Mısır’dan Çıkış 19

Şimdi İsrail tarihindeki en önemli noktaya gelmiş bulunuyoruz. “Dağa dokunanın kesinlikle öldürüleceği”, üstüne ateşin indiği dağın eteğinde durmaya çağrılırız. Bir önceki bölümde önümüzde açılan bin yıllık sahne geçip gitmiştir. Kısa bir süre için güneş ışığı görülmüş idi, ama kısa bir süre sonra bu güneş ışığını dağın çevresine toplanan kalın ve koyu bulutlar izledi; İsrail burada koyu ve duygusuz yasacılık ruhu ile Yehova’nın saf lütuftan oluşan antlaşmasını terk etti ve insan işlerine dayanan antlaşma istedi. Feci bir hareket! Korkunç sonuçlara neden olan bir hareket! Daha önce görmüş olduğumuz gibi İsrail2in önünde hiç bir düşman duramadı. Önlerindeki zaferli yürüyüşlerini kesmek için hiç bir engel başarılı olamıyor idi. Firavunun orduları yok edilmiş idi – Amalek ve halkı kılıçtan geçirilmişler idi – her zaman zafer vardı, çünkü Tanrı, İbrahim, İshak ve Yakup’a verdiği söz uyarınca halkı adına hareket ediyor idi.

Şimdi önümüzde bulunan bölümün ilk ayetlerinde Rab, İsrail’e olan hareketlerini şu dokunaklı ve güzel ifade ile ortaya koyuyor: “Yakup soyuna, İsrail halkı soyuna şöyle diyeceksin: Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz. Şimdi sözümü dikkatle dinler ve antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. Siz benim için kahinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsraillilere böyle söyleyeceksin.” (Mısırdan Çıkış 19: 3-6)Burada benim sözüm ve benim antlaşmam sözlerine dikkat edelim. Bu sözler ne anlam ifade ediyorlardı? Yehova, ağır ve bükülmeyen bir yasa vericinin kurallarını ve buyruklarını koymak amacı ile mi böyle konuşmuş idi? Hayır, kesinlikle değil. Burada esaretten özgürlükten söz ediliyor. Mahvedicinin kılıcından kaçmak için bir sığınak sağlanmasından söz ediliyor, kurtarılmış kişilerin özgürlüğe geçmeleri için açılan bir yoldan bahsediliyor; gökten ekmek indirildi, sert kayadan su fışkırtıldı. İsrail dağın önünde kamp kurduğu zaman Yehova’nın lütufkar sözleri böyle idi.

Yehova’nın antlaşmasına göre, bu antlaşma saf bir lütuf antlaşması idi. Hiç bir koşul talep etmiyor idi, boyna hiç bir boyunduruk takmıyor ve omuzlara hiç bir yük koymuyor idi. Kildanilerin Ur kentinde Tanrının yüceliği İbrahim’e göründüğü zaman, Tanrı İbrahim’e kesinlikle “bunu yapacaksın” ve “şunu yapmayacaksın” şeklinde hitap etmedi. Ah, hayır! Böyle bir hitap şekli Tanrının yüreğine uygun değil idi. Tanrıya yakışan “insanın boynuna bir boyunduruk takmak” değil idi. İbrahim’e,”BEN VERECEĞİM” dedi. Kenan diyarı, insan çabası ile değil, Tanrının lütfu aracılığı ile verilecek idi. Bu değişmedi ve Mısırdan Çıkış kitabının başlangıcında Tanrının İbrahim’in tohumuna verdiği vaadi yerine getirmek için lütuf ile aşağı indiğini görürüz. Bu tohumu hangi koşullar içinde bulduğu önem taşımıyor idi. Kuzunun kanı O’nun verdiği vaadi mükemmel bir adalet temeli üzerinde yerine getirmesi için yeterli idi. İbrahim’in tohumuna Kenan diyarını vaat etmesinin nedeni, halkın doğruluğu değil idi, çünkü böyle olsa idi, o zaman verdiği vadin gerçek doğası tamamen mahvolmuş olur idi. O zaman bu bir antlaşma olur idi ve bir vaat olmaz idi, “ama Tanrı bereketi İbrahim’e vaat aracılığı ile verdi, antlaşma aracılığı ile değil. (Galatyalılar 3. Bölümü okuyun.) Bu nedenle, bu 19. Bölümün başlangıcında halka Yehova’nın kendilerine nasıl lütuf ile davrandığı hatırlatılır. Ve kendilerine sağlanan merhametin göksel sesine kulak vermeye devam etmeleri ve karşılıksız ve mutlak lütuf antlaşması içinde kalmaları gerektiği söylenir. “Siz, benim için tüm diğer insanlardan üstün değerli bir hazine olacaksınız.” Bu durum nasıl mümkün olabilir idi? Merdiveni insan doğruluğu ve yasacılık ile tırmanarak mı? İnsan tarafından yerine getirilmesi imkansız bir yasanın lanetine uğradıkları zaman, “değerli bir hazine” mi olacaklar idi? Kesinlikle hayır! Bu yasa, daha kendilerine verilmeden önce kendileri tarafından ihlal edilmiş idi bile. Yehova, peygamberin şu sözleri ile açıkladığı gibi, halkının lütuf konumunda kalmasını istiyor idi: “Ey Yakup soyu, çadırların, ey İsrail, konutların ne güzel! Yayılıyorlar vadiler gibi, ırmak kıyısında bahçeler gibi, Rabbin diktiği öd ağaçları gibi, su kıyısındaki sedir ağaçları gibi. Kovalarından sular akacak, tohumları bol su ile sulanacak. Kralları Agak’tan büyük olacak, krallığı yüceltilecek. Tanrı onları Mısırdan çıkardı, O’nun yaban öküzü gibi gücü var. Düşmanı olan ulusları yiyip bitirecek, kemiklerini parçalayacak, okları ile onları deşecekler.” (Çölde Sayım 24: 5-8)

Ama yine de her şeye rağmen İsrail, bu bereketli konumunda kullanma fırsatını kullanmadı. Tanrının “kutsal vaadi” ile sevinç duymak yerine ölümlü bir ağızdan çıkabilecek en kutsal yemini vermek gafletine düştüler. “Bütün halk bir ağızdan, ‘Rabbin söylediği her şeyi yapacağız” dediler. (Mısırdan Çıkış 19:8) Bu sözleri söyler iken çok cesur bir dil kullanmışlar idi. “Yapacağımızı umuyoruz” ya da “yapmaya gayret edeceğiz” dahi dememiş, “yapacağız” demişler idi. Bu sözleri ile kendilerine duydukları güvenin ölçüsünü ifade ettiler. Ama hayır, daha da ileri gittiler ve “yapacağız” dediler. Tüm topluluk içinden tek bir kişi bile farklı konuşmadı. Hayır; “Bütün halk bir ağızdan yanıt verdi.” Kutsal vaadi – “kutsal antlaşmayı” – ihlal ettiklerinin farkında bile değiller idi.

Ve şimdi halkın bu kararının sonucuna bakalım. İsrail tek bir ağızdan verdiği sözü söylediği ve “yapacağız” dediği anda değerlerin görünümünde mutlak bir değişiklik meydana geldi. “Rab, Musa’ya, ‘Sana koyu bir bulut içinde geleceğim’ dedi, ‘öyle ki, seninle konuşur iken, halk işitsin ve her zaman sana güvensin. Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki, ‘ Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunur ise kesinlikle öldürülecektir. Ya taşlanacak, ya da ok ile vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster insan olsun ister hayvan, yaşamasına izin verilmeyecek.” Bu durum çok dikkat çekici bir değişim idi, bir süre önce, “Sizi kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdim” diyen Yehova şimdi koyu bir bulut içinde geliyor idi ve şu sözleri söylüyor idi: “Dağın çevresine sınır çiz ve halk dağa yaklaşmasın.” Lütuf ve merhametin tatlı sözlerinin yerini üzerine ateş inen bir dağın “gök gürültüleri ve şimşekleri” alıyordu. İnsanoğlu tanrının muhteşem lütfunun önünde kendi sefil işlerinden söz etmeye cesaret etmiş idi. İsrail, “yapacağız” demiş idi ve bu nedenle ne yapabileceğinin tam olarak görülmesi için uzak bir mesafede tutulması gerekiyor idi. Tanrı, ahlak mesafesinin yerini alır. Ve halk bu sözlere itaat eder, çünkü korku ve dehşet ile dolarlar, titremeye başlarlar ve bu durumlarına şaşmamak gerekir, zira görüntü gerçekten “korkunçtur”. “Öylesine korkunçtur ki, çok korkuyorum ve sarsılıyorum” demiştir. Tanrısal kutsallığın ifadesinin görünümü olan “yakıp tüketen ateşin” görüntüsüne kim dayanabilir idi? “Rab Sina dağından geldi, halkına Seir’den doğdu ve Paran dağından parladı. On binlerce kutsalı ile birlikte geldi, sağ elinde halkı için alev alev yanan ateş vardı.” (Yasanın Tekrarı 33:2) “Alev alev yanan ateş” ifadesi yasa için uyarlanan bir ifadedir; yasanın kutsallığını ortaya koyar. “Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir,” – düşünce, söz ve eylem açısından kötüyü asla hoş görmeyen bir mükemmellik.

Bu nedenle, görüyoruz ki, İsrail “yapacağız” demekle ölümcül bir hata yaptı. İsteseler bile, yerine getirmek ya da ödemek için asla güçleri olmadığı halde kendilerini mahvedecek bir söz söylediler. Hepimiz şu sözü çok iyi biliriz: “söz verip yerine getirmemektense, hiç söz vermemek çok daha iyidir.” Bir vaadin temel özü onu yerine getirme konusundaki yeterlilikten oluşur. Ve insanın bu konudaki yeterliliği nerededir? Yoktur! Çaresiz bir günahkarın bir vaatte bulunması, iflas etmiş birisinin bankadan para çekmek istemesine benzer. Vaatte bulunan bir insan, doğası ve koşulları itibarı ile gerçeği inkar eden bir kişidir. İnsanoğlu mahvolmuştur, elinden ne gelir, ne yapabilir? Hiç bir şey! İnsanın gücü hiçtir ve iyi bir şeyi ne yapacaktır ne de yapar. İsrail verdiği sözü yerine getirdi mi? “Rabbin her sözünü yerine getirdiler mi?” Altın buzağının yapımını, on buyruğun yazılı olduğu kırılan taş levhaları, tutulmayan Sebt gününü, küçük görülen ve ihmal edilen kuralları, taşlanan elçileri, reddedilen ve çarmıha gerilen Mesih’i, direnç gösterilen Kutsal Ruh’u hatırlayın. Tüm bunlar insanın yerine getiremediği sözlerinin baskın ve üzücü kanıtlarıdır. Düşmüş insanlık bir vaatte bulunduğu zaman hep aynı şey olacaktır.

İmanlı okuyucu, sonsuz kurtuluşunun senin zavallı söz ya da çözümlerine değil, “İsa Mesih’in ilk ve son kez sunduğu” kurbana bağlı olması seni sevindirmiyor mu? Ah, evet, bu gerçek asla başarısızlığa uğramayacak olan sevincimizdir. Mesih tüm vaatlerimizi kendi üzerine almıştır ve onları görkemli bir şekilde sonsuza kadar yerine getirmiştir. O’nun diriliş yaşamı Bedeninin üyelerinde akar ve üyelerinde, yasal sözlerin ya da yasal iddiaların asla üretemeyeceği sonuçlar üretir. Mesih bizim yaşamımızdır ve O bizim doğruluğumuzdur. O’nun adı yüreklerimizin en büyük değeri olsun. O’nun amacı her zaman enerjimize hükmetsin. O’nun işi yiyeceğimiz ve içeceğimiz olsun ve adı ve gücü O’nun hizmetinde yüceltilsin.

Bu bölümü sona erdirmeden önce söylemek istediğim bir şey var: Yasanın Tekrarı adlı kitaptaki bir bölüm, bu konu ile ilgili bağlantısı olduğu fark edilmeden bazı zihinler için zorluk yaratabilir. Bu zorluk, üzerinde durduğumuz konu ile yakından ilgilidir. “Rab benimle yaptığınız konuşmayı duyunca şöyle dedi: ‘Bu halkın sana neler söylediğini duydum. Bütün söyledikleri doğrudur’” (Yasanın Tekrarı 5:28) Bu ifade okunduğu zaman, Rabbin onların söylediklerini onayladığı gibi bir düşünce akla gelebilir. Ama eğer okuyucum 24-27. Ayetler arasındaki tüm bölümü okuma zahmetine katlanır ise, Tanrının halkın verdiği sözü onaylayan bir ifade kullanmadığını ve bu ifadedeki içeriğin halkın verdiği sözün sonuçlarının getireceği dehşeti belirttiğini hemen anlayacaktır. Halk, buyrulanlara katlanacak güce sahip değil idi. Halk, ‘eğer Tanrımız Rabbiin sesini bir daha duyar isek, öleceğiz. Ateşin içinden seslenen yaşayan Tanrının sesini bizim gibi duyup da sağ kalan var mı? Sen git, Tanrımız Rabbin söyleyeceklerini dinle. Sonra Tanrımız Rabbin tüm söylediklerini bize anlat. Ve biz de kulak verip uyacağız.’ Halkın kibirli yasacılığı Tanrının bu şekilde davranmasına neden olmuş idi; o korkunç görüntü içinde Yehova ile yüz yüze gelme konusunda güçleri olmadığını kabul ediyorlar idi. Tanrının, “yasanın işleri” gibi temeli kum olan bir zemin için lütfun karşılıksız ve değişmez antlaşmasından vazgeçmesi asla mümkün olmayacak bir gerçektir.