March 2013

31 Ağustos

“ama benim için kazanç olan her şeyi Mesih uğruna zarar saydım.
Dahası var; uğruna her şeyi yitirdiğim Rabbim İsa Mesih’i tanımanın üstün değeri
yanında her şeyi zarar sayıyorum, süprüntü sayıyorum, öyle ki Mesih’i kazanayım.”
 (Filipeliler 3:7,8)

Bir imanlı Mesih uğruna büyük fedakarlıkta bulunduğunda bu her zaman ziyadesi ile iyidir. Armağanlarının kendisine varlık ve ün getirdiği ama yine de tanrısal çağrıya itaat ederek itaatini sürdüren ve bunları Kurtarıcının ayaklarına bırakan bir kişi düşünelim. Ya da sesi sayesinde kendisine dünyanın en büyük konser salonlarının kapılarının açıldığı bir kadını akla getirelim. Ama bu kadın şimdi bir başka dünya için yaşaması gerektiğini hissetmektedir, bu nedenle Mesih’i izlemek için müzik kariyerinden vazgeçer. Ne olur ise olsun, hiçbir şey ile kıyaslanamaz bir değer olan Mesih’i kazanmanın yanında yersel ün ya da zenginliğin ne önemi olabilir?

Ian MacPherson şu soruyu sorar: “Armağanlar ile yüklü bir insanın tüm bunları hissizce ve hayranlık içinde Kurtarıcının ayaklarının dibine bırakmasından daha etkileyici bir görünüm nerede olabilir? Ve ayrıca zaten bu armağanlar olmaları gereken yerde değil midirler? Yaşlı bilge bir Gal’li imanlının şu sözlerine kulak verelim: ‘İbranice, Grekçe ve Latince kendi yerlerinde bir arada çok itidirler; ama onların yerleri, Pilatus’un onları koyduğu yer değildir; yani onların İsa’nın başına değil, ayaklarının dibine konulmaları gerekirdi.”

Elçi Pavlus zenginliği, kültürü ve dini konumu bıraktı ve onları Mesih uğruna zarar saydı. Jowett şu yorumu yapar: “Elçi Pavlus aristokratik mülkiyetlerini büyük kazançlar olarak düşündüğü zaman, Rabbi asla görmemiş idi; ama ‘Rabbin yüceliği’ onun şaşkın gözleri üzerinde parladığı zaman, tüm bunların hepsi gölgede kaldı ve hatta yok oldular. Ve Rabbin ihtişamında değerlerini kaybedenler ve elçinin ellerinde süprüntü olarak nitelendirdiği şeyler yalnızca daha önceki kazançları değil idi; elçi artık onları düşünmüyordu bile. Bir zamanlar en üstün ve en kutsal olarak düşündüğü şeyler elçinin zihninden tamamen silinmişler idi.”

Ne gariptir ki, bir kişi Mesih’i izlemek için her şeyinden vazgeçtiği zaman, bazı kişiler onun aklını yitirdiğini düşünürler. Bazı kişiler ise bu tutum karşısında şok geçirirler ve neden böyle davrandığını bir türlü kavrayamazlar. Bazıları bu duruma üzülür ve farklı yönler teklif ederler. Bazıları ise mantık ve sağduyu temelinde tartışırlar. Böyle bir durumu çok az kişi onaylar ve derinden sarsılırlar. Ama bir kişi iman ile yürüyor ise, diğer kişilerin düşüncelerini uygun bir şekilde takdir edecek güce sahiptir.

C.T.Studd yaşamını görevli hizmetine adamak için özel servetinden ve değerli evinden vazgeçti. John Nelson Darby müjdeyi yaymak, öğretmen ve Tanrının peygamberi olmak için harika bir kariyere sırtını çevirdi. Ekvator’daki beş şehit Auca kabilesine Mesih’i götürmek için Amerika Birleşik Devletlerinin refahını ve materyalizmini terk ettiler.

İnsanlar bunun çok büyük bir fedakarlık olduğunu söylediler, ama bu bir fedakarlık değildir. Biri, Hudson Taylor’ın Mesih için yaptığı fedakarlıkları yorumlamaya çalıştığı zaman şöyle dedi: “Ben, yaşamımda asla bir fedakarlık yapmadım.” Ve Darby şöyle dedi: “Reddetmekten vazgeçmek, büyük bir fedakarlık değildir.”

1 Eylül

“Ellinci yılı kutsal ayacak, bütün ülke halkı için özgürlük ilan edeceksiniz.
O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına ve ailesine dönecek.”  (Levililer 25:10)

İsrail’in takvimindeki her ellinci yıl özgürlük yılı olarak bilinirdi. O yıl ekilmeyecek, ürünün ardından süren biçilmeyecek, budanmamış asmanın ürünleri toplanmayacaktı. Özgürlük yılında herkes kendi toprağına dönecekti. Köleler özgür bırakılacaktı. Özgürlük yılı, sevinçli bir özgürlük, lütuf, kurtuluş ve dinlenme yılı idi.

Biri bir tarla satın aldığı zaman, özgürlük yılının yakınlığını hesaba katmak zorunda idi. Örneğin, toprak, eğer bir sonraki özgürlük yılından önce kırk beş yıllık bir zaman var ise, daha da değerli hale gelecekti. Ama eğer özgürlük yılına yalnızca bir yıl kaldığı takdirde, tarlanın satın alınması açısından hemen hemen hiç bir değeri kalmamış olacaktı. Tarlayı satın alan kişi yalnızca bir ürün toplayabilirdi.

Bu gün, imanlılara göre Rabbin gelişinin özgürlük yılına denk geleceğine dair bir sezgi mevcuttur. İmanlılar Baba’nın evindeki sonsuz dinlenmeye gireceklerdir; ölümlülüğün zincirlerinden özgür kılınacaklar ve yüceltilmiş göksel bedenlerini alacaklardır. Kahyalar olarak kendilerine emanet edilen tüm maddesel şeyler gerçek sahibine geri verileceklerdir.

Sahip olduğumuz maddesel değerlere takdir biçer iken, bu konuyu hesaba katmamız gerekir. Binlerce dolar değerinde mala, yatırıma ve banka hesaplarına sahip olabiliriz. Ama eğer Rab bu gün gelecek olsa, bizim için hiç bir değerleri kalmayacaktır. O’nun gelişi ile ilgili zamana ne kadar çok yakınlaşır isek, sahip oldukları değerlerin gerçeği o kadar çok azalacaktır. Bunun anlamı elbette şudur: sahip olduğumuz maddesel değerleri bu gün Mesih’in davası ve insanlık ihtiyacının karşılanması için kullanıma koymamız gerekir.

Aynı özgürlük yılının bir boru çalınışı ile devreye girmesi gibi, Rabbin dönüşü de “son bir boru” sesi ile ilan edilecektir. Tüm bunlardan kendimize çok güzel bir ders çıkartırız. Eğer yüreklerimiz Rabbin gelişi ile ilgili olarak kalıcı bir umut ile coşuyor ise, tüm yersel değerler gözümüzde bir şey ifade etmemelidirler. Oğul’un göklerden gelmesini bekliyor isek, o zaman şimdiki dünyaya bağlı bir tutum içinde bulunmamız ahlaki açıdan mümkün değildir. Mesih2in dönüşünü sürekli olarak bekleyen bir tutum içinde yaşayan biri, kendisini, O geldiği zaman, yargılanacak olandan ve yıkılacak olandan ayrı tutmak zorundadır. Yüreklerimiz bu gerçekten etkilensin ve tutumumuz bu en değerli ve kutsal kılan gerçek aracılığı ile her değerden etkilensin.” (C.H.Mackintosh)

2 Eylül

“Nereye gidersen, senin ardından geleceğim.”   (Luka 9:57)

Bazen Mesih’in Rabliği, O’na tamamen adanmak ve kesin olarak teslim olmak konusunda fazla düşünmeden kolayca konuştuğumuzu ve şarkılar söylediğimizi düşünüyorum. Bir papağan gibi hiç durmadan şu klişe haline gelen sözleri tekrar edip dururuz, “Eğer O her şeyin Rabbi değil ise, o zaman Rab değildir.” Şu tür sözleri olan şarkılar söyleriz: “Her şeyi İsa’ya teslim ediyorum, her şeyi özgürce O’na veriyorum. Tam adanmışlık, sanki her Pazar günü kilise toplantısına katılmaktan biraz daha fazlasını içeriyormuş gibi hareket ederiz.

Böyle yapar iken samimiyetsiz davranmayız; yalnızca bu konuya dahil olan her şeyin farkına varamamışızdır. Eğer Mesih’in Rabliğini kabul eder isek, o zaman bunun anlamı yoksullukta, reddedildiğimiz zaman, sıkıntıda ve hatta ölümde O’nu izlemekte istekli olduğumuzdur.

“Bazı kişiler kan gördükleri zaman, bayılırlar. Bir gün genç ve coşkulu bir genç yüreğinde mevcut olan tüm olası amaçların en iyisi ile İsa’ya geldi ve şöyle dedi: “Rab, sen nereye gidersen, ben de senin ardından geleceğim.” Bu söylediğinden daha güzel bir şey söyleyemezdi. Ama İsa, genç adamın bu sözlerinden etkilenmedi. Genç adamın verdiği söze her şeyi dahil etmemiş olduğunu anlamadığını biliyordu. Bu yüzden ona şu sözleri söyledi: “tilkilerin ini var, kuşların da yuvası, ama Benim başımı yaslayacak bir yerim yok.” Belki de, dağın yamacında yemek yemeden uyumak zorunda olabileceğini de kast ediyordu. İsa, ona, üzerinde biraz koyu kırmızı renkler olan çarmıhı gösterdi. Ve gencin iddia ettiği tüm gayretin gerçek olmadığını ortaya koymuş oldu. İsa’yı izlemenin bedeli, bu gencin ödemeye istekli olduğunu söylediği şeyden çok daha büyüktü. Bu konu, genellikle her zaman böyledir. Bazılarınız savaşın içinde değilsiniz; bunun nedeni, Mesih’in çağrısının size çekici gelmeyişi değildir, nedeni şudur; az da olsa kan dökmekten korkarsınız. Bu yüzden sızlanarak şöyle dersiniz: “Bu kötü silahlar olmasa idi, asker olurdum.” (Chappell)

Eğer İsa, Luka 9.bölümdeki genç adam tüm yolu O’nunla birlikte gitmeye gönüllü olduğunu söylediği zaman, bundan etkilenmiş olsa idi, Jim Elliot günlüğünde şu yazdıklarını okuduğu zaman da etkilenirdi: “Eğer yaşam kanımı esirgeyecek olsa idim, Rabbimin sunmuş olduğu örneğe karşı onu bir fedakarlık olarak dikerdim – sonra Tanrının yüzünün sertliğini benim amacıma karşı olarak hissetmem gerekirdi. Ey Tanrım yaşamımı al, evet, kanımı al, eğer istiyor isen onu al ve Senin saran ateşin ile yakıp tüket. Onu korumuyor ve esirgemiyorum, çünkü korumam için benim olması gerekirdi, o benim değil, Senin. Al Rab, hepsine sen sahip ol. Yaşamımı dünya için bir adak olarak dök. Yalnızca senin sunaklarından akan Kan’ın değeri var.”

Bu tür sözleri okuduğumuz zaman ve Jim’in kanını Ekvator’da bir şehit olarak döktüğünü hatırladığımız zaman, aramızdan bazıları mutlak teslimiyet hakkında ne kadar az şey biliyor olduğumuzun farkına varırlar.

3 Eylül

“Ne var ki, Tanrının armağanı Adem’in suçu gibi değildir.
Çünkü bir kişinin suçu yüzünden bir çokları öldü ise,
Tanrının lütfu ve bir tek adamın yani İsa Mesih’in lütfu ile verilen
bağış bir çokları yararına daha da çoğaldı.”  (Romalılar 5:15)

Romalılar 5:12-21 ayetlerinde, Pavlus, insan soyunun iki başı olan Adem ve Mesih’i karşılaştırır. Adem ilk yaratılışın başı idi; Mesih ise yeni yaratılışın başıdır. İlk insan doğal idi; ikincisi ise ruhsal idi. Pavlus burada üç kez “çok daha” sözcüklerini kullanır; bunu yapmaktaki amacı, Adem’in günahının neden olduğu kayıpları, Mesih’in yaptığı işten akan bereketlerin bolluk ile telafi ettiğini vurgulamaktır. Pavlus, “Adem oğullarının Mesih’te babalarının kaybetmiş oldukları bereketlerden çok daha fazlası ile övündüklerini” söyler. İmanlılar, Mesih’te, düşmüş bir Adem’de olduklarından çok daha iyi bir konuma aktarılmışlardır.

Bir an için şöyle bir varsayımda bulunalım: Adem günah işlemedi ve yasaklanmış meyveyi yemek yerine karısı ile birlikte Tanrının sözünü dinlemeye karar verdi. O zaman yaşamlarında nasıl bir sonuç ortaya çıkardı? Bildiğimiz kadarı ile Aden bahçesinde sonsuza kadar yaşamaya devam edeceklerdi. Ödülleri, yeryüzünde uzun bir yaşama sahip olmak olacak idi. Ve aynı durum onların çocukları için de geçerli olacak idi.

Adem ve Havva’nın çocukları da günah işlemeden yaşamaya devam edecek olsalar idi, Aden’de sonsuza kadar yaşayacaklardı ve ölmeyeceklerdi.

Ama bu masumiyet durumunda bir gün cennete gitme gibi bir konuma sahip olmayacaklar idi. Kutsal Ruh’un içlerinde konut kurması ve onları mühürlemesi gibi bir vaat olmayacak idi. Hiç bir zaman Tanrının mirasçısı ve İsa Mesih ile ortak mirasçı olmayacaklar idi. Tanrının Oğlu’na benzemek gibi bir umutları asla olmayacak idi. Ve her zaman günah işlemek ve Aden’de tadını çıkarttıkları yersel bereketlerden vazgeçmek zorunda kalmak gibi korkunç bir ihtimal söz konusu olacak idi.

Bunun aksini düşünelim; İsa’nın kefaret eden işi aracılığı ile bizler için kazanmış olduğu üstün konumu aklımıza getirelim. Mesih ile birlikte göksel yerlerdeki her tür ruhsal bereket ile bereketlendik. Sevgili’de kabul edildik; Mesih’te Tanrının doluluğuna sahibiz, kurtarıldık, barıştık, bağışlandık, aklandık, kutsal kılındık, yüceltildik, Mesih’in bedeninin üyeleri haline getirildik. Kutsal ruh içimizde konut kurdu, O’nun tarafından mühürlendik ve Kutsal Ruh mirasımızın garantisi oldu. Mesih’te sonsuza kadar güvendeyiz. Bizler Tanrının çocukları ve oğullarıyız ve Tanrının mirasçıları ve İsa Mesih’in ortak mirasçılarıyız. Tanrıya O’nun Sevgili Oğlu kadar yakınız ve Tanrı bizi Sevgili Oğlu’nu sevdiği kadar çok seviyor. Ve bundan çok çok daha fazlası da var. Ancak tüm bu yazdıklarımız, imanlıların bu gün Mesih’te, masum bir Adem’de sahip olabileceklerinden çok daha iyi bir konumda bulunduklarını göstermek açısından yeterlidir.

4 Eylül

“Çalmadığım malı nasıl geri verebilirim?”  (Mezmur 69:4)

Mezmur 69’daki konuşma Rab İsa’ya aittir. 4.ayette , insanın günahlarının neden olduğu kayıplar için kurtuluş konusunda yaptığı görkemli işi aracılığı ile Tanrıya kefaret ödediğini söyler. Kendisini gerçek günah sunusu olarak resmettiğine dair hiç kuşku yoktur.

Bir Yahudi bir başka Yahudi’den bir şey çaldığı zaman, günah sunusu yasası ondan çaldığı miktarı geri ödemesini ve bu miktara malın değerinin beşte birini de eklemesi ve bu şekilde ödemesi gerektiğini talep eder.

Bu durumda Tanrıdan da insanın günahı aracılığı ile çalınmıştır. Tanrıdan çalınan, hizmet, tapınma, itaat ve yüceliktir. Aynı zamanda hizmet de çalınmıştır çünkü insan Tanrının yetkisini reddetmiştir. Tanrıdan yücelik de çalınmıştır çünkü insan Tanrıya ait olan onuru O’na verememiştir.

Rab İsa Kendisinin çalmadığını restore etmek için geldi.

Tanrısal yüceliğinden soyundu,
Çamurdan bir giysi ile Tanrılığını örttü,
Ve asla Kendisinin almadığı şeyi restore ederek harika sevgisini gösterdi.

O, yalnızca insanın günahı aracılığı ile çalınmış olanı restore etmek ile kalmadı, ama aynı zamanda bu restorasyona daha fazlasını da ekledi. Çünkü Tanrı Mesih’in tamamladığı iş aracılığı ile, Adem’in günahı nedeni ile kaybettiğinden daha fazla yücelik geri aldı. “O, günah yüzünden yaratıkları kaybetti, ama lütuf sayesinde evlatlar kazandı.” Tanrı, Kurtarıcının tamamladığı iş aracılığı ile düşmemiş Ademlerin yer aldığı bir sonsuzlukta yüceltilebileceğinden çok daha fazla yüceltildi.

Belki de burada “Tanrının neden dünyaya girmesine izin verdi?” sorusuna bir yanıt bulabiliriz. Tanrının, insanı, özgür ahlak seçimi olmaksızın yaratabilecek olduğunu biliyoruz. Ama Tanrı onları kendi özgür seçimleri ile O’nu sevmeleri ve O’na tapınmaları için güç vererek yaratmayı seçti. Ve elbette bu seçim şu anlama da geliyordu: insanın Tanrıya itaatsizlik etme, O’nu reddetme ve O’na sırtını çevirme gibi konularda da gücü vardı. İnsan, büyük bir günah felaketine neden olarak Tanrıya itaatsizlik etmeyi seçti. Ancak Tanrı yarattıklarının günahı nedeni ile yenilgiye uğramaz. Rab İsa, ölümü, gömülmesi, dirilişi ve göğe yükselişi ile günah, cehennem ve Şeytan üzerinde zafer kazandı. Yaptığı iş aracılığı ile, Tanrı daha büyük bir yücelik elde etti; ve kurtarılmış insan, içine günahın girmemiş olduğu bir dünyada elde edebileceğinden daha zengin bereketler elde etmiştir.

5 Eylül

“O dünyada idi, dünya O’nun aracılığı ile var oldu, ama dünya O’nu tanımadı.
Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı O’nu kabul etmedi.
Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrının çocukları olma hakkını verdi.”
 (Yuhanna 1:10-12)

O dünyada idi. Yaşam ve yücelik Rabbinin bu minik gezegende yaşamak için gelmesi müthiş bir lütuf idi. Herhangi birinden “O dünyada idi” diye söz etmek, hiç de önemli bir haber olmaz idi. İnsanlar dünyaya gelip gelmeme konusunda bir kontrole sahip değillerdir. Ama Rab İsa için dünyaya gelmek bir sevgi eyleminin özgürce bir seçimi idi.

Ve dünya O’nun aracılığı ile yaratıldı. Mucize daha da büyüyor! Dünyada olan dünyayı yaratan idi. Evreni dolduran Tanrı, Kendisini bir bebeğin, bir gencin, bir erkeğin bedenine sığdırdı ve bu bedende Tanrının tüm doluluğu konut kurdu.

Ve dünya O’nu tanımadı. Bu tutum asla mazeret kabul etmez bir umursamazlık idi. Yaratıkların, Yaratan’ın farkında olmaları gerekir.  Günahkarların, O’nun günahsızlığı karşısında şok geçirmeleri gerekir. O’nun sözleri ve işleri nedeni ile yalnızca bir insandan çok daha fazlası olduğunu bilmeleri gerekir idi.

O, kendi yurduna geldi. Dünyada var olan her şey O’na aitti. Yaratan olarak, yarattığı her şey üzerinde sınırsız bir hakka sahip idi. Geldiği dünya, başka birine ait bir mülk değil idi.

Ve kendi halkı O’nu kabul etmedi. O’na yapılan en büyük hakaret işte bu idi. Yahudi halkı O’nu reddetti. O, beklenen Mesih’in tüm özelliklerine sahip idi, ama Yahudi halkı O’nun egemenliğini kabul etmedi.

Ama O’nu kabul edenler oldu. Burada sınırsız bir davet söz konusudur. Bu davet, hem Yahudiler hem de diğer uluslar için geçerlidir. Tek koşul, O’nu kabul etmeleridir.

Rab İsa onlara Tanrının çocukları olma yetkisini verdi. Nasıl da hak edilmemiş bir onur! Bir sevgi ve lütuf mucizesi aracılığı ile isyankar günahkarlar Tanrının çocukları oldular!

O’nun adına iman edenlere.. Buradaki bu ifade bundan daha basit olamaz idi. Tanrının çocukları olma yetkisi kesin bir iman eylemi aracılığı ile İsa Mesih’i Rab ve Kurtarıcı olarak kabul eden herkese ihsan edilmiştir.

Bu nedenle, hem üzücü hem de sevinçli haber mevcuttur. Önce üzücü habere bakalım: “dünya O’nu tanımadı” ve “kendi halkı O’nu kabul etmedi”. Şimdi de sevinçli haberi okuyalım: “Kendisini kabul edip adına iman eden herkese Tanrının çocukları olma hakkını verdi.” Eğer O’nu henüz kabul etmedi iseniz, neden bu gün O’nun adına iman etmiyorsunuz?

6 Eylül

“Rab Tanrı Aden bahçesine bakması ve onu işlemesi için onu oraya koydu.”  (Yaratılış 2:15)

Bazı kişilerin düşüncelerinin aksine, çalışmak bir lanet değildir. Çalışmak bir berekettir. Günah, daha dünyaya girmeden çok önce Tanrı Adem’i Aden bahçesine bakması için görevlendirdi. Tanrı, toprağı insan günah işledikten sonra lanetledi; ama Tanrı çalışmayı lanetlemedi. Toprak ile çalışarak yaşamını kazanmak için uğraşan insan, üzüntü, emek, hayal kırıklığı ve alın teri ile karşılaşacak idi (Yaratılış 3:17-19).

Eski bilge biri şöyle dedi: “Kutsanmış çalışma! Eğer Tanrının lanetine katlanıyor isen, o zaman kim bilir bereketi ne kadar iyidir?”  Ama çalışmak Tanrının lanetini taşımaz. Çalışmak temel varlığımızın bir parçasıdır. Çalışmak, yaratıcılık ve öz değer ihtiyacımızın bir kısmıdır. Eğer başıboş ve aylak yaşar isek, günah işleme tehlikesi had safhaya çıkar. Ve genellikle aktif bir yaşamdan emekli olduğumuz zaman, parçalara ayrılmaya başlarız.

Tanrının, halkına çalışmalarını emrettiğini unutmamamız gerekir (“Haftanın altı günü çalışacaksın” Mısır’dan Çıkış 20:9). İnsanlar bunu görmezlikten gelmeye eğilimlidirler ve buyruğun yedinci günde dinlenmelerini emreden diğer kısmını vurgulamaya meraklıdırlar.

Yeni Antlaşma, çalışmayan kişiyi, düzensiz ya da kuralsız bir kişi olarak belirtir ve çalışmayan kişi için aç kalması dahi söylenir (2.Selanikliler 3:6-10).

Rab İsa bize, çok çalışan Biri için en büyük Örnek’tir. “O’nun günleri ne kadar da zahmetli geçti! O, uzun geceler dua ederek çalıştı! Hizmet verdiği üç yıl O’nu yaşlı bir kişi haline getirdi. ‘Sen daha elli yaşında bile değilsin’ diyerek insanlar O’nun yaşı ile ilgili çok kabaca ve yanlış olan bir tahminde bulundular. Elli mi? O, yalnızca otuz yaşında idi. Bu konuyu gizlemeyeceğim.” (Ian MacPherson)

Bazı kişiler, çalışma konusunda alerjik bir durum geliştirmişlerdir, çünkü işleri bazı kabul edemedikleri özelliklere sahiptirler. Bu kişilerin, hiç bir işin tamamen ideal olmadığının farkına varmak zorundadırlar. Her meslekte bazı zor özellikler vardır. Ama Hıristiyan yaptığı işi Tanrının yüceliği için yapabilir, “herhangi bir şekilde değil, ama zaferli olarak.”

İmanlı, yalnızca kendi ihtiyaçları için değil, ama aynı zamanda ihtiyaç içinde olan diğer kişilere yardım etmek için de çalışır (Efesliler 4.28). Bu tür bir yaklaşım çalışma konusuna yeni ve bencil olmayan bir amaç ekler.

Sonsuzlukta bile çalışacağız, çünkü “O’nun hizmetkarları O’na hizmet edeceklerdir” (Vahiy 22:3).

Bu arada geçen zaman zarfında Spurgeon’un öğüdünü izlememiz gerekir: “Kendinizi çalışarak öldürün ve sonra kendinizi tekrar diriltmek için dua edin.”

7 Eylül

“Bu nedenle, ‘imansızların arasından çıkıp ayrılın’ diyor Rab, ‘murdara dokunmayın,
ben de sizi kabul edeceğim.” Her Şeye gücü Yeten Rab diyor ki, “Size Baba olacağım,
siz de oğullarım ve kızlarım olacaksınız.”  (2.Korintliler 6:17-18)

Bir Hıristiyan kendisini giderek daha özgür ve modern hale gelen bir kilisede bulduğu zaman ne yapması gerekir? Bu kilise, Kutsal Kitap’ın ve imanın tüm diğer öğretişlerinin hatasız olduğuna inanan kişiler tarafından kurulmuştur. Müjde yayma ateşi ve hizmet gayreti göstermiş olan görkemli bir tarihçeye sahiptir. Bu kilisenin hizmetkarlarının çoğu, iyi tanınan bilginler ve Söz’ün sadık vaizleri idiler. Ama mezheplere özgü seminerlerin yapılması sonucu yeni öğretişler türer ve bu hizmetkarlar artık kendilerini kaybederek sosyal bir müjde vaaz etmeye başlarlar. Vaazlerinde hala Kutsal Kitap’a özgü terimler kullanırlar, ama bu vaazlerinde tamamen farklı bir anlama sahip olan şeyler anlatırlar. Temel Kutsal Kitap öğretişlerini küçük görürler, mucizeler hakkında doğal açıklamalar yaparlar ve Kutsal Kitap’a özgü ahlak ile alay ederler. Radikal politikaları ve tahrip edici davaları savunma konusunda kendilerini öne çıkarırlar. Protestanlıkta aşırı tutucu kişilerden alaylı bir dil ile söz ederler.

Bir Hıristiyan’ın ne yapması gerekir? Belki de ailesi kuşaklardan beri bu kiliseye devam etmektedir. Hıristiyan’ın kendisi yıllar boyu cömert bir şekilde davranmış ve bu kiliseye katkılarda bulunmuştur. En yakın dostları bu kilisededir. Bu kiliseden ayrılması gerektiği takdirde, öğretmenlik yaptığı Pazar okulundaki küçük çocuklara ne olacağını merak eder ve endişelenir. Bu Hıristiyan’ın kilisede kalması ve mümkün olduğu kadar uzun bir zaman için Tanrının bir sesi olması gerekmez mi?

Düşünceleri kendisine makul görünür. Ama yine de insanların her hafta kiliseye gelip ekmek istediklerini, ama ekmek yerine taştan başka bir şey bulamadıklarını gördüğü zaman doğru canı sıkıntı çeker. Oradaki görevlerini değerlendirir ve yine de Kurtarıcısının sönük bir övgü ile mahkum edildiğini işitmek onu üzer ve kızdırır.

Ne yapması gerektiği konusunda hiç bir kuşku yoktur. Kiliseden ayrılması gerekir. Tanrının bu konudaki Sözü çok nettir. Eğer kendisini bu uygunsuz boyunduruktan kurtarır ise, Tanrı onun davranışının tüm sonuçları ile ilgilenecektir. Pazar okulu öğrencileri ile ilgili sorumluluğu Tanrının Kendisi üstlenecektir. Tanrı ona yeni dostlar sağlayacaktır. Aslında Tanrının Kendisi, O’na, yalnızca hiç sorgulama yapmadan itaat eden kişiler tarafından bilinebilen bir yakınlık içinde Baba olmayı vaat eder. “Gerçekten Tanrı için ayrılmış olmanın bereketliliği, yüce Tanrının Kendisinin görkemli refakatinden daha azı değildir.”

8 Eylül

“Tanrıya adak adayınca yerine getirmekte gecikme.
Çünkü O akılsızlardan hoşlanmaz. Adağın yerine getir!”  (Vaiz 5:4)

Hepimiz, çok zor bir durumda kaldığı zaman Tanrıya adak adayan bir kişiden söz edildiğini duymuşuzdur. Tanrıya şöyle söz verir: “eğer beni kurtarır isen, Sana güveneceğim, Seni seveceğim ve Sana sonsuza kadar hizmet edeceğim.” Ama sonra, içinde bulunduğu krizden kurtulduğu zaman, verdiği söz hakkındaki her şeyi unutur ve yine eski yaşamını sürdürmeye devam eder.

Bir Hıristiyan’ın adadığı adakların, yaşamındaki yerleri nedir? Ve Söz’de bu konu hakkında hangi ana hatlar verilmiştir?

Her şeyden önce, adak adamak gerekli olmayan bir konudur. Adak adanması buyrulmamıştır, ama Rabbin iyiliklerine bir şükran karşılığı olarak genelde gönüllü vaatlerde bulunulur. Bu nedenle, Yasa’nın Tekrarı 23:22 ayetinde şunu okuruz: “ama adak adamaktan çekinirsen, bu, günah sayılmaz.”

İkinci olarak, adak adama ile ilgili olarak çabuk davranmamaya özen göstermemiz doğru olur, yani, daha sonra yerine getiremeyeceğimiz ve belki de sonradan pişmanlık duyabileceğimiz sözler verme konusunda acele etmemeliyiz. Süleyman bizi bu konuda şöyle uyarır: “Ağzını çabuk açma, Tanrının önünde hemen konuya girme, çünkü Tanrı gökte ve sen yerdesin, bu yüzden az konuş.” (Vaiz 5:2)

Ama eğer bir adak adamış isek, bu adağı yerine getirme konusunda özen göstermemiz gerekir. Eğer bir adam Rabbe adak adar ya da ant içerek kendini yükümlülük altına sokar ise, verdiği sözü bozmayacak, ağzından çıkan her sözü yerine getirecek” (Çölde Sayım 30:2). “Tanrınız Rabbe bir dilek adağı adadığınız zaman, yerine getirmeyi savsaklamayın. Tanrınız Rab sizden kesinlikle bunu isteyecektir. Yerine getirmez iseniz, bu size günah sayılacaktır.” (Yasanın Tekrarı 23:21)

Adak adayıp da yerine getirememekten ise, hiç adak adamamak daha iyidir. “adamamak, adayıp da yerine getirememekten iyidir.” (Vaiz 5:5)

Ancak, bir adağı yerine getirmek yerine onu bozmanın daha iyi olacağı bazı istisnai durumlar da ortaya çıkabilir. Bir kişi, tövbe etmeden önce, yanlış bir inanç içinde iken adak adamış olabilir ya da gizli bir kardeşlik cemiyetinde iken bir söz vermiş bulunabilir. Eğer bu vaatleri yerine getirmek Tanrının Sözüne aykırı olacak ise, o zaman adaklarını bozma bedeline dahi razı olarak Kutsal Yazılara itaat etmesi gerekir. Eğer bu vaatler belli bazı sırları ifşa etmeme konusunda ise, o zaman eski düzeni ile bağlarını kopartmış olarak yaşamının sonuna kadar bu sırlar ile ilgili olarak sessiz kalması doğru olur.

Belki de günümüzde en çok ihlal edilen vaat, evlilik konusunda olan vaattir. Tanrının huzurunda verilen ciddi vaatlerin sanki hiçbir önemi yok imiş gibi davranılır. Ama Tanrının hükmü kesin olarak durur: “Tanrınız Rabbe bir dilek adağı adadığınız zaman, yerine getirmeyi savsaklamayın. Tanrınız Rab sizden kesinlikle bunu isteyecektir. Yerine getirmez iseniz size günah sayılacaktır.” (Yasanın Tekrarı 23:21)

9 Eylül

“İyi kişi, torunlarına miras bırakır.”  (Süleyman’ın Özdeyişleri 13:22)

Bu ayeti okuduğumuz zaman, hemen burada yazılı olanın ekonomik bir miras olduğu sonucuna varmamamız gerekir. Tanrının Ruhunun burada ruhsal bir mirasa işaret ettiğini düşünmek çok daha anlamlıdır. Bir kişi, yoksul ama tanrısal bir anne ve baba tarafından büyütülmüştür ve bu kişi Kutsal Kitap’ı her gün okuyan, bir aile olarak toplanıp dua eden ve ona Rab korkusunu ve hayranlığını aşılayan bir çevrede yetişmiştir, buna rağmen anne ve babası öldüklerinde ona tek bir kuruş bile bırakmamışlardır. Ruhsal bir miras, mirasların en iyisidir.

Aslında bir oğul ya da bir kız, çok büyük bir miras devir alır ise, ruhsal açıdan yıkıma uğrayabilir. Aniden gelen varlık, genellikle zehirleyici bir özelliği olduğunu kanıtlamıştır. Çok büyük bir zenginliği çok az kişi bilgece yönetebilir. Çok büyük mirasa sahip olan kişilerin çok azı Rab ile olan ilişkisini bozmadan yaşamına devam edebilir.

Bu konudaki bir diğer düşünce de şudur: bir mülk bölündüğü zaman aileler genellikle kıskançlık ve çekişme yüzünden birbirlerine düşman olurlar. “bir vasiyetin bulunduğu yerde akrabaların sayısı çoktur” sözlerindeki ifade gerçektir.  Yıllarca barış içinde yaşamış olan aile bireyleri birkaç parça mücevher ya da Çin porseleni ya da mobilya yüzünden aniden düşman haline gelirler.

Hıristiyan anne ve babalar servetlerini genellikle kurtulmamış çocuklara, yanlış inançlara sahip akrabalara ya da nankör çocuklara bırakırlar; oysa bu servet Müjdenin yayılması için kullanılsa daha iyi olur idi.

Bazen, bu çocuklara para bırakma işi, bencilliğin örtülü bir şeklidir. Anne ve babalar genellikle servetlerini, mümkün olduğu kadar uzun süre kendilerinin elinde bulundurmak isterler. Ölümün bir gün bu serveti ellerinden alacağını bilirler, bu nedenle onu çocuklarına miras olarak bırakma geleneğini izlerler.

Ama şimdiye kadar yasal ücretler tarafından ihlal edilemeyen ya da kemirilemeyen hiç bir vasiyet icat edilmemiştir. Bir ebeveyn bu dünyadan ayrıldıktan sonra isteklerinin yerine getirileceğinden emin olamaz.

Bu nedenle, bu konuda izlenecek en iyi politika, ebeveynin henüz hayatta iken, servetini cömert bir şekilde Rabbin işi için harcamasıdır. Aynı şu atasözünde söylenmiş olduğu gibi: “Henüz yaşar iken verin; o zaman verdiklerinizin nereye gittiğini bilirsiniz.”

Ve bir vasiyet yapmanın en iyi yolu, şöyle demektir: “Sağduyulu hareket ederek, henüz yaşar iken paramı Tanrının işi için harcadım. Çocuklarıma bıraktığım miras, bir Hıristiyan’ın geçmişi, Mesih’in onurlandırıldığı bir yuva ve Tanrı Sözünün saygı gördüğü bir mirastır. Onlara Tanrı Sözünü ve Tanrı lütfunu bıraktım; bunlar çocuklarımı bina edebilir ve onlara kutsal kılınmış olan herkesin arasında bir miras verebilir.”

Pages