Mısır’dan Çıkış 3
Şimdi Musa’nın kişisel öyküsü ile ilgilenecek ve onun emeklilik zamanında geçirdiği gerçekten ilginç olan döneme bakacağız; bu dönem onun yaşamının en güzel yılları olan kırklı yaşlarını kapsamakta idi. Bunun anlamı çok derindir. Rab, lütfederek, bilgece ve sadakat ile değerli hizmetkarını insanların gözlerinden ve düşüncelerinden uzağa aldı, öyle ki onu Kendi eli altında eğitebilsin. Musa’nın bu eğitime ihtiyacı vardı. Evet, firavunun sarayında kırk yıl geçirmiş olduğu doğru idi, sarayda konuk olarak kaldığı dönem etkisiz ya da değersiz değildi, ama çöldeki konukluğu ile karşılaştırıldığı zaman hiç bir şey ifade etmiyordu. İlk konukluğu değerli olabilirdi; ama sonraki konukluğu kaçınılmaz idi.
Tanrı ile olan gözlerden gizli beraberliğin ya da O’nun okulunun eğitiminin ve disiplininin değeri hiç bir şey ile ölçülemez. “Mısırlıların tüm bilgeliği”, Musa’yı gelecekteki yolu için eğitemezdi. Musa, Mısır’ın okulları ve kolejleri aracılığı ile çok parlak bir yol izlemiş olabilirdi; zihni onurlu dünyasal eğitim ile ve yüreği gurur ve öz yeterlilik ile doldurulmuş olabilirdi. Diplomasını insanların okulundan almış olabilirdi, ama yine de Tanrının okulunda alfabeden başlayarak tekrar eğitim alması gerekliydi. Yalnızca insan bilgeliği ve eğitimi; kendi bakış açılarına göre ne kadar değerli olurlarsa olsunlar Tanrının bir hizmetkarını asla eğitemezler ve onu tanrısal hizmetin herhangi bir bölümü için donatamazlar. Bu tür şeyler yenilenmemiş doğayı dünyanın önünde biçimlendirebilirler, ama Tanrının kullanacağı kişinin bunlardan çok farklı özellikler ile donatılması gerekir – bu tür özellikler yalnızca Rabbin huzurundaki derin ve kutsanmış bir dönem içinde gelişebilirler.
Tanrının tüm hizmetkarlarına bu eğitim verilmiş ve bu eğitimin gerçeğini tecrübe etmeleri sağlanmıştır. Tanrı ile baş başa zaman geçirmenin yoğun önemi ile ilgili tüm çarpıcı örneklere Horev Dağındaki Musa, Kerit’teki İlyas, Kebar’daki Hezekiel, Arabistan’daki Pavlus ve Patmos adasındaki Yuhanna eklenebilir. Ve Tanrısal Hizmetkara baktığımız zaman, özel olarak geçirdiği zamanın halk arasında geçirdiği zamandan çok daha uzun olduğunu görürüz. O, anlayışı ve iradesi mükemmel olmasına rağmen Nasıra’daki bir marangozun evinin belirsizliği içinde yaklaşık otuz yıl geçirdi. Ve yine de halk arasındaki hizmetine başladıktan sonra bile, tanrısal beraberliğin tatlı ve kutsal zamanlarının tadını çıkartmak için insanların yanlarından ayrılıp tenha yerlere gitti!
Bu durumda aklımıza şöyle bir soru gelebilir: eğer bu şekilde, Tanrı ile bir arada diğer insanlardan gizlenerek eğitim gerekli ise, o zaman hizmetkarlar işlerini ne zaman yapacaklar? Bu konu Efendi’nin sorunudur- bizim sorunumuz değildir. İşçileri ancak Tanrı sağlayabilir ve aynı şekilde onları eğitecek olan da yalnızca Tanrıdır. Bu iş, insanın işi değildir. Yalnızca Tanrı gerçek bir hizmetkarı sağlayabilir ve hazırlayabilir, aynı zamanda böyle bir eğitim için ne kadar zaman gerekeceği konusunda da karar verecek olan, Tanrıdır. Eğer Tanrı bir işçiyi bir anda yetiştirmek istese idi, o zaman böyle yapardı. Burada belirgin olan tek bir şey vardır, o da Tanrının hizmetkarlarını halk arasındaki işlerine başlamadan önce ve sonra yalnızca Kendisi ile birlikte tuttuğudur, bu dönem olmadan hiç kimse göreve başlayamaz. Gizlide verilen eğitim ve disiplinin yokluğu, bizi kısır hale getirir, yapay ve teoretik bir konuma sokar. Halk arasında hizmet verecek olan biri kutsal tapınağın dengeleri içinde eğitilir ya da Tanrının huzurundaki ölçülerde yetiştirilir; aksi takdirde denize açılmaya hazır bir gemi gibi olamaz. Aksi takdirde ilk ufak rüzgarda batacağına kuşku yoktur. Oysa, Tanrının okulunda gerçek ve etkin bir Tanrı hizmetkarının karakterinin biçimi derin, sağlam ve dengeli bir şekilde oluşturulur.
Bu nedenle, Musa’yı kırk yaşında bir sarayın refahından ve görkeminden alarak bir çölün belirsizliğinde kırk yıl geçirmesi amacı ile yönlendirilmiş olarak gördüğümüz zaman, hayal kırıklığı yaşamak yerine, dikkat çekecek bir hizmet beklentisi içinde olmamız gerekir. Eğitilmiş kişi, yalnızca Tanrı tarafından eğitilmiş olandır, başka hiç kimse değil. Tanrıya hizmet etmesi için bir aracı hazırlamak, insanın elinde olan bir şey değildir. İnsan eli, Efendi’nin kullanacağı bir çömleğe asla şekil veremez. Yalnızca çömleği kullanacak olan Kişi, o çömleği hazırlayabilir. Ve şu anda bu konuyu incelerken, Tanrının eğitimi ile ilgili hazırlığına ilişkin elimizde eşi benzeri olmayan bir örneğe sahibiz.
“Musa kayınbabası Midyanlı kahin Yitro’nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı dağına, Horev’e vardı.” (Mısırdan Çıkış 3:1) Bu noktada, koşulların aniden harika bir şekilde değiştiğini görürüz. Yaratılış 46:31 ayetinde “Mısırlıların çobanlardan iğrendiklerini” okuruz; buna rağmen Mısırlıların tüm bilgeliği ile yetiştirilmiş olan Musa Tanrının hizmeti için eğitilmek üzere sürü güden bir çoban olarak çöldeki dağa getirilmiştir. Bu olayın, “insan eli ile” olmadığı kesindir. Böyle bir şey doğal açıdan mümkün değildir. Et ve kanın bunu anlaması mümkün değildir. Normal olarak bizim, Musa’nın eğitimini Mısır’da bilgelik ile tamamlamış olduğunu düşünmemiz gerekir ve ayrıca buna ek olarak bir sarayda mevcut olan refahın ve avantajların tümüne sahiptir. Böyle yüksek bir eğitimin sağlam bir eğitim olduğu beklentisi içinde olmamız gerekir. Ama sonra bu özelliklere sahip bir kişinin böylesine yüksek bir konumdan bir çöldeki dağ kenarında koyun gütmek için çağrılması insani düşünce ve duyguların çok ötesine geçen bir durumdur. İnsanın tüm gurur ve yüceliğini toz haline getirir. Bu dünyanın değerlerinin tanrısal değerler yanında bir hiç olduklarını ortaya koyar; evet dünyanın gözünde yüce ve görkemli olan şeyler yalnızca Tanrının gözlerinde değil, aynı zamanda Tanrının okulunda eğitilmiş olan kişilerin gözlerinde de sadece “pislik ve süprüntüdür.”
İnsani ve tanrısal eğitim arasında çok büyük bir fark vardır. İnsani eğitim, insanı yüceltir; tanrısal eğitim ise insani eğitimi bir kenara atar. “Doğal kişi, Tanrının Ruhu ile ilgili gerçekleri kabul etmez, çünkü bunlar ona saçma gelir, ruhça değerlendirildikleri için bunları anlayamaz.” (1.Korintliler 2:14) Doğal bir insanı istediğiniz kadar eğitin, onu yine de ruhsal bir insan haline getiremezsiniz. “Bedenden doğan bedendir. Ruh’tan doğan ruhtur.” (Yuhanna 3:6) Eğer eğitimli bir “doğal insan” Tanrının hizmetinde başarılı olmayı istemiş olsa idi, Musa bu konuda kendine güvenebilirdi; o “olgundu”, “eğitimli idi”, “söz söylemede ve eylemde kudretli idi” ve yine de “çölün arka kısımlarında” öğrenmesi gereken şeyler vardı ve bu öğrenmesi gereken şeylerin hiç birini Mısır’ın okulları ona öğretemezdi. Pavlus, Gamaliel’in dizlerinin dibinde öğrendiklerinden çok daha fazlasını Arabistan’da Kutsal Ruh’tan öğrendi.1 Hiç kimse Tanrı gibi öğretemez ve O’ndan öğrenen herkesin O’nunla baş başa kalması gerekir. “Tanrı, sana çölde öğretecektir.” Musa çölde, en tatlı, en derin, en etkili ve en kalıcı derslerini öğrendi. Hizmet için eğitilmek isteyenlerin hepsi yalnızca Tanrıdan öğrenebilir.
Sevgili okuyucu, “çölün arka kısmında” ifadesinin gerçek anlamını kendi derin tecrübeniz ile kanıtlamanızı dilerim. Bu kutsal noktada doğal kişi bir hiç olur ve yalnızca Tanrı yüceltilir. İnsanlar ve değerler – dünya ve benlik – çölün arka kısmındaki bu koşullarda ve etkilenişimde gerçek değerlerinin ne olduğunu fark ederler. Yalnızca ve yalnızca çölde içinizdeki ve çevrenizdeki her şeyi tanrısallığın uyarladığı bir denge içinde değerlendirebilirsiniz. Çölde sahteliğe, ödünç almaya ya da boş ön yargılara yer yoktur. Canınızın düşmanı bu yerdeki kumu parlak gösteremez. Tüm gerçeklik ortadadır, gizlenemez. Kendisini çölün arka kısmındaki Tanrının huzurunda bulan yürek, her konuda doğru düşüncelere sahip olur. Yürek, bu dünyanın heyecan verici etkilerinin çok ötesine yükselir. Mısırın karmaşası, gürültüsü ve neden olduğu zihin karışıklığı bu uzak yerde bulunan kulak tarafından işitilmez. Maddesel ve ticari dünyanın şiddetli sesi orada duyulmaz. Hırslı iç çekişlere orada yer yoktur. Bu dünyanın kalıcı olmayan çekicilikleri orada kimseyi ayartamaz. Orada altında duyulan susuzluk hissedilmez. Göz, tutkular yüzünden görme yeteneğini yitirmez ve orada yürek kibir ile kabarmaz. İnsanların alkışları etkileyici değildir ve insan baskısından bunalma diye bir şey yoktur. Ek bir kelime ile özetleyecek olur isek, tanrısal huzurun sessizliği ve ışığı her şeyi bir kenara fırlatıp atar. Duyulan tek ses, Tanrının sesidir, zevk alınan tek ışık O’nun ışığıdır, kabul edilen düşünceler yalnızca Tanrının düşünceleridirler. Hizmet için eğitilmesi gereken herkesin gitmesi gereken yer burasıdır. Ve eğer hizmette başarılı olmak isteniyor ise, bir süre orada kalınması gerekir.
Halk önünde hizmet etmek için öne çıkan herkes bu yerin koşullarında nefes almanın ne demek olduğunu öğrenmelidir. O halde hizmetteki girişimlerimizden çok Mesih’i onurlandıran hizmetin ne olduğunu etkili bir şekilde bilmemiz gerekir.
Şimdi, Musa’nın çölün arka kısmında ne gördüğünü ve ne duyduğunu araştıralım. Musa burada, Mısır’ın en usta hocalarının sahip oldukları bilgi ile kıyaslanamaz ölçüde bilgiler edindi. İnsan mantığının bakış açısına göre, Musa’nın çölde, kırk yıl boyunca koyun sürüleri gütmekten başka bir şey yapmaması, bir insan için çok büyük bir zamanı hiçe harcamasından başka bir şey değildir. Ama Musa çölde Tanrı ile birlikte idi ve bu nedenle çölde geçirdiği zaman asla boşa harcanmış zaman değildir. Gerçek bir hizmetkarın çaba harcayarak yalnızca iş görmesinden çok daha değerli şeyler olduğunu hatırlamamız gerekir. Her zaman çaba harcayan kişi, zamanla gereğinden fazla çaba harcamaya eğilim gösterecektir. Böyle davranan bir kişinin mükemmel Hizmetkarın şu sözlerine kulak vermesi yararına olur: “Eğitilenler gibi dinleyeyim diye kulağımı uyandırır her sabah.” (Yeşaya 50 4:b)
Bu durum, hizmetkarın işinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Hizmetkarın Efendisinin huzurunda sık sık durması gerekir, öyle ki ne yapması gerektiğini bilebilsin. Kulak ve dil arasındaki bağlantı çok belirgindir, çoğu zaman her ikisi de tek bir organ gibi hareket ederler. Ama bu konuya ruhsal ya da ahlaki açıdan baktığımız zaman, eğer kulağım kapalı iken dilim konuşuyor ise, o zaman akılsızca sözler edeceğim kesindir. “Sevgili kardeşlerim, şunu aklınızda tutun: Herkes dinlemekte çabuk, konuşmakta yavaş, öfkelenmekte de yavaş olsun.” (Yakup 1:19) Bu mantıklı öğüdün temel aldığı iki gerçek vardır, yani, iyi olan her şey yukarıdan gelir ve yürek dışarı taşmak için içinde kötülük barındırandır. Bu nedenle, kulağı açık ve dili sessiz tutmaya devam etme ihtiyacı hakkındaki sözler hayran olunacak öğütlerdir. Musa, bu öğütlerden, çölün arka kısmında iken çok büyük dersler aldı ve bunları başka hiç bir okulda öğrenmesi mümkün değildi.
“Rabbin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinden ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor ama tükenmiyor. ‘Çok garip” diye düşündü, ‘gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor?’” (Mısırdan Çıkış 3:2,3) Bu görüntü, gerçekten de “çok görkemli” bir görüntü idi – bir çalı yanıyor ama tükenmiyor. Firavunun sarayı böyle bir görüntüye asla sahip olamazdı. Ama bu görüntü hem görkemli hem de lütufkar bir görüntü idi. Çünkü bu görüntüde Tanrının seçilmişlerinin durumu çarpıcı bir şekilde sergilenmekte idi. Tanrının seçilmişleri Mısırın fırınında idiler ve Yehova Kendisini yanan bir çalıda açıklıyordu. Ama çalı nasıl yanmasına rağmen tükenmiyor ise, Tanrının halkı da aynı şekilde tükenmiyordu, çünkü Tanrı orada idi. “Her Şeye Egemen Rab bizimledir, Yakup’un Tanrısı kalemizdir.” (Mezmur 46:7) Buradaki ifadede güç ve güvenlik görüyoruz – zafer ve esenlik. Tanrı bizimledir, Tanrı içimizdedir ve Tanrı bizden yanadır. Bu gerçek her ihtiyacımız için yeterli sağlayışın mevcut olduğunu kanıtlayan bir örnektir.
Yukarıda verilen alıntıda görüldüğü gibi, Yehova’nın Kendisini Musa’ya açıklama şeklinden duyduğu hoşnutluk kadar ilgi çekici ya da eğitici başka hiç bir şey olamaz. Tanrı Musa’yı, Halkını Mısır’dan çıkartırken onlara önderlik etmesine dair hizmet için donatmakta idi. Öyle ki, Halkı çölde ve Kenan diyarında Tanrının topluluğu ve Konutu olabilsin. Ve tüm bunları konuştuğu yer yanan bir çalı idi. Yehova’nın seçtiği ve kurtardığı topluluğunun ortasında konut kuracağına dair uygun, ciddi ve güzel bir örnek! Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir, ama O bizi tüketmez; içimizde ve bizimle ilgili O’nun kutsallığına aykırı ve gerçek ve kalıcı mutluluğumuza engel olan her şeyi yakıp tüketmek ister. Ey Rab, tanıklıkların sonsuza kadar kesindir; kutsallığın senin evin olmuştur.
Bu durumlar, Tanrının, Kendisini, yakıp tüketen bir ateş olarak hem Eski hem de Yeni Antlaşmalar’da ortaya koyduğu çeşitli olaylarda görülür. Örneğin, Levililer 10. Bölümdeki Nadav ve Avihu’nun öyküsüne bakalım. Buradaki öykü gerçekten de ciddi bir anlatım içerir. Tanrı, Halkının ortasında konut kurmuştur ve onları Kendisine layık bir konumda koruyacaktır. Tanrı bundan farklı şekilde hareket edemez. Farklı hareket etmesi ne O’nun adını yüceltir ne de halkı için yararlı olur; Tanrı, Huzurundaki saflığı ile uyum sağlamayan bir şeyi hoş göremez. Tanrının konut kurduğu yerin kutsal olması gerekir.
Bu nedenle, aynı zamanda Yeşu 7. Bölümde de Akan’ın günahı ile ilgili öyküde, başka çarpıcı bir örnek ile karşılaşırız; Yehova’nın, Huzurunda, herhangi bir şekil ya da biçimdeki kötülüğe, bu kötülük ne kadar gizli ya da örtülü bir biçimde olur ise olsun, tahammülü yoktur. Tanrı “yakıp tüketen bir ateştir” ve böyle olduğu için ortasında konut kurmuş olduğu topluluğu kirletecek olan herhangi bir girişime karşıdır. Tanrının Huzuruna yargılanmamış bir kötülüğü getirmek istemek, kötülüğün en üst derecedeki özelliğidir.
YineElçilerin İşleri 5.bölümde Hananya ve Safira’nın öyküleri aracılığı ile bize aynı ciddi ders verilir. Kutsal Ruh Tanrı Kilisenin ortasında konut kurmuştur, Kutsal Ruh yalnızca bir etki değildir, O tanrısal bir Kişilik’tir, öyle ki, hiç kimse O’na yalan söyleyemez. Kilise O’nun konut kurduğu yerdi ve yerdir ve O bu nedenle onların ortasında egemenlik sürer ve yargılar. İnsanlar, birbirlerine aldatma, hile, oburluk ve iki yüzlülük ile davranabilirler; ama Tanrı böyle yapamaz. Eğer Tanrı bizimle birlikte yürüyecek ise, o zaman yürüdüğümüz yolları yargılamamız gerekir ya da Tanrı o yolları bizim için yargılayacaktır. (aynı zamanda bakınız 1.Korintliler 11:29-32)
Tüm bu durumlarda ve bunlara eklenecek olan diğer durumlarda şu ciddi sözün gücünü görürüz, “Ey Rab, kutsallık sonsuza kadar senin evindir.” Bu iradenin ahlaki etkisi, bölümümüzde de yer aldığı gibi, Musa’nın öyküsü ile benzerlik taşır. “Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır” (Mısırdan Çıkış 3:ayet 5). Tanrının Huzurunun yeri kutsaldır ve yalnızca çıplak ayak ile üzerine basılabilir. Halkının ortasında konut kurmuş olan Tanrı, topluluğuna kutsallığın ne olduğu konusunda örnek vermektedir; kutsallığın özelliği kutsal sevgi ve her kutsal davranıştır. Kutsal yer, özelliğini Kutsal Olan’ın karakterinden alır.
Şimdi Tanrının konutu olan Kiliseye bu karakterin Kutsal Ruh aracılığı ile uygulanması, uygulanacak olan şeyler içinde en önemli olandır. Tanrının, Kutsal Ruhu aracılığı ile kilisenin her bir üyesinde konut kurmuş olması ve bu şekilde bireye kutsallık karakterini vermesi çok bereketli bir gerçektir. Tanrının, topluluk içinde konut kurduğu da eşit derecede bir gerçektir; bu nedenle, topluluğun kutsal olması gerekir. Üyelerin, etrafında toplanmış olduğu merkez, elbette ki ancak dirilmiş, zaferli ve yüceltilmiş olan Mesih’in Kendisidir. Toplanmak için sahip oldukları enerji ise, tabii ki Kutsal Ruh Tanrıdır. Ve Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı bireylerin içinde konut kurar ve onların içinde yürür. (bakınız Matta 18:20; 1 Korintliler 6:19; 1.Korintliler 3:16,17; Efesliler 2:21,22) Tanrının konut kurduğu yere ait olan kutsal seçilmişler olmak, açıkça şu durumu belirtir: prensipte ya da uygulamada kutsal olmayan hiç bir şeyi hoş görmemek gerekir. Kutsal Ruh ile birleşmiş olan herkesin şu sözlerin ağırlığını ve ciddiyetini hissetmesi gerekir. “Bastığın yer kutsal topraktır.” “Kim Tanrının tapınağını yıkarsa Tanrı da onu yıkacaktır.” (1.Korintliler 3:17) Bu sözlerin, Tanrı topluluğunun her bir üyesi için bir ağırlık taşıdığını görüyoruz. – çünkü her bir üye Tanrının kutsal tapınağının diri bir taşıdır. Her birimiz, Yehova’nın avlularına çıplak ayak ile girmeyi öğrenelim.
Ama her şeye rağmen yine de Horev dağındaki görüntüler İsrail Tanrısının kutsallığına olduğu kadar, lütfuna da tanıklık ederler. Eğer Tanrının kutsallığı sınırsız ise, aynı zamanda lütfu da sınırsızdır ve aslında Tanrının Kendisini Musa’ya açıkladığı şekil aynı zamanda O’nun lütfunu da ortaya koymaktadır. Tanrı aşağı indi, çünkü lütfeden Tanrı idi ve aşağı indiği zaman Kendisinin kutsal olduğunu açıklaması gerekiyor idi; ayrıca şu sözleri de ildirdi: “Ben babanın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısıyım.” (Mısırdan Çıkış 3:ayet 6) Tanrısal varlığın etkisi, her zaman doğal varlığın kendisini gizlemesine neden olmalıdır. Ve biz ayaklarımız çıplak ve başımız örtülü olarak Tanrının önünde durduğumuz zaman, güzel bir can davranışı sergilediği için bizler lütfun tatlı bereketinin iyi haberini almaya hazırlanmış oluruz. İnsan, kendisine uygun yerde durduğu ya da kendine düşeni yaptığı zaman, Tanrı saf merhametin dili ile konuşabilir.
“Rab, ‘halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm’ dedi, ‘angaryacılar yüzünden ettiği feryadı duydum. Acılarını biliyorum.” (ayetler 7-9) Burada, İbrahim’in Tanrısının ve İbrahim’in tohumunun Tanrısının insan ruhunun “eğer”leri ve “ama”ları, yeminleri, sınırlamaları ve koşulları tarafından engellenmeyen mutlak, özgür ve koşulsuz lütfunun tüm parlaklığı ile ışıldadığını görürüz. Tanrı egemen lütfu ile Kendisini göstermek, kurtuluş işini tamamlamak, İbrahim’e verdiği ve İshak ve Yakup’a tekrar ettiği sözü yerine getirmek için yukarıdan aşağıya gelmiş idi. Tanrının aşağı gelmesinin nedeni, kurtuluş vaat ettiği kişilerin bu kurtuluşu gerçekten hak edip etmediklerini görmek değildi. Tanrı için onların bu kurtuluşa ihtiyaç duymaları yeterli idi. Baskı ve zulüm altında olmaları, üzüntüleri, gözyaşları, iç çekişleri ve altında bulundukları ağır esareti Tanrı yakından görmüştü, çünkü O, adına yücelik olsun ki, halkının kaç kez iç çektiğini sayar ve gözyaşlarını şişesinde biriktirir. Tanrıya çekici gelen halkının üstün özellikleri ya da erdemleri değildir. Tanrının, halkını ziyarete gelmesinin nedeni, onların içindeki görülen ya da görülmeyen iyilik değildi, çünkü Tanrı, halkının yüreğinde ne olduğunu çok iyi biliyor idi. Bu durumu tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, O’nun lütufkar davranışını bize söylediği şu sözlerde görebiliyoruz: “Ben İbrahim’in Tanrısıyım ve halkımın sıkıntısını yakından gördüm.”
Bu sözler, Tanrının Kendi yollarında uyguladığı büyük bir temel prensibi açıklarlar. O, her zaman Kendi karakterine uygun olarak davranır.”BEN’İM” ünvanı, “HALKIM” dediği kişilerin tek sağlam güvencesidir. Tanrının, Kendi halkını Mısır’ın her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işler ile onları bu işlere koşan firavunun angaryacılarının kırbaçları altında bırakmayacağı elbette kesindi. Onlar, Tanrının halkı idiler ve Tanrı onlara Kendisine yakışan bir davranış ile karşılık verecek idi. Yehova’nın seçici sevgisinin objeleri ve koşulsuz kurtuluş vaadine mazhar olan kişiler olmaları Tanrının onlara yardım etmesi için yeterli idi. Tanrının sonsuz amacı, halkına Kenan diyarını garantilemiş idi ve hiç bir şey O’nun halkı ile olan bu ilişkisini herkese göstermesine engel olamayacak idi. Tanrı, halkını kurtarmak için aşağı gelmiş idi ve yeryüzünün ve cehennemin bir araya gelmiş olan gücü, Tanrının, halkını kurtarmak için planladığı zamanı bir saat bile erteleyemez idi. Tanrı, Mısır’ı bir okul ve firavunu bir okul müdürü olarak kullanabilirdi ve kullandı da. Ama ihtiyaç duyulan iş tamamlandığı zaman, hem okul hem de okul müdürü bir kenara atıldılar ve Tanrı halkı, Tanrının yüce ve uzanmış kolu ile Mısır’dan çıkartıldı.
Musa’ya Horev dağında yapılan açıklamanın çifte karakteri işte böyle idi. Musa’nın gördüğü ve işittiği kutsallık ve lütfun iki unsurunu bir araya getiriyordu. Bu iki unsur bildiğimiz gibi, yüce Tanrının tüm yollarını ve ilişkilerini farklı bir şekilde karakterize ederler ve bu durum aynı şekilde O’nunla paydaşlık içinde olanların yollarını da karakterize etmelidir. Her gerçek hizmetkar tüm kutsallık ve tüm lütuf içinde Tanrının tahtının huzurundan gönderilir ve kutsal ve lütufkar olmaya çağrılır. Hizmetkarın tanrısal karakterin lütuf ve kutsallığının yansıması olmaya davet edilir. Ve böyle olabilmesi için hizmetkarın önce, yalnızca Tanrı tahtının huzurundan başlaması yeterli değildir, hizmetkar orada ruhta konut kurmuş olarak kalmalıdır. Etkin hizmetin gerçek sırrı buradadır.
“Bir çocuk gibi, git ve söylediğini yap,
Asla bir kenara çekilme.”
Yalnızca ruhsal kişi, “git ve yap” ve “asla bir kenara çekilme” şeklindeki bu iki ifadenin anlamlarını kavrayabilir. Tanrı için dışarıda hareket etmek istiyor isem, O’nunla birlikte içerde beraber olmalıyım. O’nun yüce huzurundaki gizli tapınakta olmadığım takdirde, başarısız olacağım mutlak şekilde kesindir.
Pek çok kişi bu noktada çökerler. İnsanlar ile olan ilişkinin karmaşasının ve aktif hizmetin heyecanının ortasında tanrısal huzurun heybetinden, ciddiyetinden ve sakinliğinden çıkması gibi olası çok büyük bir tehlike mevcuttur. Bu tehlikeye karşı çok dikkatli bir korunma gerekir. “Çarıksız, çıplak ayak ile” şeklinde ifade edilen ruhun bu kutsal tonunu kaybettiğimiz takdirde, hizmetimiz kısa süre içinde yavan, cansız ve yararsız hale gelecektir. Eğer, yaptığım hizmetimin yüreğimin ve Efendimin arasına girmesine izin verir isem, hizmetimin değeri düşük olur. Mesih’e etkili bir şekilde hizmet edebilmemiz yalnızca O’ndan zevk almamız ile mümkün olur. Ellerin, O’nun için en kabul edilebilir hizmeti sunması, yüreğin O’nun güçlü çekimlerinde kalması ile mümkün olur. Aksi takdirde hiç kimse, eğer kendi canının içinde Mesih’ten beslenmiyor ise, Mesih’e ve diğer kişilere mesh edilmenin sonucu gelen bir tazelik ve güç ile hizmet edemez. Evet, bir vaaz verebilir, bir öğretiş sunabilir, dua edebilir, bir kitap yazabilir ve dışsal hizmetin tam rutinini uygulayabilir ama yine de Mesih’e hizmet etmiş sayılmaz. Mesih’i diğerlerine sunacak olan kişinin, kendisi için Mesih ile meşgul olması gerekir.
Hizmetinin başarısı ya da karşılığı ne olur ise oldun, bu şekilde hizmet eden kişi mutludur. Çünkü hizmetinde dikkat çekmek, etki buyurmak ya da görünen sonuçlar üretmek gibi konularda başarısızlık olur ise, kişi yine de her zaman onu hiç bir şeyin mahrum edemeyeceği Mesih’te her daim mevcut olan payına ve tatlı çekilme yerine sahiptir. Oysa, yalnızca hizmetinin ürünleri ile beslenen, kendi çabası ile elde ettiği takdirden zevk alan kişi, ya da diğer kişilerin dikkat ve ilgisinden hoşlanan, diğerlerine su taşıyan ama kendi içinde paslanmış olan bir boruya benzer. Böyle bir koşul içinde bulunmak çok yıpratıcıdır. Ama ne yazık ki, Efendisi ve O’nun yüceliği yerine, kendi işi ile ve işinin sonuçları ile daha çok ilgilenen kişinin içine düşeceği durum budur.
Bu, katı bir ön yargı gerektiren bir konudur. Yürek aldatıcıdır ve düşman sinsi ve kurnazdır. Ve işte bu yüzden “ayık ve uyanık olun” öğüdüne kulak vermemiz çok gerekli bir ihtiyaçtır. Can, bir hizmetkarın yolundaki çeşitli ve çok yönlü tehlikeler konusunda uyanık kaldığı zaman, yani, ölçüsü ne olur ise olsun, Tanrı ile birlikte zaman geçirme ihtiyacının farkına vardığı zaman, yalnızca o zaman güvenlikte ve mutludur. Hizmetimiz biz ancak, hizmetimize Efendimizin ayaklarının dibinde başladığımız, devam ettiğimiz ve sona erdirdiğimiz zaman, doğru türde bir hizmet olacaktır.
Tüm bu söylenenlerden ortaya çıkan şudur: Her okuyucu için Mesih’in her hizmetkarının en kutsal havayı “çölün arka kısmında” bulacağı aşikar olmalıdır. Horev, gerçekten de, Tanrının Kendisi için hizmet etmek üzere göndereceği başlangıç yeridir. Musa’nın çarıklarını çıkartıp yüzünü gizlemesi gerektiğini öğrendiği yer, Horev idi. Musa, kırk yıl önce hizmete başlamıştı; ama başlangıcı, zamanından önce idi. Tanrının dağının benliğe boyun eğdiren inzivasının ve yanan ama tükenmeyen çalının bulunduğu yerde, tanrısal hizmet, hizmetkarın kulağına duyuruldu: “Şimdi gel, halkım İsrail’i Mısır’dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim.” (ayet 10) Burada söz konusu olan, gerçek yetki idi. Tanrının bir kişiyi hizmete göndermesi ve kişinin gönderilmeden kendisinin hizmete gitmesi arasında çok büyük bir fark vardır, ama Musa hizmet konusunda ilk kez kendi başına harekete geçtiği zaman, hizmet için olgun olmadığı çok aşikardır. Eğer Musa için gözlerden uzak kırk yıllık bir eğitim gerekli idi ise, hizmete nasıl başlayabilirdi? İmkansız! Musa’nın tanrısal bir şekilde eğitim görmesi ve yine tanrısal bir şekilde görevlendirilmesi gerekiyor idi. Ve bu, Mesih için hizmet yolunda yürümek isteyen ve Mesih’e tanıklık etmek için yola çıkan herkes için geçerli bir durumdur. Ah! Bu kutsal dersler hepimizin yüreklerine derinlemesine işlesin ki, her işimizde Efendimizin yetkisinin ve Efendimizin onayının mührü bulunsun.
Ancak yine de, Horev dağının eteklerinde öğrenmemiz gereken başka bir şey daha var. Can, bu yerde oyalanıp kalmayı uygun bulur; “burada olmak iyidir” der. Tanrının yüce huzuru her zaman derin bir uygulama yeridir; yüreğin burada tamamen açılacağı kesindir. Bu kutsal yerin içine parlayan ışık, her şeyi gözler önüne serer ve çevremizdeki ve içimizdeki kibir ve öz yeterlilik ortaya çıkar.
Musa’ya tanrısal hizmet verildiği an, onun, “buradayım, Rab!” ya da “Rab, ne yapmamı istiyorsun?” şeklinde bir karşılık vermesinin uygun olacağını düşünebiliriz. Ama hayır, Musa böyle bir karşılık vermedi; ama böyle bir karşılık vermeye yönlendirilecek idi. Musa’nın bu konuda daha önceki başarısızlığını hatırlayarak bundan etkilendiği ve bu nedenle böyle davrandığı konusunda hiç kuşkumuz yok. Eğer bir kişi herhangi bir konuda Tanrı olmadan hareket eder ise, onu Tanrı gönderiyor olsa bile cesaretinin kırılacağı kesindir. “Musa, ‘ben kimim ki, firavuna gidip İsraillileri Mısır’dan çıkartayım?” (ayet 11) Kırk yıl önce aynı Musa, “kardeşlerinin Tanrının, kendilerini Musa’nın eli ile kurtaracağını anladıklarını sanan” bir kişi idi. İşte insan böyledir! Bazen gereğinden fazla hızlı, bazen de gereğinden fazla yavaştır. Musa, Mısırlıyı öldürdükten sonra geçen uzun yıllar süresinde çok şey öğrenmiş idi. Kendisini tanıma konusunda ilerlemişti ve bu onda çekingenliğe ve korku duymasına yol açmış idi. Ama sonra Tanrıya olan güveninin eksik olduğunu gösterdi. Eğer ben yalnızca kendime bakar isem, “hiç bir şey” yapamam; ama eğer Mesih’e bakar isem “her şeyi” yapabilirim. “Mesih’in gücü aracılığı ile her şeyi yapabilirim.” Bu yüzden duyduğu çekingenlik ve korku Musa’nın şu sözlerine neden oldu: “Ben kimim ki?” Tanrının Musa’ya yanıtı ise şöyle oldu: “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım.” (ayet 12) Bu sözlerin yeterli olması gerekir. Eğer Tanrı benim ile ise, o zaman benim kim ya da ne olduğumun önemi azalır. Tanrı, “Seni göndereceğim ve seninle olacağım” dediği zaman, hizmetkar zaten tanrısal yetki ve tanrısal güç ile tam olarak donatılmıştır ve bundan dolayı yola çıkma konusunda eksiksiz bir doyuma sahip olmalıdır.
Ama Musa başka bir soru daha sorar. Çünkü insan yüreği sorular ile doludur. “Musa Tanrıya şöyle karşılık verdi:’İsrailliler’e gidip, beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi dersem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?” İnsan yüreğinin nasıl mantık yürüttüğünü ve sorguladığını görmek, harika bir şeydir. Tanrıya yakışan bir şekilde tereddütsüz itaat gösteren bir hizmetkar olduğu takdirde, tüm insan mantıklarına katlanan ve tüm sorulara yanıt veren lütfu sergilemesi ise, bundan daha da harikadır. Her soru, tanrısal lütfun bir yeni özelliğini ortaya koymak için sorulur gibidir.
“Tanrı, ‘Ben BEN’İm’ dedi, ‘İsrailliler’e de ki, beni size Ben BEN’İm diyen gönderdi.’” (ayet 14) Tanrının burada Kendisine verdiği unvan, çok harika bir önem taşımaktadır. Kutsal Yazıları araştırır iken, Tanrının sahip olduğu çeşitli adları okuruz; bu adların Tanrının Kendisi ile ilişkide olan kişilerin çeşitli ihtiyaçları ile yakından bağlantılı olduklarının farkına varırız. “Yehova-yire” (Rab sağlayacaktır). “Yehova-nissi” (Rab sancağımdır). “Yehova-şalom” (Rab esenliğimdir). “Yehova-Tsidkenu” (Rab doğruluğumdur). O’nun tüm bu lütufkar ünvanları halkının ihtiyaçlarını karşılamak üzere açıklanır. Ve O, Kendisine BEN’İM dediği zaman, bu adından anlaşılan tüm diğer ünvanlarının hepsidir. Yehova Kendisine bu ünvanı vermek ile halkı tarafından doldurulacak olan açık bir çek sunmaktadır. O, Kendisini BEN’İM olarak adlandırır. Ve iman, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bu ada eklememizi sağlar. Tanrı en önemli olan tek figürdür ve insanın ekleyebileceği şey sadece sıfırdır. Eğer yaşam istiyor isek, Mesih,”Yaşam Ben’im” der. Eğer doğruluk istiyor isek, “O, DOĞRULUĞUMUZ OLAN RAB’DİR. Eğer esenlik istiyor isek, “O, esenliğimizdir.” Eğer bilgelik, kutsallık ve kurtuluş istiyor isek, O, bize tüm bunların hepsi olmuştur. Tek bir kelime ile, insan ihtiyaçlarının hepsini gözden geçirdiğimiz zaman, O’nun BEN’İM adındaki bu temel ve hayran olunacak olan adının şaşırtıcı derinliği ve doluluğu konusunda yine de tam bir algıya sahip olmamız mümkün değildir.
Böyle bir ada sahip Olan ile paydaşlık içinde yürümeye çağrılmak ne kadar büyük bir merhamete mazhar olmaktır! Bizler çöldeyiz ve bu çölde denemeler, üzüntü ve zorluklar ile karşılaşmamız gerekiyor, ama her zaman ve her koşulda çok yönlü lütfunu açıklamış olan Tanrı ile birlikte olma ayrıcalığına sahibiz; be nedenle her ihtiyacımız ve zayıflığımız ile bağlantılı olarak çölden korkmamıza gerek yoktur: Tanrı, bu derin ve değerli adını ifşa ettiği zaman, halkını bir kum çölünden geçirmek üzere idi. Evlatlık ruhu olan Kutsal Ruh’u almış olan imanlı, şimdi “Abba, Baba” diye seslenebilmesine rağmen, yine de Tanrının açıklamaktan hoşnut olduğu bu ünvanlarından her birini Tanrı ile paydaşlığın keyfine vararak değerlendirme ayrıcalığından yoksundur. Örneğin, “Tanrı” ünvanı O’nun sonsuz gücünü ve yaratılış işlerindeki Tanrılığını açıklar. “Rab Tanrı” ünvanı ise insan ile bağlantılı bir anlamı ortay koyar. Sonra, “Her Şeye Gücü Yeten Tanrı” olarak, hizmetkarı İbrahim’in yüreğine, tohum ile ilgili vaadinin yerine geleceği konusunda güvence vermek için İbrahim’e görünür. Yehova olarak O Kendisini İsrail’e şöyle bildirdi: halkını Mısır’dan kurtaran ve onları Kenan diyarına götüren Tanrı.
“Tanrı eski zamanlarda peygamberler aracılığı ile bir çok kez çeşitli yollardan atalarımıza seslendi” (İbraniler 1:1). Ve bu yüzden evlatlık ruhuna sahip olan imanlı, “Kendisini açıklayan, konuşan ve hareket eden benim Babam idi” diyebilir.
Tanrının bu yüce ünvanlarını incelemek kadar ilginç ya da uygulama açısından önemli olan başka hiç bir şey olamaz. Bu ünvanlar her zaman bulundukları koşullar içinde düzgün bir ahlak sürekliliği içinde kullanılırlar. Ama “BEN’İM” adında var olan yükseklik, derinlik, uzunluk ve genişlik insan algısının uzanabileceği noktanın gerçekten de çok ötesindedir.
“Tanrı insanlığa adını öğretmek istediği zaman,
Kendisini yüce “BEN’İM” olarak adlandırır
Ve bir boşluk bırakır - imanlılar
Dua ettikleri her konuyu bu boşluğa yerleştirirler.”
Ve bu konu gözlemlendiği zaman, Tanrının bu adını, yalnızca Kendisine bağlı olan halk için açıklandığı anlaşılacaktır. Tanrı, firavun ile konuşur iken ona bu adını söylemedi; buyurgan ve görkemli bir ünvan olan “İbranilerin Rab Tanrısı” adını kullandı; Tanrı Mısır’a, egemen ve ezici gücü ile İbranileri kurtaracağını bildirmek istiyordu. Aslında O’nun bu adı firavun için, Tanrıya görkemli konumu nedeni ile saygı göstermesini sağlayacak kadar yeterli idi. Ama “BEN’İM” adı, sünnetsiz bir kulak ve tanrısal gerçeklikten habersiz olan imansız bir yürek için bir anlam taşımadı. Tanrı bedende iken, çevresindeki imansız Yahudilere, “İbrahim doğmadan önce Ben varım” dediği zaman, onlar Kendisini taşlamak istediler. “BEN’İM” adındaki gücü ve tatlılığı hissedebilecek olan, yalnızca gerçek imanlıdır. Gerçek bir imanlı, kutsanmış Rab İsa’nın ağzından çıkan bu tür beyanların hepsini işitmekten zevk duyar: - “Yaşam Ekmeği Ben’im,” “Dünyanın ışığı Ben’im,” “İyi Çoban Ben’im,” “Diriliş ve Yaşam Ben’im,” “Yol, Gerçek ve Yaşam Ben’im,” “Gerçek Asma Ben’im,” “Alfa ve Omega Ben’im,” “Parlak sabah yıldızı Ben’im.” Özetle, O, tanrısal üstünlüğün ve güzelliğin her adını alabilir ve bunu “BEN’İM” ünvanına ekleyebilir. Böylece İSA’ya bu ünvanın her şeklinde hayran olunabilir, tapılabilir ve ibadet edilebilir.
Görüldüğü gibi, BEN’İM adı, tüm ifade gücünün ötesinde bir güce sahiptir. Her imanlı, bu adın içinde her ne olur ise olsun, kendi ruhsal ihtiyacına tam olarak uyan bir sağlayışa sahiptir. İmanlının çöl yolculuğunda can tecrübesinin ihtiyaç duyacağı her çözüm bu unvan tarafından tanrısal bir şekilde karşılanacaktır. İman ile, “BEN’İM” adına çok basit bir şekilde her ne istiyor ise onu yerleştirebilir ve ihtiyaç duyduğu her şeyi İsa’da bulacaktır. Bu yüzden imanlı ne kadar zayıf ve güçsüz olur ise olsun, İsa’nın adında berekete sahiptir.
Ama Musa’ya, “Beni size BEN’İM olan gönderdi” diyen Tanrı, bu adını seçilmişleri için söyledi; ama yine de konuya imansızlar açısından bakıldığında bile bu adda derin bir ciddiyet, vakar ve gerçeklik mevcuttur. Eğer bir kişi hala günahları içinde ise, yine de bu hayret uyandıran ünvanı işittiği anda, kendisine şu soruları sormaktan kaçınamayacağı kesindir, “Kendisine “BEN, BEN OLAN’ım” diyen bu Varlığın önünde nasıl dururum. Eğer O, bu söylediği Kişi ise, o zaman benim için ne ifade ediyor? Bu ciddi “BEN’İM” adı hakkında benim ne yazmam gerekir?” Ben kendime ait herhangi bir sözcük ile bu karakteristik sorunun ağırlığından ve gücünden çalamam, ama bu konuyu gerçekten araştırma ihtiyacı duyan okuyucumun vicdanını Kutsal Ruh’un yönlendirmesi için dua ederim.
Bu kısmı sona erdirmeden önce imanlı okuyucunun dikkatine sunmak istediğim 15.ayette yer alan ve derin ilgi çeken bir beyana değineceğim: “İsrailliler’e de ki, ‘Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı Yahve gönderdi.’ Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.” Bu ifadede çok önemli bir gerçek yer alır – ağızları ile iman ikrarında bulunan pek çok Hıristiyan’ın unutmuş gibi göründüğü bir gerçek, yani, Tanrının İsrail ile olan ilişkisinin sonsuz bir ilişki olduğu. O, Mısır ülkesini ziyaret ettiği zaman nasıl İsrail’in Tanrısı ise, şimdi de aynı şekilde İsrail’in Tanrısıdır. Ayrıca o zaman İsrail ile nasıl olumlu olarak ilgileniyor ise, şimdi de aynı şekilde yalnızca biraz daha farklı olarak davranmaktadır. Tanrının sözü net ve güçlü vurguya sahiptir: “Sonsuza dek adım bu olacak.” Tanrı, “Adım bir süre için böyle olacaktır” demiyor. Hayır; “adım sonsuza dek bu olacak ve kuşaklar boyunca böyle anılacağım” diyor. Okuyucumu bu konu üzerinde derin düşünmeye davet ediyorum. “Tanrı, önceden bildiği kendi halkından yüz çevirmemiştir.” (Romalılar 11:2) Halkı, itaat etsin ya da etmesin, bir arada bulunsun ya da bulunmasın, sürgüne gönderilsin ya da gönderilmesin, ulusların önünde gizli tutulsun ya da tutulmasın hiç fark etmez; hala O’nun halkıdır. Onlar, O’nun halkıdır ve O, onların Tanrısıdır. Mısır’dan Çıkış 3:15 ayetine karşılık verilemez. İman ikrarında bulunan kilise, Tanrının sonsuza kadar süreceğini söylediği bir ilişkiye karşı bilgisiz kalamaz. Bu “sonsuza kadar” gibi bir ciddi sözcük üzerinde nasıl düşüneceğimiz konusunda uyanık olmamız gerekir. Bu sözün İsrail için uygulandığı zaman, eğer “sonsuza kadar” anlamına gelmediğini söyler isek, o zaman bizim için sonsuza kadar uygulanacağı anlamına geldiğini söyleyecek hangi kanıta sahibiz? Tanrı, ne söylediğini bilir; her zaman da bilecektir ve İsrail ile olan bağlantısının kuşaklar boyunca süreceğini sergileyecektir de. “Tanrının armağanları ve çağrısı geri alınamaz.” Tanrı, “bu ad, sonsuza kadar adım olacaktır” dediği zaman, mutlak bir ifade kullanmıştır. “BEN’İM”, Kendisinin sonsuza kadar İsrail’in Tanrısı olacağını beyan etti. Ve tüm diğer uluslara Tanrının bu beyanı açıklanacak ve bu beyana boyun eğmeleri sağlanacaktır. Ayrıca hepsi Tanrının kendileri hakkındaki ilahi takdirlerini ve yazgılarını bir şekilde öğreneceklerdir. “Yüceler Yücesi, uluslara paylarına düşeni verip insanları böldüğü zaman, ulusların sınırlarını İsrailoğullarının sayısına göre belirledi. Çünkü Rabbin payı kendi halkıdır ve Yakup soyu O’nun payına düşen mirastır.” (Yasanın tekrarı 32:8,9)
Bu ifadenin doğruluğu sona mı ermiştir? Yehova “payından” vazgeçmiş ve “payına düşen mirası” teslim mi etmiştir? O’nun harika sevgi ile dolu gözleri artık İsrail’in dağılmış oymaklarına bakmamakta mıdır? Yeruşalim’in duvarları artık O’nun gözünün önünde değil midir? Ya da halkı O’nun gözünde artık değerli değil midir? Bu sorulara yanıt vermek istediğimiz takdirde, Eski Antlaşma’nın çok büyük bir kısmını ve Yeni Antlaşma’nın büyük bir kısmını alıntı olarak kullanmamız gerekecektir. Ancak böyle bir konuya tam olarak değinmemiz burada mümkün değildir. Bu bölümü sona erdirir iken söyleyeceğim tek şey yalnızca şu olacaktır, “Kardeşler, bilgiçliğe kapılmamanız için şu sırdan habersiz kalmanızı istemem: İsraillilerden bir bölümünün yüreği, öteki uluslardan kurtulacakların sayısı tamamlanıncaya dek duyarsız kalacaktır. Sonunda bütün İsrail kurtulacaktır.” (Romalılar 11:25,26)
1 Okuyucum gerçekten yararlı bilginin değerinden ya da zihinsel güçlerin uygun kültüründen net bir anlayış elde edebilsin diye yukarıda belirtilen düşüncenin tasarısından bir an için etkilendi diye düşünelim. Bu, mümkün değildir. Örneğin, eğer bir anne baba çocuğunun zihnini yararlı bilgi ile doldurması için izin verir ise, ona mümkün olan her şeyi öğretebilir ve daha sonra Efendisinin hizmetine dönmesi için onu bırakır. Çocuk imanlı yolunda yürümek için her öğrendiğini “bir kenara bırakacaktır.” Işık ve karanlık arasındaki farkı anlaması için onu on yıl bir kömür madenine kapattığınızı varsayalım; bir işe yaramayacaktır. Mesih’in sürüsünü gütmek için hazırlanmak, Tanrının sözlerini yorumlamak için uygun hale gelmek, putperest mitolojinin çamurlu etkilerinden sıyrılarak temizlenmek, insan bilgisi ya da çabaları ile değil, ancak Tanrının sözü ve Kendisi ile baş başa kalmak ve Kutsal Ruh’un işleyişine teslim olmakla mümkün olacaktır.