini almış olan birinin ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar arasında böyle bir düşünce karışıklığına yenik düşmesi garip görünür; bu konu Kutsal Ruh tarafından çok ayrıntılı ve kesin bir şekilde ele alınmıştır. Eğer konu yalnızca Mısır’dan Çıkış 20.bölüm ya da Yasanın Tekrarı 5.bölüm gibi kısımların tanrısal yetkisinin bir meselesi olsa idi o zaman bu konuda söyleyecek tek bir sözümüz olmaz idi. Biz bu bölümlerin de en az Yunanna 17.bölüm ya da Romalılar 8.bölüm kadar esin ile yazılmış olduğuna tamamen inanıyoruz.
Ama mesele bu değildir. Tüm gerçek Hristiyanlar “Kutsal yazıların tümü Tanrı esinidir” ifadesindeki değeri adanmış bir minnettarlık ile kabul ederler. Ve ayrıca şu sözlerdeki güvence ile sevinirler: “Önceden ne yazıldı ise bize öğretmek için sabır ile ve kutsal yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı.” Romalılar 15:4. Ve son olarak yasanın maneviyatının kalıcı ve evrensel uygulama özelliğine sahip olduğuna inanırlar. Cinayet, hırsızlık, zina, sahte tanıklık ve açgözlülük yanlıştır – her zaman yanlıştır-her yerde yanlıştır. Anne ve babamızı onurlandırmak doğrudur, her zaman ve her yerde doğrudur. Efesliler 4.bölümde şu sözleri okuruz, “Hırsızlık eden artık hırsızlık etmesin.” Efesliler 4:28a. Ve yine Efesliler 6.bölümde şu sözleri okuruz: “İyilik bulmak ve yeryüzünde uzun ömürlü olmak için anne ve babana saygı göstereceksin. Vaat içeren ilk buyruk budur.” Efesliler 6: 2-3.
Tüm bunlar tanrısal bir netliğe sahiptir ve bu konudaki tartışma sonsuza kadar kapanmıştır. Ama yasaya Tanrı ile olan ilişkimizin bir temeli olarak bakacak olduğumuz zaman tamamen farklı bir düşünce bölgesine girmiş oluruz. Kutsal yazılar çeşitli yerlerde ve anlaması çok kolay ve net bir tarz ile bize, Hristiyanlar olarak, Tanrının çocukları olarak hiç bir şekilde bu konumda yer almadığımızı öğretirler. O konumda olan Yahudi idi, ama o konumda tanrı ile duramadı; çünkü orada ölüm ve mahkumiyet var idi. “Dağa bir hayvan dokunsa bile taşlanacak şeklindeki buyruğa dayanamadılar. Görünüm öyle korkunç idi ki, Musa, ‘Çok korkuyorum, titriyorum’ dedi.” İbraniler 12: 20-21. Yahudi yasayı, üzerine uzanamayacağı bir yatak ve üstüne örtemeyeceği bir örtü olarak gördü.
Öteki uluslara gelince, tanrısal yönetimin herhangi bir dalı tarafından yasa altına hiç bir zaman yerleştirilmedi. Romalılara mektubun başlangıç bölümünde öteki ulusların “yasasız” (anomos, ἀνόμως) oldukları beyan edilir. “Kutsal yasadan yoksun olan uluslar yasanın gereklerini kendiliklerinden yaptıkça, yasadan habersiz olsalar bile, kendi yasalarını koymuş olurlar.” Romalılar 2:14. Ve yine “Kutsal yasayı bilmeden günah işleyenler yasa olmadan da mahvolacaklar. Yasayı bildikleri halde günah işleyenler ise yasa ile yargılanacaklar.” Romalılar 2:12.
Burada her iki kategori keskin ve canlı bir karşıtlık içinde kendi farklı konumları içinde ortaya konur. Yahudi, yasa altında; öteki uluslardan olan kişi ise “yasasız”. Hiç bir şey bu iki durumdan daha farklı olamaz. Öteki uluslardan olan kişi, Nuh’un kişiliğinde yönetim altına yerleştirildi ama bu asla yasa altına yerleştirildiği anlamına gelmez. Eğer herhangi biri bu durumu sorgulamaya çağrıldığını hissediyor ise o zaman Tanrının öteki ulusları yasa altına koyduğunu kanıtlayan tek bir kutsal yazı satırı göstersin! Araştırsın ve görsün! Bu konuyu tartışmanın ve bu konuda mantık yürütmenin hiç bir yararı yoktur. “Biz şunu ya da bunu düşünüyoruz” demek tamamen boştur. Mesele, “Kutsal yazılar ne diyor?” meselesidir. Eğer kutsal yazılar öteki ulusların yasa altına konduğunu söylüyor ise o zaman bunu ortaya çıkarsın ve göstersin. Biz kesinlikle emin bir şekilde kutsal yazılarda bu tür bir şey olmadığını, hatta bunun tamamen aksi olduğunu beyan ediyoruz. Kutsal yazılar öteki ulusların koşul ve konumunu “yasasız” – “yasadan yoksun” olarak tanımlar.
Elçilerin İşleri 10.bölümde Tanrının, göklerin krallığını öteki uluslara açtığını görürüz. Elçilerin İşleri 14:27 ayetinde O’nun “iman kapısını” öteki uluslara açtığını okuruz. Elçilerin İşleri 28:28 ayetinde Tanrının, kurtuluşunu öteki uluslara gönderdiğini okuruz. Ama eğer kutsal kitabın sayfalarında Tanrının öteki ulusları yasa altına koyduğunu yazan bir bölüm bulmak için araştırmaya kalkışır isek boş yere zaman harcamış oluruz.
Hristiyan okuyucunun bu çok derin ilginçliğe sahip ve önemli konusuna sakin bir şekilde dikkatini vermesini ciddi olarak arzu etmekteyiz. Okuyucu şimdi tüm ön yargılı düşüncelerini bir kenara bıraksın ve konuyu basit bir şekilde kutsal yazıların ışığında incelesin. Bu konu ile ilgili ifadelerimizin binlerce kişi tarafından kabul edilmiş doktrinlere aykırı olarak olmasa bile, bir romanmış gibi düşünüleceğinden elbette eminiz. Ama bu bizi en ufak şekilde bile etkilemez. Bizim tek büyük arzumuz kesinlikle ve yalnızca kutsal yazılar tarafından öğretiş almaktır. İnsanların düşünceleri, buyrukları ya da doktrinleri bizim açımızdan hiç bir şey ifade etmez. Çeşitli teoloji okullarının öğretişleri değerli buldukları şeylerin ardından gidebilirler. Biz kutsal yazıları talep ediyoruz. Esin ile yazılmış tek bir satır bile bu konuyu çözüme ulaştırmak ve tüm tartışmayı sonsuza kadar kapatmak için fazlası ile yeterlidir. Bize, Tanrının sözünden, öteki ulusların yasa altına konmuş olduklarına dair bir satır gösterilsin, o zaman bu düşüncenin önünde hemen eğiliriz, ama böyle bir iddiayı kutsal yazılarda bulamadığımız sürece böyle yanlış bir düşüncenin tamamını reddeder ve aynı şeyi yapmasını okuyucudan da isteriz. Kutsal yazıların değiştirilmesi imkansız dili, Yahudinin konumunu “yasa altında” olarak tanımlar ve öteki uluslardan olan kişinin konumunu tanımlar iken “yasasız” olarak ifadesini kullanır. Bu gerçek öylesine aşikardır ki, Kutsal Kitabı okuyan herhangi bir okuyucunun bunu anlamak için nasıl başarısız olabileceğine ancak hayret ederiz. 3
Eğer okuyucu kısa bir süre için Elçilerin İşleri 15.bölüme dönecek olur ise öteki ulusları yasa altına koyma konusundaki ilk girişimin elçiler ve Yeruşalim’deki tüm kilise tarafından nasıl tepki ile karşılandığını görecektir. Bu konudaki sorun Antakya’da ortaya çıktı ve Tanrı sınırsız iyiliği ve bilgeliği ile bu konunu hemen orada çözümlenmesi gerektiğini buyurdu ama Pavlus ve Barnabas’ın Yeruşalim’e gitmeleri ve bu konuyu orada tam ve özgür bir şekilde tartışmaları ve on iki elçi ve tüm kilisenin toplu onayı ile kesin bir çözüme ulaştırmaları gerekti.
Bu çözüm için Tanrıya nasıl da övgüler sunarız! Pavlus ve Barnabas tarafından onaylanmış olmasına rağmen Antakya’daki gibi yerel bir topluluğun kararının Yeruşalim’deki konseyde bulunan on iki elçinin kararı ile aynı ağırlığı taşımayacağını hemen görebiliriz. Ama Rab, adına övgüler olsun ki, düşmanın başını tamamen ezme konusu ile ilgilendi ve o günün ve her diğer günün yasa öğretmenleri kesin ve yetkili bir şekilde doğru öğretişi aldılar; Tanrının düşüncesine göre Hristiyanların yasa altına konmaları uygun değil idi.
Bu konu öylesine önemlidir ki, okuyucuya bu konu ile ilgili birkaç kısımdan alıntı yapmak ile yetinemeyiz. Bu alıntıların hem okuyucuyu hem de yazarı var olan en dikkat çekici ve ilginç konseyin canı harekete geçiren kararları ile tazeleyeceğimize inanıyoruz.
“Yahudiye’den gelen bazı kişiler Antakya’daki kardeşlere, ‘Siz Musa’nın töresi uyarınca sünnet olmadıkça kurtulamazsınız’ diye öğretiyorlar idi.” Elçilerin İşleri 15:1. Ne kadar korkunç! Nasılda dehşet verici! Bu sözler ile Pavlus’un Antakya’daki sinagogda hitap ettiği ve tövbe etmiş olan bu kişilerin kulaklarında adeta bir ölüm çanı çalınmakta idi!
“Dolayısıyla kardeşler, şunu bilin ki, günahların bu kişi aracılığı ile bağışlanacağı size duyurulmuş bulunuyor. Şöyle ki, iman eden herkes Musa’nın yasası ile aklanamadığınız her suçtan O’nun aracılığı ile aklanır – sünnet ya da yasanın herhangi bir işi olmaksızın - Dikkat edin, peygamberlerin söz ettiği şu durum sizin başınıza gelmesin! – “Havradaki topluluk dağılınca Yahudiler ve Yahudiliğe dönüp Tanrıya tapan yabancılardan bir çoğu onların ardından gitti; ertesi Şabat günü kent halkının hemen tümü Rabbin sözünü dinlemek için toplanmış idi.”
Öteki uluslara gönderilen görkemli mesaj – özgür, eksiksiz ve tam, hemen ve mükemmel bir kurtuluş mesajı – elçi Pavlus’un ağzından Rabbimiz İsa Mesih’e iman aracılığı ile elçi Pavlus’un ağzından onlara iletildi. Ama Yahudiye’den gelen bazı belirli kişilerin öğretişlerine göre Pavlus’un kurtuluş mesajı yetersiz idi. Bu kişilere göre sünnet ve Musa’nın yasası olmadığı takdirde Mesih yeterli değil idi. Sünneti ya da Musa’nın yasasını hiç duymamış olan zavallı öteki uluslar Mesih’e ve O’nun görkemli kurtarışına tüm yasanın yerine getirilmesini de eklemek zorunda bırakıldılar.
Pavlus’un yüreği bu durum nedeni ile nasıl da içinden yanmış olmalı! Öteki uluslardan tövbe eden sevgili imanlıların bu tür canavarca bir öğretişe maruz bırakılmaları korkunç bir şey idi! Bu öğretiş, Hristiyanlığın tamamen yok edilişinden başka bir anlama gelmiyor idi. Eğer Mesih’in çarmıhına sünnetin eklenmesi gerekli ise ve eğer Musa’nın yasası Tanrının lütfunu tamamlamak zorunda ise o zaman gerçekten Mesih’in çarmıhtaki ölümü boş sayılıyor idi.
Ama tüm lütfun Tanrısına sonsuza kadar övgüler olsun ki, O, bu tür ölümcül bir öğretişe karşı durulması için soylu bir konum tedarik etti. Düşman bir sel gibi akın ettiği zaman, Rabbin Ruhu düşmana karşı bir standart yükseltti. “Pavlus ile Barnaba bu adamlar ile bir hayli çekişip tartıştılar. Sonunda Pavlus ile Barnaba’nın başka birkaç kardeş ile birlikte Yeruşalim’e gidip bu sorunu elçiler ve ihtiyarlar ile görüşmesi kararlaştırıldı. Böylece kilise tarafından gönderilenler, öteki uluslardan olanların Tanrıya nasıl döndüğünü anlata anlata – ama sünneti değil – Fenike ve Samiriye bölgelerinden geçerek, bütün kardeşlere büyük sevinç verdiler.” Elçilerin İşleri 15:2,3.
Kardeşler Mesih’in zihni ve Tanrının yüreği ile tatlı bir paydaşlık içinde idiler. Ve bu nedenle öteki uluslardan olan kişilerin tövbe ettiklerini ve kurtulduklarını işiterek büyük sevinç duydular. Müjdenin görkemli özgürlüğüne kısa bir süre önce getirilmiş olan bu sevgili öğrencilerin boyunlarındaki sünnet ve Musa’nın yasası gibi ağır bir boyunduruk taşımalarının onlarda elbette sevinç yaratmayacağından kesinlikle eminiz. Ama onların Tanrıya döndüklerini, Mesih aracılığı ile kurtulduklarını, Kutsal Ruh tarafından mühürlendiklerini ve yüreklerini cennet zihniyeti ile hoş bir uyum içinde olan bir sevinç ile doldurdular.
“Yeruşalim’e geldikleri zaman imanlılar topluluğu elçiler ve ihtiyarlar tarafından iyi karşılandılar. Tanrının kendileri aracılığı ile yapmış olduğu her şeyi anlattılar. Ne var ki, Ferisi mezhebinden bazı imanlılar kalkıp şöyle dediler: ‘Öteki uluslardan olanları sünnet etmek ve onlara Musanın yasasına uymalarını buyurmak gerekir.” Elçilerin İşleri 15:4,5.
Bu durumu kim “gerekli” yaptı? Tanrı değil; Tanrı, sınırsız lütfu ile onlara iman kapısını sünnet olmaksızın açtı ya da onlara Musa’nın yasasını yerine getirmelerine dair bir buyruk vermedi. Hayır; bu tür şeylerin gerekli olduğunu küstahça söyleyen belirli bazı kişiler idi – bu tür insanlar o günden bu güne kadar Tanrının kilisesine büyük sıkıntı vermişlerdir. Bu gibi kişiler yasa öğretmeni olmayı arzu eden kişiler idi ve ne söylediklerinden de neyi onayladıklarından da haberdar değildiler. Yasa öğretmenleri karanlık ve yanlış öğretişlerinin içeriğini asla bilemediler; öğretişlerinin, tüm lütfun Tanrısı ve merhametler Babası tarafından nasıl nefret edildiğine dair en ufak bir fikirleri dahi yok idi.
Ama tanrıya övgüler olsun ki, şu anda alıntılar yaptığımız bölüm, bu konu hakkında tanrısal zihne verilebilecek en net ve en güçlü kanıtlara yer verir. Ve tüm soruların ötesine geçerek öteki uluslardan olan imanlıları yasa altına koyanın Tanrı olmadığını kanıtlar.
“Elçiler ve ihtiyarlar bu konuyu görüşmek için toplandılar ve uzunca bir tartışmadan sonra” – ne yazık ki, tartışma çok çabuk başladı – “Petrus ayağa kalkıp onlara, ‘Kardeşler’ dedi, ‘Öteki uluslar müjdenin bildirisini benim ağzımdan duyup insansınlar diye Tanrının uzun zaman önce aranızdan beni seçtiğini biliyorsunuz” – Musa’nın yasasını ve sünneti değil ama “müjdenin bildirisini duyup inansınlar diye”. İnsanın yüreğini bilen Tanrı Kutsal Ruhu tıpkı bize verdiği gibi onlara da vermek ile onları kabul ettiğini gösterdi. Onlar ile bizim aramızda hiç bir ayrım yapmadı ve iman etmeleri üzerine yüreklerini arındırdı. Öyle ise, ne bizim ne de atalarımızın taşıyamadığı bir boyunduruğu öğrencilerin boyunlarına geçirerek şimdi neden Tanrıyı deniyorsunuz?” Elçilerin İşleri 15: 6-10.
Değerli okuyucu, bu noktaya lütfen dikkat et! Yasa, altında bulunan kişiler, yani Yahudiler için katlanılamaz bir boyunduruk olduğunu kanıtlamış idi ve ayrıca bu boyunduruğu öteki uluslardan olan imanlıların boynuna geçirmek Tanrıya karşı gelmek anlamını taşıyor idi. Tüm yasa öğretmenleri Hristiyanlığın bu önemli gerçeğine keşke gözlerini açabilseler idi! Yalnızca bu kadar da değil, ama Tanrının her yerdeki sevgili halkı keşke bu gerçeği görebilseler idi: Yasa altına konmaları, Tanrının isteğine karşıdır! Elçi sözlerine son olarak şunu ekler: “Ama bizler Rab İsa’nın lütfu ile – herhangi bir biçim ya da şekli ile yasa tarafından değil - kurtulduğumuza inanıyoruz; onlar da öyle.” Elçilerin İşleri 15:11.
Bu sözleri söyleyen elçi Petrus, sünnet olmuş bir Yahudi imanlı idi. Ama şöyle konuşmadı: “Bizler gibi onların da kurtulduğuna inanıyoruz.” Ama şöyle dedi: “Onlar gibi bizim de kurtulduğumuza.” Bu elçi, kibirli konumunu bir kenara fırlatmaya ve zavallı sünnet edilmemiş öteki uluslardan sonra kurtulduğunu söylemeye razıdır. Bu soylu sözler hiç kuşkusuz yasa yanlısı grubun kulaklarına onları hayrete düşüren bir güç ile ulaşmış ve onlara hiç bir dayanak noktası bırakmamıştır.
“Bunun üzerine bütün topluluk sustu ve Barnaba ile Pavlus’u dinlemeye başladı. Barnaba ile Pavlus Tanrının kendileri aracılığı ile öteki uluslar arasında yaptığı harikalar ile belirtileri tek tek anlattılar.” Elçilerin İşleri 15: 12. Esin veren Ruh bu unutulmaz fırsat sırasında Pavlus ve Barnaba aracılığı ile konuşarak bize doğru olanı tekrar hatırlatır. Ve biz o zaman O’nun bilgeliğini görebiliriz. Kutsal Ruh, hiç kuşkusuz Petrus ve Yakup’a yasa öğretmenlerine karşı söylemeleri gereken doğruyu bildirmiş ve onları ikna etmiş idi.
“Onlar konuşmalarını bitirince Yakup söz aldı ve ‘Kardeşler, beni dinleyin’ dedi. ‘Simun, tanrının öteki uluslardan kendine ait olacak bir halk çıkarmak amacı ile onlara ilk kez nasıl yaklaştığını anlatmıştır. Peygamberlerin sözleri de bunları doğrulamaktadır”- Yakup burada Eski Antlaşma’daki ayetleri üstün kanıtlar olarak ortaya oymaktadır – “Yazılmış olduğu gibi: ‘Bundan sonra ben geri dönüp Davut’un yıkık konutunu yeniden kuracağım. Onun yıkıntılarını yeniden kurup onu tekrar ayağa kaldıracağım. Öyle ki, geriye kalan insanlar, Bana ait olan tüm uluslar Rabbi arasınlar” – burada ne sünnet ne de Musa’nın yasasına dair en ufak bir imada bulunmaz – “bunları ta başlangıçtan bildiren Rab işte böyle diyor.’ Bu nedenle, kanımca, öteki uluslardan tanrıya dönenlere güçlük çıkarmamalıyız.” Elçilerin İşleri 15: 13-19.
O zaman burada bu önemli meselenin Kutsal Ruh tarafından kesin bir tavır ile çözüme kavuşturulduğunu görüyoruz; on iki elçi ve tüm kilise ve biz bu önemli konsey toplantısının sonunda gerçeğe kavuşmuş oluyoruz; yasa yanlısı grup ile Petrus ve Yakup mümkün olan en empatik, en kesin ve en kararlı şekilde konuştular. Önce sünnetli elçi Petrus ve sonra özellikle Yakup on iki oymağa işaret etti ve onların konum ve hizmetinin önemini vurgulamış oldular. Bu önde gelen elçilerin her ikisi de öteki uluslardan iman etmiş olan kişilerin yasa ile “sıkıntıya sokulmamaları ya da onlara yasa yükü taşıtılmaması” konusunda verdikleri yargı ile ilgili olarak net ve kesin konuştular. Ve güçlü hitap tarzları ile öteki uluslardan olan Hristiyanları yasa altına yerleştirmenin, Tanrının sözüne, isteğine ve yollarına doğrudan karşı gelmek olduğunu kanıtladılar.
Tanrının bu olaydaki eşsiz bilgeliğini kim görmezden gelebilir? Pavlus ve Barnaba’nın sözleri kaydedilmemiştir. Bize sade bir şekilde söylenen sadece şudur: Tanrının öteki uluslar arasındaki işleyişi tekrar edildi. Yasa yanlılarının öteki uluslardan olan imanlıları yasa altına koymak istemeleri, beklenebilecek bir durum idi. Ama Petrus ve Yakup’u bu konuda böylesine kararlı bulmak tüm diğer gruplar üzerinde büyük etki uyandıracak idi.
Ama eğer okuyucu Pavlus’un yasa konusu hakkındaki düşüncelerine dair net bir bakış açısı bulmak istiyor ise o zaman Galatyalılar mektubunu incelemesi gerekir. Kutsal elçi bu bölümde Kutsal Ruhun doğrudan esini altında öteki uluslardan olan imanlılara hararetli bir gayret ve buyuran bir güç ile konuşur ve yüreğini döker. Bir kişinin bu harika Galatyalılar mektubunu okuması ve sonra yine de Hristiyanların şu ya da bu şekilde ya da herhangi bir amaç için yasa altında tutulmaları gerektiğini düşünmesi akıl dışıdır. Elçi mektubunun başında bu kısa başlangıç hitabını yapar ve kendisine özgü enerjisi ile kederli ve üzgün yüreğini ve bunun nedenlerini geniş ve sevecen bir şekilde açıklar. “Bu halinize şaşıyorum” der – ve gerçekten haklıdır – “sizi çağıranın isteğinden ne kadar da çabuk uzaklaştınız!” - hangi istek? Musa’nın yasası altında kalmak? Hayır, asla değil; “sizi Mesih’in lütfu ile çağıranı bırakıp değişik bir müjdeye böylesine çarçabuk dönmenize şaşıyorum”; - (heteron euaggelion ho ouk estin allo, ἕτερον εὐαγγέλιον, ὃ οὐκ ἔστιν ἄλλο)– “Gerçekte başka bir müjde yoktur. Ancak aklınızı karıştırıp Mesih’in müjdesini çarpıtmak isteyenler vardır. İster biz ister gökten bir melek size bildirdiğimize ters düşen bir müjde bildirir ise, lanet olsun ona!” Galatyalılar 1:6-9.
Tüm yasa öğretmenleri bu ateş gibi yakan sözler üzerinde derin derin düşünsünler. Bu sözler kulağa çok sert ve ciddi gibi mi geliyorlar? Bu sözlerin Kutsal Ruh Tanrının kendi sözleri olduğunu hatırlayalım. Evet, sevgili okuyucu, Kutsal Ruh Tanrı, Mesih’in müjdesine Musa’nın yasasını eklemek gibi bir küstahlıkta bulunacak olan kişiye – Hristiyanları yasa altına koyma girişiminde bulunan herhangi birine - bu korkunç laneti beyan eder. İnsanlar nasıl olur da bu tür sözleri işittikten sonra yasadan hoşnut olma konusunda korkuya kapılmazlar? Kutsal Ruh Tanrının ciddi laneti altına girmek dehşet verici bir şeydir!
Ama yine de bazı kişiler bize şu sözleri söyleyerek bu soruya karşılık vermeye çalışırlar; yasaya gösterdikleri ilgi aklanma konusunda değildir, yasayı yaşamın bir kuralı olarak ele aldıklarını söylerler. Ancak bu tür bir yanıt ne mantıklı ne de zekicedir; Yasanın bu şekilde kullanılmasına karar verme yetkisini kimin verdiğini yasal bir şekilde araştırmamız gerekmez mi? Ya yasa altındayız ya da değiliz; Eğer tamamen yasa altında isek o zaman o zaman konu, bizim yasayı nasıl ele aldığımız değil, ama yasanın bizi nasıl ele aldığıdır.
Tüm farkın ortaya çıktığı nokta buradan kaynaklanır. Yasa, bazı teologların hoşnut olduğu şekilde bu tür farklılıklar tanımaz. Konu ne olur ise olsun eğer yasa altında isek lanet altındayız demektir. Çünkü yazılmıştır: “Yasa kitabında yazılı olan her şeyi sürekli olarak yerine getirmeyen herkes lanetlidir. Ben yeniden doğdum, ben bir Hristiyanım demek, duruma kesinlikle çözüm getirmez. Yasa insana hitap eder ve bu nedenle yasadan doğrudan sorumlu olan insanın kendisidir. Yasa, eksiksiz itaat talep eder. Ve bu itaati yerine getirmekte başarısız olan herkesin üzerine lanetini ilan eder.
Ayrıca bunun da ötesinde, biz yasayı yerine getirmekte başarısız olduk ama Mesih yine de buna rağmen yasayı yerine getirdi demek işe yaramaz. Yasa vekalet aracılığı ile itaat hakkında hiç bir şey bilmez. Yasanın kullandığı dil şudur: “Yasanın gereklerini yapan onlar sayesinde yaşayacaktır.” Galatyalılar 3:11.
Yalnızca yasayı yerine getirmekte başarısız olan insan için lanet ilan edilmemiştir, ama bu ilkeyi mümkün olan en net ışık içinde önümüze getirecek olur isek “yasanın işlerinin hepsinin lanet altında olduklarını” okuruz. Yani kişiler yasal zemin üzerinde kaldıkları ve bu ilkeye bağlı kalarak hareket ettikleri sürece – tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, kişiler yasanın gerektirdiği işler ile ilgilendikleri sürece lanet altında olmaları gerekecektir. Bu nedenle, konuya il baktığımız anda bile göreceğimiz şudur: bir Hristiyanın bir yaşam kuralı olarak yasa altında bulunma ve aynı anda lanet altında bulunmama düşüncesinin dehşet veren dengesizliği ile karşı karşıya kalırız. Bunun anlamı kutsal yazıların en basit ifadelerinin karşısına geçmektir. Tüm lütfun tanrısına övgüler olsun ki, Hristiyan lanet altında değildir. Ama neden? Yasa gücünü, saygınlığını, görkemini ve kutsallığını kaybetmiş olduğu için midir? Asla, hiç bir şekilde! Bu tür şeyler söylemek yasaya küfür etmek anlamına gelir. Herhangi bir insanın – ister Hristiyan, ister Yahudi ya da ister putperest olsun – yasa altında olabileceğini, yasanın temeli üzerinde durabileceğini ve lanet altında olmayacağını söylemek, ya yasayı mükemmel olarak yerine getiren ya da yasayı ihlal eden kişinin yasayı sıfır hale getireceğini ve boş olduğunu ifade edeceğini söylemektir. Bunu söylemeye kim cesaret edebilir? Böyle yapan herkesin vay başına!
Ama o zaman Hristiyan nasıl oluyor da yasa altında olmuyor? Çünkü Hristiyan yasa altında değildir. Peki, ama o zaman yasanın altından nasıl çıkmıştır? Başka birinin yasayı Hristiyan adına yerine getirmesi aracılığı ile mi? Hayır; ifadeyi tekrar ediyoruz; tüm yasal yönetimde vekalet aracılığı ile itaat gibi bir düşünce yoktur. O zaman, bu nasıl mümkün olabiliyor? Tüm manevi gücü, doluluğu ve güzelliği ile sorunun doğru yanıtı şudur: “Çünkü ben Tanrı için yaşayayım diye yasa aracılığı ile yasa karşısında öldüm.” Galatyalılar 2:19. 4
Şimdi, eğer yasa karşısında ölü olduğumuz gerçek ise ve elçi bize bunu söylüyor ise o zaman yasa nasıl olur da bizim için bir yaşam kuralı olabilir? Yasa yalnızca, yasa altında olanlar için – onu meleklerin düzeni aracılığı ile almış olanlar için - bir ölüm, lanet ve mahkumiyet kuralı olduğunu kanıtladı. Yasa bize bunların dışında bir şey kanıtlayabilir mi? Adem’in herhangi bir oğlunun ya da kızının öyküsünde yasa şimdiye kadar tek bir yaşayan ürün salkımı ya da doğruluk ürünü üretti mi? Elçinin bu soruya verdiği karşılığı dinleyin. “biz benliğin denetiminde iken” – yani, düşmüş doğamız içindeki insanlar olarak görüldüğümüz zaman – “Yasanın kışkırttığı günah duyguları bedenimizin üyelerinde etkin idi ve bunun sonucu olarak ölüme götüren meyveler verdik.”
Okuyucu için, “benliğin denetiminde iken” ifadesinin gerçek gücünü anlaması çok önemlidir. Bu bölümde kast edilen, “bedende iken” konumu değildir. Burada ortaya konan yalnızca tövbe etmemiş erkeklerin ve kadınların yasayı yerine getirmekten sorumlu oldukları koşuludur. Şimdi bu koşul içinde üretilen her şey ya da üretilebilecek olan her şey “ölüme götüren meyveler” idi – “günahın tutkuları”. Yaşam yok! Doğruluk yok! Kutsallık yok! Tanrı ile ilgili hiç bir şey yok! Hiç bir şey kesinlikle doğru değil! 5
Ama şimdi biz, Hristiyanlar olarak nerede bulunuyoruz? Bu sorunun yanıtına kulak verelim: “Çünkü ben Tanrı için yaşamak üzere yasa aracılığı ile yasa karşısında öldüm. Mesih ile birlikte çarmıha gerildim. Artık ben yaşamıyorum, Mesih bende yaşıyor” burada kast edilen “bedendeki yaşamdır” – “Yaşıyorum” – Nasıl yaşıyorum? Yasa aracılığı ile bir yaşam kuralı olarak mı? Böyle bir konuda tek bir ima mevcut değildir; ama “Şimdi bedende sürdürdüğüm yaşamı beni seven ve benim için kendini feda eden Tanrı Oğluna iman ile sürdürüyorum.”
Bu, yalnızca bu Hristiyanlıktır! Bundan başka hiç bir şey Hristiyanlık değildir! Bunu anlıyor muyuz? Bu gerçeği tecrübe ediyor muyuz? Bu gerçeğin gücünün içinde bulunuyor muyuz? Mesih’in değerli ölümü aracılığı ile tamamen kurtarılmış olduğumuz iki farklı kötülük mevcuttur, yani, bir yandan yasacılık, bir yandan ise ahlaksızlık. Gerçek bize bu dehşet verici iki kötülük yerine lütfun kutsal özgürlüğünü takdim eder – Tanrıya hizmet etmek için özgürlük – “bedenin dünyasal eğilimlerini öldürmek” (Koloseliler 3:5) – “tanrısaymazlığı ve dünyasal tutkuları” inkar etme özgürlüğü – “ağır başlı, doğru ve tanrısayar” bir şekilde yaşama özgürlüğü – “bedeni kontrol etme ve ona boyun eğdirme özgürlüğü.”
Evet, sevgili Hristiyan okuyucu, tüm bunları aklımızda tutalım ve hatırlayalım. Bu sözler üzerinde derin derin düşünelim. “Mesih ile birlikte çarmıha gerildim. Artık ben yaşamıyorum, Mesih bende yaşıyor.” Eski “Ben” öldüm – çarmıha gerildim ve gömüldüm. Yeni “Ben” Mesih’te yaşıyorum. Bu gerçek konusunda hata yapmayalım. Eski “Ben” in yeni konuma geçmesinden daha korkunç, daha tehlikeli hiç bir şey olamaz. Ya da başka bir deyiş ile Hristiyanlığın görkemli öğretişlerinin benlikte ele alınmaları, tövbe etmemiş kişilerin yasadan özgür olduklarını söylemeleri ve Tanrının lütfundan şehvete düşkünlüğe dönmeleri son derece tehlikelidir. Elimizden gelen tüm gayret ile ahlaksızlığa karşı uyanık olmamız gerekir. Ahlaksızlık, çevremizde çok hızlı bir şekilde büyümekte ve yayılmakta ve sadakatsizliğin o karanlık ve yıkıcı yolunu hazırlamaktadır.
Yasadan söz eder iken söyleyeceğimiz şeyler yasa karşısında ölü olduğumuz ve Tanrı karşısında diri olduğumuzdur; yasadan özgürlükten söz eder iken söyleyeceklerimiz yalnızca bunlardan ibarettir; bunun dışındaki şeylerden söz etmek kesinlikle Hristiyanlık değil, ahlaksızlıktır! Her inançlı canın ahlaksızlıktan kutsal bir korku ile çekinmesi gerekir. Eğer yasa karşısında ölü isek o zaman günah karşısında da ölüyüzdür. Ve bu yüzden günahın bir başka adı olan kendi isteğimizi yapmamamız gerekir. Gerçek pratik kutsallık olan tanrının isteğini yerine getirmemiz doğrudur.
Ayrıca her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur: eğer yasa karşısında öldü isek o zaman aynı şekilde bu şimdiki kötü çağ karşısında da ölmüşüzdür ve dirilmiş, göğe alınmış ve yüceltilmiş bir Mesih ile de birleşmişizdir. Bu yüzden Mesih nasıl bu dünyadan değil ise biz de bu dünyadan değiliz. Dünyada bir konuma razı olmak yasa karşısında ölü olduğumuzu inkar etmek anlamına gelir. Çünkü biri karşısında ölü ve diğeri karşısında diri olamayız. Mesihin ölümü bizi yasadan kurtardığı gibi aynı zamanda günahın gücünden, bu şimdiki kötü çağdan ve ölüm korkusundan da kurtarmıştır. Ama tüm bunların hepsi bir arada bağlıdırlar ve bu yüzden hepsinden birden kurtulmadan bunlardan birinden kurtulamayız. Dünyasal bir yönde ilerler iken, açgözlülük ve tutkularımız ile hareket eder iken Yasadan özgür olduğumuzu öne sürmek, son günlerin en karanlık ve ölümcül günlerinden biridir.
Hristiyan, günlük yaşamında lütfun, yasanın asla ulaşamayacağı sonuçları üretebileceğini kanıtlamaya çağrılmıştır. Hristiyanlığın ahlak görkemlerinden biri kişiyi kendine teslim olmaya ve başkaları için yaşamaya muktedir kılmaktır. Yasa böyle bir şeyi asla yapamaz idi. Yasa, insanı kendisi ile meşgul eder. Yasanın kuralı altında her insan kendisi için yapabileceğinin en iyisini yapmak zorundadır. Eğer bir kişi komşusunu sevmeyi dener ise bu davranışı kendisine bir doğruluk sağlamak içindir. Lütuf altında ise her şey tümü ile bereketli ve görkemli bir şekilde bunun aksinedir. Benlik, çarmıha gerilmiş, ölmüş ve gömülmüş bir şey olarak bir kenara bırakılmıştır. Eski “Ben” gitmiştir ve yeni “Ben” Mesih’in tüm kabul edilebilirliği ve değerliliği içinde Tanrının önündedir. Mesih bizim yaşamımız, doğruluğumuz, kutsallığımız, yüceliğimiz, objemiz, örneğimiz ve kısaca her şeyimizdir. O, bizdedir ve biz O’ndayız. Ve günlük pratik yaşamımız Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile Mesih’in bizde bizim yerimize yaşamasını gerektirir. Oysa biz yalnızca komşumuzu değil, ama düşmanımızı da sevmeye çağrılmış kişileriz. Ve bunu bir doğruluk eylemi adına yapmayız, çünkü biz, Mesih’te Tanrının doğruluğu olduk; bu yalnızca sahip olduğumuz, içimizde olan yaşamın dışa akışıdır ve bu yaşam Mesih’tir. Bir Hristiyan, Mesih’i yaşaması gereken bir kişidir; ne yasa altında olan bir Yahudi’dir ne de öteki uluslardan olan yasasız bir kişidir. Ama lütufta duran Mesih’teki bir kişi Rab İsa’nın kendisinde görülen itaatin aynı karakterine sahip olmaya çağrılmıştır.
Burada artık bu konu hakkında daha fazla bir şey yazmayacağız ama Hristiyan okuyucuya üzerinde durarak ve önemle şu ricada bulunuyoruz: Elçilerin İşleri kitabının on beşinci bölümünü ve Galatyalılar’a mektubun tamamını dikkatle ve özenli bir şekilde okusun ve incelesin. Ve buradaki ayetlerin bereketli öğretişinden doya doya içsin; bunu yaptığı takdirde eminiz ki yasa ile ilgili önemli konu hakkında net bir anlayışa sahip olacaktır. Amaç ne olur ise olsun Hristiyanın yasa altında olmadığını görecektir. Ve Hristiyanın yaşamının, doğruluğunun, ve kutsallığının tamamen farklı bir temel ya da ilke üzerinde bulunduğunu kavrayacaktır. Zaten Hristiyanı yasa altına koymak Hristiyanlığın en önemli temellerini inkar etmek ve sözün en sade ifadelerine karşı çıkmaktır. Okuyucu Galatyalılar’a mektup kitabının üçüncü bölümünden kendimizi yasa altına koymamızın Mesih’ten vazgeçmek; Kutsal Ruh’tan vazgeçmek; imandan vazgeçmek ve vaatlerden vazgeçmek anlamına geldiğini öğrenecektir.
Müthiş sonuçlar! Ama bu sonuçlar tam olarak gözlerimizin önüne konmuş olsalar da ve biz ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin durumunu bu sonuçlar ile düşünüp değerlendirdiğimiz zaman, gördüğümüz tek şey bu sonuçların ne kadar korkunç bir şekilde farkına varıldıklarıdır.
Kutsal Ruh Tanrının tüm Hristiyanların gözlerini bu şeyler ile ilgili gerçeklere açması için dua ediyorum! Kutsal Ruh, Hristiyanları ayetleri incelemeye ve kendilerini kutsal yazıların yetkisine teslim etmeleri için her şekilde yönlendirsin. Günümüzde duyulan en özel ihtiyaç budur. Kutsal yazıları yeterince incelemeyiz. Kutsal yazılar tarafından yönetilmeyiz. Her şeyi kutsal yazıların ışığından geçirerek kontrol etmek gibi mutlak bir gereklilik olduğunu görmeyiz ve aynı zamanda bu teste dayanmayacak olan her şeyi reddederiz. Ve Söz’de temeli olmayan şeyler ile ilgilenmeye devam ederiz. Evet, hatta Söz’e tamamen karşıt olan şeyler ile ilgileniriz.
Tüm bunların sonunun ne olması gerekir? Bu konu hakkında düşünmek bile bizi dehşete düşürüyor. Tanrıya övgüler olsun ki rabbimiz İsa Mesih’in yakında geleceğini ve bizi, yani sevgililerini ve kanı ile satın almış olduğu halkını Babasının evinde hazırlamış olduğu konutlarımıza götüreceğini biliyoruz. Orada o parlak yuvanın tarifi imkansız kutluluğunda O’nunla birlikte sonsuza kadar yaşayacağız. Peki ama arkada kalacak olanlara ne olacak? Vaftiz olmuş, ismen Hristiyan o geniş dünyasal kitleye ne olacak? Bunlar, tanrısal ve gerçek yanıta sahip olmak için Tanrının huzurunda ölçülmesi gereken ciddi sorulardır. Okuyucu yüreğinin tüm içtenliği ve Ruhun öğretme yeteneği ile bu sorular üzerinde derin derin düşünsün ve Kutsal Ruh onu gerçek yanıta yönlendirecektir.
Kutsal yazıların çeşitli bölümlerinden imanlıların yasa altında olmadıklarına ve lütuf altında olduklarına ilişkin görkemli gerçeği ortaya koymak için şimdi Yasanın Tekrarı adlı kitabımızın beşinci bölümüne ait incelememize devam edebiliriz. Bu bölümde On Buyruğu göreceğiz. Ama Mısırdan Çıkış adlı kitabın yirminci bölümündeki şeklinin tam olarak aynısı halinde görmeyeceğiz. Bu bölümde okuyucunun dikkatini talep eden bazı özelliklere değinilir.
Mısırdan Çıkış kitabında tarihe yer verilir; Yasanın Tekrarı 5.bölümde yalnızca tarih yer almaz ama aynı zamanda yorum da bulunur. Yasanın Tekrarı 5.bölümde yasayı veren manevi motifleri sunar ve Mısırdan Çıkış 20.bölümdeki kısımdan oldukça farklı yaklaşımlar içerir. Birinde çıplak gerçekleri görürüz ve diğerinde ise gerçekleri ve yorumları okuruz – gerçekleri ve onların pratik uygulamalarını inceleriz. Kısaca değinecek olur isek Yasanın Tekrarı 5.bölümün Mısırdan Çıkış 20.bölümün birebir tekrarı olduğunu düşünmek için en zayıf bir temel bile mevcut değildir. Ve bu yüzden sadakatsiz kişilerin saçma sapan iddialarını ayaklarımızın altında toz haline getirebiliriz; bu iddialar tamamen temelsiz ve boşturlar.
Örneğin, Şabat konusu ile ilgili iki ayetin karşılaştırmasını yapalım. Mısırdan Çıkış 20.bölümde şunu okuruz: “Şabat gününü kutsal sayarak anımsa. Altı gün çalışacak ve bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabbe Şabat günü olarak adanmıştır. O gün, sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dahil, hiç bir iş yapmayacaksınız. Çünkü Ben Rab, yeri, göğü ve denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım. Yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat gününü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.” (ayetler 8-11)
Yasanın Tekrarı 5.bölümde ise şunları okuruz: “Tanrın rabbin buyruğu uyarınca Şabat gününü tut ve kutsal say. Altı gün çalışacak ve bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün Bana, Tanrın Rabbe Şabat günü olarak adanmıştır. O gün, sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, öküzün, eşeğin ya da herhangi bir hayvanın, aranızdaki yabancılar dahil hiç bir iş yapmayacaksınız. Öyle ki, senin gibi kadın ve erkek kölelerin de dinlensinler. Mısırda köle olduğunu ve Tanrın Rabbin seni oradan güçlü ve kudretli eli ile çıkardığını anımsayacaksın. Tanrın Rab bu yüzden Şabat gününü tutmanı buyurdu.” (ayetler 12-15.)
Okuyucu şimdi ilk bakışta iki bölüm arasındaki farkları görebilir. Mısırdan Çıkış 20.bölümdeki Şabat gününü tutmaya ilişkin buyruğun temeli yaratılış üzerine bina edilir. Yasanın Tekrarı 5.bölümde ise Şabat gününü tutma ile ilgili buyruk yaratılış ile ilgili hiç bir imada bulunmaksızın kurtuluş üzerinde temellendirilmiştir. Kısaca, farklılık ile ilgili noktalar her kitabın kendine özgü karakterinden kaynaklanırlar ve her ruhsal zihin için mükemmel bir uyum içinde sunulmuşlardır.
Şabat günü ile ilgili olarak hatırlamamız gereken şey, bu günün tamamen ve doğrudan Tanrının sözünün yetkisine bağlı olduğudur. Diğer buyruklar yalnızca manevi görevleri ortaya koyarlar. Öldürmenin ya da çalmanın ahlaki açıdan yanlış olduğunu herkes bilir ama Şabat gününün yerine getirilmesi konusunda eğer bu gün tanrısal yetki tarafından farklı bir şekilde atanmamış olsa idi büyük olasılık ile hiç kimse bunun bir görev olduğunu fark etmeyecek idi. Bu yüzden Şabat gününün önemi ve ilginçliği yoğunluğa sahiptir. Her iki bölümümüzde ve Mısırdan Çıkış 20.bölümde tüm bu büyük manevi görevler insan vicdanı tarafından evrensel olarak fark edilmişlerdir ve yan yana giderler.
Ve yalnızca bu kadar da değil; ama diğer çeşitli kutsal yazılarda şunu da görürüz: Şabat günü, Yehova ve İsrail arasında özel bir değere sahip bir bağlantı olarak farklı bir üstünlük taşır ve diğerlerinden ayrı bir yere sahiptir. Şabat günü, Tanrının, halkı ile olan antlaşmasının bir mührüdür ve halkın Tanrıya olan adanmışlığına dair güçlü bir testtir. Hırsızlık ve katilliğin ahlaki yanlışlığını herkes fark edebilir; yalnızca Yehova’yı ve O’nun sözünü sevenler O’nun Şabat gününü sevecek ve onurlandıracaklar idi.
Böylece, Mısırdan Çıkış 16.bölümde man’ın verilişi ile bağlantılı olarak şu sözleri okuruz: “Altıncı gün kişi başına iki omer, yani, iki kat topladılar. Topluluğun önderleri gelip durumu Musa’ya bildirdiler. Musa, ‘Rabbin buyruğu şudur’ dedi: ‘ Yarın, dinlenme günü, Rab için kutsal Şabat günüdür. Pişireceğinizi pişirin, haşlayacağınız haşlayın. Arta kalanı bir kenara koyun, sabaha kalsın. …. Musa, ‘Arta kalanı bu gün yiyin’ dedi. ‘Çünkü bu gün Rab için Şabat günüdür. Bu gün dışarda ekmek bulamayacaksınız. Altı gün ekmek toplayacaksınız ama yedinci gün olan Şabat günü ekmek bulunmayacak. Ve söylediği gibi oldu.” – halk, Yehova’nın Şabat gününü yerine getirme konusundaki yüce ve kutsal ayrıcalığı takdir edebilmekten öylesine aciz idi ki! – “Yedinci gün bazıları ekmek toplamak için dışarı çıktı, ama hiç bir şey bulamadılar. Rab, Musa’ya, ‘Ne zamana dek buyruklarıma ve yasalarıma uymayı reddedeceksiniz?’ dedi.” Mısırdan Çıkış 16: 22-28. Şabat gününü ihmal eden halk ahlak koşullarını tamamen yanlış uyguladıklarını kanıtladı. Tanrının tüm buyruk ve yasalarını yerine getirme konusunda başarısız olduklarını kanıtlamış oldu. Şabat günü çok önemli bir denektaşı idi ve halkın Yehova’ya karşı olan yüreklerinin gerçek durumunun ölçüsünü ortaya koyuyor idi – “Size Şabat gününü verdim. Bunun için altıncı gün size iki günlük ekmek veriyorum. Yedinci gün herkes nerede ise orada kalsın ve dışarı çıkmasın. Böylece halk yedinci gün dinlendi.” Mısırdan Çıkış 16: 29,30. Kutsal Şabat gününde dinlendiler ve yiyecekleri oldu.
Yine, 31.bölümün sonunda Yehova’nın Şabat günü ile ilgili düşüncesine ilişkin önemi ve ilginçliğine dair kanıt ile ilgili çok dikkat çekici bir kısım yer alır. Musa’ya buluşma çadırının ve bu çadıra ait eşyaların tam bir tanımı verilmiş idi ve Musa Yehova’nın elinden iki tanıklık tabletini almak üzere idi, ama tanrısal düşüncede yer alan kutsal Şabat’ın önemli yeri kanıtlanmak istercesine yazılmış olan şu sözleri okuruz: “Rab Musa’ya şöyle buyurdu: ‘İsrailliler’e de ki, ‘Şabat günlerimi mutlaka tutmalısınız. Çünkü o sizin i,le benim aramda kuşaklar boyu sürecek bir belirtidir. Böylece anlayacaksınız ki, sizi kutsal kılan Rab benim. Şabat günümü tutmalısınız. Çünkü sizin için kutsaldır. Kim onun kutsallığını bozar ise kesinlikle öldürülmeli. O gün çalışan herkes halkının arasından atılmalı. Altı gün çalışılacak ama yedinci gün Rabbe adanmış Şabattır, dinlenme günüdür. Şabat günü çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir. İsrailliler, sonsuza dek sürecek olan bir antlaşma gereği olarak Şabat gününü kutlamaya kuşaklar boyunca özen gösterecekler. Bu, İsrailliler ile benim aramda sürekli bir belirti olacaktır. Çünkü Ben Rab, yeri göğü altı günde yarattım ve yedinci gün işe son verip dinlendim.” Mısırdan Çıkış 31:12-17.
Şimdi bu bölümün çok önemli olduğunu söylememiz gerekiyor; çok farklı ve özel bir şekilde Şabat gününün kalıcı özelliğini ortaya koymaktadır. Söylenen sözlerdeki ifade bu günün yalnızca geçici bir kutlama günü olmadığını göstermek açısından oldukça yeterlidirler. “sizin ile benim aramda kuşaklar boyu sürecek olan bir belirti.” - “Sürekli bir antlaşma” – “sonsuza kadar sürecek olan bir belirti.”
Okuyucunun bu sözler üzerinde özenle durması gerekir. Bu sözler hiç kuşkusuz öncelikle Şabat gününün İsrail için olduğunu vurguluyor. İkinci olarak Şabat gününün Tanrının düşüncesine göre sürekli bir kutlama günü olacağını belirtiyor. Bu çok derin ve çok ilginç konu hakkında tüm düşünce belirsizliklerinden ve ifade gevşekliklerinden sakınmak için bu noktaları akılda tutmak gereklidir.
Şabat günü özel ve farklı bir şekilde yalnızca İsrail ulusu için idi. Şabat gününden Yehova ve O’nun halkı arasındaki özel bir belirti olarak söz edilir. Bu günün öteki ulusları da kapsadığına dair kesinlikle en ufak bir ima dahi yer almaz. Daha sonra şunu göreceğiz: Dünyanın başlangıcından beri Tanrının tüm kutsal peygamberlerinin ağzından söylemiş olduğu gibi kutlama zamanlarına dair hoş bir örnektir. Ancak bu hiç bir şekilde Şabat gününün yalnızca Yahudilere ait olduğu gerçeğine karşı olan bir örnek değildir. Kutsal yazıların hiç bir yerinde Şabat gününün öteki uluslar ile ilgisi olduğunu gösteren tek bir cümle bile mevcut değildir.
Bazı kişiler bize Yaratılış 2.bölümde Şabat günü ile ilgili okuduğumuz kısmı öne sürerek bu günün Yahudi ulusundan çok daha geniş bir kitleye hitap etmesi gerektiğini öğretirler. Ama biz şimdi bölüme geri dönelim ve neler söylediğini görelim. “Ve yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” Yaratılış 2: 2-3.
Bu ayetlerde yazılı olanlar yeterince basittir. Burada insandan hiç bir şekilde söz edilmez. Bize, yedinci günde insanın dinlendiği söylenmez. İnsanlar, böyle olduğu sonucuna varabilir ya da böyle olduğunu hayal edebilirler, ama Yaratılış kitabının 2.bölümünde böyle bir şeyden söz edilmez. Ve yalnızca bu kadar da değil, ama Yaratılış kitabının tamamını araştırsak bile Şabat gününün insan ile ilgili olduğuna dair herhangi bir imayı bulma arzumuz boşa çıkacaktır. Şabat’ın insan ile bağlantılı olan ilk ifadesi daha önce alıntısı yapılmış olan bir bölümde, Mısırdan Çıkış 16.bölümde yer alır. Ve bu bölümde Şabat gününün kesin olarak Yehova ile olan antlaşma ilişkisi içindeki İsrail’e, Tanrının halkına verilmiş olduğunu görürüz. İsrail’in bunu anlamadığı ve takdir etmediği aşikardır; Mezmur 95 ve İbraniler 4.bölüme göre İsrail’in huzur diyarına hiç bir zaman girmediği aynı şekilde aşikardır. Ama şimdi söz ettiğimiz, Tanrının düşüncesinde bu konunun ne olduğudur. Ve Tanrı bize Şabat gününün Kendisi ve Halkı İsrail arasında bir belirti olduğunu söyler. Ve Şabat günü aynı zamanda İsrail halkı için ahlak koşullarını ve Tanrı ile ilgili olarak yüreklerini deneyen güçlü bir testtir. Şabat günü, Musa tarafından İsrail topluluğuna verilen yasanın yalnızca bir parçası değil idi, ama aynı zamanda Tanrının düşüncesinde çok özel bir yere sahip olan bir konu idi.
Bu nedenle Yeşaya peygamberin kitabında şu sözleri okuruz: “Bunu yapan insana, buna sımsıkı sarılan insanoğluna ne mutlu! Şabat gününü tutar, bayağılaştırmaz. Ve her türlü kötülükten sakınır. Rabbe bağlanan hiç bir yabancı , ‘Kuşkusuz Rab beni halkından ayıracak’, hiç bir hadım da, ‘Ben kuru bir ağacım’ demesin. Çünkü Rab diyor ki, ‘Şabat günlerimi tutan, beni hoşnut edeni seçen ve antlaşmama sımsıkı bağlı kalan hadıma evimde, evimin dört duvarı arasında oğullardan da kızlardan da daha iyi bir anıt ve ad vereceğim. Yok edilemez, ebedi bir ad olacak bu. Aynı zamanda yabancının oğullarını da,” – bu ifade elbette Çölde Sayım 15.bölüm ve diğer kutsal yazılarda olduğu gibi, İsrail ile bağlantılı olarak görülür – “Rabbe hizmet etmek, O’nun adını sevmek ve kulu olmak için O’na bağlanan yabancıları, Şabat gününü tutan, bayağılaştırmayan ve antlaşmama sımsıkı bağlı kalan herkesi kutsal dağıma getirip dua evimde sevindireceğim. Yakmalık sunuları ile kurbanları sunağımda kabul edilecek. Çünkü evime ‘bütün ulusların dua evi’ denecek.” Yeşaya 56: 6-7.
Ve okumaya devam ediyoruz: “Kutsal günümde dilediğinizi yapmaz ve Şabat gününü çiğnemezseniz, Şabat gününe ‘Zevkli’ ve Rabbin kutsal gününe ‘Onurlu’ derseniz, kendi yolunuzdan gitmez, keyfinize bakmaz, boş konulara dalmaz ve o günü yüceltirseniz, Rabden zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır ve atanız Yakup’un mirası ile doyururum’. Bunu söyleyen Rab’dir.” Yeşaya 58:13-14.
Daha önce yapılan alıntılar Şabat gününün Tanrının zihninde tuttuğu yeri göstermek açısından oldukça yeterlidirler. Bu konu ile ilgili bölümleri çoğaltmamıza gerek yok; ama yalnızca tek bir bölümü şimdiki konumuz ile, yani Levililer 23. Bölüm ile bağlantılı olarak okuyucuya iletmemiz gerekiyor. “Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına de ki, kutsal toplantılar olarak ilan edeceğiniz bayramlarım, Rabbin bayramları şunlardır: Altı gün çalışacaksınız, ama yedinci gün olan Şabat dinlenme ve kutsal toplantı günüdür. Hiç bir iş yapmayacaksınız. Yaşadığınız her yerde Şabat’ı Rabbe ayıracaksınız.” Levililer 23: 1-3.
Burada, Şabat gününün, Tanrının, halkı İsrail’e olan davranışlarına dair tüm öykünün önceden belirtildiği bu harika bölümde verilen tüm bayramların önünde geldiğini görüyoruz. Şabat, Tanrının, halkının sonsuz huzur diyarına girmesi için amaçladığı bir gündür; halkının tüm acıları, denemeleri ve sıkıntıları sona erdiği zaman – o kutlu “Şabat günü” ( sabbatismos) “Tanrı halkı içindir”. İbraniler 4:9. Tanrı, çeşitli yollar aracılığı ile bu görkemli huzuru ya da rahatlığı halkının yüreğine sunmaya devam etmiştir; yedinci gün, yedinci yıl, bağışlanma yılı – bu tüm Şabat ile ilgili hoş dönemlerin tasarlanma amacı şudur: İsrail’in yeniden kendi sevgili ülkesinde toplanacağı o bereketli zamanı, Şabat gününün şimdiye kadar tutulmadığı kadar derin ve tanrısal bereket ile kutlanacağı o harika dönemi ortaya koymaktır.
Ve bu durum bizi doğal olarak Şabat ile bağlantılı olan ikinci noktaya yani onun sürekliliği konusuna yönlendirir. Bu konu çok açık bir şekilde şu ifadeler ile kanıtlanır: “sürekli”, “sonsuza kadar sürecek olan bir belirti”- “tüm kuşaklarınız boyunca”. Bu tür sözler hiç bir zaman yalnızca herhangi geçici bir kutlama için kullanılmamıştır. Ama ne yazık ki, İsrail Şabat gününü hiç bir zaman Tanrının isteği ile uyumlu bir şekilde kutlamadı. İsrail, Şabat’ın anlamını asla anlamadı, onun bereketinin içine asla girmedi ve onu hiç bir zaman ruhu ile içmedi. İsrail, Şabat gününü kendi doğruluğunun bir işareti yaptı; onunla ulusal bir bayram olarak övündü ve onu kendini yüceltmek için kullandı, ama onu asla Tanrı ile paydaşlık içinde kullanmadı.
Ulustan bir bütün olarak söz ediyoruz. Hiç kuşkusuz Şabat gününü değerli canlarında gizlice kutlayan, Şabat’tan zevk alan ve onun hakkındaki Tanrı düşüncesini anlayan canlar da mevcuttur. Ama bir ulus olarak İsrail, Şabat gününü asla tanrının düşüncesi ile uyumlu bir şekilde yerine getirmedi. Yeşaya’nın sözlerine kulak verelim: “anlamsız sunular getirmeyin artık. Buhurdan iğreniyorum. Kötülük dolu törenlere, Yeni Ay, Şabat günü kutlamalarına ve düzenlediğiniz toplantılara dayanamıyorum.” Yeşaya 1:13.
Burada Tanrının, halkı ile yaptığı antlaşmasının bir belirtisi olarak vermiş olduğu Şabat’ın değerli ve güzel bir gün olduğunu görüyoruz, ama İsrail halkı bu günü Tanrı için iğreneceği ve dayanamayacağı bir kutlama haline getirmiştir. Ve Yeni Antlaşma’nın sayfalarını açtığımız zaman, Yahudi halkının önderlerinin ve ileri gelenlerinin Rabbimiz İsa Mesih ile Şabat günü konusunda sürekli olarak anlaşmazlık içinde olduklarını görürüz. Örneğin, Luka 6.bölümün ilk ayetlerine bakalım: “Bir Şabat günü İsa ekinler arasından geçiyor idi. Öğrencileri başakları koparıyor ve avuçlarında ufalayıp yiyorlardı. Ferisiler’den bazıları, ‘Şabat günü yasak olanı neden yapıyorsunuz?’ dediler. İsa onlara şöyle karşılık verdi: ‘Davut ile yanındakiler acıktıkları zaman, Davut’un ne yaptığını okumadınız mı? Tanrının evine girdi ve kahinlerden başkasının yemesi yasak olan adak ekmeklerini alıp yedi ve yanındakilere de verdi. ‘ Sonra İsa, onlara,’ İnsanoğlu, Şabat gününün de Rabbidir’ dedi.” Luka 6: 1-5.
Ve tekrar aynı konuda devam edelim: “Bir başka Şabat günü İsa havraya girmiş öğretiyor idi. Orada sağ eli sakat bir adam vardı. İsa’yı suçlamak için fırsat kollayan din bilginleri ile Ferisiler Şabat günü hastaları iyileştirecek mi diye O’nu gözlüyorlar idi.” – zavallı ve ölümlü bir kişinin iyileştirilmesi durumunda suçlamak için fırsat kollamak! – “Ama İsa onların ne düşündüklerini biliyor idi.” Evet, İsa onların yüreklerinin içini olduğu gibi biliyor idi. – “eli sakat olan adama ‘Ayağa kalk ve öne çık’ dedi. O da kalktı, orta yerde durdu. İsa onlara, ‘Size sorayım’ dedi. ‘Kutsal yasaya göre Şabat günü iyilik yapmak mı doğru, yoksa kötülük yapmak mı? Can kurtarmak mı doğru, yoksa öldürmek mi?’ Gözlerini hepsinin üzerinde gezdirdikten sonra adama, ‘Elini uzat’ dedi. Adam elini uzattı ve eli yine sapasağlam oluverdi. Onlar ise öfkeden deliye döndüler ve aralarında İsa’ya ne yapabileceklerini tartışmaya başladılar.” Luka 6:8-11.
Burada, insanın Şabat gününü yerine getirmesi konusunda ne kadar yanlış ve boş davrandığına dair çok güzel bir anlayış örneği görmekteyiz. Bu dindar rehberler Şabat günü kuralı bozulmasın diye öğrencilerin açlıktan ölmelerine izin verebiliyorlar idi. Eli sakat zavallı adamın ölene kadar bu sakat eli ile yaşamasında bir hata görmüyorlar idi. Ne yazık, ne kadar yazık! Şabat günü gerçekten de Tanrının değil kendilerinin Şabat günü idi. İsa’nın ise açlıktan ölmek ve sakat eller konularında onlar gibi davranması mümkün değil idi. Bu dini önderler Davut’un adak ekmeklerinin yenmesi konusundaki öyküsünü asla okumamışlar idi. Tanrısal lütfun insanın ihtiyacının karşılanmasını yasal kurallardan daha üstün tuttuğunu anlamıyorlar idi. Lütuf tüm yasal engellerin üzerinde muhteşem görkemi ile yükselir. Ve iman lütfun parlaması ile sevinir. Ama yalnızca dindarlık lütfun ve imanın cesaretinin eylemleri nedeni ile güceniklik duyar. Ferisiler sağ eli sakat olan adamın ulusun manevi durumu ile ilgili çarpıcı bir yorum olduğunu anlamadılar. Ve bu davranışları ile Tanrıdan çok ama çok uzak oldukları gerçeğine canlı bir kanıt teşkil ettiler. Eğer olması gerektiği gibi davranmış olsalar idi o zaman iyileştirilmesi gereken sakat eller olmayacak idi; ama onlar gerektiği gibi davranmadılar ve bu yüzden onların Şabat günü boş bir formalite, güçsüz ve değersiz bir düzen, sinsi bir düşmanlıktan öteye gidemedi ve Tanrı bundan tiksindi; insanın durumunun nihai bir dengesizlik olduğu ortada idi.
Luka 13. Bölümde yer alan başka bir örneğe bakalım: “Bir Şabat günü İsa havralardan birinde öğretiyor idi.” – Şabat gününün İsa için bir dinlenme günü olmadığı kesin idi. – “On sekiz yıldır içinde hastalık ruhu bulunan bir kadın da orada idi. İki büklüm olmuş idi ve belini hiç doğrultamıyor idi. İsa onu görünce yanına çağırdı. ‘Kadın, hastalığından kurtuldun’ dedi. Ellerini kadının üzerine koydu. Kadın hemen doğruldu ve Tanrıyı yüceltmeye başladı.” Lütfun canın içinde yapmış olduğu işe dair harika bir örnek! Ve her durumda da lütfun candaki kesin sonucu böyledir. Mesih’in üzerine kutsal Ellerini koymuş olduğu herkes “hemen doğrultulur” ve Tanrıyı yüceltmek için muktedir kılınır.
Ama bu durumda insanın düşüncesindeki Şabat konumuna el uzatılmış oluyor idi. “İsa’nın hastayı Şabat günü iyileştirmesine kızan havra yöneticisi Kalabalığa seslenerek, ‘Çalışmak için altı gün vardır. O günler gelip iyileşin, Şabat günü değil!’ dedi.” - çünkü, zayıflığın alçaltan konumuna karşı oldukça kayıtsız olmasına rağmen, şifanın lütufkar eylemine öfke duymuş idi. Bu zavallı ve boş düşünceli dindar gerçek Şabat gününün Rabbinin huzurunda durduğunun farkında bile değil idi. İnsanın kötü durumu tanrısal müdahale için yüksek sesle haykırırken bile duyarsız kalabiliyor idi. O zaman Rab onu yanıtladı ve şöyle dedi: “Sizi ikiyüzlüler! Her biriniz Şabat günü kendi öküzünüzü ya da eşeğinizi yemlikten çözüp suya götürmez misiniz? Buna göre, şeytanın on sekiz yıldır bağlı tuttuğu ve İbrahim’in bir kızı olan bu kadının da Şabat günü bu bağdan çözülmesi gerekmez miydi?
Sakat bırakacak bir azarlama! Yahudiliğin tüm sisteminin boşluğunu ve nihai sefilliğini ortaya koyan güçlü bir azarlama! Bir Şabat gününü yalnızca dik ve düşmanca bakışlar ile uyumsuzluk içinde gören ve şeytanın zalim elinin on sekiz yıldır bağlamış olduğu bir İbrahim kızına merhamet etmemek! Tüm dünyada Mesihsiz bir inanç kadar insan zihnini körleştiren ve insan yüreğini katılaştıran, vicdanı öldüren ve insan varlığının tümünü bozan başka hiç bir şey yoktur. Mesihsiz inancın aldatıcı ve alçaltıcı gücü yalnızca tanrısal varlığın ışığında tam olarak yargılanabilir. Çünkü o havra yöneticisi o zavallı kadının yaşamının son günlerine kadar belini doğrultamadan ve kendi başına ayağa kalkmaktan aciz bir şekilde acı çekecek olmasına aldırmıyor idi. Şabat gününü yerine getirmesi adına bu kadının şeytanın gücünün üzücü bir tanığı olarak yaşamını sürdürmesine vicdanı razı idi. Havra yöneticisinin dindar öfkesi alevlenmiş idi; ama bu öfkesi kadına şifa veren Mesih’in gücüne karşı değil, kadını bu duruma getiren şeytanın gücüne karşı olmalı idi.
Ama Rab havra yöneticisine gereken karşılığı verdi: “İsa’nın bu sözleri kendisine karşı gelen herkesi utandırdı. Bütün kalabalık ise O’nun yaptığı görkemli işlerin tümünü sevinç ile karşıladı.” Ne kadar da çarpıcı bir karşıtlık! Bir yanda güçsüz, acımasız ve değersiz bir dinin savunucuları maskeleri düşmüş ve utanç ile zihin karışıklığı ile dolmuş bir haldeler ve öte yanda ise Tanrının Oğlunun görkemli eylemleri ile sevinen bir kalabalık! Tanrının Oğlu onları, şeytanın ezici gücünden kurtarmak için aralarına gelmiş ve yüreklerini Tanrının kurtuluş sevinci ile ve ağızlarını Tanrıya övgü ile doldurmuş idi!
Şimdi okuyucudan bu konu ile ilgili bir başka örneği görebilmesi için Yuhanna müjdesine dönmesini istememiz gerekiyor. Şabat günü ile ilgili karmaşık hale getirilen bu konunun kutsal yazıların ışığında titizlik ile incelenmesi için gayretli bir arzu duymaktayız. Bu konu hakkında ağzı ile iman ikrarında bulunan pek çok Hristiyanın farkında olmadığı pek çok başka şeyin var olduğundan eminiz.
Yuhanna müjdesinin 5.bölümünün ilk ayetlerinde bize İsrail’in durumu ile ilgili oldukça çarpıcı bir olay sunulur. Burada bölümün tamamını inceleme girişiminde bulunmayacağız; yalnızca önümüzdeki konu ile ilgili olan bağlantısına işaret edeceğiz.
Beytesta havuzu ya da “merhamet evi” – hiç kuşkusuz Tanrının, halkına olan merhametinin ifadesi – sefil durumda olan bir kişinin ve genelde İsrail’in durumuna tam bir kanıt teşkil eder. Beytesta havuzunun beş eyvanı altında “kör, kötürüm ve felçli hastalardan oluşan bir kalabalık yatardı” ve havuzun çalkalanmasını beklerler idi. Çünkü Rabbin bir meleği zaman zaman havuzun içine iner ve suyu çalkalar idi. Suyun çalkalanmasından sonra havuza ilk giren, tutulduğu herhangi bir hastalıktan kurtulur idi. Tüm insanlık ailesi ve İsrail ulusu için ne kadar önemli bir örnek! Tanrısal bir bakış açısından görülen ne kadar çarpıcı bir örnek! Kör, kötürüm ve felçli ve suyun çalkalanmasını bekleyen kişiler! İşte insanın gerçek durumu budur, keşke insan bu durumunun farkında olsa idi.
Ama bu hasta ve güçsüz kalabalığın ortasında bulunan bir adam otuz sekiz yıldır hasta yatıyor idi ve Beytesta havuzundan yararlanması mümkün olamamış idi. “Orada otuz sekiz yıldır hasta olan bir adam var idi. İsa hasta yatan bu adamı görünce uzun zamandır bu durumda olduğunu anlayınca, ona ‘İyi olmak ister misin?’ diye sordu. Bu soruda yer alan lütuf ve güç ne kadar önemlidir! Güçsüz insan düşüncelerinin çok ötesine geçen bir soru! Bu hasta adam yalnızca insan yardımını ya da kendi çabası ile havuza girmeyi düşünebiliyor idi. Kendisine bu soruyu soran Kişinin bu havuzun çok üstünde ve ötesinde olduğunu bilmiyor idi; bu Kişi tüm melek hizmetinin ve tüm insan yardımının ve çabasının ötesinde olan Kişi idi; O, gökte ve terde tüm güce Sahip Olan idi. “Hasta adam O’na şöyle yanıt verdi: ‘Efendim, su çalkalandığı zaman beni havuza indirecek kimsem yok, tam gireceğim an benden önce bir başkası giriyor.” Kurallar aracılığı ile kurtulmanın peşinde giden herkes için nasıl da doğru bir örnek! Herkes kendisi için yapabileceğinin en iyisini yapıyor ve diğer insanlar ile ilgilenmiyor. Onlara yardım etmek aklının ucundan bile geçmiyor. “İsa, ona, ‘Kalk, şilteni topla ve yürü’ dedi. Adam o anda iyileşti. Ve o gün Şabat günü idi.” Yuhanna 5: 1-9.
Burada yine insanın Şabat gününü görmekteyiz. Bunun Tanrının Şabat günü olmadığı kesin idi. Sefil durumdaki kalabalık Tanrının tam esenliğinin henüz gelmemiş olduğunun bir kanıtı idi – Tanrının görkemli Şabat günü henüz günah tarafından vurulmuş yeryüzüne inmemiş idi. O parlak gün geldiği zaman kör, kötürüm ya da felçli kişiler Beytesta havuzunun eyvanları altında toplanmayacaklar. Tanrının Şabat günü ve insanın sefaleti birbirlerine tamamen karşıttırlar.
Ama gün insanın Şabat günü idi. Tanrının İbrahim’in soyu – bir zamanlar öyle idi ve yine öyle olacak - ile yapmış olduğu antlaşmanın mührü söz konusu değil idi. Söz konusu olan Tanrının değil, insanın doğruluğu idi. “Yahudi yetkililer iyileşen adama, ‘Bu gün Şabat günü, şilteni toplaman yasaktır’ dediler.” Kendileri, Şabat gününü boş, değersiz ve anlayışsız bir şekilde yerine getirir iken bu hasta adamın haftalardır, aylardır ve yıllardır o şilte üzerinde yatmaya mahkum olmasını hiç kuşkusuz yasal açıdan doğru olarak görüyorlar idi. Eğer ruhsal ışığın tek bir ışınına sahip olsalar idi kendi geleneksel düşüncelerinden çok bir insanın sefaletini, hastalığını ve aşağılanmasını düşünürler idi. Ama onlar tamamen kördüler ve bu yüzden Mesih’in hizmetinin görkemli ürünleri göründüğü zaman bunların yasal olmadıklarını beyan etmek için aşırı bir cürete sahip idiler.
Yalnızca bu kadar da değil; ama aynı zamanda Yahudiler bu yüzden İsa’ya zulüm bile ettiler ve O’nu öldürmek istediler, çünkü O, tüm bu işleri Şabat gününde yapmış idi. Ne garip bir görünüm! Dindar kişiler, evet, din önderleri ve öğretmenleri – Tanrının ağzı ile iman ikrarında bulunan halkının rehberleri, Şabat gününün Rabbini öldürmek istediler çünkü O Şabat gününde her sakat kişiye şifa vermiş idi!
Ama Rabbimizin onlara verdiği karşılığa dikkat edin. “Babam hala çalışmaktadır, ben de çalışıyorum.” Bu kısa ama yeterli ifade bize tüm konunun kökeni ile ilgili bilgi verir. Bize, genelde insanlığın içinde bulunduğu gerçek durumu açıklar ve özellikle İsrail’in durumunu belirtir ve mümkün olan en etkileyici şekilde Rabbimizin yaşamındaki ve hizmetindeki büyük sırrı sunar. O’nun adına övgüler olsun ki O bu dünyaya dinlenmek için gelmedi. Nasıl dinlenebilir idi – insan ihtiyaçlarının ve sefaletinin ortasında iken Şabat günü nasıl dinlenebilir idi? Beytesta havuzunun eyvanları altındaki bu kör, kötürüm ve felçli topluluğun “Yahudilere” Şabat günü hakkındaki düşüncelerinin ne kadar akılsızca olduğunu öğretmeleri gerekmiyor muydu? Çünkü bu topluluk İsrail ulusunun ve tüm insanlık ailesinin durumunu ortaya koyan bir örnek değil miydi? Ve tanrısal sevgi bu tür olayların tam ortasında iken nasıl olur da dinlenebilir idi? Kesinlikle imkansız! Dinlenemez idi! Sevgi yalnızca günah ve acı bulunan bir olayda işçilik yapabilir. Baba, insanın düştüğü andan beri çalışmaktadır. Sonra Oğul işe devam etmek için göründü. Ve şimdi Kutsal Ruh çalışıyor. İçinde bulunduğumuz bu dünyadaki tanrısal düzen dinlenmektir, çalışmak değil. “Böylece Tanrı halkı için bir Şabat günü rahatı kalıyor.” İbraniler 4:9.
Kutlu Rabbimiz İsa Mesih diğer günlerde olduğu gibi Şabat gününde de iyilik yapmaya devam etti. Ve sonunda görkemli kurtuluş işini tamamladıktan sonra Şabat gününü mezarda geçirdi ve haftanın ilk günü ölüler arasından ilk dirilen ve yeni yaratılışın Başı olarak dirildi. Bu planların hepsi Tanrıya ait idi ve bu gerçeğe ekleyebileceğimiz nokta kesinlikle şudur: “günlerin, ayların, zamanların ve yılların” bu gerçeğe uygulanmaları olası değildir. Hiç kimse bir an için bile zamanı gözlemleyerek ölümün ve dirilişin anlamını kavrayamaz. Mesih’in ölümü daha önceki düzenin her şeyine son verdi. Ve O’nun dirilişi Mesih’te bizim olan bu sonsuz gerçekliklerin ışığında ve gücünde yürümek için bizim yüce ayrıcalığımızın olduğu bir başka alanı sunar ve bu alan, dünyevi bir dindarlığın batıl inancalara dayanan gözlemleri ile tam bir zıtlık halindedir.
Ama burada biz konumuz ile ilgili çok ilginç bir noktaya yaklaşmaktayız. Yani, Şabat günü ya da Rabbin günü ya da haftanın ilk günü arasındaki farklılık! Bu ikisi sık sık karıştırılır. Gerçekten inançlı kişilerin dudaklarından sık sık şu ifadeyi işitiriz: “Hristiyan Şabat’ı” – Bu tür bir ifade Yeni Antlaşma’nın hiç bir yerinde bulunmaz. Bazı kişiler belki bu ifadeyi doğru bir anlamda kullanıyor olabilirler. Ama bizim yalnızca doğru anlam peşinden gitmemiz yanlıştır, ama aynı zamanda kendimizi kutsal yazıların öğretişi ile uyumlu olarak ifade etmenin peşinden gitmeliyiz.
Tanrının ve O’nun Mesihinin düşmanının, Hristiyanlığın adetlerine bağlı olan kişiler ile daha çok ilgilendiğinden kuşkumuz yok ve ne yazık ki, bu gerçekten çok azımızın haberi vardır. Ve işte zaten konuyu bu şekilde ciddi hale getiren de budur. Okuyucu belki “Hristiyan Şabat’ı” ifadesinde herhangi bir hata bulmak için titiz davranması gerektiğini düşünebilir. Ama konunun bunun ile hiç bir ilgisi olmadığını bilmesi ve huzurlu olması doğru olandır. Aksine, eğer yalnızca konuyu Yeni Antlaşma’nın ışığında sakin bir şekilde inceler ise o zaman Yeni Antlaşmanın bu konuda yalnızca ilginç değil ama aynı zamanda ağır ve önemli ifadeler içerdiğinin farkına varacaktır. Genelde kullanılan bir söz vardır: “Bir isimde hiç bir şey yoktur.” Ama şimdi önümüzde bulunan ve incelediğimiz konuda bir isimde çok şey vardır.
Daha önce de Rabbimizin, Şabat gününü mezarda geçirdiğini belirtmiş idik. Bu, bize çok derin ve önemli bir geçeği anlatmıyor mu? Bu konuda hiç bir kuşkumuz olamaz. Yeni Antlaşma’da en azından eski şeylerin bir kenara atıldığını ve bir günah ve ölüm dünyası içinde bir Şabat kutlamasının nihai imkansızlığını okuruz. Sevgi, böyle bir dünyada dinlenemez; yalnızca çalışabilir ve ölebilir. Şabat’ın Rabbinin gömülü olduğu mezarın üstünde yazılı olan budur.
Ama haftanın ilk günü hakkında ne diyebiliriz? Bu gün yeni anlamda bir gün değil midir? – Hristiyan Şabat’ı? Ancak Yeni Antlaşma’da konudan asla bu ifade ile söz edilmez. Hatta bu konuda bu tür bir ima dahi asla yer almaz. Eğer Elçilerin İşleri kitabına bakacak olur isek bu konudan çok farklı bir şekilde söz edilen iki nokta göreceğiz. Şabat günü Yahudileri yasa ve peygamberlerin kitaplarından okumak için havralarında bir araya geldiklerini görürüz. Hristiyanları ise haftanın ilk gününde bir arada ekmek bölüp yemek için toplandıklarını okuruz. Bu iki gün Yahudilik ve Hristiyanlık kadar birbirlerinden farklıdırlar. Kutsal yazılarda, Şabat’ın haftanın ilk gününe karışıp birleştiğine dair bir düşüncenin temelinin gölgesi dahi yoktur. Şabat’ın yedinci günden sekizinci güne değiştirildiğine dair en ufak bir yetkili sözcük dahi mevcut değildir. Eğer böyle yetkili sözler olsa idi o zaman bunları üretmekten daha kolay hiç bir şey olamaz idi. Ama kesinlikle tek bir tane dahi yoktur.
Ve şu noktanın hatırlanması gereklidir: Şabat yalnızca bir yedinci gün değil, ama yedinci gündür! Bu noktaya dikkat etmekte yarar var; bazı kişiler huzur diyarına girilmesi için yedinci bir pay verilmesi kaydı ile dini düzenlerin oldukça yeterli oldukları düşüncesine sahiptirler. Ve böylece buna ne ad verildiği önemsenmeksizin farklı uluslar ve farklı din sistemleri kendi Şabat günlerini oluşturmuşlardır. Ancak elbette tüm bunların hiç biri yalnızca kutsal yazılar tarafından öğretiş almak isteyen birini asla tatmin etmeyecektir. Aden’in Şabat’ı yedinci gün idi. İsrail için Şabat yedinci gün idi. Ama sekizinci gün düşüncelerimizi sonsuzluğa doğru yönlendirir ve Yeni Antlaşma’da “haftanın ilk günü” olarak söz edilen ifade çürümez temeli çarmıh ve görkemli bir Baş ve Merkez olan bir diri Mesih ile ilgili şeylerin yeni düzeninin başlangıcını belirtmek için yer alır. Bu günü “Hristiyan Şabat’ı” olarak adlandırmak göksel ve yersel şeyleri birbirine karıştırma çabasından başka bir şey değildir; Hristiyanı, göklerde diriltilmiş ve yüceltilmiş bir Baş olan Mesih ile birlikte sahip olduğu yüce konumdan aşağı indirmektir ve onu Galatya topluluğuna yazarak oradaki imanlıları batıl inançlar konusunda uyaran kutsal elçinin düşünmüş olduğu gibi batıl inançlar ile meşgul etmektir.
Kısaca, “Hristiyan Şabat’ı” ifadesi üzerinde ne kadar derin düşünür isek bu ifadedeki eğilimin Hristiyanlığın pek çok başka şekillerine benzer biçimde şunu yaptığına kanaat getiriyoruz: Hristiyandan, daha önceki Tanrının kilisesinden ve daha sonra devam etmekte olan kilisesinden Yeni Antlaşma’daki tüm farklı gerçekleri çaldığını görürüz. Kilise her ne kadar yeryüzünde ise de, bu dünyadan değildir, aynı Mesih’in de bu dünyadan olmadığı gibi. Orijini ya da başlangıcı gökseldir, özelliği gökseldir; ilkelerinde, yürüyüşünde ve umudunda gökseldir. Kilise, çarmıh ve yücelik arasında durur. Kilisenin varlığının sınırları Kutsal Ruh onu oluşturmak ve Mesih’in gelişinde kendisine almak için aşağı indiği zaman belirlenmiştir.
Hiç bir şey bundan daha güçlü bir şekilde ifade edilemez. Ve bu yüzden Tanrının kilisesine yasal ya da batıl inançlar ile ilgili “günler ve aylar, zamanlar ve yıllar” ekleme girişiminde bulunan kişiler Hristiyanlığın tüm temel konumunu sahteleştirmek peşindedirler; tanrısal açıklamanın saygınlığına leke sürerler ve Tanrının sınırsız lütfu ve Mesih’in tamamlamış olduğu kefaret aracılığı ile imanlıya ait olan konumu ve payı çalarlar.
Okuyucu, bu ifadelerin çok ağır olduklarını mı düşünmekte? Eğer böyle ise o zaman okuyucu lütfen Pavlus’un Koloseliler’e yazdığı mektubun şu harika bölümünü – öyle bir bölüm ki, altın harfler ile yazılmayı hak eder - okusun: “Bu nedenle, Rab İsa Mesih’i nasıl kabul ettiniz ise O’nda öylece yaşayın. Şükran ile dolup taşarak O’nda köklenin ve gelişin. Size öğretildiği gibi imanda güçlenin. Dikkatli olun! Mesih’e değil de insanların geleneğine, dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefe ile ve boş ve aldatıcı sözler ile kimse sizi tutsak etmesin.” – buradaki bileşime dikkat edin; felsefe hakkında hiç de iyi şeyler söylenmiyor! – “Çünkü Tanrılığın tüm doluluğu ( Tanrılık, Theotetos) bedence Mesih’te bulunuyor. Siz de her yönetim ve hükümranlığın Başı olan Mesih’te doluluğa kavuştunuz.”- Bundan daha fazla ne isteyebiliriz ki? – “Ayrıca Mesih’in gerçekleştirdiği sünnet sayesinde bedenin benliğinden soyunarak el ile yapılmayan sünnet ile O’nda sünnet edildiniz. Vaftizde O’nun ile birlikte gömüldünüz ve O’nu ölümden dirilten Tanrının gücüne iman ederek O’nun ile birlikte dirildiniz. Sizler suçlarınız ve benliğinizin sünnetsizliği yüzünden ölü iken tanrı sizi Mesih ile birlikte yaşama kavuşturdu. Bütün suçlarınızı O bağışladı. Kuralları ile bize karşı olan ve aleyhimizdeki yazılı antlaşmayı sildi ve onu çarmıha çakarak ortadan kaldırdı. Yönetimlerin ve hükümranlıkların ellerindeki silahları alıp onları çarmıhta yenerek yenilgilerini açıkça gözler önüne serdi.” Koloseliler 2: 6-15.
Mükemmel ve büyüleyici bir zafer! Tek yönlü kazanılan ve bizim için kazanılan bir zafer! O’nun eşsiz ve paha biçilmez adına evrensel ve sonsuz bir onur! Geriye kalan nedir? “Bu nedenle, kimse yiyecek, içecek, bayram, Yeni Ay ya da Şabat günü konusunda sizi yargılamasın. Bunlar gelecek olan şeylerin gölgesidir; aslı ise MESİH’TEDİR!
Diriltilmiş ve yüceltilmiş bir Mesih’te tam olan ve kabul edilmiş olan kişinin yiyecek, içecek ya da kutsal günler ile ne işi olabilir? Felsefe, gelenek ya da insan dindarlığı böyle bir imanlıya ne yarar sağlayabilir? İman aracılığı ile sonsuz özü kavramış olan birine geçici gölgeler eklenmeye kalkışılması saçma değil midir? Elbette saçmadır ve bu yüzden kutsal elçi sözlerine şöyle devam eder: “Sözde alçakgönüllülükte (çilecilik) ve meleklere tapınmakta direnen ve gördüğü düşlerin üzerinde durarak benliğin düşünceleri ile boş yere böbürlenen ve Baş’a tutunmayan hiç kimse sizi ödülünüzden yoksun bırakmasın. Bütün beden eklemler ve bağlar yardımı ile bu Baş’tan beslenip bütünlenmekte ve Tanrının sağladığı büyüme ile gelişmektedir. Mesih ile birlikte ölüp dünyanın temel ilkelerinden kurtulduğunuza göre, niçin dünyada yaşayanlar gibi, ‘Şunu elleme”, “şunu tatma”, “şuna dokunma” gibi kurallara uyuyorsunuz? Bu kuralların hepsi kullanıldıkça yok olacak nesneler ile ilgilidir. Ve insanların buyrukları ile öğretilerine dayanır. Kuşkusuz bu kuralların uyduruk dindarlık, sözde alçakgönüllülük (çilecilik) ve bedene eziyet açısından bilgece bir görünüşü vardır ama benliğin tutkularını denetleme konusunda hiç bir yararları yoktur.” Koloseliler 2: 18-23.
Bu uzun alıntı için herhangi bir özür sunmaya cüret etmeyeceğiz. Böyle bir düşünce bile bizden uzak olsun! Bu harika bölümü anlayan biri için yalnızca Şabat konusunu değil ama aynı zamanda bu konu ile bağlantısı olan tüm şeylerin sistemi ile de anlamak kolay hale gelecektir. İçinde bulunduğu Mesih’teki konumunun farkında olan imanlı tüm yiyecek ve içecek, günler ve aylar, zamanlar ve yıllar gibi konulara zaten ilgi duymayacaktır; çünkü bu gibi şeyler ile işi kalmamıştır. İmanlının kutsal kutlamalar ve kutsal yerler konusunda hiç bir bilgisi yoktur. İmanlı Mesih ile birlikte bu dünyanın değerleri konusunda ölüdür. Ve böyle olduğu için geleneksel bir dinin tüm düzenlemelerinden kurtulmuştur. İmanlı, yeni ayların, kutsal günlerin ve şabatların yer almadığı cennete, göklere aittir. İmanlı, her şeyi Tanrının sağlamış olduğu yeni yaratık olmuştur. Ve bu yüzden “şuna dokunma, bunu tatma, şuna elleme” gibi ifadelerin içinde hiç bir manevi güç göremez. Bu tür şeylerin onun üzerinde olası bir uygulaması asla olamaz. İmanlının yaşadığı alanda monastisizm ve asetisizm ile ilgili bulutlar, dumanlar ya da sisler asla görülmezler. İmanlı yalnızca benliğe ait olan dindarlığın değersiz tüm biçimlerini terk etmiştir. Ve bunun yerine Hristiyan yaşamının sağlam gerçeklerine sahip olmuştur. Kulakları işitmek için açılmış ve yüreği esin ile yazan elçinin güçlü öğüdünü anlamak için hazırdır. “Mesih ile birlikte dirildiğinize göre, gökteki değerlerin ardından gidin. Mesih orada Tanrının sağında oturuyor. Yeryüzündeki değil, gökteki değerleri düşünün. Çünkü siz öldünüz ve yaşamınız Mesih ile birlikte Tanrı’da saklıdır. Yaşamınız olan Mesih göründüğü zaman siz de O’nun ile birlikte yücelmiş olarak görüneceksiniz. Bu nedenle bedenin eğilimlerini öldürün.” Koloseliler 3:1-4.
Burada dünyasal dindarlığın tüm kısır ve bezdirici biçimleri ile tam bir tezat içinde olan gerçek, pratik ve canlı Hristiyanlığın bazı görkemleri açıklanarak gözlerimizin önüne serilmektedir. Hristiyan yaşamı insanların belirli kurallarının gözlemlenmesini ve yine insanların buyruk ve geleneklerini içermez. Hristiyan yaşamı tanrısal bir gerçekliktir; yürekteki Mesih’tir ve günlük yaşamda Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile Mesih’in görünmesidir. Mesih’in Kendisinin örneği üzerinde biçimlendirilmiş olan yeni yaratıktır ve aile içinde, iş yerinde, diğer kişiler ile olan tüm ilişkilerimizde, kişiliğimizde, ruhumuzda tarzımızda ve her konudaki günlük yaşam öykümüzün anlık en ayrıntılı dakikalarında kendini gösterir. Konu yalnızca bir ağız ile iman ikrarı, ya da bir öğretiş, ya da bir düşünce veya duygu değildir; hatasız ve canlı bir gerçekliktir. Konu, insanın yüreğinde kurulmuş olan tanrının krallığıdır, tüm manevi varlığın üzerinde bereket ile süzülür ve dahiyane etkisini her gün içinde hareket etmek için çağrılmış olduğumuz alanın tümü üzerinde sürdürür. Her yanı dolaşarak iyilik yapan O’nun kutsal ayak izlerinde yürümektir; O’nun gücü ile her tür insan ihtiyacını karşılamaktır; kendisi için değil diğer kişiler için yaşamaktır; hizmet etmek ve vermekten keyif duymaktır ve nerede ezilmiş bir ruh ya da üzgün ve umutsuz bir yürek bulur ise onu teskin etmeye ve ona sempati duymaya hazırdır.
Hristiyanlık budur. Ve ah! Tüm şekillerinde yasacılığın ve batıl inançların bürünmüş oldukları giysilerden ne kadar da farklıdır! Zekice olmayan ve anlamsız bir şekilde günleri, ayları, zamanları ve yılları önemsemek, yiyecek ve içecek ve evlenmek gibi konularda yasaklar koymak ve benzeri kuralların peşinden gitmek, Hristiyanlık ile ilgisi olmayan şeylerdir. Mistik kişinin buharlaşmış düşünceleri, asetik kişinin hüznü ve rahibin inzivası, tüm bunlar gerçek Hristiyanlıktan çok farklıdırlar. Evet, değerli okuyucu, eklemek istediğimiz bir şey daha var: Yeni Antlaşma’nın Hristiyanlığı tüm bu şeylerden tamamıyla farklıdır; tanrısaldır, gökseldir ve yersel ve doğal insanların ortasında ruhsal olarak sergilenir. Yazarın ve bu satırları okuyan okuyucunun kutsal amacının Yeni Antlaşma’nın sayfalarında açıklanan o manevi görkemli Hristiyanlıktan başka hiç bir şey ile tatmin olmamasını diliyorum.
Şabat günü ile ilgili konuya artık daha fazla bir şey eklememize gerek olmadığına inanıyoruz. Eğer okuyucu incelediğimiz bu bölümlerdeki o ayetlerin önemini kavradı ise o zaman Şabat’ın gerçek önemini Tanrının takdir ettiği yollar ile anlamakta zorluk çekmeyecektir. Şabat gününün İsrail ve yeryüzü ile doğrudan bağlantısı olduğunu görecektir – ve Şabat gününün Yehova ve O’nun yersel halkı arasında bir belirti ve halkın manevi durumuna ilişkin güçlü bir deneme olduğunun farkına varacaktır.
Ayrıca İsrail’in Şabat gününü asla yerine getirmediğini, onun önemini asla anlamadığını ve değerini asla takdir etmediğini anlayacaktır. Tüm bunlar şifa işlerinin çoğunu Şabat günü yapan Rabbimiz İsa Mesih’in yaşamında, ölümünde ve hizmetinde görüldü ve Kendisi sonunda o günü mezarda geçirdi.
Sonunda, okuyucu, Yahudi Şabat’ı ve haftanın ilk günü ya da Rabbin günü arasındaki farkı net olarak anlayacaktır. Yeni Antlaşma’da, Rabbin gününden asla Şabat günü olarak söz edilmez. Tam aksine, bu gün sürekli olarak kendisine özgü bir farklılık içinde sunulur. Şabat’ın değiştirilmiş ya da transfer edilmiş olmasından bahsedilmez. Çünkü Şabat Yeni Antlaşma’da artık tamamen yeni bir gündür; kendine özgü bir temele sahiptir ve kendisine özgü bir düşünce biçimi ile Şabat gününü tamamen ayrı ve tek başına olarak geride bırakır. İbrahim’in soyu kendi ülkesinde yenilendiği zaman, Şabat günü kapısı kapanacak.” Egemen rab şöyle diyor: ‘İç avlunun doğuya bakan kapısı altı çalışma günü kapalı, Şabat günü ve Yeni Ay günü ise kapalı kalacak. Önder, Rabbe gönülden verilen yakmalık sunular ya da esenlik sunuları sunacağı zaman doğuya bakan kapı kendisine açılacak. Yakmalık sunuları ya da esenlik sunularını Şabat günü sunduğu gibi sunacak. Sonra dışarı çıkacak ve O çıktıktan sonra kapı kapanacak.” Hezekiel 46: 1,12.
Ancak, Yeni Antlaşma’da söz edilen Rabbin günü ya da haftanın ilk günü ile ilgili bu ilginç konu hakkında birkaç söz daha etmeden bu konuya son vermeyeceğiz. Bu günün her ne kadar Şabat günü ile ilgisi yoksa da ve kutsal günler ya da yeni aylar ile işi olmamasına rağmen Hristiyanlıkta kendisine özgü eşsiz bir yere sahiptir. Yeni Antlaşma’da yer alan kutsal yazılardaki çeşitli bölümlerde bu durum aşikar olarak görünür.
Rabbimiz o gün ölümden dirildi. Ve o gün defalarca öğrencileri ile görüştü. Troas’ta elçi Pavlus ve kardeşler o gün yani haftanın ilk günü ekmek bölmek için bir araya toplandılar. Elçilerin İşleri 20:7. Elçi tüm bu konularda Korintlilere her zaman öğretiş yazar; onlara Rabbimiz İsa Mesih’in adını her yerde anmalarını ve sunularını o gün sunmalarını bildirir; böylece bize öğrettiği şudur: haftanın ilk günü Rabbin halkı için Rabbin sofrasını kutlamak üzere toplandıkları özel gündür ve o günde aynı zamanda tapınır, paydaşlıkta bulunur ve birbirlerine hizmet ederler idi. Kutsal elçi Yuhanna bize o gün Kutsal Ruh’un etkisinde bulunduğunu ve Tanrının Kitabının son bölümünde yer alan o harika açıklamayı aldığını özel bir şekilde ifade eder. 6
Böylece ayetler aracılığı ile bir kanıta sahip olmuş oluyoruz. Öyle ki, Rabbin gününün sıradan günler seviyesine indirilmemesi gerektiğini her dindar zihne yeterli bir şekilde kanıtlayacak gerçeği vurgulanmış oluyor. Gerçek imanlı açısından ne Yahudi Şabat’ı ne de öteki ulusların Pazar günü önem taşır. Çünkü asıl olan Rabbin günüdür; Tanrı halkı bu günde minnet ve şükran ile O’nun Sofrası etrafında toplanır ve O tekrar gelinceye kadar O’nun ölümünü ortaya koyan bu harika sofrayı yerine getirirler.
Şimdi, haftanın ilk günü ile bağlantısı olan yasal bir tutsaklık ya da batıl inancın mevcut olmadığını söylememize gerek yok. Bu şekilde konuşmak ya da bu şekilde düşünmek o gün ile bağlantısı olan gerçeklerin tüm çapını inkar etmek olacaktır. Günün kutlanması ile ilgili doğrudan bir buyruğa sahip değiliz ama bölümler daha önceden de her ruhsal zihin için yeterliliğin varlığına işaret etmişler idi. Ve ayrıca, tanrısal doğanın iç güdülerinin her gerçek imanlıya Rabbin gününü onurlandırması ve sevmesi yönünde rehberlik edecektir. İmanlı bu saygıların en büyüğü ile Tanrıya tapınmak ve hizmet etmek için ayıracaktır. Mesih’i sevdiğini ağzı ile ikrar eden bir kişinin Rabbin gününde, işi ile meşgul olması ya da gereksiz bir yolculuk yapması bizim yargımıza göre her dindar duyguya iğrenç gelecektir. Biz bu günün doğal şeylerin vereceği rahatsızlıktan mümkün olduğu kadar uzak kalıp dinlenerek geçirilmesi gereken bir kutsal ayrıcalık olduğuna inanıyoruz ve Rabbin gününün saatlerini O’na ve O’na hizmet etmeye adamayı seçiyoruz.
Bu konuda, belki, imanlının yaşamının her gününü Rabbe adayarak geçirmesi gerektiği söylenebilir. Şurası kesindir ki, biz en tam ve en yüce anlamı ile Rabbe aitiz. Sahip olduğumuz ve olduğumuz her şey O’na aittir. Yaptığımız her şeyi O’nun adında ve Baba’nın yüceliği için yapmaya çağrıldık. O’nun gözünün önünde ve O’nun kutsal adına saygı duyarak, satın almak ve satmak, yemek ve içmek ve yaptığımız her işe devam etmek gibi yüce bir ayrıcalığa sahibiz. Rabbin bereketini isteyerek tam bir güvence içinde hafta içindeki herhangi bir günde bu ayrıcalığımızı kullanabiliriz.
Tüm bunların hepsi tamamen kabul edilebilir. Her gerçek imanlı bu gerçeklere sevinç duyarak sahiptir. Ama aynı zamanda Yeni Antlaşma’yı okuduğumuz zaman Rabbin gününün eşsiz bir yere sahip olduğunu görmememiz imkansızdır. Bu gün bizim için çok farklı bir şekilde belirtilmiştir. Ve bu gün, haftanın bir başka günü için adil olarak iddia edilemeyecek şekilde bir öneme ve değere sahiptir. Gerçekten de tüm bunların doğru olduklarından o kadar eminiz ki, bir İngiliz yasası gibi katı olmasa bile Rabbin gününün yerine getirilmesi gerekir; kesinlikle kaçınılmaz olanların dışında bu günde iş ile ilgili tüm meşguliyetlerden uzak kalmak bizim hem kutsal görevimiz hem de kutsal ayrıcalığımız olmalıdır.
Tanrıya şükürler olsun ki, Rabbin gününün kutlanması İngiliz yasasında yer alan bir konudur. Bu durum Rabbin uğruna bu günü seven herkes için önemli bir merhamettir. Bu günü dünyanın kavrayışından uzak olarak O’nun yüce iyiliğinde geçirmek ve halkına ihsan ettiği işlerden o gün sıyrılarak O’na tapınmaya ve O’nun işine adanmak bizim için doğru ve yararlı olandır.
Dünyasal her şeyden uzaklaşıldığı Rabbin günü ne büyük bir lütuf ve ne büyük bir nimettir! Eğer o gün olmasa idi ne yapar idik? Tüm haftanın zahmetinden sonra ne kadar bereketli bir ara veriş! Ruhsal zihin için ne kadar tazeleyici bir uygulama! Rabbin sofrasının etrafında O’nu anmak için toplanmak, O’nun ölümünü hatırlamak ve O’nun övgüsünü kutlamak! Müjdeci, çoban, öğretmen, Pazar okulu işçisi ya da bölge distribütörü Rabbin günündeki çeşitli hizmetlerden ne kadar da keyif alırlar! Hangi insan dili tüm bu şeylere duyulan ilgiyi ve bunlara verilen değeri tam olarak ortaya koyabilir? Rabbin gününün Tanrının hizmetkarları için bedensel bir dinlenmeden başka bir şey olmadığı gerçektir. Aslına bakılacak olur ise insanlar bu günde genellikle haftanın diğer günlerinde olduklarından çok daha fazla yorgundurlar. Ama, ah! Bu bereketli bir yorgunluktur; keyifli bir yorgunluktur; Tanrının halkı için ayrılmış olan huzur diyarında parlak ödülünü alacak olan bir yorgunluk!
Sevgili imanlı okuyucu, o zaman bir kez daha Rabbin gününün bu bereketi için yüreklerimizi bir övgü notası ile yukarı doğru kaldıralım. O, bu bereketli güü, tekrar gelinceye kadar kilisesi için sürdürsün! Her Şeye Yeten Gücü aracılığı ile İngiliz yasasının Rabbin günü ile ilgili olarak kaldırmış olduğu engelleri uzaklaştırmaya çalışan her sadakatsizin ve ateistin çabasını bozguna uğratsın. Bu engellerin kaldırıldığı gün gerçekten de İngiltere için üzücü bir gün olacaktır.
Belki bazı kişiler şöyle diyebilirler: Yahudi Şabat’ı ortadan kaldırıldı ve bu yüzden artık bağlayıcı değildir. Ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanların pek çoğu bu düşünceyi kabul etmişlerdir ve Pazar günleri parkların ve halkın dinleneceği yerlerin açılması için talepte bulunmuşlardır. Ne yazık! Bu tür kişilerin ne yapmak istedikleri ve neyin peşinde oldukları kolaylıkla anlaşılmaktadır. Onlar benliğin tutkularına bir izin oluşturmak için yasayı bir kenara atmaktadırlar. Herhangi birinin yasadan özgür kılınabilmesi için tek yolun yasanın karşısında ölmek olduğunu anlamazlar ama eğer yasa karşısında ölü olduklarını kabul etseler idi aynı zamanda günah karşısında ölü ve dünya karşısında ölü olduklarını da anlayacaklar ve bu bereketli gerekliliğin deneyimini yaşayabilecekler idi.
Bu durum, konuyu tamamen farklı bir mesele haline getirir. Tanrıya şükürler olsun ki imanlı yasa karşısında özgürdür ama eğer yasa karşısında özgür ise bu özgürlüğünü Rabbin gününde ya da herhangi bir günde kendisini eğlendirmesi ya da kendisine çıkar sağlaması için kullanması yanlıştır! Yasa karşısında özgür olan bir imanlı, Tanrı için yaşamak üzere yasa karşısında ölüdür! “Tanrı için yaşayabilmek üzere yasa aracılığı ile yasa karşısında ölüyüm.” İmanlının üzerinde bulunduğu temel işte budur. Ve bu temel üzerinde durabilecek olan kişiler yalnızca gerçekten Tanrıdan doğmuş olan kişilerdir. Dünya bu konuları anlayamaz; aynı şekilde Rabbin gününün kutsal ayrıcalıklarını ve ruhsal uygulamalarını da anlayamaz.
Tüm bunlar doğrudur ve gerçektir; ama aynı zamanda tamamen emin olduğumuz bir konu var ve o da şudur: eğer İngiltere Rabbin gününü çevreleyen engelleri ortadan kaldırmış olsa idi bir ülke olarak çok uzun zamandır kendisine bir özellik vermiş olan o din mesleğinin terk edilişinin melankolik bir kanıtını meydana getirmiş olur ve bunun sonucunda da sadakatsizlik ve ateizm yönüne sürüklenmiş olur idi. İngiltere’nin Hristiyan bir ülke olma konumunda almış olduğu kararın ciddi ağırlık taşıyan gerçeğini gözden kaybetmememiz gerekir – Tanrının Sözü tarafından yönetilmeyi istediğini ortaya koyan bir ülke. İşte bu nedenle İngiltere putperestlik iğrençliğinin karanlık gölgelerine sarınmış ülkelerden çok daha fazla bir sorumluluk taşımaktadır. Biz, ulusların bireyler gibi yaptıkları meslekten sorumlu tutulmaları gerektiğine inanıyoruz. Ve bu yüzden ağızları ile iman ikrarında bulunan ve kendilerini Hristiyan olarak adlandıran o ülkelerin yalnızca yaratılışın ışığı aracılığı ve Musa’nın yasası aracılığı ile değil ama aynı zamanda ağızları ile ikrar ettikleri Hristiyanlığın tam kuşatan ışığı aracılığı ile de yargılanacaklarını düşünüyoruz – sahip oldukları o kutsal kitabın sayfaları içinde bulunan tüm gerçek aracılığı ile ve bu kitap hakkında söyledikleri övgü ile yargılanmaları gerekir. Putperestler yaratılışın temelinde yargılanacaklar; Yahudi, yasa temelinde; ismen Hristiyan Hristiyanlığın gerçeğinin temeli üzerinde yargı görecektir.
Şimdi bu çok önemli gerçek İngiltere’nin konumunu ve ağzı ile iman ikrarında bulunan tüm diğer Hristiyan ulusları olabilecek en ciddi şekilde etkileyecektir. Tanrının onları ağızları ile söyledikleri temelinde değerlendireceği mutlak bir kesinlik taşır. Ne dediklerini anlamadıklarını söylemenin bir yararı yoktur. Çünkü onların anlamadıkları ve inanmadıkları bir şeyi söylemenin ne yararı olabilir ki? Ama onların anladıklarını ve inandıklarını söyledikleri bir gerçektir ve işte bu gerçek aracılığı ile yargı göreceklerdir. Onlar şu bilinen ifade ile övünürler: “Protestanların dini, Kutsal Kitap ve yalnızca Kutsal Kitap’tır.”
Eğer durum böyle ise o zaman İngiltere’nin açık bir Kutsal Kitap standardı tarafından yargı göreceği düşüncesi ne kadar da ciddi bir düşüncedir! İngiltere’nin yargısı ne olacaktır? Onun sonu ne olacaktır? Bu konu üzerinde derin düşünen herkes dehşete düşüren yanıt ile ilgilenmelidir.
Şimdi, Şabat günü ve Rabbin günü ile ilgili çok derin bir ilginçliğe sahip bu konudan başka bir konuya geçmemiz gerekiyor. Ve bu kısmı okuyucumuz için, bölümümüzün sona erdiği dikkat çekici bir paragraftan alıntı yaparak sona erdireceğiz. Bu konu artık daha uzun bir yorum ihtiyacı gerektirmiyor ama biz bu “Yasanın tekrarı Hakkında Notlar”ın okuyucuya kitabın kendisinden alınmış pek çok alıntı vermekte yarar görüyoruz, öyle ki okuyucu elinde tuttuğu kitabı bir kenara koyma zahmetine dahi girmeksizin Kutsal Ruh’un birebir sözleri ile karşı karşıya kalabilsin!
Yasayı veren, on buyruğu halkın önüne koyduktan sonra onlara yasanın verilişine eşlik eden ciddi koşulları hatırlatmak için onların hem duygu hem de sözlerine önem vererek ilerler.
“Rab bu sözleri dağda ateşin, bulutun ve koyu karanlığın içinden bütün topluluğunuza yüksek ses ile söyledi. Başka bir şey eklemedi. Sonra bunları iki taş levha üzerine yazıp bana verdi. Dağ alev alev yanar iken karanlığın içinden karanlığın içinden sesi duyduğunuz zaman, tüm oymak başlarınız ve ileri gelenleriniz ile bana yaklaştınız. ‘Tanrımız Rab bize büyüklüğünü ve yüceliğini gösterdi. Ateşin içinden sesini duyduk. Bu gün Tanrının insan ile konuştuğunu ve ölmediğini gördük. Neden şimdi ölelim? Bu büyük ateş bizi yakıp yok edecek. Tanrımız Rabbin sesini bir daha duyar isek öleceğiz. Ateşin içinden seslenen, yaşayan Tanrının sesini bizim gibi duyup da sağ kalan var mı? Sen git, Tanrımız Rabbin söyleyeceklerini dinle. Sonra Tanrımız Rabbin bütün söylediklerini bize anlat. Biz de kulak verip uyacağız’ dediniz. Rab benim ile yaptığınız konuşmayı duyduğu zaman şöyle dedi: ‘Bu halkın sana neler söylediğini duydum. Bütün söyledikleri doğrudur. Keşke benden korksalar idi ve tüm buyruklarıma uymak için her zaman yürekten istekli olsalar idi! O zaman kendilerine ve çocuklarına sürekli iyilik gelir idi. Git ve onlara çadırlarına dönmemelerini söyle. Ama sen burada yanımda dur. Sana bütün buyrukları, kuralları ve ilkeleri vereceğim. Bunları halka sen öğreteceksin. Öyle ki, mülk edinmek için kendilerine vereceğim ülkede hepsine uysunlar.’ Tanrınız Rabbin size buyurduklarına uymaya özen gösterin. Onlardan sağa sola sapmayın. Öyle ki, mülk edineceğiniz ülkede sağ kalasınız ve başarılı ve uzun ömürlü olasınız.” Yasanın Tekrarı 5:22-33.
Burada, Yasanın Tekrarı kitabının büyük ilkesi alışılmamış bir ışıltı ile parlıyor. Bu harika bölümden biraz önce alıntısı yapılan ve yürekten çıkan şu dokunaklı ve güçlü sözler insanı düşündürüyor! “Ah, keşke benden korksalar idi ve bütün buyruklarıma uymak için her zaman yürekten istekli olsalar idi! O zaman kendilerine ve çocuklarına sonsuza kadar iyilik gelir idi!”
Çok değerli sözler! Bize, çok bereketli bir şekilde, imanlılar olarak her gün yaşamaya çağrıldığımız o yaşamın gizli kaynağını gözlerimizin önüne sermektedirler. Basit, sade ve tam itaat yaşamı; yani, Rabden korkan ya da O’na tapınan bir yürek – aşağılık bir ruh ile O’ndan korkmak değil, burada kast edilen, Kutsal Ruhun yüreklerimize bol bol dökmüş olduğu tüm o gerçek, derin ve hayran kalınacak sevgi ile O’na tapınmak, çünkü sevgide korku yoktur! Bizi seven Babamızın yüreği bundan zevk alır. Babamızın bize söylediği söz şudur:” Oğlum, yüreğini bana ver.” Yüreğin O’na verildiği her yerde her şey sevecen bir manevi düzen içinde ilerler. Seven bir yüreğin en derin sevinci Tanrının tüm buyruklarına itaat etmektir. Ve Tanrı için seven bir yürekten kaynaklanan daha değerli herhangi hiç bir şey yoktur. Yaşam ile ilgili her şeyin kaynağı yürektir ve bu yüzden eğer yürek Tanrının sevgisi ile yönetilir ise o zaman O’nun tüm buyruklarına sevgi ile karşılık verilecektir. O’nun buyruklarını seviyoruz çünkü O’nu seviyoruz. O’nu seven yürek için O’nun her sözü değerlidir. Her kuralı, her ilkesi ve her yargısı, kısaca O’nun tüm yasası sevilir ve ona saygı duyulur ve itaat edilir, çünkü bunlar O’nun adını taşırlar ve O’nun yetkisi bunlara eklidir.
Okuyucu, Mezmur 119’da şimdi önümüzdeki özel konu ile ilgili alışılmamış güzellikte bir örnek bulacaktır – yukarda alıntısı yapılmış olan sözlere bereketli bir şekilde yanıt veren çok çarpıcı bir örnek; “Ah, keşke benden korksalar idi ve bütün buyruklarıma her zaman uymak için yürekten istekli olsalar idi.” Derin, hatasız ve sürekli zevkini Tanrının yasasında bulan bir canın sevgi dolu soluğu! Bu değerli yasa ile ilgili farklı başlıklar altında en az yüz yetmiş ima bulunmaktadır. Bu harika Mezmurda (119) şu aşağıdaki zengin ve muhteşem sözleri buluruz:
“Aklımdan çıkarmam sözünü, sana karşı günah işlememek için.” (ayet 11) “Sevinç duyuyorum öğütlerini izler iken, sanki benim oluyor bütün hazineler.” (ayet 14) “Koşullarını derin derin düşünüyorum yollarını izler iken.” (ayet 15) “zevk alıyorum kurallarından. Sözünü unutmayacağım.” (ayet 15) “Canım tükeniyor, her an hükümlerini özlemekten.” (ayet 20) “Öğütlerin benim zevkimdir ve bana akıl verirler.” (ayet24) “Öğütlerine dört el ile sarıldım, ya Rab!” (ayet 31) “Çok özlüyorum senin koşullarını!” (ayet 40) “Senin sözüne güvenirim” (ayet 42) “Senin hükümlerine umut bağladım.” (ayet43) “Senin buyruklarından zevk alıyor ve onları seviyorum.” (ayet 47) “Verdiğin hükümleri anımsayınca avundum, ya rab.” (ayet 52) “Senin kurallarındır ezgilerimin konusu konuk olduğum bu dünyada.” (ayet 54) “Senin öğütlerine göre adım attım.” (ayet 59) “İnanıyorum buyruklarına.” (ayet 66) “Ağzından çıkan yasa benim için binlerce altın ve gümüşten daha değerlidir.” (ayet 72) “Senin sözüne umut bağladım.” (ayet 74) “Yasandan zevk alıyorum” (ayet 77) “Gözümün feri sönüyor söz verdiklerini beklemekten.” (ayet 82) “YA Rab, sözün göklerde sonsuza kadar duruyor. Sadakatin kuşaklar boyu sürüyor.” (ayet 89,90) “Koşullarını asla unutmayacağım.” (ayet 93) “Senin koşullarına yöneldim.” (ayet 94) “Ben senin öğütlerini inceliyorum.” (ayet 95) “Senin buyruğun sınır tanımaz.” (ayet 96) “Ne kadar severim yasanı; bütün gün düşünürüm onun üzerinde.” (ayet 97) “Ne tatlı geliyor verdiğin sözler damağıma, baldan tatlı geliyor ağzıma!” (ayet 103) “Öğütlerin sonsuza dek mirasımdır. Yüreğimin sevincidir onlar.” (ayet 111) “Her zaman kurallarını dikkate alayım.” (ayet 117) “Bu yüzden senin buyruklarını altından, saf altından daha çok seviyorum.” (ayet 127) “Koyduğun koşulların hepsini doğru buluyorum.” (ayet 128) “Harika öğütlerin var.” (ayet 129) “ağzım açık, soluk soluğayım, çünkü buyruklarını özlüyorum.” (ayet 131) “Hükümlerin doğrudur.” (ayet 137) “Buyurduğun öğütler doğru ve tam güvenilirdir.” (ayet 138) “Sözün çok güvenilirdir.” (ayet 140) “Bütün buyrukların gerçektir.” (ayet 151) “Doğru hükümlerinin tümü sonsuza dek sürecektir.” (ayet 160) “Yüreğim senin sözün ile titrer.” (ayet 161) “Ganimet bulan biri gibi verdiğin sözlerde sevinç bulurum.” (ayet 162) “Yasanı sevenler büyük esenlik bulurlar.” (ayet 164) “Öğütlerine candan uyar ve onları çok severim.” (ayet 167) “Senin koşullarını seçtim ben. “(ayet 173) “Yasan zevk kaynağımdır.” (ayet 174).
Tanrı sözü gerçekten de yüreğe iyi gelir ve ruhu tazeler; Rabbimizin kendisinin bedende yaşadığı günlerde sözler ile uyumlu olan pek çok sözü bu Mezmur’da okuyabiliriz. Rabbimiz İsa Mesih her zaman Söz’e güvenerek ve ona dayanarak yaşadı. Söz, O’nun canının yiyeceği idi; yürüdüğü yolun yetilisi idi ve hizmetinin malzemesi idi. Şeytanı Söz aracılığı ile uzaklaştırdı ve yine Söz aracılığı ile Sadukileri, Ferisileri ve Herod yanlılarını susturdu. Öğrencilerine Söz aracılığı ile öğretti. Göklere alınmak üzere iken hizmetkarlarına söz aracılığı ile buyruk verdi.
Tüm bunların hepsi bizim için ne kadar da önemlidir! Ne kadar yoğun bir ilginçliğe sahiptir! Kutsal yazılara verilen yer ne kadar önemlidir! Çünkü biz, Mezmur 119’dan seçilip ayrılmış tüm bu altın değerindeki ayetleri önümüze getiren esin ile yazılmış bu bereketli bölümü hatırlıyoruz. Rabbimizin kendisinin bu kutsal yazıları her yerde kullanması, onlara verdiği önemli yer ve onlara duyduğu büyük saygı bizi nasıl da güçlendirir, tazeler ve bize nasıl da cesaret kazandırır! O, her fırsatta kutsal yazıları tanrısal bir yetki olarak kullanmıştır! O’nun Kendisi her şeyin üzerinde olan Tanrı olarak Kitap’ın Yazarı olmasına rağmen yeryüzünde insan olarak yerini aldıktan sonra insanın bağlı bulunduğu görevin ve yüce ayrıcalığın Tanrının Sözü aracılığı ile yaşamak olduğunu mümkün olan tam bir sadelik ile ortaya koymuştur. Tanrının Sözü aracılığı ile yaşamak, yani, Söz’ün tanrısal yetkisine saygılı bir teslimiyet ile boyun eğmek.
Ve burada aynı zamanda sadakatsizlik ile çok sık sorulan bir soruya verilecek tam bir yanıta sahip değil miyiz? “Kutsal Kitap’ın Tanrının sözü olduğunu nereden biliyoruz?” Eğer Mesih’e gerçekten inanıyor isek; eğer O’na Tanrının Oğlu olarak sahip isek ve bedende görünen Tanrı olduğuna ve hem yüzde yüz Tanrı hem de yüzde yüz İnsan (günahsız) olduğuna inanıyor isek o zaman bu tanrısal Kişi’nin sürekli olarak Musa’nın ve peygamberlerin kitaplarına ve Mezmurlara tanrısal bir standart olarak başvurduğu gerçeğinin manevi gücünü görme konusunda başarısız olamayız. O, kutsal yazıların Tanrının Sözü olmaları gerektiğini bilmiyor muydu? Hiç kuşku yok ki, biliyor idi. Kutsal yazıları veren Tanrı olan Kendisi idi; İnsan olarak kutsal yazıları kabul etti, onlar aracılığı ile yaşadı ve onların üstün yetkisine her konuda sahip çıktı.
Burada ağzı ile iman ikrarında bulunan kilise için ne kadar ağır bir gerçek mevcuttur! Kutsal yazıların esin ile yazıldıklarına dair büyük temel gerçek ile ve özellikle Musa’nın beş kitabının doğruluğunu sorgulama ve gerçek ile oynama küstahlığını göstermiş bulunan sözde Hristiyan doktorlar ve yazarların tümü için ne kadar yerinde bir azarlama! Kilisenin ağzı ile iman ikrarında bulunan öğretmenlerinin Rabbimiz ve Efendimizin kabul ettiği ve tanrısal olarak sahip çıktığı yazıların doğruluğuna gölge düşürmek için küstahlık ettiklerini düşünmek ne kadar dehşet verici bir durumdur!
Ve hala bize söylenen ve inanmamızın beklendiği bu küstahlıklar gelişme göstermektedirler. Ne kadar yazık! Ne kadar sefilce bir aldatma! Törenciliğin alçaltıcı saçmalıkları ve sadakatsizliğin küfürbaz mantıksızlıkları çevremizde hızla artış göstermektedirler ve bu etkilerin gerçekten baskın olmadıkları yerlerde büyük ölçüde soğuk bir kayıtsızlığı, dünyaya düşkünlüğü, kendi çıkarlarının ardından gitmeyi ve kısaca herhangi bir şeyde ve her şeyde bu küstahça gelişmenin kanıtını gözlemlemekteyiz. Eğer insanlar bir yandan sadakatsizlik aracılığı ile ve bir yandan da törencilik aracılığı ile gerçekten uzağa yönlendirilirler ise o zaman herhangi bir şeyden daha çok eğlence ve kazanç ile gereğinden fazla meşgul olurlar. Ve günün dini konusuna gelince eğer parayı ve müziği bu meşguliyetlerin arasından çıkartır iseniz üzüntü veren yüzeysel ve önemsiz bir dengeye sahip olunacaktır.
İşte bu yüzden gözlem ve deneyimin birleşik tanıklığının gelişmekte olan şeyler konusuna doğrudan karşı olduğu kanaatini silkip atmak imkansızdır. Gerçekten de, böylesine aksi bir kanıt alayının önünde böyle bir teoriye yapışmak herkes için yalnızca en hesaplanamaz bir durumun meyvesi olarak görülebilir.
Ama belki de bazı kişiler gözlerimizin gördüğüne göre yargılamamamız gerektiğini söylemek zorunda hissedebilirler; umutlu olmamız gerekir. Umutlu olmamız için gerçekten de tanrısal bir güce sahip olmamız gerekir. Eğer kutsal yazıların tek bir satırı değerlerin mevcut sisteminin dini, politik, manevi ya da sosyal açıdan dereceli gelişimi aracılığı ile işaret etmesi gerektiğini kanıtlamak için üretilebilecek olur ise o zaman kesinlikle umutlu olalım. Evet, umut umuda karşı. Esinin tek bir cümlesi bile yüreği, en karanlık ve en bunaltıcı çevrelerin üzerine kaldıracak bir umudun temelini teşkil edebilecek yeterliliğe sahiptirler.
Ama bu tür bir cümlenin nerede bulunması gerekir? Çok basit, hiç bir yerde! Başından sonuna kadar Kutsal Kitap’ın tanıklığı; başlangıçlarından sonlarına kadar kutsal yazıların farklı öğretişleri; peygamberlerin ve elçilerin kesintisiz bir uyum içindeki sesleri ve sözleri; hepsi de tek bir farklı nota olmaksızın hali hazırdaki değer koşullarının dereceli bir gelişmenin çok ötesinde olarak karşı yanıt verilemeyecek mükemmellikte bir netlik ve güç ile kanıt teşkil ederler. Bin yıllık dönemin görkeminin parlak ışınları inlemekte olan bu yeryüzünü sevindirebilir; yargı kılıcının dehşet veren işini yapması gerekir. İddiamız ile ilgili olarak bölümlerden alıntı yapmaya kalkar isek bu alıntılar bir kitabın içeriğini tam olarak doldurabilirler. Ve içerik yalnızca Eski ve Yeni Antlaşma’nın peygamberlik ile ilgili kutsal yazılarının geniş bir bölümünün kopyası olacaktır.
Elbette bu tür bir girişimde bulunmayacağız. Buna gerek yok. Okuyucu önünde Kutsal Kitap’ına sahip; onu gayret ile araştırsın. Ön yargılı tüm düşüncelerini, Hristiyanlığın tüm kuralcılığını, dindar dünyanın tüm sıradan ifade tarzını, teoloji okullarının tüm öğretişlerini bir kenara bıraksın ve bir çocuğun yürek sadeliği ile kutsal yazıların saf kaynağına gelsin ve onun göksel öğretişinden içsin. Eğer yalnızca bunu yapacak olur ise yapacağı çalışmadan net ve oturmuş bir zihinsel kanaat ile kalkacağı kesindir. Yeryüzünü yücelik için hazırlayacak olan yıkım cadısının çalı süpürgesi değil, esenliğin müjdesidir.
O zaman yapılmakta olan iyiliği inkar mı ediyoruz? Bu iyiliğe karşı duyarsız mı kalıyoruz? Bu tür bir düşünce bizden uzak olsun! Müjdenin her bir zerresi için Tanrıya yürekten şükrediyoruz. Tanrı lütfunun değerli müjdesinin yayılması için ortaya konan her çaba ile seviniyoruz. Tanrının kurtarışının bereketli dairesi içinde toplanmış olan her can için teşekkür sunuyoruz. Yeryüzünde dağıtılmış olan seksen beş milyon Kutsal Kitap’ı düşünmekten keyif alıyoruz. Hangi insan zihni tüm bunların sonuçlarını hesap edebilir? Evet, tek bir kopyanın bile sonuçlarını kim hesap edebilir? Tanrının her içten yürek ile verilen hizmeti, kurtuluşun sevinçli haberleri ile Londra’nın dar sokaklarına ve avlularına ya da yeryüzünün en uzak köşelerine giden müjdecileri hızlandırmasını canı gönülden diliyoruz.
Ama tüm bunları içten bir yürek ile itiraf etmemize rağmen yine de şimdi dünyada işlemekte olan aracıların yeterliliğine inanmıyoruz. Kutsal yazılar bize dünyada yaşayanların doğruluğu öğreneceği zamanın yeryüzüne tanrısal yargıların geldiği vakit gerçekleşeceğini söyler. Esin ile yazdırılmış olan bu tek cümlenin dünyanın tövbe etmesinin müjde aracılığı ile olmayacağını kanıtlamak için yeterli olması gerekir. Ve aynı dili konuşan ve aynı gerçeği öğreten yüzlerce cümle mevcuttur. Dünyada yaşayan kişiler doğruluğu lütuf aracılığı ile değil, ama yargı aracılığı ile öğreneceklerdir.
O zaman bu durumda müjdenin objesi nedir? Eğer müjde dünyanın tövbe etmesi için değil ise hangi amaç ile vaaz edilir? Elçi Yakup, Yeruşalim’deki unutulmaz konseyinde hitap eder iken bu soruya doğrudan ve sonucu belirleyen bir yanıt verir. Şöyle der: “Simun Petrus Tanrının önce diğer uluslardan olanları nasıl ziyaret ettiğini anlattı.” Hangi amaç ile? Hepsinin tövbe etmesi için mi? Tam aksine; “onlar arasından Kendi adını taşıyan bir halk çıkarmak amacı ile.” Hiç bir şey bundan daha belirgin ifade edilemez. Bu, önümüze tüm hizmet çabasının büyük objesinin ne olması gerektiğini koymaktadır – yani Tanrı tarafından gönderilen ve tanrısal öğretiş almış görevli yaptığı tüm bereketli işlerde bu ifadeyi ya da amacı göz önünde tutacaktır. Amaç, “Kendi adını taşıyan bir halk çıkarmak.”
Bu amacı hatırlamak çok önemlidir! Yaptığımız tüm işlerde önümüzde her zaman duran gerçek bir objeye sahip olmaya nasıl da ihtiyacımız vardır! Sahte bir obje için çalışmanın nasıl bir yararı olabilir ki? O zaman Tanrının ne yaptığına ilişkin doğrudan bir görüş ile çalışmak çok daha iyi değil midir? Böyle yapıldığı zaman bu, görevlinin enerjisini sakatlar mı ya da işindeki tanrısal amacı görmesine engel olur mu? Kesinlikle olmaz. İki görevlinin öyküsünü örnek olarak alalım: birinin objesi dünyanın tövbe etmesidir; diğerinin objesi ise bir halkın bireylerini toplamaktır. İkinci görevlinin objesi nedeni ile ilk görevliden daha az adanmış, daha az enerjik ve daha az hevesli mi olacaktır? Böyle olacağına inanamayız. Aksine, tanrısal zihnin akışındaki varlığının kesin gerçeği yaptığı işe denge ve süreklilik katacaktır. Ve aynı zamanda kendisini çevreleyen zorluk ve engeller ile karşılaştığı zaman yüreğini teşvik edecektir.
Ama, bu nasıl olur ise olsun, Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in elçilerinin dünyanın tövbe etmesi için görevlerini yerine getirmeye giderler iken böyle bir objeye sahip olmadıklarını ortaya açıkça koymaktadır. “İsa onlara şöyle buyurdu: ‘Dünyanın her yanına gidin. Müjdeyi bütün yaratılışa duyurun. İman edip vaftiz olan kurtulacak, iman etmeyen ise hüküm giyecek.” Markos 16:15,16.
Bu buyruk on iki elçiye verildi. Dünya onların hizmet alanları olacak idi. Mesajlarının konusu yaratılmış olan her insan idi. Mesaja inanan kurtulacaktı. Bu konu her şeyden önce bireysel bir konu idi. Onların objesi tüm dünyanın tövbe etmesi değil idi. Bu, tamamen farklı bir aracı tarafından etkilenecek idi ve Tanrının müjde aracılığı ile hali hazırdaki eylemi gökler için bir halkın seçilmesi ile sonuçlanacak idi. 7 Kutsal ruh Pentikost gününde aşağı geldi; amacı dünyaya tövbe ettirmek değil, dünyayı “ikna etmek” (elenxei, ἐλέγξει) idi. Ya da Tanrının Oğlunu reddeden dünyaya suçunu sergilemek idi. 8 Kutsal Ruhun varlığının etkisi dünyaya suçlu olduğunu kanıtlamak idi. Ve O’nun görevinin büyük objesi ise hem Yahudiler hem de öteki uluslar arasında imanlılardan oluşan bir beden teşkil etmek idi. Kutsal ruh son on sekiz yüz yıldır bu konu ile meşgul olmaktadır. Elçi Pavlus’un bir elçi yapılmasının “sırrı” budur ve Pavlus bu sırrı Efesliler’e yazdığı mektupta öylesine tam ve bereketli bir şekilde açıklar ki! Bu harika belgede ortaya konan gerçeği anlamak herhangi biri için imkansızdır ve yine herhangi biri bu gerçeği anladığı zaman dünyanın tövbe etmesinin ve Mesih’in bedeninin oluşturulmasının bir araya gelmesi mümkün olmayan iki farklı şey olduğunu görecektir.
Okuyucu şu harika bölüm üzerinde derin derin düşünmelidir: “Bu nedenledir ki, ben Pavlus, siz öteki uluslar uğruna Mesih İsa’nın tutuklusu oldum. Tanrının bana bağışladığı lütfu siz uluslara siz uluslara ulaştırmak ile görevlendirildiğimi duymuşsunuzdur. Yukarda kısaca değindiğim gibi Tanrı sır olan tasarısını bana vahiy yolu ile bildirdi. Bu mektubu okuduğunuz zaman, Mesih sırrını nasıl kavradığımı anlayabilirsiniz. Bu sır önceki kuşaklara açıkça bildirilmemiş idi.” – Eski Antlaşma’nın kutsal yazılarında bildirilmedi ve yine aynı şekilde Eski Antlaşma’nın kutsallarına ya da peygamberlerine de açıklanmadı – “ Şimdi ise Mesih’in kutsal elçilerine ve peygamberlerine Ruh aracılığı ile açıklanmış bulunuyor.” – yani Yeni Antlaşma peygamberlerine açıklanmış bulunuyor – “Şöyle ki, öteki uluslar da mirasa ortaktır, aynı bedenin üyeleridir ve Müjde aracılığı ile Mesih İsa’da vaade ortaktır. Tanrının etkin gücü ile bana verilen lütuf armağanı uyarınca bu müjdeyi yaymak ile görevlendirildim. Bütün kutsalların en değersizi idim. Yine de Mesih’in akıl ermez zenginliğini uluslara müjdeleme ve her şeyi yaratan Tanrıda öncesizlikten beri gizli tutulan sırrın nasıl düzenlendiğini (oikonomia, οἰκονομία) bütün insanlara açıklama ayrıcalığı bana verildi. Öyle ki, Tanrının çok yönlü bilgeliği kilise aracılığı ile göksel yerlerdeki yönetimlere ve hükümranlıklara şimdiki dönemde bildirilsin.” Efesliler 3:1-10.
Koloseliler’e mektuptan bir başka bölümü okuyalım. “Yeter ki, duyduğunuz müjdenin verdiği umuttan kopmadan imanda temellenip yerleşmiş olarak kalın. Ben Pavlus, göğün altındaki tüm yaratılışa duyurulan bu müjdenin hizmetkarı oldum. Sizin için acı çektiğime şimdi seviniyorum. Mesih’in kendi bedeni, yani kilise uğruna çektiği sıkıntılardan eksik kalanlarını kendi bedenimde tamamlıyorum. Tanrının, sizin yararınıza bana verdiği görev ile kilisenin hizmetkarı oldum. Görevim, Tanrının sözünü, yani geçmiş çağlardan ve kuşaklardan gizlenmiş, ama şimdi O’nun kutsallarına açıklanmış olan sırrı eksiksiz ( ya da her yerde) duyurmaktır. Tanrı, kutsallarına bu sırrın uluslar arasında ne denli yüce ve zengin olduğunu bildirmek istedi. Bu sırrın özü şudur: Mesih, içinizdedir! Bu da size yüceliğe kavuşma umudunu veriyor. Her insanı Mesih’te yetkinleşmiş olarak Tanrıya sunmak için herkesi uyararak ve herkesi tam bir bilgelik ile eğiterek Mesih’i tanıtıyoruz. O’nun kudret ile bende etkin olan gücüne dayanarak uğraşıp emek vermemin amacı da budur.” Koloseliler 1:23-29.
Okuyucu, bu bölümden ve diğer sayısız başka bölümlerden Pavlus’un görevinin özel objesini anlayabilir. Pavlus’un zihninde, dünyanın tövbe etmesi gibi bir düşünce bulunmadığı aşikardır. Evet, Pavlus’un müjdeyi tam derinlik, bütünlük ve güç ile vaaz ettiği doğrudur – ve müjdeyi “Yeruşalim’den başlayarak İllirikum bölgesine kadar duyurdu – “Mesih’in akıl almaz zenginliklerini öteki uluslar arasında vaaz etti.” Ama Pavlus’un, dünyanın tövbe etmesi gibi bir düşüncesi yok idi. O, daha iyi biliyor idi. Pavlus, dünyanın yargı için olgunlaşmakta olduğunu biliyor idi ve bunu öğretiyor idi – evet, dünya hızla olgunlaşmakta idi – “Ama kötüler ve sahtekarlar, aldatarak ve aldanarak gittikçe daha beter olacaklar.” 2.Timoteos 3:13; yani, “Son zamanlarda bazıları, yalancıların iki yüzlülüğü nedeni ile aldatıcı ruhlara ve cinlerin öğretilerine kulak vererek imandan dönecek. Vicdanları adeta nkızgın bir demir ile dağlanmış olan bu yalancılar evlenmeyi yasaklayacak ve iman edip gerçeği bilenlerin şükran ile yemesi için Tanrının yarattığı yiyeceklerden çekinmek gerektiğini buyuracaklar.” 1.Timoteos 4:1-3.
Ve ayrıca hala bu sadık ve tanrısal esin ile yazan tanık, son günlerde olacakları önceden öğretti – “Şunu bil ki, son günlerde çetin anlar olacaktır. İnsanlar, kendilerini seven, para düşkünü, övüngen, kibirli ,küfürbaz, anne ve baba sözü dinlemez, nankör, kutsallıktan ve sevgiden yoksun, uzlaşmaz, iftiracı, özünü denetleyemeyen, azgın ve iyilik düşmanı olacaklar. Hain, aceleci, kendini beğenmiş, Tanrıdan çok eğlenceyi seven ve Tanrı yolunda imiş gibi görünüp bu yolun gücünü inkar edenler olacaklar. Böylelerinden uzak dur.” 2.Timoteos 3:1-5. (1.Timoteos 4:1-3 ve 2.Timoteos 3:1-5 ayetleri ile karşılaştırınız.)
Nasıl bir örnek! Bizi Romalılar birinci bölümün sonuna geri götürüyor; vahiy ile yazan aynı kalem putperestliğin karanlık biçimlerini bizim için yazmıştır, ama arada şuu müthiş farklılık mevcuttur; 2.Timoteos’da söz edilen putperestlik değil, ismen Hristiyanlıktır – “bir tür tanrısayarlık.” Ve değerlerin hali hazırdaki sonunun böyle olması mı gerekir? Çok işittiğimiz tövbe etmiş dünya bu mudur? Ne yazık, ah, ne kadar yazık! Her tarafta sahte peygamberler mevcuttur. Esenlik olmayan yerde, ‘Esenlik, esenlik!’ diye bağıran kişiler vardır. Bu kişiler Hristiyanlığın sarsılmakta olan duvarlarını, sıvanmış harç ile kirletmek girişiminde bulunan kişilerdir.
Ama bunu başaramayacaklardır. Yargı kapıdadır. Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilise nihai ve utanç verici bir şekilde başarısızlığa uğramıştır. Ne yazık ki, Tanrının sözünden uzaklaşmış ve Rabbin yetkisinden yoksun kalmıştır. Hristiyanlık için tek bir umut ışını bile mevcut değildir; Tanrının geniş evreninde ya da tarih sayfasında çok koyu ve karanlık bir lekedir. Yazılarından daha önce pek çok alıntı yapmış olduğumuz aynı bereketli elçi bize güçsüzlüğün gizeminin işi zaten yerine getirdiğini bildirir. “Bu yüzden gizem on sekiz yüz yıldan fazla bir zamandır işlemeyi sürdürmüştür.” “Evet, yasa tanımazlığın gizli gücü şu anda bile etkindir. Ama bu gücü şimdilik engelleyen ortadan kaldırılıncaya dek görevini sürdürecektir. Sonra yasa tanımaz adam ortaya çıkacak. Rab İsa onu ağzının soluğu ile öldürecek ve gelişinin görkemi ile yok edecek. Yasa tanımaz adam, her türlü mucizede, yanıltıcı belirtiler ile harikalarda ve mahvolanları aldatan her türlü kötülükte sergilenen şeytanın etkinliği ile gelecek. Mahvolanlar gerçeği sevmeye ve böylece kurtulmaya yanaşmadıklarından mahvoluyorlar. İşte bu nedenle Tanrı, yalana kanmaları için onların üzerine yanıltıcı bir güç gönderiyor. Öyle ki, gerçeğe inanmayan ve kötülükten hoşlananların hepsi yargılansın.” 2.Selanikliler 2:7-12.
Hristiyanlığın mahkumiyeti ne kadar korkunçtur! Güçlü bir aldatmaca! Karanlık bir lanet! Ve tüm bunların hepsi insanlara her şeyin “parlak yanı” hakkında konuşan o sahte peygamberlerin hayalleri yüzündendir. Tanrıya şükürler olsun ki, Mesih’e ait olan herkes için parlak bir yan vardır. Elçi Mesih’e ait olan kişilere parlak ve teşvik edici sözler ile konuşabilir. “Ama biz, ey Rabbin sevdiği kardeşler, sizler için Tanrıya her zaman şükran borçluyuz. Çünkü Tanrı Kutsal Ruh aracılığı ile kutsal kılınıp gerçeğe inanarak kurtulmanız için sizi ta başlangıçtan (ilk ürün olarak) seçti. Rabbimiz İsa Mesih’in yüceliğine kavuşmanız için bildirdiğimiz müjde ile sizi bu kurtuluşa çağırdı.” 2.Selanikliler 2:13,14.
Burada kesinlikle, her şeyin parlak yanına sahibiz – Tanrının kilisesinin parlak ve kutlu umudu – “parlak sabah Yıldızını” görme umudu. Doğru öğretiş almış tüm Hristiyanlar, gelişmiş ve tövbe etmiş bir dünyayı değil, kendileri için Babanın evinde bir yer hazırlamaya gitmiş olan Rableri ve Kurtarıcıları Mesih’in gelişini özlem ile gözlemektedirler. Ve Rab İsa Mesih onların da Kendisi ile birlikte olması amacı ile Kendisinin bulunduğu yere onları da götürmek için tekrar gelecektir. Bu, bize vermiş olduğu tatlı vaattir ve bu vaat her an yerine getirilebilir. Petrus’un da bize söylediği gibi O yalnızca kimsenin mahvolmaması ama herkesin tövbe etmesi için sabır ile beklemektedir. Ama Kutsal Ruh tarafından son üye Mesih’in kutsal Beden’ine eklendiği zaman, baş meleğin sesi duyulacak ve Tanrının kozu başlangıçtan beri toplanmış olan herkesi toplayacak ve biz kurtulanların hepsi Rabbimizi havada karşılamak ve sonsuza kadar O’nunla beraber olmak üzere yukarı alınacağız.
Tanrının kilisesinin gerçek ve doğru umudu işte budur – O’nun tüm sevgili halkının yüreklerinde her zaman parlayan umut işte budur. Bu umut, saf kılan ve yücelten bir güce sahiptir. Düşman, Rabbe ait çok sayıda imanlıdan bu kutlu umudu çalma konusunda başarılı olmuştur. Bu umut gerçekten de yüzlerce yıl boyunca kilisenin ufkundan silinmiştir ve yalnızca son elli yılda kısmen hatırlanmaktadır. Ne yazık ki, kısmen hatırlanmaktadır! Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin hangi uzunluğunda ve genişliğinde bu konu hakkında işitiriz? Hristiyanlığın kürsüleri şu sevinçli ses ile çınlamakta mıdır? “İşte Damat geliyor!” Ne yazık ki, böyle bir durum yoktur. Mesih’in gelişini bekleyen O’nun sevgili hizmetkarlarından birkaç kişi bile bu umut konusunda vaaz etmeye hemen hemen hiç cesaret etmemektedir, çünkü böyle bir vaazı dinleyenlerin bunu reddedeceklerinden korkmaktadırlar. Ve öyle de olacaktır. Böyle durumların büyük çoğunluğunda Rabbin kilisesinin geleceğine ilişkin görkemli gerçeği vaaz etme cesaretini göstermesi gereken kişilerin kürsülerini hızla terk edeceklerinden tamamen eminiz.
Şeytanın kör edici gücünün ne kadar ciddi ve çarpıcı bir kanıtı! Şeytan kiliseden tanrısal olarak verilmiş umudu çalmış ve bunun yerine kiliseye bir aldatmaca – bir yalan – vermiştir. Kilise “parlak Sabah Yıldızını” beklemek yerine gözünü tövbe etmiş bir dünya üzerine dikmiştir – Mesih ile geçirilecek olan bin yıllık süre! Şeytan kilisenin geleceğinin üzerine bir sis ya da pus atma konusunda başarılı olmuş ve kilise bu konu ile ilgisini tamamen kaybetmiştir; nerede olduğunu bilmemektedir; fırtınalı bir okyanusta batıp çıkan bir tekne gibidir, ne pusulası ne de dümeni yoktur ve üstüne üstlük güneşi de yıldızları da görememektedir. Her şey karanlık ve aldatmacadır. Ve durum nasıl bu hale gelmiştir?
Yanıt basittir, çünkü kilise Rabbin saf ve değerli sözünü gözden kaybetmiş ve bunun yerine Tanrının gerçeğini lekeleyen ve karalayan insanların o çılgın ikrarlarını ve sözlerini kabul etmiştir, öyle ki, Hristiyanlar uygun konum ve uygun umutları konusunda adeta o fırtınalı okyanusun içinde kalmışlardır.
Ve yine de buna rağmen ellerinde Kutsal Kitapları vardır. Yahudilerin de ellerinde Kutsal Kitapları vardı, ama yine de Kutsal Kitap’ın başından sonuna kadar en büyük konusu olan o kutlu Kişi’yi reddettiler. Rabbimizin onları suçlamış olduğu manevi dengesizlikleri hakkında Yuhanna 5.bölümde şu sözleri söylediğini okuruz: “Kutsal yazıları araştırıyorsunuz çünkü bunlar aracılığı ile sonsuz yaşama sahip olduğunuzu sanıyorsunuz. Bana tanıklık eden de bu yazılardır! Ama öyle iken siz, yaşama kavuşmak için Bana gelmek istemiyorsunuz.” Yuhanna 5: 39,40. 9
Ve Yahudiler neden O’na gelmek istemiyorlar idi? Yanıt çok basit, çünkü zihinleri dinsel ön yargılar tarafından kör edilmiş idi; insanların öğretiş ve buyruklarının etkisi altında idiler. Bu yüzden, kutsal yazılara sahip olmalarına ve onlar ile övünmelerine rağmen en az çevrelerinde bulunan zavallı karanlık putperestler kadar kutsal yazılar konusunda bilgisiz idiler ve kutsal yazılar tarafından çok az yönetiliyorlar idi. Kutsal Kitap’a elimizde, evlerimizde ve topluluklarımızda sahip olmak bir şeydir ve Kutsal Kitap’ın gerçeklerinin yüreklerimizde ve vicdanlarımızda hareket etmesi ve yaşamlarımızda parlaması başka bir şeydir.
Örneğin, şimdi önümüzde bulunan ve bizi çok uzun bir şekilde konu dışına çıkmaya yönlendiren önemli konuyu ele alalım. Yeni Antlaşma’da bundan daha sade bir şekilde öğretiş var mıdır? Yani, her şeyin hali hazırdaki durumunun sonu gerçekten korkunç bir sapma ve Tanrı ve Kuzu’ya karşı açık bir isyan olmayacak mıydı? Müjdeler, Mektuplar ve Vahiy, tüm kitapların hepsi bu çok ciddi gerçeğin ortaya konmasında anlaşırlar ve öylesine bir netlik ve kesinlikle anlaşırlar ki, Mesih’teki bir bebek bile bunu anlayabilir.
Ama yine de ne kadar az kişi buna inanmaktadır! Çok büyük bir çoğunluk bu gerçeğin aksine yani yalana inanmaktadır. Onların inandıkları şudur: şimdi işlemekte olan çeşitli araçlar aracılığı ile öteki ulusların tümü tövbe edecektir. Rabbimizin Matta 13.bölümdeki benzetmesine dikkat edilmesi için yaptığımız çağrı boşunadır; delice, maya ve hardal tanesi! Tüm bunlar tövbe etmiş bir dünya düşüncesi ile nasıl uyum içinde olabilirler? Eğer tüm dünyanın vaaz edilen bir müjde aracılığı ile tövbe etmesi gerekiyor ise o zaman tarlada çağın sonunda nasıl olur da deliceler bulunur? Damat geldiği zaman bilge bakireler kadar akılsız bakirelerin de mevcut olması nasıl mümkün olabilir? Eğer tüm dünyanın müjde aracılığı ile tövbe etmesi gerekiyor ise o zaman Rabbin günü nasıl olacak da gece yarısı gelen bir hırsızın gelişi gibi olacaktır? Ya da şu korkunç sözlerin anlamı nedir? “İnsanlar “her şey esenlik ve güvenlik içinde” dedikleri bir anda gebe kadının aniden sancılanması gibi ansızın yıkıma uğrayacak ve asla kaçamayacaklar.” Tövbe etmiş bir dünya görüşüne göre adil uygulama ne olacaktır ve Vahiy kitabının ilk bölümünde yer alan şu çok ciddi sözlerin anlamı nedir? “İşte bulutlar ile geliyor! Her göz O’nu görecek, O’nun bedenini deşmiş olanlar bile. O’nun için dövünecek yeryüzünün tüm halkları!” eğer tüm dünyanın tövbe etmesi gerekiyor ise o zaman bu dövünen kişiler nerede olacaklardır?
Sevgili okuyucu, bu her iki şeyin bir an için bile birlikte duramayacakları bir güneş ışını kadar parlak değil midir? Müjde aracılığı ile tövbe etmiş bir dünya teorisinin Yeni Antlaşma’da yer alan öğretişin tamamına diametrik olarak karşı olduğu mükemmel bir şekilde aşikar değil midir? O zaman ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanların çoğunun bu konuya sımsıkı yapışıp ısrar etmeleri nasıl oluyor da mümkün oluyor? Bu sorulara verilecek tek bir yanıt vardır ve o da şudur: bu kişiler kutsal yazıların öğretişine boyun eğmezler. Bunu söylemek bize çok üzücü ve ağır geliyor ama ne yazık ki, söylediklerimiz gerçektir! Hristiyanlıkta Kutsal Kitap okunur ama Kutsal Kitap’taki gerçeklere inanılmaz. Hatta bu gerçekler sürekli olarak reddedilirler. Ve tüm bunlar şu çok sık tekrar edilen övüngenlik ifadesi ile yapılır: “Kutsal Kitap ve yalnızca Kutsal Kitap Protestanların inancıdır.”
Ama artık burada bu konuya, onun ağırlığını ve önemini ne kadar çok hissediyor olsak da daha çok devam etmeyeceğiz. Okuyucunun bu konunun derin ciddiyetini Kutsal Ruh tarafından yönlendirilerek hissedeceğine güveniyoruz. Her yerde olan Rabbin halkının ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin kutsal yazıların yetkisinden nasıl tamamen ayrılmış olduğunu anlamaları gerektiğine inanıyoruz. Bu konuda kesin bir güvence içinde dinlenebiliriz; burada tüm zihin karışıklığının, tüm hatanın ve aramızda bulunan tüm kötünün gerçek nedeni yer alır. Rabbin sözünden ve O’nun Kendisinden ayrıldık. Bu anlaşılıncaya kadar hissedilip bu gerçeğe sahip çıkılıncaya kadar doğru düşüncede olamayız. Rab, huzurunda, gerçek tövbe ve ruhun gerçek kırıklığını arar. “Ancak Ben, alçakgönüllüye ve ruhu ezik olana, sözümden titreyen kişiye değer veririm.” Yeşaya 66: 2.
Bu her zaman geçerlidir. Can bu gerçek bereketli tutum içinde davrandığı zaman bereket için sınır yoktur. Ama bunların gerçek olmaları gerekir; alçakgönüllü ve ruhu ezik! İçinde bulunmamız gereken koşul budur. Bu bireysel bir konudur. “O kişiye değer veririm.”
Ah! Rab, sınırsız merhameti ile hepimizi sözünün yetkisi ve eylemi altında gerçek öz yargıya yönlendirsin! Kulaklarımız O’nun sesine açılsın! Yüreklerimizde O’na ve O’nun sözüne gerçek bir dönüş olsun! Kutsal bir karar ile ilk ve sonsuza kadar olmak üzere kutsal yazıların testine dayanamayacak olan her şeye sırtımızı dönebilelim! Hristiyanlığın korkunç ve umutsuz enkazının ortasında Rabbimiz İsa Mesih’in O’na ait olan kişilerin hepsinde ne aradığı konusunda kanaatimiz tamdır.
1. Doğa ve benlik arasındaki farkı titizlik ile ayırt etmemiz gerekir. Doğanın ne olduğu kutsal yazılarda fark edilir. Benlik ise mahkum edilmiş ve bir kenara konmuştur. “doğanın kendisi bile size öğretmiyor mu?” (1.Korintliler 11:14). İsa, Markos 10.bölümdeki genç varlıklı adamı tutumu doğadan yana olmasına rağmen “sevmiş idi”; Doğal sevginin olmayışı inanç değiştirmenin işaretlerinden biridir. Kutsal yazılar bize, doğa karşısında değil, günah karşısında ölü olduğumuzu öğretirler; aksi takdirde doğal ilişkilerimizin hali ne olur idi?
2. Okuyucunun şu gerçek üzerinde düşünmesi yararlı olacaktır: Yeni Antlaşma’da müjdeyi duyurmanın, Tanrının topluluğunda öğretmenin ya da Mesih’in sürüsünü beslemenin insan yetkisi ile atandığına dair hiç bir kayıt yer almaz. İhtiyarlar ve gözetmenler elçiler ya da onların delegeleri Timoteus ve Titus tarafından tayin edilir idi, ama müjdeciler, çobanlar ve öğretmenler asla aynı şekilde tayin edilmezler idi. Armağan ve yerel sorumluluk arasındaki farkı ayırt etmemiz gerekir. İhtiyarlar ya da gözetmenler bu tür bir armağana sahip olabilirler ya da olmayabilirler. Konunun onların yerel sorumlulukları ile bir ilgisi yoktur. Eğer okuyucu hizmetin konusunu anlamak istiyor ise o zaman 1.Korintliler 12-14 bölümlerini ve Efesliler 4:8-13 ayetlerini okumalıdır. 1.Korintliler’de öncelikle, Tanrının kilisesinin gerçek tüm hizmetinin temelini, yani, tanrısal atamayı görürüz; “Üyeleri Tanrı belirler.” İkinci olarak, kaynak motifin “sevgi” olduğunu okuruz. Üçüncü olarak “kilisenin bilgilendirilmesi” konusu önem taşır. Efesliler kitabının 4.bölümünde tüm hizmetin kaynağı olan dirilmiş ve yüceltilmiş bir Rabbimiz olduğu ifade edilir. Tasarı, “hizmet işi için kutsalları yetkinleştirmektir.” Tasarının süreci ise, “Mesih’in doluluğuna ve yüceliğine erişinceye kadardır.”
Bir tek sözcük ile, tüm alanları kapsamında hizmet, tamamen tanrısal bir kurumdur. İnsandan ya da insan aracılığı ile değil, yalnızca Tanrıdandır. Kabı, her durumda yalnızca Efendi’nin uygun kılması, doldurması ve ataması doğru olan ve gerçekleşendir. Her insanın Tanrının kilisesinde hizmet etme hakkına sahip olduğuna dair bir düşünce yetkisine kutsal yazılarda yer yoktur. Ama insanlar için özgürlük, radikalizmdir ve kutsal yazılar değildir. Bize Yeni Antlaşma’da öğretilen, Kutsal Ruh’un istediği kişiye hizmet özgürlüğü vermesidir. Diliyorum ki bunu öğrenebilelim!
3. Eğer öteki uluslardan olan kişi yasa altında değil ise o zaman hangi temel üzerinde yargılanacağına dair okuyucu soru sorma ihtiyacını hissedebilir. Romalılar 1:20 ayeti bize “Tanrının sonsuz gücü ve Tanrılığını” O’nun yaptıkları ile anlamanın mümkün olduğunu, ama buna rağmen yine de anlamayanların ise hiç bir özürlerinin olmayacağını bildirir. Sonra, Romalılar 2:15 ayetinde “vicdanlarının buna tanıklık ettiği” ifade edilir. “Kutsal yasadan yoksun uluslar yasanın gereklerini kendiliklerinden yaptıkça yasadan habersiz olsalar bile kendi yasalarını koymuş olurlar. Böylelikle yasanın gerektirdiklerinin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları buna tanıklık eder. Düşünceleri ise onları ya suçlar ya da savunur.” Romalılar 2:14,15. Sonuç olarak, ağızları ile iman ikrarında bulunarak Hristiyan olan bu uluslar ikrarlarının temeli üzerinde yargılanacaklardır.
4. İfadenin dışarda bırakılması mesajın gücüne, doluluğuna ve netliğine yoğunluk ekler. İfade “dia nomou nomo apethanon, διὰ νόμου νόμῳ ἀπέθανον” dur. Hiç kuşkusuz harika bir cümle! Keşke daha iyi anlaşılmış olsa idi! Bu ifade, insan teolojisinin geniş bir kitlesini tahrip eder. Ve yasayı kendisine uygun alan içinde bırakır ama imanlıyı yasanın gücünün altından ve etkisinden ölüm aracılığı ile tamamen çekip çıkartır. “aynı şekilde, siz de kardeşlerim bir başkasına – ölümden dirilmiş olan Mesih’e – varmak üzere Mesih’in bedeni aracılığı ile kutsal yasa karşısında öldünüz. Bu da Tanrının hizmetinde verimli olmanız içindir. Tanrının hizmetinde verimli olmamız içindir.” – eğer yasa altında olsa idik böyle bir şeyi asla yapamaz idik – “çünkü biz benliğin denetiminde iken, yasanın kışkırttığı günah tutkuları bedenimizin üyelerinde etkin idi” – yasa altında olmanın konumu ile bağlantılı bir ayet daha! Buradaki melankolik birleşime dikkat edin! “Yasa altında” – “benliğin denetiminde” – “günah tutkuları” - ”ölüme götüren meyveler!” Bir ifade, bundan daha güçlü bir şekilde belirtilebilir mi? Ama Tanrıya şükürler olsun ki, bu konunun bir başka yanı daha mevcuttur. Tanrının Kendi parlak ve bereketli yanı! O da şudur: “Ama şimdi yasadan kurtarıldık.” Nasıl kurtarıldık? Yasayı bir başkasının bizim yerimize yerine getirmesi aracılığı ile mi? Hayır; ama “Şimdi ise biz daha önce tutsağı olduğumuz Yasa karşısında öldüğümüz için [apothanontes en ho, ἀποθανόντες ἐν ᾧ] Yasadan özgür kılındık. Sonuç olarak yazılı yasanın eski yolunda değil, Ruh’un yeni yolunda kulluk ediyoruz.” Romalılar 7:6 ve Galatyalılar 2:19 ayetleri arasındaki uyum ne kadar mükemmel ve hoştur. “Çünkü ben Tanrı için yaşamak üzere Yasa aracılığı ile Yasa karşısında öldüm.”
5. Şu önemli noktanın akılda tutulması gereklidir: öteki uluslardan olanlar Tanrının düzenine özgü davranışlar aracılığı ile hiç bir zaman yasa altına konmamış olmalarına rağmen yine de gerçekten ağızları ile iman ikrarında bulunan vaftiz olmuş tüm kişiler bu temeli önde tutarlar. Bu yüzden Hristiyanlık ve putperestlik arasında yasa konusu ile ilgili olarak çok büyük bir farklılık mevcuttur. Tövbe etmemiş olan binlerce kişi her hafta yasayı yerine getirebilmeleri için Tanrıdan, yüreklerini yönlendirmesini isterler. Bu tür kişilerin yasayı ya da Kutsal Kitabı hiç bir zaman duymamış olan putperestlerden farklı bir konumda bulunurlar.
6. Bazı kişiler, “Rabbin gününde” ifadesine şöyle bir değişiklik verilmesi düşüncesine sahiptirler: “Rabbin gününün!” Bu değişiklik ile kast ettikleri ise şu idi: Elçi, Rabbimiz Mesih’in büyük gücünü ve egemenliğini eline alıp kullanacağı o günün ruhu içinde olduğunu belirtmek istemiş idi. Ancak bu görüşe karşı olan çok büyük iki itiraz vardır. Öncelikle te kyriake hemera, τῇ κυριακῇ ἡμέρᾳ sözleri Vahiy 1:10 da yer alır; “Rabbin günü” sözleri he hemera tou kuriou, ἡ ἡμέρα τοῦ Κυρίου sözlerinden oldukça farklıdırlar. 1.Selanikliler 5:2; 2.Selanikliler 2:2; 2.Petrus 3:10, ayetlerinde “Rabbin günü” olarak çevrilmiştir. Biz bunun çok ağır bir itiraz olduğunu ve sorunu çözecek yeterlilikte olarak düşünüyoruz. Ama buna ek olarak söylememiz gereken iddiamızın konusunun şu gerçeği temel aldığıdır; Vahiy kitabı “Rabbin günü” ile değil, ona ait önceki olaylar ile ilgilenir ve işte bu yüzden biz, “Rabbin günü” ve “haftanın ilk gününün” birbirleri ile aynı oldukları konusunda kendimizi ikna olmuş hissediyoruz. Tanrının sözünde, o günün çok özel bir yere sahip olduğunu kanıtlayan çok önemli bir gerçeğe sahibiz – burası öyle bir yerdir ki zeki her imanlı bu yere minnet ve şükran duyarak sahip çıkacaktır.
7. Okuyucunun Mezmur 47’e dikkat etmesini tavsiye ederiz. Burada öteki ulusların bereketlenmesinin İsrail’e bağlı olduğunu kanıtlayan geniş bölümlerden biri yer almaktadır. “Tanrı bize lütfetsin, bolluk versin. Yüzünün ışığı üzerimize parlasın. Öyle ki yeryüzünde yolun ve bütün uluslar arasında kurtarıcı gücün bilinsin. Tanrı bize bolluk versin. Dünyanın dört bucağındakiler O’mdan korksun.” Mezmur 67:1,2,7. Ulusların bereketlenmesi için kilisenin değil de İsrail’in kullanılacağı gerçeğinden daha hoş ve güçlü bir kanıt olamaz.
8. Kutsal Ruhun bireydeki işine Yuhanna 16:8-11 ayetlerini uygulamak bizim düşüncemize göre ciddi bir hatadır. Bu uygulama, Kutsal Ruhun yeryüzündeki varlığının etkisine dünyayı bir bütün olarak göstererek işaret eder. Kutsal Ruhun candaki işi değerli bir gerçektir. Aslında bunu söylememiz dahi gereksizdir, ama bu bölümde gerçek öğretilmemektedir.
9. “Eraunate, ἐραυνᾶτε” sözcüğü hem emreden hem de bildiren anlam taşıyabilir, ama bizim üzerinde inceleme yaptığımız bölümde anlam olarak ikincisini talep etmektedir. Yahudilerin kutsal yazıları var idi ve her Şabat günü havralarında bu kutsal yazıları okurlar idi; kutsal yazılarda yaşam bulunduğuna inandıklarını ağızları ile ikrar ettiler; kutsal yazılar O’na tanıklık ediyorlar idi ama Yahudiler yine de O’nu kabul etmediler. İşte o çok çirkin rezil dengesizlik buradadır. Şimdi eğer “eraunate, ἐραυνᾶτε” bir emir ya da buyruk olarak alınır ise o zaman bölümün içeriğindeki tüm güç kaybolmuş olur.
Yuhanna 5:39 ayetinin tam bir çevirisi olduğuna inandığımız şeye başvurmadan kutsal yazıları araştırmak için yeterince kanıt bulunduğunu okuyucuya hatırlatmaya gerek duymuyoruz.