Yaratılış 16
Burada İbrahim’in ruhunun üzerine imansızlığın kötü gölgeler attığını ve onu tekrar Tanrı ile olan sade ve mutluluk veren güvenlikli yoldan ayırdığını görürüz: “Ve saray Avram’, ‘Rab çocuk sahibi olmamı engelledi’ dedi.” Yaratılış 16:2. Bu sözler imansızlığın alışılmış sabırsızlığını ifade etmektedirler. Ve bu sözleri duyan İbrahim’in daha farklı davranması ve Rabbin kendisine vermiş olduğu lütufkar vaadin yerine gelmesi için sabır ile Rabbi beklemesi gerekir idi. Zavallı yürek doğal olarak “beklemekten” başka her türlü tutumu tercih eder. Bir vaade başlangıçta inanmak bir şeydir ve daha sonra bu vaadin yerine gelmesini sessizce beklemek çok farklı bir şeydir. Bu farkı bir çocuk ile ilgili bir örnekte sürekli olarak görebiliriz. Eğer ben çocuğuma herhangi bir şey için vaatte bulunur isem onun benim sözümden kuşku duyması için hiç bir düşüncesi yoktur. Ama yine de ben olası en büyük huzursuzluğu ve sabırsızlığı sözüm yerine gelinceye kadar göreceğimi bilirim. Çünkü en bilge kişi bile gerçek aynada kendisini bir çocuğun tutumunu yansıtır iken görebilir. Bu gerçekten de böyledir. İbrahim ,Yaratılış 15.bölümde iman sergiler, ama yine de Yaratılış 16.bölümde sabretme konusunda başarısızlığa düşer. İbraniler kitabının 6.bölümünde elçinin yazmış olduğu sözler bu nedenle büyük bir güce ve güzelliğe sahiptirler. “İman ve sabır ile vaatlere kavuştular.” Tanrı bir vaatte bulunur, umut bu vaadin görünmesini bekler; sabır ise vaadi sessizce bekler.
Ticari dünyada bir hesabın ya da bir bononun “hali hazırdaki değeri” diye bir şey vardır. Çünkü eğer insanlara beklemeleri söyleniyor ise o zaman bekledikleri için kendilerine ödeme yapılması gerekir. Ama şimdi imanın dünyasında Tanrının vaadinin şimdiki değeri gibi bir değer mevcuttur ve bu değerin düzenlendiği bir ölçü vardır. Bu da, yüreğin tanrı hakkında tecrübe sonucu edindiği bilgidir. Çünkü Tanrının vaadinin takdiri benim tanrıyı takdir edişime göredir. Ve ayrıca buna ek olarak boyun eğmiş ve sabırlı bir ruh zengin ve eksiksiz ödülünü O’nun vaat etmiş olduğu her şeyi yerine getirmesi için bekler iken almış olur.
Ama yine de her şeye rağmen Sara’nın İbrahim’e söylemiş olduğu sözler tam olarak şöyledir: “Rab çocuk sahibi olmamı engelledi. Lütfen cariyem ile yat. Belki bu yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.” Yaratılış 16:2. Tanrıya olan imansızlığın etkisi olan yürekten başka hiç bir şey değil. Bir kez Tanrının yakınlığını, O’nun sarsılmaz ve tükenmez sadakatini ve hatasız yeterliliğinin duygusunu kaybettiğimiz zaman, kendi başımıza gelmesine neden olduğumuz önemsiz şeyleri düşündüğümüzde gerçekten şaşırırız. Canın o sakin ve iyi dengeli halini kaybederiz. Oysa canın bu durumu iman adamının tanıklığı için öylesine gereklidir ki! Ve aynı diğer insanların yaptıkları gibi kendimizi dilediğimiz sonuca ulaşmak için herhangi ya da her çareye başvurmaya zorunlu hissederiz. Ve bu durumu “araçların övgüye değer bir kullanımı” olarak adlandırırız.
Ama kendimizi Tanrıya olan mutlak bağlılık konumundan dışarı çıkarmak acı bir şeydir. Bu tutumun sonuçları feci olur. Eğer Sara: “Doğa çocuk sahibi olmamı engelledi, ama benim kaynağım Tanrı’dır” dese idi, her şey ne kadar farklı olacak idi! Yüreğindeki düşüncelerin temeli bu uygun sözleri ile ifade edilmeli idi. Çünkü doğa onu gerçekten engellemiş idi. Ama Sara doğayı kaynak olarak düşündü ve bu nedenle doğayı başka bir şekilde denemeyi arzu etti. Sara, doğanın her şeklinden uzağa bakmayı öğrenmemiş idi. Tanrının yargısına ve imanın yargısına göre Hacer’deki doğa Sara’daki doğadan daha iyi değil idi. Doğanın yaşlı ya da genç olması Tanrının gözünde değişmez, aynıdır. Ve bu yüzden iman doğayı kabul etmez. Ama, ah! Bizler bu gerçeğin gücüne ancak tecrübelerimiz sonunda Tanrının Kendisini yaşam merkezimiz yaptığımız zaman vakıf olabiliriz. Gözler Görkemli Varlık’tan çekildikleri zaman, imansızlığın en kötü şekli için hazır hale gelmiş oluruz. Her tür yaratık akımından gözlerimizi çekebilecek gücü yalnızca tek gerçek, tek bilge ve tek diri Tanrıya bilinçli olarak dayandığımız zaman bulabiliriz. Burada Tanrının yarattıklarını araç olarak kullandığı gerçeğini küçümsemiyoruz. Asla, hiç bir şekilde! Böyle yaptığımız takdirde iman etmemiş oluruz ve kayıtsızlık ya da dikkatsizlik sergileriz. İman, aracıya değer verir ama aracının kendisi için değil, o aracıyı Kullananın Kendisi için değer verir. İmansızlık ise yalnızca aracıya bakar ve lütuf ile kendisini kullanan Tanrının yeterliliği yerine aracının görünen başarısının yeterliliğini yargılar. Kral Saul de önce Davut’a sonra Filistinli deve baktığı zaman şu sözleri söylemiş idi: “Sen bu Filistinli ile savaşacak güçte değilsin, çünkü sen sadece bir çocuksun.” Ama buna rağmen Davut’un yüreğindeki düşünce kendisinin bu konuda gücü olup olmadığı değil idi; Davut Tanrının gücünün Filistinliyi alt edecek yeterlilikte gücü olduğunu düşünüyor idi.
İman yolu çok basit ve çok dar bir yoldur. İman bir yandan aracıya ne kafa tutar ne de diğer yandan onu küçümser. İman aracıyı yalnızca değerlendirir – aracının Tanrının aracısı aşikar olduğu sürece – ve bundan başka bir şey yapmaz. Tanrının, yaratığı bana hizmet etmek için kullanması ile benim aracıyı Tanrıyı dışarda bırakmam arasında çok büyük bir farklılık vardır. Bu farklılık konusunda yeterince bilinçli olmak gerekir. Tanrı kargaları İlyas’a hizmet etmeleri için kullandı, ama İlyas kargaları Tanrıyı dışarda bırakmak için kullanmadı. Eğer yürek Tanrıya gerçekten güveniyor ise Tanrının aracıları ile ilgili olarak sıkılmayacaktır. Yürek O’nu bekler; çünkü O’nun Kendisini hoşnut eden bir aracı ile bereketleyeceğini, hizmet edeceğini ve sağlayacağını bilir ve bu bilginin tatlı güvencesini duyar.
Şimdi bu bölümde önümüzde bulunan olayda Hacer’in, Tanrının İbrahim’e vermiş olduğu vaadin yerine gelmesi için Tanrının aracısı olmadığı belirgin idi. Evet, Tanrı hiç kuşkusuz İbrahim’e bir oğul vaat etmiş idi, ama bu oğlun Hacer’den olacağını söylememiş idi; ve aslında öyküden öğrendiğimiz ders şudur: İbrahim Hacer ile yattığı için hem İbrahim’in hem de Sara’nın “sıkıntıları çoğaldı.” “Çünkü Hacer hamile olduğunu anladığı zaman hanımını küçük görmeye başladı.” Yaratılış 16:4. Bu sıkıntı, doğanın kaynaklarının peşinden gittikten sonra çoğalan sıkıntıların başlangıcı olmuş idi. Sara’nın saygınlığı Mısırlı bir cariye kadın tarafından ayaklar altına alınmış idi ve Sara kendisini bir güçsüzlük ve aşağılanma konumunda buldu. Saygınlığın ve gücün tek gerçek yeri hissedilen zayıflık ve bağlılığın yeridir. Gerçekten iman aracılığı ile yürüyen ve Tanrıyı bekleyen kişi kadar tamamen bağımsız hiç kimse yoktur. Ama Tanrı çocuğu kendisini doğaya ya da dünyaya borçlu bir duruma düşürdüğü anda saygınlığını kaybeder ve çok geçmeden kaybı kendisine hissettirilir. İman yolundan en küçük bir ölçüde ayrılışın getireceği kaybı takdir etmek kolay bir görev değildir. İman yolunda yürüyen herkesin hiç kuşkusuz denemeler ve tecrübeler yaşayacakları kesindir. Ama mutlak olan bir şey vardır; o da özel bir şekilde kendilerine ait olan bereketlerin ve sevinçlerin mukabil bir ağırlıktan ya da dengeden kesinlikle daha fazla olduklarıdır. Oysa iman yolundan farklı bir yola döndükleri zaman bu denemeden daha ağır bir deneme il karşı karşıya kalacakları mutlaktır.
“Saray, Avram’a, ‘bu haksızlık senin yüzünden başıma geldi’ dedi.” Yaratılış 16: 5. Yanlış hareket ettiğimiz zaman genellikle bu yanlış hareketin sonucunu ya da utancını bir başkasının üzerine atmaya eğilim gösteririz. Aslında Sara kendi teklifinin ürününü biçiyor idi ve yine de buna rağmen İbrahim’ e bu sözleri söyledi: “Senin yüzünden başıma geldi!” Ve Sara sonra İbrahim’in izni ile kendi sabırsızlığının neden olduğu denemeden kurtulmak istedi. “Ama Avram, ‘cariyen senin elinde’ dedi. Neyi uygun görür isen yap.’ Böylece Saray cariyesine sert davranmaya başladı ve Hacer de Saray’ın yanından kaçtı.” Yaratılış 16:6. Ama bu işe yaramadı. “Köle kadın” sert davranıştan kurtulamaz. Hatalar yaptığımız zaman ve kendimizi bu hataların sonuçları ile yüzleşmeye çağrılır iken bulduğumuzda kendimize amirlik taslayarak onlar ile yüzleşemeyiz. Bu yöntemi sık sık deneriz ama bu yöntem ile aslında her şeyi daha kötü hale getirdiğimiz kesindir. Eğer hata yaptı isek kendimizi alçaltmamız ve hatayı itiraf ederek Tanrının bizi kurtarmasını beklememiz gerekir. Ancak Sara’nın olayında böyle bir durum görülmedi. Aksine tam karşıtı görüldü. Sara hata yaptıktan sonra Tanrının kendisini kurtarmasını beklemek yerine kendi çabaları ile kendini kurtarmak istedi. Ama yine de her şeye rağmen yaptığı ve itiraf ettiği hatanın sonuçlarından kurtulmak için sarf edilen insan çabası yolumuzu yalnızca daha da zor hale getirir. Böylece Hacer’in geri dönmesi ve çocuğunu doğurması gerekti; bu çocuğun asla vaat edilen oğul olmadığı kanıtlanmış idi, ama daha sonra görecek olduğumuz gibi İbrahim’i ve ev halkını çok büyük bir deneme bekliyor idi. Şimdi tüm bu olanlara çifte bir görünüm açısından bakmamız gerekir; ilk görünüm bize doğrudan çok büyük değere sahip bir ilke öğretir ve ikinci görünüm öğretişe özgü bir bakış açısı taşır. Ve önce, doğrudan ve pratik ilke hakkında öğreneceklerimiz şudur: yüreklerimizin imansızlığı nedeni ile hatalar yaparız, ama onlara hemen bir anda ve kendi çabalarımız ile çözüm getiremeyiz. Her şey kendi akışında gitmek zorundadır. “bir insan ne eker ise aynı zamanda onu da biçecektir. Benliğe eken benlikten çürüme biçecektir. Ama Kutsal Ruha eken Kutsal Ruhtan sonsuz yaşam biçecektir.” Bu ilke her zaman karşımıza çıkar ve değiştirilemez bir ilkedir ve hem esin sayfasında hem de kişisel öykümüzün sayfalarında yer alır. Lütuf günahı bağışlar ve canı yeniler ama ekilenin biçilmesi gerekir. İbrahim ve Sara bu köle kadının ve oğlunun varlığına birkaç yıl dayanmak zorunda kaldılar ve sonra onlardan Tanrının yoluna uygun şekilde kurtuldular. Kendimizi Tanrının ellerine teslim etmekte garip bir bereket vardır. Sözü edilen olayda İbrahim ve Sara böyle yapmış olsalar idi, köle kadın ve onun oğlunun varlığı nedeni ile asla sıkıntı çekmeleri gerekmeyecek idi. Ama davranışları ile kendilerini doğaya borçlandırdılar ve bu yüzden sonuçlara katlanmak zorunda kaldılar. Ama ne yazık ki bizler genellikle bir boyunduruğa vurulmuş hayvanlar gibi hareket ederiz, ancak annesi tarafından sütten kesilmiş bir çocuk gibi davranır ve kendimizi sükunet içinde nuhafaza eder isek aslında daha uygun hareket etmiş oluruz. İnatçı bir hayvan ve sütten kesilmiş bir çocuk kadar birbirlerine zıt olan başka iki örnek yoktur. İnatçı hayvan örneği koşulların boyunduruğu altında çaresizlik içinde mücadele eden bir kişiyi temsil eder ve bu insan çabaları ile boyunduruğundan kurtulmak için ne kadar çok gayret sarf eder ise boyunduruğu o kadar daha sıkı hale getirecektir. İkinci örnekte bulunan anne sütünden kesilmiş çocuk ise her şeye yumuşak huyluluk ile boyun eğdikçe bu boyun eğişi aracılığı ile payını daha tatlı hale getirecektir.
Şimdi bu bölümün öğretiş ile ilgili görünüşü hakkında incelemeye geçelim. Hacer’e ve oğluna işler ile ilgili antlaşmanın örnekleri olarak bakmalıyız ve onlar gibi kendi çabaları ya da işleri aracılığı ile esaret altına giren herkes bu örnek ile temsil edilebilir. (Galatyalılar 4:22-25) Bu önemli bölümde “benlik”, “vaat” ile zıtlık içindedir ve böylece yalnızca benlik ifadesi ile ilgili ima edilen tanrısal düşünceye ulaşmak ile kalmayız, ama aynı zamanda İbrahim’in Tanrının “vaadinde” dinlenmek yerine Hacer aracılığı ile soyunu sürdürme çabasını da görmüş oluruz. Her iki antlaşma böylece Hacer ve Sara aracılığı ile ifade edilirler. Ve ikisi de birbirlerine tamamen zıt konumdadırlar. Köle kadın Hacer örneği, insanın “yapmak” ve “yapmamak” ile ilgili gücünü ima eder. Ve yaşamı tamamen bu güç üzerine bağımlı kılar. “Bu işleri yapan onlar aracılığı ile yaşayacaktır.” Hacer’in ifade ettiği antlaşma budur. Ama özgür kadın Sara antlaşması Tanrıyı, vaat Tanrısı olarak açıklar ve bu antlaşmayı yerine getirmek tamamen Tanrının isteği üzerinde temellenmiştir ve vaat insandan tamamen bağımsızdır. Tanrı bir vaatte bulunduğu zaman, bu vaadine bir “eğer” sözcüğü ekli değildir. Tanrı vaadini koşulsuz olarak verir ve onu yerine getirmek ile yükümlüdür. Ve iman, yüreğin mükemmel özgürlüğü içinde Tanrıda dinlenir; tanrısal bir vaadin yerine getirilmesi için doğanın çabasına ulaşmaya ihtiyaç duymaz. İşte İbrahim ve Sara’nın başarısızlığı uğradıkları nokta tam olarak burasıdır. Belirli bir sona ulaşmak için doğanın çabası ile hareket ettiler. Aslında bu son Tanrının vaadi aracılığı ile kesinlikle güvence altında idi. İmansızlığın en büyük hatası budur. İmansızlığın huzursuz aktifliği aracılığı ile canın çevresinde koyu bir sis oluşur ve bu sis tanrısal yüceliğin ışınlarının cana ulaşmasına engel olur. “İsa, orada onların imansızlığı nedeni ile güçlü işler yapamadı.” İmanın büyük karakteristik erdemlerinden biri şudur: sahneyi her zaman boş bırakır, öyle ki, sahnede yalnızca Tanrı Kendisini gösterebilsin. Ve gerçekten de Tanrı sahnede Kendisini gösterdiği zaman, insanın mutlu bir şekilde tapınan imanlı konumunu alması gerekir.
Galatyalılar şu hataya düşmelerine izin verdiler; Mesih’in çarmıh aracılığı ile zaten kendileri için tamamlamış olduğu işe doğa ile ekleme yapmaya kalktılar. Onlara vaaz edilen ve kabul etmiş oldukları müjde Tanrının mutlak, değişmez ve koşulsuz lütfunun basit ve sade bir sunumu idi. “İsa Mesih gözlerinin önünde çarmıha gerilmiş idi.” Bu, yalnızca tanrısal bir vaadin verilişi değil, ama tanrısal ve en görkemli şekilde tamamlanan vaadin yerine getirilişi idi. Hem Tanrının taleplerine hem de insanın ihtiyaçlarına her türlü çözümü getiren çarmıha gerilmiş bir Mesih idi. Ama sahte öğretmenler bu sade müjdeyi alt üst ettiler ya da şu sözler ile onu bozmaya çalıştılar: “Musa’nın yasasına göre sünnet edilmedikçe kurtulamazsınız.” Burada elçinin aslında onlara öğrettiği, “Mesih’in tamamladığı işe hiçe saymak idi.” Mesih y a tam bir Kurtarıcı olmalıdır ya da hiç bir şekilde Kurtarıcı olmamalıdır. Bir kişi, “şunu ya da bunu yapmadığın zaman kurtulamazsın’ dediği zaman Hristiyanlığı tamamen alt üst etmiş olur, çünkü Hristiyanlıkta Tanrı bana “olduğum gibi”, yani kaybolmuş, suçlu ve kendini mahvetmiş bir insana aşağı gelir ve aşağı gelmesinden de öte bana çarmıhta mükemmel bir kurtuluş sağlayarak beni kaybolmuş konumumdan tamamen kurtarır ve günahlarımı ortadan kaldırır.
Bu nedenle eğer bir kişi bana, “Kurtulman için şöyle ya da böyle olmalısın” der ise çarmıhın tüm yüceliğini çalmış olur ve benim de esenliğimin tümüne el uzatmıştır. Eğer kurtuluşumuz yaptığımız ya da yapmadığımız şeylere bağlı olsa idi, o zaman kaçınılmaz bir şekilde kaybolur idik. Tanrıya şükürler olsun ki böyle olmadı; çünkü müjdenin büyük temel ilkesi Tanrının HER ŞEY olduğudur – insan HİÇ BİR ŞEYDİR! Müjde Tanrının ve insanın bir karışımı değildir. Müjdenin tamamı Tanrı’dır. Müjdenin esenliği kısmen Mesih’in işine kısmen insanın işine bağlı değildir. Müjde tamamen Mesih’in işidir. Çünkü yalnız O’nun işi mükemmeldir – ve sonsuza kadar kalıcı olarak mükemmeldir. Ve müjde, kendisine güvene herkesi Mesih’te kendisi gibi mükemmel kılar.
Tanrı yasa altında insanın ne yapabileceğini görmek için sessizce durdu, ama müjdede Tanrının harekete geçtiği görülür ve insana gelince onun yapacağı şey, “sakin durmak ve Tanrının kurtarışını izlemektir.” Gerçek bu olduğu için esin ile yazan elçi Galatyalılara hiç tereddüt etmeden şu sözleri yazmıştır: “Yasa (en nomo, ἐν νόμῳ)aracılığı ile aklanmaya çalışanlar lütuftan düşmüşlerdir ve Mesih’in onlara hiç bir yararı olmaz.” Eğer bu konuda insan bir şey yapacak olur ise Tanrı dışarda kalmış olur ve eğer Tanrı dışarda kalır ise o zaman kurtuluş olamaz, çünkü kaybolmuş bir yaratık olan insanın kendi kendisini kurtarması mümkün değildir. Ve ayrıca eğer konu lütuf ise, o zaman tamamen lütuf olması gerekir. Yarı lütuf yarı yasa olamaz.
Her iki antlaşma birbirlerinden mükemmel şekilde farklıdırlar. Yarı Hacer yarı sara olamaz. Ya birinin ya da diğerinin olması gerekir. Eğer Hacer olacak ise o zaman Tanrının bu konu ile hiç bir ilgisi olamaz. Ve eğer Sara olacak ise o zaman insanın bu konu ile hiç bir ilgisinin olmaması gerekir. Durum yeterince aşikardır. Yasa insana hitap eder, onu dener ve gerçekten değerli olanın ne olduğunu görür, insana bir enkaz olduğunu kanıtlar ve onu lanet altına koyar ve onu yalnız lanet altına koymak ile kalmaz ama aynı zamanda insan yasa ile ilgilendiği sürece yasa onu lanet altında tutmaya devam eder – bunu insanın ömrü boyunca yapar. “Yasanın insan üzerindeki egemenliği insan yaşadığı sürecedir.” Ama insan öldüğü zaman yasanın egemenliği de ölen insan için zorunlu olarak sona erer; ama yasanın egemenliği yaşayan diğer her kişi için tam güç ile o kişiyi lanetlemeye devam eder.
Müjde ise bunun aksine, kaybolmuş, mahvolmuş ve ruhu ölü insana Tanrıyı olduğu gibi – kaybolanların Kurtarıcısı – suçluları Bağışlayan – ölüleri dirilten Tanrı olarak açıklar. Tanrıyı insana açıklayan Müjdedir. (Çünkü iflas etmiş olarak ölen bir kişiden ne beklenebilir?) Tanrı, insana kurtarışını bağımsız lütfu ile sergiler. Bu durum maddesel bir farklılığa neden olur ve Galatyalılar’a yazılan mektupta kullanılan dilin sıra dışı gücü ile ilgilidir. ”Şaşırıyorum” – “Sizi kim büyüledi?” – “Sizin için kaygı duyuyorum” – “sizden kuşku duyuyorum” – “hatta böyle bir sıkıntının sizden kesilip atılmasını dilerdim.” Bu dil, doluluğa sahip bir Mesih’in ve tam kurtuluşun değerini bilen Kutsal Ruh’un kullandığı dildir. Kutsal Ruh aynı zamanda her iki noktanın da kaybolmuş bir günahkar için ne kadar elzem olduğunu bilir. Diğer mektuplardan hiç birinde böyle bir dile rastlamayız. Hatta Korintlilere yazılan bir mektupta bile böyle bir dile rastlanmaz; oysa düzeltilmesi gereken en büyük hatalar Korintliler topluluğunda bulunmaktadır. Tüm insan başarısızlığı ve hatası Tanrının lütfu çözüm olarak getirilerek düzeltilebilir. Ama bu bölümde İbrahim’in yaptığı gibi Galatyalılar da Tanrıdan uzaklaşıyor ve benliğe geri dönüş yapıyorlardı. Böyle bir konuda nasıl bir çözüm üretilebilir idi? Herhangi bir hatayı düzeltebilecek tek Kişi Olan’dan ayrılarak bir hata nasıl düzeltilebilir? Lütuftan düşmek tekrar yasa altına girmektir; yasadan ise “lanet” ten başka hiç bir şey biçilemez. Rab yüreklerimizi lütfunun en yüce şekli ile bina etsin diye dilekte bulunuyorum.