Çölde Sayım 11
Bu kitabı inceler iken Tanrının çöldeki halkı için nasıl düzenleme yaptığı ve sağlayışta bulunduğu ile ilgilendik. İlk on bölüm üzerinde yolculuk ettik ve İsrail’in Tanrısı Yehova’nın bilgeliğinin, iyiliğinin ve planlarının örneklerini gördük.
Ama şimdi, koyu bulutların çevremizi kuşattığı bir noktaya ulaşırız. Bu noktaya kadar önümüzde Tanrı’yı ve O’nun eylemlerini gördük; ama şimdi insan ve onun sefil yolları üzerinde düşünmeye çağrılıyoruz. Bu her zaman üzücü ve alçaltıcı bir durumdur. İnsanoğlu her yerde aynıdır. Aden bahçesinde, restore edilmiş yeryüzünde, çölde, Kenan diyarında, kilisede ve bin yıllık dönemde insanın tam bir başarısızlık olduğu kanıtlanır. İnsan harekete geçtiği anda bozulur. Bu nedenle Yaratılış I ve Yaratılış II.bölümde Tanrının Yaratan olarak hareket ettiği görülür; her şey tanrısal bir mükemmellik içinde yapılır ve düzenlenir ve insan tanrısal bilgelik, iyilik ve gücün tadını çıkartması için buraya yerleştirilir. Ama Yaratılış III.bölümde her şey değişir. İnsan harekete geçtiği an itaatsizlik eder ve harabiyeti ve perişanlığı ortaya çıkartır. Bu nedenle tufandan sonra yeryüzü o derin ve dehşetli vaftizden geçtiği ve insan tekrar yeryüzündeki yerini aldığı zaman, kendini gösterir ve yeryüzüne egemen olup onu yönetmek bir kenara dursun kendi kendisini yönetemediğini kanıtlar. (Yaratılış 9) İsrail altın buzağıyı yaptığı zaman Mısır’dan daha yeni çıkartılmış idi. Kahinlik düzeni kurulur kurulmaz Harun’un oğulları Tanrı’ya yabancı ateş sundular. Saul kral olur olmaz kendi iradesine göre hareket etti ve itaatsizliğini kanıtladı.
Bu yüzden aynı zamanda Yeni Antlaşma kitabının sayfalarına döndüğümüz zaman, orada da aynı durumu görürüz. Kilise oluşur oluşmaz ve Pentikost armağanları ile donatılır donatılmaz, şikayetin ve hoşnutsuzluğun üzücü seslerini işitiriz. Kısaca belirtecek olur isek, oradaki, buradaki ve her yerdeki insanlık tarihi en başından sonuna kadar başarısızlık ile doludur. Aden bahçesinden bin yıllık dönemin son gününe kadar bu konuda tek bir istisna bile yoktur.
Bu ciddi ve önemli gerçeğin üzerinde düşünmek ve ona yürekte geniş bir yer ayırmak iyidir. Bu gerçek, insanın asıl karakteri ve koşulları hakkındaki tüm yanlış düşünceleri düzeltmek için özellikle hesaplanmıştır. Babil’in sefahate düşkün kralının yüreğine dehşet salacak o korkunç cümleyi akılda tutmak yararlı olur. Aslında bu cümle düşmüş olan Adem soyuna ait tüm insan soyunu ve her bir oğul ve kız üzerine de söylenmiştir: “ Tartıldın ve eksik bulundun.” Okuyucu, bu cümlenin tamamen kendisi ile ilgili olduğunu fark etmiş midir? Bu, ciddi bir sorgulamadır. Bu konuda kendimize yönelmemiz gerektiğini hissediyoruz. Okuyucu, lütfen cevap ver: ”Sen Bilgeliğin çocuklarından biri misin?” Tanrıyı aklıyor ve kendini yargılıyor musun? Kendini mahvetmiş, suçlu ve cehennemi hak etmiş bir günahkar olarak hak ettiğin konumu aldın mı? Eğer aldın ise işte o zaman Mesih senin içindir. O, günahı ortadan kaldırmak ve senin “tüm” günahlarını yüklenmek için öldü. Yalnızca O’na güven ve o zaman O ne ise ve neye sahip ise hepsi senindir. O, senin bilgeliğin, senin doğruluğun, senin kutsallığın ve senin kurtuluşundur. İsa’ya bir çocuk gibi basit bir şekilde ve yürekten iman eden herkes suçluluk ve mahkumiyetin eski yerinden alınarak temiz kılınmıştır ve Tanrı tarafından sonsuz yaşamın ve tanrısal doğruluğun yeni temeli üzerinde görülmektedir. Yürekten iman eden herkes diri ve zaferli Mesih’te kabul edildi. O nasıl ise biz de bu dünyada öyleyiz.” 1.Yuhanna 4:17.
Bu çok önemli konu Tanrının kendi sözünün ve varlığının ışığında net ve tam olarak anlaşılana kadar okuyucumuzun gayret ile çaba göstermesini çok isteriz. Kutsal Ruh Tanrıya henüz tövbe etmemiş ve karar vermemiş okuyucunun yürek ve vicdanında derin bir şekilde işlemesi ve onu Kurtarıcının ayaklarına yönlendirmesi için dua ediyoruz.
Şimdi bölümümüzde ilerleyeceğiz.
“Ve halk çektiği sıkıntılardan yakınmaya başladı. Rab bunu duyunca öfkelendi ve aralarına ateşini göndererek ordugahın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Musa’ya yalvardı. Musa Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya “tavera” (yangın) adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmış idi. Derken, halk arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrailliler de yine ağlayarak: ‘Keşke yiyecek biraz et olsa idi’ dediler, ‘Mısır’da parasız yediğimiz balıkları salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları ve sarımsakları anımsıyoruz. Şimdi ise yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu mandan başka gördüğümüz hiç bir şey yok.” Çölde Sayım 11: 1-6.
Burada zavallı insan yüreğinin kendisini olduğu gibi ortaya döktüğünü görüyoruz; tüm zayıflıkları ve eğilimleri sergilenir. Halk Mısır ülkesinden çıktıktan sonra bazı özlemler duyar ve o ülkenin etlerini ve çeşitli yiyeceklerini anımsar. Ama angaryacıların kırbaçları tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işler ile yaşamlarının kendilerine nasıl zehir edildiği konularında konuşmazlar. Bu gibi konular hakkında tam bir sessizlik içinde kalırlar. Mısır’ın kendilerine doğal zevkler dışında hizmet ettiği bu kaynakların dışında şimdi başka hiç bir şeyi hatırlamamaktadırlar. Aynı durum ne kadar da sık olarak bizim için geçerlidir. Yürek bir kez tanrısal yaşamdaki tazeliğini kaybettiği zaman – göksel değerler tatlarını kaybetmeye başladıkları zaman – ilk sevgi soğuduğu zaman – Mesih can için tatmin edici ve her şeye değer bir pay olarak görülmekten vazgeçildiği zaman – Tanrı sözü ve dua çekiciliklerini kaybettikleri ve dua etmek sıkıcı ve mekanik bir hale geldiği zaman; işte o zaman gözler dünyaya bakmak için geri dönüş yaparlar, yürek gözleri izler ve ayaklar da yüreği izlerler. Böyle anlarda biz dünyanın içinde iken ve dünyadan iken, dünyanın bizim için bir zamanlar ne olduğunu unuturuz. Günaha ve şeytana hizmetin nasıl bir sefalet, alçalma, zahmet ve tutsaklık olduğunu unuturuz ve yalnızca Tanrı halkının çöl yolunda karşımıza çıkan bu acı veren deneyimlerden, çatışmalardan ve kaygılardan uzak kalmayı düşünürüz.
Tüm bunlar oldukça üzücüdür ve canı en derin öz yargıya yönlendirmeleri gerekir. Rabbi izlemek için yola çıkmış olan kişiler Tanrının yolunda ve sağlayışında zayıf düşmeye başladıkları zaman, durum korkunç olur. Yehova’nın kulağının işittiği şu sözler ne kadar da korkunçtur! “Ama şimdi canımız yemek yemekten soğudu. Bu mandan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Ah, İsrail! Bundan dha fazla ne isteyebilirdin ki! Göksel yiyecek senin için yeterli değil miydi? Tanrının elinin senin için sağlamış olduğu yiyecek ile yaşayamaz mıydın?
Bu tür sorular sormak için kendimizi özgür mü sayıyoruz? Göksel manımızı bizim için her zaman yeterli buluyor muyuz? Peşinden gidilen şu ya da bu dünyasal zevklerin doğru mu yanlış mı oldukları hakkında ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar tarafından sık sık sorulan bu sorular ne anlam ifade eder? “Günümüzü nasıl geçirmemiz gerekiyor? Her zaman Mesih ve göksel değerler hakkında düşünemeyiz. Buna biraz ara vermemiz gerekir” gibi sözleri imanlı olduklarını en çok söyleyen kişilerin ağzından dahi işitmedik mi? Bu biraz Çölde Sayım 11.bölümdeki İsrail’in söylediği sözlere benzemiyor mu? Evet, gerçekten de benziyor. Ve söylenen sözler nasıl ise eylem de öyledir. Ama ne yazık ki, Mesih’in yürek için yeterli olmadığını kendimizi dünyasal değerlere kaptırarak kanıtlıyoruz. Örneğin, dünyanın hafif ve değersiz edebiyatı açgözlülük ile yutulur iken, Kutsal Kitap’ın saatlerce ihmal edilmesi ne kadar da sık görülen bir durumdur. Ele sık sık alınan gazete ve nerede ise tozlanmış Kutsal Kitap ne gibi anlamlar ifade ederler? Bunlar bir öykü anlatmazlar mı? Bu durum manı küçümsemek ve sarımsak ve soğanları özlemek değil midir?
Şimdi incelemekte olduğumuz konu için özellikle genç imanlıların dikkatini çekmek istiyoruz. İsrail’in bu bölümde kaydedilmiş olan günahına düşmeleri konusunda derin üzüntüye sahibiz. Kuşkusuz hepimiz tehlike içindeyiz ama aramızdaki gençler özellikle bu tehlike ile karşı karşıyadırlar. Aramızda yaşamda ilerlemiş olanlar dünyanın boş değerleri – dünyanın konserleri, çiçek gösterileri, eğlence partileri, boş sözlü şarkıları ve hafif edebiyatı - peşinden kolay kolay gitmezler. Ama genç olanlar dünyadan etkileneceklerdir. Dünyanın tadına kendileri için bakmayı özlerler. Mesih’i yürekleri için tam yeterli pay olarak görmezler; eğlence isterler.
Ne yazık! Ne yazık! Nasıl da yanlış bir düşünce! Bir imanlıdan şu sözleri işitmek ne kadar da üzücüdür: “Biraz eğlence istiyorum. Günümü nasıl geçireceğim? Her zaman İsa’yı düşünemem.” Bu şekilde konuşan herkese şu soruyu sormamız gerekir: “Sonsuzluğu nasıl geçireceksin? Sayısız çağları doldurmak için Mesih yeterli olmayacak mı? Orada eğlence istiyor musun? Orada hafif edebiyat, boş sözlü şarkılar ve anlamsız zevkleri özleyecek misin?”
Belki de bu sorulara şu tür bir karşılık verilebilir: “Ama o zaman farklı olacağız.” Hangi açıdan? Tanrısal doğaya sahibiz- Kutsal Ruh’a sahibiz – payımız olarak Mesih’e sahibiz – Cennete aitiz – Tanrıya götürüldük. “Ama içimizde kötü bir doğaya sahibiz.” Eh, o zaman bu yüzden yiyecek tedarik etmemiz mi gerekir? Bu yüzden mi eğlence için can atıyoruz? Sefil benliğimize – düşmüş doğamıza – günümüzü doldurmak için yardım etmemiz mi gerekiyor? Hayır, bizler benliği inkar etmeye, onu öldürmeye ve ölü saymaya çağrıldık. İmanlının eğlencesi budur. Kutsalın gününü geçirmeye çağrıldığı değer budur. Eğer yalnızca benlik için sağlayışta bulunuyor isek o zaman tanrısal yaşamda büyümemiz nasıl mümkün olacak? Mısır’ın yiyeceği yeni doğayı besleyemez. Ve bizim için en önemli konu budur: Gerçekten beslemek ve büyütmek istediğimiz doğa yen doğamız mıdır yoksa eski doğamız mıdır? Tanrısal doğanın gazeteler ile boş sözlü şarkılar ile ve hafif edebiyat ile doyurulmasının mümkün olmadığının aşikar olması gerekir. Ve bu yüzden eğer kendimizi herhangi bir ölçüde doğal değerlere verir isek, canlarımız kuruyacak ve solacaktır.
Bu konular hakkında ciddi bir şekilde düşünmek için Rab bize lütuf versin. Kutsal Ruh’ta öyle bir yürüyelim ki, Mesih her zaman yüreklerimizi tatmin eden tek pay olsun. Eğer İsrail çölde Tanrı ile yürümüş olsa idi şu sözleri asla söyleyemezler idi: “Şimdi ise yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu mandan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.”
O man onlar için oldukça yeterli olabilir idi. Ve bizim için de aynı durum geçerlidir. Eğer gerçekten bu çöl dünyada Tanrı ile yürüyor isek canlarımız O’nun verdiği pay ile tatmin olacaktır ve bu pay göksel Mesih’tir. O canlarımızı tatmin etme konusunda hiç başarısız olabilir mi? O, Tanrının yüreğini tatmin etmez mi? O, gökyüzünü tüm yüceliği ile doldurmaz mı? O, meleklerin şarkısının konusu ve onların harika sadakat ve tapınmalarının objesi değil midir? O sonsuz öğütlerin ve amaçların büyük konusu değil midir? O’nun yollarının tarihi sonsuzluğu aşmaz mı?
Tüm bu sorulara hangi yanıtı vermemiz gerekir? Yürekten gelen ve hiç duraksamadan verilen EVET yanıtı mı? Peki, o zaman bu kutsal Olan Kişiliğinin derin gizemi, yollarının ahlaki yüceliği ve karakterinin parlaklığı ve yüceliği içinde yüreklerimiz için yeterli değil midir? Bundan başka ne isteyebiliriz? Canlarımızdaki boşluğu doldurmak için gazete ya da bazı boş dergiler mi okumamız gerekir? Mesih’e gitmek yerine, bir çiçek gösterisine ya da bir konsere mi gitmemiz gerekir?
Asla! Bunu yazarken bile üzülmemiz gerekir. Bu durum çok üzücüdür ama bu durma çok da ihtiyaç duyulur ve bu noktada okuyucuya şu en önemli soruyu sormak isteriz: “Gerçekten de Mesih’in, yüreğini tatmin etmek için yetersiz mi olduğunu düşünüyorsun? O’nun tamamen karşılayamadığı ihtiyaçlara mı sahipsin? Eğer öyle ise, o zaman canın açısından panik verecek bir durumdasın ve bu çok ciddi konuya daha yakından bir kez daha bakman gerekir. İçten bir öz yargı ile Tanrının önünde yüz üstü alçal ve yüreğini O’nun önüne dök. O’na her şeyi anlat. Nasıl düştüğünü ve yoldan çıktığını söyle – eğer Tanrının Mesih’i senin için yeterli değil ise bunu mutlaka yapman gerekir. Tüm sırlarını Tanrın ile paylaş ve O’nunla paydaşlıkta tam ve bereketli bir şekilde yenilenene kadar bundan vazgeçme – Sevgisinin Oğlu hakkında O’nunla yürek paydaşlığına ulaş.
Ama şimdi yine bölümümüze dönmemiz gerekiyor ve böyle yapmak ile okuyucuyu şu noktaya dikkat etmeye çağırıyoruz: bizler için çok değerli bir öğüt içeren şu ifadeyi okuyalım, “Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrailliler de yine ağladılar.” Mesih’in davasına ya da Tanrının halkının canlarına en çok zarar veren şey budur; yabancı ilkelere sahip kişiler ile yakınlık. Böyle bir durum açık ve saldıran düşman ile uğraşmaktan daha zordur. Şeytan bunu çok iyi bilir ve bu yüzden sürekli olarak Tanrının halkının yarı inançlı kişiler ile bağlantı kurması için çaba sarf eder; ya da dünyadan uzaklaşmak için bir yol arayan kişileri bir ölçüde sahte bir şekilde aradıkları şeyin ortasına yönlendirir. Yeni Antlaşma’da kötünün bu özel karakteri ile ilgili konuları tekrar ettik. Aynı konuyu peygamberlikler açısından Müjde’de ve tarihi açıdan da elçilerin İşleri ve Mektuplar’da da görürüz. Matta 13.bölümde delicelerden ve mayadan söz edilir. Daha sonra Elçilerin İşleri’nde Çölde sayım 11.bölümdeki “halkın arasındaki yabancılar” gibi müjde topluluğuna kendilerini katan dışardan kişilerin bulunduğunu görürüz. Ve son olarak tanıklığı bozma amacı güden ve Tanrının halkının canlarını döndürmek peşinde olan düşman tarafından ortaya konan sahte materyallere elçilerden geliyormuş referansının verildiğini görürüz. Elçi Pavlus bu nedenle “gizlice aralarına sızan sahte kardeşlerden” söz eder. Galatyalılar 2:4. Aynı şekilde Yahuda da “bazı tanrısızların gizlice araya sızdıklarını” yazar. Yahuda 4.
Tüm bunlardan öğrendiğimiz Tanrı halkının bu konuları öğrenmeye ne kadar ihtiyaç duyduğudur. Aynı zamanda Rabbe olan mutlak bağımlılıkları da üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Yalnızca Rab, halkını sahte öğretişlerden koruyabilir ve onları karışık ilkelere ve kuşkulu karakterlere sahip kişiler ile iletişimden özgür kılabilir. İsrail halkının arasına katılan yabancıların bir tutkuya kapılacakları kesindir. Ve o zaman Tanrının halkı kendilerine uygun konumdan saptırılma gibi bir tehlike ile karşılaşacaklar ve uygun yiyecekleri olan göksel manı yemekten bezgin düşeceklerdir. İhtiyaç duyulan şey, Mesih için net bir karara varmaktır; bu kararı O’na olan adanmışlıklarına ve O’nun davasına bağlılıkları ile alacaklardır. Nerede bir imanlı topluluğu Mesih’te tam bir yürek ile içtenlikle devam edebiliyor ve hali hazırdaki dünyadan belirlenmiş bir şekilde ayrılabiliyor ise, bu aynı karaktere sahip kişilerin onların arasında bir yer araması çok fazla bir tehlike oluşturmaz. Ama yine de şeytan hiç kuşkusuz her zaman ikiyüzlü kişilerin araya girmesi ile tanıklığı lekelemek isteyecektir. Bu tür kişiler bir giriş elde ederler ve sonra kötü yolları aracılığı ile Rabbin adını lekelerler. Şeytan İsrail halkının arasına yabancı kişileri yönlendirdiği zaman ne yaptığını çok iyi biliyor idi. Bu yabancı kişilerin İsrail halkı arasına girmelerinin etkisi hemen görülmedi. Halk yüce bir elin gücü ile kurtulmuş ve Kızıl Deniz’den geçmişler idi, daha sonra da diğer kıyıda zafer şarkıları söylediler. Her şey aydınlık ve vaatkar görünüyor idi, ama aralarına karışmış olan yabancılar varlıklarının etkisini çok çabuk görülür hale getirdiler.
Böylelikle Tanrı halkının tarihinde her zaman aynı şeyi görürüz. Çağlar boyunca meydana gelmiş olan o büyük ruhsal hareketlerde çürümüşlüğün belirli unsurları öncelikle lütfun akan gelgiti tarafından gizlenir idi. Ama bu gelgit çekilmeye başladığı zaman, bu unsurlar ortaya çıkar ve kendilerini gösterirler idi.
Bu çok ciddi bir konudur ve büyük bir ruhsal uyanıklık gerektirir. Toplu olarak Tanrı halkı hakkında etkileyici olduğu gibi aynı derecede etkiyi bireyler üzerinde de gösterir. Gençlik günlerimizin ilk anlarında gayret ve tazeliğin bizi karakterize ettiği dönemde lütfun kaynak gelgiti öylesine bereketli bir şekilde yükselir ki, pek çok şeyin yargılanmadan kaçmasına izin verilir. Aslında tohumlar toprağa düşmanın eli tarafından dikilir ve uygun sezonda büyür ve ürün verirler. Bu yüzden her iki topluluk da hem imanlılar hem de bireysel imanlıların kulede uyanık bir şekilde nöbette olmaları gerekir. Düşmanın bu konuda bir üstünlük kazanmaması için her zaman gayret ile nöbet tutmaları gerekir. Yüreğin Mesih’e gerçekten bağlı olduğu yerde her şeyin sonunda doğruya varacağı kesindir. Tanrımız çok lütufkardır, bizimle ilgilenir ve bizi binlerce tuzaktan korur. O’na güvenmeyi öğrenelim ve O’nu övelim!
Ama şu anda önümüzde açık bulunan yoğun içerikli bölümden başka dersler de almamız gerekir. Başarısızlıktan yalnızca İsrail topluluğu ile ilgili olarak söz etmiyoruz ama Musa’nın kendisi bile taşıdığı sorumluluğun ağırlığı altında sendeledi ve nerede ise batıyor idi. “Ve Musa Rabbe,’ Kuluna neden kötü davrandın?’ dedi, ‘Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyle ise neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi atalarına ant içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacak isen –eğer gözünde lütuf buldu isem – lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.” Çölde Sayım 11: 11-15.
Burada okuduklarımız gerçekten de harika ifadelerdir. Burada üzerinde bir an bile durmamamız gereken nokta Musa gibi biricik ve adanmış bir hizmetkarın gösterdiği başarısızlıkları ve zayıflıklarıdır. Bu tür bir düşünce bizden uzak olsun. Kutsal Ruh’un “Tanrının evinde sonuna kadar sadık kaldığını” (İbraniler 3:2) söylediği birinin sözlerini ya da hareketlerini yorumlamak bize düşen bir iş değildir. Musa, tüm Eski Antlaşma’daki kutsalların yaptığı gibi, “ruhları mükemmel kılınan doğru kişiler” arasındaki yerini almıştır ve Yeni Antlaşma sayfalarında onunla ilgili her esinin yaptığı ima onu yalnızca onurlandırma konusunda eğilim gösterir ve onu en değerli kase olarak ortaya koyar.
Ama biz şimdi hala önümüzde bulunan ve esin aracılığı ile yazılmış olan tarih – Musa’nın kendisi tarafından kaleme alınan tarih –üzerinde düşünmeliyiz. Tanrı halkının Eski Antlaşma zamanındaki kusurları ve başarısızlıkları şükürler olsun ki gerçektir ve Yeni Antlaşma’da bunlar üzerinde yorum yapılmadığı doğrudur, ama yine de sadık bir titizlik ile Eski Antlaşma’da kaydedilmişlerdir ve bunun nedeni ne idi? Bizim öğrenmemiz için değil mi? Elbette bizim öğrenmemiz için. “Önceden ne yazıldı ise bize öğretmek için sabır ile ve kutsal yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı.” Romalılar 15:4
O zaman Çölde Sayım 11:11-15 ayetlerinde kayıtlı olan dikkat çekici duygu ifadesinden öğrenmemiz gereken nedir? En azından öğrendiğimiz şudur: çöl gerçekten de içimizde ne var ise onu tamamen dışarı çıkartır. Yüreklerimizde var olanın kanıtlandığı yer çöldür. Ve Çölde Sayım kitabı empatik açıdan çölün kitabı olduğu için onu tüm başarısızlık ve zayıflık şekillerinin tam olarak açıklandığı yer olarak görmeyi bekleyebiliriz. Tanrının Ruhu sadık bir şekilde her şeyi sadık sıralamaya koyar. O bize insanları olduğu gibi sunar ve hatta “konuşmayı beceremediğini “söyleyen Musa bile bize öğüt ve eğitim vermesi açısından kayıtlarda yer alır. Musa da bizler gibi her tür tutkuya açık olan bir insan idi ve şimdi onun önümüzdeki tarihinde açıkça gördüğümüz şudur: yüreği müthiş ağır olan sorumluluklarının baskısı altında batmaktadır.
Belki de şöyle denebilir: “Yüreğinin ağırlaşıp batmasına hayret etmemek gerekir.” Gerçekten de Musa’nın yükü bir insanın omuzlarının taşıyamayacağı kadar ağır idi. Ama buradaki mesele şudur: bu aynı yük tanrısal omuzlar için de gereğinden fazla ağır mıydı? Musa gerçekten de bu yükü tek başına taşımaya çağrılmış mıydı? Diri Tanrı O’nunla birlikte değil miydi? Ve diri Tanrı yeterli değil miydi? Tanrının tek ya da on bin kişi ile çalışmaktan hoşnut olup olmadığı önemli miydi? Tüm güç, tüm bilgelik ve tüm lütuf O’nda idi. O, tüm bereketin kaynağıdır ve kanalın bir ya da bir tane olup olmaması O’nun açısından hiç bir farklılık yaratmaz.
Bu Mesih’in tüm hizmetkarları için güzel bir ahlak ilkesidir. Rab ne zaman bir kişiyi bir sorumluluk konumuna yerleştirir ise, bu kişinin hatırlaması gereken en önemli şey şudur: Rab bu sorumluluk için hem o kişiyi uygun kılacak hem de bu sorumlulukta o kişinin desteği ve gücü olacaktır. Ama eğer bir kişi “gönderilmeden” herhangi bir hizmet alanına gider ya da bir tehlikenin zorluğu ile karşılaşır ise bu elbette farklı bir durumdur. Böyle bir durumda er ya da geç tam bir sinir çöküntüsü ile karşılaşacağımız kesindir. Ama Tanrı bir kişiyi belirli bir konuma çağırdığı zaman – onu bu konumda başarılı olması için ihtiyaç duyduğu lütuf ile donatacaktır. O, hiç kimseyi, savaşa asla kendi gücü ile göndermez. Ve bu yüzden yapmamız gereken tek şey ihtiyacımız olan her şeyi O’ndan çekmektir. Bu konu her durum için geçerlidir. Eğer yalnızca diri Tanrıya yapışır isek, asla başarısızlığa uğramayız. Eğer ihtiyacımız olan suyu kaynaktan çekiyor isek asla susuz kalamayız. Bizim minik kaynaklarımız er ya da geç tükeneceklerdir, ama Rabbimiz İsa Mesih şu beyanda bulunmuştur: “Yazılmış olduğu gibi, Bana iman edenin içinden diri su kaynakları akacaktır.”
Bu ders, çöl için çok önemli bir derstir. Bu dersi öğrenmeden çölde devam etmemiz mümkün değildir. Eğer Musa bu dersi tam olarak anlamış olsa idi, şu tür sözleri asla kullanmaz idi: “Ben bu halka nereden et bulayım?” Musa’nın anlamadığı ders şu idi: gözlerini yalnızca Tanrıya dikmiş olması gerekir idi. O zaman kendisinin, kaynakları sınırsız olan Tanrının elinde yalnızca bir araç olduğunu biliyor olacak idi. Musa’nın o büyük kalabalığı elbette bir gün dahi doyurabilmesi mümkün değil idi. Ama Yehova her canlının ihtiyacını her gün ve sonsuza kadar karşılayabilir idi.
Buna gerçekten inanıyor muyuz? Bazen sanki bu gerçekten kuşku duyuyor gibi görünmüyor muyuz? Bazen sanki Tanrı değil de bizim sağlamamız gerekiyor gibi hissetmiyor muyuz? O zaman neden korkmamıza, sarsılmamıza ve batmamıza hayret ediyoruz? Musa gerçekten de, “Bu halkı tek başıma taşıyamam, çünkü yükleri benim taşıyamayacağım kadar ağır” diyebilir idi. Böyle bir topluluğa tahammül edebilecek tek bir yürek var idi; İsrail halkı Mısır’da zahmetli işlerde çalıştırıldıkları zaman onları kurtarmak için gelen ve onları düşmanın elinden kurtaran Rab; onları kurtardı ve aralarında Konutunu kurdu. Evet, Rabbin yalnızca Rabbin onlara tahammül edecek gücü var idi. Yalnızca Rabbin sevgi dolu yüreği ve güçlü eli böyle bir görev için uygundu ve eğer Musa bu büyük gerçeğin tüm gücünün farkında olsa idi, şu sözleri söylemezdi ve söyleyemez idi: “Bana böyle davranacak isen –eğer gözünde lütuf buldu isem – lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.” Çölde Sayım 11:15.
Bu durum hiç kuşkusuz Tanrının çalışkan hizmetkarının tarihinde karanlık bir an idi; bize biraz ölmek isteyen peygamber İlyas’ın öyküsünü anımsatır. Bu her iki kişiyi- Musa’yı ve İlyas’ı- İsa’nın görünümünün değiştiği dağda görmek ne kadar harika bir şey! Bu nokta bize çok belirgin bir şekilde Tanrının düşüncelerinin bizim düşüncelerimiz olmadığını ve O’nun yollarının da bizim yollarımız olmadığını kanıtlar. Tanrının Musa ve İlyas için onların düşündüklerinden daha iyi planları vardı. O’nun adına övgüler olsun ki, O, lütfunun zenginlikleri aracılığı ile bizim korkularımızı azarlar ve bizim zavallı yüreklerimiz ölüm ve sefalet beklentisi içinde iken O bize zafer, yaşam ve yücelik verir.
Ama yine de buna rağmen Musa’nın zor bir sorumluluk konumundan kaçmak istediğini görüyoruz; Musa gerçekten de yüce bir saygınlık ve kutsal bir ayrıcalık konumundan vazgeçmek üzere idi. Bir sonraki bölümde bu çok aşikar olarak belirgindir. “Rab Musa’ya, ‘halk arasından önder ve yönetici bildiğin İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişi topla’ dedi, ‘onları buluşma çadırına getir, yanında dursunlar. Ben inip seninle orada konuşacağım. Senin üzerindeki Ruh’tan alıp onlara vereceğim. Halkın yükünü tek başına taşımaman için sana yardım edecekler.” Çölde Sayım 11: 16,17.
Yetmiş kişinin katılması ile kazanılan herhangi bir ek güç mevcut muydu? Aslında çoğalan ruhsal bir güç olmadı, çünkü o zamana kadar yalnızca Musa’nın üzerinde olan aynı Ruh’tan alınıp yetmiş kişinin üzerine de verildi. Evet, şimdi bir yerine yetmiş kişinin olduğu doğru idi. Ama insanların sayısının çoğalması ruhsal güçte bir artışa neden olmadı. Bu durum Musa’yı sıkıntıdan kurtardı ama onun saygınlığından alıp götürdü. Bir zamanlar yalnızca tek bir aracı idi, ama şimdi aracılardan bir olmuş idi. Bereketlenmiş bir hizmetkar olan Musa için şunları söyleyebiliriz: o kendisi için saygınlık istemiyor ama bunun yerine gölgeli, dinlenebileceği, alçakgönüllü bir yol istiyor idi. Bu konuda kuşku yok ancak bunun şimdi bizim ilgilendiğimiz konu ile bir alakası yoktur. Musa, göreceğimiz gibi yeryüzünde yaşamış olan en alçakgönüllü insan idi, ama başka birinin aynı koşullar altında daha iyi hareket edebileceğini de ima etmek istemiyoruz. Ancak o zaman bize çok etkili bir şekilde öğretişte bulunan bölümümüzdeki önemli pratik derse tahammül etmeyi öğrenmemiz gerekir. En iyi insanlar bile başarısızlığa uğrarlar ve Çölde Sayım’ın 11.bölümünde Musa’nın sakin bir iman konumunda bulunmadığını anlarız. Hatta o anda canının dengesini dahi kaybetmiş gibi bir durumdadır; oysa canın dengesi insanın merkezini diri Tanrı’da bulmasının kesin sonucudur. Bu sonuca varmamızın nedeni, yalnızca Musa’nın ağır sorumluluğunun altında ezilmesi değildir ama gelin şimdi şu aşağıdaki paragraf üzerinde düşünelim.
“Halka de ki: ‘Yarın için kendinizi kutsayın, et yiyeceksiniz. Keşke yiyecek biraz et olsa idi ve Mısır’da durumumuz iyi idi diye ağladığınızı Rab duydu. Şimdi yemeniz için size et verecek. Yalnız bir gün, iki gün, beş ya da on ya da yirmi gün değil, bir ay boyunca burnunuzdan gelinceye dek, tiksinene dek yiyeceksiniz. Çünkü aranızda olan Rabbi reddettiniz. O’nun önünde Mısır’dan neden çıktık diye ağladınız. Musa, ‘aralarında bulunduğum halkın altı yüz bini yetişkin erkektir’ diye karşılık verdi. Osa sen, ‘bu halka yemesi için bir ay boyunca et vereceğim’ diyorsun, bütün davarlar ve sığırlar kesilse onları doyurur mu? Denizdeki bütün balıklar tutulsa, onları doyurur mu?’ Rab, ‘Elim kısaldı mı?’ diye yanıtladı, ‘sana söylediklerimin yerine gelip gelmeyeceğini şimdi göreceksin.’” Çölde Sayım 11: 18-23.
Tüm bu olup bitenlerde İsrail’in Kutsal Olanını her zaman sınırlamaya çalışan imansızlık ruhunun işleyişini görüyoruz. Yerin ve göğün Sahibi olan ve her şeyin Yaratıcısı olan Her Şeye Gücü Yeten Tanrı altı yüz bin kişi için et sağlayamaz mı? Ne yazık! İşte hepimizin çok üzücü bir şekilde düştüğümüz nokta burası. Diri bir Tanrı ile birlikte olduğumuzun gerçekliğine bir türlü sahip çıkamıyoruz. Tanrıyı sahneye getiren imandır ve bu yüzden iman zorlukların hiç birini kesinlikle tanımaz. Ve evet, iman imkansızlıklara güler. İmanın yargısına göre Tanrı her sorunun büyük yanıtı ve her güçlüğün yüce çözümüdür. Her şey O’na işaret eder ve bu yüzden iman için insan sayısının önemi yoktur; altı yüz bin kişi de olabilir altı yüz milyon kişi de olabilir; iman Tanrının her şey için yeterli olduğunu bilir. İman tüm kaynaklarını Tanrıda bulur. İmansızlık ise şöyle der: “Bu ve şu gibi şeyler “nasıl” olabilir?” İmansızlıkta “nasıllar” bol sayıdadır, ama imanın on binlerce “nasıl” a vereceği tek bir yanıt vardır ve bu yanıt “Tanrı’dır.”
“Böylece Musa dışarı çıkıp Rabbin kendisine söylediklerini halka bildirdi. Halkın ileri gelenlerinden yetmiş adam toplayıp onları çadırın çevresine yerleştirdi. Sonra Rab bulutun içinde inip Musa ile konuştu. Musa’nın üzerindeki Ruh’tan alıp yetmiş ileri gelene verdi. Ruh’u alınca peygamberlik ettilerse de daha sonra hiç peygamberlik etmediler.” Çölde Sayım 11: 24,25.
Tüm hizmette yer alan gerçek sır, ruhsal güçtür. Hizmet, insanın dehası ya da insanın zekası ya da insanın enerjisi ile yapılmaz. Hizmet yalnızca Tanrının Kutsal Ruhunun gücü ile gerçekleşir. Bu durum Musa’nın günleri için nasıl geçerli idi ise aynı şekilde şimdi için de geçerlidir. “güç ile kuvvet ile değil, ancak Benim ruhum ile başaracaksın.” Zekeriya 4:6. Bu sözü tüm hizmetkarların her zaman akıllarında tutmaları gerekir. Bu gerçek yüreği besler ve hizmete her zaman tazelik sağlar. Sürekli olarak Kutsal Ruh’a bağımlı olarak akan bir hizmet hiç bir zaman verimsiz olmaz. Eğer bir kişi hizmet için kendi kaynaklarından çekiyor ise çok geçmeden gücü kuruyacaktır. Kişinin güçlerinin ne olduğu ya da eğitiminin yoğunluğu ya da bilgi depolarının ne kadar yoğun olduğu önemli değildir. Eğer Kutsal Ruh kişinin hizmetinin kaynağı ya da gücü değil ise hizmet er ya da geç tazeliğini ve etkinliğini yitirecektir. Bu yüzden hem Müjde hem de Tanrının kilisesinde hizmet veren herkesin sürekli ve yalnızca Kutsal Ruhun gücüne dayanmasını gerektirir. Eğer öz güvene dayanan herhangi bir şey var ise çok geçmeden ortaya çıkartılacaktır. Eğer bizler Kutsal Ruhun kapları olmak istiyor isek benliğe ait olan her şeyden gerçekten kurtulmamız gerekir.
Söylememize gerek var mı bilmiyorum ama yine de Tanrının sözünün incelenmesinde ve öğrenilenlerin uygulanmasında can ile ilgili denemeler, çatışmalar ve çeşitli zorluklar kutsal gayret ve ciddiyet ile çözümlenmesi gereken durumlar değil midir? Hayır, tam aksine. Kendimizi mutlak bir şekilde boşaltmamız ve Kutsal Ruhun kudretli gücüne dayanmamız konusunda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz. Eğer bu şekilde davranır ve yalnızca Kutsal Ruh’a güvenir isek, o zaman hem Kitap’ı hem de canı daha gayret ve daha ciddiyet ile inceleyebiliriz. Dua ederek Kitap’ı çalışma ve ayetler üzerinde düşünmek için Kutsal Ruh’a bağımlı olmamak insan için ölümcül bir hatadır. “Bu konuların üzerinde dur ve kendini bunlara ver ki, herkes senin ilerlediğini görsün.” 1.Timoteos 4:15.
Ama tüm bunları söyledikten sonra yine de hatırlamamız gereken, hizmetin asla başarısızlığı uğramayan tek diri kaynağının Kutsal Ruh olduğunu her zaman hatırlamamız gerekir. Canın hali hazırdaki ihtiyacına tanrısal tazelik ve doluluk getirebilecek ve Tanrı sözünün hazinelerini ortaya çıkartarak onları göksel güç ile uygulayacak olanın yalnızca Kutsal Ruh olduğu unutulmamalıdır. Önemli olan yeni gerçeğin ortaya çıkartılması değil, sözün kendisinin açıklanması ve Tanrı halkının ahlaki ve ruhsal durumuna böylelikle destek sağlanmasıdır. Gerçek hizmet budur. Bir kişi aynı insanlara Kutsal Yazıların aynı bölümü hakkında konuşabilir ve her fırsatta onların canlarına ruhsal bir tazelik içinde Mesih’te hizmet verebilir. Ve öte yandan bir başka kişi yeni konular bulmak için beynini zorlayabilir ve eski sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışır iken verdiği hizmette Mesih’ten tek bir zerre ya da hizmetinde hiç bir ruhsal güç var olmayabilir.
Tüm bunlar hem öğretmen hem de çoban hakkında müjdeci için iyi bir referans sağlar. Bir kişi aynı yerde yıllarca Müjdeyi ilan etmeye çağrılabilir ve bu kişi bazen aynı kişilere, aynı konuyu haftalarca, aylarca ve yıllarca anlatmak düşüncesinden sıkıntı duyabilir. Kendisini yeni bir şeyi, taze bir şeyi ya da bir değişikliği atlamış gibi hissedebilir. Kendisi için eski olan konuların insanlar için farklı algılanacağı yeni bir yere geçmeyi arzu edebilir. Bu kişilere bir müjdecinin en önemli işinin Mesih olduğunu hatırlatmak onlara çok büyük iyilik olur ve yarar sağlar. Bu konu ile ilgilenecek olan güç Kutsal Ruh’tur. Ve bu konunun açıklanması gereken kişi zavallı kaybolmuş günahkardır. Bildiğimiz gibi, Mesih her zaman yenidir; Kutsal Ruhun gücü her zaman tazedir; canın koşulu ve yazgısı her zaman ilginçtir. Ayrıca bunun da ötesinde, müjdecinin her zaman aklında tutması gereken şey şudur: vaaz etmek için her zaman ortaya çıkan her taze fırsatta kişinin vaaz ettiği insanlar müjde konusunda gerçekten de bilgisizdirler ve bu yüzden kişi dinleyicilerine sanki onlar mesajı ilk kez duyuyorlarmış gibi ve sanki kendisi bu mesajı ilk kez iletiyormuş gibi düşünmeli ve buna göre hareket etmelidir. Çünkü hatırlanması gereken şudur: müjdenin duyurulmasının tanrısal kabulü yalnızca müjde öğretisinin kısır ve verimsiz bir ifadesi ile olmaz. Sözcüklerin belirli bir biçiminin bezdirici bir rutin içinde tekrarı yararsızdır. Bundan uzak durulması gerekir. Müjdenin gerçek ilanı Tanrının yüreğini ve Mesih’in kişiliğini ve işini açıklamak ve tüm bunları Kutsal Ruhun var olan enerjisi aracılığı ile ve kutsal yazıların tükenmez hazinesi kullanılarak yapmak doğrudur.
Tüm vaizler bunları göz önünde bulundurdukları takdirde tek bir vaiz mi yetmiş vaiz mi olduğu ya da bir kişinin aynı yerde elli yıl mı bulunduğu ya da aynı kişinin bir yılda elli farklı yerde mi olduğu önem taşımayacaktır. Konu asla yeni yer ya da yeni kişiler değildir, konu, tamamen Kutsal Ruh’un Mesih’i cana açıklayan gücü ile ilgilidir. Böylece, bölümümüzde kayıtlı olduğu gibi Musa’nın durumunda bir güç artışının var olmadığıdır. Konu yalnızca Musa’nın üzerinde bulunan Ruh’un yetmiş ileri gelene de verilmesidir. Tanrı yetmiş adam aracılığı ile bir adam aracılığı ile gibi hareket edebilir ve eğer hareket etmez ise, o zaman yetmiş kişi bir kişiden fazla değildir. En önemli mesele, canı her zaman Tanrının önünde muhafaza etmektir. Bir müjdeci, bir öğretmen ya da herhangi biri için gücün ve tazeliğin tek sırrı budur. Bir kişi, “benim tüm kaynaklarım tanrıdadır” diyebildiği zaman, bir işin alanı hakkında ya da o işi tam olarak yerine getirmek için sıkılmaya ihtiyaç duymaz. Ama bu böyle olmadığı zaman neden bir kişinin iş ve sorumluluğun bölünmesi için sıkıldığını gayet iyi anlayabiliriz. Mısırdan Çıkış kitabının başlangıcında Musa’nın Tanrıya kesinlikle bağımlı olduğu halde Mısıra gitme konusunda ne kadar isteksiz olduğunu hatırlayalım. Ve Tanrının ona refakat etmesi için Harun’u yanına verdiği zaman Musa gitmeye hemen razı olmuş idi. Bu durum her zaman aynıdır. Her zaman elin dokunabileceği ve gözün görebileceği somut bir şeyden hoşlanırız. Görünmez olan O’nu görmeye tahammül etmeyi zor buluruz. Ama buna rağmen gördüğümüz için güvendiğimiz şeyler genellikle eli delen sivri dikenler olurlar. Harun Musa için ne yazık ki verimli bir üzüntü kaynağı olduğunu kanıtladı. Ama bizlerin akılsızlığımız sonucu vazgeçilmez olduğunu hayal ettiğimiz pek çok şey genellikle sonunda tam aksi çıkar. Ah, keşke hepimiz bölünmemiş bir yürek ve sarsılmaz bir güven ile yalnızca diri tanrıya dayanmayı öğrenebilsek!
Ama artık bu bölümü sona erdirmemiz gerekiyor ve bunu yapmadan önce çok kısa bir an için Musa’nın kendi davranışı nedeni ile içine girdiği yeni koşullardaki gerçek üstün ruha kısaca bir göz atalım. Sorumluluk ve ilginin ağırlığından kaçınmak bir şeydir, o ağırlığı bizim ile birlikte paylaşmaya çağrılmış olanlar için lütuf sayesinde gerçek bir alçakgönüllülük ile davranmak başka bir şeydir. Bu iki şey birbirinden tamamen farklıdır ve genellikle bu farklılıkları çarpıcı örnekler ile görebiliriz. Şimdi önümüzde bulunan sahnede Musa kendisini çok özel bir şekilde karakterize eden o alçakgönüllülüğü sergiler.
“Eldat ve Medat adında iki kişi ordugahta kalmış idi. Seçilen yetmiş kişi arasında idiler ama çadıra gitmemişler idi. Ruh üzerlerine konunca ordugahta peygamberlik ettiler. Bir genç koşup Musa’ya, “Eldat ile Medat ordugahta peygamberlik ediyor’ diye haber verdi. Gençliğinden beri Musa’nın yardımcısı olan Nun oğlu Yeşu, ‘Ey efendim Musa, onlara engel ol’ dedi. Ama Musa onu, ‘Sen benim adıma mı kıskanıyorsun diye yanıtladı, ‘Keşke Rabbin tüm halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!’ “ Çölde Sayım 11: 26-30.
Burada kusursuz bir güzellik ile karşı karşıyayız. Musa, kendisinden başka hiç kimseyi konuşturmayan o sefil kıskançlık ruhundan çok uzakta idi. O, lütuf aracılığı ile nereden ya da kimin aracılığı ile gelir ise gelsin gerçek ruhsal gücün herhangi ya da her gösterisinden keyif almaya hazırlanmış biri idi. Yalnızca Tanrının Ruhunun gücü aracılığı ile edilen peygamberliklerin doğru olabileceklerini çok iyi biliyor idi. Ve bu gücün kendisini gösterdiği yerde Musa kim oluyordu da bu gücü söndürmeye ya da engellemeye çalışsın?
Keşke bu üstün ruh daha fazla kişide olsa idi! Her birimizin bu üstün ruha sahip olmasını diliyorum. Rabbin tüm halkının tanıklık ve hizmetinde bu üstün ruh ile sevinmek için lütfa sahip olalım; onları gözlerimiz ile göremesek ve ruh durumumuz ve kendi ölçümüz değişkenlik gösterse bile lütuf bizi tanıklık ve hizmet için uygun kılmayı başaracak güçtedir. Kıskançlık ruhu kişinin yalnız kendi işine ilgi duymasına izin verir. Yüreğin Mesih’in ruhunun eyleme geçtiği her yerinde kutsal efendimizin işi ve O’nun tüm sevgili işçilerinin işlerinin alanında hizmeti yerine getirme gücümüzün olacağından emin olarak dinlenebiliriz. Hizmeti yapan kim olur ise olsun işin yapılması yüreği sevindirecektir. Yüreği Mesih ile dolu olan bir kişi hiç duraksamadan şu sözleri söyleme gücünü bulacaktır. “hizmet tamamlandığı için O’na övgüler olsun – Mesih yüceltildiği için övgüler olsun – canlar kurtulduğu için övgüler olsun- Rabbin sürüsü ile ilgilenildiği için ve sürü beslendiği için övgüler olsun; işi kimin yaptığı beni hiç ilgilendirmez.”
İşte hizmetin görülmesi için doğru ruh budur ve “ben, kendim” sözlerinin sığlığı ve bencilliği bu üstün ruh ile sevinemez. Rabbin bizi “ben ve kendim” sözlerinden kurtarması ve Musa’nın şu sözleri ile ifade edilen can durumuna ulaştırması için dua ediyorum. “Sen benim adıma mı kıskanıyorsun? Keşke Rabbin bütün halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!”
Bölümümüzün son paragrafı bize böyle insanların yüreklerinin sahip olduğu sefil ve ölümcül sevinci gösterir. “Onlara istediklerini verdi, ama canlarında tiksinti uyandırdı.” Peşinden koştukları şeyi aldılar ve onun ölü olduğunu gördüler. Ete sahip olmak istiyorlar idi ve et ile birlikte Tanrının yargısı da geldi. Bu çok ciddi ve ağır bir durumdur. Buradaki uyarıya kulak vermemizi diliyorum! Zavallı yürek boş arzular ve nefret dolu arzular ile doludur. Göksel man yeterince doyurmuyor. Başka bir şey olması gerek. Tanrı o başka şeye sahip olmamıza izin verir. Ama o şey nedir? Tiksinti- verimsizlik ve yargı! Ey Rab, yüreklerimizin yalnız sana ve her zaman sana bağımlı olmaları için onları muhafaza et! Bu çölden geçer iken ve senin yücelikteki yüzünü görünceye dek canlarımızı tatmin eden pay yalnızca sen ol!