Bölüm 11

Man

Mısır’dan Çıkış 16

Yehova’nın sevecen ve nazik ilgisini gözler önüne seren Elim bereketleri ne kadar keyifli olsalar da, geçiciydiler. İsrailoğulları yolcu idiler; ve böyle oldukları için hedefleri dinlenmek değil, yolculuk etmekti. Bu nedenle, kitapta hemen yolculularının bir sonraki aşamasına geçiş yapılır.

“Bütün İsrail topluluğu Elim’den ayrıldı. Mısır’dan çıktıktan sonra ikinci ayın on beşinci günü Elim ile Sina arasındaki Sin Çölü’ne vardılar.Çölde hepsi Musa ile Harun’a yakınmaya başladı. ‘Keşke Rab bizi Mısır’da iken öldürse idi ‘ dediler, ‘Hiç değilse, orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.” (1-3. ayetler)

Sin çölü, “Elim ve Sina” arasında idi. Bu nedenle de, daha önce belirtildiği gibi, İsrailoğullarının tarihinde çok özel bir yer tutuyordu. Elim, onlara her zaman, tecrübe ettikleri en kutsanmış bereketlerden birini hatırlatırdı ve aynı şekilde Sina yolculuğu da akıllarına diğer dönemlerden çok farklı bir dönemi, çektikleri sıkıntıları ve Tanrı’nın onlarla ilgilenirken gösterdiği lütuf dönemini getirirdi; bu yüzden Sina onların hafızalarında yasanın görkemi ve kutsallığı ile bağlantılı olarak silinmez bir şekilde yer alıyordu. Sina’ya kadar, Tanrı onlar için merhametini ve sevgisini gösteren Tanrı idi. Ancak o noktadan itibaren kendi eylemleri yüzünden durum, onların Tanrı için neler yapacakları konumuna dönüştü. İşte, lütuf ve yasa arasındaki fark budur ve Elim ve Sina arasındaki yolculuğa bundan dolayı özel bir ilgi söz konusudur. Ama lütuf altında da yasa altında da benlik aynı kaldı ve çürük ve iyileşemez karakterini her fırsatta ortaya koydu. Tüm topluluk çölde yine Musa ve Harun’a karşı şikayette bulundu. (ayet 2) Pi-Hahirot’da, Firavunun ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördükleri zamanda aynı şekilde davranmışlardı; sular acı olduğu için Mara’da aynı günahlarını tekrar işlediler. Ve şimdi yolculukları sırasındaki yiyecek ile yine şikayette bulunurlar. “Ne var ki, Rabbin yaptıklarını çabucak unuttular, öğüt vermesini beklemediler. Özlem ile kıvrandılar çölde, Tanrı’yı denediler ıssız yerlerde.” (Mezmur 106:13,14) Mısır’ı ve Mısır’daki yiyecekleri hatırladılar ve istediler ve bu yiyeceklerin oradaki acı tutsaklıkları ile ilişkisini unutarak özlem dolu gözler ile geriye dönüp baktılar. Yeni özgür kılınan canlar da sık sık aynı durumu yaşarlar. Çölde her zaman açlığın olması gerekir; çünkü benlik kendi arzularını memnun edecek ya da zahmetlerini ve zorluklarını tatmin edecek hazzı bulamaz. Çöl, benliğin denenmesi gereken yerdir. Rab, “Sizi aç bırakarak sıkıntıya soktu. Sonra sizin de atalarınızın da bilmediği man ile sizi doyurdu. İnsanın yalnız ekmek ile yaşamadığını, Rabbin ağzından çıkan her söz ile yaşadığını size öğretmek için yaptı bunu.” (Yasa’nın Tekrarı 8:3) Yaşanan çatışma, budur. Benlik, arzularını karşılayacak olan şeylere şiddetle özlem duyar. Ama biz Mısır’dan kurtarıldıktan sonra buna izin verilemez: benlik reddedilmelidir ve Mesih’in ölümünde daha şimdiden yargılanmış olarak görülmelidir. Ve bu yüzden bizler, benliğe, benliğe göre yaşamak için borçlu değiliz, çünkü benliğe göre yaşarsak öleceğiz, ama bedenin kötü işlerini Ruh ile öldürür isek, yaşarız. (Romalılar 8:12,13) Ama Yasa’nın Tekrarı’nda görmüş olduğumuz gibi Rabbin, aç kalarak sıkıntı çekmemiz ile ilgili bir hedefi vardır; bizi Mısır’ın benlik kaplarından soğutup vazgeçirmek ve Kendisine çekmek ister – hedefi bize gerçek doyumun ve yiyeceğin yalnızca Kendisinde ve Sözü’nde bulunabileceğini öğretmektir. Bu nedenle, buradaki karşıtlık, Mısır’ın benlik kapları ve Mesih’in arasında bulunur. Ve can, Mesih’in, tüm ihtiyaçları için yeterli olduğunu öğrendiği zaman, çok bereket alır. İmansızlık eden İsrailoğulları Musa’yı kendilerini açlıktan öldürmeyi planlamak ile suçlarlar. Ama aç kalmalarının amacı, onlarda farklı bir ihtiyaç yaratmak için tasarlandı; yalnızca bu farklı ihtiyaç aracılığı ile gerçek yaşamları devam edebilirdi. Ama her şeye rağmen Rab, canlarına zayıflık verse bile yine de onlara istediklerini sağladı. Çünkü birazdan görüleceği gibi onlara man ile birlikte bıldırcın da gönderdi.

“Rab, Musa’ya,’Size gökten ekmek yağdıracağım’ dedi, ‘Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı göreceğim. Altıncı gün her gün topladıklarının iki katını toplayıp hazırlayacaklar.’

Musa ile Harun, İsraillilere, ‘Bu akşam sizi Mısır’dan Rabbin çıkardığını bileceksiniz’ dediler. ‘Sabah da Rabbin görkemini göreceksiniz. Çünkü Rab, kendisine söylendiğinizi duydu. Biz kimiz ki, bize söyleniyorsunuz? Sonra Musa, ‘Akşam size yemek için et, sabah da dilediğiniz kadar ekmek verilince, Rabbin görkemini göreceksiniz’ dedi. Çünkü Rab, kendisine söylendiğinizi duydu. Biz kimiz ki? Siz bize değil, Rabbe söyleniyorsunuz.’

Musa, Harun’a, ‘Bütün İsrail topluluğuna söyle, Rabbin huzuruna gelsinler’ dedi, ‘Çünkü Rab söylendiklerini duydu.’

Harun, İsrail topluluğuna bunları anlatırken, çöle doğru baktılar, Rabbin görkemi bulutta görünüyordu. Rab, Musa’ya şöyle dedi: ‘İsraillilerin yakınmalarını duydum. Onlara de ki, ‘Akşam üstü et yiyeceksiniz, sabah da ekmek ile karnınızı doyuracaksınız. O zaman bileceksiniz ki, Tanrınız Rab benim.’ (4-12. ayetler)

Man adlı ekmekten söz etmeden önce, iki ya da üç özel konuya dikkat çekilmesi gerekir. İlki, Tanrı’nın isteklerini karşıladığı lütfudur. Çöl’de Sayım adlı kitabın 11. bölümünde Tanrı aynı zamanda belirli koşullar altında onların isteklerini de yerine getirir. Ama “Rab öfkelendi, onları büyük bir yıkım ile cezalandırdı.” (ayet 33) Burada bir yargı belirtisi mevcut değildir – yalnızca sabır ve katlanan lütuf vardır. Eğer bunu takdiri ilahi olarak tanımlayabilir isek, farklılık bu takdiri ilahiden kaynaklanır. Çöl’de Sayım’da yasa altında idiler ve kendilerine buna göre davranıldı; burada lütuf altındadırlar be bu nedenle günahlarına rağmen lütuf egemenlik sürdü. İkinci olarak, yakınmaları Rabbin yüceliğinin görünmesine vesile oldu. (ayet 10) Böylelikle, insanın ne olduğunun gösterilmesi Tanrı’nın yüreğinin derinliklerinden O’nun kim olduğuna dair bir açıklamayı ortaya çıkartır. Aden bahçesinde de aynı şey olmuştu ve bu Tanrı’nın insanlara tüm kuşaklar boyunca gösterdiği davranışın değişmediğini gösterir. B davranışın ilkesi, çarmıhın mükemmelliğinde görülür – çarmıhta, insan, kötü doğasının tüm bozukluğu ile sergilendi ve Tanrı tam olarak açıklandı. Karanlık bunu anlamasa dahi, ışık karanlıkta parlar; ve gözler önüne serilen insanın suçluluğunun karanlığı nedeni ile Rabbin yüceliği daha da çok parlar.

Ayrıca, Musa ve Harun’a karşı edilen şikayetlerin Rabbe edilen şikayetler olduğuna da dikkat edin. (ayet 8) Günahın tümü, gerçekten Tanrı’ya karşıdır. (bakınız Mezmur 51:4; Luka 15:18-21) Rab, bu yüzden şöyle der: “İsraillilerin yakınmalarını duydum.” (ayet 12) Tüm şikayetlerimiz, imansızlık ifadelerimiz ve yakınmalarımızın Rabbe karşı olduğunu ve bunların O’nun kulağına hemen gittiklerini ne kadar hatırlasak da, hiç bir zaman yeterince hatırlayamayız. Eğer bu düşünceye zihnimizde her zaman yer verecek olsa idik, o zaman günahlı sözlerimiz ağzımızdan çıkmadan dudaklarımızda kalırdı. Eğer Rabbi fiziksel gözlerimiz ile görebilse idik, imansızlığımızın aceleciliği içinde söylememize sık sık izin verdiğimiz bu sözleri söylemeye cesaretimiz olmazdı. Ama yine de biz gerçekten O’nun önündeyiz, O’nun gözleri bizim üzerimizde ve söylediğimiz her sözü işitiyor. 11 son olarak bıldırcınlar ve man arasındaki farklılığa dikkat edelim. Bıldırcınların özel bir öğretiş ile ilgileri yoktur, ama man’ın, Rab İsa’nın çarpıcı bir örneği olduğu açıktır. Bıldırcınlar bu nedenle, halkın isteklerini yerine getirmek için verildi, ama bereket getirmediler. Mezmur yazarı, bu konular ile bağlantılı olarak şöyle der: “Tanrı onlara isteklerini verdi, ama üzerlerine yıpratıcı bir hastalık gönderdi.” Tanrı, halkının feryatlarını, olar iman etmeseler dahi, işitebilir ve onlara isteklerini ihsan edebilir – ama bunu hali hazırdaki bereketten çok onları disiplin etmek için yapar. Böylece, Mesih’teki gerçek payını unutan bir imanlı Mısır’ın benlik kapları olan bu dünyanın değerlerini istemiş olur ve istediğini elde etmesine izin verilir, ama bunun sonucu olarak canı meyvesiz ya da kısır kalır – ve böyle bir can kısırlığı yalnızca Rabbin sevecen elinin disiplin eden denemeleri aracılığı ile restore edilir. Eğer yüreğimizde Mısır’a geri dönersek ve isteklerimizi tatmin etmemize izin verilir ise, bu yalnızca ilerdeki günlerde yaşanacak olan üzüntüye neden olur. Buna örnek olarak, Pavlus’un Timoteos’a yazdıklarını verebiliriz: “Zengin olmak isteyenler ayartılıp tuzağa düşerler, insanı çöküşe ve yıkıma götüren bir çok saçma ve zararlı arzulara kapılırlar. Çünkü her türlü kötülüğün bir kökü de para sevgisidir. Kimileri zengin olma hevesi ile imandan saptılar. Kendi kendilerine çok acı çektirdiler.” (1. Timoteos 6:9,10) Burada yalnızca Mısır’a geri dönme konusunda bir örnek yer alır, ama aynı ilke benliğin arzu edebileceği her arzuya uygulanabilir.

Şimdi, burada, bıldırcınların ve man’ın ihsan edilmesi ile ilgili öyküye yer verelim.

“Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde, kırağıya benzeyen ince pulcuklar göründü. Bunu görünce, İsrailliler birbirlerine, ‘Bu da ne?’ diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı.

Musa, ‘Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu’ dedi, ‘Rabbin buyruğu şudur: ‘Herkes yiyeceği kadar toplasın. Çadırınızdaki her kişi için bir omer (yaklaşık 2.2 litrelik bir ölçek) alın.’ İsrailliler söyleneni yaptılar. Kimi çok, kimi az topladı. Omer ile ölçtüklerinde, çok toplayanın fazlası, az toplayanın ise eksiği yoktu. Herkes yiyeceği kadar toplamıştı.

Musa, onlara,’Kimse sabaha bir parça bile bırakmasın’ dedi. Ama bazıları ona aldırmayıp sabaha bıraktılar. Bıraktıkları kurtlanıp kokmaya başlayınca Musa onlara öfkelendi.

Her sabah herkes yiyeceği kadar topluyordu. Güneş ortalığı ısıttığı zaman, yerde kalanlar eriyordu.”

Bıldırcınlardan çok az söz edilirken, man hakkında eksiksiz bir tanımlama yer alıyordu. Bu gözlemlenen gerçeğin ne kadar önemli olduğu açıkça ortada olduğundan, özellikle man ile ilgileniyoruz. Çiy eridiği zaman, “toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, ‘Bu da ne?’ diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Ve Musa onlara, ‘Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu’ dedi.” (14,15. ayetler) O zaman bu durumda man’ın anlamı şudur: Tanrı’nın, İsraillilere çölde yemeleri için verdiği ekmek. Man, netice itibarı ile Rabbin halkı için çölde uygun olan yiyecektir. Bu nedenle, Yahudiler Rabbimize, “Atalarımız çölde man yediler. Yazılmış olduğu gibi, ‘Yemeleri için onlara gökten ekmek verdi’ dedikleri zaman, onlara şu karşılığı verdi: “Size doğrusunu söyleyeyim, gökten ekmeği size Musa vermedi, gökten size gerçek ekmeği Babam verir. Çünkü Tanrı’nın ekmeği, gökten inen ve dünyaya yaşam verendir.” (Yuhanna 6:32,33. Özellikle 48. ayetten 58. ayete kadar okuyun.) O zaman, man’ın, Mesih’in bir örneği olduğu açıktır – O’nun bu dünyada iken olduğu gibi – O gökten geldi ve çölden geçen halkının yiyeceği olur. Özellikle dikkat edilmesi gereken nokta şudur: O’nun ölümünden beslenerek yaşama sahip olmadıkça – bedeninden yiyip kanından içmedikçe (Yuhanna 6:53,54) – O’ndan man olarak beslenemeyiz. Yaşam aldıktan sonra bize şöyle söylenir: “Yaşayan Baba beni gönderdiği ve ben Baba’nın aracılığı ile yaşadığım gibi, bedenimi yiyen de benim aracılığım ile yaşayacak.” (ayet 57)

Ama yine de okuyucuyu, bu en önemli ayeti kendi başına çalışması için bırakırken, iki noktayı hatırlatmamız yerinde olacaktır; birincisi, bölümümüzde yer alan man, Mesih’i beyan eder; ve ikinci olarak, bu karakterdeki Mesih, halkı çölde iken, onların yiyeceğidir. İsrailoğulları ve bu takdiri ilahiye ait imanlılar arasında bir farklılık vardır. İsrailoğulları, aynı anda tek bir yerde olabilirlerdi, çünkü burada gerçek bir tarihi öyküye sahibiz. İkinciler – Hıristiyanlar – iki grupta ele alınırlar: onların yeri, Mesih’te, göklerdedir (bakınız Efesliler 2); ve gerçek koşulları içinde düşünüldükleri zaman, çölde (dünyada)yolculuk yapmaktadırlar. Göklerde oturtulmuş kişiler olarak, yüceltilmiş bir Mesih – ülkenin eski tahıl tanesi simgesi ile gösterilen – yiyeceğimizdir; ama çöl koşullarında man olarak ihtiyaçlarımızı karşılayan, Mesih’in buradaki halidir. Ve seyahat ettiğimiz yolun verdiği sıkıntı ve zahmet arasında, alçakgönüllü bir Mesih’in lütfu, yumuşak huyluluğu ve sempatisi ile beslenmek ne kadar bereketli ve destekleyicidir. O’nun da aynı koşullardan geçtiğini hatırladığımız zaman, yüreklerimiz nasıl da sevinç ile coşar; bu nedenle O’nun ihtiyaçlarımızı bildiğini ve bizi desteklemek ve bereketlemek için hizmet etmekten zevk aldığını aklımıza getirmek bize teselli verir. İbranilere Mektup’un yazarı bu amaç ile şunları söyler: “Yorulup cesaretinizi yitirmemek için günahkarların bunca karşı koymasına katlanmış Olan’ı düşünün.” (İbraniler 12:3) Bu konu hakkında konuşan birinin dediği gibi: “Örenğin, gün esnasında bir şey benim sabrımı taşırabilir; tamam, o zaman Mesih, benim sabrımdır ve böylelikle O bana sabır konusunda destek veren man olur. O, yalnızca taklit edeceğim bir örnek değildir, O, lütfun kaynağıdır;” ve böylece Mesih, çölde bize lütuf, sempati ve güç kaynağı olarak canlarımız için man’dır.

Man’ın toplanması ile ilgili çok büyük önem taşıyan bazı pratik yönlendirmeler vardır. Öncelikle, herkesin, yiyeceği kadar toplaması gerekiyordu. (16-18.ayetler) Bunun bir sonucu olarak da, çok toplayanın fazlası, az toplayanın da eksiği yoktu. İştah, toplanan miktarı yönetiyordu. Bu çarpıcı örnek, bir imanlı için de ne kadar doğrudur! Her birimiz Mesih’e arzu ettiğimiz ölçüde sahibiz – ne fazla ne de az. Eğer isteklerimiz fazla ise, ve ağzımızı çok açarsak, O ağzımızı dolduracaktır. Gereğinden fazlasını arzu edemeyiz, ne de arzu ettiklerimiz konusunda hayal kırıklığına uğrarız. Öte yandan, eğer ihtiyacımız konusunda zayıf bir bilince sahip isek, Mesih’in yalnızca birazı tedarik sağlayacaktır. Bu nedenle Mesih’ten çöldeki yiyeceğimiz olarak beslenme ölçütümüz, tamamen hissettiğimiz ruhsal ihtiyaca – iştahımıza - bağlıdır. İkinci olarak, gelecekte kullanmak için saklanamazdı. Hiç kimse man’ı ertesi sabaha bırakmayacaktı. Ama bazı kişiler bu buyruğa aldırmadılar. Ama ertesi sabaha bıraktıklarının kurtlanıp kokmaya başladığını gördüler. Hayır; bu gün toplanan yiyecek, yarın işimize yaramaz. Can, Mesih’ten yalnızca bu gün beslenebilir; bu ilkeyi unutan canların uğradığı zarar büyük olmuştur. Man onlar için zengin bir yiyecek olmuştur ve günler boyunca ondan beslenmeye girişmişlerdir; ama her zaman hayal kırıklığı ve bereket yerine kayıp olmuştur. Tanrı, bir güne ait olanı yalnızca o gün için verir ve daha fazlasını vermez. Üçüncü olarak, man’ın sabah erkenden toplanması gerekliydi, çünkü güneş ortalığı ısıtınca yerde kalanlar eriyordu. İmanlı için man toplamanın en değerli zamanı, günün ilk anlarında ortalık sessiz iken, Rab ile tek başına kalmaktır. O günün neler getireceği imanlı için henüz ortaya çıkmamıştır ve yürüyeceği yolun özelliklerinin nasıl olacağını daha bilmez; ama man’ın desteğine ihtiyacı olacağını bilir. Bu yüzden, bırakın, imanlı sabahın ilk saatlerinde gayretli olsun ve eli toplamakta ağır olmasın ve ihtiyacı olan miktarda toplasın; çünkü eğer onu daha sonra arasa bile, güneş ortalığı ısıttığı zaman hepsinin eriyip yok olduğunu görecektir. Bu noktayı ihmal ettiği için pek çok kişi başarısızlığa uğrar. Zihinlerimizi Bir deneme gelir – beklenmedik bir şekilde gelir ve can yıkılır. Ama neden böyle olur? Çünkü man, güneş ortalığı ısıtmadan önce toplanmamıştır. Bu gerçeği herkes yüreğinde kabul etmelidir ve Şeytan’ın zihinlerimizi gerekli olan bu tek şeyden başka bir yöne saptırmak için kullandığı bu hilelere karşı tetikte bulunmalıdır. O gün için nasıl bir aciliyet olur ise olsun, man eksikliğinin yaşanmaması için tüm gayret sarf edilmelidir.

Man ile bağlantılı olarak aynı zamanda Şabat Günü de anlatılır.

“Altıncı gün, kişi başına iki omer, yani iki kat topladılar. Topluluğun önderleri gelip durumu Musa’ya bildirdiler. Musa, ‘Rabbin buyruğu şudur’ dedi, ‘Yarın dinlenme günü, Rab için kutsal Şabat Günü’dür. Pişireceğinizi pişirin. Haşlayacağınızı haşlayın. Arta kalanı bir kenara koyun, sabaha kalsın.’”

Musa’nın buyurduğu gibi arta kalanı sabaha bıraktılar. Ne koktu, ne de kurtlandı. Musa, ‘Arta kalanı bu gün yiyin’ dedi, ‘Çünkü bu gün Rab için Şabat Günü’dür. Bu gün dışarıda ekmek bulamayacaksınız. Altı gün ekmek toplayacaksınız, ama yedinci gün olan Şabat günü ekmek bulunmayacak.”

Yedinci gün bazıları ekmek toplamak için dışarı çıktı, ama hiç bir şey bulamadılar. Rab Musa’ya, ‘Ne zamana dek buyruklarıma ve yasalarıma uymayı reddedeceksiniz?’ dedi, ‘Size Şabat Günü’nü verdim. Bunun için altıncı gün size iki günlük ekmek veriyorum. Yedinci gün herkes nerede ise orada kalsın, dışarı çıkmasın.’ Böylece halk yedinci gün dinlendi.” (22-30. ayetler)

Yaratılış kitabının 2. bölümünde, “Tanrı yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün, yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” (ayet 3) Bu ifade, şabat ya da yedinci günün anlamını belirler; çünkü bu günün, Tanrı’nın dinlenme günü olduğunu açıkça gösteren, başka bir gün değil de yedinci gün olduğu dikkatle gözlemlenmelidir. Bu anlam, aynı zamanda İbraniler mektubunda da ayrıntılı bir şekilde ifade edilir. (Bakınız İbraniler 4:1-11) Şabat, bu nedenle Tanrı’nın dinlenmesinin bir örneğidir ve insana verilmesi ile Tanrı yüreğinin, insanın O’nun ile birlikte O’nun dinlenmesini paylaşmasını istediğini ifade eder. Bu konu burada ilk kez ortaya çıkar. Ataların döneminde ya da Mısır’daki İsrailoğullarının geçici konuklukları sırasında bu konudan hiç söz edilmez, ama man ile bağlantılı olarak bu bölümde yer alması çok bereketli bir öneme sahiptir.

Ancak, bu konu açıklanmadan önce bir kaç söz söylenmesi gereklidir. Tanrı’nın aklında bulunan konu yerleşmiş bir gelenek olarak belirtilmiştir; ama gayet açık bir şekilde belli olduğu gibi, insan günah sonucunda önemsenen şeye asla sahip olmadı. Hayır, bundan da öte, Tanrı günah nedeni ile dinlenemedi. Bu yüzden kutsanmış Rabbimiz Şabat’ı ihlal etmekle suçlandığı zaman, şu yanıtı verdi: “Babam hala çalışmaktadır, ben de çalışıyorum.” (Yuhanna 5:17) Günahın varlığı ve günah aracılığı ile O’na yapılanın onursuzluğu karşısında Tanrı dinlenemedi ve bunun bir sonucu olarak insan Şabat’ı O’nun ile paylaşamadı. İbranilere mektubun yazarı bu sonuncu konuyu daha da geliştirir. İsrailoğullarının imansızlıkları ve yüreklerinin katılıkları nedeni ile bundan yoksun bırakıldıklarını, Yeşu’nun onlara dinlenme vermediğini, Davut’un zamanında bundan gelecekteki bir konu olarak söz edildiğini gösterir ve “böylece Tanrı halkı için bir Şabat günü rahatı kalıyor (şabatın yerine getirilmesi).” (İbraniler 3 ve 4) O zaman, şöyle bir soru sorulur, Nasıl elde edilmesi gerekir? Bu sorunun yanıtı, bölümümüzde bulunur. Man, görmüş olduğumuz gibi, Mesih’in bir ön figürüdür ve sonuç olarak bu bağlantı onun Mesih olduğunu öğretir. Ve bizi Tanrı’nın huzur diyarına Mesih, yalnızca Mesih götürebilir. Tek yol, O’dur. Böylelikle elçi şunu söyler: “ Biz inanmış olanlar huzur diyarına gireriz” (İbraniler 4:3); yani, bazılarının öğrettiği gibi, huzur diyarı kesinlikle hali hazırdaki bir yer değildir – huzur diyarına girmek için Mesih’e iman edenlere ait bir yerdir. Çevre ve koşullar bunun gelecekteki bir bereket olduğunu gösterir. Böylece Tanrı halkı için bir şabat günü rahatı kalıyor. İmanlıların Mesih’te vicdan huzuruna ve yürek rahatlığına sahip oldukları bereketi kesinlikle doğrudur; ama Tanrı’nın huzur diyarına, her şeyin yenilendiği, Tanrı’nın konutunun insanların arasında olduğu ve Tanrı’nın insanların arasında yaşadığı, onların O’nun halkı olacağı ve Tanrı’nın kendisinin de onların arasında bulunacağı son sahnede yerimizi alıncaya dek ulaşılamayacaktır. (Vahiy 21:1-7)

Kısa bir süre için dikkatimizi talep eden bu yerde şabat buyruğu ile bağlantılı olan iki durum mevcuttur. Bu durumların ilki, halkın yedinci günde çadırlarında dinlenebilmeleri için altıncı günde iki günlük man verilmesidir. Eğer insan isteği ile bundan başka bir gün man toplanır ise, yararsız ve bozuk olacaktır; ama şabat buyruğuna itaat edilerek hareket edildiği zaman, man taze ve yararlı kaldı.

Ancak yine de, öğretilen gerçek şudur: Tanrı’nın lütfu altında sonsuzluk boyunca Tanrı’nın dinlenmesi paylaşıldığı zaman, Mesih hala bizim yiyeceğimiz olacaktır; bu dinlenmeden duyacağımız sevinç, Tanrı ile birlikte, bir zamanlar alçaltılmış olan Mesih için yapacağımız kutlamadan meydana gelir. Tanrı’nın yüreğini, O’nun biricik Oğlu sayesinde O’nun ile tam paydaşlığa sahip olmamızdan başka hiç bir şey daha çok tatmin edemez. Bu konu ile ilgili belki bir başka düşünce daha olabilir. Burada, Mesih’ten elde ettiğiz her şey, bizim sonsuz malımız be zevkimiz haline gelir.Bir yerine iki omer, ne kadar man toplarsak toplayalım, eğer kalan dinlenme için saklanır ise, bize sonsuzluk boyunca bir güç ve sevinç kaynağı olacaktır. İkinci konu şudur: almış oldukları buyruğa rağmen bazı kişiler yedinci gün man toplamak için dışarı çıktılar, ama hiç bir şey bulamadılar. (ayet 27) Ne kadar lütuf görünür ise görünsün, insanın yüreği aynı kaldı. İtaatsizlik, insanın çürük doğasının özelliğidir ve lütuf ya da yasa altında, nerede olur ise olsun, kendisinin ne olduğunu ortaya koyar. Rab, Musa aracılığı ile Halkının davranışını, onlara sabrı ve yumuşak merhameti ile tahammül etmesine rağmen, payladı. Şabat’ı, açıklanmış olduğu gibi Tanrı’nın dinlenmesinin bir örneği olarak almak ve bu nedenle, günah ortaya çıktığı için henüz gelecekte de olsa, şabat günü man bulunmaması ile bağlantılı olarak farklı, tipik bir öğretişin mevcut olduğu hemen anlaşılacaktır. O zaman man için zaman sonsuza kadar geçmiş olacaktır. Mesih artık asla o karakter dahilinde anlaşılmayacaktır; çünkü o zaman Tanrı halkının çöl koşulları sonsuza kadar yok olmuş olacaktır. Çölde bulundukları zaman toplamış olduklarından hala keyif alabilirler; ama artık toplanacak bir şey bulunmayacaktır. Aynı ders, bir açıdan, Rabbin buyruğu üzerine Musa tarafından verilen talimatta görülebilir.

“Musa, ‘Rabbin buyruğu şudur’ dedi, ‘Mısır’dan sizi çıkardığımda, gelecek kuşakların çölde size yedirdiğim ekmeği görmeleri için bir omer saklansın.’ Musa, Harun’a, ‘Bir testi al, içine bir omer man doldur’ dedi, ‘Gelecek kuşaklar için saklanmak üzere onu Rabbin huzuruna koy.’ Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi Harun, man’ı, saklanmak üzere Antlaşma Levhaları’nın önüne koydu. İsrailliler yerleştikleri Kenan topraklarına varıncaya dek kırk yıl man yediler. Bir omer, efanın onda biridir.” (32-36. ayetler)

Bergama kilisesinde galip gelene verilen vaatte hiç kuşkusuz bununla ilgili bir ima bulunur: “Galip gelene saklı man’dan vereceğim,” v.b. (Vahiy 2:17) Böylelikle Mesih’in alçaltılmış olması asla unutulmaz, aksine her zaman hatırlanmalı ve O’nun halkı tarafından sonsuzluk boyunca şükran ve minnettarlık ile yenilmelidir.

“Orada, o saklı ekmeğin üzerinde
—bir zamanlar burada alçaltılmış olan—
Tanrı’nın hazinesi Mesih’ten sonsuza kadar
beslenen canım O’nun sevgisi ile sevinecektir.”

Bu yüzden bir omer man, gelecek kuşaklar için saklanmak üzere Antlaşma Levhalarının önüne, Rabbin huzuruna kondu. İnsanların bulunduğu bir ülkeye gelene kadar çöldeki yolculuklarının tamamı boyunca tam kırk yıl, man onların günlük yiyeceği oldu; Kenan diyarının sınırlarına gelinceye dek man yediler.


1. Bu konu ile ilgili bir örnek için bakınız, Yuhanna 20:26,27.