Yaratılış 12
Yaratılış kitabında yer alan genellikle şu yedi kişinin öyküleridir; Habil, Hanok, İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf. Bu kişilerin her birisi ile bağlantısı olan özel bir gerçek çizgisinin var olduğundan kuşkum yok. Bu yüzden örneğin, Habil’in öyküsünde insanın kefaret yolu aracılığı ile Tanrıya gelişinin büyük temel gerçeğini görüyoruz – iman aracılığı ile kabul edilen kefaret. Hanok’da göksel aileye düşen uygun payı ve umuduna sahibiz. Nuh ise bize yersel ailenin yazgısını sunar. Hanok yargı gelmeden önce göğe alındı; Nuh yargının içinden geçerek yenilenmiş bir dünyaya taşındı. Böylece her birinde gerçeğin farklı bir özelliğini görüyoruz ve bunun bir sonucu olarak imanın farklı bir yanından haberdar oluyoruz. Değerli okuyucum bu konuyu İbraniler kitabının 11.bölümü ile bağlantılı olarak daha dolu bir şekilde izlemek isteyebilir ve ben böyle yaptığı takdirde daha çok ilgi duyup daha fazla yarar alacağına eminim, bu kanaatimi kesin olarak hissediyorum. Şimdi yazımıza şu anki konumuz olan İbrahim’in çağrılması ile başlayıp devam edeceğiz.
Yaratılış 12:1, Yaratılış11:31 ayetlerini Elçilerin İşleri 7:2-4 ayetleri ile kıyaslayarak can için çok pratik ve yoğun bir değer taşıyan bir gerçeği öğreneceğiz. “Rab Avram’a, ‘Ülkeni, akrabalarını ve baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git’ dedi. Yaratılış 12:1. İbrahim’e söylenen sözler bunlar idi – Tanrının tasarısı İbrahim’in yürek ve vicdanına göre hareket ederek çok kesin bir iletişimin varlığı idi. “Atamız İbrahim daha Mezopotamya’da iken, Harran’a yerleşmeden önce yüce Tanrı ona görünüp şöyle dedi: ‘Ülkeni ve akrabalarını bırak ve sana göstereceğim ülkeye git’.” Bunun üzerine İbrahim Kildanilerin ülkesini bırakıp Harran’a yerleşti. Babasının ölümünden sonra da Tanrı onu oradan alıp şimdi sizin yaşadığınız bu ülkeye getirdi.” Elçilerin İşleri 7: 2-4. Bu iletişimin sonucu Yaratılış 11:31 ayetinde verilir: “Ve Terah oğlu Avram’ı Haran’ın oğlu olan torunu Lut’u ve Avram’ın karısı olan gelini Saray’ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Kildanilerin Ur kentinden ayrıldılar. Harran’a gidip oraya yerleştiler. Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran’da öldü.” Yaratılış 11:31,32.
Bu bölümlerin hepsini bir araya getirecek olur isek, doğal benliğin bağlarının Tanrının İbrahim’in canına yaptığı çağrıya tam karşılık vermesine engel olduğunu öğreniyoruz. Terah Kenan ülkesine gitmek üzere çağrılmış olmasına rağmen yine de Harran’a yerleşti ve ölene dek orada kaldı. Ve sonra İbrahim Tanrının yüceliğinin kendisini çağırmış olduğu yere doğru yola çıktı. Bu ifade pek çok anlam yüklüdür. Doğal benliğin etkileri her zaman “Tanrının çağrısına” tam ve pratik bir güç ile düşmanlık duyarlar. Bizler ne yazık ki tanrı çağrısının önümüze koyduğu yer yerine daha aşağıda bulunan bir yeri almaya üzücü bir şekilde eğilim gösteririz. Canı, Tanrı düşüncelerinin yüksekliğine yükseltmek için güçlendirecek olan imanın büyük sadeliğine ve saygınlığına ihtiyaç duyarız. O’nun açıklamış olduğu bereketleri kendimize ait kılmak ya da onlara sahip çıkmak için imanın gücüne ihtiyacımız vardır.
Elçinin duası (Efesliler 1:15-22) Kutsal Ruh aracılığı ile bize tam olarak şunu sergiler: Kilise bir konuda güçlük çekmektedir; “Tanrının çağrısından doğan umudu ve kutsallara verdiği mirasın yüce zenginliğini ve iman eden bizler için etkin olan kudretinin aşkın büyüklüğünü anlamakta” zorluk çekmektedir. Çünkü eğer gerçekten çağrıyı kavramakta başarısız olur isek, bu çağrıya uygun değerde yürüyemeyiz. Daha ileri gitmeden önce nereye çağrıldığımı bilmem gerekir. Aksi takdirde ileri gidemem. Eğer İbrahim’in canı Tanrının onu Kenan’a çağırdığını ve mirasını alması gerektiğini bildiren gerçeğin tam gücü altında olsa idi, Harran’da kalamaz idi. Aynı şey bizim için de geçerlidir. Eğer Kutsal ruh tarafından gerçeği anlamaya yönlendirilir isek, göksel bir çağrı ile çağrıldığımızı bilir isek eğer yuvamızın, payımızın, umudumuzun ve mirasımızın hepsinin yukarda, Mesih’in Tanrının sağında oturduğu yerde olduğunu Kutsal Ruh’un desteği ve gücü ile anlayabilir isek, burada yeryüzünde bir konum elde etmek, bir isim aramak ya da bir mirasa sahip olmak gibi şeyler ile asla tatmin olamayız. Bu iki şey birbirine zıttır; konuya bakmanın doğru şekli budur. Göksel çağrı boş bir öğretiş, güçsüz bir teori ya da kaba ve acemi bir spekülasyon değildir. Bu, tanrısal bir gerçeklik midir ya da kesinlikle hiç bir şey anlamına mı gelir? İbrahim’in Kenan ülkesine çağrılması bir spekülasyon muydu? Bu, İbrahim Harran2da kalmaya devam eder iken aynı zamanda yalnızca üzerinde konuşulabilecek ya da tartışılabilecek bir teori miydi? Kesinlikle hayır! Bu bir gerçek, tanrısal bir gerçek ve güçlü ve pratik bir gerçek idi. İbrahim Kenan diyarına çağrılmış idi ve Tanrı onun geride kalmasını kutsayamaz idi. İbrahim için durum bu idi ve aynı şekilde bizim için de durum budur. Eğer tanrısal kutsama ve tanrısal huzurdan keyif alacak isek o zaman iman aracılığı ile tanrısal çağrıya uygun şekilde hareket etmeyi istememiz gerekir. Söylemek istediğim şudur: Tanrının bizi çağırmış olduğu noktaya deneyim, pratik ve ahlaki karakter ile ulaşmayı istememiz gerekir ve bu noktaya ulaşmak O’nun Oğlu ile tam bir paydaşlık içinde mümkündür – O yeryüzünde iken O’nun reddedilişi ile paydaşlık ve O göklerde iken O’nun kabul edilişi ile paydaşlık.
Ama İbrahim’in durumunda doğal benliğin onu Harran’a bağladığı noktayı kıran ölüm oldu. Bu nedenle bizim durumumuzda da bizi şimdiki dünyaya bağlayan doğal benliği kıracak olan nokta da ölümdür. Mesih ile- Başımız ve bizi temsil eden – ölmüş olduğumuz gerçeğinin farkına varmamız gerekir; yerimiz doğal benlikte ve dünyada değildir; İsrail için Kızıldeniz’in anlamı ne ise bizim için de Mesih’in çarmıhının anlamı odur. Yani çarmıh bizi ölüm ve yargı ülkesinden sonsuza kadar ayırmıştır. Bu nedenle çağrılmış olduğumuz her uygun yere “İsa Mesih’teki Tanrı çağrısına” uygun şekilde yüce, kutsal ve göksel çağrımıza doğru yürüyebiliriz.
Şimdi burada kısa bir süre için durmak ve Mesih’in çarmıhının iki büyük ve önemli temel konusu üzerinde durmak istiyorum; ya da başka bir deyiş ile çarmıhın tapınmamızın, esenliğimizin ve tanıklığımızın, Tanrı ile olan ilişkimizin ve dünya ile olan ilişkimizin temeli olduğunu kavramalıyız. Eğer ikna edilmiş bir günahkar olarak İsa Mesih’in çarmıhına bakacak olur isem orada göreceğim şu olmalıdır: çarmıh esenliğimin sonsuza kadar kalıcı temelidir, orada günahımın ortadan kaldırıldığını görürüm, tanrının benim adıma kazandığı zaferi anlarım ve ayrıca ikna edilmiş vicdanımın bulunduğu koşul bana Tanrının çocuğu olduğumu söyler; Çarmıh, Tanrıyı günahkarın Dostu olarak açıklar. Çarmıh O’nu tanrısaymaz günahkarı aklayan adil Aklayıcı olarak bu harika özelliği ile açıklar. Yaratık böyle bir şeyi asla yapamaz idi. İlahi takdir bunu asla yapamaz idi. Çarmıhta Tanrının gücünü, görkemini ve bilgeliğini görürüm. Ama tüm bunlara yalnızca bakmak ile günahım ortadan kalkamaz idi ve Tanrı da beni aklayarak kabul edemez idi.
Ancak çarmıhın sunuluşu her şeyin görünümünü tamamen değiştirir. Ben orada çarmıhta tüm tanrısal davranışların harika bir şekilde sunulmasını ve mükemmel uyumunu görürüm. Ben çarmıhta SEVGİYİ görürüm. Ve çarmıhta kanıtlanan bu sevgi yüreğimi esir alır ve ona güvence verir, onu teselli eder. Diğer tüm şeylerden çok bu sevginin farkına varmam gerekir. Çarmıhta bilgelik görürüm. Ve orada gördüğüm türdeki bu bilgelik şeytanı yere yıkar ve melekleri hayrete düşürür. Çarmıhta güç görürüm; bu muhteşem güç tüm düşmanları yere yıkar. Çarmıhta kutsallık görürüm ve bu kutsallık Tanrının günaha duyduğu yoğun tiksintiyi en yoğun şekilde ifade eder. Çarmıhta LÜTUF görürüm ve bu lütuf günahkarı alıp Tanrının huzuruna çıkartır – evet, onu alır ve Tanrının kucağına koyar. Tüm bu şeyleri çarmıhtan başka nerede görebilirim? Hiç bir yerde. İstediğiniz her yere bakın, şu iki noktanın böylesine bereketli bir şekilde birleştiği yeri hiç bir yerde bulamazsınız; yani, “Yücelerdeki Tanrıya görkem olsun” ve “yeryüzünde esenlik olsun.”
İşte bu yüzden çarmıh pek çok açıdan çok değerlidir; günahkarın esenliğinin temelidir; imanlının tapınmasının temelidir. Ve Tanrı ile olan sonsuz ilişkisinin temelidir. Tüm bunlar çarmıhtan başka hiç bir yerde böylesine bereketli ve böylesine görkemli bir şekilde nerede açıklanabilir? Tanrı için tüm eşsiz mükemmelliklerini ve zengin lütufkar davranışlarını günahkar ile adil bir temel üzerinde paylaşması ne kadar da değerli bir sevgiyi ortaya koymakta. Bir yazarın da çok güzel belirtmiş olduğu gibi, Tanrı için “zamanın başlangıcından beri tüm söylemiş olduklarını ve tüm yapmış olduklarını ve Yüreğinde her zaman en geniş yere sahip olduklarını belirtmek ne kadar değerlidir. Ve buna şaşırmamak gerekir! O’nun çok sevdiği biricik ve hoşnut olduğu Oğlu orada çarmıhta gök ve yer arasında asılacak idi. İnsanların ve kötülerin O’nun üzerine yükleyebilecekleri her tür utanç ve acı konusunu üstlenecek idi, çünkü O, Babasının isteğini yerine getirmeyi seviyor idi ve O’nun lütfunun çocuklarını kurtarmayı arzu ediyor idi. Çarmıh, tüm sonsuzluk boyunca O’nun sevgisinin en dolu ifadesi olarak tüm dikkatlerin ana merkezi olacak idi.”
Çarmıh ikinci olarak dikkatimizi şu açıdan talep eder; çarmıh pratik öğrenciliğimizin ve tanıklığımızın temelidir. Çarmıhın bu ikinci görünümünde ilki kadar dikkat talep ettiğini söylememe gerek yok. Beni Tanrıya bağlayan çarmıh aynı zamanda beni dünyadan ayıran çarmıhtır. Ölü bir kişinin dünya ile işi bittiği aşikardır ve imanlının Mesih ile birlikte öldüğü için dünya ile ilgisi kalmamıştır ve Mesih ile birlikte dirildiği için de yeni bir doğanın ve yeni bir yaşamın gücünde Tanrıya bağlanmıştır. Bu şekilde ayrılmaz bir şekilde Mesih ile bağlanan imanlı dünya aracılığı ile reddedilir ve Tanrının onu kabul edişine ortak olur. Bu kabul ediliş ve reddediliş birlikte yürürler. İmanlının kabul edilişi onu tapınan biri yapar ve onu göksel vatandaş haline getirir. İmanlının reddedilişi ise onu yeryüzünde bir tanık ve bir yabancı yapar. Bu gerçek imanlıyı perdeden içeri sokar ve aynı zamanda onu ordugahın dışına atar. Biri diğeri kadar mükemmeldir. Eğer çarmıh benim ve günahlarımın arasına girdi ise o zaman benim ve dünyanın arasına da gerçekten girmiştir. İmanlı olarak kabul edilişim ile Tanrının esenlik yerine yerleşirim. İmanlı olarak reddedilişim ile dünya ile düşmanlık yerine yerleşirim; örneğin, ahlaki bir bakış açısından -bir başka anlamda olmasına rağmen -çarmıhta ortaya konan o değerli, anlaşılması mümkün olmayan ve sonsuz lütfun sabırlı ve alçakgönüllü tanığı haline gelirim.
Şimdi imanlının yukarda Mesih’in çarmıhı ile ilgili belirtilen her iki durumun arasındaki farkı net ve doğru bir şekilde ayırt etmesi gerekir. Bir diğer duruma girmeyi reddeder iken diğerinden sevinç duyduğunu söylememesi gerekir. Eğer kulağı perdenin iç kısmındaki Mesih’in sesine açık ise o zaman aynı anda ordugahın dışındaki sesine de kulağının açık olması gerekir. Eğer imanlı çarmıhta başarılan ve tamamlanan kefaretin içine giriyor ise aynı zamanda buna dahil olan reddedilişin de farkında olması gerekir. İmanlının kabul edilişi Tanrının çarmıhta yapmış olduğu işten kaynaklanır; reddediliş yani ikincisi ise insandan kaynaklanır. Yalnızca günahlarımız ile değil ama aynı zamanda dünya ile de işimizin bitmiş olması bizim için mutlu bir ayrıcalıktır. Tüm bunların hepsi çarmıh öğretişinin içine dahildir. O zaman işte bu yüzden elçi şu sözleri söyleyebilir: “Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhından başka bir şey ile övünmem bana yasak olsun; çarmıh aracılığı ile ben dünyanın önünde ölüyüm, ben de dünyanın gözünde ölüyüm.” Pavlus, dünyaya çarmıha gerilmesi gereken bir şey olarak baktı ve Mesih’i çarmıha geren dünya aynı zamanda Mesih’e ait olan herkesi de çarmıha gerdi. Bu nedenle çifte bir çarmıha geriliş söz konusudur; biri imanlı ile diğeri ise dünya ile ilgilidir. Ve çarmıh her ikisini de kapsar. Sevgili okuyucu, bu konular üzerinde derinlemesine, içtenlikle ve dua ederek uzun uzun düşünelim. Ve dileyelim ki Kutsal Ruh bize Mesih’in çarmıhının her iki açısı için de tam ve pratik bir güç ile giriş yapabilmemiz için güç versin.
Şimdi kendi konumuza geri dönelim.
İbrahim’in Harran’da ne kadar kaldığı bize söylenmemiştir; ama yine de Tanrı lütufkar davranarak hizmetkarını benliğin pençesinden özgür kılınarak O’nun buyruğuna tam olarak itaat edebilmesi için bekledi. Ama yine de bu buyruğun benliğin koşulları bir bağlılığı yok idi. Tanrı hizmetkarlarını, onları tam itaatlerinin tüm bereketinden yoksun bırakmayı istemeyecek kadar çok sever. İbrahim’in canına Harran’da kaldığı süre içinde yeni bir açıklama gelmedi. Böyle olduğunu görmek iyidir. Tanrının bize verdiği ışığa göre hareket etmemiz gerekir ve Tanrı o zaman bize daha çok verecektir. “elinde bulunana daha fazlası verilecektir.” Tanrının ilkesi böyledir. Yine de hatırlamamız gereken bir şey vardır ve o da şudur: Tanrı hiç bir zaman bizi yürek ile adanmış bir öğrencilik yolundan çekip almayacaktır. Aksi takdirde Tanrının tüm yollarını karakterize eden ahlak üstünlüğünde büyük bir eksiklik ortaya çıkardı. Tanrı yoldan çekmez ama yoluna çeker ve O’nun yolu O’ndaki tarifsiz bereketlere yönlendirir ve eğer biz Tanrının çağrısına karşılık vermek için doğal benliğin tüm engellerini kırmayı bizim adımıza gerçek bir avantaj olarak göremiyor isek o zaman kendi merhametlerimizi terk etmiş oluruz. Ama ne yazık ki, yüreklerimiz bu gerçeği çok az kavrar. Çağrısı kulaklarımızda duyulan Tanrıyı bilerek ve severek canlarımız gayret içinde bu yolda yürümek yerine fedakarlıkları, engelleri ve zorlukları saymaya başlarız.
İtaatin her adımında can için çok ve gerçek bereket vardır. Çünkü itaat imanın ürünüdür ve iman bizi Tanrının Kendisi ile diri bir birliğe ve paydaşlığa yerleştirir. İtaate bu ışık aracılığı ile baktığımız zaman, itaatin yasacılığın her özelliğinden ne kadar farklı olduğunu kolayca görebiliriz. Yasacılık bir insanın günahlarının tüm ağır yükü üzerinde iken yasayı yerine getirmek amacı ile Tanrıya hizmet etmesidir; o zaman can sürekli bir işkence içinde tutulur ve itaat yolunda koşmak yerine ilk adım dahi atılamaz. Bunun aksi olan gerçek itaat ise lütuf ile birleşmiş olan yeni bir doğanın çok basit bir göstergesi ya da akışıdır. Tanrı bu yeni doğaya lütufkar bir şekilde rehberlik eder ve tanrısal buyruklar tarafından rehberlik edilen tanrısal doğanın yasacılığa dönüşmeyeceği mükemmel bir şekilde kesindir. Yasacılığı oluşturan şey Tanrının buyruklarını alıp onları kendi gücü ile yerine getirmeye çalışan eski doğadır. Tanrının saf ve kutsal yasası aracılığı ile insanın düşmüş doğasını düzenlemek için girişimde bulunmak olabilecek en saçma ve en yararsız şeydir. Düşmüş bir doğa böylesine düşmüş bir atmosferde nasıl soluk alabilir ki? İmkansız! Hem atmosferin hem de doğanın tanrısal olması gerekir.
Ama Tanrıya övgüler olsun ki O, imanlıya tanrısal bir doğa eklemek ile kalmamıştır, aynı zamanda bu tanrısal doğaya göksel buyrukları aracılığı ile hem rehberlik eder hem de güç verir. Aynı zamanda tanrısal doğanın önüne uygun umutlar ve beklentiler koyar. Böylece İbrahim’in durumunda olduğu gibi, “Tanrının yüceliği” imanlının önünde görünür. Ve bunun amacı nedir? İmanlının canının önüne çekici bir obje görümü yerleştirir – “sana göstereceğim bir ülke.” Bu zorlama değil, çekici kılmadır. Tanrının ülkesi yeni doğanın yargısının içinde idi – imanın yargısı, Ur kentinden ya da Harran’dan daha iyi idi; İbrahim ülkeyi “görmemiş idi”, ama bu ülke Tanrının verdiği bir ülke olduğu için iman bu ülkeye sahip olmaya değer bir ülke olarak bakar ve ona yalnızca sahip olmanın değil ama aynı zamanda şimdiki değerlerden vazgeçmeye değecek kadar değerli bir ülke olarak bakar. Bu nedenle ayette şunları okuruz: “İbrahim iman aracılığı ile daha sonra miras olarak alması gereken bir yere gitmeye çağrıldığı zaman, itaat etti ve gideceği yerin neresi olduğunu görmeden yola çıktı.” Bu cümlenin anlamı şudur: “İbrahim gözü ile gördüğüne göre değil iman ile yürüdü.” İbrahim gözleri ile görmemiş idi ama buna rağmen yüreği ile inandı ve iman canında büyük ve hareket eden bir kaynak haline geldi. İman duyularımızın kanıtlarından çok daha sağlam bir temele dayanır ve bu temel Tanrının Sözü’dür! Duylarımız bizi aldatabilir ama Tanrının Sözü asla aldatmaz.
Şimdi tanrısal doğanın tüm gerçeği, rehberlik eden buyruklar ve buna eşlik eden umutlar ile birlikte tanrısal öğretişin tamamına ilişkin bu değerleri, yasacılığın sistemi aracılığı ile tamamen ortadan siler. Yasacı kişi cennete gitmemiz için yeryüzüne teslim olmamız gerektiğini öğretir. Ama düşmüş bir doğa nasıl olur da yabancı olduğu bir doğaya teslim olabilir? İçinde kendisine çekici gelen bir şey olmayan bir doğayı nasıl çekici bulabilir? Cennet doğa için çekicilik içermez; evet, cennet eski doğanın içinde bulunmak isteyeceği en son yerdir. Benlik cennetin tadını bilmez, meşguliyetlerini ya da orada olanlar hakkında bilgi sahibi değildir. Eğer benliğin kendisini orada bulması mümkün olsa idi, kendisini orada çok sefil bir durumda hisseder idi. Bu yüzden benlik yeryüzüne teslim olma gücüne sahip değildir ve cennete gitmek için arzu duymaz. Evet, cehennemden ve onun korkunç işkencesinden, hüznünden ve ıstırabından kaçmanın hoşnut veren bir durum olduğu kesindir. Ama cehennemden kaçma arzusu ve cennete gitme arzusu birbirinden farklı iki kaynaktan çıkarlar. Cehennemden kaçmak istemek eski doğada var olabilir ama cennete gitmeyi istemek yalnızca yeni doğada mevcut olabilir. Eğer cehennemde “ateş gölü ve solucanlar” olmasa idi, eski doğa cehennemden bu kadar çekinmez idi. Aynı ilke eski doğanın izlediği tüm şeyleri ve onun arzularını da kapsar. Yasacının öğrettiği şudur: doğru olmak için önce günahtan vazgeçmek gerekir. Ama eski doğa günahtan vazgeçemez ve doğruluk konusuna gelince eski doğa doğruluktan tamamen nefret eder. Evet, eski doğanın bir miktar dinden hoşlanabileceği gerçektir ama buradaki düşünce yalnızca şudur: din, kendisini cehennem ateşinden koruyacaktır. Eski doğa dini sevmez çünkü dinin cana takdim edilmesi Tanrının şimdiki sevinci ve O’nun yollarından kaynaklanır.
Tanrıya övgüler olsun ki O’nun müjdesinin yüceliği yasacılığın bu sefil sisteminden tamamen farklıdır! Bu müjde, Tanrının Kendisinin mükemmel bir lütuf sergileyerek aşağı indiğini ve çarmıhtaki Kurban aracılığı ile günahı ortadan kaldırdığını çok kesin bir şekilde açıklar. Mesih bu amaç için sonsuz doğruluk temelinde acı çekmiş ve günah nedir bilmediği halde günah yapılmıştır. Ve Tanrı yalnızca günahı ortadan kaldırmak ile kalmaz, ama aynı zamanda imanlıya yeni bir yaşam verir ve bu yaşam O’nun Kendi dirilmiş, yüceltilmiş ve görkemli Oğlu’nun yaşamıdır. Her gerçek imanlı bu yaşama sahiptir. Tanrının sonsuz amaçlarına uygun olarak çarmıha çivilenen bu Oğul şimdi göklerde Tanrının tahtında oturmaktadır ve imanlı da daha şimdiden O’nun ile birlikte bu göksel yerlerde oturtulmuştur. Bu yeni doğa daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, kutsal sözünün buyrukları aracılığı ile lütufkar bir şekilde Kutsal Ruh’un sağladığı güç sayesinde rehberlik alır. Kutsal Ruh aynı zamanda imanlıya yıkılması imkansız olan umutlar da sunar. Ve imanlıya gelecekteki şu konuları açıklar: “Yücelik umudu, temelleri sağlam olan bir kent, göksel olan daha iyi bir ülke, Baba’nın evindeki pek çok yer, yücelerdeki altın lirler, yeşil palmiyeler ve bembeyaz giysiler, sarsılması imkansız olan bir krallık, üzüntünün ve karanlığın asla giremeyeceği bu görkemli ve ışık dolu yerlerde Tanrının Kendisi ile birlikte sonsuza kadar kalıcı beraberlik, sonsuzluğun sayısız çağları boyunca “sakin sulara ve yeşil otlaklara” yönlendirilmenin söz ile anlatılamaz üstün ayrıcalığı ve O’nun kurtaran eşsiz sevgisi!” Tüm bunlar yasacılık düşüncelerinden ne kadar da farklıdırlar! Sistematik dinin öğretileri aracılığı ile benim tedavi edilemez bozuk benliğimi eğitmeye ve yönetmeye çağırmak yerine O beni sonsuz lütfu ile sevdiğim bir yeryüzüne teslim olmam ve nefret ettiğim bir gökyüzüne gitmek yerine Mesih’in tamamlamış olduğu kurbanın temeli üzerinde bina eder; bana cennetten hoşlanacağım yeni bir doğa ihsan eder ve göksel vatandaşlığımın tadını çıkartmayı lütfeder. Ve aslında Tanrının Kendisi tüm göklerdeki tek sevinç kaynağıdır.
İşte Tanrının işlediği harika yol böyledir. İbrahim’e de aynı şekilde davranmıştır. Tarsuslu Saul’e de aynı şekilde hareket etmiştir. Ve yine bizimle de aynı şekilde ilgilenir. Tanrının yüceliği İbrahim’e Ur ya da Harran’dan daha iyi bir ülke gösterdi. Tanrı Tarsuslu Saul’e öylesine bir yücelik gösterdi ki onun gözleri yeryüzünün tüm parlak yüceliklerine kapandı. Ve bu dünyasal görkemlerin hepsini süprüntü olarak görmesine neden oldu. Öyle ki yalnızca ona görünen ve onun canının en derinlerine işleyen bir ses ile konuşan Kutsal Olan’ı görebilsin ve işitebilsin. O, yücelik içindeki göksel bir Mesih gördü. Ve bu dünyada yaşadığı sürece yersel kabın zayıflığını anlasın ve göksel Mesih’in ve O’nun göksel yüceliğinin canının tamamını doldurmasına izin versin.
“Avram ülke boyunca Şekem’deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyorlar idi.” Yaratılış 12:6. Tanrının ülkesindeki Kenanlıların varlığı İbrahim için bir deneme olacağını kanıtlar. Bu deneme İbrahim’in imanı ve umudu için talepkar bir nitelik taşıyor idi; yüreği bir uygulamaya tabi tutulacak ve sabrı denenecek idi. İbrahim Ur ve Harran’ı arkasında bırakmış idi ve Tanrının yüceliğinin ona bildirmiş olduğu ülkeye gelmiş idi ve orada “Kenanlıları” buldu. Ama orada Tanrıyı da buldu. “Ve Rab Avram’a görünerek, ‘bu toprakları senin soyuna vereceğim’ dedi.” İki ifade arasındaki bağlantı güzel ve dokunaklıdır. O günlerde ülkede Kenanlılar yaşıyorlar idi. Ve İbrahim’in gözü o günlerde ülkenin sahibi olan Kenanlılara bakıp korkmasın diye Yehova ona ve soyuna bu ülkeyi sonsuza kadar vereceğini söyledi. Bu nedenle İbrahim Kenanlılara değil Rabbe baktı. Bu tutum bizim için çok gerekli bir dersi ortaya koyar. Ülkede yaşayan Kenanlılar şeytanın gücünün ifadesi idiler. Ama biz bizi mirasımızdan alıkoymak isteyen şeytanın gücü ile meşgul olmak yerine bizi o ülkeye yerleştirecek Mesih’in gücüne bakmalıyız. “Bizler ete ve kana karşı değil kötülüğün göksel yerlerdeki gücüne karşı mücadele veriyoruz.” Çağrılmış olduğumuz bölge tam olarak bir çatışma bölgesidir. Bunun bizi dehşete mi düşürmesi gerekir? Hayır, hiç bir şekilde! Biz orada Mesih’e ve zaferli bir Mesih’e sahibiz ve bizler “Mesih’te galiplerden de üstünüz.” Bu nedenle bir korku ruhuna kapılmak yerine bir tapınma ruhu geliştirmemiz doğru olandır. Ve İbrahim orada kendisine görünen Rabbe bir “sunak” yaptı. Oradan Beytel’in doğusundaki dağlık bölgeye doğru gitti. Ve çadırını batıdaki Beytel ile doğudaki Ay kentinin arasına kurdu. Sunak ve çadır bize İbrahim’in karakteri ile ilgili iki önemli özelliği açıklar. Tanrıya tapınan biri ve dünyada yabancı olan biri! En bereketli özellikler! Yeryüzünde hiç bir şeye sahip olmamak ve sahip olduğumuz her şeye Rab’de sahip olmak. İbrahim ayağını üzerine yerleştireceği fazla bir şeye sahip değil idi. Ama tadını çıkartacağı bir Tanrı var idi ve bu onun için yeterli idi.
Ama yine de iman yanıtlara sahip olduğu gibi denemelere de sahiptir. Koşullar kıyısından dışarı çekilmiş iman adamının denizde iken her şeyin yolunda gideceğini ve kolay bir yolculuk yapacağını düşünmemesi gerekir. Asla, hiç bir şekilde kolay bir yolculuk yapmayacaktır. Dalgalı denizler ve fırtınalı gökler ile karşılaşmaya tekrar tekrar çağrılacaktır. Ama tüm bunların hepsi çok lütufkar bir şekilde şu amaç ile tasarlanmıştır: Tanrıya güvenen bir yürek için Tanrının ne ifade ettiğini daha derin ve daha olgunlaşarak tecrübe edebilmesi! Eğer göklerde her zaman tek bir bulut olmasa ve deniz bir göl kadar sakin olsa imanlı ilişkide olduğu Tanrıyı daha yakından tanıyamaz. Ama ne yazık ki biz yüreğin Tanrının esenliği yerine koşulların esenliğine eğilim gösterdiğini biliriz. Her şey güzel ve sakin bir şekilde devam ettiği zaman – malımız mülkümüz güvende iken, işimizde para kazanır ve başarılı olur iken, çocuklarımız ve hizmetkarlarımız bize itaat eder iken evimiz rahat ise ve sağlığımız yerinde iken kısaca her şey istediğimiz gibi yolunda gider iken, Tanrının her koşulun üzerinde olan esenliğini unutmak gibi bir hata yapmaya ne kadar da meyilliyizdir. Her koşulun üzerinde olan bu esenlik Mesih’in varlığının farkına varmamızdan kaynaklanan esenliktir. Rab bunu bilir ve bu yüzden şu ya da bu şekilde bize gelir ve yuvayı şöyle bir karıştırır, yani eğer O’ndaki yuvamızda esenliği bulmak yerine esenliği koşullarımızda buluyor isek bize gerçeği hatırlatmak için koşullara müdahale eder.
Ama sık sık bir deneme aracılığı ile bir yolun doğruluğunu yargılamaya yönlendiriliriz ya da tersi olur. Bu, büyük bir hatadır. Et ve kan için itaat yolu genellikle çok zordur. İbrahim’in durumunda olduğu gibi, İbrahim Tanrının kendisini çağırmış olduğu yerde yalnızca Kenanlılar ile karşılaşmaya çağrılmamış idi. Ülkede aynı zamanda “bir kıtlık” da vardı. İbrahim’in bu kıtlık yüzünden doğru yerde olmadığı sonucuna mı varması gerekiyor idi? Kesinlikle hayır. Eğer doğru yerde olmadığı sonucuna varsa idi, o zaman o zaman bu, imanın asla yapmayacağı bir şeyi yapmak yani gözler ile görülene göre karara varmak olur idi. Hiç kuşkusuz bu durum yürek için büyük ve zorlu bir deneme idi ve benliğin doğasının açıklayamayacağı bir bulmaca idi. Ama iman için her şey çok basit ve kolay idi. Pavlus Makedonya’ya çağrıldığı zaman yüzleşmesi gereken ilk şey hemen Filipe’deki zindan oldu. Tanrı ile paydaşlık içinde olmayan bir yürek için bu durum tüm göreve vurulan ölümcül bir darbe gibi görünüyor idi. Ama Pavlus konumunun doğru olup olmadığını asla sorgulamadı. Tüm zorlukların ortasında iken yine de her şeyin olması gerektiği gibi olduğundan emin olduğu için “övgü şarkıları” söylemeye güç buldu. Ve Pavlus gerçekten de bulunması gereken yerde idi. Çünkü Filipe’deki zindanda müjdeyi duymamış olan ve Tanrının merhametini göstermek istediği bazı kişiler vardı. Pavlus’un bulunduğu o zindanda daha önce hiç kimse müjdeyi duyurmamış idi. Şeytan bu olayda yine Tanrının seçmiş olduğu kişilerin kulaklarının müjdeyi işitmesi için araç olarak kullanılmış idi.
Şimdi İbrahim’in de bu kıtlık ile ilgili olarak aynı şekilde muhakeme yürütmesi gerekiyor idi. İbrahim tanrının onu yerleştirmiş olduğu tam uygun yerde idi. Ve Tanrının o yerden ayrılması gerektiğine dair bir çağrı almamış olduğu aşikar idi. Evet, orada kıtlığın var olduğu doğru idi ama ayrıca buna ek olarak Mısır ülkesi içinde bulunduğu baskıdan bir kurtuluş sunarcasına önünde durmakta idi. Ama her şeye rağmen Tanrı hizmetkarının yolu yine de açık idi. Eğer öyle olması gerekiyor idi ise Mısır’da lüks içinde yaşamaktansa Kenan’da açlıktan ölmek daha iyi idi. Şeytanın kolay koşullarında olmaktansa Tanrının yolunda acı çekmek çok daha iyidir. Mesih’siz zengin olmaktansa, Mesih ile yoksul olmak daha iyidir. İbrahim’in koyunları develeri ve öküzleri ve daha birçok hayvanı vardı. Kıtlık durumunda doğal benlik ile hareket edecek olan yüreğin adımları Mısır’a gitmek isteyecek idi. Ama, ah! Orada sunak da yok idi- paydaşlık da yok idi. Mısır, Tanrının huzurunun bulunduğu bir ülke ya da yer değil idi. İbrahim oraya gitmek ile kazanacağını umduğundan daha fazlasını kaybetti. Bu her zaman böyle olur. Tanrı ile paydaşlığın yerinin yitirilmesini asla hiç bir şey dolduramaz. Geçici olan bir baskıdan uzak kalmak ve en büyük varlığın çoğalması için doğru yoldan gitmemek asla kazandırmaz. İçimizden kaç kişi böyle bir şeyi kabul edebilir? Tanrının yolu ile bağlantılı olan bir deneme ya da uygulamadan uzak kalmak için kaç kişi hali hazırdaki dünyanın akışı içine kayıp gitmiş ve bu şekilde canlarına zayıflık ve verimsizlik, ağırlık ve hüzün getirmiştir? Genel anlamda konuşacak olur isek, para kazanmış ve varlıklarını büyütmüş olabilirler, dünyanın iyiliklerini elde etmiş ve dünyanın firavunları tarafından ilgi görmüş olabilirler, insanlar arasında bir ün ve bir unvan almış olabilirler, ama tüm bunların hepsi Tanrı’daki sevinç ile eşit olan şeyler midir? Yüreğin paydaşlıktaki özgürlüğü, saf ve suçlamayan bir vicdan, şükreden ve tapınan bir ruh, gayretli tanıklık ve etkin hizmet dünyanın iyilikleri ile kıyaslanabilir mi? Böyle düşünemeyen kişiye ne yazık! Ama yine de tüm yukarda sıralanan dünya bereketleri genellikle bir parça rahatlık, biraz çıkar ve etkinlik ve biraz para için satılmışlardır.
Değerli imanlı okuyucu, dar yoldan gitmeme eğilimimize karşı uyanık kalalım ve güvende olalım ve bazen zor ama yine de her zaman doğru olan yoldan tam yürekten gelen bir itaat ile yürüyelim. “İman ve saf bir vicdan” konusunda gayretli ve özenli olalım çünkü bu değerler ile kıyaslanabilecek başka değerler boştur. Deneme geldiği zaman Mısır’a dönmek yerine Tanrıyı bekleyelim ve böylece deneme bir sürçme fırsatı yaratamasın ve itaat için bir fırsat olduğunu kanıtlamış olsun. Dünyanın yönüne kaymak için ayartıldığımız zaman O’nu hatırlayalım: “Mesih Babamız Tanrının isteğine uyarak bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmak için günahlarımıza karşılık Kendini feda etti.” Galatyalılar 1:4. O’nun bize olan sevgisi işte böylesine büyüktür ve şimdiki dünyanın karakteri de böylesine gerçektir. O, bizi bu dünyadan kurtarmak için Kendini feda etti. O’nun bizi sonsuza kadar kurtarmış olan çarmıhını tekrar dünyaya dönerek inkar edemeyiz. Her Şeye Gücü Yeten Tanrı buna izin vermesin! Ve bizi İsa’yı olduğu gibi görene ve O’nun gibi olana ve sonsuza kadar O’nun ile birlikte oluncaya kadar ellerinde sımsıkı tutsun ve kanatlarının gölgesinde korusun.