ROMALILARA MEKTUPLAR HAKKINDA DERSLER

PARÇA II. TANRISAL TAKDİRE AİT

Tanrının Takdirine Ait yolları ile uyumlu kılınmış Tanrı doğruluğu

Bölümler 9-11

DERS VII

Tanrının geçmişte İsrail’e seçici lütuf ile davranışları

Bölüm 9

Julius Sezar
Julius Sezar

Birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerde yer alan tutsaklık ve mahkumiyet gibi konulardan bizi tamamıyla uzaklaştıran 8.bölümde incelediğimiz ve İsa Mesih ile sonsuz birlikteliğimiz sayesinde kavuştuğumuz görkemli özgürlük ve aklanma konusundan sonra elçi şimdi bizi başka bir konuda inceleme yapmaya yönlendiriyor. Elçi, mektubu yazdığı okurlarının İsa’yı Mesihleri ve Kurtarıcıları olarak kabul etmiş olan dindar Yahudiler olduklarını biliyor idi; ama bu Yahudiler o sıralar, kendi uluslarının,  müjdeye ve diğer uluslardan Rabbe dönmüş olan kişilere karşı sergiledikleri sert davranışlar nedeni ile büyük bir şaşkınlık ve zihin karışıklığı yaşıyorlar idi. Peygamberlerin, Tanrının diğer ulusların arasında büyük bir iş yapacağını önceden bildirmişler idi ama onlar her zaman şu düşünceye alışmışlar idi; bu büyük iş, İsrail’in tam yenilenmesi ve bereketlenmesi ile ilgili olmalı idi. Ve bu bereket kaynağı İsrail’den çıkıp diğer insanlara akmalı idi. İsrail, filiz vermeli, çiçek açmalı ve tüm yeryüzünü ürün ile doldurmalı idi. Diğer uluslardan olan kişiler İsrail’in ışığına gelmeli ve mutluluklarını ona bağımlı olmakta bulmalıydılar. Şimdi ise beklentileri için temel aldıkları tüm peygamberlikler yerine gelmemiş gibi görünüyorlar idi. Pavlus onların, eski antlaşma ile bağlantısı olan hakları ile ilgili teslimiyetlerinden ayrı olarak, onlara diğer uluslardan olan her yerdeki kişilere de verilmiş özgür lütuf hakkındaki duyurusunu nasıl kabul ettirecek idi? Elçi, şimdi bizi meşgul edecek olan üç bölüm içinde bu konuyu açıklamaya ağırlık verir ve çok usta bir şekilde Tanrının doğruluğunun, O’nun takdirini belirten yolları ile uyum içinde olduğunu gösterir. Mektubun bu bölümü üç ana kısma ayrılabilir. 9.bölüm bize, Tanrının geçmişteki davranışları ile İsrail’e seçici lütuf vermiş olduğunu açıklar. 10.bölüm, Tanrının hali hazırda İsrail’e yöneten disiplin ile davranmasını ve 11.bölümde ise Tanrının gelecekte peygamberlik bildiren kutsal yazıların yerine getirilmesi konusunda İsrail’e davranışlarını içermektedir.

O zaman şimdi Kutsal kitaplarımızda Romalılar mektubunun 9.bölümünü açalım: elçinin ilk ayetlerde dile getirdiği soydaşları olan İsrailli kardeşleri için beslediği içten duygulara karşı kim kayıtsız kalabilir? Yüreğinde onlar için dinmeyen bir keder ve büyük bir acı duyuyor ve onları ne kadar çok sevdiğini ısrar ile belirtiyor. Yazdıklarından anlıyoruz ki, onları Pavlus’un sevdiği kadar çok seven bir insan olamaz. Soydaşları belki de Pavlus’un diğer uluslara olan müjdeleme görevi nedeni ile onun kendilerine yabancı olduğunu düşündüler. Ama hem burada hem de Elçilerin İşleri kitabının sonlarına doğru olan kısımda, elçinin, diğer uluslardan olanlara verdiği elçilik görevi, kendisi için çok büyük önem taşımasına rağmen, yüreğinde her zaman kendi soydaşlarına ulaşmak ve onlara tanıklık etmek gibi dinmek bilmeyen bir arzunun mevcudiyeti aşikar idi. Pavlus’un görevi her zaman önce Yahudiler’e ve ondan sonra Greklere idi.

Dindar kişiler ve din bilginleri arasında 3.ayetin tam anlamı hakkında farklı bir görüş bulunur: Pavlus: “Kardeşlerimin, soydaşlarım olan İsraillilerin yerine ben kendim lanetlenip Mesih’ten uzaklaştırılmayı dilerdim” diyebilmiştir. Bu ifadenin tam anlamı nedir? Eğer mümkün olsa idi Pavlus gerçekten böyle bir duruma boyun eğmeye istekli miydi? Ya da bu sözleri ile yalnızca şunu mu söylemek istemektedir? “en büyük gayreti gösteren bir Yahudi’nin duygularını çok iyi anlıyorum; ancak böyle bir gayret yanlıştır ve Mesih’in çarmıhını hiçe sayar. Çünkü ben de bir zamanlar, soydaşlarım olan kardeşlerimle aynı düşünceye sahip olarak ile İsa Mesih’e ve O’na iman edenlere tüm gücüm ile karşı koymaktaydım.” Eğer Pavlus’un burada söylemiş olabileceğini düşündüğümüz son sözlerini kabul edecek olur isek 3.ayette, onun iman etmemiş bir Yahudi olarak yalnızca duygularının yoğunluğunu ifade etmek istemiş olduğunu anlarız. Eğer hali hazırdaki ders veren kişinin yaptığı gibi ilk açıklamayı kabul edecek olur isek o zaman onu Musa ile aynı platforma koymuş oluruz; Musa’nın buna benzer feryadı şöyle idi: “Lütfen onların günahlarını bağışla, yoksa yazdığın kitaptan adımı sil!” Ancak, sonuç olarak hangi görüşü kabul eder isek edelim, yazdıklarını okuduğumuz zaman, onun, halkına olan ilgisinin ne kadar yoğun olduğunu görürüz.

Pavlus, 4 ve 5. ayetlerde, İsrail’e ait olan büyük bereketleri sıralar. “evlatlığa kabul edilenler ve O’nun yüceliğini görenler, İsraillilerdir. Antlaşmalar, buyrulan kutsal yasa, tapınma düzeni ve vaatler onlarındır. Büyük atalar, onların atalarıdır. Mesih de bedence onlardandır. O, her şeyin üzerinde hüküm süren, sonsuza dek övülecek Tanrıdır. Amin!”

Şimdi bu bereketleri bir düzen içinde gözden geçirelim:

Birinci olarak: Evlatlığa kabul edilenler. Tanrı, İsrail ulusuna Oğlu olarak sahip olmuş idi. Burada sözü edilen, Yeni Antlaşma’da Efesliler mektubunda ve kısa bir süre önce Romalılar 8.bölümde gözden geçirdiğimiz evlatlığa bireysel bir kabul ediliş değildir. Aslında buradaki evlatlığa kabul edilme konusu kesinlikle bireysel olmayıp, ulusaldır. Tanrı İsrail hakkında şu sözleri söyleyebildi:” Oğlumu Mısır’dan çıkması için çağırdım;” ve yine başka bir yerde şu sözleri okuruz: “Yeryüzündeki bütün halklar arasından yalnız sizi tanıdım.” İsrailliler Tanrıya aittiler ve Tanrı onlara bu şekilde sahip idi.

İkinci olarak: Yücelik. Yücelik, sergilenen bir üstünlüktür. Ve Tanrı, İsrailliler aracılığı ile yüce Adının üstünlüğünü sergileyecek idi. İsrailliler, Tanrının tanıkları idiler.

Üçüncü olarak: Antlaşmalar. Tüm antlaşmaların İsrail ile yapılmış olduklarına dikkat edin: İbrahim ile yaptığı antlaşma, Musa ile yaptığı antlaşma, Davut ile yaptığı antlaşma ve yeni antlaşma. Tüm antlaşmalar İsraillilere ait idi. Diğer uluslardan olan imanlılar, yeni antlaşmanın bereketleri altına girerler çünkü yeni antlaşma bir saf lütuf antlaşmasıdır. Ama Tanrı, peygamber aracılığı ile, “Senin ile yeni bir antlaşma yapacağım” dediği zaman, aklında İsrail ve Yahuda var idi. Rabbimiz, kendisini anmamız için yapmamızı istediği sofrasından söz eder iken:” Bu kase, günahlarınız uğruna akıttığım kanım ile gerçekleşen yeni antlaşmadır” dedi. Antlaşmanın kanı daha önce dökülmüş idi ama yeni antlaşma sonsuza kadar yersel halk ile kalacak olmasına rağmen henüz yürürlüğe girmemiş idi. Bu arada diğer uluslardan olan kurtarılmış imanlılar bu antlaşmanın tüm ruhsal bereketleri altına girerler ve eski antlaşma peygamberlerinin bekleyebileceklerinden çok daha fazlası olan tüm diğer bereketlere de sahip olurlar.

Dördüncü olarak: Yasanın verilmesi. Yasanın İsrail’e verilmiş olduğunu daha önce görmüş idik. Yasanın kendisi İsrail’e hitaben verilmiş idi. Yasa kendilerine bildirildiği zaman, tüm insanların onun sağlayışından sorumlu tutulacak olmalarına rağmen, yasa asla diğer uluslardan olanlara verilmemiş idi.

Beşinci olarak: Törensel hizmet. Tanrı, hem buluşma çadırı hem de eski tapınak ile bağlantılı olan harika bir anlama ve harika bir güzelliğe sahip törensel bir hizmet düzenledi. Ancak bu düzende, Tanrının kilisesine ait hiç bir törensel uygulama ima edilmiyor idi. Aslına bakılacak olur ise Koloseliler mektubunda 2.bölümde bu tür törensel uygulamalara karşı uyarı yer alır.

Altıncı olarak: Vaatler. Vaatlerin referansı, krallık çağındaki Mesih egemenliği altındaki geçici bereketler ile ilgilidir.

Yedinci olarak: Atalar, yani, İbrahim, İshak ve Yakup, bu kişiler yersel halka ait idiler. Göksel halk, danışacağı bir soy kuşağına sahip değil idi. Onlar yersel soy kuşağından tamamen kesilip atılmışlar idi. Kilise, dünyanın başlangıcından önce Mesih’te seçilmiş idi. Ama İsrail’de ataların soylarını görmekteyiz; bölümde devam ettikçe göreceğimiz gibi yine de bu ataların hepsi benliğe göre İsrail olan İsraillilerden sayılmamaktadırlar.

Yersel Yahudi ulusundan Mesih geldi; bir bakireden doğdu – O, gerçek et ve kandan olan bir bedenden gerçek insan idi ve rasyonel bir ruh ve cana sahip idi. Ama yine de her şeye rağmen kişiliğindeki gizem ile ilgili olarak her şeyin üstünde sonsuza kadar bereketlenmiş olan Tanrı idi.

Tanrının İsrail’e olan vaatlerine güvenen sadık bir Yahudi için bu vaatler büyük ölçüde başarısızlığa uğramış gibi görünüyor idi. Aksi takdirde İsrail neden ulus olarak bir kenara bırakılsın ve bereket yerinde neden diğer uluslardan olanlar geçsinler? Ama elçi şimdi, Tanrının her zaman egemen lütuf ilkesi ile hareket ettiğini göstermek için sözlerine devam eder. İsrail’in tadını çıkardığı tüm özel ayrıcalıkların kaynağı bu lütuf ilkesi idi. Tanrı İsrail’i diğer ulusların arasından seçmiş olduğu bir halk olarak çıkardı ve Kendisi için ayırdı. Ama Tanrı düşüncesinde her zaman vaat halkı olarak, yukardan ya da yeniden doğmuş olan bir halk planlamış idi. Tanrı, İsrail’in kanından doğmuş olan herkesi İsrail’e ait olarak görmüyor idi. Çünkü Tanrının vaat çocukları İbrahim’in doğal tohumundan gelmeyecekler idi. Tanrı, seçici lütfu ile İbrahim’e şöyle demiş idi: “Senin soyun İshak ile sürecek.” Tanrı, planı için et ve kandan doğan bir insan olan İsmail’i seçmemiş idi. Tanrı vaat çocuğu olarak doğumu bir mucize ile gerçekleşmiş olan İshak’ı seçmiş idi. Ve böyle yapmak ile şu ilkesinin örneğini vermiş oldu: “Et ve kandan olanlar, Tanrının çocukları değildirler. Vaatler İbrahim’e ve soyundan Olan’a verildi. Soyundan olan derken, tek bir kişi, yani Mesih kast edilir.” Günümüzde Tanrının evrensel babalığından ve insan kardeşliğinden söz ederek yüksek ses ile övünüp kibirlenen kişiler için bu gerçek ne kadar da sersemletici bir darbedir! Bize çok kesin olarak söylendiği gibi, et ve kandan doğan çocuklar, Tanrının çocukları değildirler. Ve burada vurgulamış olduğumuz bu gerçek, Rabbimizin kendisi tarafından Nikodemus’a da ilan edilmiştir: “Bir insan yeniden doğmadıkça Tanrının Egemenliğini göremez.”

İshak, vaat çocuğu idi. Tanrı şöyle demiş idi: “Gelecek yıl bu zamanda geleceğim ve Sara’nın bir oğlu olacak.” Doğal açıdan bakıldığı zaman, bu vaadin yerine getirilmesi imkansız görünüyor idi ama Tanrı diriliş gücü ile çalıştı ve İshak’ın anne ve babasının ölüden farksız bedenlerini canlandırdı ve vaadini yerine getirdi.

Daha sonra yine, İshak ve Rebeka’nın çocukları konusunda aynı seçici lütuf ilkesinin örnek olarak verildiğini görmekteyiz. Bize şu sözler söylenir:

“Çocuklar henüz doğmamış, iyi ya da kötü bir şey yapmamış iken, Tanrı Rebeka’ya, ‘büyüğü küçüğüne kulluk edecek’ dedi. Öyle ki, Tanrının seçim yapmaktaki amacı, yapılan işlere değil, kendi çağrısına dayanarak sürsün. Yazılmış olduğu gibi, ‘Yakup’u sevdim, Esav’dan ise nefret ettim.’” (ayetler 11-13)

Bu ayetler ile ilgili olarak ne kadar gereksiz ve ne kadar müthiş çatışma savaşları sürmüştür! Oysa bu ayetler, Tanrının ilahi takdirinin ışığında bakıldıkları takdirde nasıl da net ve basittirler. Bu ayetlerde cennet ya da cehennem için önceden belirlenmiş olmak gibi bir konudan söz edilmez. Aslında bu bölümde sonsuz konular hakkında belirgin bir şey de yazılı değildir. Ama elbette bu ayetler yine de Tanrı tarafından verilmiş olan ayrıcalıkların kullanılmasının ya da yanlış kullanılmasının sonucu olarak doğal bir şekilde sıralarını izlerler. Ancak bize, ne burada ne de başka bir yerde söylenen sözler şunlar değildir: Tanrının amacı, çocuklar doğmadan önce, birini cennete ve diğerini cehenneme göndermek değil idi; ya da tüm kötü işlerine rağmen birini lütuf aracılığı ile kurtarmak ve diğerini tüm yalvarmalarına rağmen mahkum etmek değil idi. Buradaki konunun anlamı, burada, yeryüzündeki ayrıcalık ile ilgilidir. Tanrının amacı, İsrail ulusunun basının Yakup olması idi ve vaat edilen Tohum olan Rabbimiz İsa Mesih’in onun aracılığı ile dünyaya gelmesi gerekiyor idi. Tanrı aynı zamanda Esav’ın bir çöl adamı olması gerektiğini önceden belirlemiş idi –Esav göçebe bir ulusun babası olacak idi; ve Edomlular her zaman çölde yaşamışlardır. Tüm bunlar doğumdan önceki şu buyruğun içinde yer alıyor idi: “Büyüğü küçüğüne kulluk edecek.” Burada dikkat etmemiz gereken, bu sözlerin çocuklar henüz doğmamış iken ve iyi ya da kötü hiç bir şey yapmamış iken söylenmiş olmasıdır. “Yakup’u sevdim, Esav’dan ise nefret ettim.” Bu sözler, eski antlaşmanın en son kitabından alıntı olarak aktarılmıştır. Malaki 1:2,3 ayetlerinde yazılıdırlar. Bu sözleri okuyalım:

“Rab, ‘sizi sevdim’ diyor. Oysa siz, ‘bizi nasıl sevdin?’ diye soruyorsunuz. Rab, “Esav, Yakup’un ağabeyi değil mi?” diye karşılık veriyor. ‘Ben Yakup’u sevdim, Esav’dan ise nefret ettim.’ Dağlarını viraneye çevirdim, yurdunu kırın çakallarına verdim.”

Sorunun içinde yer alan konuları gözden geçirelim: - Tanrı, Yakup’un oğullarından Kendisine hizmet ve itaat etmelerini istiyor. Ve onların itaat etmesini istemesinin iki nedeni var: Birincisi, Tanrı, onların Yaratıcısıdır ve ikinci neden ise, Tanrı onlara ayrıcalıklar ve yersel bereketler vermiştir. Kıyaslama yaparak söyleyecek olur isem, Tanrı Yakup’u sevdi ve Esav’dan nefret etti. Yani, Yakup’a bol sulu, verimli, durumunu rahatlatan güzel bir ülke verdi; Tanrı aynı zamanda onlara, onları yönetmek için kutsal bir yasa, çobanlar ve çoban krallar ve onlara bilgi edinmeleri için peygamberler verdi. Yüreklerini tapınma ve övgüye yönlendirecek olan tam ve etkili bir tören sistemi sağladı. Tüm bunların hiç biri Edom’a verilmedi. Edomlular, çöl çocukları idiler. Onlara bir kez bile bir peygamber gönderildiğini okumayız; oysa Tanrı hakkında az da olsa bilgi sahibi olmaları kendilerinden esirgenmemiş idi. Esav, anne ve babasının ağzından eğitim aldı ve öğrendi ama ilk oğulluk hakkını ekmek ve mercimek çorbası için sattı, böylece ilk oğulluk hakkını küçümsemiş oldu. Ve Esav’ın soyu her zaman aynı bağımsız yasa ruhu ile karakterize edilmiştir. Yazgısal olarak Yakup sevildi ve Esav’dan nefret edildi. Bu tür bir birey için referans yoktur. “Tanrı dünyayı çok sevdi” ve bu yüzden Yakup ya da Esav’ın her çocuğu için kurtuluş sağlanmıştır. Ancak hiç kimse Yakup ve soyunun, Esav ve onun çocuklarının hiç bilmedikleri bir şekilde hem yersel hem de ruhsal ayrıcalıkların tadını çıkardıkları ile ilgili gerçeği inkar edemez. O halde Tanrı, uluslar arasında ayırım yaptığı için adil davranmamış mı oluyor? Örneğin, Tanrı günümüzde, orta Afrika ve iç güney Amerika’da yaşayan nüfusun hiç bir zaman tanımadığı ayrıcalıkları kuzey Avrupa ve Amerika’da yaşayan kişilere verdiği için adaletsiz midir? Kesinlikle hayır. Tanrı egemendir. O, ulusların insanlarını yeryüzüne Kendisine uygun görünen şekilde dağıtır. Ve bir ulusu özel bir şekilde ele alıp diğerini es geçmesine rağmen bu, hiç bir zaman herhangi bir ulusta yaşayan herhangi bir bireyin tövbe ederek Tanrıya dönmesine engel teşkil etmez. Ve eğer güneşin altındaki herhangi bir yerdeki herhangi biri hangi koşullar içinde bulunur ise bulunsun, Tanrı hakkındaki bilgisizliği ne kadar büyük olur ise olsun günahını itiraf eder ve merhamet görmek için feryat eder iseşu ayetin hatırlanması yeterli olacaktır: “Rabbin adını çağıran herkes kurtulacak.”

Pavlus, Tanrının, Musa’ya söylemiş olduğu sözden alıntı yapar: “Merhamet ettiğime merhamet edecek ve acıdığıma acıyacağım.”

Burada dikkat etmemiz gereken, ifadede herhangi bir olumsuzluğa yer verilmeyişidir. Tanrı, “Suçlayacağımı suçlayacağım ya da cezalandıracağımı sonsuz yıkım ile cezalandıracağım” demez. Tanrının zihninde bu tür düşüncelere yer yoktur. O, “günahkarın ölümünden hoşlanmaz, herkesin O’na dönüp yaşamasından hoşlanır.” Musa’ya bu sözler ne zaman söylendi? Mısır’dan Çıkış 33:19 ayetine geri dönelim ve bakalım. Tüm bölümü okuyun ve Tanrının bu sözleri ne zaman söylediğine dikkat edin. İsrail, yasa temelinde bereket elde etmek ile ilgili tüm talebini kaybetmiş idi. Altından bir buzağı yapmışlar ve onun önünde yere kapanmışlar idi. Oysa Musa, o sırada, antlaşma tabletlerini almak için dağa çıkmış idi. Böylelikle İsrail yasa daha ordugaha gelmeden önce yasanın ilk iki buyruğunu ihlal etmiş idi. Oysa İsrail, bu olaydan birkaç gün önce şu beyanda bulunmuş idi: “Rabbin söylediği her şeyi yapacağız ve itaat edeceğiz. Tanrı bu yüzden onları yeryüzünden silecek idi ama aracı olan Musa Tanrının önünde İsrail halkı için yalvardı. Hatta görmüş olduğumuz gibi, Rabbin şiddetli öfkesinin yok olmasını sağladığı takdirde, Tanrıya, İsrail halkının yerine ölmeyi bile teklif etti. Ama şimdi egemen lütfun harikalarına göz atmanın zamanı geldi: Tanrı, yargı konusunda Kendi haklarını kullandı. Ve bu neden ile şu sözleri söyledi: “Lütufkar davranacağıma lütufkar davranacağım ve merhamet göstereceğime merhamet göstereceğim.” Tanrı, İsrail halkını esirgedi ve böylece onlara lütfu ile ilgili harika bir tanıklık etmiş oldu. Bu egemen lütuf olmamış olsa idi hiç kimse hiç bir zaman kurtulamaz idi. Çünkü tüm insanlar günah nedeni ile yaşam haklarını yitirmişler idi. Ulus olarak İsrail tüm bereketlerini Tanrının merhametine ve şefkatine borçlu idi. Eğer onların doğruluğu söz konusu olmuş olsa idi, yaşayanlar diyarından kesilip atılırlar idi. Eğer şimdi Tanrı diğer ulusları ele alıp onlara merhamet göstermekten hoşnut kaldı ise İsrail şikayet etmek için hangi temele sahip olabilir idi?

Elçi, bu yüzden daha sonra şu açıklamada bulunur: “Demek ki bu, insanın isteğine ya da çabasına değil, Tanrının merhametine bağlıdır.” Tanrı, insanın isteğini bir kenara bırakmamaktadır; elçi, doğruluk yolunda yürümenin insana hiçbir sorumluluk vermediğini beyan etmiyor ama Tanrının egemen merhameti olmaksızın hiç bir insanın kurtulamayacağını ya da O’nun buyruklarının yolunda yürüyemeyeceğini beyan ediyor.

Pavlus daha sonra firavundan söz etmeye başlar çünkü aşikar olan şey şudur: bir insan Tanrının bazı kişileri yıkımın eline bıraktığı ve günahlarının içinde mahvolmaya terk ettiği gerçeğinin farkına varmadan, daha önceden sergilenmiş olan gerçeği mantık açısından kabul edemez. Firavun diğer uluslardan olan biri idi. Ve İsrail’e büyük baskı yapıyor idi. Tanrı, firavuna, Kendisine boyun eğmesini söylemeleri için hizmetkarlarını gönderdi. Firavun gururlu davrandı ve Tanrının gücünü ve egemenliğini kabul etmedi, “Rab kim oluyor ki, benim O’na itaat etmem gereksin?” diyerek yüreğini nasırlaştırdı ve küstahlık etti. En Yüce Olan’a meydan okumaya cesaret etti ve Tanrı, firavunun bu meydan okumasına razı oldu. Tanrı, firavuna şöyle dedi:

“Gücümü senin aracılığın ile göstermek ve adımı bütün dünyada duyurmak için seni yükselttim.”

Tanrı burada çaresiz bir bebekten söz etmiyor. Söylediği sözlerin firavunun doğumu ile ilgisi yok; Tanrı, firavunun kendisinden sonra gelecek olan kuşaklara Tanrıya karşı savaşmanın bir ahmaklık olduğuna dair bir örnek teşkil etsin diye onun dünyadaki üstün konumu üzerinde Kendisinin eşsiz gücünü göstermeyi planladı. Greklerin bir özdeyişi vardır: tanrılar birini yıkıp yok etmek istedikleri zaman onu önce çılgın bir hale getirirler.” Bu putperestlerin bile uyguladıkları bir ilke idi. Aynı ilkenin hala uygulandığını görürüz: bir İskender, bir Sezar, bir Napolyon ve bir İmparator insan hırsının en yüksek derecesine tırmanmalarına izin verilmiş kişilerdir. Ancak sonunda hepsi de en dibe düşmüşlerdir.

Ve böylece Tanrı, merhamet ettiğine merhamet edeceğini ve istediği kişinin yüreğini nasırlaştıracağını sergiler. Tanrı, evrenin ahlak yöneticisidir ve her şeyi Kendi iradesinin planlarına uygun olarak işler. “O’nun elini durduracak ve O’na ne yapıyorsun diyecek hiç kimse yoktur.” Eğer insanlar En yüce Olan’ın planlarına karşı gelmeye kalkarlar ise o zaman O’nun adil gazabını tecrübe etmek zorunda kalırlar.

Elçi, 19.ayetten başlayan ve bölümün sonuna kadar devam eden kısımda bu gerçeğe itiraz eden birinden gelebilecek şu olası soruları, sorular gelmeden önce kendisi sorar: “Şimdi bana, ’öyle ise Tanrı insanı neden hala suçlu buluyor? O’nun isteğine kim karşı gelebilir?’ diyeceksin.” Kaderci bir kişinin bu konuda şöyle bir itirazı olacaktır: “Tamam, peki, söylediğin sözleri kabul ettiğim takdirde o zaman Tanrının buyruklarına karşı gelinmez ve ben bu durumda, O’nun isteği ile harekete geçirilen ve kesinlikle hiç bir sorumluluğa sahip olmayan bir robottan farksız olmaz mıyım? Tanrı neden hata bulur? Tanrının Kendisinin yön verdiği ve O’nun isteğinden asla dışarı çıkmayan bir yaratık hangi temele dayanarak yargılanabilir? Tanrının isteğine karşı direnmek imkansızdır. O zaman bu duruma ahlak sorumluluğu hangi noktada dahil olur?”

Tanrısal Egemenlik öğretişine karşı gelen bu itirazlar çok eskilerden beri mevcuttur. Ama elçinin daha önceden söylediği sözler, bu itirazların kökünü kurutur. Ayrıcalığa sahip olan Yahudi, kendisinin üzerine boca edilmiş bereketleri takdir etme konusunda tam bir başarısızlığa uğrayabilir ve bu neden ile tanrısal mahkumiyet altına girebilir. Öte yandan uygarlığın ve aydınlanmanın tüm bereketlerinden yoksun olan bilgisiz bir barbar, her şeye rağmen yine de onu Tanrının huzuruna yönlendirecek olan deneyimli bir vicdana sahiptir. “Ey insan, sen kimsin ki, Tanrıya karşılık veriyorsun? Kendisine biçim verilen, biçim verene, ‘beni niçin böyle yaptın?’ der mi? Ya da çömlekçinin, aynı kil yığınından bir kabı onurlu iş için ve ötekini bayağı iş için yapmaya hakkı yok mu?” Elbette ki, kilden kaplar yapacak zekaya sahip olan birinin yaptığı kaplara kendi istediği şekli ya da büyüklüğü vermeye veya kabın kullanım amacını belirlemeye hakkı vardır. Kil yığınından aldığı bir parça ile insanların bakınca hayran kalacakları onurlu bir kap yapabileceği gibi, bir başka kil parçasından hiç bir güzellik ya da çekiciliği olmayan sıradan bir kap da yapabilir. Eğer her şeye Biçim Veren Tanrı, hem öfkesini hem de gücünü göstermeye istekli ise ve bunu ister iken gazabına hedef olup mahvolmaya hazırlananlara büyük sabır ile katlandı ise, ne diyelim? Yüceltmek üzere önceden hazırlayıp merhamet ettiklerine yüceliğinin zenginliğini göstermek için bunu yaptı ise, ne diyelim? Ve bu tür merhamet kapları, doğuştan Yahudi ya da aynı zamanda diğer uluslardan olan kişiler olabilirler. Eski Antlaşmanın hemen her bölümünde belirtilen, Tanrının insanlar ile ilgili uyguladığı bu yolların yeni yollar olmadığıdır ve peygamberler İsrail’in bir kenara bırakılıp diğer uluslardan olan kişilere öncelik verileceğini bildirmişlerdir. Hoşea Tanrının şu sözlerine tanıklık etmiştir: “Halkım olmayana halkım ve sevgili olmayana sevgili diyeceğim. Kendilerine, ‘siz halkım değilsiniz’ denilen yerde, yaşayan Tanrının çocukları diye adlandırılacaklar.” İsrail! Tanrının halkı olarak çağırıldığı ünvanını tamamen yitirdi. İsrail, hali hazırdaki dağıtılması sırasında lütuf, diğer uluslardan olanlara ulaştı ve İsrail bir ulus olarak bir kenara bırakıldı; şimdi yavaş yavaş diğer uluslara gösterilen lütuf, İsrail’e bir gün tekrar gösterilecek. Ve onlar bir kez daha yaşayan Tanrının çocukları olarak çağrılacaklar. Yeşaya, İsrail çocuklarının sayılarının denizin kumu kadar çok olacağına dair peygamberlik etmesine rağmen, yine de onlardan geriye kalan az bir bakiye kurtarılacak ve o gün Tanrı yeryüzü üzerinde yargısını infaz ettiği zaman Rabbin öfkesi görülmüş olacak. Aynı peygamber, halkın günahını vadideki kentlerin günahı olarak gördü ve şu beyanda bulundu: “İsrailoğullarının sayısı, denizin kumu kadar çok olsa da ancak pek azı kurtulacak, çünkü Rab yeryüzündeki yargılama işini tez yapıp bitirecek. Her Şeye Egemen Rab soyumuzu sürdürecek birkaç kişiyi sağ bırakmamış olsa idi Sodom gibi olur ve Gomoro’ya benzerdik.”

Bu durumdan hangi sonuç çıkmaktadır? Çok basit; doğru olmayan diğer uluslar lütuf aracılığı ile imandan gelen bir aklanmaya kavuştular. Uluslar aklanma peşinde değiller idi. Ama Tanrı, doğruluğu ile onların ardından gitti ve onlara Müjdesini bildirdi, öyle ki onlar iman etsinler ve kurtulsunlar. Öte yandan aklanmak için yasanın ardından giden İsrail ise yasayı yerine getirmeyi başaramadığı için diğer uluslardan daha suçlu duruma düştü çünkü iman ile değil iyi işler ile aklanmaya çalıştı ve sürçme taşında sürçtü.

İsrail neden aklanmaya kavuşamadı? Çünkü aklanmanın yalnızca iman ile elde edilebileceği gerçeğinin farkına varma konusunda başarısız oldular ve hiç kimsenin kendi gücü ile o kutsal ve mükemmel yasayı asla yerine getirmeyeceğini kavrayamadılar. Tanrı, tüm mükemmelliği ile beden alan Kendi Oğlunu dünyaya gönderdiği zaman, O, yasayı kusursuz bir şekilde yerine getirdi, ama İsrail O’nu tanımadı; zaferli bir dünyasal kral bekledikleri için alçakgönüllü bir Mesih’in sürçme taşı üzerinde sürçtüler. Kendileri için Tanrı doğruluğunu sağlayacak bir Kişi’ye ihtiyaç duyduklarını fark edemediler, çünkü imanları eksik idi. Ve böylece, Tanrının Oğlunu mahkum etmek ile kutsal yazıları yerine getirmiş oldular. Ama her şeye rağmen yine de İsa iman aracılığı ile bireysel olarak nerede kabul edilir ise edilsin İsrail, ulus olarak sendelemiş ve düşmüş olmasına rağmen Kendisine güvenen her canı kurtarır. Bu gerçeğin yazılı olduğu kutsal yazıları okuyalım: “İşte, Siyon’a bir sürçme taşı, bir tökezleme kayası koyuyorum. O’na iman eden utandırılmayacak.” Mesih, ilk gelişinde lütuf ile geldi ve İsrail O’nu reddetti. Ama, “bina edenlerin reddettiği taş, köşe Taşı yapıldı.” Mesih tekrar geldiği zaman ulusların üzerine yargı ile düşen bir taş olacaktır, oysa İsrail o zaman tövbe edecek ve yeniden doğarak O’nun Köşe Taşı olduğunu anlayacaktır.