Mısır’dan Çikiş 2
Kitabımızın bu kısmında tanrısal gerçeğin en önemli prensipleri – şeytanın gücü, Tanrının gücü ve imanın gücü – üç başlık altında sıralanırlar.
Karnak Temple in upper Egypt |
Önceki bölümün son ayetlerinde şunları okuduk: “Firavun bütün halkına buyruk verdi: ‘doğan her İbrani erkek çocuk Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.” Bu ifade, şeytanın gücünü yansıtan bir ifadedir. Nehir ölüm yeri idi ve düşman ölüm aracılığı ile Tanrının planını bozmaya çalışıyordu. Yılan her zaman kötü bir göz ile Tanrının lütufkar amaçları için kullanmak üzere olduğu bu aracıları gözlemekte idi; Yaratılış 4.bölümde Habil’in öyküsüne bakın. Burada şeytanın yaptığı Tanrının aracını izlemek ve onu öldürmek aracılığı ile yolunun üzerinden kaldırmaya çalışmak değildir de nedir? Yaratılış 37.bölümde Yusuf’un öyküsüne bakın. Düşmanın bu öyküde de Tanrının, amacı için kullanmak istediği adamı öldürmek istediğini görürsünüz. 2.Tarihler 22.bölümde “kral soyu” nun gizlenerek ölümden kurtarılması, Matta 2.bölümde kral Herod’un eylemi ve Matta 27.bölümde Mesih’in ölümü. Tüm bu olaylarda düşmanın öldürmek aracılığı ile tanrısal eylemin akışına müdahale edişine tanık olursunuz.
Ama Tanrıya şükürler olsun ki, ölümün ötesinde bir şey de vardır. Kurtuluş ile bağlantılı olarak tanrısal eylemin tüm alanında tanrının ölümün egemenliğinin ötesinde bulunduğunu görürsünüz. Şeytan gücünü tükettikten sonra, Tanrı gücünü göstermeye başlar. Mezar, şeytanın eyleminin sınırıdır. Ama tanrısal eylemin başladığı yer de tam orasıdır. Bu çok yüce bir gerçektir. Şeytan ölüm gücüne sahiptir, ama tanrı dirilerin Tanrısıdır ve ölümün gücünün ulaşabileceğinin ötesinde bir yaşam sağlar. Tanrının sağladığı bu yaşama şeytan dokunamaz. Yürek böyle bir güç ile ölümün egemen olduğu bir olayın ortasında huzur bulur ve rahatlar. Şeytan gücünü bol bol sergiler iken, iman ayakta kalır ve direnir. Tanrının güçlü diriltme kudreti sayesinde dinlenir. İman, sevilen birinin henüz üzerini örtmüş mezarın başında ayakta kalır ve görkemli bir ölümsüzlüğün yüce garantisi olan Diriliş ve Yaşam Olan’a şükreder. İman, Tanrının şeytandan çok daha güçlü olduğunu bilir ve bu nedenle, bu üstün gücün tam olarak görünmesini sakin bir şekilde bekler ve bu bekleyiş içinde zaferini kazanır ve yerini elde eder. Bölümümüzün başlangıcında yer alan ilk ayetlerde imanın bu gücüne dair soylu bir örneğimiz bulunur.
“Levili bir adam kendi oymağından bir kız ile evlendi. Kadın gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce onu üç ay gizledi. Daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca hasır bir sepet alıp katran ve zift ile sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil kıyısındaki sazlığa bıraktı. Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” (Mısır’dan Çıkış 2: 1-4) Hangi açıdan değerlendirilir ise değerlendirilsin, burada dokunaklı bir duyguya yer verilmiştir. Aslında bu ifade doğa ve ölümün etkileri üzerinde etkili olanın yalnızca iman olduğunu ve diriliş Tanrısına kendisine uygun olan alan ve karakter içinde davranması için yer bıraktığını belirtir. Evet, düşmanın gücü göz ile görünmektedir; çocuğun böyle bir ölüm koşulu içine yerleştirilmiş olması prensipte, görünen bir gerçektir. Ve bunun da ötesinde değerli soyunu böyle bir ölüm koşuluna terk etmek zorunda kalan annenin yüreğine saplanan bir bıçak da vardır. Şeytan eylemde bulunabilir ve doğa bu eylemden dolayı gözyaşı dökebilir; ama ölümü Çabuklaştıran koyu renkli bulutun arkasında idi ve iman onu orada tutmakta idi; O’nun parlak ve yaşam veren cennet ışınları ile bu bulut engelleniyordu. “Musa doğduğu zaman annesi ve babası onu iman ile gizlediler, çünkü çocuğun güzel olduğunu gördüler ve kralın fermanından korkmadılar.” (İbraniler 11:23)
Böylece Levilinin bu onurlu kızı bize kutsal bir ders öğretir; ölüm sularına engel olabilecek güçteki gerçeğe duyduğu güveni beyan eder. Nuh’un öyküsünde de aynı durum geçerlidir. Bir an için Nuh’un bu gemisinin yalnızca bir doğa keşfi olduğunu varsaysak? Bu doğanın yalnızca düşüncesi miydi, yoksa oluşumu muydu? Anne bebeğini sepetin içine koyarken yüreğinde, böyle yapmakla bebeğini ölümün acımasız pençesinden kurtarabileceği umudunu taşıyor muydu? Yukarıdaki sorulara sanırım olumlu yanıt vermemiz gerekiyor. Hangi anne bebeğini boğularak ölmesi için bir sepete koyabilir? Böyle bir şey imkansızdır; böyle ciddi bir davranışın nedeninin yalnızca diriliş Tanrısına iman etmek olduğunu söyleyebiliriz. Niyet, merhametin bir aracı olan imanın eli ile güzel bebeği ölümün karanlık sularından kurtararak diri Tanrının vazgeçilmez amacına teslim etmekti. Levilinin bu kızının davranışına baktığımız zaman, onun atası İbrahim gibi iman adımları ile yürüdüğünü anlarız. İbrahim, ölüsünü gömmek için Hititlerden Makpela Mağarasını aldı (Yararılış 23). Musa’nın annesi kralın saldığı dehşetten korkmayan bir enerjiye sahip değildi. Hayır, ama onun ölümün soğuk akıntısının kenarında bile içindeki imanın enerjisi ile ayakta kalabildiğini görüyoruz. Yehova, nehrin diğer yanında seçilmiş hizmetkarını korumak üzere hazır beklemekte idi.
Evet, okuyucum, iman bu ölüm ülkesindeki yaygın umutsuzluğa karşı koyabilir. İmanın kartal bakışları mezarın arkasındaki hüzünlü bulutları delip geçer. Ve diriliş Tanrısının sonsuz öğütlerinin sonuçlarını görür ve hiç bir ölüm okunun ulaşamayacağı bir alanın ortasında güvende kalır. İmanın temeli, Çağların Kayasıdır ve kutsal bir zafere sahiptir.
Cennetten doğan bu prensibe sahip olan kişinin “kraldan aldığı buyruk” neydi diye sormama izin verin? Bu buyruğun imanla ayakta kalan ve ölümün yüzüne hiç korkmadan bakabilen kişi üzerindeki etkisi neydi? Kutsal Ruh bu soruya şu yanıtı verir: “Kralın buyruğundan korkmadılar.” Ölüleri dirilten Rab ile paydaşlıkta olan ruh, hiç bir şeyden korkmaz. Böyle bir ruh 1.Korintliler 15.bölümdeki zaferli dili kullanarak şöyle der: “Ey ölüm zaferin nerede? Ey ölüm dikenin nerede? Ölümün dikeni günahtır. Günah ise gücünü Kutsal Yasa’dan alır. Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile bizi zafere ulaştıran Tanrıya şükürler olsun!” Rab ile paydaşlıkta olan bir ruh, öldürülen bir Habil hakkında bu zafer dolu sözleri söyleyebilir, aynı sözleri kuyuya atılmış olan Yusuf, gemisindeki Nuh; Atalya’nın eli ile öldürülmek istenen “kraliyet soyu”, zalim Herod tarafından öldürülen Beytlehem’deki bebekler ve tüm bunların çok ötesinde olarak kurtuluş Kaptanımız Rab İsa Mesih için de konuşabilir.
Şimdi, bazen bazı kişiler imanın eylemleri ile hareket edemeyebiliyorlar. Pek çok kişi Musa’nın kız kardeşinin imanı ölçüsünde bir iman yürüyüşü yapamaz. ”Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” Musa’nın “kız kardeşinin”, Musa’nın “annesi” kadar büyük bir imanı olmadığı aşikardır. Ve kardeşi Musa için gerçek bir ilgi ve sevgiye sahip olduğu kesindir, aynı duygulara Mecdelli Meryem ve öteki Meryem’in de sahip olduğunu okuyoruz: “Mecdelli Meryem ile öteki Meryem ise orada, mezarın karşısında oturuyorlardı.” (Matta 27:61) Ama hasır sepet hazırlayan annenin bebeği Musa’ya duyduğu, ilgi ya da sevginin çok ötesinde bir şey idi. Evet, “çocuğuna ne olacağını görmek için uzaktan onu gözlemedi” , ama işte bu yüzden, genellikle olduğu gibi, imanının dinginliği, iman eden kişiyi aldırış etmeyen ya da kayıtsız davranan bir kişi gibi gösterebilir. Ancak bu, asla kayıtsızlık değil, gerçek yükseliştir – imanın yükselişi. Eğer doğal insan sevgisi onun ölüm sahnesinin yanına yaklaşmasına neden olmadı ise, bunun tek sebebi imanın gücü ile donatılmış olması idi; diriliş Tanrısının huzurunda O’na tam güveniyordu. İmanı aracılığı ile O’nun sahnede olduğunu görmüştü ve Tanrı da ona en görkemli şekli ile Kendisini göstermişti.
“O sırada firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, firavunun kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi. Sepeti açınca, ağlayan çocuğu gördü. Ona acıyarak, “Bu bir İbrani çocuğu” dedi. O anda iman kulağına gelecek olan en tatlı ses duyuldu ve firavunun kızı tanrısal bir karşılık verdi. Tüm bu olup bitenlerde kontrol elbette Tanrının elinde idi. Akılcılık ya da kuşkuculuk ya da sadakatsizlik ya da ateizm böyle bir düşünce karşısında gülebilir. Ve aynı zamanda iman da gülebilir; ama bu iki gülüş birbirlerinden çok farklıdırlar. İlk gülüş, soğuk bir küçümseme ile, Tanrının, ırmağın kıyısında dolaşan bir kraliyet mensubunun işlerine müdahale etmesini saçma bulduğu için güler. İkinci gülüş, yani iman gülüşü ise, Tanrının her şeyi kontrol ettiği düşüncesinden kaynaklanan yürekte gerçekten hissedilen sevinçli bir gülüştür. Ve eğer Tanrı her şeyi kontrol ediyor ise, o zaman firavunun kızının bundan haberi olmasa bile, onun ırmağın kıyısında dolaşacağını bildiği kesindir.
Yenilenmiş zihin, koşullardaki tanrısal ayak izlerini ve düşüncesiz bir ruhun yalnızca önceden bilinmeyen bir tesadüf ya da yazgı olarak gördüğü olayların Tanrının planlarına dahil olduğu gerçeğini, tecrübelerin en tatlısı olarak görür ve bundan keyif alır. Bazen en önemsiz konu, bir olaylar dizisindeki en önemli bağlantı haline dönüşebilir; Her Şeye gücü Yeten Tanrı yüce planlarının gelişmeleri için onların ilerlemesini sağlar. Örneğin, Ether 4:1 ayetine bakalım ve bu ayette ne görürüz? Saraydaki putperest bir görevli, huzursuz bir zaman geçirmektedir. Bu durumun sıra dışı bir olay olmadığını sanabiliriz ve buna rağmen yine de bu durum aslında sonunda İsrail’in zulüm gören tohumunun harika kurtarılışını sağlayacak olan büyük bir zincirin içindeki bir halkadır.
Aynı durum, ırmağın kıyısında dolaşan firavunun kızı için de geçerli idi. Kendisi, “İbranilerin Rab Tanrısının amacının” ilerlemesine yardımcı olacağını belli ki aklından bile geçirmemekte idi. Hasır sepet içinde ağlayan bebeğin bir gün Mısır ülkesini köklerinden sarsacak olan Yehova’nın bir aracı olacağını düşünebilir miydi? O düşünemese de, olacak olan bu idi. Rab, insanın gazabını Kendisine övgü haline dönüştürebilir ve her durumu planını uygulamak için kullanabilir. Bu gerçeğin çok sade ve net bir şekilde bir sonraki bölümde nasıl ortaya çıkacağını göreceğiz!
“Çocuğun ablası, firavunun kızına, ‘Gidip bir İbrani süt nine çağırayım mı?’ diye sordu, ‘senin için bebeği emzirsin.’ Firavunun kızı, ‘Olur’ diye yanıtladı. Kız gidip bebeğin annesini çağırdı. Firavunun kızı, kadına, ‘bu bebeği al, benim için emzir, ücretin ne ise veririm’ dedi. Kadın bebeği alıp emzirdi. Çocuk büyüyünce onu geri getirdi. Firavunun kızı çocuğu evlat edindi. ‘Onu sudan çıkardım’ diyerek adını Musa koydu.” (Mısır’dan Çıkış 2:7-10) Musa’nın annesinin güzel imanının burada harika bir şekilde ödüllendirildiğini görürüz. Şeytan engellenmiş ve Tanrının harika planı sergilenmiştir. “Eğer doğan çocuk erkek ise, onu öldüreceksin” ya da “doğan her erkek çocuğu nehre atacaksın” diye buyruk veren kişinin tahtının önüne bu erkek çocuklardan birinin “bir evlat” olarak getirileceğini kim bilebilirdi? Şeytan kendi silahı ile vuruldu ve Tanrının amacını bozmak için uğraşan firavun Tanrı tarafından Musa’yı beslemek ve yetiştirmek için kullanıldı. Aynı Musa, Tanrının, şeytanın gücüne karşı aracı olarak kullanacağı kişi idi. Dikkat çekici bir tanrısal takdir! Hayran olunacak bir bilgelik! Yehova, gerçekten de, “öğütlerinde mükemmel ve işleyişinde üstün idi.” O’na çok doğal bir sadelik ile güvenmeyi öğrenebilsek, o zaman yollarımız daha parlak ve tanıklığımız daha etkili olur.
Musa’nın öyküsünü gözden geçirir iken, ona iki şekilde bakmamız gerekir, yani, kişisel ve genel olarak.
Önce, Musa’nın kişisel karakterinde bizim için öğrenecek çok şey olduğunu söyleyelim. Tanrı onu yalnız büyütmekle kalmadı ama aynı zamanda şu ya da bu şekilde seksen yıllık uzun bir dönem boyunca eğitti de. Önce firavunun kızının evinde ve sonra” çölün geri kısımlarında” eğitti. Bir Tanrı hizmetkarının eğitilmesi için böylesine uzun bir zaman harcanması bizim sığ düşüncelerimiz tarafından anlaşılamayabilir. Ancak hatırlayalım ki, Tanrının düşünceleri ve bizim düşüncelerimiz aynı değillerdir. Tanrı, seçtiği aracısını hazırlar iken, uzun yıllar süren bir eğitimin gerekli olduğunu biliyordu. Tanrı eğittiği zaman, Kendisine ve kutsal hizmetine layık bir şekilde eğitir. İşini bir çırağa yaptırmayacaktır. Mesih’in hizmetkarının çok şeyler öğrenmesi, çok şeyler tecrübe etmesi, pek çok sıkıntıdan geçmesi gerekir, öyle ki bu tanrı hizmetkarı insanların önünde hareket ederken gerçekten kalifiye bir şekilde hareket edebilsin. Doğa bundan hoşlanmaz. Özel bir öğrenim almak yerine insanların arasında öğrenimi tercih eder. Tanrının eli tarafından disiplin edilmek yerine insan gözü tarafından izlenen ve hayranlık duyulan bir öğrenimi daha uygun bulur. Ancak bu tür bir eğitim iş görmeyecektir. Tanrının yolunu kabul etmemiz gerekir. Doğa, hemen çalışma sahnesine geçilmesini isteyebilir. Ama Tanrı sahnede eğitim istemez. Doğa, bükülmeli, ezilmeli ve bir kenara ayrılmalıdır; doğanın yeri, ölüm yeridir. Eğer aktif olunacak ise, Tanrı olayları değişmez sadakati ve mükemmel bilgeliği ile öyle bir şekilde düzenleyecektir ki, olaylardaki hareketlerin sonuçları, ölümün nihai yenilgisini ve karmaşasını kanıtlayacaktır. Tanrı, doğa ile ne yapacağını, onu nereye koyacağını ve onu nerede muhafaza edeceğini bilir. Ah, keşke hepimiz Tanrının zihni ile daha derin bir paydaşlık içinde olabilse idik; o zaman daha az hata yapardık. O zaman yolumuz düzgün ve dengeli, ruhumuz sakin ve hizmetimiz etkili olurdu.
“Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyreder iken bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. Çevresine göz gezdirdi, kimse olmadığını anlayınca, Mısırlı’yı öldürüp kuma gizledi.” Bu yaptığı kardeşleri için gösterdiği bir gayret idi; ama “bilgiye uygun” bir davranış değildi. Tanrının Mısır’ı yargılamak ve İsrail’i kurtarmak için belirlediği zaman henüz dolmamıştı ve zeki bir hizmetkar her zaman Tanrının zamanını bekleyecektir. “Musa büyümüştü” ve “Mısırlıların tüm bilgelikleri uyarınca eğitim görmüştü” ve ayrıca bunlara ek olarak, “kardeşlerinin kendilerini Tanrının eli aracılığı ile kurtaracak olan kişinin kendisi olduğunu anladıklarını sanıyordu.” Evet, tüm bunlar gerçekti; ama Musa yine de zaman dolmadan önce hareket etti ve böyle yapan birinin karşılaşacağı durum başarısızlıktır. (istefan’ın Yeruşalim’deki konseye hitap ederken Musa’nın bu davranışına benzer bir davranışta bulunduğunu söyleyebiliriz). Ve” Musa tam kırk yaşını doldurunca, yüreğinde öz kardeşleri olan, İsrailoğullarının durumunu yakından görme arzusu doğdu. Onlardan birine haksızlık edildiğini görünce onu savundu ve haksızlığı yapan Mısırlıyı öldürerek ezilenin öcünü aldı. ‘Kardeşlerim, Tanrının benim aracılığım ile kendilerini kurtaracağını anlarlar’ diye düşünüyordu. Ama onlar bunu anlamadılar.” (Elçilerin İşleri 7:23-25) İstefan’ın konuşmasının tamamında, kendisinden önce var olan kişilerinin vicdanlarının katlanmak zorunda kaldığı tarihin ön planda anlatıldığı aşikardır; Musa’nın Tanrı tarafından belirlenmiş zamanda hareket etmeyişi hakkında bir soru sorulması, Yeni Antlaşmadaki Kutsal Ruhun kuralı ile aynı şey değildir.
Ayrıca Musa için yalnızca şöyle denir, “yüreğinde kardeşlerini ziyaret etme arzusu doğdu.” Burada söylenen, Tanrının o zamanda onu göndermiş olduğu değildir. Bu durum, Musa’yı reddeden kişilerin ahlaki durumlarına da değinmez. “Onlar anlamadılar.” Musa’nın bu konu ile ilgili kişisel olarak öğrenmesi gereken şey, onlar açısından bir gerçek teşkil etmiyordu. Ruhsal zihin bu tür bir konuyu anlama konusunda zorluk çekmez.
Musa’ya genel olarak baktığımız zaman, Mesih’in İsrail için olan hizmetini ve İsrail’in O’nu reddetmesini ve kendileri üzerinde egemenlik sürmesini istemediklerini görebiliriz. Öte yandan Musa’ya kişisel olarak baktığımız zaman, onun da diğer kişiler gibi, hatalar yaptığını ve zayıflıklar sergilediğini anlarız. Bazı zamanlar çok hızlı, bazı zamanlar ise çok yavaş geçti. Tüm bunlar kolaylıkla anlaşılır ve Tanrının sınırsız lütfunu ve tükenmeyen sabrını ortaya koyar.
Sonunda görülen yalnızca başarısızlık değil, ama aynı zamanda belirsizlik ve sakinlik eksikliğidir; Tanrının zamanından önce başlayan bir işin süreci içinde kutsal bağımsızlık kendini gösterir. Musa bir o yana bir bu yana baktı. Eğer bir kişi Tanrı ile ve Tanrı için hareket ediyor ise ve O’nun zihnindeki düşüncelerin hepsini kullanıyor ise, hizmeti ile ilgili bir o yana bir bu yana bakması gerekmez. Eğer Tanrının zamanı gerçekten gelmiş olsa idi ve eğer Musa Mısırlıyı öldürme yargısı konusunda tanrısal olarak görevlendirilmiş olduğunun bilincinde olsa ve tanrısal isteğin onunla birlikte olduğundan kesin bir şekilde emin olmuş olsa idi, o zaman bir o yana bir bu yana bakmayacaktı.
Bu eylem, Tanrının tüm hizmetkarlarına önemli bir pratik ders verir. Burada eklenecek olan iki şey vardır: insanın gazabından korkmak ve insandan iyilik ummak. Diri Tanrının hizmetkarı ne insan gazabından korkmalı ne de insan iyiliğine umut bağlamalıdır. Tanrısal göreve sahip olan ve tanrısal beraberliğin tadını çıkartan birinin, zavallı bir ölümlünün gazabı ya da iyiliği ile ne gibi bir düşüncesi olabilir? Böyle bir düşünce, terazideki en küçük toz parçasından bile daha az değerdedir. “Sana güçlü ve yürekli ol demedim mi? Korkma, yılma. Çünkü Tanrın Rab gideceğin her yerde seninle birlikte olacak.” (Yeşu 1:9) “sen kalk, hazırlan. Sana buyuracağım her şeyi onlara söyle. Onlardan yılma! Yoksa onların önünde ben seni yıldırırım. İşte, bütün ülkeye – Yahuda krallarına, önderlerine, kahinlerine, ülke halkına – karşı bu gün seni surlu bir kent, demir bir direk, tunç bir duvar kıldım. Sana savaş açacaklar, ama seni yenemeyecekler. Çünkü seni kurtarmak için ben seninleyim. Böyle diyor Rab.” (Yeremya 1:17-19)
Mesih’in hizmetkarı yukarda aktarılan ayetlerdeki sözleri yerine getirdiği zaman, “bir o yana, bir bu yana” bakmayacaktır; bilgeliğin göksel öğüdüne göre davranacaktır ve “gözleri ile ileriye bakacak ve göz kapakları sadece önüne yönelik olacaktır.” Tanrısal akıl bizi her zaman yukarı ve ileri doğru bakmamız için yönlendirir. Eğer çevremizdeki ölümlü birinin asık yüzüne ya da gülümsemesine bakacak olur isek, bir şeyin yolunda gitmediğinden emin olabiliriz; bu durumda tanrısal hizmet alanı dışına çıkmış oluruz. Tanrısal göreve sahip olduğumuz konusundaki güvencemiz eksilir ve tanrısal huzurun tadını alamayız; oysa bu her ikisi de mutlak gereksinim duyduğumuz şeylerdir.
Pek çok kişinin bilgisizlik ya da aşırı öz güven nedeni ile Tanrının kendileri için hiç bir zaman niyet etmediği ve bu nedenle kendilerine armağan vermemiş olduğu hizmet alanlarında görev yaparlar. Ve yalnızca böyle bir hizmet alanında görev yapmakla kalmazlar, aynı zamanda onların armağanları ve çabaları hakkında kısmen de olsa bir yargı oluşturabilecek kişilerin gözünde bir rahatlık ve öz mülkiyet duygusu sergilerler. Ama tüm bunların çok kısa bir süre içinde boş olduğu ortaya çıkar; tanrısal görev ve tanrısal huzurun bilinci dışında hiç bir şey bir kişiyi, “bir o yana bir bu yana bakma” eğiliminden kurtaramaz. Tanrısal görev ve tanrısal huzurun bilincine sahip olunduğu zaman, insan etkisinden ve bunun sonucu olan insan bağımlılığından tamamen kurtulmak mümkündür. Hiç kimse diğerlerinden bağımsız olarak onlara hizmet eden bir konumda olamaz. Ama uygun konumunu bilen bir kişi alçalabilir ve kardeşlerinin ayaklarını yıkayabilir.
Bakışlarımızı insanların üzerinden çeker ve gözlerimizi tek gerçek ve mükemmel olan Hizmetkar’a dikersek, O’nun bir o yana bir bu yana bakmadığını görürüz; bunun nedeni basittir, çünkü O hiç bir zaman insanlara bakmamış, yalnızca her zaman Tanrıya bakmıştır. Ne insanların gazabından korktu, ne de onlardan Kendisine iyilik yapmalarını bekledi. İnsanların ne övgüsüne ne de yergisine önem vermedi. Bu davranışı O’nun tüm söylediklerine ve yaptıklarına kutsal bir denge ve değer sağladı. O’nun hakkında gerçekten söylenebilecek olan yalnızca şudur: “Yaprağı asla solmayacak ve her ne yaparsa başarılı olacak. O’nun yaptığı her şey yararlı oldu, çünkü her şey Tanrı için yapıldı. Her eylem, her söz, her hareket, her bakış, her düşünce Tanrının yüreğini tazelemek için gönderilen güzel bir meyve hevenki gibiydi. O, yaptığı işin sonuçlarından asla korkmadı, çünkü her zaman Tanrı ile ve Tanrı için O’nun zihninin tam doluluğu ile hareket etti. Kendi isteği tanrısal açıdan mükemmel olmasına rağmen, yeryüzünde bir insan olarak yaptıkları ile asla birbirine karışmadı. O, şu sözleri söyleyebildi: “Ben kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmek için gönderildim.” Bu nedenle, meyvesini “mevsiminde” verdi. O her zaman Baba’yı hoşnut eden şeyleri yaptı ve bu yüzden “korkmaya”, “tövbe etmeye” ya da “bir o yana bir bu yana bakma” gibi konular için fırsatı olmadı.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da kutsanmış Efendi, en onurlu ve seçkin hizmetkarlarından tamamen farklı bir konumdadır. Bir Musa dahi “korktu” ve bir Pavlus “tövbe etti”; ama Rab İsa bunlardan hiç birini asla yapmadı. Geriye adım atması gereken bir olay yaşamadı, bir sözü hatırlaması ya da bir düşünceyi düzeltmesi asla gerekmedi. O’nun yaptığı her şey mutlak bir mükemmellikte idi. Her şey, “mevsiminde verilen bir meyve” idi. O’nun kutsal ve göksel yaşamının akışında bir hata ya da bir viraj yer almıyordu. O’nun isteği, Babasının mutlak isteği idi. En iyi ve en adanmış insanlar hata yaparlar; ama kendi isteğimizi lütuf aracılığı ile öldürdüğümüz takdirde daha az hata yapacağımız çok daha kesindir. Temel olarak söylemek istediğimiz, gerçek mutluluğun, yolumuz tam olarak Mesih’e iman ve tek düşüncede O’na adanmak yolu olduğu zaman oluşacağıdır.
Bu sözler Musa için de geçerli idi. Musa bir iman adamı idi – Efendisinin ruhundan bol bol içmiş ve O’nun ayak izlerinden harika bir sebat ile yürümüş olan bir adam. Daha önce de belirtildiği gibi, Rabbin Mısır’ı yargılaması ve İsrail’i kurtarması için kırk yıl bekledi. Ancak yine de İbraniler 11.bölüm ile ilgili esin ile yazılmış yoruma döndüğümüz zaman, bu konuda bir şey bulamayız. Orada bulduğumuz tek şey, onun yönünün temeli olan tanrısal prensiptir. “Musa büyüyünce, iman sayesinde firavunun kızının oğlu olarak tanınmayı reddetti. Bir süre için günahın sefasını sürmektense, Tanrının halkı ile birlikte baskı görmeyi yeğledi. Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülü düşünüyordu. Kralın öfkesinden korkmadan Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı.” (ayetler 24-27)
Bu alıntı, Musa’nın davranışlarına ilişkin çok büyük bir lütufkar görüşü ortaya koyar. Kutsal Ruh Eski antlaşma kutsallarının öyküleri ile böylesine yakından ilgilenir; bir kişinin öyküsünü yazdığı zaman, bize o kişiyi olduğu gibi sunar ve gayet sadık bir şekilde o kişinin tüm hata ve kusurlarını da ortaya koyar. Ama Yeni Antlaşmada bu tür bir öykü hakkında yorum yaptığı zaman, bir kişinin yaşamı ile ilgili yalnızca doğru prensibi ve ana sonucu verir. Bu yüzden biz her ne kadar Mısır’dan Çıkış’ta Musa’nın “bir o yana bir bu yana baktığını” – “korktuğu için bu şeyin elbette bilindiğini” söylediğini – ve son olarak “firavunun yanından kaçtığını” okusak dahi, bize yine de İbraniler kitabında Musa’nın yaptığı her şeyi “iman ile” yaptığı – “kralın öfkesinden korkmadığı” belirtilir ve onun Görünmez Olan’ı görür gibi dayandığı belirtilir.
Bu nedenle, “belirlenen zamandan önce hiç bir şeyi yargılamayın. Rabbin gelişini bekleyin. O, karanlığın gizlediklerini aydınlığa çıkaracak, yüreklerdeki amaçları açığa vuracaktır. O zaman herkes Tanrıdan payına düşen övgüyü alacaktır.” (1.Korintliler 4:5) Bu ifade, her doğru zihin ve her sadık yürek için değerli ve yararlı gerçeği içerir. Yüreğin amaçları için çeşitli nedenler olabilir, el bu amaçları yerine getiremeyebilir. Tüm bu amaçlar, Rab geldiği zaman açığa çıkacaktır. Bize bunu bildiren lütfa övgüler olsun! Yüreğin sevgi dolu amaçları Mesih’in gözünde, elin en yararlı işlerinden daha değerlidir. Elin yaptığı işler insan gözü önünde parlak görünebilir; ama yüreğin amaçları yalnızca İsa’nın yüreği için tasarlanmıştır. İnsanlar arasında el ile yapılan işler konuşulabilir, ama yüreğin amaçları Tanrının ve O’nun kutsal meleklerinin önünde ortaya çıkacaklardır. Mesih’in tüm hizmetkarlarının yürekleri bölünmez bir şekilde O’nunla meşgul olsun ve gözleri sürekli O’na bakarak O’nun dönüşünü beklesin diye dua ediyoruz.
Musa’nın yolu üzerinde düşünürken, onun bu imanının kendisini nasıl doğanın sıradan yönü üzerinde götürdüğünü gözlemliyoruz. Bu yol, onu tüm zevkleri, çekici olan şeyleri ve firavunun sarayının onurlarını küçümsemesi yönünde götürdü. Ve yalnızca bu kadarla da kalmadı, aynı zamanda bilindiği gibi Tanrı onu çok yararlı bir konu için kullandı. İnsanın amaca ulaşmak için başvurduğu çare, Musa’yı tam aksi bir yola yönlendirecekti; etkisini Tanrının halkı yararına kullanacaktı – onlarla birlikte acı çekmek yerine onlar için harekete geçti. İnsan hükmüne göre, İlahi Takdir çok geniş ve çok önemli bir çalışma alanı açmış gibi görünüyordu ve eğer Tanrının elinin bir insanı farklı bir yere yerleştirdiğinden söz edilecek olur ise, Musa’nın durumunda bundan söz edilebilirdi. Koşullar zincirindeki her bir halka Her Şeye gücü Yeten Tanrının parmağına işaret etmekte idi; böyle bir olaylar dizisi bir insan tarafından düzenlenmiş olamazdı. Firavunun kızı Musa’yı sudan çıkartarak Musa “kırk yaşını doldurana kadar” ona bakmak ve onu eğitmekle Tanrının aracı olmuştu. Musa’nın konumundaki tüm bu yüksek, onurlu ve etkili koşullar sağduyu sahibi hiç bir hükmün onaylayamayacağı bir şekilde reddedildi, ama bu koşulları reddeden Musa Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı.
Böyle bir durum, doğal mantığı kör edebilir. Ama iman farklı düşündü, çünkü doğa ve iman her zaman birbirine karşıttır. Tek bir konuda dahi anlaşamazlar. Takdiri ilahinin açılışları olarak adlandırılan konularda da çok büyük farklılıklara sahiptirler. Doğa bu tür açılışları öz-düşkünlük için teminatlar olarak görür; oysa iman bu açılışları kendini inkar fırsatları olarak kabul eder. Yunus, takdiri ilahiyi Tarşiş’e giden bir gemi bulmak için fırsat olarak gördü; ama aslında bu, Yunus’un itaat yolundan kaydığı bir açılış idi. Bir Hıristiyanın ayrıcalığı hiç kuşkusuz her şeyde Babasının elini görmesi ve O’nun sesini duymasıdır. Koşullar tarafından yönetilmemesi gerekir. Eğer bir imanlıyı koşullar yönetirse, imanlı denizde pusulası olmadan yolculuk eden bir gemiciye benzer. Böyle bir gemici dalgaların ve fırtınanın merhametine terk edilmiş biridir. Tanrı, çocuğuna şu vaadi verir: “Gideceğin yolu sana göstereceğim.” (Mezmur 32:8) Tanrı şu uyarıda bulunur: “At ya da katır gibi anlayışsız olmayın; onları idare etmek için gem ve dizgin gerekir, yoksa sana yaklaşmazlar.” (Mezmur 32:9) Koşulların gem ve dizginleri yerine Babamızın gözleri tarafından yönlendirilmemiz çok daha iyidir. Ve ilahi takdir, koşullar üzerinde egemen olunduğunu belirtmek için kullanılan bir başka sözcüktür yalnızca.
Şimdi, imanın gücü, İlahi Takdirin görünürdeki açılışlarını sürekli olarak reddetmek ve terk etmek olarak anlaşılabilir. “Musa, iman ile firavunun kızı olmayı reddetti” ve “imanla Mısır’ı terk etti.” Eğer gözlerinin gördüğüne göre karar vermiş olsa idi, o zaman Mısır’dan ayrılmazdı ve firavunun sarayında kalırdı. Ama o iman ile yürüdü ve gözleri ile gördüklerine göre yürümedi ve bu nedenle her şeyden vazgeçti. Soylu bir örnek! Aynı şekilde hareket edebilmemiz için Tanrı bize lütuf ihsan etsin.
Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük bir zenginlik saydı. Mesih uğruna aşağılandı. “seni aşağılayanların aşağılamaları benim üzerime yüklendi.” Rab İsa mükemmel bir lütuf göstererek kendisini Halkı ile özdeşleştirdi. Gökyüzünden yeryüzüne geldi. Babasının bağrından ayrıldı ve tüm yüceliğinden soyundu, halkının yerine geçti, onların günahlarını üstlendi ve lanetlenmiş ağaç üzerinde onların yargısını üzerine aldı. O’nun gösterdiği gönüllü fedakarlık böylesine yüce idi. O yalnızca bizim için bizim işlerimizi yapmadı, aynı zamanda Kendisini bizimle bir yaptı ve böylelikle bize karşı olan ve olabilecek her şeyden bizi kurtardı.
Musa’nın, bu yüzden Mesih’in ruhu ve zihni ile Tanrı halkı için ne büyük bir sempati duyduğunu görüyoruz. Firavunun sarayında her türlü kolaylığa, saygınlığa ve refaha sahip idi, ancak aynı zamanda “günahın zevkleri” ve “Mısır’ın hazineleri” de en bol şekli ile elinin altında idi. Musa, eğer istese idi, tüm bu zevklerin tadını çıkartabilirdi. İstese idi, zenginliğin ve görkemin tam ortasında yaşar ve orada ölürdü. Eğer tercihini bu yönde yapmış olsa idi, başından sonuna kadar tüm yolu, kraliyet refahının güneş ışığı ile aydınlanmış olacak idi. Ama o zaman bu “iman” olmazdı; Mesih benzeri bir davranış olmazdı. Musa kendi yüce konumuna sahip iken, kardeşlerinin ağır yük altında nasıl ezildiklerini gördü ve imanı ona yerinin kardeşlerinin yanı olduğunu gösterdi. Evet; aşağılanan, küçük görülen, zulmedilen ve kölelik boyunduruğu altındaki kardeşlerinin yeri onun da yeri idi. Yalnızca yardımseverlik, insanlık ya da vatanperverlik duyguları ile hareket edecek olsa idi, kendi kişisel yetkisini kardeşlerine yardım etmek için kullanırdı. Kardeşlerinin yükünü hafifletmek için ve işlerini biraz daha kolaylaştırmak için kraliyet etkinliğini kardeşlerinin üzerinde kullanmak için firavunu ikna etme konusunda başarılı olabilirdi. Ama eğer böyle yapsa idi, Mesih’in yüreği ile birlikte atan bir yürek asla tatmin olmayacak idi. Musa, Tanrının lütfu aracılığı ile böyle bir yüreğe sahip idi ve bu yüzden böyle bir yüreğin tüm enerjisi ve sevgisi ile kendisini bütün bedeni, canı ve ruhu ile zulüm gören kardeşlerinin tam ortasına atmakta tereddüt etmedi. Tanrının halkı ile birlikte acı çekmeyi tercih etti. Ve en önemlisi, bunu “iman” aracılığı ile yaptı.
Okuyucumun bu konu üzerinde derin düşünmesini rica ediyorum. Tanrının halkı için yalnızca iyi şeyler dilemek, onlara hizmet etmek ya da onlardan iyi bir şekilde söz etmekle yetinmemeliyiz. Ne kadar aşağılansak ve küçük görülsek de, onlarla tam olarak özdeşleşmemiz gerekir. Bu durum bir ölçüde, yardımsever ve cömert bir ruh açısından Hıristiyanlığı himaye etme konusu olarak görüldüğü zaman, kabul edilebilir bir durumdur. Ama Hıristiyanlar ile özdeşleşmek ya da Mesih ile birlikte aşağılanmak bundan çok farklı bir durumdur. Himaye altına almak ile şehit olmak konuları birbirlerinden tamamen ayrı konulardır. Bu farklılık, Tanrının tüm kitabı boyunca görülür. Obadiah Tanrının tanıkları ilen ilgilendi, ama İlyas Tanrının bir tanığı idi. Kral Darius, Daniel’e o kadar bağlı idi ki, Daniel’i düşündüğü için uykusuz bir gece geçirdi, ama Daniel aynı geceyi aslanların ininde Tanrının gerçeği uğruna tanık olarak geçiriyordu. Nikodimus Mesih lehine konuşmaya cesaret etti, ama ondan daha olgun bir öğrenci onu, kendisini Mesih ile özdeşleştirmesi için yönlendirirdi.
Üzerinde düşündüğümüz bu konular gayet pratik konular. Rab İsa himaye değil, paydaşlık ister. O’nunla ilgili konuların bize beyan edilmesinin nedeni, yeryüzünde O’nun amacını himaye etmek değil, ama göklerde O’nunla paydaşlık etmektir. O, Kendisini bizimle özdeşleştirdi. Ve bunu çok yüce bir sevginin ödediği ağır bir bedel aracılığı ile yaptı. Bunu yapmaktan kaçınabilirdi; Babasının bağrındaki sonsuz yerinin tadını çıkartarak orada kalmaya devam edebilirdi. Ama o zaman O’nun yüreğindeki o büyük sevgi seli, suçlu ve cehennemi hak eden biz günahkarlara nasıl akabilirdi? O’nun ve bizim aramızda bir birlik olmazdı. Ama O’nun yüce adına övgüler olsun ki, O bu teslimiyeti gönüllü olarak yaptı. “Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp, kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti.” (Titus 2:14) O, yüceliğinin tadını tek başına çıkartmayacak idi. Sevecen yüreği, o yüceliği pek çok başka “oğul” ile paylaşacak idi. “Baba, bana verdiklerinin de benim bulunduğum yerde benimle birlikte olmalarını ve benim yüceliğimi görmelerini istiyorum. Çünkü dünyanın kuruluşundan önce sen beni sevdin.” (Yuhanna 17:24) İşte, Mesih’in Kendi halkı ile ilgili düşünceleri böyle idi ve bizim de kolayca görebildiğimiz gibi Musa’nın yüreğindeki sempati de bu aynı değerli düşüncelere sahip idi. Hiç kuşkusuz Musa’nın ruhu, Efendisinin Ruhundan çok şey almış idi ve hiç bir şeyden kaçınmadan kendisini Tanrının halkı ile birleştiriyordu.
Tanrının bu onurlu hizmetkarının kişisel karakteri ve davranışları ile kitabımızın bundan sonraki bölümünde tekrar bir araya geleceğiz. Burada onu kısaca Rab İsa Mesih’in bir örneği olarak düşüneceğiz. Bir sonraki ayette yer alan ifadeye göre Musa’nın onun bir örneği olduğu aşikardır, “Tanrınız RAB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin.” (Yasanın Tekrarı 18:15) Bu yüzden Musa’yı bir örnek olarak görür iken, insana özgü bir hayalcilik ile bir değiş tokuş yapmıyoruz. Bu ifade ayetlerin kendi öğretişidir ve Mısır’dan Çıkış 2. Bölümün son ayetlerinde bu örneği ikili bir biçimde görürüz: birinci örnek, İsrail tarafından reddedilişi ile ilgilidir ve ikinci örnek ise Midyan ülkesinde olan bir yabancı ile beraberliğidir. Bu noktalar daha önce de bir ölçüde, kardeşleri tarafından reddedilen Yusuf’un öyküsünde geçen Mısırlı bir gelin ile yapılan evlilik konusunda geliştirilmiş olarak yer alır. Burada Musa’nın olayında olduğu gibi, Mesih’in de İsrail tarafından reddedilişini ve Kilise ile olan birliğinin farklı bir şekilde yansıtıldığını anlarız. Yusuf’un olayında onun kişiliğine karşı olumlu bir düşmanlık sergilenmiştir. Musa’nın olayında ise Musa’nın görevinin reddedilişi söz konusudur. Yusuf’un öyküsünde şunu okuruz: “Yusuf’tan nefret ettiler, ona tatlı söz söylemez oldular.” (Yaratılış 37:4) Musa’nın öyküsünde ise şunlar yazılıdır: “Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?” Kısaca belirtecek olur isek, Yusuf’a kişisel nefret duyuldu, Musa ise resmen reddedildi.
Böylece bu iki Eski Antlaşma kutsalının öyküsünde Kilisenin büyük gizeminin üslubunun açıklanışını görürüz. “Asenat”, “Sippora’nın” kişiliğindeki görünümden farklı bir görünüm sunar. Asenat, Yusuf ile, Yusuf’un yüceltilme döneminde evlenmiş idi; Sippora ise Musa’nın çöldeki yaşamının belirsizliği içinde Musa’nın eşi oldu. (şu ayetleri karşılaştırın: Yaratılış 41:41-45 ve Mısırdan Çıkış 2:15; 3:1)Hem Yusuf’un hem de Musa’nın bir yabancı ile evlendikleri dönemde kardeşleri tarafından reddedildikleri doğrudur; ama yine de Yusuf, “tüm Mısır üzerinde yönetici idi”; oysa Musa “çölün arka kısımlarında” birkaç koyun gütmekte idi.
Bu nedenle, Mesih’i yüceliği içinde ya da yüceliği dünyadan gizlenmiş olarak düşünsek bile, Kilise O’nunla çok yakın bir şekilde birleşmiştir. Ve şimdi de dünya O’nu görmediği gibi O’nunla bir olmuş olan Bedeni yani, Kiliseyi de görmemektedir. “Dünya Babayı tanımadığı için bizi de tanımıyor.” (1.Yuhanna 3:1) Mesih giderek yüceliği içinde göründükçe, kilise de O’nunla birlikte yücelik içinde görünecektir. “Yaşamınız olan Mesih göründüğü zaman, siz de O’nunla birlikte yücelmiş olarak görüneceksiniz.” (Koloseliler 3:4) “Bana verdiğin yüceliği onlara verdim. Öyle ki, bizim bir olduğumuz gibi bir olsunlar. Ben onlarda, sen bende olmak üzere tam bir birlik içinde bulunsunlar ki, dünya beni senin gönderdiğini, beni sevdiğin gibi onları da sevdiğini anlasın.” (Yuhanna 17:22,23)
Yuhanna 17:21,23 ayetlerinde iki farklı birlikten söz edilmektedir. İlk birlik, kilisenin elde etmekle sorumlu olduğu ama bu konuda tamamen başarısız olduğu birliktir. İkinci birlik, Tanrının başarısız olması imkansız bir şekilde tamamlayacağı ve yücelik içinde sergileyecek olduğu birliktir. Eğer okuyucu bölüme geri dönüp bakacak olur ise, hem karakter hem de sonuç açısından iki birlik arasındaki farkı hemen anlayacaktır.
Bu iki birlik arasındaki fark, kilisenin yüce ve kutsal konumudur. Kilise bu dünya tarafından reddedilmiş, ama göklerdeki yücelik tahtında Oturan ile birdir. Rab İsa kilisesi için çarmıhta sorumluluk üstlenmiştir, öyle ki, kilisesi O’nunla birlikte O’nun şimdiki reddedilişini ve gelecekteki yüceliğini paylaşabilsin. Böylesine yüce bir ayrıcalığa sahip olan beden aşağıdaki konumu ve karakteri açısından daha az etkileyici görünebilir! Şurası kesin ki, Tanrının tüm çocuklarının böyle bir sevgiye, böyle bir kurtuluşa ve böyle bir saygınlığa daha dolu ve daha kesin bir karşılık vermeleri gerekir. İmanlının yürüyüşü, yasal kuralların ya da antların sınırlı sonucu değil, her zaman farkına varılmış bu ayrıcalığın doğal bir sonucu olmalıdır; “yasanın işleri aracılığı ile” bir konum elde etmek için gösterilen çabaların meyvesinden değil, bilinen bir konumun uygun meyvesinden iman aracılığı ile keyif alınmalıdır. Tüm gerçek imanlılar Mesih’in gelininin bir üyesidirler. Bu nedenle, bu ilişkiyi Oluşturan’a sevgi borçludurlar. İlişki sevgi nedeni ile elde edilmez, sevgi, ilişkiden kaynaklanır.
Ey Rab, tüm sevdiğin ve kanınla satın aldığın insanlar için böyle olsun.