Çölde Sayım 14
“Ve o gece bütün topluluk yüksek ses ile bağrışıp ağladı.” Çölde Sayım 1:1. Bu duruma şaşırmamız gerekir mi? Gözlerinin önünde güçlü devler, yüksek surlar ve büyük kentler olan bir halktan başka ne yapması beklenebilirdi ki? Kendilerini böyle büyük zorlukların önünde bulan bir topluluk ancak korkabilir ve ağlayabilir idi. Çünkü tüm bu zorluklardan kendilerini zaferli bir şekilde çekip çıkarabilecek tanrısal gücün farkında bile değiller idi. Topluluğun tümü mutlak bir imansızlık egemenliğine terk edilmişler idi. İmansızlığın karanlık ve soğuk bulutları tarafından kuşatılmışlar idi. Tanrı zorlukların dışında bırakılmış idi. Kendilerini kuşatmış oldukları karanlığı aydınlatmak için tek bir ışık huzmesine bile sahip değiller idi. Tanrı ve Tanrının kaynakları ile meşgul olmak yerine kendileri ile ve zorluklar ile meşguldüler. Bu nedenle seslerini yükseltip bağırışıp ağlamaktan başka ne yapabilirler idi?
Bu olay ve Mısır’dan Çıkış on beşinci bölümün başlangıcı arasında ne kadar da müthiş bir zıtlık mevcut idi. Mısır’dan Çıkış on beşinci bölümde gözleri yalnızca Yehova’nın üzerinde idi ve bu sayede zafer şarkısı söyleyebildiler. “Öncülük edeceksin sevgin ile kurtardığın halka, kutsal konutunun yolunu göstereceksin gücün ile onlara. Uluslar duyup titreyecekler ve Filist halkını dehşet saracak .” Mısır’dan Çıkış 15: 13-14. İsrail bu ruh durumunda olmak yerine korkuyor idi ve halkın hepsinin yüreklerini üzüntü sarmış idi. “Sonra Edom beyleri korkuya kapılacak ve Moav önderlerini titreme alacak. Kenan diyarında yaşayanların tümü korkudan eriyecek. Korku ve dehşet düşecek üzerlerine.” Mısır’dan Çıkış 15: 15,16. Kısaca, her iki örnek de birbirinin tamamen aksidir. Üzüntü, dehşet ve korkunun düşmanlarının üzerinde olması gerekir iken tüm bunlar İsrail’in üzerinde idiler. Ve neden böyle idi? Çünkü Mısır’dan Çıkış 15.bölümde gözlerini tamamen örten Tanrı, Çölde Sayım 14.bölümde tamamen gözlerinin dışında bırakılmıştır. Bir olayda iman egemendir, diğer olayda ise imansızlık egemendir. “Bileğinin gücü karşısında taş kesilecekler. Ya Rab, halkını içeri alacaksın. Kendi dağına, yaşamak için seçtiğin yere, ellerin ile kurduğun kutsal yere dikeceksin, ya Rab! Rab sonsuza dek egemen olacaktır.” Mısır’dan Çıkış 15: 16-18.
Ah, bu zafer sesleri Çölde Sayım 14.bölümdeki imansız bağırış ve şikayetlerin ne kadar da aksi! Mısır’dan Çıkış 15.bölümde ise Anakoğulları, yüksek surlar ve çekirgeler hakkında tek bir hece dahi yazılı değil. Hayır, orada her şey Yehova hakkında. O’nun sağ eli, kudretli kolu, O’nun gücü, O’nun mirası, O’nun konutu ve O’nun kurtardığı halkı için yaptıkları hakkında. Ve sonra Kenan diyarının halkına işaret edildiği zaman titredikleri, dehşete ve korkuya kapıldıkları ve taş kesildikleri yazılıdır.
Ama öte yandan Çölde Sayım 14.bölüme baktığımız zaman üzülerek her şeyin aksini okuruz. Anakoğulları çok uzun boyludurlar, duvarlar ve surlar yüksektir ve kentler büyüktür ve halkın gördükleri yalnızca bunlardır. Ne yazık ki, Gücü Her Şeye Yeten Kurtarıcıdan tek bir kelime dahi edilmez. Bir yanda zorluklar diğer yanda ise çekirgeler vardır. Ve bu durumda insan şu sözler ile feryat etmek zorunda kalır: “Kızıl Deniz’den geçen zaferli şarkıcıların Kadeş’te imansızlık ile ağlayan kişiler haline gelmeleri mümkün müdür? “
Ne yazık ki, durum böyledir ve biz burada çok derin ve kutsal bir ders öğreniriz. Bu çöl olaylarını inceler iken sürekli olarak bize söylenmiş olan şu sözleri hatırlamamız gerekir: “Bu olaylar başkalarına ders olsun diye onların başına geldi; çağların sonuna ulaşmak üzere olan bizleri uyarmak için yazıya geçirildi.” 1.Korintliler 10:11. Bizler de İsrail gibi değil miyiz? Bizi tüm zorluklardan geçirerek Kendi sonsuz krallığına güvenlik içinde getirmiş olan kutsal Olan’a bakmak yerine bizi kuşatmış olan zorluklara bakmaya eğilimliyiz. Neden bazen cesaretimizi yitiriyoruz? Neden şikayet etmeye başlıyoruz? Neden yüreğimizden övgü ve şükran şarkıları yerine hoşnutsuzluk ve sabırsızlık sesleri yükseliyor? Yanıt basit, çünkü Tanrıya gözlerimiz için mükemmel bir örtü ve yüreklerimiz için mükemmel bir obje olarak sahip olmak yerine koşulların Tanrıyı dışarıda bırakmasına izin veriyoruz.
Ve ayrıca şu soruyu da soralım: Göksel insanlar olarak sahip olduğumuz konumdan yararlanmak yerine neden böyle üzücü bir şekilde başarısızlığa uğruyoruz? İmanlılar olarak bize ait olan şeylere sahip çıkalım. Mesih’in bizim için satın almış olduğu o ruhsal ve göksel mirasa el koyalım ve öncümüz olarak girmiş olduğu diyara biz de girelim; bunları yapmamıza engel olan nedir? Bu gibi sorulara nasıl yanıt verilmesi gerekir? - yalnızca tek bir sözcük – İmansızlık!
Esin aracılığı ile İsrail ile ilgili olarak beyan edilen nedir? “imansızlıklarından ötürü vaat edilen diyara (Kenan) giremediler.” (İbraniler 3.bölüm) Aynı şey bizim için de geçerlidir. Göksel mirasımıza girmekte başarısız oluyoruz- gerçek ve uygun payımıza pratikte sahip çıkamıyoruz- her gün göksel bir halk olarak yürüyemiyoruz; biz göksel halkın yeryüzünde yerimiz, adımız ve payımız yok – bu dünya ile hiç bir işimiz yok. Göçmenler ve yabancılar olarak bizden önce gitmiş ve gökyüzündeki yerini almış Olan’ın ayak izlerinde ilerliyoruz. Ve neden başarısızlığa uğruyoruz? İmansızlık yüzünden. İman enerjide değildir ve bu yüzden göz ile görülen şeylerin yüreklerimiz üzerindeki etkisi göz ile görülmeyen şeylerin etkisinden daha güçlüdür. Ah, diliyorum ki, Kutsal Ruh imanımızı güçlendirsin ve canlarımıza enerji olsun ve bizleri yukarı ve öne yönlendirsin, öyle ki göksel yaşamdan yalnızca söz edenler olmayalım ve bizi bu göksel yaşama sınırsız lütfu ile çağırmış Olan’a övgüler sunmak için bu göksel yaşamı yaşayalım!
“Bütün İsrail halkı Musa ve Harun’a karşı söylenmeye başladı. Onlara, ‘Keşke Mısır’da ya da çölde ölseydik!” dediler. “Rab neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız ve çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır’a dönmek bizim için daha iyi değil mi?’ sonra birbirlerine, ‘Kendimize bir önder seçip Mısır’a dönelim’ dediler.” Çölde Sayım 1:2-4.
İsrail’in çöldeki tarihinde imansızlık ile ilgili iki melankolik durum görülür; biri Horev’de, diğeri ise Kadeş’te. Horev’de altından bir buzağı yaptılar ve şöyle dediler: “Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkartan Tanrınız budur!” Kadeş’te ise, kendilerini Mısır’a götürmesi için bir önder seçme fikrini ortaya attılar. Altından yapılan buzağı imansızlığın batıl inancıdır; diğeri ise imansızlığın seçilmiş bağımsızlığıdır ve kendilerini Mısır’dan çıkartanın bir altın buzağı olduğunu düşünen bu kişilerin Mısır’a dönmek için bir önder seçmek istemelerine şaşırmamamız gerekir. Zavallı insan zihni bir kötülükten diğerine bir tenis topu gibi atılıp durmaktadır. İmanın diri Tanrıda bulduğu kaynaktan başka hiç bir kaynak yoktur. İsrail’in durumunda Tanrı gözden kaybolmuş idi. İmansızlık ya bir buzağıda ya da bir önderde görülmekte idi; ya çölde ölmek ya da Mısır’a geri dönmek. Kalev ise, tüm diğerlerinden farklıdır ve çok parlak bir iman konumundadır. Kalev ne çölde ölmeyi ne de Mısır’a geri dönmeyi düşünüyor idi; onun düşüncesi Yehova’nın görünmeyen kalkanı arkasında gizlenerek vaat edilen diyara tam olarak girmeyi kafasına koymuş idi.
“Ülkeyi araştıranlardan Nun oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrail topluluğuna şöyle dediler: ‘İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rab bizden hoşnut kalır ise süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rab bizimledir. Onlardan korkmayın!’ Topluluk ise onları taşa tutmaya hazırlandı.” Çölde Sayım 1: 6-10.
Ve taşlanma nedenleri ne olacak idi? Yalan söyledikleri için mi taşlanacaklar idi? Küfrettikleri ya da kötülük yaptıkları için mi taşlanacaklar idi? Hayır; taşlanma nedenleri gerçeğe cesur ve gayretli bir şekilde tanıklık ettikleri için olacak idi. Ülkeyi araştırmak için casus olarak gönderilmişler idi ve bu konuda gördüklerini bir rapor olarak iletmeleri gerekiyor idi. Ve Yeşu ve Kalev bunu yaptılar. Ve topluluk onları bu yüzden taşlamak istedi. İnsanlar o gün olduğu gibi bu gün de gerçeği işitmekten hoşlanmıyorlar idi. Gerçek hiç bir zaman rağbet görmez. Bu dünyada ya da insan yüreğinde gerçeğe yer yoktur. Yalanlar ve hatalar her şekilleri ile kabul edilirler ama gerçek asla kabul edilmez. Yeşu ve Kalev kendi zamanlarında her çağdaki gerçeğe tanıklık edenlerin karşılaştıkları deneyimleri yaşadılar ve her birimiz aynı şekilde diğer kişilerin gerçeğe olan muhalefet ve nefretleri ile karşılaşmayı beklemek zorundayız. Yalnızca gerçeği söyleyen ve Tanrıya güvenen bu iki adamın söylediklerine altı yüz bin kişinin sesi yükselerek karşı geldi. Bu durum her zaman böyle olmuştur, böyledir ve o görkemli an yeryüzüne gelinceye kadar da böyle olacaktır: “sular denizleri nasıl örtüyor ise, yeryüzü de aynı şekilde Rabbin bilgisi ile örtülecektir.”
Ama ah! Yeşu ve Kalev gibi Tanrının gerçeğine tam, net ve ödün vermeyen bir tanıklık etmek ne kadar da önemlidir! Gerçeği, kutsalların uygun payı ve mirası olarak korumak ne kadar önemlidir! Gerçeği bozmak, yok etmek ve standardını düşürmek için insanlarda ne kadar da büyük bir eğilim mevcuttur. Bu yüzden gerçeğe, canda tanrısal güç içinde sahip olmak gibi acil bir ihtiyaç söz konusudur. Canlar, “Biz gerçekten bildiğimizi söylüyor ve görmüş olduğumuza tanıklık ediyoruz.” Kalev ve Yeşu yalnızca vaat edilen ülkede bulunmamışlar idi, ama aynı zamanda o ülke konusunda Tanrı ile birlikte bulunmuşlar idi. Ülkeye imanın bakış açısından bakmışlar idi. Ülkenin tanrının bir planı ya da amacı olarak kendilerine mülk olarak verilmiş olduğunu biliyorlar idi; doğru olan, ülkeyi Tanrının bir armağanı olarak almak idi. Ama yine de ülkeye Tanrının gücü ile sahip çıkmaları gerekiyor idi. Yeşu ve Kalev iman ile dolu, cesaret ile dolu ve güç ile dolu adamlar idiler.
Bereketli adamlar! Onlar Tanrının varlığının ışığında yaşıyorlar idi, topluluğun tamamı ise kendi imansızlıklarının karanlık gölgeleri tarafından sarılıp kalmışlar idi. Nasıl da büyük bir karşıtlık! Böyle bir farklılık Tanrının halkı arasında dahi her zaman vardır. Tanrının çocukları olduklarından kuşku duyamayacağınız kişiler ile sürekli olarak karşılaşırsınız. Ama onlar yine de hiç bir zaman tanrısal açıklamanın yüksekliğinin üstüne çıkmış gibi görünmezler. Oysa Tanının kutsalları olarak konumları ve payları asla bu değildir. Böyle kişiler her zaman kuşku ve korkular ile doludurlar. Üzerleri her zaman bulutlar ile kaplıdır; her zaman olayların karanlık kısmında kalırlar. Kendilerine bakarlar ya da koşullarına ve içinde bulundukları zorluklara bakarlar. Hiç bir zaman neşeli ve mutlu değildirler. Bir imanlıda olması gereken ve Tanrıya yücelik getiren o sevinçli güveni ve cesareti gösterecek güçleri yoktur.
Şimdi tüm bu durumların gerçekten üzücü olduklarını görüyoruz; böyle olmaması gerekir ve biz burada çok üzücü bazı hataların ve kökten yanlış olan bazı şeylerin bulunduğundan emin olabiliriz. İmanlının her zaman huzurlu ve mutlu olması ve ne ile karşılaşır ise karşılaşsın Tanrıyı övebilmesi gerekir. İmanlının sevinçleri kendisinden ya da içinde bulunduğu koşul nedeni ile akmaz; imanlının sevinçlerinin kaynağı yaşayan tanrıdır ve O’ndan akarlar ve yersel her etkinin ulaşabileceğinin çok ötesindedirler. İmanlı şu sözleri söyleyebilir: “Tanrım, sen benim tüm sevinçlerimin kaynağısın.” Bu durum, Tanrının en zayıf çocuğunun bile sahip olduğu hoş bir ayrıcalıktır. Ama işte çok üzücü bir şekilde düştüğümüz ve başarısız olduğumuz nokta da buradadır. Tanrıya bakan gözlerimizi Tanrıdan çevirir ve kendimize ya da koşullarımıza ve sıkıntılarımıza ya da zorluklarımıza bakmaya başlarız; bu yüzden her şey kararır ve bizler hoşnutsuzlaşırız, söylenmeye ve şikayet etmeye başlarız. Ancak Hristiyanlık bu değildir. Bu imansızlıktır- karanlıktır, ölümcüldür, Tanrıyı hor görmektir ve yüreği bunaltan imansızlıktır.” Tanrı bize korku ruhu vermedi, güç, sevgi ve sağlıklı zihin ruhu verdi.
Gerçekten ruhsal olan bir Kalev’in sözleri bunlardır. Kendisini kuşatan zorlukların ve tehlikelerin baskısını hisseden yüreklerin Kalev’in sözlerini işitmeye ihtiyaçları vardır. Tanrının Ruhu gerçek imanlının canını kutsal bir cesaret ile doldurur. İmanlıyı çevresindeki kötü koşulların üstüne yükseltir ve imanlının canı “fırtınaların ve güçlüklerin asla ulaşamayacağı” o parlak güneşli alana getirilir.
“Ve ansızın Rabbin görkemi buluşma çadırında tüm İsrail halkına göründü. Rab Musa’ya şöyle dedi: 2Ne zamana dek bu halk bana saygısızlık edecek? Onlara gösterdiğim bunca belirtiye rağmen, ne zamana dek bana iman etmeyecekler? Onları salgın hastalık ile cezalandıracağım, mirastan yoksun bırakacağım. Ama seni onlardan daha büyük ve daha güçlü bir ulus kılacağım.” Çölde Sayım 1: 11,12.
Bu an Musa’nın tarihinde ne kadarda önemli bir an idi! Bu durum, doğanın Musa için altın bir fırsat olarak nitelendireceği bir an idi! Bundan önce ve bundan sonra asla bir insanın önünde böyle bir kapı açılmayacak idi. Düşman ve Musa’nın kendi yüreği Tanrının bu sözlerine şöyle karşılık verebilir idi: “İşte zamanın geldi. Daha büyük ve daha güçlü bir ulusun kurucusu olman için sana teklifte bulunuldu, hem de Yehova’nın Kendisi tarafından! Sen bu fırsatın peşinden gitmiyor idin. Bu fırsat önüne yaşayan tanrı tarafından konuldu ve eğer sen şimdi böyle bir fırsatı reddeder isen, bu hayatında yapacağın en büyük ahmaklık olur.”
Ama sevgili okuyucu, Musa kendi çıkarlarının peşinde olan biri değil idi. Musa, Mesih’in açgözlülük ruhundan çok fazla içmiş idi. Kutsal olmayan bir isteği asla yok idi ve bencil arzulara sahip değil idi. Musa’nın arzusu yalnızca Tanrının yüceliği ve O’nun halkının iyiliği idi. Ve bu arzularına ulaşmak için lütfun gücü aracılığı ile kendisini ve isteklerini sunağa koymaya hazır idi.
İşte burada onun verdiği harika karşılığı okuyoruz. Tanrının kendisine söylediği, “Seni onlardan daha büyük ve daha güçlü bir ulus kılacağım” sözlerinin üzerine atlamak ve kendi güç ve zenginliğinin temelini hazırlayan bu altın fırsatı hemen kabul etmek yerine kendisini hemen konunun dışına çeker ve olabilecek en soylu bir ilgisizlik ile yanıtını verir: “Musa, ‘Mısırlılar bunu duyacak’ diye karşılık verdi, ‘çünkü bu halkı gücünle onların arasından sen çıkarttın. Kenan topraklarında yaşayan halka bunu anlatacaklar. Ya rab, bu halkın arasında olduğunu ve onlar ile yüz yüze görüştüğünü, bulutunun onların üzerinde durduğunu ve gündüz bulut sütunu gece ise ateş sütunu içinde onlara yol gösterdiğini duymuşlar. Eğer bu halkı bir insanmış gibi yok eder isen, senin ününü duymuş olan bu uluslar ‘Rab ant içerek söz verdiği bu ülkeye bu halkı götüremediği için onları çölde yok etti’ diyecekler.” Çölde sayım 1:13-16.
Musa burada konumların en yücesinden söz eder. Ve o tamamen yalnızca Rabbin yüceliği ile ilgilidir. Sünnetsiz ulusların gözünde Tanrının yüceliğinin saygınlığını yitirmesine tahammül edemez. Musa’nın bir önder ve bir kurucu olmasının ne önemi vardır? Gelecekte yaşayacak olan milyonlarca kişinin onu örnek ataları olarak görmelerinin ne önemi vardır? Ve eğer tüm bu kişisel yücelik ve büyüklük tanrısal yüceliğin tek bir ışınının feda edilmesine neden olacak ise bunun Musa’ya ne yararı olacaktır? Tanrının yüceliğinden başka hiç bir şeyin önemi yoktur. Musa’nın adı sonsuza kadar silinebilir. Altın buzağı döneminde de aynı şekilde hareket eden Musa şimdi de aynı tutumu önderlik konumundan feda ederek göstermeye hazır idi. İmansız bir ulusun batıl inançları ve bağımsızlığı karşısında Musa’nın yüreği yalnızca Tanrının yüceliği için atıyor idi. Bedeli ne olur ise olsun, yapılması gereken Musa’nın yaptığıdır. Gelen ne olur ise olsun ve bedeli ne olur ise olsun Rabbin yüceliğinin korunması gereklidir. Musa, İsrail’in Tanrısının yüceliğinin korunmasının temel alınmadığı takdirde hiç bir şeyin doğru olmasının mümkün olamayacağını hissetti. Tanrının bu bereketli adamının yüreği kendisinin değil ancak Tanrının yüceliğini düşünebilir idi. Tanrının o çok sevdiği adının uluslar arasında hor görülmesine ya da herhangi bir kişi tarafından “Rab gücü olmadığı için yapamadı” demesine tahammül edemez idi.
Ama Musa’nın kendi çıkarına olan ilgisizliğine yakın olan bir başka şey daha var idi. Musa, halkı da düşünüyor idi. Halkı seviyor idi ve onlara ilgisi büyük idi. Yehova’nın yüceliği hiç kuşkusuz en önde geliyor idi, ama İsrail’in bereketlenmesi de hemen onun ardından gelmekte idi. Ve Musa Rabbe şöyle dedi: “Şimdi gücünü göster, ya Rab! Demiştin ki, Rab tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve isyanı bağışlar. Ancak suçluyu cezasız bırakmaz, babaların işlediği suçun hesabını üçüncü ve dördüncü kuşak çocuklarından sorar. Mısır’dan çıkışlarından bu güne dek bu halkı nasıl bağışladı isen, büyük sevgin uyarınca onların suçunu bağışla.” Çölde Sayım 1:17-19.
Burada yazılı olan sözler alışılmamış bir güzelliğe sahiptirler. Buradaki tüm ifadede yer alan düzen, ton ve ruh kendine özgü eşsiz bir güzelliktedir. Öncelikle ve her şeyden önemlisi Rabbin yüceliği adına gayretli bir özen mevcuttur. Rabbin yüceliğinin çevresine tam bir çit gerilmesi gerekir. Ama sonra bu tanrısal yüceliğin korunmasının temeli üzerinde halk için bağışlanma gösterilmesi arzusu yer alır. Bu her iki şey en bereketli biçimde bu aracılığın içinde birbirleri ile bağlantılı olarak mevcutturlar. “Rabbimin yüceliğinin büyüklüğü görünsün.” Hangi noktaya kadar? Yargı ve yıkım noktasına kadar mı? Hayır! “Rab tez öfkelenmez.” Ne harika bir düşünce! Tez öfkelenmemek ve bağışlamak konusunda tanrının gücü! Nasıl da söz ile anlatılamayacak kadar değerli! Musa’nın bu kadar doğru ve düzgün konuşabilmesi onun Tanrının zihni ve yüreği ile ne kadar yakın olduğunu göstermektedir! Ve Musa Horev dağında İsrail için aracılık yaptığı zaman, İlyas ile ne kadar zıt bir tutum içinde idi. Bu iki onurlu adamın Tanrının zihni ve ruhu ile ne kadar büyük bir uyum içinde olduklarını sorgulamak mümkün değildir. “Şimdi sana yalvarıyorum, büyük sevgin uyarınca bu halkın suçunu bağışla!” Affetmekten zevk alan Yehova’nın kulağına bu sözlerin ne kadar uygun geldiklerini şu sözlerde anlıyoruz: “Dileğin üzerine onları bağışladım.” Ve Rab sonra şu sözleri de ekler: “ Ne var ki, ben nasıl yaşıyor isem, varlığım ve yüceliğim adına yüceliğim yeryüzünü dolduracak.”
Okuyucu bu iki ifadeye özenle dikkat etmelidir. Bu iki ifade mutlak ve değişmezdir. “Bağışladım.” Ve “Tüm yeryüzü Rabbin yüceliği ile dolacak.” Hiç bir şey hiç bir şekilde bu iki büyük gerçeği değiştiremez. Bağışlama kesindir ve yücelik tüm yeryüzü üzerinde parlayacaktır. Yeryüzünün ya da cehennemin, insanların ya da şeytanların hiç bir gücü bu iki ifadenin tanrısal saygınlığına asla müdahale edemez. İsrail Tanrısının muhteşem bağışlaması ile sevinecek ve tüm yeryüzü O’nun yüceliğinin parlak güneş ışığına bürünecektir.
Ama sonra lütuf ile birlikte bir de yönetim vardır. Bu gerçeğin asla unutulmaması gerekir. Ve aynı zamanda daima hatırlanmaları da gerekir. Tanrının tüm kitabında lütuf ve yönetim arasındaki farklılık resmedilir. Ve şimdi önümüzde açık olan bu kısımda lütuf ve yönetim belki de en güçlü şekilde kaydedilmişlerdir. Lütuf bağışlayacaktır ve lütuf yeryüzünü tanrısal yüceliğin bereketli ışınları ile dolduracaktır, ama şu yakıcı sözler ile ortaya konan yönetimin tekerleklerinin çekici hareketine dikkat edin : “Yüceliğimi, Mısır’da ve çölde gösterdiğim belirtileri görüp de beni on kez sınayan, sözümü dinlemeyen bu kişilerden hiç biri atalarına ant içerek söz verdiğim ülkeyi göremeyecek. Beni küçümseyenlerden hiç biri orayı görmeyecek. Ama kulum Kalev’de başka bir ruh var, o bütün yüreği ile ardımca yürüdü. Araştırmak için gittiği ülkeye onu götüreceğim ve onun soyu orayı miras alacak. Amalekliler ile Kenanlılar orada yaşıyorlar. Siz yarın geri dönün. Kamış Denizi (Kızıldeniz) yolundan çöle gidin.” Çölde Sayım 14:22-25.
Bu çok ciddi bir konudur. Tanrıya güvenmek ve O’nun sınırsız güçteki koluna bağımlı olarak cesaret ile vaat edilen ülkeye gitmek yerine halk Tanrıyı imansızlık göstererek tahrik etti, güzel ülkeyi küçümsedi ve o büyük ve korkunç çöle tekrar geri dönmek zorunda kaldı. “Rab Musa ve Harun’a da, ‘Bu kötü topluluk ne zaman dek bana söylenecek? ‘ dedi. ‘Bana söylenen İsrail halkının yakınmalarını duydum. Onlara Rab şöyle diyor de: ‘Varlığım adına ant içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: cesetleriniz bu çöle serilecek. Bana söylenen, yirmi ve daha yukarı yaşta sayılan herkes çölde ölecek. Sizi yerleştireceğime ant içtiğim ülkeye Yefunne oğlu Kalev ile Nun oğlu Yeşu’dan başkası girmeyecek. Ama tutsak edilecek dediğiniz çocuklarınızı oraya, sizin reddettiğiniz ülkeye götüreceğim; orayı tanıyacaklar. Size gelince, cesetleriniz bu çöle serilecek. Çocuklarınız, hepiniz ölünceye dek çölde kırk yıl çobanlık edecek ve sizin sadakatsizliğiniz yüzünden sıkıntı çekecekler.” Çölde Sayım 14: 26-33.
Bu durumda imansızlığın ürünü bu oldu ve yüreklerinin katılığı nedeni ile söylenerek Tanrıyı hor gören bir halk için Tanrının yönetici tutumu bu sonucu verdi.
Burada dikkatimizi çekecek en önemli nokta şu olmalıdır: İsrail’i vaat edilen ülkeye sokmayan neden imansızlık idi. İbraniler üçüncü bölümdeki esin ile yazılmış yorum, tüm bunları sorgulamanın çok ötesine taşır. “görüyoruz ki, imansızlıklarından ötürü oraya giremediler.” İbraniler 3: 19. Belki İsrail’in Kenan diyarına girmesi için doğru zamanın gelmediği söylenebilir. Amorluların kötülükleri henüz dolma noktasına ulaşmamış idi. Ancak İsrail’in Şeria nehrini geçmeyi reddetmesinin nedeni bu değildir. Onlar Amorluların kötülükleri hakkında hiç bir şey bilmiyor ve hiç bir şey düşünmüyorlar idi. Kutsal Yazılar yeterince sade ve açıktır: “Oraya giremediler.” Amorluların kötülükleri nedeni ile değil; zaman henüz dolmadığı için değil – ama yalnızca “imansızlıkları nedeni ile.” Oraya girmeleri gerekir idi. Bunu yapmak ile sorumlu idiler ve bunu yapmadıkları için yargılandılar. Yol açık idi. Sadık Kalev tarafından söylendiği gibi, iman yargısı net ve terddütsüz idi: “Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz vardır.” O anda olabilecek başka herhangi bir anda olduğu gibi buna güçleri var idi, çünkü onlara ülkeyi veren Kişi, onların bu ülkeye girmesi ve ona sahip olmaları için gereken güçlerinin kaynağı idi.
Bu noktayı anlamakta yarar var ve bu nokta üzerinde derin düşünmek gerekir. Tanrının öğütleri, amaçları ve buyrukları hakkında konuşmanın belirli bir tarzı vardır – O’nun ahlak yönetiminin de bir tarzı olduğu gibi – Tanrının kendi gücü ile koymuş olduğu zamanlar ve mevsimler insan sorumluluğunun temellerini silip süpürecek güçtedir. Buna karşı olan düşüncelerden özenle korunmalıyız. İnsanın sorumluluğu sır olana değil ,açıklanmış olana bağlıdır ve bunu her zaman aklımızda tutmamız gerekir. İsrail2in sorumluluğu bir an önce ülkeye girmek ve ülkeye sahip olmak idi. Ve bunu yapmadıkları için yargılandılar. Cesetleri çöle serildi, çünkü ülkeye girecek imana sahip değiller idi.
Ve tüm bunlar bize çok ciddi dersler öğretmez mi? Elbette, kesinlikle öğretirler. Nasıl oluyor da biz imanlılar göksel paylarımıza pratikte sahip olma konusunda başarısız oluyoruz? Bizler kuzunun kanı aracılığı ile yargıdan kurtarıldık; hali hazırdaki dünyadan Mesih’in ölümü aracılığı ile kurtarıldık. Ama ruhta ve iman aracılığı ile Şeria nehrini geçmiyor ve göksel mirasımıza sahip çıkmıyoruz. Genelde inanılan, Şeria nehrinin ölümün bir örneği olduğudur, yani bu dünyadaki doğal yaşamın sona ermesi. Bir anlamda bu doğru olabilir. Ama nasıl oldu da İsrail bunu yaptığı zaman kavga etmeye başladı? Biz cennete gittiğimiz zaman orada kavga etmeyeceğimiz kesindir. Mesih’e iman ederek bu dünyadan ayrılmış olan kişilerin ruhları cennette kavga etmiyorlar. Cennette hiç bir şekilde ve hiç bir biçimde çatışma yoktur. Cennet dinlenme yeridir. Orada diriliş sabahı bekleniyor, ama bu bekleyiş çatışma içinde değil, huzur içinde gerçekleşmektedir.
Bu yüzden, Şeria nehri örneğinde bir bireyin bu dünyadaki yaşamının sona ermesinden daha fazlası mevcuttur. Şeria nehrine Mesih’in ölümünün büyük bir görünüm içindeki örneği olarak bakmamız gerekir. Kızıldeniz’in Mesih’in ölümü ile ilgili bir başka örnek teşkil etmesi ve fısıh kuzusunun kanının yine aynı konuda ikinci bir başka örnek teşkil etmesi gibi. Kuzunun kanı İsrail’i Tanrının Mısır’ın üzerine inen yargısından korudu. Kızıldeniz’in suları israil’i Mısır ülkesinden ve onun tüm gücünden kurtardı. Ama İsrail’in Şeria’yı geçmesi gerekiyor idi, ayaklarını vaat edilen ülkenin topraklarına basmaları ve oradaki her düşmana rağmen ülkedeki yerlerini almaları lazım idi. Kenan diyarının her bir parçası için savaşmaları gerekiyor idi.
Şimdi bu son cümlenin anlamı ne demek oluyor? Cennet için savaşmamız mı gerekiyor? Bir imanlı uyuduğu ve ruhu Mesih ile birlikte olmak için cennete gittiği zaman, orada savaşması gibi bir mesele mi söz konusudur? Elbette hayır. O zaman Şeria nehrini geçmek ve Kenan diyarında savaşmak bibi ifadelerden anlamamız gereken nedir? Yalnızca şunu; İsa’nın ölmüş olduğunu. İsa bu dünyadan dışarı çıktı. O, yalnızca bizim günahlarımız için ölmek ile kalmadı ama aynı zamanda bizi bu dünyaya bağlayan her bağı da kırdı. Öyle ki, biz günah ve yasa karşısında ölü olduğumuz gibi bu dünya karşısında da ölü olalım. Tanrının gözünde ve imanın yargısında yerde ölü olarak yatan birinin nasıl bu dünya ile hiç bir işi kalmamış ise bizim de aynı o durumda olmamız gerekir. Kendimizi Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile her şey karşısında ölü ve Tanrı karşısında diri saymaya çağrıldık. Dirilmiş Mesih ile bir olmakta sahip olduğumuz yeni yaşamın gücünde yaşarız. Biz göğe aitiz; bu nedenle göksel insanlar olarak sahip olduğumuz konumumuzda göksel yerlerdeki kötü ruhlar ile savaşmamız gerekir – bu göksel yerler bize ait alanlardır ve bu kötü ruhlar henüz bu alanlardan tam olarak dışarı atılmamışlardır. Eğer “insanlar” -olarak yürümek – bu dünyaya ait olanlar gibi yaşamak –yani Şeria nehrinin karşı kıyısında durmak bizi tatmin ediyor ise, eğer yeryüzünde yaşayanlar gibi yaşamaktan hoşnut isek, eğer bize ait olan göksel pay ve konumumuzu hedef almıyor isek, o zaman Efesliler 6:12 ayetindeki çatışma hakkında hiç bir şey bilemeyeceğiz demektir. Şimdi yeryüzünde göksel insanlar olarak yaşamayı istemek İsrail’in Kenan diyarındaki savaşlarının örneği olan o çatışmanın içine girmeyi istemek anlamına gelir. Cennete gittiğimiz zaman savaşmamız gerekmeyecek ama eğer yeryüzünde göksel bir yaşam sürmek istiyor isek, dünya karşısında ölü ve bizim için Şeria nehrinin soğuk sularına giren O’nun karşısında diri olan kişiler olmak istiyor isek, o zaman savaşmamız gerektiği kesindir. Şeytan, göksel yaşamımızın gücünde yaşamamıza engel olmak için yolumuzda ters çevrilmemiş taş bırakmayacaktır ve işte bu yüzden de çatışma olacaktır. Şeytan bizim yersel konuma sahip olanlar gibi yürümemizi isteyeceğinden bu dünyanın vatandaşlarına benzememizi ister, haklarımızı ve saygınlığımızı elimizden almak, yalana yenilmemizi sağlamak kısaca pratikte Hristiyan gerçeğinin o büyük temeline karşı yaşamamızı arzu eder, ama biz Mesih’te öldük ve O’nunla birlikte dirildik.
Eğer okuyucu bir an için Efesliler 6.bölüme dönecek olur ise bu ilginç konunun esin alarak yazmış olan yazar tarafından nasıl takdim edildiğini görecektir: “Son olarak Rab’de, O’nun üstün gücü ile güçlenin. İblisin hilelerine karşı durabilmek için Tanrının sağlamış olduğu bütün silahları kuşanın. Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, ama yönetimlere, hükümranlıklara ve bu karanlık dünyanın güçlerine ve kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına karşıdır. Bu nedenle, kötü günde dayanabilmek, gerekli olan her şeyi yaptıktan sonra yerinizde durabilmek için Tanrının bütün silahlarını kuşanın.” Efesliler 6:10-13.
Burada daha uygun bir imanlı tutumunu görürüz. Burada söz konusu olan benliğin tutkuları ya da dünyanın çekiciliği değildir; elbette tüm bunlara karşı da uyanık olmamız gerekmektedir, ama burada söz konusu olan “şeytanın hileleridir.” Sonsuza kadar kırılmış olan gücünden söz etmiyoruz, söz ettiğimiz onun sinsi hileleri, yalanları ve tuzaklarıdır; şeytan bunlar aracılığı ile imanlıları göksel konum ve miraslarını fark etmekten alıkoyar.
İşte bizim düştüğümüz başarısızlık noktası bu çatışmada sürüp giden noktadır. Kavramamız gereken şeye hedef almayız. Çoğumuz kuzunun kanı ile yalnızca yargılanmaktan kurtarıldığımızı biliriz. Kızıldeniz ve Şeria nehrinin taşıdıkları derin önemin farkında dahi değilizdir. Onların ruhsal önemlerinin büyüklüğünü anlamayız. İnsanlar olarak yürürüz; elçi, Korintlileri bu konuda suçlar. Bizler sanki bu dünyaya ait insanlarmışız gibi yaşar ve hareket ederiz. Oysa kutsal yazılar bize İsa’nın bu dünya karşısında ölü olması gibi bizlerin de dünya karşısında ölü olduğumuzu öğretir ve vaftizimiz de zaten bunu ifade etmektedir. Biz, O’nu ölüler arasından dirilten Tanrının işleyişine olan iman aracılığı ile O’nda dirildik. Koloseliler 2:12.
Kutsal Ruhun canlarımızı bu değerlerin gerçekliğine yönlendirmesini diliyorum. Mesih’te bizim olan göksel ülkenin değerli ürünlerini bize takdim etsin ve bizi içsel varlığımızda Kendi kudreti ile güçlendirsin, öyle ki bizler cesaret ile Şeria nehrini geçelim ve ayaklarımızı ruhsal Kenan diyarına basalım. Bizler imanlılar olarak sahip olduğumuz ayrıcalıkların çok altında yaşarız. Görünen şeylerin görünmeyen bereketlerimizin sevincini bizden çalmalarına izin veririz. Ah, daha güçlü bir iman olduğu takdirde Tanrının bize Mesih’te karşılıksız olarak vermiş olduğu her şeye sahip çıkabiliriz.
Şimdi öykümüzde ilerlememiz gerekiyor.
“Ve Musa’nın ülkeyi araştırmak üzere gönderdiği adamlar geri dönüp ülke hakkında kötü haber yayarak tüm topluluğun Rabbe söylenmesine neden oldular. Ülke hakkında kötü haber yayan bu adamlar Rabbin önünde ölümcül hastalıktan öldüler. Ülkeyi araştırmak üzere gidenlerden yalnız Nun oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kalev sağ kaldılar.” Çölde Sayım 14: 36-38.
Kadınlar ve çocuklar dışında altı yüz bin kişiden oluşan o büyük toplulukta yalnızca iki kişinin diri Tanrıya iman ettiğini düşünmek çok şaşırtıcıdır. Elbette burada yalnızca topluluktan söz ediyoruz, bu kişilere Musa’yı dahil etmiyoruz. İki harika istisna dışında tüm topluluk bir imansızlık ruhu tarafından yönetiliyor idi. Onları vaat edilen ülkeye götürmesi için Tanrıya güvenemediler. Hayır onların düşündükleri şu idi: Tanrı kendilerini çöle getirmiş idi, çünkü onları çölde öldürmek istiyor idi ve kesinlikle şunu söyleyebiliriz: onlar karanlık imansızlıklarına uygun bir şekilde biçtiler. On sahte tanık ölümcül bir hastalık ile öldüler ve onların sahte tanıklıklarını kabul etmiş olan binlerce kişi çöle geri dönmek zorunda bırakıldılar ve kırk yıl boyunca çölde dolandıktan sonra orada öldüler ve orada gömüldüler.
Ama Yeşu ve Kalev diri Tanrıya olan imanlarının bereketli temelinde durdular – onların imanı canı en sevinçli güvence ve cesaret ile dolduran bir iman idi. Ve Yeşu ve Kalev’in imanlarına göre biçtiklerini söyleyebiliriz. Tanrının cana ekmiş olduğu imanı her zaman onurlandırması gerekir. İman O’nun kendi armağanıdır ve O imanın var olduğu her yerde- saygı ile söylüyoruz- imana sahip olabilir. Yeşu ve Kalev imanın sade gücü aracılığı ile sadakatsizliğin büyük bir gelgitine karşı koymak için güçlendirildiler. Her zorluk karşısında Tanrıya olan güvenlerine sımsıkı tutundular ve Tanrı da sonunda onların imanlarını onurlandırdı, ama onların kardeşlerinin cesetleri çölün tozlarına serildiler; Yeşu ve Kalev’in ayakları ise Kenan ülkesinin bağlar ile dolu tepelerine ve verimli vadilerine bastı. Diğerleri Tanrının onları öldürmek için çöle getirdiğini söylediler ve Tanrı da onlara, onların bu sözlerine göre davrandı. Yeşu ve Kalev ise Tanrının onları ülkeye gönderecek güçte olduğuna inandılar ve inandıkları gibi oldu.
Bu, çok önemli bir ilkedir; “İmanınıza göre olsun.” Hatırlamamız gereken bir şey var: Tanrı imandan hoşlanır, O’nu hoşnut eden tek şey imandır. Kendisine güvenilmesini sever ve Kendisine güvenenleri onurlandırmaktan ve ödüllendirmekten hoşlanır. Bunun tam aksine imansızlık O’nu çok kederlendirir. İmansızlık O’nu kışkırtır ve onurunu kırar ve canın üzerine karanlık ve ölüm getirir. Yalan söyleyemeyen diri Tanrıdan kuşkulanmak ve O konuştuğu zaman sorular beslemek en korkunç günahtır. Tüm kuşku dolu soruların yetkilisi şeytandır. Şeytan canın güvencesini sarsmaktan hoşlanır. Ama sade bir şekilde Tanrıya güvenen bir cana karşı hiç bir gücü yoktur. Şeytanın ateşli okları iman kalkanının arkasına saklanmış olan bir kişiye asla ulaşamazlar. Ve ah! Tanrıya bir çocuğun duyduğu güven ile güvenerek sürdürülen bir yaşam ne kadar değerlidir! Bir çocuğunkine benzeyen bu sade güven yüreği çok mutlu yapar ve ağzı övgü ve şükran ile doldurur. Böyle bir güven daima her bulutu ve sisi dağıtır ve yolumuzu Babamızın yüzünün bereketli ışınları ile aydınlatır. Ama öte yandan imansızlık, yüreği her tür soru ile doldurur, bizi tehdit eder, yolumuzu karanlık yapar ve bizi gerçekten sefil bir duruma sokar. Kalev’in yüreği sevinçli bir güven ile dolu idi, oysa kardeşlerinin yürekleri acı söylenmeler ve şikayetler ile dolu idi. Bu her zaman böyledir, eğer mutlu olmak istiyor isek, Tanrı ve O’nun karakteri ile ve sevgisi ile meşgul olmamız gerekir. Eğer sefil bir durumda olmak istiyor isek, o zaman yalnızca kendimiz ile ve koşullarımız ile meşgul olalım. Bir an için dönüp Luka kitabının ilk bölümüne bakalım. Zekeriya’nın dilinin tutulmasının nedeni ne idi? İmansızlık! Meryem ve Elizabet’in yüreklerini açan ne idi? İman! İşte fark buradan kaynaklanmaktadır. Zekeriya bu inançlı kadınların övgü şarkılarına katılabilir idi, eğer o karanlık imansızlık ağzını melankolik bir sessizlik ile mühürlememiş olsa idi! Ne etkileyici bir örnek ve ne etkileyici bir ders! Ah, Tanrıya daha sade bir şekilde güvenmeyi öğrenmemizi diliyorum. Kuşku duyan zihin bizden uzak olsun. İmansız bir durumun ortasında Tanrıya yücelik vererek imanda güçlü olmak bize lütfedilsin.
Bölümümüzün son paragrafı bize bir başka kutsal ders daha öğretir. Gelin şimdi bu dersi tam bir gayret ile yüreklerimize uyarlayalım. “Musa bu sözleri İsrail halkına bildirdiği zaman, halk yasa büründü. Sabah erkenden kalkıp dağın tepesine çıktılar. ‘Günah işledik’ dediler, ‘ama Rabbin söz verdiği yere çıkmaya hazırız. Bunun üzerine Musa, ’Neden Rabbin buyruğuna karşı geliyorsunuz?’ dedi, ‘bunu başaramazsınız, savaşa gitmeyin, çünkü Rab sizinle olmayacak. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız. Amalekliler ile Kenanlılar sizinle orada karşılaşacak ve sizi kılıçtan geçirecekler. Çünkü Rabbin ardınca gitmekten vazgeçtiniz. Rab de sizinle olmayacak.’ Öyle iken, kendilerine güvenerek dağlık bölgenin tepesine çıktılar. Rabbin antlaşma sandığı da Musa da ordugahta kaldı. Dağlık bölgede yaşayan Amalekliler ile Kenanlılar üzerlerine saldırdılar ve onları Horma kentine dek kovalayıp bozguna uğrattılar.” Çölde Sayım 14: 39-45.
İnsan yüreği nasıl da çelişkiler ile doldur! Gidip iman enerjisi ile ülkeye sahip çıkmaları öğütlendiği zaman, geri çekildiler ve gitmeyi reddettiler. Galip gelecekleri yerde yere yatıp ağladılar. Sadık Kalev boşu boşuna onlara güvence vermeye çalıştı; ülkeye onları Rab götürecek ve onları mirasının dağına yerleştirecek idi. Tanrı onların yanında idi ve bunu yapacak güçte idi. Ama onlar gitmediler çünkü Tanrıya güvenemediler. Ama şimdi, başlarını öne eğip Tanrının yönetim ile ilgili tutumunu kabul etmek yerine kendilerine güvenerek küstahlık ettiler.
Ama ah! Aralarında diri Tanrı olmadan hareket etmeleri ne kadar boş bir davranış idi. O olmaksızın hiç bir şey yapamazlar idi. Ama yine de O aralarında olabilecek iken, Amaleklilerden korktular, ama şimdi aynı kişiler ile yanlarında Tanrı olmadan yüz yüze gelmeye cesaret ettiler. “Günah işledik, ama Rabbin söz verdiği yere çıkmaya hazırız.” Bunu söylemek yapmaktan daha kolay idi. Tanrısız bir İsrailli bir Amalek ile karşılaşamaz idi ve ayrıca burada çok dikkat çekici bir şey daha vardır: İsrail iman enerjisi ile hareket etmeyi reddettiği zaman, Tanrıyı küçümseyen bir imansızlığın gücü altında düştükleri zaman Musa onlara kendilerinin daha önce belirtmiş oldukları zorlukları işaret etti. Ve onlara, “Amalekliler ve Kenanlılar sizinle orada karşılaşacaklar ve sizi kılıçtan geçirecekler” dedi.
Bu ifadede tam bilgi mevcuttur. Onlar imansızlıkları aracılığı ile Tanrıyı dışarda bıraktılar. Ve bu yüzden İsrailliler ile Kenanlılar arasında bir sorun olacağı aşikar idi. İman ise bu sorunu tanrı ve Kenanlılar arasındaki bir sorun olarak görürdü. Yeşu ve Kalev bu meseleyi bu şekilde gördüklerini şu sözleri ile ifade etmişlerdi: “Eğer Rab bizden hoşnut kalır ise, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rab bizimledir. Onlardan korkmayın!”
İşte büyük sır burada yatmaktadır. Tanrının, halkına duyduğu hoşnutluk her düşman üzerindeki zaferi ilan eder ve bu zaferi garantiler. Ama Tanrı eğer halkı ile birlikte değil ise o zaman halk yere dökülmüş sudan farksızdır. İmansız on casus kendilerini devlerin önünde çekirgeler olarak beyan etmişler idi. Ve Musa onların sözlerini kullanarak onlara şöyle der: “Çekirgeler devlerin önünde duramazlar. Eğer “gidin imanınıza göre olsun” sözü doğru ise bunun aksi olan “imansızlığınıza göre olsun” sözü de doğrudur.
Ama halk küstahlık etti. Hiç bir şey oldukları halde bir şey olduklarını düşündüler. Ve, ah! Kendi gücümüz ile hareket etme küstahlığında bulunmak ne kadar sefilce bir davranış! Ne büyük bir yenilgi ve karmaşa! Ne kadar büyük bir hata ve aşağılanma! Ne kadar alçaltıcı ve paramparça edici bir durum! Ama kendine güvenmenin sonucu budur. İmansızlık ederek Tanrıyı terk ettiler. Ve Tanrı da onları boş küstahlıklarına terk etti. İman ederek O’nunla birlikte gitmemişler idi ve Tanrı da imansızlıkları nedeni ile onlarla gitmedi! “Rabbin antlaşma sandığı da Musa da ordugahta kaldı.” Onlar Tanrısız gittiler ve bu yüzden düşmanlarının önünde bozguna uğradılar.
Bu tür bir davranışın sonucu her zaman böyle olacaktır. Güç iddiasında bulunmanın ve kibirli küstahlıklar yapmanın hiç bir şekilde yararı olamaz. Küstahlık ve kendine güvenme değersizlikten daha kötüdür. Eğer Tanrı bizimle değil ise sabah buharından farkımız yoktur. Ama bu gerçeğin uygulamalı bir şekilde öğrenilmesi gerekir. Benliğin nihai değersizliğinin kanıtlanması için benliğin dibine kadar götürülmemiz gerekir. Ve bizi uygulamalı olarak bu sonuca götüren çeşitli tüm olayları ve bin bir çeşit denemeleri ile gerçekten de çöldür. Benliğin ne demek olduğunu çölde öğreniriz. Doğa çölde olduğu gibi ortaya çıkar; bazen korkutan bir imansızlık ile doludur, bazen de sahte güven ile dolu olabilir. Kadeş’te gitmeleri söylendiği zaman gitmeyi reddettiler; Horma kentinde gitmemeleri söylendiği zaman gitmekte ısrar ettiler. Yazarın da okuyucunun da her gün tahammül etmek zorunda kaldıkları kötü doğa işte böyledir.
Ama sevgili imanlı okuyucu, yine de Horma kentinden ayrılmadan önce tam olarak öğrenmeyi istememiz gereken bir özel ders daha vardır. Ve o ders de şudur: Kendi başarısızlığımızın bizim için gerekli kıldığı yolda alçakgönüllülük ve sabır ile yürür iken karşımıza çıkacak olan yoğun bir zorluk vardır. İsrail’in ülkeye gitmeyi reddeden imansızlığı Tanrının yönetici tutumunu gerekli kılmıştır ve halkın geri dönüp çölde kırk yıl dolaşmasına neden olmuştur. Tanrının bu tutumuna boyun eğmek için istekli değillerdi. Karşı geldiler. Gerekli olan boyunduruğa girmesi için boyunlarını bükemediler.
Aynı durum ne kadar da sık olarak bizlerin başına gelmektedir! Başarısızlığa uğrarız; bazı yanlış adımlar atarız, bunun sonucu olarak bazı deneme koşullarına gireriz ve sonra Tanrının eli altında eğilip alçalmak ve alçakgönüllülük ve ruh kırıklığı içinde O’nunla yürümeyi arzu etmek yerine baş kaldırır ve isyan ederiz; kendimizi yargılamak yerine koşullar ile tartışırız ve onları kendi davranışımızın adil ve gerekli sonucu olarak kabul etmek yerine öz irademiz ile koşullardan kaçmak isteriz.
Ayrıca şu ya da bu türde bir başarısızlık ya da zayıflık tarafından ruhsal ayrıcalığın bir konumuna ya da yoluna girmeyi reddetmemiz olasılığı vardır ve bu yüzden yolumuzda bulunduğumuz yerden geri döndürülür ve okulda daha alt bir sınıfa yerleştiriliriz. Ve daha sonra alçakgönüllülük ve yumuşak huyluluk ile kendimizi Tanrının eline bırakmak yerine kendi çabamız ile kendimizi bu konuma yerleştirmeye çalışırız ve ne yazık ki sonucunda da bozguna uğrar ve karmaşa yaşarız.
Bu konulara çok büyük bir dikkat göstermemiz talep edilir. Zayıflığın ve güçlüğün yerine razı olan bir yürek ve alçakgönüllü bir ruh geliştirmek çok önemlidir. Tanrı kibirli kişiye karşıdır ama alçakgönüllü kişiye lütfeder. Küstah ve kibirli bir ruh er ya da geç düşmeye mahkumdur. Ve tüm kibirli güç gösterileri açığa çıkmak zorundadır. Eğer vaat edilen diyarı ele geçirmek için iman yok ise geriye kalan yapılacak tek şey çölde alçakgönüllülük ve teslimiyet içinde bulunmaktır.
Ve Tanrıya övgüler olsun ki O tüm çöl yolculuğu boyunca bizim yanımızda olacaktır. Kibir ve küstahlık ile kendimizin seçmiş olduğu yolda O bizimle beraber olmaz, olmayacaktır. Yehova Amorluların tepesinde İsrail’e refakat etmeyi reddetti. Ama sabırlı lütfu ile bu davranışından geri dönmeye ve çöldeki yolculukları boyunca onlara eşlik etmeye hazır idi. Eğer İsrail Yehova ile Kenan ülkesine girmeyecek ise o zaman Tanrı İsrail ile çöle geri dönecek idi. Tanrının bu davranışında parlayan lütuftan daha mükemmel bir şey olamaz. Kendilerine güvenen İsrailliler aslında çölde tek başlarına kalmayı hak ediyorlar idi, ama O’nun adına sonsuza kadar övgüler olsun ki O bize günahlarımıza göre davranmaz ya da bizi iyiliklerimize göre ödüllendirmez. O’nun düşünceleri bizim düşüncelerimiz değildir; aynı şekilde O’nun yolları da bizim yollarımız değildir. İsraillilerin imansızlıkları, nankörlükleri ve şikayetleri çöle geri dönmelerine neden olmuş idi, ama Yehova yine de eşsiz lütfu ve sabırlı sevgisi ile onların çölde kırk yıl sürecek olan uzun ve bezdirici yolculuklarında onlara eşlik etmek için onlarla birlikte çöle geri döndü.
Böylece eğer çöl insanın ne olduğunu kanıtlıyor ise aynı zamanda Tanrının da ne olduğunu kanıtlıyor demektir. Ve ayrıca çöl imanın da ne olduğunu kanıtlar. Çünkü Yeşu ve Kalev’in de imansız kardeşlerinin bulunduğu topluluğun tamamı ile birlikte çöle dönmeleri ve miraslarından kırk yıl mahrum kalmaları gerekti. Oysa Yeşu ve Kalev lütuf aracılığı ile ülkeye girmeye hazır idiler. Bu durum onlar için çok büyük bir zorluk olarak görülebilir. İnsan doğası iki iman adamının diğer kişilerin imansızlıkları yüzünden acı çekmesi gerektiğini mantıklı ve haklı bulmayarak yargıda bulunur. Ama iman sabır ile beklemeyi başarabilir. Ve ayrıca Yeşu ve Kalev Yehova’nın kendileri ile paylaşmak üzere oldukları şeyi gördükleri zaman çöl yolculuğundan nasıl şikayet edebilirler idi? İmkansız! Yeşu ve Kalev Tanrının zamanını beklemek için hazırlanmışlar idi, çünkü iman asla acele etmez. Hizmetkarların imanı Efendi’nin lütfu sayesinde çok iyi destek görür.