Yasa’nın Tekrarı 13

Bu bölüm bol miktarda ciddi ilkeler içerir. Ve üç farklı kısımdan oluşur; bu kısımların her biri yoğun dikkatimizi talep ederler. Bu bölümdeki ayetlerin tamamının yalnızca Yahudiler ile ilgili olduğunu ve imanlılara uygulanamayacaklarını söyleyerek bu ayetlerin güçlerini zayıflatma ya da keskin anlamlarını yumuşatma girişiminde bulunmamamız gerekir. Bu ayetlerin hiç kuşkusuz öncelikle İsraillilere hitap ettikleri aşikardır. Hatta öylesine aşikardır ki bu konuda hiç bir sorgulama kabul edilemez. O da, bu ayetlerin “Ama unutmamamız gereken bir şey daha vardır; o da bu ayetlerin bizlerin öğrenmemiz” için yazılmış olduklarıdır. Ve yalnızca bu kadar da değil; bu ayetleri ne kadar yakından inceler isek onların öğretişinin evrensel bir önem taşıdıklarını o kadar çok görebiliriz.

“Aranızdan bir peygamber ya da düş gören biri çıkar ise bir belirtiyi ya da şaşılası bir olayı önceden bildirir ise ‘Bilmediğiniz başka ilahlara yönelip tapınalım’ der ise söz ettiği belirti ve şaşılası olay gerçekleşse bile o peygamberi ya da düş göreni dinlememelisiniz. Tanrınız Rab Kendisini tüm yüreğiniz ile, tüm canınız ile sevip sevmediğinizi anlamak için sizi sınamaktadır. Tanrınız Rabbin ardınca yürüyün ve O’na tapının. Buyruklarına uyu n ve O’nun sözüne kulak verin. O’na kulluk edin ve O’na bağlı kalın. O peygamber ya da düş gören öldürülecek. O, sizi Mısır’dan çıkaran ve köle olduğunuz ülkeden kurtaran Tanrınız Rabbe karşı gelmeye kışkırttı. Tanrınız Rabbin yürümenizi buyurduğu yoldan sizi saptırmaya çalıştı. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız.” Yasanın Tekrarı 13:1-5.

Boğaziçi Köprüsü
Boğaziçi Köprüsü

Burada, sahte öğretişin ve sahte inanç etkisinin tüm durumlarına karşı hazırlanmış olan tanrısal bir sağlayışa sahibiz. Zayıf insan yüreğinin bir belirti ya da mucize şeklinde herhangi bir şey aracılığı ile ve özellikle bu tür değerler inanç ile bağlantılı oldukları zaman, ne kadar kolay yoldan saptığını hepimiz biliriz. Bu, yalnızca İsrail ulusuna özgü bir durum değildir; bu durumu her yerde ve her zaman görebiliriz. Doğaüstü olan herhangi bir şey, doğanın sıradan yasalarından farklı olan herhangi bir olayın insan zihninde güçlü hareket ederek onu etkileyeceği nerede ise kesindir. Halkın arasından ortaya çıkan bir peygamber ve onun öğretişini mucizeler, belirtiler ve işaretler ile onaylaması duyulduğu zaman bir etki yaratacağı kesindir.

Şeytan bu şekilde çağlar boyu çalışmıştır ve bu şimdiki çağın sonunda da müjdenin değerli gerçeğine kulak asmayan kişileri kandırmak ve onları sonsuz yıkıma uğratmak için daha güçlü bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisede on sekiz yüz yıldır yasa tanımaz adamın kişiliğinde çalışmış olan şeytan bu işlerini sürdürecektir: “Sonra yasa tanımaz adam ortaya çıkacak. Rab İsa onu ağzının soluğu ile öldürecek ve gelişinin görkemi ile yok edecek. Yasa tanımaz adam her türlü mucizede yanıltıcı belirtiler ile harikalarda ve mahvolanları aldatan her türlü kötülükte sergilenen şeytanın etkinliği ile gelecek. Mahvolanlar gerçeği sevmeye ve böylece kurtulmaya yanaşmadıklarından mahvoluyorlar. İşte bu nedenle Tanrı yalana kanmaları için üzerlerine yanıltıcı bir güç gönderiyor. Öyle ki, gerçeğe inanmayanlar ve kötülükten hoşlananların hepsi yargılansın.” 2.Selanikliler 2:8-12.

Rabbimiz Matta kitabının yirmi dördüncü bölümünde de öğrencilerini aynı şekilde bu tür kötü etkilere karşı uyarmaktadır. “Eğer o zaman biri size, ‘İşte Mesih burada ya da işte şurada’ der ise inanmayın. Çünkü sahte mesihler ve sahte peygamberler türeyecek; bunlar büyük belirtiler ve harikalar yapacaklar. Öyle ki, ellerinden gelse seçilmiş olanları bile saptıracaklar. İşte size önceden söylüyorum.” (23-25. Ayetler)

Yine bu konu hakkında Vahiy 13.bölümde yerden çıkan ikinci canavar, büyük sahte peygamber ve Mesih karşıtının büyük harikalar yapacaklarını okuruz, “İkinci canavar insanların gözü önünde gökten yere ateş yağdıracak kadar büyük belirtiler gerçekleştiriyor idi. İlk canavarın adına gerçekleştirilmesine izin verilen belirtiler sayesinde yeryüzünde yaşayanları saptırdı. Onlara kılıç ile yaralanan ama sağ kalan canavarın onuruna bir heykel yapmalarını buyurdu.” (13 ve 14.ayetler)

Şimdi, kutsal yazıların üç kısmının her biri de kilise bu dünyadan yukarı alındıktan sonra gerçekleşecek olan olaylara işaret eder, ama biz bu konu üzerinde durmayacağız; okuyucu için bu konu ile ilgili bu alıntıyı yaptık çünkü okuyucunun şeytanın belirtiler ve harikalar konusunda ne kadar ileriye gidebileceğini ve insanları gerçekten ne kadar uzağa götürebileceğini anlamasını istedik. Ve aynı zamanda okuyucunun önüne düşmanın tüm kandırıcı gücüne karşı koyabileceği tanrısal ve bu nedenle mükemmel olan güvenceyi koymak istedik.

İnsanoğlunun en ölümcül hatası olacak olan “bu büyük belirtiler ve harikalara inanmasıdır.” İnsan yüreği bu kötülüklere karşı koyacak güce sahip değildir. Canı, şeytana ve onun ölümcül aldatmacalarına karşı koyması için güçlendirecek tek şey Tanrının sözüdür; Şaşırtıcı belirtiler tarafından kandırılmak gibi hatalardan korunması için sahip olduğu tanrısal sır, Tanrının değerli gerçeği olan sözünü yüreğinde bir hazine gibi saklamasıdır.

Bu yüzden, yukardaki alıntıların ilkinde insanların “kötü olanın” belirtileri ve yalancı mucizeleri tarafından neden ve nasıl aldatıldıklarını görürüz; çünkü “onları kurtaracak olan gerçeğin sevgisini kabul etmemişlerdir.” Ne kadar ikna edici, ne kadar harika olur ise olsun ve ne kadar güçlü bir şekilde “büyük belirtiler ve harikaların” kanıtının gücünden kurtarabilecek tek şey, gerçeğe duydukları sevgidir. İnsanı kurtaracak olan şey, onun aklı, zihinsel gücü, zihinsel kavrayışı ya da yoğun bilgisi değildir; tüm bu şeyler şeytanın hileleri karşısında etkisizdirler ve güçleri yoktur. En dev insan zekası bile yılanın hilelerine ve tuzaklarına çok kolayca düşecek olan bir yemdir.

Ama Tanrıya övgüler olsun ki, şeytanın bu tüm kaynakları, sinsiliği, hainliği ve yalancı belirti ve harikaları, cehennemin tüm araçları,  gerçeğe duyulan sevgi aracılığı ile yönetilen bir yürek karşısında tamamen güçsüzdürler. Gerçeği bilen, ona inanan ve onu seven küçük bir çocuk bile kötü olanın kör edici ve aldatıcı gücünden tanrısal bir güç ile korunur ve kurtarılır. Kutsal Kitap’ın Tanrının esini ile yazılmış olan bir kitap olmadığını ya da Rabbimiz İsa Mesih’in Tanrı olmadığını ya da Tanrının Oğlu İsa Mesih’in kanının bizi tüm günahlarımızdan temizlediğine ilişkin gerçeği ya da kutsal yazılarda açıklanmış olan herhangi başka bir değerli gerçeğin aksini kanıtlamak için on bin sahte peygamber ortaya çıksa ve insanın şimdiye kadar görmüş olduğu mucizelerin en doğaüstü olanlarını yapmış olsalardı bile Mesih’te olan ve yüreği Tanrının sözü ile yönetilen en yeni imanlı üzerinde bile etkileri olmaz idi. Evet, eğer gökyüzünden bir melek inse ve Tanrının sözünde bizim öğrettiğimiz müjdeye aykırı herhangi bir şey vaaz etmiş olsa idi bile onunla tartışmaya dahi gerek duymadan onun yalan söylediğini ilan edebilir idik.

Bu söz ile anlatılamaz bir merhamettir; bu merhamet, Tanrının basit yürekli ve fazla bilgisi olmayan çocuğunu bile en bereketli konuma yerleştirir. Bu konum yalnızca manevi bir güvence değil ama yanı zamanda çok da keyifli bir konumdur. Bizler sahte öğretişi analiz etmeye ya da onun lehine olan kanıtların yükünü taşımaya çağrılmadık;  kesin bir kararlılık ile bunların her ikisini de reddederiz, çünkü yüreklerimizde gerçeğin kesinliğine ve sevgisine sahibizdir. “O peygamberi ya da düş göreni dinlememelisiniz;” – “çünkü Tanrınız Rab kendisini tüm yüreğiniz ve tüm canınız ile sevip sevmediğinizi anlamak için sizi sınamaktadır.”

Sevgili okuyucu, işte İsrail için en önemli olan nokta bu idi ve aynı durum bizler için de geçerlidir. O halde, şimdi ve her zaman gerçek manevi güvence yüreği gerçeğin sevgisi ile güçlendirmektir ve bu yalnızca, Tanrı sevgisinin ifade edilişinin bir başka yoludur. Yehova’yı tüm canı ve tüm yüreği ile seven sadık İsraillinin bu ortaya çıkan tüm sahte peygamberlere ve düş görenlere verecek hazır ve kesin bir yanıtı vardır. Onlarla başa çıkmak için tam etkili bir yönteme sahiptir: “Onları dinlememelisiniz.” Eğer düşman kulağa ulaşamaz ise yüreğe de ulaşamayacaktır. Koyunlar Çobanı izlerler; “çünkü O’nun sesini tanırlar ve bir yabancı belirtiler ve harikalar yapsa bile onu izlemeyecek, aksine ondan kaçacaklardır.” Neden mi? Düşman ile tartışacak ve onun yöntemlerini analiz edecek güce sahip oldukları için mi? Hayır, Tanrıya hamtlar ve övgüler olsun ki, yabancıların sesini tanımadıkları için onları izlemeyeceklerdir. Çünkü konuşan kişinin sesini tanımıyor olmaları onu izlememeleri için yeterli bir nedendir.

Tüm bunlar Mesih’in sürüsündeki sevgili kuzular ve koyunlar için tam teselli ve rahatlık sağlarlar. Onlar sevgili sadık çobanlarının sesini işitebilirler; O’nun çevresinde toplanabilirler ve O’nun yanında gerçek dinlenmeyi ve mükemmel güvenliği bulurlar. Çoban sevgili kuzu ve koyunlarını Sevgisinin yeşil otlaklarında gezdirir ve diri sularına yönlendirerek huzur verir. Bu yeterlidir. Çobanın kuzu ve koyunları çok zayıf olabilirler, evet, hatta kendilerinin hiç güçleri olmayabilir, ama bu güçsüzlükleri dinlenmelerine ve bereketlenmelerine bir engel teşkil etmez, aksine, onları Tanrının gücü her şeye yeten kudretine bağımlı olmaya yönlendirir. Güçsüz olmaktan korkmamız için hiç bir neden yoktur. Korkmamız gereken, kendi bilgeliğimize, kendi zekamıza, kendi ruhsal bilgimize ve kendi ruhsal çabalarımıza güvenmektir. Korkmamız gereken şeyler bunlardır; güçsüz olduğumuz konusuna gelince bu güçsüzlüğümüzü ne kadar derinden hisseder isek Çobanımızın gücü güçsüzlüğümüzde daha etkili hale gelecektir ve O’nun değerli lütfu kanı ile satın almış olduğu sürüsündeki herkesin her ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Tam çaresizliğimizi ve hiçliğimizi bilerek O’na yakın kalmaya devam edelim; O’nun değerli sözünü yüreklerimizde saklayalım, bu sözden beslenelim, bu söz her gün canlarımızın yemeği olsun öyle ki, bu sözden içsel varlığımızı güçlendiren yaşam ekmeği olarak güç alalım. Böylelikle her yabancı sesten, her sahte peygamberden, şeytanın her sinsi tuzağından ve bizi itaat yolundan çıkartmak için her etkiden korunalım ve her an Mesih’in adını ilan edelim.

Şimdi Rabbimizin, halkını şeytanın bir başka tuzağına karşı uyardığı bölümümüzdeki ikinci paragraftan alıntı yapmamız gerekiyor. Ah! Şeytanın tuzakları ve hileleri ne kadar çok ve ne kadar çeşitlidir! Tanrı halkını bekleyen tehlikelerin sayısı ne kadar çoktur! Ama Rabbin kutsal adına övgüler olsun ki, O’nun sözünde herkes için tam sağlayış mevcuttur.

“ Öz kardeşin, oğlun, kızın ya da sevdiğin karın veya en yakın dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının önceden bilmediğiniz dünyanın bir ucundan öbür ucuna dek uzakta yakında ve çevrenizde yaşayan halkların ilahları için ‘Haydi gidelim ve bu ilahlara tapalım’ der ise ona uymayacak ve onu dinlemeyeceksin. Ona acımayacak, ona sevecenlik göstermeyecek ve onu korumayacaksın. Onu kesinlikle öldüreceksin. Onu önce sen sonra tüm halk taşa tutsun ve onu taşlayarak öldürün. Çünkü Mısır’dan köle olduğunuz ülkeden sizi çıkartan Tanrınız Rabden sizi saptırmaya çalıştı. Böylece tüm İsrail bunu duyup korkacak. Ve bir daha aranızda buna benzer kötü bir şey yapmayacaklar.” Yasanın Tekrarı 13:6-11.

O zaman burada sahte peygamberden ve sahte düşler gören kişiden oldukça farklı bir durum mevcuttur. Bunların etkisine karşı binlerce kanıt bulunabilir ve yine de doğal sevginin tuzağa düşüren ve aldatan gücü önünde düşerler. Doğal sevginin eylemine karşı direnmek çok zordur. Yüreklerimizde derin bir sevgi taşıdığımız bize yakın bu kişilere karşı adanmışlık ve sadakatimize karşı eylemde bulunmak bizi zorlar. Sahte bir peygamber ve düş görücü ile ilgili sınamada onları reddetmek zor değildir çünkü onlarla kişisel ilişkimiz ya da bir sevgi bağımız yoktur; sevdiğimiz eşimiz, öz kardeşimiz, çocuklarımız ve yakın dostlarımız ile ilgili böyle katı ve kesin bir karar vermek diğer sahte peygamberleri ve düş görücüleri reddetmek ile kıyaslanamaz; aynı şey asla değildir.

Ama Tanrının, Mesih’in ve gerçeğin talepleri söz konusu olduğu zaman hiç bir duraksamanın var olmaması gerekir. Eğer Mesih ile olan beraberliğimizden bizi kopartmak için herhangi biri sevgi bağlarını kullanmak ister ise onlara kesin bir kararlılık ile karşı koymamız gerekir. “Biri bana gelip de babasını, annesini, karısını, çocuklarını, kardeşlerini hatta kendi canını bile gözden çıkarmaz ise öğrencim olamaz.” Luka 14:26.

Gerçek ile ilgili olan bu konuyu tam olarak anladığımızdan emin olalım ve aynı zamanda ona hak ettiği yeri de verelim. Eğer zavallı ve kör mantığa kulak verilecek önemli olur ise bu önemli pratik konunun zihne en sinsi sapıklığı sunacağı kesindir. Mantık ne zaman Tanrının değerlerinde kendi gücünü uygulamaya kalkar ise gerçeğe karşı olur ve şeytanın aktif ve etkili aracılarından biri haline gelir; insani ve yersel konularda mantık doğru olanın peşinden gidebilir ama tanrısal ve göksel konularda yalnızca değersiz değil aynı zamanda çok da tehlikelidir.

O zaman aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Luka 14:26 ve Yasanın Tekrarı 13:8-10 ayetlerinde bulunan gerçek manevi güç nedir? Şurası kesindir ki bu ayetler bizim “doğal sevgiden yoksun kalmamız” gerektiği anlamına gelmezler; bu konu, son günlerdeki inançsızlığın işaretlerinden biridir ve böyle olduğu elbette ki aşikardır. Bizim doğal ilişkilerimizi bina eden Tanrının Kendisidir. Ve bu ilişkilerin her birinin Tanrının düşüncesi ile sevecen bir uyum içinde olan sevgi ilişkilerinin uygulanmasına ve gösterilmesine ilişkin özelliklere sahiptir. Hristiyanlık bizim doğal ilişkilerimize müdahale etmez. Ama bu ilişkilerimizin Tanrının yüceliği için yerine getirilmesi ile ilgili sorumluluklar konusunda bir güç üretir. Ve yalnızca bu kadar ile de kalmaz çünkü Kutsal Ruh çeşitli mektuplarda kocalar ve eşleri, anne babalar ve çocukları, efendiler ve hizmetkarları arasındaki ilişkiler hakkında tam ve bereketli bir şekilde öğütler verir; bu ilişkiler ve onlara ait olan sevgi konusunda tanrısal bir kutsamadan söz eder.

Tüm bunlar oldukça net ve açıktır, ama bizim hala tüm bunların, Luka 14.bölüm ve Yasanın Tekrarı 13.bölüm ayetlerinde yer alan anlam ile nasıl bir uyum sağlanması gerektiğini araştırmamız lazımdır. Çok basit olarak yanıt şudur: Uyum tanrısal bir mükemmellik içindedir. Bu ayetler yalnızca şu durumlara uygulanır: doğal ilişkilerimiz ve sevgilerimiz Tanrının ve Mesih’in talepleri ile uyuşmadıkları zaman bu ayetlerdeki öğütler geçerli olmalıdır. Eğer doğal ilişki ve sevgilerimiz bu şekilde işliyor ise o zaman Tanrının talepleri öncelik taşımalı ve doğal ilişkiler inkar edilmeli ve öldürülmelidir. Eğer bu ilişkiler tamamen tanrısal olanın üzerinde bir egemenlik kurmaya cüret ederler ise o zaman üzerlerine ölüm yargısı getirilmesi gerekir.

Şimdiye kadar yeryüzüne adım atmış olan tek mükemmel insanın yaşamı ile kıyaslayacak olur isek o zaman Tanrı olan Mesih’in, bir insan ve bir hizmetkar olarak Babasının çeşitli taleplerine nasıl mükemmel bir şekilde karşılık verdiğini görebiliriz. Mesih, annesine şu sözleri söyleyebildi: “Anne (Kadın), benden ne istiyorsun?” Ama yine de Mesih bir başka anda uygun olanı çok derin bir duyarlılık ile şöyle ifade etmiş idi: “Anne (kadın), işte oğlun (Yuhanna)!” İsa, bu sözleri ile, Meryem’den sevdiği öğrencisi ile ilgilenmesini istemiş idi. Yine bir başka kez anne ve babasına, “Babamın işi ile ilgilenmem gerektiğini bilmiyor musunuz?” diyebilmiş idi. Ama sonra yine de onlar ile birlikte eve gitmiş ve anne ve babanın yetkisine yumuşak huyluluk ile tatlı bir şekilde boyun eğmiş idi. Böylece kutsal yazılarda kaydedilmiş öğretişlerin ve diri Mesih’in mükemmel yollarının bir arada uyum sağladıklarını ve bize doğal taleplerin ve Tanrının taleplerinin bir arada nasıl işleyebildiklerini öğrenmiş oluruz.

Ancak okuyucu yine de Yasanın Tekrarı 13:9,10 ayetlerinde söz edilen eylem çizgisi ile ilgili olarak dikkat çekecek kadar büyük bir güçlük hissedebilir. Burada yazılı olanları bir sevgi, lütuf, iyilik ve yumuşak huylu Tanrı karakteri ile birleştirmek konusunda zorluk duyabilir. Bu konuda mantık işleyişi karşısında dikkatli olmaya devam etmemiz gerekir. Tanrısal yönetimin işleyişindeki katı eylemler her zaman mantığın ötesindedir ve bizler için yaralıdır. Ama yine de doğal gerçek açısından bakıldığında yalnızca körlük ve ahmaklık sergilerler. Buna rağmen biz bu meseleyi bu açıdan görme gücüne sahip olamayan her içten cana yardım etmeyi gayret ile istiyoruz.

Bu kitabın ilk bölümlerindeki incelemelerimizde Tanrının hem İsrail hem de diğer uluslara olan davranışlarında var olan ağırlıklı konuya işaret etmek için fırsatımız olmuş idi; ama buna ek olarak daha önce dikkatimizi çekmiş olan bir konuya yasa ve lütuf arasındaki çok önemli ve büyük farklılığı da aklımızda tutmamız gerekir. Eğer bu konu net olarak anlaşılmaz ise o zaman Yasanın Tekrarı 13:9,10 gibi ayetler içeren bölümlerde büyük zorluklar ile karşılaşırız. Yahudi düşüncesinin önemli karakteristik ilkesi doğruluk idi; Hristiyanlığın karakteristik ilkesi ise lütuftur – saf, katışıksız lütuf.

Eğer bu gerçek tam olarak kavranır ise o zaman tüm zorluklar ortadan kalkacaktır. İsrail için, düşmanlarını öldürmesi Tanrının düşüncesi ile uyumlu olarak tam doğru, tam dengeli ve tam uygun idi. Tanrı onlara düşmanlarını öldürmelerini söylemiş idi. Ve bu nedenle İsrail açısından adil ölüm yargısını infaz etmek ya da yerine getirmek doğru ve yerinde bir tutum idi. İncelediğimiz bölümde olduğu gibi topluluk içinde sahte ilahların peşinden giden her topluluk bireyi yok edilmeli idi. Böyle yapmak altında bulundukları yönetim ve yasanın önemli hakim ilkeleri ve Tanrının üstün bilgeliği ile manevi açıdan tam bir uyum içinde idi.

Tüm bunlar yeterince açıktırlar ve anlaşılmaları kolaydır. Bu konu Eski Antlaşma’nın tüm kutsal yazılarında karşımıza çıkar. Tanrının İsrail’deki yönetimi ve O’nun İsrail ile bağlantılı olarak dünyadaki yönetimi doğruluk konusundaki katı ilke üzerine kurulu idi. Ve bu konu geçmişte olduğu gibi gelecekte de böyle olacaktır. “bir kral adalet ile egemenlik sürecek ve önderler adalet ile yargılayacaklardır.”

Ama Hristiyanlıkta bundan çok daha farklı bir durum görmekteyiz. Yeni Antlaşmanın sayfalarını açtığımız ve onun öğretişlerine kulak verdiğimiz ve Tanrının Oğlunun eylemlerine dikkat ettiğimiz andan itibaren kendimizi tamamen farklı bir yerde ve tamamen farklı bir atmosfer içinde buluruz. Bu noktayı tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek bulunduğumuz yer ve atmosfer saf ve katışıksız lütuftur.

Böylelikle bir öğretiş örneği olarak Dağdaki Vaaz’de söz edilen kısımdan bir iki ifadeye yer verelim. Bu ifadelerde Göklerin Egemenliğinin ilkelerinin harika ve çok değerli açıklamalarını okuruz: “ ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama ben, size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayan ile iki bin adım yürüyün. Sizden bir şey dileyene verin ve sizden ödünç isteyeni çevirmeyin. ‘Komşunu seveceksin ve düşmanından nefret edeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin ve size zulmedenler için dua edin. Öyle ki, göklerdeki Babanızın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem iyilerin hem de kötülerin üzerine doğdurur. Ve yağmurunu hem doğruların hem de eğrilerin üzerine yağdırır. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu? Yalnız kardeşlerinize selam verir iseniz fazladan ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyor mu? Bu nedenle, göksel Babanız yetkin [teleioi] olduğu gibi, siz de yetkin olun.” Matta 5:38-48.

Bu bereket dolu cümleler üzerinde şimdi daha fazla duramayacağız. Bu ayetlerden alıntı yapmamızın nedeni okuyucunun Yahudi ve Hristiyan düzeni arasındaki yoğun farkı görmesi ve anlaması idi. Bir Yahudi için tam ve dengeli olan bir Hristiyan için tamamen yanlış ve dengesiz olabilir.

Bu konu bir çocuğun anlayabileceği kadar basittir. Ama çok gariptir ki, yine de Rabbin sevgili halkından pek çok kişi bu konu hakkında net bir anlayışa sahip değildir. Hristiyanların savaşmasını ve dünyasal bir güç kullanmasını tamamen adil ve doğru olarak yargılarlar. Peki, o halde şu basit soruyu soralım: Hristiyanların bu şekilde davranması doğru mudur? Böyle bir öğretişe Yeni Antlaşma’nın hangi bölümünde yer verilmiştir? Böyle bir tutumun doğru ya da kutsal olduğuna dair Rabbimiz İsa Mesih’in ağzından ya da Kutsal Ruhun kaleminden çıkan tek bir cümle mevcut mudur? Bu kitaptaki diğer incelemelerimizde karşımıza çıkan başka meseleler ile ilgili olarak daha önce de değindiğimiz gibi, bizim “biz şöyle ya da böyle düşünüyoruz” diyebilmemiz mümkün değildir. Bizim insani düşüncelerimizin hiç bir değere sahip olmadıkları kesindir. Hristiyan imanının ve maneviyatının tüm konularında karşımıza çıkan en önemli soru şudur: “Yeni Antlaşma ne diyor?” Rabbimiz ve Efendimiz ne öğretti ve O ne yaptı? Rabbimiz, artık Halkının eskiden olduğu gibi hareket etmemesi gerektiğini öğretti. Doğruluk ilkesi, eski düzene ait bir ilke idi; lütuf yeni düzenin ilkesidir.

Kutsal yazıların tüm sayfalarında görülebileceği gibi Mesih’in bize öğrettiği, lütuf ilkesidir. Ve Mesih’in Kendisi nasıl hareket etti? İnsanlara doğruluk ile davrandı mı? Kendi haklarını savundu mu? Dünyasal güç uyguladı mı? Yasa’ya başvurdu mu? Kendisini haklı çıkartmaya çalıştı mı? Ya da öç aldı mı? O’nun öğrettiği göksel ilkeler konusunda tamamen bilgisiz olan zavallı öğrencileri bir gün Samiriyeliler’e ait bir köyde karşılaştıkları olay ile ilgili olarak O’na “Elişa’nın yaptığı gibi gökten ateş indirip Samiriyedeki insanları tüketmesi için buyruk vermesini söyledikleri zaman Rab İsa ne yaptı? Onlara döndü ve onları azarladı: “Siz hangi ruha ait olduğunuzu bilmiyorsunuz. İnsanoğlu, insanların yaşamlarını yok etmek için değil onları kurtarmak için geldi. Ve sonra oradan ayrılarak başka bir köye gittiler.” Elişa putperest bir kralın kendisini tutuklamak için gönderdiği adamlar yargılansın diye gökten ateş yağmasını ve bu adamları yok etmesini istemiş idi; ama onun bu tutumu ilahi takdirin ruhu, ilkesi ve düşüncesi ile tamamen uyum halinde idi. Ama kutsal Rabbimiz Samiriye’deki olayda çok farklı bir tanrısal Temsilci idi. O’nun dünyadaki yaşamı başından sonuna kadar mükemmel bir öz teslimiyeti sergilemekte idi. Rabbimiz kendi hakları konusunda sala bir talepte bulunmadı ve kendisini savunmadı. O, hizmet etmek ve vermek için geldi. O, her konuda Babanın mükemmel bir ifadesi olmak ve Tanrıyı temsil etmek için geldi. Babanın karakteri Rab İsa’nın her bakışında her sözünde her eyleminde ve her davranışında dışarı parlamakta idi.

Rab Mesih dünyada insanlar arasında yaşar iken böyle davrandı ve böyle öğretti. O, ne öğretti ise onu yaptı ve ne yaptı ise O’nu öğretti. O’nun sözleri O’nun kim olduğunu ifade etti ve O’nun yolları O’nun sözlerine örnek oluşturdu. O hizmet etmek ve vermek için geldi ve O’nun beşikten mezara kadar olan tüm yaşamı hizmet etmek ve vermek ile geçti. Gerçeği konuşacak olur isek zaman bu konuda kanıt ve örnek vermek için bu bölümlerden alıntı yapmamıza izin vermemektedir ve aynı zamanda alıntı yapılmasına da gerek yoktur, çünkü bu gerçeklerin sorgulanması anlamsızdır.

Peki, o zaman Rab İsa her konuda bizim yüce Örneğimiz değil midir? Hristiyanlar olarak yönümüzün ve karakterimizin şekillenmesi O’nun öğretişi ve yolları aracılığı ile olmamakta mıdır? Eğer O’nun kutsal sözlerine kulak vermese ve mükemmel yollarına gözlerimizi dikmemiş olsa idik o zaman nasıl yürümemiz gerektiğini nereden bilecek idik? Eğer biz, Hristiyanlar olarak Musa’nın düzenine ait ilkeler ve buyruklardan rehberlik alsak ve onlar aracılığı ile yönetilecek isek o zaman elbette bizim için doğru olan yasaya gitmek, haklarımızı savunmak, savaşlara katılmak ve düşmanlarımızı yok etmek olacaktır. Ama o zaman hayran olduğumuz Kurtarıcımız ve Rabbimizin öğretişi ve örneği ne olacaktır? Kutsal Ruhun öğretişleri ne olacaktır? Yeni Antlaşmaya ne olacaktır? Bir Hristiyanın, okuyucumuz açısından Rabbinin öğretişine ve örneğine karşı olan şeyleri yapmaması gerektiği bir güneş ışını kadar net değil midir?

Ama yine de her şeye rağmen bu noktada o eski ve sık tekrar edilen şu sorgulama ile karşılaşabiliriz: “Eğer bu tür Yeni Antlaşma ilkeleri evrensel düzeyde üstünlük kazanarak uygulanır ise o zaman dünya ne hale gelir, dünyadaki kurumlar ve dünya toplumu ne hale gelir? İlk Hristiyanlardan ve onların roma ordusuna katılmayı reddedişlerinden söz eden putperest bir tarihçi sinsi bir şekilde şu soruyu sorar: “Eğer herkes savaşmayı reddetmek gibi saçma düşüncelere kapılacak olur ise o zaman her yanı barbarlar ile kuşatılmış olan bu imparatorluk ne hale gelir idi?”

Hemen tekrar edelim; eğer bu ruhsal ve göksel ilkeler evrensel olarak egemen olsalar idi o zaman hiç bir savaş hiç bir kavga olmaz idi ve askerlere ihtiyaç kalmaz idi, kara ordularına ya da donanmanın savaş gemilerine ya da polise ihtiyaç kalmaz idi; yanlış işler yapılmaz, mal mülk için kavgalar çıkmaz ve bu nedenle mahkemelere, davalara avukatlara ve hakimlere gerek duyulmaz idi. Kısaca özetlenecek olur ise şimdiki dünyanın sonu gelir idi ve bu dünyanın krallıkları Rab İsa Mesih’in krallıkları haline gelir idi.

Ama net gerçek şudur ki, burada sözünü ettiğimiz bu göksel ilkeler kesinlikle dünya için tasarlanmamışlardır. Dünya bu ilkelere uyarlanamaz ya da bir saat bile bu ilklere göre hareket edemez. Dünya eğer bu ilkelere göre hareket etse idi bu hali hazırdaki sistemin aniden ve tamamen çökmesi ve mevcut toplumun değişmesi anlamına gelir idi.

Bu yüzden tüm diğer inançsız itirazlar gibi inançsız kişinin itirazı ayaklarımızın altında bir tozdur ve bu itirazı temel alan zorluklar ve sorular parçalanmaya mahkumdurlar. Bu itirazlar manevi gücün her atomundan yoksundurlar. Göksel ilkeler kesinlikle “şimdiki kötü çağ” için tasarlanmamışlardır. İsa nasıl bu dünyadan değil ise aynı şekilde bu dünyadan olmayan kilise için tasarlanmış ilkelerdir. Rabbimiz İsa Pilatus’a şöyle demiş idi: “Eğer benim krallığım bu dünyadan olmuş olsa idi o zaman yandaşlarımın Yahudilere teslim edilmemem için savaşmaları gerekir idi; bu yüzden krallığım şimdi bu dünyadan değildir.”

“Şimdi” sözcüğüne dikkat edin. Bu dünyanın krallıkları ilerde Rabbimizin krallıkları olacaklardır. Ama şimdi O ve O’na ait olan herkes yani kilisesi inkar edildi. O’nun halkı O’nun reddedilişini paylaşmaya, kentin dışına çıkarak O’nu izlemeye ve burada yeryüzünde göçmenler ve yabancılar olarak yürümeye çağrıldı; O’nun halkı O’nunla, O’nun bulunduğu yerde beraber olmak üzere O’nun kendisini almaya geleceği anı bekliyor.

Şimdiki girişim çok korkunç bir zihin karışıklığına neden olan bir girişimdir çünkü dünyayı ve kiliseyi birleştirmeye çalışır. Bu durum, şeytanın özel hilelerinden bir tanesidir ve Tanrının kilisesinin tanıklığını lekelemeyi hedeflemiştir; hepimizin farkında olduğu gibi kilisenin ilerlemesini engellemeye çalışır. Her şeyi tamamen alt üst etme çabasındadır, özünde farklı olan şeyleri birleştirmeye uğraşır ve kilisenin gerçek karakterinin, konumunun, yürüyüşünün ve umudunun nihai bir inkarıdır. Bazen “Hristiyan dünyası” ifadesini işitiriz. Bu ne anlama gelmektedir? Kaynağında, doğasında ve karakterinde ışık ve karanlık kadar birbirinden farklı olan iki ayrı şeyi bir araya getirmek için yapılan bir girişimden ibarettir yalnızca. Rabbimizin bize söylemiş olduğu gibi eski bir giysinin üzerine yeni kumaştan bir yama yapma çabasıdır ve bu tutum durumu eskisinden de kötü yapacaktır.

Tanrının düşüncesindeki konu dünyayı Hristiyanlaştırmak değildir; Tanrı göksel bir halk olması için halkını dünyadan dışarı çıkmaya çağırır; halkının göksel ilkeler tarafından yönetilmesini, göksel bir amaç ile şekillenmesini ve göksel bir umut ile neşelenmesini ister. Eğer bu gerçek açıkça görülmez ise ve eğer kilisenin gerçek çağrısı ve yönü candaki diri bir güç aracılığı ile fark edilmez ise o zaman işimizde, yürüyüşümüzde ve hizmetimizde çok üzücü hatalar yapacağımızdan emin olabiliriz. Eski Antlaşma’nın kutsal yazılarını tamamen yanlış kullanırız; yalnızca peygamberlik ile ilgili konularda değil ama aynı zamanda pratik yaşam konularında da hatalarımız olur. Tanrının kilisesinin farklı çağrısını, konumunu ve umudunu görememekten kaynaklanan bir kaybın büyüklüğünü hesaplamak gerçekten zor hale gelecektir. Kilisenin birliği ve kimliği reddedilmiş, diriltilmiş ve yüceltilmiş bir Mesih ile diri beraberliği Tanrının temel amacıdır.

Bu çok değerli ve ilginç konu hakkında daha geniş bilgi verme girişiminde şu anda bulunamayız. Ama okuyucuya, Kutsal Ruhun Eski Antlaşma ayetlerinden alıntı yapma ve uygulama yönteminin bir iki örneğini göstermenin hoşumuza gideceği kesindir. Örneğin, o çok güzel 34. Mezmur’dan şu ayetleri ele alalım: “Rab kötülük yapanlara karşıdır, onların anısını yeryüzünden siler.” Mezmur 34: 16. Ve şimdi Kutsal Ruhun bu konuyu Petrus’un yazdığı ilk mektupta nasıl işlediğine dikkat edelim: “Rabbin gözleri doğru kişilerin üzerindedir. Kulakları onların yakarışına açıktır. Ama Rab kötülük yapanlara karşıdır.” 1.Petrus 3:12. Bu son ayette kötülük yapanların anısını yeryüzünden silmek konusunda tek bir söz edilmez. Bu neden böyledir? Çünkü Rab artık kötüleri yeryüzünden silip atma ilkesine göre hareket etmemektedir. Yasa altında iken böyle hareket etti ve artık Egemenliğinde lütuf ve tahammül etme ilkesi ile hareket etmektedir. Tanrı, eskiden olduğu ve her zaman olacağı gibi kötülük yapanlara karşı olma konusunda hala kararlıdır ama artık lütuf altında, kötülük yapan kişilerin anısını yeryüzünden silme düşüncesinde değildir. Bu harika lütuf ve tahammülün en çarpıcı örneği ve sözünü ettiğimiz iki ilke arasındaki farklılık şu gerçekte görülür: Tanrının biricik ve hoşnut olduğu Oğlunu kötü elleri ile çarmıha geren o kişiler yani kötülük yapanlar hiç kuşkusuz kötü kişilerin en kötüleri idiler ama yeryüzünden kesilip atılmak yerine çarmıhta akan kan aracılığı ile bağışlanan tam ve koşulsuz bağışlanma mesajını işiten ilk kişiler idiler.

Şimdi bazı kişiler Eski Antlaşma’daki ayetlerden tek bir cümlenin atlanmasını çok fazla büyüttüğümüzü düşünebilirler. Okuyucumuz böyle düşünmesin lütfen. Tek bir noktada bile böyle davranmış olsa idik bunu kayıtsızlık ile karşılamamız ciddi bir hata olur idi. Ancak gerçek şudur: burada alıntısı yapılan ayet gibi aynı özellikleri taşıyan pek çok başka bölüm vardır ve bunların hepsi de Yahudi ve Hristiyan ilkeleri arasındaki zıtlığa ve aynı zamanda Hristiyanlık ve gelecek olan krallık arasındaki karşıtlığa örnektirler.

Tanrı şimdi dünyaya lütuf ile davranmaktadır ve O’nun halkının da eğer O’nun gibi olmak istiyor ise ve çağrılmış oldukları gibi yaşamak istiyor ise dünyaya lütuf ile davranması gerekir. “Bu nedenle göklerdeki Babanızın yetkin olduğu gibi sizler de yetkin olun” ve “sevgili çocukları olarak Tanrıyı örnek alın. Mesih bizi nasıl sevdi ise ve bizim için kendisini güzel kokulu bir sunu olarak sundu ise siz de öylece sevgi yolunda yürüyün.” Efesliler 5:1.

Bizim örneğimiz işte budur. Bizler Babamızın örneğine uygun davranmaya ve O’nu taklit etmeye çağrıldık. O dünyaya yasayı uygulamaz; kudretli ve güçlü eli ile haklarını savunmaz. İlerde bunu yapacaktır ama şimdi yalnızca bu lütuf çağında Kendisine düşman olan ve isyan eden kişilerin üzerine bereketlerini ve ihsanlarını bolluk ile boca etmektedir.

Tüm bunlar mükemmel bir harikalığa sahiptirler.

Ve bizler Hristiyanlar olarak bu manevi görkemli ilkeye göre hareket etmeye çağrıldık. Bazı kişiler şöyle diyebilirler, “Bu dünyada böyle bir ilke ile hareket ettiğimiz zaman hayatımıza nasıl devam edebiliriz? Böyle bir ilke ile işlerimizi nasıl yürütebiliriz? Bizden çalarlar ve bizi mahvederler. Eğer insanlar onları dava etmeyeceğimizi bilirler ise bizden yararlanır ve bizi kullanırlar, mal mülkümüzü elimizden alır ve paramıza el koyarlar ya da evlerimizi işgal eder ve bize kira vermeyi reddederler. Kısacası böyle bir dünyada haklarımızı korumaz ve gücün kudretli eli ile taleplerimizde ısrarlı olmaz isek ayakta kalmamız asla mümkün değildir. Yasanın görevi insanları doğru davranışa yöneltmek değil midir? Tanrı tarafından aramızda düzenlenen güçlerin amacı bizlerin esenlik elde etmesi ve bir düzenin sağladığı iyiliklerden yararlanmamız değil midir? Eğer askerler, polisler ve hakimler olmasa toplumun hali ne olur idi? Ve eğer Tanrı bu tür bir düzenin kurulmasını istedi ise o zaman Kendi halkı böyle bir düzenden neden yararlanmasın? Ve yalnızca bu kadar da değil ama aynı zamanda Tanrının halkı kadar yetki ve güç yerlerinde sorumluluk alacak ya da adaletin kılıcını kullanacak uygunlukta başka kim vardır?

Hiç kuşkusuz bu konunun her alanında görünen çok büyük bir güç vardır.

Bu güç Tanrı tarafından düzenlenmiştir. Kral, vali, polis ve hakim hepsi de kendi konumunda Tanrı gücünün birer ifadesidirler. Bu kişilerin her birinin kullandığı gücü onlara veren Tanrının Kendisidir. Kötülük yapanları cezalandırmaları için ellerindeki kılıcı onlara sağlayan Tanrı’dır. İyilik yapanların övülmesi için yetkiyi veren de yine Tanrı’dır. Ülkemizdeki yetkileri kuran Tanrı’ya tüm yüreklerimiz ile övgüler olsun. Bizler gece gündüz, hem topluluk içinde hem de tek başımıza iken onlar için dua ederiz. Bizi Tanrıya itaat etmeye çağırmadıkları ya da vicdanımıza şiddet uygulamadıkları sürece onlara her konuda itaat etmemiz ve boyun eğmemiz sorumlu olduğumuz bir görevimizdir. Eğer Tanrı isteğinin dışında bir şey yapmamızı isterler ise o zaman ne yapmamız gerekir? Karşı mı koymalıyız? Hayır, ama acı çkmeye katlanmalıyız.

Buraya kadar her şey kusursuz bir şekilde nettir. Eğer bu dünyadaki insanlar gücün kudretli eli tarafından muhafaza edilmeseler idi dünya şimdiki durumunda bir gün bile devam edemez idi. Eğer kötülük yapanlar adaletin parlayan kılıcının dehşeti tarafından engellenmese idiler yaşayamazdık ya da en azından yaşam, kesinlikle tahammül edilmez olur idi. Şimdi adalet düzeni hakim iken bile adalet kılıcını taşıyan kişilerin manevi güçten yoksun olmaları ve yasa tanımayan demagoglara izin verilmesi insanların kötü tutkularını harekete geçirmekte ve ülke yasalarına karşı gelerek huzuru rahatsız etmelerine ve yönetimin zararsız konulardaki yaşama ve mülke ait düzeni tehdit etmektedirler.

Ama kutsal yazıların öğretişini bilen her zeki Hristiyan’ın yapacağı gibi mümkün olan en kesin tutum ile bunları kabul etmek Hristiyan’ın bu dünyadaki yolu ile ilgili meseleyi tamamen dokunulmaz halde bırakır. Hristiyanlık ülkedeki yönetim ile ilgili tüm kurumları tamamen kabul eder. Bir Hristiyan’ın yaptığı iş bu tür kurumlar ile ilgili bir karşıtlık içinde olmamalıdır.

Bir Hristiyan’ın işi nerede ve nasıl olur ise olsun yönetimlerdeki yetkilileri resmi kapasiteleri içinde onurlandırmalıdır; resmi ve politik düzenlemeler kabul edilmeli, vergiler ödenmeli, ülkenin esenliği için dua edilmeli ve elden geldiğince herkes ile barış içinde yaşanmalıdır.

Kutsal adına sonsuza kadar övgüler olsun ki, tüm bunların kusursuz bir şekilde Rabbimizin Kendisi tarafından yerine getirildiğini görüyoruz.

Herod yanlılarına verdiği o unutulmaz zeki yanıtı ile Rabbimizin Kendisi de yönetimin gücüne boyun eğme ilkesini kabul ettiğini göstermiştir:  “Sezar’ın hakkını Sezar’a ve Tanrının hakkını tanrıya verin.” Ve yalnızca bu kadar da değil, ama O’nun aynı zamanda kişisel olarak özgür olmasına rağmen vergi ödediğini de biliyoruz. Rabbimizin Petrus’a da açıkça göstermiş olduğu gibi hiç kimse O’ndan bunu talep etme hakkına sahip değil idi. Ve şöyle sorulabilir: “O neden bunu yaptı?” Yapması gerektiği için mi?

Hayır; O burada bize tamamen farklı bir şey gösterir. Hatalı davranan öğrencisine verdiği yanıta kulak verin: “Petrus, dünya kralları vergiyi ya da gümrüğü kimlerden alır? Kendi oğullarından mı, yoksa yabancılardan mı? Petrus, ‘yabancılardan’ dedi. O zaman İsa, ‘O halde oğullar muaftır’ dedi. ‘Ama vergi toplayanları gücendirmeyelim. Göle gidip oltanı at. Tuttuğun ilk balığı çıkar ve onun ağzını aç, dört dirhemlik bir akçe bulacaksın. Parayı al ve ikimizin vergisi olarak onlara ver.” Matta 17:25-27. 1

Ve burada yükselmiş bir manevi güç ile tezimize geri dönüyoruz, yani Hristiyan’ın bu dünyada yürüyeceği yol? Bu yol nedir? Hristiyan, Efendisini izlemelidir – her konuda O’nu taklit etmelidir. Rab İsa haklarını savundu mu? Yasaya başvurdu mu? Dünyayı düzene sokmaya çalıştı mı? Sosyal ya da politik konulara müdahale etti mi?

 O, bir politikacı mı idi? Kılıç çekti mi? Kendisine başvurulduğu zaman bile bir yargıç gibi mi hareket etti? O’nun başından sonuna kadar sürdürdüğü yaşamı tam bir öz teslimiyeti göstermiyor mu idi?

Çarmıhta, değerli yaşamını ve canını bizler için bir kefaret olarak sunana kadar sürekli olarak Kendisinden fedakarlık etmedi mi?

Bu sorulara, Hristiyan okuyucunun kendi yüreğinin derinliklerinde yanıt bulması ve kendi yaşamındaki pratik etkisini üretmesi için son vereceğiz.

Gerçeğin önderlik edeceği çizginin okuyucuya Yasanın Tekrarı 13:9,10 gibi ayetleri doğru yorumlaması için güç vereceğine güveniyoruz.

Bizim putperestliğe karşı itirazımız ve her şekil ve biçimde kötülükten ayrılmamız daha az ve daha kararsız olsa bile şurası kesindir ki, eski İsrail’in sergilediği yoldan daha farklı bir yoldur.

Kilise buyruk aracılığı ile kötülüğü ve kötülük yapanları kesip atmaya çağrılmıştır. Ama İsrail’de uygulanan aynı yöntem ile değil.

Putperestleri ve küfürbazları taşlamak ya da cadıları yakmak kilisenin görevi değildir.

Roma kilisesi bu ilkeye göre hareket etmiştir.

Ve hatta Protestanlar bile- Protestanlık adına bir utanç olarak – Roma kilisesi örneğinin peşinden gitmişlerdir. 2 Kilise, geçici de olsa bir kılıç kullanmaya çağrılmamıştır; hayır, tam aksine her zaman ve kesin olarak kılıç kullanılması yasaklanmıştır. Böyle bir tutum içinde olmak kilisenin karakterine, çağrısına ve hizmetine aykırıdır ve bunların inkarıdır. Petrus cahil gayreti ve dünyasal düşüncesi ile kutsal Efendisini savunmak için kılıcını çekti ama anında Efendisinin sadık sözleri ile engellendi ve Efendisi ona lütufkar bir davranış ile şu öğretişi verdi. “Kılıcını kınına sok çünkü kılıç çekenler kılıç ile öldürüleceklerdir.” Ve iyi niyetli hizmetkarının bu yanlış davranışını azarladıktan sonra lütufkar davranışı aracılığı ile onun hata yapmasına son verdi. Esin ile yazmış olan öğrenci şöyle der: “Çünkü savaşımızın silahları insansal silahlar değil, kaleleri yıkan tanrısal güce sahip silahlardır. Safsataları ve Tanrı bilgisine karşı diklenen her engeli yıkıyor, her düşünceyi tutsak edip Mesih’e bağımlı kılıyoruz.” Efesliler 10:4,5.

Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilise bu çok büyük ve çok önemli mesele konusunda tamamen dağılmış durumdadır. Kilise kendisini dünya ile birleştirmiştir ve Mesih ile ilgili duyuruyu dünyevi şekilde ve dünyasal aracılar ile beyan etmenin peşinden gitmiştir. Hristiyan imanını, Hristiyan uygulamalarını en utanç veren şekillerde inkar ederek muhafaza etmek gibi cahilce bir girişimde bulunmaktadır. İnançtan sapanların yakılması kilise tarihinin sayfalarında yer alan çok korkunç bir manevi lekedir. Kilisenin İsrail’in yerini almaya ve İsrail’in ilkelerine göre hareket etmeye çağrılmış olduğu düşüncesinden ortaya çıkan korkunç sonuçlara yeterli hiç bir düşünce ile şekil veremeyiz. 3 Kilise, tanıklığında tamamen başarısız olmuş, kilisenin ruhsal ve göksel karakterini tamamen yağmalamış ve onu Vahiy 17 ve 18. Bölümlerde sona eren bir yola yönlendirmiştir. Bu bölümleri okuyan ne demek istediğimizi anlayacaktır.

Ama biz bu konular ile ilgili bir incelemede daha fazla bulunmayacağız. Bizden önce yaşanmış ve geçmiş olan şeylerin tam olarak Yeni Antlaşma’da yer alan konuların ışığında gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ve böylelikle Tanrının sınırsız iyiliği aracılığı ile bizlerin Hristiyanlar olarak yürümemiz gereken dünyadan tamamen ayrılmış olan yola yönlendirileceğiz. Rab İsa bu dünyada idi ama bu dünyadan değil idi, aynı şekilde bizler de bu dünyadayız ama bu dünyadan değiliz. Bu gerçeği bilmek, binlerce güçlüğün çözümünü sağlayacak ve pratikte binlerce ayrıntıya uygulanabilecek olan temel ve genel bir ana ilkeyi uygulamada yararlı olacaktır.

Şimdi Yasanın Tekrarı 13.bölümü son paragrafını inceleyerek bitireceğiz.

“Tanrınız Rabbin yaşamanız için size vereceği kentlerin birinde, içinizden kötü kişiler çıktığını ve ‘Haydi, bilmediğiniz başka ilahlara tapalım! Diyerek kentlerinde yaşayan halkları saptırdıklarını duyarsanız, araştıracak, inceleyecek ve iyice soruşturacaksınız. Duyduklarınız gerçek ise ve eğer bu iğrenç olayın aranızda yapıldığı kanıtlanır ise, o kentte yaşayanları kesinlikle kılıçtan geçireceksiniz. Kenti yok edip orada yaşayan tüm halkı ve hayvanları kılıçtan geçireceksiniz. Yağmalanan malların tümünü toplayıp meydanın ortasına yığın. Kenti ve malları Tanrınız Rabbe tümü ile yakmalık sunu olarak yakın. Kent sonsuza dek yıkıntı halinde bırakılacak. Yeniden onarılmayacak. Yok edilecek mallardan hiç bir şey almayın. Böylece Rabbin kızgın öfkesi yatışacak ve Rab atalarınıza içtiği ant uyarınca size acıyacak, sevecenlik gösterecek ve sizi çoğaltacaktır. Çünkü Tanrınız Rabbin sözünü dinleyeceksiniz. Böylece bu gün size bildirdiğim buyruklara uyup O’nun gözünde doğru olanı yapmış olacaksınız.” Yasanın Tekrarı 13: 12-18.

Burada en ciddi ve en ağırlıklı karakter hakkında bilgi verildiğini görüyoruz. Ama okuyucunun aklında tutması gereken şudur: bu ciddiyet ve ağırlığın kesinliği söz ile anlatılamaz bir değerin gerçeğinin temelini oluşturmaktadır. Ve bu gerçek İsrail’in ulusal birliğidir. Eğer biz bunu göremiyor isek o zaman bir önceki alıntının sahip olduğu gerçek gücü ve anlamı kaçıracağız demektir. İsrail’in kentlerinden birinde ölümcül bir hata içeren bir olay olabilir ve bu durumda doğal olarak şu soru sorulacaktır: “İsrail’deki bir kentin kötülüğüne İsrail’in tüm kentleri mi dahil olacaktır?” 4

Ancak ulusun tek bir ulus olduğu kesin idi. Kentler ve oymaklar bağımsız değiller idi; ulusal bir birliğin kutsal bağı ile birbirlerine bağlı idiler. Ve bu birlik öyle bir birlik idi ki ve merkezi tanrısal huzurun bulunduğu yer idi. İsrail’in on iki oymağı çözülemez bir şekilde bir birlerine bağlı idiler. Kutsal yerdeki altın masanın üzerinde bulunan on iki somun bu birliğin güzel bir örneğini teşkil ediyor idi. Ve her gerçek İsrailli bu birliğe sahip idi ve bunun ile övünüyor idi. Şeria ırmağının yatağındaki on iki taş, Şeria ırmağının kenarındaki on iki taş ve İlyas’ın Karmel dağındaki on iki taşı; bunların hepsi de aynı büyük gerçeği ortaya koymakta idiler. İsrail’in on iki oymağının çözülemez birliği! İyi kral Hezekiya, İsrail için yakmalık sunu ve günah sunusu yapılması gerektiğini buyurduğu zaman bunun farkına vardı. (2.Tarihler: 29-24) Sadık Kral Yoşiya İsrail topraklarından bütün iğrenç putları kaldırttı. İsrail’de kalan halkın Tanrıları Rabbe kulluk etmelerini sağladı. Kral Yoşiya yaşadığı sürece halk atalarının Tanrısı Rabbin ardınca yürümekten vazgeçmedi. (2.Tarihler 34:33) Kral Agripa’nın önünde durarak harika konuşmasını yapan Pavlus şu sözleri söyleyerek aynı gerçeğe tanıklık eder:” Bu vaat on iki oymağımızın gece gündüz Tanrıya canla başla kulluk ederek erişmeyi umut ettikleri vaattir.” 5 Elçilerin İşleri 26:7. Sle Ve parlak geleceğe doğru ileri baktığımız zaman aynı görkemli gerçek göksel bir ışık ile Vahiy kitabının yedinci bölümünde parlamaktadır. Bu bölümde bereket, huzur ve yücelik için mühürlenmiş ve güvence altına alınmış on iki oymağı diğer uluslardan sayılamaz bir çoğunluk ile bağlantılı olarak görürüz. Ve son olarak Vahiy kitabının 21.bölümünde on iki oymağın adlarının kutsal Yeruşalim’in kapılarına, Tanrının ve Kuzunun yüceliğinin taht ve merkezlerinin üzerine kazınmış olduklarını görürüz.

Böylelikle kutsal yerdeki altın masadan göklerden Tanrıdan yükselen altın kente kadar İsrail’in on iki oymağının çözülemez birliklerine dair harika bir kanıt zincirinin ispatına sahibiz.

Ve sonra eğer bu birliğin nerede görüldüğü sorulacak olur ise ya da İlyas’ın, Hezekiya’nın ya da Yoşiya ve Pavlus’un bunu nasıl gördükleri merak edilir ise, verilecek yanıt çok basittir; onlar bunu iman aracılığı ile gördüler. Tanrının kutsal yerinden dışarı baktılar ve orada o altın masanın üzerinde on iki oymağın mükemmel farklılığını ama yine de buna rağmen mükemmel birliklerini ortaya koyan on iki somuna baktılar. Bu on iki somundan daha güzel bir şey olamaz idi. Tanrının gerçeğinin sonsuza kadar ayakta kalması gerekir. İsrail’in birliği geçmişte görülmüş idi ve gelecekte de görülecek idi ama buna rağmen kilisenin bundan daha yüce olan birliği haliz hazırda görülmez. Ama iman buna inanır, ona sımsıkı sarılır ve on binlerce düşman etkinin gözü önünde bunu ikrar eder.

Ve şimdi bir an için Yasanın Tekrarı 13.bölümünün son paragrafında sunulduğu gibi bu en görkemli gerçeğin pratikteki uygulamasına bakalım. İsrail ülkesinin kuzey bölgesindeki bir kente güneyde bulunan belirli bir kentte öğretilen ciddi bir yanlışın haberi ulaşır. Bu yanlış öylesine ölümcül bir yanlıştır ki ülkede yaşayanları gerçek Tanrıdan uzaklaştırmaya eğilimlidir.

Yapılması gereken nedir? Yasa, olabildiğince açıktır; görev yolu belirgin bir şekilde ortaya konmuştur. Tek gerekli olan şey bunu görecek yalnızca bir gözdür ve buna göre davranacak olan adanmış bir yürektir. “O zaman soracak, araştıracak ve gayret ile isteyeceksin.” Bu ifadenin yeterince açık olduğu kesindir.

Ama ülkede yaşayan bazı kişiler şöyle diyebilirler: “Güneyde öğretilen bir hatanın biz kuzeydekiler ile ne ilgisi olabilir? Tanrıya şükürler olsun ki, bizim aramızda öğretilen bir yanlış yoktur; bu tamamen yerel bir sorundur; her kent kendi surları içinde gerçeği muhafaza etmek ile sorumludur. Ülkenin şu ya da bu kentinde ortaya çıkan bir hata durumundan bizim sorumlu olmamız nasıl beklenebilir? Tüm zamanımızı başka bir kentin sorunu için ayırdığımız takdirde o zaman kendi tarlalarımızda çalışamayız; kendi bağlarımız, zeytinliklerimiz, kendi sürülerimiz ve işlerimiz ile ilgilenemeyiz. Bizim kenti kentimizin sınırları içinde olup bitenler ile ilgilenmemiz yeterlidir. Hatayı kesinlikle mahkum ediyoruz ve eğer o güneydeki kentten biri buraya gelmeye ve yanlış öğretmeye kalkışsa ve bizim bundan haberimiz olsa, o zaman kapılarımızı o kişinin yüzüne kapatmakta kararlıyız. Bunun ötesinde bir sorumluluğa sahip olduğumuzu hissetmiyoruz.”

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: sadık İsraillinin yalnızca doğa açısından ele alındığında tüm bu iddiaların çizgisinde vereceği karşılık ne olacaktır? Bu karşılığın çok basit ve kararlı bir yanıt olacağından emin olabiliriz. Sadık İsraillinin vereceği karşılık tüm bu iddiaların İsrail’in birliğini inkar etmekten başka bir şey olmadığı yanıtı olacaktır. Eğer her kent ve her oymak bağımsız bir zeminde yer alsa idi o zaman baş kahin on iki somunu Rabbin önündeki masadan alır ve onları oraya buraya kısaca her yere dağıtabilir idi ve o zaman birlik dağılmış olur ve biz hepimiz ulusal bir eylem zeminine sahip olmayan bağımsız atomlara ayrılır idik.

Ayrıca bu konudaki buyruk çok farklı ve özeldir,” Araştıracak, inceleyecek ve iyice soruşturacaksınız.” Bizler bu nedenle antlaşma Tanrımızın ulusun çifte zemin hakkındaki birliği ve anlaşılır buyruğuna bağlıyız. Kendimizi ulustan ayırmayı istemediğimiz takdirde aramızda yanlış hiç bir şey öğretilmediğini söylemek hiç bir yarar sağlamaz. Eğer biz İsrail’e ait isek o zaman sözde de söylendiği gibi aramızda yanlış öğretildiği aşikardır – “Bu iğrenç olay aranızda yapılıyor.” Burada kullanılan ‘siz’ sözcüğünün sınırları ne kadar ileri gider? Ulusal sınırların gittiği yere kadar gider. Dan oymağında öğretilen bir yanlış Beerşeva’da bulunanları etkiler. Bu nasıl mümkün olur? Çünkü İsrail birdir.

Ve ayrıca söz öylesine basit, öylesine farklı ve öylesine empatiktir ki! Bu sözün içeriğini araştırmaya bağımlıyız. Soğuk bir kayıtsızlık ve duyarsız bir aldırmazlık ile kollarımızı kavuşturup oturamayız, aksi takdirde sözü kararsızlık ve ciddiyetsizlik ile yargılayarak kendimizi müdahil olmaktan kurtarmayız ve bu kötülüğün korkunç sonuçlarına dahil ediliriz.

Sevgili okuyucu, her sadık İsraillinin ifadesi böyle olacaktır ve hata ve kötülüğün bulunduğu her yerde eylem ya da davranış şekli de bunu yansıtacaktır. Bundan farklı bir şekilde konuşmak ve hareket etmek Tanrının gerçeği ve yüceliği ve İsrail’in bağımsızlığı ile ilgili kayıtsızlık anlamına gelir. Herhangi birinin Yasanın Tekrarı 13:12-18 ayetlerinde verilmiş olan buyruklar ile ilgili olarak uyumlu hareket etmesinin kendi sorumluluğu olmadığını söylemesi, Tanrının gerçeğine ve İsrail’in birliğine karşıdır. Herkes uyumlu hareket etmek ile sorumlu idi ve aksi takdirde suçlu kentin yargısına dahil olacak idi.

Ve tüm bunlar eğer eski İsrail’de geçerli ise o zaman şimdi Tanrının kilisesi için de en az o kadar geçerli idi. Mesih ile ilgili olan herhangi bir kayıtsızlıktan Tanrının nefret ettiği konusunda emin olabiliriz. Tanrının sonsuz amacı ve hedefi Oğlunun yüceltilmesidir; Tanrı, her dizin Oğlunun önünde çökmesini ve her dilin Baba Tanrının yüceliği için Tanrı Oğlunun Rab olduğunu kabul etmesidir. “Herkes Baba’yı nasıl onurlandırılıyor ise Oğlu da aynı şekilde onurlandırmalıdır.”

Bu nedenle, eğer Mesih onurlandırılmaz ise eğer öğretişler O’nun yüceliği, O’nun işinin yetkinliği ya da görevlerinin değeri ile uyumlu değil ise o zaman bizler yüreklerimizde kesin bir kararlılık ile bu tür yanlış öğretişleri reddetmeye bağımlıyız. Tanrının Oğlu ile ilgili gösterilen kayıtsızlık ya da duyarsızlık Göklerin yüce mahkemesinin yargısına uğrayacaktır. Eğer söz konusu olan bizim ünümüz, bizim karakterimiz ya da kişisel veya ailesel mülkümüz ise o zaman kayıtsız kalmayız; sevdiğimiz ya da bize yakın olan herhangi bir şeye karşı tamamen duyarlı olmamız gerekir. Eğer böyle yapıyor isek o halde söz konusu olan şimdiki ve sonsuza kadar olan her şeyimizi borçlu olduğumuz yüce Tanrı ile ilgili olan konularda O’nun yücelik ve onurunu ve Adını ve amacını çok daha derin hissetmemiz gerektiği kesindir. O, bizim için yüceliğinden soyundu ve aşağı bu sefil dünyaya geldi ve bizi cehennemin sonsuza kadar sürecek olan alevlerinden kurtarmak için çarmıhta utanç verici bir ölüm ile öldü! O’na karşı kayıtsız kalmamız mümkün mü? O’nunla ilgili bir konuda duyarsız davranmamız mümkün olabilir mi? Yüce merhameti ile Tanrı bizi böyle yanlış davranmaktan korusun!

Hayır, değerli okuyucu, böyle olmaması gerekir. Mesih’in onuru ve yüceliği bizim için her şeyden – eğer söz konusu olan Mesih ise ünümüz, malımız, ailemiz ve dostlarımız - daha fazla önemli olmalıdır. Hristiyan okuyucu kurtarılmış canının tüm enerjisi ile buna sahip değil midir? Buna daha şimdiden sahip olduğunu hissediyoruz ve ah! Bir gün O’nu yüz yüze gördüğümüz zaman ve O’nun manevi yüceliğinin tam ışığında durduğumuzda o zaman kendimizi nasıl hissedeceğiz? O zaman O’nunla ilgili kayıtsızlık ve duyarsızlık düşüncelerimiz konusunda neler hissedeceğiz? Kilise, O’nun bedeninin yüce gerçeğinin birliğidir; bedenin Başı olanın görkemini beyan etmek ile aklanmaz mıyız? Elbette ki bu gerçek sorgulanamaz. Eğer İsrail ulusu bir ise o zaman Mesih’in bedeninin bir olduğu çok daha kesindir! Ve eğer bağımsızlık İsrail için yanlış ise Tanrının kilisesi için de yanlış olduğu çok daha kesindir! Açık gerçek şudur ki, bağımsızlık düşüncesi Yeni Antlaşma’nın ışığında bir an için bile muhafaza edilemez. Nasıl el, ayak, göz ya da kulak birbirlerinden bağımsız değiller ise Mesih’in bedeninin üyeleri de aynı şekilde birbirlerinden bağımsız değildirler. “Beden bir olmak ile birlikte bir çok üyeden oluşur ve çok sayıdaki bu üyelerin hepsi tek bir beden oluşturur. Mesih de böyledir.” – Mesih’in ve kilisenin yakın birliğini ortaya koyan dikkat çekici bir ifade – “İster Yahudi, ister Grek ister köle ister özgür olalım hepimiz bir beden olmak üzere aynı Ruhta vaftiz edildik ve hepimizin aynı Ruhtan içmesi sağlandı. İşte beden tek bir üyeden değil, bir çok üyeden oluşur. Ayak, ‘el olmadığım için bedene ait değilim’ der ise bu onu bedenden ayırmaz. Kulak, ’göz olmadığım için bedene ait değilim’ der ise bu onu bedenden ayırmaz. Bütün beden göz olsa idi, nasıl duyardık? Bütün beden kulak olsa idi nasıl koklardık? Gerçek şu ki, Tanrı, bedenin her üyesini dilediği biçimde bedene yerleştirmiştir. Eğer hepsi bir tek üye olsa idi beden olur muydu? Gerçek şu ki, çok sayıda üye ama tek beden vardır. Göz ele, ’sana ihtiyacım yok’ ya da baş ayaklara, ‘size ihtiyacım yok’ diyemez. Tam tersine, bedenin daha zayıf görünen üyeleri vazgeçilmezdir. Bedenin daha az değerli saydığımız üyelerine daha çok değer veririz. Böylece gösterişsiz üyelerimiz daha gösterişli olur. Gösterişli üyelerimizin özene ihtiyacı yoktur. Ama Tanrı değeri az olana daha çok değer vererek bedende birliği sağladı. Öyle ki, bedende ayrılık olmasın ve üyeler birbirini eşit biçimde gözetsin. Bir üye acı çeker ise bütün üyeler birlikte acı çeker; bir üye yüceltilir ise bütün üyeler birlikte sevinir. SİZLER MESİH’İN BEDENİSİNİZ VE BU BEDENİN AYRI AYRI ÜYELERİSİNİZ.” 1.Korintliler 12:12-27.

Bu gerçekten harika ayetler üzerinde fazla durmayacağız; ama şimdi önümüze güçlü bir şekilde konmuş olan özel gerçeğe Hristiyan okuyucumuzun dikkatini çekmeyi gayret ile arzu ediyoruz – bu gerçek yeryüzünde var olan her gerçek imanlıyı yani, Mesih’in bedeninin bir üyesi olan her kişiyi yakından ilgilendirir. Bu gerçek öncelikle en yüce ayrıcalıkları ve en ağır sorumlulukları taşıyan büyük ve pratik bir gerçektir. Bu gerçek yalnızca bir öğretiş ya da katı bir düşünce veya sağduyulu bir ilke değildir, yaşayan diri bir gerçektir vecanda tanrısal bir güç olması için tasarlanmıştır. Hristiyan kendisini artık diğerleri ile bağlantısı olmayan bağımsız bir kişi olarak göremez. Çünkü Tanrının tüm çocukları, tüm gerçek imanlılar ve Mesih’in yeryüzündeki bedeninin tüm üyeleri ile diri bir şekilde bağlıdır.

“Hepimiz tek bir Ruhta vaftiz edildik.” Tanrının kilisesi yalnızca bir klüp ya da bir topluluk ya da bir kardeşlik değildir; Kutsal Ruh tarafından Baş ile birleştirilmiş bir Beden’dir. Ve yeryüzündeki tüm üyeleri çözülemez bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar. Böyle olduğu için de şu gereklilik ortaya çıkar; bedenin tüm üyeleri birbirlerinin durumundan ve yürüyüşünden etkilenirler. “Bir üye acı çeker ise diğer üyeler de onun ile birlikte acı çekerler.” Yani, bedenin tüm üyeleri tek bir üye ile birlikte acı çekerler. Eğer ayakta yanlış olan bir şey var ise el bunu hissedecektir. Nasıl mı? Baş aracılığı ile hissedecektir. Eğer bireysel bir üye ile ilgili bir sorun var ise Tanrının kilisesindeki herkes bunu Kutsal Ruh tarafından diri bir şekilde bağlanmış olan tüm üyeler olarak Baş aracılığı ile hissedeceklerdir.

Bazı kişiler bu büyük gerçeği kavramakta çok zorluk çekerler. Ama gerçek vahiy tarafından yazılmış olan o sayfada açıklanmış olarak durur; bu gerçeğin herhangi bir şekilde mantık ile değerlendirilmesi ya da insani yargıya tabi tutulması yanlıştır; doğru olan bu gerçeğe yalnızca inanmaktır. Bu gerçek, tanrısal bir açıklamadır. Hiç bir insan düşüncesi bu gerçeği üretemez idi. Ama Tanrı gerçeğini açıklar, iman buna inanır ve bu gerçeğin bereketli gücünde yürür.

Belki okuyucu şu soruyu sorma ihtiyacını duyabilir: “Bir imanlının durumunu bilmeyen diğer imanlılar onun durumundan nasıl etkilenirler?” Bu sorunun yanıtı şudur, “Eğer bir üye acı çeker ise tüm diğer üyeler de onun ile birlikte acı çekerler.” Neyin tüm üyeleri? Yalnızca yerel topluluğun ya da söz konusu olan kişiyi tanıyan bir grubun veya o kişi ile yerel olarak bağlantısı olan bir cemaatin üyeleri mi? Hayır, ama üyelerin bulunduğu her yerde olan bedenin üyeleri! Hatta İsrail’in durumu bile yalnızca ulusal bir birlik iken kentlerinden birinde bir kötülük olduğu takdirde bu kötülüğün hepsini ilgilendirdiğini bundan hepsinin etkilendiğini ve buna hepsinin dahil olduğunu görmüş idik. Bu yüzden Akan günah işlediği zaman diğer kişiler olup bitenden tamamen habersiz olmalarına rağmen Rab, “İsrail günah işledi” demiş idi ve tüm topluluk kendilerini alçaltan bir yenilginin acısını çekmişler idi.

Mantık, bu ağır gerçeği kavrayabilir mi? Hayır kavrayamaz ama iman bu gerçeği kavrayabilir. Eğer mantığa kulak verecek olur isek hiç bir şeye inanmayız. Ama Tanrının lütfu sayesinde mantığı dinlemeyerek tanrının söylediğine inanmalıyız, çünkü bu sözü söyleyen Tanrıdır.

Ve ah, sevgili imanlı okuyucu! Bedendeki bu birlik ne kadar da yoğun bir gerçektir! Bu gerçekten ne kadar çok pratik sonuçlar çıkar! Bedenin birliği kutsal yürüyüş ve yaşama hizmet etmek için hesaplanmış bir amaçtır. Bedenin birliği gerçeğini düşündüğümüz zaman kendimize, alışkanlıklarımıza, yollarımıza ve tüm manevi durumumuza ne kadar çok dikkat edeceğiz! Bağlı bulunduğumuz Baş’ı onurlandırmak ve Kutsal Ruhu kederlendirmemek ya da bağlı olduğumuz diğer üyeleri incitmemek için ne kadar çok dikkatli olacağız ve özen göstereceğiz!

Ama şimdi bu bölümün sonuna geldik ve bitirmek üzereyiz; en önemli, en büyük ve en güçlü şekil veren gerçeklere mümkün olduğunca dikkatinizi çekmeye çalıştık. Tanrının Ruhu bu gerçekleri yeryüzünde bulunan her gerçek imanlının canında yaşayan bir güç haline getirsin diye dua ediyoruz.


1. Vergi parasının tapınak için olabileceği gerçeğinin metinde ortaya konan ilke ile ilgisi yoktur.

2. 1553 yılında teolojik düşünceleri nedeni ile  Servetus’un yakılması hem Reformasyon hem de bunun gibi Hristiyanlığa sığmayan bir davranış olması açısından korkutucu bir darbedir. Servetus’un düşüncelerinin ölümcül ve temelinde yanlış oldukları bir gerçektir. Servetus Tanrı Oğluna karşı açıkça bir küfürbazlık olan Arian sapkınlığı içinde idi. Ama onu ya da başka birini yanlış öğretişe inandığı için yakmak Müjde’nin ruhuna, mesajına ve ilkesine karşı ciddi bir günahtır; Yahudilik ve Hristiyanlık arasında özde var olan farklılık ile ilgili cehaletin korkunç bir ürünüdür.

3. Kilisenin İsrail’in tarihine bakarak öğrenmesi bir şeydir ve İsrail’in yerini alması, İsrail’in ilkelerine göre hareket etmesi ve İsrail’in vaatlerini kendisine mal etmesi tamamen başka bir şeydir. İlk ifadede kilisenin görevini ve ayrıcalığını görürüz; ikinci ifadede ise kilisenin yapmış olduğu ölümcül hatadan söz edilir.

4. Elbette ki, metinde işaret edilen kötülüğün çok ciddi bir özelliğe sahip olduğunu akılda tutmak gereklidir. Bu kötülük girişiminin amacı insanları tek diri ve gerçek Tanrıdan ayırmaktır. Bu girişim İsrail’in ulusal varlığının tam temeline dokundu. Bu yalnızca yerel bir mesele değil ama ulusal bir mesele idi.

5. Okuyucunun, yukardaki bölümde çevirisi yapılan “on iki oymak” ifadesinin tekil kullanımı olduğunu bildiği zaman bunu ilginç karşılayabilir; dodekaphylon! Tanrı için çok değerli olduğundan iman için de çok değerli olan çözülemez birlik ile ilgili bu önemli düşünceye bu “tekil” kullanımının tam ve canlı bir ifade verdiği kesindir.