July 2014

Bölüm 10

Mara Ve Elim

Mısır’dan Çıkış 15:22-27.

Bu noktadan itibaren on sekizinci bölümün sonuna kadar kitapta farklı bir kısım yer alır. Bu noktayı doğru olarak anlamak için İsrail’in şimdiye kadar yasanın değil lütfun altında olduğunun hatırlanması gerekir; bu yüzden bu kısa dönem mecazi olarak bin yıl ile son bulur. Özenli okuyucu bu ifadede, kaydedilmiş olan pek çok olayın anahtarını bulacaktır. Örneğin, 15, 16 ve 17. bölümlerde yazılmış olan yakınmalar, Rab tarafından tahammül ve sevecenlik ile karşılanır. Ve Tanrı’nın tükenmeyen sevgisinin doluluğu sayesinde ihtiyaçları tedarik edilir. Ama Sina’dan sonra aynı türdeki şikayetler yargıya yol açar, çünkü halk, kendi talepleri nedeni ile yasa altına konmuştur. Bu nedenle, doğruluğun egemenliği altında olunca, suç ve isyan, hemen o anda,Yehova’nın adil kuralının temelini biçimlendiren yasanın talepleri ile uyumlu olarak değerlendirildi; Oysa Sina’dan önce, doğduklarından beri lütfun egemenliği altında olarak günahları ve suçları örtülüydü.

Şimdi, İsrail’in çöl yolculuğu başlamak üzere idi. Ezgilerinin nağmeleri çöl yolculuğuna başlamadan önce sona ermemişti.

“Musa, İsraillileri Kamış Denizinin (Kızıl Deniz) ötesine çıkardı. Şur çölüne girdiler. Çölde üç gün yol aldılarsa da su bulamadılar. Mara’ya vardılar, ama Mara’nın suyunu içemediler, çünkü su acı idi. Bu yüzden oraya Mara (acı) adı verildi. Halk, ‘Ne içeceğiz?’ diye Musa’ya yakınmaya başladı. Musa, Rabbe yakardı, Rab ona bir ağaç parçası gösterdi. Musa onu suya atınca sular tatlı oldu. Orada Rab onlar için bir kural ve bir ilke koydu ve hepsini sınadı. ‘Ben, Tanrınız Rabbin sözünü dikkat ile dinler ve gözümde doğru olanı yapar, buyruklarıma kulak verir, bütün kurallarıma uyarsanız, Mısırlılara verdiğim hastalıkların hiç birini size vermeyeceğim’ dedi, ‘Çünkü size şifa veren Rab benim.’ Sonra Elim’e gittiler. Orada on iki su kaynağı, yetmiş hurma ağacı vardı. Su kıyısında konakladılar.” (22-27. ayetler)

O zaman yaşadıkları ilk deneyim bu oldu: “Çölde üç gün yol aldılar ve su bulamadılar.” “Üç gün” ifadesi, Kutsal Yazılar’da her zaman önemlidir. Bir sözlükten bu konu ile ilgili sayısız örneklere bakılabilir; ve bu ifadenin çok sık olarak ölüm ile ilgili kullanıldığı görülür; ve bu nedenle burada üç gün ifadesinin anlamı, ölüme olan uzaklıktır. Mecazi anlamda ölümden geçmişlerdi ve şimdi bunu pratik olarak öğrenmeleri gerekiyordu. Eğer Tanrı, bize lütfu aracılığı ile huzurunda mükemmel bir konum verdi ise, eğer bizi Mesih’in ölümünde ve dirilişinde O’nunla birleştiriyor ise, hakkımızdaki tüm planlarının konusu, bizi yeni konumumuz ile pratik bir benzerliğe getirmek olacaktır. Böylece, İsrailoğullarına bu noktanın öğretilmesi gerekiyordu; Mısır’dan kurtarılışlarının bir sonucu olarak dünya onlar için bir çöl haline gelmişti, ve bu çöle ölümü kabul etmek aracılığı ile giriş yapılacaktı. Bu giriş, her imanlı için temel bir gerekliliktir. Ölüm kabul edilmedikçe, imanlı kendisini günah karşısında ölü saymadıkça (Romalılar 6), yasa karşısında ölmedikçe (Romalılar 7) ve dünya karşısında ölmedikçe (Galatyalılar 6), hiç bir ilerleme olamaz ve geçmiş ile olan ilişki gerçekten kırılamazdı. Tanrı’nın, canlarımıza davrandığı karakter budur. Canlarımıza tecrübe yaşatarak öğretecektir – önümüzde örnek olarak var olan İsrail gibi – ve böylelikle onların, girmiş oldukları yolun gerçek karakterini anlamalarını sağlayacaktı. Ve İsrail’in ilk yaşadığı tecrübe ne idi? Su bulamadılar. Mezmur yazarı gibi, onlar da su bulunmayan, kurak bir ülkede idiler. (Mezmur 63) Hayır; Yeryüzündeki her su kaynağı, Mısır’dan kurtarılmış olanlar için kurudur. Tek bir yaşam kaynağı mevcut değildir – Mesih’te aldığımız yaşama hizmet edebilecek hiç bir şey mevcut değildir. Ve can, bu gerçeğin farkına vardığı zaman ne kadar çok bereket alır! Yolculuğumuza başladığımız zaman, kurtuluş sevinci ile mutluyuzdur. Daha önce içmiş olduğumuz su kaynaklarının – ve keyif alarak içtiğimiz- şimdi kurumuş olduklarını sık sık görür ve şaşırırız. Böyle olmasını beklememiz gerekir; ancak ders, çölde üç günlük yolculuk yapmadığımız sürece, hiç bir zaman öğrenilmez. Yeryüzündeki su kaynaklarının tükenmiş olduklarını keşfetmek, gerçekten de şaşırtıcı bir deneyimdir. Ama eğer “su kaynaklarımızın hepsinin Sende olduğu” gerçeğinin bereketinden haberdar olur isek, kaçınılmaz bir gerekliliği biliyoruz demektir.

İleri doğru yürüdüler ve MARA’ya geldiler. Burada su vardı, ama Mara’nın sularından içemediler, çünkü su acı idi. Bu, aynı ilkenin daha ayrıntılı bir uygulanışıdır. İlk olarak, içilecek su yoktu ve ikinci olarak, su bulunduğu zaman, su öyle acı idi ki, içilemiyordu. Bu, ölüm aracılığı ile kurtarılmış olan cana o ölümün gücünün uygulanışıdır. Benlik, bu durumdan ürker – ve bunu olduğu gibi reddeder. Ama Mısır’dan çıkarılmış ve miraslarında doğru yol alan yolcular için bu durum mutlak bir gerekliliktir. Bu durum, gerçekten de Mara’dır – acılıktır; ve böyle olduğu için halkı sıkıntıya düşürdü ve “’Ne içeceğiz?’ diyerek Musa’ya karşı çıktılar ve yakındılar. Ne kadar büyük bir zıtlık! Daha bir kaç gün önce, tek bir yürek halinde, Kurtarıcılarına övgü şarkıları söylüyorlardı; ve şimdi şarkıları sustu ve onun yerini uyumsuz mırıltılar aldı. İmanlı için de durum böyledir – bir an içi övgüler yükseltirler ve hemen ardından çöldeki denenmeler nedeni ile benlik şikayet etmeye ve mırıldanmaya başlar. Ama Musa onlar için aracılık eder ve Rab ona bir ağaç parçası gösterir ve ağaç parçası suya atıldığı zaman, suyu tatlı yapar. Bu, acı suların özelliğini tamamen değiştiren Mesih’in çarmıhının güzel bir örneğidir. “Bana gelince, Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhından başka bir şey ile asla övünmem. O’nun çarmıhı aracılığı ile dünya benim için ölüdür, ben de dünya için.” (Galatyalılar 6:14) Çarmıhı Mara sularının acılığına getirin ve sular bir anda tatlılaşacaktır – kurtuluş ve bereket aracıları olarak hoş karşılanacaklardır.

Bunu, çok önemli ilkelerden biri izler – imanlının yürüyüşüne her zaman uygulanabilecek olan bir ilke. Tüm Kutsal Yazılar’da ve her düzende bulunabilen bir ilkedir. Yani, demek oluyor ki, bu bereket itaate bağlıdır; imanlıların bereketi (şimdi kurtarılmış olan İsrailoğulları için) yürüyüşlerine bağlıdır. Tanrıları Rabbin sesini dikkat ile dinledikleri ve O’nun gözünde doğru olanı yaptıkları takdirde, Mısır’ın hastalıklarından korunacaklardı. (ayet 26) Kutsanmış Rabbimiz de aynı şekilde şöyle der: “Beni seven sözüme uyar, Babam da onu sever. Biz de ona gelir, onunla birlikte yaşarız.” (Yuhanna 14:23)

Bu ilke ile ilgili ne kadar konuşulsa yeterli olmaz. Kurtuluş sevincini bilen, ama henüz tek bir bereketin tadının bilincine varamamış olan pek çok imanlı vardır. Bunun nedeni, yürüyüşlerindeki özensizliktir. Söz’ü çalışmazlar ya da “buyruklara kulak asmazlar” ve bunun sonucu olarak, kendi gözlerinde doğru olan şekilde yürürler. Bu yüzden, onların soğuk ve kayıtsız olmalarına, Tanrı sevgisinin tadını bilinçli bir şekilde çıkaramamalarına, Baba ve Oğlu İsa Mesih ile paydaşlığın keyfine varamamalarına şaşırmamak gerekir. Tanrı, itaat edenlere gelir ve onlara gelmekten zevk alır; değişmeyen sevgisini en tatlı şekilde gösterir; Tanrı şu kişilere yaklaşabilir ve onları Kendi zihni ve yüreği ile bereketler: Söz’ün her buyruğu hakkında bilinç sahibi olanlar, Kutsal Ruh’un gücünde her konuda itaatkar bulunmak isteyenler, Rablerinin isteklerini yapmaktan zevk alanlar ve tek hedefleri O’nun tarafından her zaman kabul edilmek olanlar. İtaatkar bir yürüyüşün bedelini hiç bir şey ödeyemez. Tüm bereketimiz – onun hakkındaki tüm anlayışımız ve ondan aldığımız keyif – bu itaatkar yürüyüşe bağlıdır. Bu, büyümenin aracı ve paylaşmanın koşuludur.

Bu anlatımdan sonra hemen şu sözler eklenir: “Sonra Elim’e gittiler. Orada on iki su kaynağı, yetmiş hurma ağacı vardı. Ve su kıyısında konakladılar.” Yani, hemen tazelenme, dinlenme ve gölge buldular – kuyular ve hurma ağaçları, birinin söylemiş olduğu gibi, “Tanrı’nın, halkını teselli etmek için seçmiş ve tedarik etmiş olduğu yaşam kaynaklarının ve sığınağın örnekleri idiler.” Bu dinlenme fırsatı, zaten yorgun olan çöl yolcularının kim bilir ne kadar da hoşlarına gitmiştir! Rab, halkı için çölde böylesine şükran duyguları uyandıran bir tazelenme tedarik etmekle ne kadar da sevecen davranmıştır! Böylece, İsrail’in Çobanı olarak onları yeşil otlaklara götürdü, sakin suların kenarında yatırdı ve onların yüreklerini ferahlattı ve güçlendirdi. 1


1. Hiç kuşkusuz on iki ve yetmiş sayıları önemlidir. On iki, insan yönetimindeki (İsrail) mükemmelliktir. Yetmiş sayısının anlamı net değildir. Ama hatırlanacağı gibi, Rab bu her iki sayıyı da, on iki öğrenci ve yetmişlerde (Luka 9,10) kullandı; ve böylelikle Kendisinin bu sayılar aracılığı ile İsrail’e hizmet edeceğine işaret eder gibi görünüyordu.

Bölüm 11

Man

Mısır’dan Çıkış 16

Yehova’nın sevecen ve nazik ilgisini gözler önüne seren Elim bereketleri ne kadar keyifli olsalar da, geçiciydiler. İsrailoğulları yolcu idiler; ve böyle oldukları için hedefleri dinlenmek değil, yolculuk etmekti. Bu nedenle, kitapta hemen yolculularının bir sonraki aşamasına geçiş yapılır.

“Bütün İsrail topluluğu Elim’den ayrıldı. Mısır’dan çıktıktan sonra ikinci ayın on beşinci günü Elim ile Sina arasındaki Sin Çölü’ne vardılar.Çölde hepsi Musa ile Harun’a yakınmaya başladı. ‘Keşke Rab bizi Mısır’da iken öldürse idi ‘ dediler, ‘Hiç değilse, orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ama siz bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz.” (1-3. ayetler)

Sin çölü, “Elim ve Sina” arasında idi. Bu nedenle de, daha önce belirtildiği gibi, İsrailoğullarının tarihinde çok özel bir yer tutuyordu. Elim, onlara her zaman, tecrübe ettikleri en kutsanmış bereketlerden birini hatırlatırdı ve aynı şekilde Sina yolculuğu da akıllarına diğer dönemlerden çok farklı bir dönemi, çektikleri sıkıntıları ve Tanrı’nın onlarla ilgilenirken gösterdiği lütuf dönemini getirirdi; bu yüzden Sina onların hafızalarında yasanın görkemi ve kutsallığı ile bağlantılı olarak silinmez bir şekilde yer alıyordu. Sina’ya kadar, Tanrı onlar için merhametini ve sevgisini gösteren Tanrı idi. Ancak o noktadan itibaren kendi eylemleri yüzünden durum, onların Tanrı için neler yapacakları konumuna dönüştü. İşte, lütuf ve yasa arasındaki fark budur ve Elim ve Sina arasındaki yolculuğa bundan dolayı özel bir ilgi söz konusudur. Ama lütuf altında da yasa altında da benlik aynı kaldı ve çürük ve iyileşemez karakterini her fırsatta ortaya koydu. Tüm topluluk çölde yine Musa ve Harun’a karşı şikayette bulundu. (ayet 2) Pi-Hahirot’da, Firavunun ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördükleri zamanda aynı şekilde davranmışlardı; sular acı olduğu için Mara’da aynı günahlarını tekrar işlediler. Ve şimdi yolculukları sırasındaki yiyecek ile yine şikayette bulunurlar. “Ne var ki, Rabbin yaptıklarını çabucak unuttular, öğüt vermesini beklemediler. Özlem ile kıvrandılar çölde, Tanrı’yı denediler ıssız yerlerde.” (Mezmur 106:13,14) Mısır’ı ve Mısır’daki yiyecekleri hatırladılar ve istediler ve bu yiyeceklerin oradaki acı tutsaklıkları ile ilişkisini unutarak özlem dolu gözler ile geriye dönüp baktılar. Yeni özgür kılınan canlar da sık sık aynı durumu yaşarlar. Çölde her zaman açlığın olması gerekir; çünkü benlik kendi arzularını memnun edecek ya da zahmetlerini ve zorluklarını tatmin edecek hazzı bulamaz. Çöl, benliğin denenmesi gereken yerdir. Rab, “Sizi aç bırakarak sıkıntıya soktu. Sonra sizin de atalarınızın da bilmediği man ile sizi doyurdu. İnsanın yalnız ekmek ile yaşamadığını, Rabbin ağzından çıkan her söz ile yaşadığını size öğretmek için yaptı bunu.” (Yasa’nın Tekrarı 8:3) Yaşanan çatışma, budur. Benlik, arzularını karşılayacak olan şeylere şiddetle özlem duyar. Ama biz Mısır’dan kurtarıldıktan sonra buna izin verilemez: benlik reddedilmelidir ve Mesih’in ölümünde daha şimdiden yargılanmış olarak görülmelidir. Ve bu yüzden bizler, benliğe, benliğe göre yaşamak için borçlu değiliz, çünkü benliğe göre yaşarsak öleceğiz, ama bedenin kötü işlerini Ruh ile öldürür isek, yaşarız. (Romalılar 8:12,13) Ama Yasa’nın Tekrarı’nda görmüş olduğumuz gibi Rabbin, aç kalarak sıkıntı çekmemiz ile ilgili bir hedefi vardır; bizi Mısır’ın benlik kaplarından soğutup vazgeçirmek ve Kendisine çekmek ister – hedefi bize gerçek doyumun ve yiyeceğin yalnızca Kendisinde ve Sözü’nde bulunabileceğini öğretmektir. Bu nedenle, buradaki karşıtlık, Mısır’ın benlik kapları ve Mesih’in arasında bulunur. Ve can, Mesih’in, tüm ihtiyaçları için yeterli olduğunu öğrendiği zaman, çok bereket alır. İmansızlık eden İsrailoğulları Musa’yı kendilerini açlıktan öldürmeyi planlamak ile suçlarlar. Ama aç kalmalarının amacı, onlarda farklı bir ihtiyaç yaratmak için tasarlandı; yalnızca bu farklı ihtiyaç aracılığı ile gerçek yaşamları devam edebilirdi. Ama her şeye rağmen Rab, canlarına zayıflık verse bile yine de onlara istediklerini sağladı. Çünkü birazdan görüleceği gibi onlara man ile birlikte bıldırcın da gönderdi.

“Rab, Musa’ya,’Size gökten ekmek yağdıracağım’ dedi, ‘Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı göreceğim. Altıncı gün her gün topladıklarının iki katını toplayıp hazırlayacaklar.’

Musa ile Harun, İsraillilere, ‘Bu akşam sizi Mısır’dan Rabbin çıkardığını bileceksiniz’ dediler. ‘Sabah da Rabbin görkemini göreceksiniz. Çünkü Rab, kendisine söylendiğinizi duydu. Biz kimiz ki, bize söyleniyorsunuz? Sonra Musa, ‘Akşam size yemek için et, sabah da dilediğiniz kadar ekmek verilince, Rabbin görkemini göreceksiniz’ dedi. Çünkü Rab, kendisine söylendiğinizi duydu. Biz kimiz ki? Siz bize değil, Rabbe söyleniyorsunuz.’

Musa, Harun’a, ‘Bütün İsrail topluluğuna söyle, Rabbin huzuruna gelsinler’ dedi, ‘Çünkü Rab söylendiklerini duydu.’

Harun, İsrail topluluğuna bunları anlatırken, çöle doğru baktılar, Rabbin görkemi bulutta görünüyordu. Rab, Musa’ya şöyle dedi: ‘İsraillilerin yakınmalarını duydum. Onlara de ki, ‘Akşam üstü et yiyeceksiniz, sabah da ekmek ile karnınızı doyuracaksınız. O zaman bileceksiniz ki, Tanrınız Rab benim.’ (4-12. ayetler)

Man adlı ekmekten söz etmeden önce, iki ya da üç özel konuya dikkat çekilmesi gerekir. İlki, Tanrı’nın isteklerini karşıladığı lütfudur. Çöl’de Sayım adlı kitabın 11. bölümünde Tanrı aynı zamanda belirli koşullar altında onların isteklerini de yerine getirir. Ama “Rab öfkelendi, onları büyük bir yıkım ile cezalandırdı.” (ayet 33) Burada bir yargı belirtisi mevcut değildir – yalnızca sabır ve katlanan lütuf vardır. Eğer bunu takdiri ilahi olarak tanımlayabilir isek, farklılık bu takdiri ilahiden kaynaklanır. Çöl’de Sayım’da yasa altında idiler ve kendilerine buna göre davranıldı; burada lütuf altındadırlar be bu nedenle günahlarına rağmen lütuf egemenlik sürdü. İkinci olarak, yakınmaları Rabbin yüceliğinin görünmesine vesile oldu. (ayet 10) Böylelikle, insanın ne olduğunun gösterilmesi Tanrı’nın yüreğinin derinliklerinden O’nun kim olduğuna dair bir açıklamayı ortaya çıkartır. Aden bahçesinde de aynı şey olmuştu ve bu Tanrı’nın insanlara tüm kuşaklar boyunca gösterdiği davranışın değişmediğini gösterir. B davranışın ilkesi, çarmıhın mükemmelliğinde görülür – çarmıhta, insan, kötü doğasının tüm bozukluğu ile sergilendi ve Tanrı tam olarak açıklandı. Karanlık bunu anlamasa dahi, ışık karanlıkta parlar; ve gözler önüne serilen insanın suçluluğunun karanlığı nedeni ile Rabbin yüceliği daha da çok parlar.

Ayrıca, Musa ve Harun’a karşı edilen şikayetlerin Rabbe edilen şikayetler olduğuna da dikkat edin. (ayet 8) Günahın tümü, gerçekten Tanrı’ya karşıdır. (bakınız Mezmur 51:4; Luka 15:18-21) Rab, bu yüzden şöyle der: “İsraillilerin yakınmalarını duydum.” (ayet 12) Tüm şikayetlerimiz, imansızlık ifadelerimiz ve yakınmalarımızın Rabbe karşı olduğunu ve bunların O’nun kulağına hemen gittiklerini ne kadar hatırlasak da, hiç bir zaman yeterince hatırlayamayız. Eğer bu düşünceye zihnimizde her zaman yer verecek olsa idik, o zaman günahlı sözlerimiz ağzımızdan çıkmadan dudaklarımızda kalırdı. Eğer Rabbi fiziksel gözlerimiz ile görebilse idik, imansızlığımızın aceleciliği içinde söylememize sık sık izin verdiğimiz bu sözleri söylemeye cesaretimiz olmazdı. Ama yine de biz gerçekten O’nun önündeyiz, O’nun gözleri bizim üzerimizde ve söylediğimiz her sözü işitiyor. 11 son olarak bıldırcınlar ve man arasındaki farklılığa dikkat edelim. Bıldırcınların özel bir öğretiş ile ilgileri yoktur, ama man’ın, Rab İsa’nın çarpıcı bir örneği olduğu açıktır. Bıldırcınlar bu nedenle, halkın isteklerini yerine getirmek için verildi, ama bereket getirmediler. Mezmur yazarı, bu konular ile bağlantılı olarak şöyle der: “Tanrı onlara isteklerini verdi, ama üzerlerine yıpratıcı bir hastalık gönderdi.” Tanrı, halkının feryatlarını, olar iman etmeseler dahi, işitebilir ve onlara isteklerini ihsan edebilir – ama bunu hali hazırdaki bereketten çok onları disiplin etmek için yapar. Böylece, Mesih’teki gerçek payını unutan bir imanlı Mısır’ın benlik kapları olan bu dünyanın değerlerini istemiş olur ve istediğini elde etmesine izin verilir, ama bunun sonucu olarak canı meyvesiz ya da kısır kalır – ve böyle bir can kısırlığı yalnızca Rabbin sevecen elinin disiplin eden denemeleri aracılığı ile restore edilir. Eğer yüreğimizde Mısır’a geri dönersek ve isteklerimizi tatmin etmemize izin verilir ise, bu yalnızca ilerdeki günlerde yaşanacak olan üzüntüye neden olur. Buna örnek olarak, Pavlus’un Timoteos’a yazdıklarını verebiliriz: “Zengin olmak isteyenler ayartılıp tuzağa düşerler, insanı çöküşe ve yıkıma götüren bir çok saçma ve zararlı arzulara kapılırlar. Çünkü her türlü kötülüğün bir kökü de para sevgisidir. Kimileri zengin olma hevesi ile imandan saptılar. Kendi kendilerine çok acı çektirdiler.” (1. Timoteos 6:9,10) Burada yalnızca Mısır’a geri dönme konusunda bir örnek yer alır, ama aynı ilke benliğin arzu edebileceği her arzuya uygulanabilir.

Şimdi, burada, bıldırcınların ve man’ın ihsan edilmesi ile ilgili öyküye yer verelim.

“Akşam bıldırcınlar geldi, ordugahı sardı. Sabah ordugahın çevresini çiy kaplamıştı. Çiy eriyince, toprakta, çölün yüzeyinde, kırağıya benzeyen ince pulcuklar göründü. Bunu görünce, İsrailliler birbirlerine, ‘Bu da ne?’ diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı.

Musa, ‘Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu’ dedi, ‘Rabbin buyruğu şudur: ‘Herkes yiyeceği kadar toplasın. Çadırınızdaki her kişi için bir omer (yaklaşık 2.2 litrelik bir ölçek) alın.’ İsrailliler söyleneni yaptılar. Kimi çok, kimi az topladı. Omer ile ölçtüklerinde, çok toplayanın fazlası, az toplayanın ise eksiği yoktu. Herkes yiyeceği kadar toplamıştı.

Musa, onlara,’Kimse sabaha bir parça bile bırakmasın’ dedi. Ama bazıları ona aldırmayıp sabaha bıraktılar. Bıraktıkları kurtlanıp kokmaya başlayınca Musa onlara öfkelendi.

Her sabah herkes yiyeceği kadar topluyordu. Güneş ortalığı ısıttığı zaman, yerde kalanlar eriyordu.”

Bıldırcınlardan çok az söz edilirken, man hakkında eksiksiz bir tanımlama yer alıyordu. Bu gözlemlenen gerçeğin ne kadar önemli olduğu açıkça ortada olduğundan, özellikle man ile ilgileniyoruz. Çiy eridiği zaman, “toprakta, çölün yüzeyinde kırağıya benzer ince pulcuklar göründü. Bunu görünce İsrailliler birbirlerine, ‘Bu da ne?’ diye sordular. Çünkü ne olduğunu anlayamamışlardı. Ve Musa onlara, ‘Rabbin size yemek için verdiği ekmektir bu’ dedi.” (14,15. ayetler) O zaman bu durumda man’ın anlamı şudur: Tanrı’nın, İsraillilere çölde yemeleri için verdiği ekmek. Man, netice itibarı ile Rabbin halkı için çölde uygun olan yiyecektir. Bu nedenle, Yahudiler Rabbimize, “Atalarımız çölde man yediler. Yazılmış olduğu gibi, ‘Yemeleri için onlara gökten ekmek verdi’ dedikleri zaman, onlara şu karşılığı verdi: “Size doğrusunu söyleyeyim, gökten ekmeği size Musa vermedi, gökten size gerçek ekmeği Babam verir. Çünkü Tanrı’nın ekmeği, gökten inen ve dünyaya yaşam verendir.” (Yuhanna 6:32,33. Özellikle 48. ayetten 58. ayete kadar okuyun.) O zaman, man’ın, Mesih’in bir örneği olduğu açıktır – O’nun bu dünyada iken olduğu gibi – O gökten geldi ve çölden geçen halkının yiyeceği olur. Özellikle dikkat edilmesi gereken nokta şudur: O’nun ölümünden beslenerek yaşama sahip olmadıkça – bedeninden yiyip kanından içmedikçe (Yuhanna 6:53,54) – O’ndan man olarak beslenemeyiz. Yaşam aldıktan sonra bize şöyle söylenir: “Yaşayan Baba beni gönderdiği ve ben Baba’nın aracılığı ile yaşadığım gibi, bedenimi yiyen de benim aracılığım ile yaşayacak.” (ayet 57)

Ama yine de okuyucuyu, bu en önemli ayeti kendi başına çalışması için bırakırken, iki noktayı hatırlatmamız yerinde olacaktır; birincisi, bölümümüzde yer alan man, Mesih’i beyan eder; ve ikinci olarak, bu karakterdeki Mesih, halkı çölde iken, onların yiyeceğidir. İsrailoğulları ve bu takdiri ilahiye ait imanlılar arasında bir farklılık vardır. İsrailoğulları, aynı anda tek bir yerde olabilirlerdi, çünkü burada gerçek bir tarihi öyküye sahibiz. İkinciler – Hıristiyanlar – iki grupta ele alınırlar: onların yeri, Mesih’te, göklerdedir (bakınız Efesliler 2); ve gerçek koşulları içinde düşünüldükleri zaman, çölde (dünyada)yolculuk yapmaktadırlar. Göklerde oturtulmuş kişiler olarak, yüceltilmiş bir Mesih – ülkenin eski tahıl tanesi simgesi ile gösterilen – yiyeceğimizdir; ama çöl koşullarında man olarak ihtiyaçlarımızı karşılayan, Mesih’in buradaki halidir. Ve seyahat ettiğimiz yolun verdiği sıkıntı ve zahmet arasında, alçakgönüllü bir Mesih’in lütfu, yumuşak huyluluğu ve sempatisi ile beslenmek ne kadar bereketli ve destekleyicidir. O’nun da aynı koşullardan geçtiğini hatırladığımız zaman, yüreklerimiz nasıl da sevinç ile coşar; bu nedenle O’nun ihtiyaçlarımızı bildiğini ve bizi desteklemek ve bereketlemek için hizmet etmekten zevk aldığını aklımıza getirmek bize teselli verir. İbranilere Mektup’un yazarı bu amaç ile şunları söyler: “Yorulup cesaretinizi yitirmemek için günahkarların bunca karşı koymasına katlanmış Olan’ı düşünün.” (İbraniler 12:3) Bu konu hakkında konuşan birinin dediği gibi: “Örenğin, gün esnasında bir şey benim sabrımı taşırabilir; tamam, o zaman Mesih, benim sabrımdır ve böylelikle O bana sabır konusunda destek veren man olur. O, yalnızca taklit edeceğim bir örnek değildir, O, lütfun kaynağıdır;” ve böylece Mesih, çölde bize lütuf, sempati ve güç kaynağı olarak canlarımız için man’dır.

Man’ın toplanması ile ilgili çok büyük önem taşıyan bazı pratik yönlendirmeler vardır. Öncelikle, herkesin, yiyeceği kadar toplaması gerekiyordu. (16-18.ayetler) Bunun bir sonucu olarak da, çok toplayanın fazlası, az toplayanın da eksiği yoktu. İştah, toplanan miktarı yönetiyordu. Bu çarpıcı örnek, bir imanlı için de ne kadar doğrudur! Her birimiz Mesih’e arzu ettiğimiz ölçüde sahibiz – ne fazla ne de az. Eğer isteklerimiz fazla ise, ve ağzımızı çok açarsak, O ağzımızı dolduracaktır. Gereğinden fazlasını arzu edemeyiz, ne de arzu ettiklerimiz konusunda hayal kırıklığına uğrarız. Öte yandan, eğer ihtiyacımız konusunda zayıf bir bilince sahip isek, Mesih’in yalnızca birazı tedarik sağlayacaktır. Bu nedenle Mesih’ten çöldeki yiyeceğimiz olarak beslenme ölçütümüz, tamamen hissettiğimiz ruhsal ihtiyaca – iştahımıza - bağlıdır. İkinci olarak, gelecekte kullanmak için saklanamazdı. Hiç kimse man’ı ertesi sabaha bırakmayacaktı. Ama bazı kişiler bu buyruğa aldırmadılar. Ama ertesi sabaha bıraktıklarının kurtlanıp kokmaya başladığını gördüler. Hayır; bu gün toplanan yiyecek, yarın işimize yaramaz. Can, Mesih’ten yalnızca bu gün beslenebilir; bu ilkeyi unutan canların uğradığı zarar büyük olmuştur. Man onlar için zengin bir yiyecek olmuştur ve günler boyunca ondan beslenmeye girişmişlerdir; ama her zaman hayal kırıklığı ve bereket yerine kayıp olmuştur. Tanrı, bir güne ait olanı yalnızca o gün için verir ve daha fazlasını vermez. Üçüncü olarak, man’ın sabah erkenden toplanması gerekliydi, çünkü güneş ortalığı ısıtınca yerde kalanlar eriyordu. İmanlı için man toplamanın en değerli zamanı, günün ilk anlarında ortalık sessiz iken, Rab ile tek başına kalmaktır. O günün neler getireceği imanlı için henüz ortaya çıkmamıştır ve yürüyeceği yolun özelliklerinin nasıl olacağını daha bilmez; ama man’ın desteğine ihtiyacı olacağını bilir. Bu yüzden, bırakın, imanlı sabahın ilk saatlerinde gayretli olsun ve eli toplamakta ağır olmasın ve ihtiyacı olan miktarda toplasın; çünkü eğer onu daha sonra arasa bile, güneş ortalığı ısıttığı zaman hepsinin eriyip yok olduğunu görecektir. Bu noktayı ihmal ettiği için pek çok kişi başarısızlığa uğrar. Zihinlerimizi Bir deneme gelir – beklenmedik bir şekilde gelir ve can yıkılır. Ama neden böyle olur? Çünkü man, güneş ortalığı ısıtmadan önce toplanmamıştır. Bu gerçeği herkes yüreğinde kabul etmelidir ve Şeytan’ın zihinlerimizi gerekli olan bu tek şeyden başka bir yöne saptırmak için kullandığı bu hilelere karşı tetikte bulunmalıdır. O gün için nasıl bir aciliyet olur ise olsun, man eksikliğinin yaşanmaması için tüm gayret sarf edilmelidir.

Man ile bağlantılı olarak aynı zamanda Şabat Günü de anlatılır.

“Altıncı gün, kişi başına iki omer, yani iki kat topladılar. Topluluğun önderleri gelip durumu Musa’ya bildirdiler. Musa, ‘Rabbin buyruğu şudur’ dedi, ‘Yarın dinlenme günü, Rab için kutsal Şabat Günü’dür. Pişireceğinizi pişirin. Haşlayacağınızı haşlayın. Arta kalanı bir kenara koyun, sabaha kalsın.’”

Musa’nın buyurduğu gibi arta kalanı sabaha bıraktılar. Ne koktu, ne de kurtlandı. Musa, ‘Arta kalanı bu gün yiyin’ dedi, ‘Çünkü bu gün Rab için Şabat Günü’dür. Bu gün dışarıda ekmek bulamayacaksınız. Altı gün ekmek toplayacaksınız, ama yedinci gün olan Şabat günü ekmek bulunmayacak.”

Yedinci gün bazıları ekmek toplamak için dışarı çıktı, ama hiç bir şey bulamadılar. Rab Musa’ya, ‘Ne zamana dek buyruklarıma ve yasalarıma uymayı reddedeceksiniz?’ dedi, ‘Size Şabat Günü’nü verdim. Bunun için altıncı gün size iki günlük ekmek veriyorum. Yedinci gün herkes nerede ise orada kalsın, dışarı çıkmasın.’ Böylece halk yedinci gün dinlendi.” (22-30. ayetler)

Yaratılış kitabının 2. bölümünde, “Tanrı yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün, yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” (ayet 3) Bu ifade, şabat ya da yedinci günün anlamını belirler; çünkü bu günün, Tanrı’nın dinlenme günü olduğunu açıkça gösteren, başka bir gün değil de yedinci gün olduğu dikkatle gözlemlenmelidir. Bu anlam, aynı zamanda İbraniler mektubunda da ayrıntılı bir şekilde ifade edilir. (Bakınız İbraniler 4:1-11) Şabat, bu nedenle Tanrı’nın dinlenmesinin bir örneğidir ve insana verilmesi ile Tanrı yüreğinin, insanın O’nun ile birlikte O’nun dinlenmesini paylaşmasını istediğini ifade eder. Bu konu burada ilk kez ortaya çıkar. Ataların döneminde ya da Mısır’daki İsrailoğullarının geçici konuklukları sırasında bu konudan hiç söz edilmez, ama man ile bağlantılı olarak bu bölümde yer alması çok bereketli bir öneme sahiptir.

Ancak, bu konu açıklanmadan önce bir kaç söz söylenmesi gereklidir. Tanrı’nın aklında bulunan konu yerleşmiş bir gelenek olarak belirtilmiştir; ama gayet açık bir şekilde belli olduğu gibi, insan günah sonucunda önemsenen şeye asla sahip olmadı. Hayır, bundan da öte, Tanrı günah nedeni ile dinlenemedi. Bu yüzden kutsanmış Rabbimiz Şabat’ı ihlal etmekle suçlandığı zaman, şu yanıtı verdi: “Babam hala çalışmaktadır, ben de çalışıyorum.” (Yuhanna 5:17) Günahın varlığı ve günah aracılığı ile O’na yapılanın onursuzluğu karşısında Tanrı dinlenemedi ve bunun bir sonucu olarak insan Şabat’ı O’nun ile paylaşamadı. İbranilere mektubun yazarı bu sonuncu konuyu daha da geliştirir. İsrailoğullarının imansızlıkları ve yüreklerinin katılıkları nedeni ile bundan yoksun bırakıldıklarını, Yeşu’nun onlara dinlenme vermediğini, Davut’un zamanında bundan gelecekteki bir konu olarak söz edildiğini gösterir ve “böylece Tanrı halkı için bir Şabat günü rahatı kalıyor (şabatın yerine getirilmesi).” (İbraniler 3 ve 4) O zaman, şöyle bir soru sorulur, Nasıl elde edilmesi gerekir? Bu sorunun yanıtı, bölümümüzde bulunur. Man, görmüş olduğumuz gibi, Mesih’in bir ön figürüdür ve sonuç olarak bu bağlantı onun Mesih olduğunu öğretir. Ve bizi Tanrı’nın huzur diyarına Mesih, yalnızca Mesih götürebilir. Tek yol, O’dur. Böylelikle elçi şunu söyler: “ Biz inanmış olanlar huzur diyarına gireriz” (İbraniler 4:3); yani, bazılarının öğrettiği gibi, huzur diyarı kesinlikle hali hazırdaki bir yer değildir – huzur diyarına girmek için Mesih’e iman edenlere ait bir yerdir. Çevre ve koşullar bunun gelecekteki bir bereket olduğunu gösterir. Böylece Tanrı halkı için bir şabat günü rahatı kalıyor. İmanlıların Mesih’te vicdan huzuruna ve yürek rahatlığına sahip oldukları bereketi kesinlikle doğrudur; ama Tanrı’nın huzur diyarına, her şeyin yenilendiği, Tanrı’nın konutunun insanların arasında olduğu ve Tanrı’nın insanların arasında yaşadığı, onların O’nun halkı olacağı ve Tanrı’nın kendisinin de onların arasında bulunacağı son sahnede yerimizi alıncaya dek ulaşılamayacaktır. (Vahiy 21:1-7)

Kısa bir süre için dikkatimizi talep eden bu yerde şabat buyruğu ile bağlantılı olan iki durum mevcuttur. Bu durumların ilki, halkın yedinci günde çadırlarında dinlenebilmeleri için altıncı günde iki günlük man verilmesidir. Eğer insan isteği ile bundan başka bir gün man toplanır ise, yararsız ve bozuk olacaktır; ama şabat buyruğuna itaat edilerek hareket edildiği zaman, man taze ve yararlı kaldı.

Ancak yine de, öğretilen gerçek şudur: Tanrı’nın lütfu altında sonsuzluk boyunca Tanrı’nın dinlenmesi paylaşıldığı zaman, Mesih hala bizim yiyeceğimiz olacaktır; bu dinlenmeden duyacağımız sevinç, Tanrı ile birlikte, bir zamanlar alçaltılmış olan Mesih için yapacağımız kutlamadan meydana gelir. Tanrı’nın yüreğini, O’nun biricik Oğlu sayesinde O’nun ile tam paydaşlığa sahip olmamızdan başka hiç bir şey daha çok tatmin edemez. Bu konu ile ilgili belki bir başka düşünce daha olabilir. Burada, Mesih’ten elde ettiğiz her şey, bizim sonsuz malımız be zevkimiz haline gelir.Bir yerine iki omer, ne kadar man toplarsak toplayalım, eğer kalan dinlenme için saklanır ise, bize sonsuzluk boyunca bir güç ve sevinç kaynağı olacaktır. İkinci konu şudur: almış oldukları buyruğa rağmen bazı kişiler yedinci gün man toplamak için dışarı çıktılar, ama hiç bir şey bulamadılar. (ayet 27) Ne kadar lütuf görünür ise görünsün, insanın yüreği aynı kaldı. İtaatsizlik, insanın çürük doğasının özelliğidir ve lütuf ya da yasa altında, nerede olur ise olsun, kendisinin ne olduğunu ortaya koyar. Rab, Musa aracılığı ile Halkının davranışını, onlara sabrı ve yumuşak merhameti ile tahammül etmesine rağmen, payladı. Şabat’ı, açıklanmış olduğu gibi Tanrı’nın dinlenmesinin bir örneği olarak almak ve bu nedenle, günah ortaya çıktığı için henüz gelecekte de olsa, şabat günü man bulunmaması ile bağlantılı olarak farklı, tipik bir öğretişin mevcut olduğu hemen anlaşılacaktır. O zaman man için zaman sonsuza kadar geçmiş olacaktır. Mesih artık asla o karakter dahilinde anlaşılmayacaktır; çünkü o zaman Tanrı halkının çöl koşulları sonsuza kadar yok olmuş olacaktır. Çölde bulundukları zaman toplamış olduklarından hala keyif alabilirler; ama artık toplanacak bir şey bulunmayacaktır. Aynı ders, bir açıdan, Rabbin buyruğu üzerine Musa tarafından verilen talimatta görülebilir.

“Musa, ‘Rabbin buyruğu şudur’ dedi, ‘Mısır’dan sizi çıkardığımda, gelecek kuşakların çölde size yedirdiğim ekmeği görmeleri için bir omer saklansın.’ Musa, Harun’a, ‘Bir testi al, içine bir omer man doldur’ dedi, ‘Gelecek kuşaklar için saklanmak üzere onu Rabbin huzuruna koy.’ Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi Harun, man’ı, saklanmak üzere Antlaşma Levhaları’nın önüne koydu. İsrailliler yerleştikleri Kenan topraklarına varıncaya dek kırk yıl man yediler. Bir omer, efanın onda biridir.” (32-36. ayetler)

Bergama kilisesinde galip gelene verilen vaatte hiç kuşkusuz bununla ilgili bir ima bulunur: “Galip gelene saklı man’dan vereceğim,” v.b. (Vahiy 2:17) Böylelikle Mesih’in alçaltılmış olması asla unutulmaz, aksine her zaman hatırlanmalı ve O’nun halkı tarafından sonsuzluk boyunca şükran ve minnettarlık ile yenilmelidir.

“Orada, o saklı ekmeğin üzerinde
—bir zamanlar burada alçaltılmış olan—
Tanrı’nın hazinesi Mesih’ten sonsuza kadar
beslenen canım O’nun sevgisi ile sevinecektir.”

Bu yüzden bir omer man, gelecek kuşaklar için saklanmak üzere Antlaşma Levhalarının önüne, Rabbin huzuruna kondu. İnsanların bulunduğu bir ülkeye gelene kadar çöldeki yolculuklarının tamamı boyunca tam kırk yıl, man onların günlük yiyeceği oldu; Kenan diyarının sınırlarına gelinceye dek man yediler.


1. Bu konu ile ilgili bir örnek için bakınız, Yuhanna 20:26,27.

Bölüm 12

Refidim Ve Amalek

Mısır’dan Çıkış 17

İsrailoğulları bir kez daha ilerlediler ve başka zorluklar ile karşılaştılar. Ama “bu olaylar başkalarına ders olsun diye onların başına geldi; çağların sonuna ulaşmış olan bizleri uyarmak için yazıya geçirildi.” (1. Korintliler 10:11) Bu nedenle, onların çölde yaşadıkları tüm acılar ve yaşadıkları tecrübelere bağlı özel bir pay mevcuttur.

“Rabbin buyruğu uyarınca, bütün İsrail topluluğu Sin Çölü’nden ayrıldı, bir yerden öbürüne göçerek Refidim’de konakladı. Ancak orada içecek su yoktu. Musa’ya, ‘bize içecek su ver’ diye çıkıştılar. Musa, ‘Niçin bana çıkışıyorsunuz, neden Rabbi deniyorsunuz?’ dedi.

Ama halk susamıştı. ‘Niçin bizi Mısır’dan çıkardın’ diye Musa’ya söylendiler, ‘Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?’

Musa, ‘Bu halka ne yapayım?’ diye Rabbe feryat etti, ‘Neredeyse beni taşlayacaklar.’

Rab, Musa’ya, ‘Halkın önüne geç’ dedi, ‘Bir kaç İsrail ileri gelenini ve Nil’e vurduğun değneği de yanına alıp yürü. Ben Horev Dağı’nda bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak.’ Musa, İsrail ileri gelenlerinin önünde denileni yaptı. Oraya Massa ve Meriva adı verildi. Çünkü İsrailliler orada Musa’ya çıkışmış ve ‘Acaba Rab aramızda mı, değil mi’ diye Rabbi denemişlerdi.” (1-7. ayetler)

Man olayında olduğu gibi, değnek ile vurulan kaya olayında olduğu gibi, bu güç ve lütuf gösterisinin nedeni, insanların günahı idi. Refidim’de, “insanların içmesi için su yoktu.” Ve insanlar ne yaptılar? Geçmişte, Tanrı’nın sadakatini ve sevecen ilgisini tecrübe etmişlerdi; onların lehine müdahalede bulunacağından emin olarak O’na dönüp teşvik almadılar mı? Yehova’nın, onların her ihtiyacını yeterinden fazla olarak, bolluk ile karşıladığına dair kanıt olarak bıldırcınları ve man’ı düşünerek hafızalarını tazelemediler mi? Rabbin Çobanları olduğunu ve hiç bir eksiklerinin olmadığını öğrenmemişler miydi? Aslında, beklemeleri gereken, Rabbin geçmişteki sağlayışlarını hatırlayarak bunlar olmalıydı; eğer insan yüreği ve benliğin karakteri konusunda bilgisiz olsa idik, Rabbin, görmüş oldukları harika işlerinin aynısının tekrar edilmesini doğal sonuçlar olarak bekleyebilirdik. Ama durum bundan çok farklı idi, Musa’ya çıkıştılar ve, ‘İçmemiz için bize su ver’ dediler. Günahlı şikayetlerinin ve imansızlıklarının içinde Musa’yı içinde bulundukları sefil durumun nedeni olarak gördüler ve öfkeleri nedeni ile onu neredeyse öldüreceklerdi.

İhtiyaçlarını karşılayacak lütfkar sağlayış gerçekleşmeden önce günahlarının özelliği hakkında bir ya da iki gözlemde bulunulabilir. Halk, Musa’ya çıkıştı, ama gerçekte Musa’nın da söylediği gibi, yaptıkları, Rabbi denemek idi (ayet 2); davranışları aracılığı ile şöyle dediler: “Rab aramızda mı, değil mi?” (ayet 17) Musa, onlar için atanmış olan bir önder idi ve bu yüzden, halk için Yehova’nın temsilcisi idi.

Musa’ya çıkışmak, Rabbe çıkışmak demekti; ve yoksunlukları ile ilgili şikayette bulunmaları Rabbin varlığını inkar etmek olmasa bile, O’nun aralarındaki varlığından kuşku duydukları anlamına geliyordu. Çünkü eğer, Rabbin aralarında olduğuna inansalardı, her şikayet eden dil susacak ve onları Mısır’dan çıkartan, onlar için Kızıl Deniz’in sularını ikiye bölen ve tüm yolculukları sırasında geceleri ateş sütunu ve gündüzleri ise bulut sütunu aracılığı ile onlara rehberlik eden Yehova’nın, Kendi zamanında, onların feryatlarını işiteceğine ve ihtiyaçlarını karşılayacağına güven duyar ve bu güven sayesinde huzurlu olurlardı. Çöldeki denemeler nedeni ile yapılan şikayetler ve çıkışmalar, günahın ciddi doğasını ortaya koyan örneklerdir, ve bize aynı zamanda tüm bunların temelinde, Rabbin aramızda ya da bizden yana olup olmadığı kuşkusunun bulunduğunu öğretir. Genellikle, Tanrı’nın halkını bu şekilde sık sık bağlayan ve düşmelerini sağlayamasa bile, onların huzur ve sevincini çalan Şeytan’ın bu alışılmış tuzakları karşısında bizi zorlayan bu eğilimlerin panzehiri, aramızda olan, halkını, çöldeki yolculuğunun her aşamasında sürüsünü güden bir Çoban gibi yönlendiren Rabbe duyacağımız sağlam, sarsılmayan bir güvendir. Kutsanmış Rabbimizin mükemmel davranışı, İsrail’in karşıt davranışı ile karşılaştırıldığı zaman, ne kadar farklı ve güzeldir! O, çölde Şeytan tarafından denendiği zaman, kararlı bir bağımlılık ile Şeytan’ın her önerisini sadece Tanrı’nın sözü ile geri püskürttü.

Musa, Rabbe yalvardı ve Rab onun duasını işitti ve halkın günahına rağmen, “Kayayı yardı, sular fışkırdı, çorak toplarda bir ırmak gibi aktı. Çünkü kutsal sözünü, kulu İbrahim’e verdiği sözü anımsadı.” (Mezmur 105:41,42) Böylelikle lütuf yine üstün geldi ve halkın ihtiyaçlarını karşıladı. Ama burada en önemli nokta, bu olayda verilen tipik buyrukta bulunur. Man gibi, aynı zamanda kaya da Mesih’ten söz eder. Bu yüzden Pavlus şöyle der: “Hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler; o kaya Mesih idi. (1.Korintliler 10:4) Ama, Kaya’ya sular akmadan önce vuruldu. Musa’ya eline değneği alması buyuruldu – Nil Nehri’ne vurduğu değnek – ve orada Horev Dağı’nda bir kayanın üzerinde Musa’nın önünde duran Yehova ile, kayaya vurması gerekiyordu, “Kayaya vuracaksın ve halk içsin diye su fışkıracak.” Değnek, Tanrı’nın gücünün bir sembolü olarak açıklanmıştır. Ve bu nedenle, değneği vurmakla Tanrı’nın yargılayan gücü uygulanmış olacak idi. Kayaya bu vuruş, çarmıhta Mesih’in üzerine inen yargı darbesinin sembolü idi. Vurulan kaya, çarmıha gerilen Mesih’tir. Burada dikkat edilmesi gereken, kayanın vurulmasına halkın günahının neden olması idi – “bizim isyanlarımız yüzünden O’nun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden O eziyet çekti” gerçeğine ilişkin çarpıcı bir örnek. Bu, kesinlikle hem günahkarların hem de kutsalların çarmıha bakmalarını gerektiren bir gerçektir. Günahkarlar, günahın yargısını taşıyan çarmıhtaki Mesih’e bakabilirler ve eğer bu olayın üzerinde düşünecek olurlar ise, kutsal bir Tanrı’nın gözünde günahın ne olduğunu öğrenebilirler; ve bu dersi öğrendiklerinde, tövbesizlik ve imansızlıkta devam ettikleri takdirde, aynı zamanda başlarına gelecek felaket konusunda da uyarılabilirler. Çünkü,Tanrı günah sorunu ile ilgilenirken, eğer Kendi Oğlu’nu esirgemedi ise, yüreğinin zevki olan, kutsal, zararsız, lekesiz ve günahkarlardan ayrı olan o Oğlu esirgemedi ise, günahkarlar yargıdan kurtulmayı nasıl bekleyebilirler? Kutsallar ise, çarmıha yeterince bakmazlar. Ve baktıkları zaman, yürekleri nasıl da etkilenecek, alçalacak ve eriyecektir; lütuf aracılığı ile şöyle diyebileceklerdir: “Günahlarımızı Kendi bedeninde çarmıhta yüklendi.” (1.Petrus 2:24) Tüm sonsuzluk boyunca, bu ölümü gerekli kılanın kendi günahları olduğunu asla unutmayacaklar; Tanrı’nın, karakterinin her özelliğinin ile bu ölüm aracılığı sayesinde yüceltildiğini hatırlamaktan asla vazgeçmeyecekler ve bu yüzden tüm bereketlerinin sonsuz ve değişmez temelinin ne olduğunu hiç bir zaman unutmayacaklar. Bu, değerli olduğu gibi aynı zamanda çok da ciddi bir gerçektir; Kaya’ya insanlar içmeden önce vurulması gerekir. Sorgulanan günahı göz önünde bulundurarak - günah, tüm evrenin önünde Tanrı’nın onurunu lekelemişti – Tanrı’nın bunu talep etmesinin nedeni, kendi yüceliği için idi; ve madem ki su olmadığı takdirde halk mahvolacaktı, o zaman bunu talep eden, halkın yaşayabilmesi için duyulan ihtiyaç idi. Ancak, bunu tedarik edebilecek olan, yalnızca Tanrı idi ve bu yüzden Musa’ya verdiği buyruklarda O’nun yüreğindeki lütfun bir başka güzelliği ortaya konuyordu.

Kaya’ya vuruldu ve “sular fışkırdı.” Daha önce değil – bu imkansız idi; çünkü Tanrı günah nedeni ile sınırlanıyordu; O’nun merhametleri ve şefkati, lütfu ve sevgisi, Kendi içinde hapsedilmiş oluyordu. Ama bu kefaret yerine getirilir getirilmez, kutsallığının talepleri sonsuza kadar tatmin edildi ve tüm dünyaya lütfunun ve yaşamının kaynaklarının akması için yüreğinin set kapakları açıldı. Bu nedenle, Matta’da, İsa’nın, ruhunu teslim eder etmez, “tapınaktaki perdenin yukarıdan aşağıya doğru yırtılarak ikiye bölündüğünü” okuruz. (Matta 27:50,51) Tanrı şimdi adaletini sağlamış olarak günahkar bir dünyaya lütfu aracılığı ile teklifte bulunmak için özgür idi ve insan – imanlı – O’nun huzuruna istediği an cesaret ile girmek için özgür kılınmıştı. Tanrı’nın tahtının kutsallığının tam ışığı önünde insanın nasıl adil bir şekilde durabileceğine ilişkin yol açıklanmıştı.

Kaya’dan akan su, Kutsal Ruh’un yaşam gücü olarak bir amblemidir. Yuhanna’nın müjdesinde bu gayet belirgindir. Kutsanmış Rabbimiz bu konuda Samiriyeli kadına şunları söyledi: “Benim vereceğim sudan içen, sonsuza kadar susamaz. Benim vereceğim su, içende sonsuz yaşam için fışkıran bir pınar olacak.” (Yuhanna 4:14) Yuhanna 7. bölümde, İsa aynı figürü kullanır ve Yuhanna buna şu eklemede bulunur: “Bunu, kendisine iman edenlerin alacağı Kutsal Ruh ile ilgili olarak söylüyordu. Ruh henüz verilmemişti, çünkü İsa henüz yüceltilmemişti.” (ayet 39) Bu bölümde gerçekten açıklanan iki şey bulunur – ilki, “diri suların” Kutsal Ruh’un örneği olmasıdır; ikincisi, “diri sular” olan bu Kutsal Ruh, İsa, yüceltilmeden önce alınamazdı. Başka bir deyişle, daha önce görülmüş olduğu gibi, insanların susuzluğunu gidermek için sular akmadan önce Kaya’ya vurulmalı idi.

Burada, uygulamada büyük önem taşıyan ve gözden kaçırılmaması gereken bir ders vardır. İnsanın bitmeyen ihtiyaçlarını tatmin edebilecek olan yaşam gücü – sonsuz yaşam - olarak Kutsal Ruh’un dışında hiç bir güç yoktur. Ve bu bereket yalnızca çarmıha gerilmiş ve dirilmiş bir Mesih aracılığı ile elde edilebilir. İsa, bu nedenle Yahudilere şöyle seslendi: “Bir kimse susamış ise, bana gelsin, içsin.” (Yuhanna 7:37) Ve bu aynı duyuru hala devam eder: “susayan gelsin. Dileyen, yaşam suyundan karşılıksız alsın.” (Vahiy 22:17) Bu satırları okuyan herkesin canı, Kutsal Ruh’un gücü ile bu gerçekten etkilensin!

Böylece, Rab, halkının şikayetlerine lütfu ile karşılık verdi ve onlara içmeleri için su sağladı. Ama o yere verilen Massa (Deneme) ve Meriva (Çıkışma) adları günahlarının bir anıtı olarak kaldı.

Sular kayadan fışkırdıktan hemen sonra Amalekliler ile çatışma başlar. Olayların bağlantısı, Tanrı’nın yollarını ve gerçeğini gösterdiği için çok eğiticidir. Gökten gönderilen ekmek, Mesih’tir; vurulan Kaya, çarmıha gerilen Mesih’tir; diri sular Kutsal Ruh’un bir amblemidir; ve şimdi Ruh’un alınması ile birlikte çatışma da gelir. Böyle olması gerekir;

çünkü “benlik Ruh’a, Ruh da benliğe aykırı olanı arzu eder. Bunlar birbirine karşıttır; sonuç olarak istediğinizi yapamıyorsunuz.” (Galatyalılar 5:17) Bu yüzden bu tipik olaylar düzeni gelişiyor. O zaman, akla şöyle bir soru gelebilir: Amalekliler ile sembolize edilen nedir? Bu soruya yanıt olarak genellikle ifade edilen, benliktir; ama bu, gerçeğin yalnızca bir parçasıdır. Amalek’e gelince, onun gerçek karakteri, orijini sayesinde kolayca anlaşılır. (Bakınız Yaratılış 36:12) Ama burada fark edilmesi gereken düşünce, Amalek’in, Tanrı halkına düşman olduğunu açıkça ortaya koyması ve onların gelişmesine engel olmak istemesi ve hatta onları yeryüzünden silip atmak istemesidir. Bu nedenle, Şeytan’ın gücü – benlik aracılığı ile hareket edebilir – İsrailoğullarının ilerlemelerine meydan okur ve sinsi Şeytan’ın saldırmak için seçtiği zaman açıkça bellidir. Saldırı, halk günah işledikten hemen sonra idi, bu yüzden düşman, böyle bir zamanda Tanrı’nın halkından hoşnut olmadığını varsaymış olabilirdi. Bu, Şeytan’ın her zamanki yöntemidir. Ama eğer Tanrı halkından yana ise, hiç bir düşmana halkının yıkımına neden olması için fırsat tanımayacaktır. Halk, eğer bu durumda kendi başına bırakılmış olsa idi, kolayca dağılabilirdi; ama halkını Kızıl Deniz’in dalgaları arasından Geçiren, şimdi onların mahvolmalarına izin vermeyecektir. Rab, onların sancağı idi ve bu nedenle savunmaları sağlamdı. O zaman Amalek’in nasıl yenildiğine dikkat edelim.

“Amalekliler gelip Refidim’de İsraillilere savaş açtılar. Musa, Yeşu’ya, ‘Adam seç, git Amalekliler ile savaş’ dedi, ‘Yarın ben elimde Tanrı’nın değneği ile tepenin üzerinde duracağım.’

Yeşu, Musa’nın buyurduğu gibi, Amalekliler ile savaştı. Bu arada Musa, Harun ve Hur tepenin üzerine çıktılar. Musa elini kaldırdıkça İsrailliler, indirdikçe Amalekliler kazanıyorlardı. Ne var ki, Musa’nın elleri yoruldu. Bir taş getirip altına koydular. Musa üzerine oturdu. Bir yanda Harun, öbür yanda Hur, Musa’nın ellerini yukarda tuttular. Güneş batıncaya dek, Musa’nın elleri yukarda kaldı. Böylece Yeşu Amalek ordusunu yenip kılıçtan geçirdi.” (8-13. ayetler)

O zaman önce, Yeşu’nun Musa’nın buyruğu üzerine savaş için seçtiği adamların başına geçtiğini görüyoruz. Yeşu, Mesih’i temsil eder; kurtarmış olduklarını, Ruh’un enerjisi ile savaşa yönlendirir. Bu nasıl bir teselli! Eğer Şeytan, güçlerini, Tanrı’nın halkını öldürmek için sıraya dizerse, öte yandan Mesih de Kendisinin seçilmiş adamlarına düşman ile karşılaşmaları için öncülük eder. Bu nedenle, savaş Rabbindir! Bu gerçek, İsrail’in tüm tarihi boyunca defalarca resmedilir; ve imanlıların savaşlarının ilkesi açısından bu ilahi takdir doğrudur. Eğer bu gerçek kavrandığı takdirde, en acı zorlukların karşısında zihinlerimizi sakinleştirecektir. İnsana güvenmekten vazgeçip, Rabbe güvenmemize yardımcı olacaktır. İnsanların huzursuz eylemlerini ve planlarını gerçek değerleri ile görüp takdir etmemizi mümkün kılacak ve kurtulmak için yalnızca halkının Önderi olan Rabbe bakmamızı sağlayacaktır. Tek bir kelime ile ifade edecek olur isek, düşmanlarımıza karşı başarılı bir savunmanın yalnızca Tanrı’nın Ruhu’nun gücü ile gerçekleştirilebileceğini hatırlamamız gereklidir.

Yine de başka bir konu daha vardır. Eğer Yeşu, savaşçılarına vadide önderlik ediyor ise, Musa – Harun ve Hur ile birlikte - tepenin üstüne çıkar ve aşağıda devam eden savaş, yukarıdaki Musa’nın kaldırdığı ellerine bağlı olarak gelişir. Böylelikle görüldüğü gibi, Musa yukarıda aracılık Yapan Mesih’in bir figürüdür. O, halkına aşağıda Ruh’un gücü ile önderlik ederken, davalarını Tanrı’nıın huzurunda yaptığı Aracılığı ile destekler.

Ve onların imdadına yetişmek için yerinde ve zamanında onlar için merhamet ve lütuf temin eder. Bu yüzden onların, Mesih’in Başkahin olarak aracılığı olmadığı sürece savaş için güçleri yoktur; ve onlara ilerlemeleri için önderlik eden Ruh’un enerjisi, bu aracılık ile bağlantılıdır. Pavlus, şu sözleri ile bu gerçeği ifade eder: “Ölmüş, üstelik dirilmiş olan Mesih İsa, Tanrı’nın sağındadır ve bizim için aracılık etmektedir. Mesih’in sevgisinden bizi kim ayırabilir? Sıkıntı mı, elem mi, zulüm mü, açlık mı, çıplaklık mı, tehlike mi, kılıç mı?” ( ya da Amalekliler mi? diye biz de bir ekleme yapabiliriz). ….  Hayır, bizi sevenin aracılığı ile bu durumların hepsinde galiplerden üstünüz.” (Romalılar 8:34-37) Rabbin kendisi, öğrencilerine, Kendisinin yukarıdaki işi ve Ruh’un aşağıda onlardaki eylemi arasındaki bağlantıyı öğretti ve şöyle dedi: “Eğer ben gitmezsem, Yardımcı size gelmez.” (Yuhanna 16:7) Bundan dolayı, İsa, Kutsal Ruh’u, “başka bir Yardımcı” (Yuhanna 14:16) olarak ifade eder ve elçi Yuhanna kutsanmış Rabbimize aynı ünvanı verir ( Avukat- Savunucu, ama aslında aynı anlama gelen Paraklete; 1. Yuhanna 2:1).

Ama hiç kimse, Mesih’in gerçek bir örneği olamazdı. Musa’nın elleri yorulup ağırlaştılar, öyle ki, Harun ve Hur onun elerine destek verebilsinler. Ama bu durum yine de yalnızca Mesih’in aracılığına ilişkin gerçeği daha da çok ortaya çıkartır. Henüz resmi olarak ayrılmamış olmasına rağmen Harun, kahinliği temsil eder ve Hur, eğer adın önemi bize rehberlik edecek olur ise, ışığı ya da saflığı karakterize eder. Bu nedenle, her ikisi birlikte Tanrı’nın önünde kutsallığı muhafaza eden Mesih’in Başkahin olarak aracılık ettiği anlamına gelirler. Mesih’in sonsuza kadar ve üstün olarak tüm yaptıklarını temel aldığı için bir aracılık mevcuttur. Bu ders üzerinde yeterince düşünülmesi gereklidir. Aşağıdaki savaşın sonucu, savaşçıların gücüne bağlı değildi ve hatta yukarıdaki Kutsal Ruh’un gücüne de bağlı değildi; ama Mesih’in sonsuza kadar süren ve etkili aracılığına bağlı idi. Çünkü Musa, ne zaman ellerini kaldırsa İsrail üstün geldi; ve ne zaman ellerini indirse, Amalekliler üstün geldiler. Bağımlılığın gerekli olmasının nedeni bu idi. Bundan ayrı olarak, biz savaş için hazır olabiliriz; savaşın nedeni adil bir neden olabilir, ama yenilgimiz kesin ve kaçınılmaz olacaktır. Ama yücelerdeki Mesih bizim yanımızda Aracımız olduğunda ve Önderimiz olarak Ruh’un gücündeki Mesih ile “kötüler, hatta düşmanlarımız bile bize karşı geldikleri zaman, sendeleyecek ve yere düşeceklerdir.” O zaman, Rabbin halkı önünde hiç bir düşman duramaz.

Amalek böylelikle, kılıç ile bozguna uğratıldı. Ama böyle bir zafer – güçlerinin kaynağının açıklaması ve düşmanın değişmeyen karakteri – unutulmamalıydı. Bir hatırlatma olarak kaydedilmesi gerekiyordu.

“Rab, Musa’ya, ‘Bunu anı olarak kayda geç’ dedi,’Yeşu’ya da söyle, Amalekliler’in adını yeryüzünden büsbütün sileceğim.’ Musa bir sunak yaptı, adını ‘Yahve nissi’ koydu. ‘Eller Rabbin tahtına doğru kaldırıldı’ dedi, ‘Rab kuşaklar boyunca Amalekliler’e karşı savaşacak.’” (14-16. ayetler)

Bu anıda iki şey bir araya getirildi – Amalek’ten kurtarılmalarının kaydedilmesi ve onu nihai yenilgisine dair verilen ant. Rabbin, halkı adına kullandığı gücünün her gösterilişi bu çifte özelliği taşır. Eğer o müdahale eder ve halkını düşmanlarının saldırısından kurtarıp haklı çıkartırsa, bu yanı davranışı ile onlara göstereceği sürekli korumasını ve ilgisini de garantilemiş olur. Bu nedenle, O’nun halkının ve düşmanlarının arasındaki savaşa her müdahale edişi, hem geçmişten bir anı olarak hem de O’nun yıkılamaz savunmasının garantisi olarak halkının kulaklarına nakledilmeli ve yüreklerine yazılmalıdır. Bu yüzden Mezmur yazarı, geçmişteki bir kurtarılışını kutladığı zaman, şöyle konuşur: “Karşımda bir ordu konaklasa kılım kıpırdamaz, bana karşı savaş açılsa yine güvenimi yitirmem.” (Mezmur 27:3)

Musa aynı güveni duyarak bir sunak inşa etti. Bunu yapmakla Tanrı’nın eline duyduğu minnettarlığı gösterdi ve aynı zamanda zafer övgüsünün Rabbe ait olduğunu da ifade etti. İşte tam bu noktada pek çok kişi hataya düşmektedir. Rab yardım ve kurtarış sağlar, ama yardım gören ve kurtarılan kişiler sunaklar inşa etmeyi unuturlar. Zor durumda kaldıkları zaman Rabbin huzuruna giderler, ama üzerlerindeki baskıdan özgür kılındıkları zaman, genellikle O’nu övmeyi ihmal ederler. Musa, böyle yapmadı. Sunağı inşa etmekle, tüm İsrail’in önünde şunu beyan etmiş oldu: bizim için savaşan Rab’dir ve zaferi kazanan O’dur. Ve tüm bu söylediklerine Rab için bir de unvan ekledi – “Rab, sancağımızdır!” Bu yüzden, düşmanlarımızı yene ve yenecek olan O’dur! Çünkü Amalek ile olan düşmanlığı asla son bulmayacaktır. Tanrı’nın halkı yeryüzünde bulunduğu sürece, Şeytan, onları yenmek için plan yapacaktır. Bunu hatırlamamız gerekir, ama dahil olan her şey ile hatırlamalıyız; eğer Yehova Nissi gerçeğini güçlü bir şekilde kavrayabilir isek, yüreklerimiz güvenlik içinde olacaktır. Savaş, Rabbindir, biz O’nun sancakları altında savaşırız ve bundan dolayı düşman akılsızca ne kadar direnirse dirensin, zafer garanti edilmiştir.

Bölüm 13

Bin Yıllık Döneme Ait Bereket

Mısır’dan Çıkış 18

Bu bölüm, İsrail tarihindeki lütfun ilahi takdirine bir son verir. Mısır’dan Sina’ya kadar her şey, saf lütuf idi. Sina’da kendilerini yasa altına koydular. Bu yüzden, 18. bölümün kendine özel karakterinin nedeni budur. Açıklandığı gibi, beden alan Mesih’i temsil eden man, Ölümünü temsil eden vurulan Kaya, ve bu Kaya’dan akan, Ruh’un armağanı olan su kaynakları ve şimdi Ruh’un düzenini izlemek ile Yahudilerin ve Ulusların bereketlenmeleri örneğini ve İsrail’de yönetim düzeninin bina edilmesini görüyoruz. Gerçekten de Kilise, Yahudiler ve Ulusların hepsi tipik bir şekilde tasvir edilirler. Aşağıdaki Kutsal Yazılarda yer alan bazı düşünceler belirtildikleri takdirde bu konu algılanacaktır:

“Musa’nın kayınbabası Midyanlı Kahin Yitro, Tanrı’nın Musa ve halkı İsrail için yaptığı her şeyi, Rabbin İsraillileri Mısır’dan nasıl çıkardığını duydu. Musa’nın kendisine göndermiş olduğu karısı Sippora’yı ve iki oğlunu yanına aldı, Musa, ‘Garibim bu yabancı diyarda’ diyerek oğullarından birine Gerşom adını vermişti. Sonra, ‘Babamın Tanrısı bana yardım etti, beni firavunun kılıcından esirgedi’ diyerek öbürüne de Eliezer adını koymuştu. Yitro, Musa’nın karısı ve oğulları ile birlikte Tanrı dağı’na, Musa’nın konakladığı çöle geldi. Musa’ya şu haberi gönderdi: “Ben, kayınbaban Yitro, karın ve iki oğlun ile birlikte sana geliyoruz.’

Musa, kayınbabasını karşılamaya çıktı, önünde eğilip onu öptü. Birbirlerinin hatırını sorup çadıra girdiler.Musa, İsrailliler uğruna Rabbin firavun ile Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, Rabbin kendilerini nasıl kurtardığını kayınbabasına bir bir anlattı.

Yitro Rabbin İsraillilere yaptığı iyiliklere, onları Mısırlıların elinden kurtardığına sevindi.’Sizi Mısırlıların ve Firavunun elinden kurtaran Rabbe övgüler olsun’ dedi, ‘Halkı, Mısır’ın boyunduruğundan O kurtardı. Artık biliyorum ki, Rab bütün ilahlardan büyüktür. Çünkü onların gurur duydukları şeylerin üstesinden geldi.’ Sonra Tanrı’ya yakmalık sunular ve kurbanlar getirdi. Harun ile bütün İsrail ileri gelenleri, Musa’nın kayınbabası ile birlikte Tanrı’nın huzurunda yemek yemeye geldiler.” (1-12. ayetler)

Midyanlı Kahin Yitro, Musa’nın kayınbabası bu bölümde ortaya çıkar. Tanrı’nın, halkı için yaptıklarının hepsini duymuştu. Ve bunun üzerine Sippora’yı ve iki oğlunu Musa’ya getirdi. Yalnızca çocukların isimleri bile sahnenin tipik karakterini açıklamaktadır. Musa’nın ilk oğlunun adı, Gerşom’dur; çünkü Musa, ‘garibim bu yabancı diyarda’ ya da ‘yabancı bir ülkede bir yolcuyum’ dedi. Gerşom adı, bu nedenle, İsrailliler yabancılar olarak tüm dünyaya dağıtıldıkları zaman, onların kendi ülkelerinden uzakta yorgun ve canlarından bezdirici günler geçirdiklerini hatırlatır. (Bakınız 1.Petrus 1:1) Musa’nın ikinci oğlunun adı Eliezer’dir; “çünkü babamın Tanrısı bana yardım etti, beni firavunun kılıcından esirgedi”. Bu isimler hiç kuşkusuz geçmişi hatırlatıyorlardı, ama aynı zamanda gelecek ile ilgili bir peygamberliktiler ve bu yüzden, tipik bir şekilde yorumlandıkları zaman, Mesih’in egemenliği altındaki bereketi almalarına bir hazırlık olarak İsrail’in nihai kurtuluşundan da söz ederler. Bu iki isim böylelikle, Tanrı’nın İsrail ile ilgilenmesindeki iki farklı döneme işaret ederler: ilk isim, Babil’e sürgüne gönderilecekleri arasında geçen tüm zamanı kapsar; ikinci isim ise, Rabbin aniden görüneceği ve halkını düşmanın pençesinden kurtaracağı o önemli ana işaret eder; İsrail’e karşı savaşmak için toplanmış olan uluslara karşı çıkacak ve onlar ile savaşacaktır. (Zekeriya 14) Ama firavunun kılıcından kurtarılmaları kadar, dağıtılmalarının getirdiği üzüntülere, bu bölümde geçmişte kalan olaylar olarak bakılır ve onlar artık şimdi uzun zamandır ertelenmiş ve özlenmiş bereketlerine mecazi olarak sahiptirler.

Sippora’da görülen ise, Kilisedir. Sippora, Musa’nın diğer uluslardan olan karısı idi ve böyle olduğu için Kilise’nin bir ön örneğidir. Tüm bunlar, örneğin bir yıllık döneme ait karakteri ile uyumludur; çünkü İsrail restore edildiği zaman, ve İmmanuel’in mutlu yönetimi ile sevindiğinde, Kilise o güne ait olan sevinçten payını alacaktır; bin yıllık egemenliğin görkemleri ile bir arada olacaktır. Bedene göre, Davut’un soyundan gelen için o gün söz ile anlatılamaz bir sevinç olacaktır ve O’nun sevincinin her nabız atışı Kuzu’nun eşi konumunda olacak olan kilisenin yüreğinde bir karşılık uyandıracaktır. Bu nedenle, O kilise ile, kilise de, O’ndan daha aşağıdaki konumuna rağmen O’nun ile birlikte İsrail’in evlilik günü için sevinç ile paydaşlık edeceklerdir.

Bundan sonra sırada Yitro’nun bereketini ve Yehova’nın adını beyan ederek sembolize edilen Uluslar vardır. Ve bunun nasıl ortaya çıktığını gözlemleyin. Yahudi olan Musa, Yitro’ya, “Rabbin firavun ile Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, Rabbin kendilerini nasıl kurtardığını” anlatır. Bu işittikleri, Yitro’nun yüreğinin boyun eğmesini sağlar ve İsrail kurtarıldığı için sevinir, İsrail’i kurtaran Rabbi över ve O’nun mutlak üstünlüğünü beyan eder. Böylelikle, Mezmurlar’da şunları okuruz: “ Halkımın çekişmelerinden beni kurtardın, ulusların önderi yaptın, tanımadığım halklar bana kulluk ediyor. Duyar duymaz sözümü dinlediler (Uluslar), yabancılar bana yaltaklandılar.” (Mezmur 18:43,44)

Sonra, Yitro Tanrı’nın önünde, Musa, Harun ve İsrail’in ileri gelenleri ile birlikte tapınarak onlara katılır. Burada Musa, kraldır ve bu yüzden Musa, İsrail ve Uluslar (Yitro) ile birlikte Tanrı’nın önünde yemek yenir. Bu olay, İsrail ve Ulusların tapınmada birleştiklerine bir örnektir. Bu olay, peygamber tarafından önceden bildirilmiş idi: “Rabbin Tapınağı2nın kurulduğu dağ, son günlerde dağların en yücesi, tepelerin en yükseği olacak. Oraya akın edecek ulusların hepsi. Bir çok halk gelecek, ‘Haydi Rabbin Tapınağı’na, Yakup’un Tanrısı’nın Tapınağı’na çıkalım’ diyecekler, ‘O, bize kendi yolunu öğretsin, biz de O’nun yolundan gidelim.’ Çünkü yasa Sion’dan, Rabbin Sözü Yeruşalim’den çıkacak.” (Yeşaya 2:2,3)

Bölümün geri kalan kısmında yargının ve yönetimin bina edilişi kaydedilmiştir:

“Ertesi gün Musa halkın davalarına bakmak için yargı kürsüsüne çıktı. Halk sabahtan akşama kadar çevresinde ayakta durdu. Kayınbabası Musa’nın halk için yaptıklarını görünce, ‘Nedir bu, halka yaptığın?’ dedi, ‘ Neden sen tek başına yargıç olarak oturuyorsun da herkes sabahtan akşama kadar çevrende bekliyor?’

Musa, ‘Çünkü halk Tanrı’nın istemini bilmek için bana geliyor’ diye yanıtladı, ‘Ne zaman bir sorunları olsa, bana gelirler. Ben de taraflar arasında karar veririm; Tanrı’nın kurallarını, yasalarını onlara bildiririm.’ Kayınbabası, ‘Yaptığın iş iyi değil’ dedi, ‘Hem sen, hem de yanındaki halk tükeneceksiniz. Bu işi tek başına kaldıramazsın. Sana ağır gelir. Beni dinle, sana öğüt vereyim. Tanrı seninle olsun. Tanrı’nın önünde halkı sen temsil etmeli, sorunlarını Tanrı’ya sen iletmelisin. Kuralları, yasaları halka öğret, izlemeleri gereken yolu, yapacakları işi göster. Bunun yanı sıra halkın arasından Tanrı’dan korkan, yetenekli, haksız kazançtan nefret eden dürüst adamlar seç; onları biner, yüzer, ellişer, onar kişilik toplulukların başına önder olarak ata. Halka sürekli onlar yargıçlık etsin. Büyük davaları sana getirsinler, küçük davaları kendileri çözsünler. Böylece işini paylaşmış olurlar. Yükün hafifler. Eğer böyle yaparsan, Tanrı da buyurur ise, dayanabilirsin. Herkes esenlik içinde evine döner.’

Musa, kayınbabasının sözünü dinledi. Söylediği her şeyi yerine getirdi. İsrailliler arasından yetenekli adamlar seçti. Onları biner, yüzer, ellişer, onar kişilik toplulukların başına önder olarak atadı. Halka sürekli yargıçlı eden bu kişiler zor davaları Musa’ya getirdiler, küçük davaları ise kendileri çözdüler. Sonra Musa, kayınbabasını uğurladı. Yitro da ülkesine döndü.” (13-27. ayetler)

Burada iki şeyin, özenli şekilde birbirinden ayırt edilmesi gerekir – Musa’nın hatası ve halkın üzerinde önder olarak atanacak kişiler ile sembolize edilen şey. Önce Musa’nın hatasını ele alalım. Halkın davalarına bakma konusunda kurulan bu düzenin Mesih’in, egemenliğini üzerine aldığı zaman kuracağı yönetimdeki düzeni temsili bir şekilde resmettiği aşikardır. Mezmur yazarının da dediği gibi, “Senin halkını doğruluk ile, mazlum kullarını adilce yargılasın! Dağlar, tepeler halka adilce gönenç (doğruluk) getirsin.” (Mezmur 72:2,3) Bu bölümün bu öykü ile sona ermesinin nedeni budur. Ancak bu düzen tanrısal bir şekilde amaçlanır iken, Musa’nın Yitro’yu dinlemekle yaptığı hata üstü örtülü kalmamalıdır. Gerçekten de, eğer üstü örtülü kaldığı takdirde, burada, çok değerli bir buyruk yitirilmiş olacaktır. Musa’nın yaptığı ilk hata böyle bir konuda Yitro’yu dinlemesiydi. Rab ona görevini bildirmişti; ve Musa, Tanrı’nın halkı ile ilgili her konuda yardım ve öğüt için başvurması gereken kişi Tanrı idi. Yitro’nun ileri sürdüğü ricalar, gerçekten de dış görünüş itibarıyla aldatıcı ve kurnazca idi. Ricalrının temelinde damadı için duyduğu endişeler yatmaktaydı. “Hem sen, hem de yanındaki halk tükeneceksiniz. Bu işi tek başına kaldıramazsın, sana ağır gelir.” Eğer Musa onun öğüdüne uymasaydı, o zaman şöyle diyecekti: “Bu şekilde yaparsan senin için daha kolay olacak,” v.b.; ve sonra tekrar şöyle dedi: “Eğer böyle yaparsan dayanabilirsin, ve tüm bu halk esenlik içinde evlerine dönerler.” Bu nedenle, Yitro’yu bu şekilde harekete geçiren, Tanrı’ya duyduğu ilgi değil, Musa’ya duyduğu ilgi idi.

Ama ileri sürdüğü nedenler, doğal insanı etkilemek için hesaplanmış olan nedenler idi. Rabbin hizmetkarları arasında bile üstlendiği sorumluluğun ağırlığını hisseden ve görevinin hafifletilmesine sevinmeyecek olan kişiler yok mudur? Gerçekten de kişinin kendisi ve rahat etmesi için biraz ilgi görme ihtiyacı duyduğu böyle bir anda bundan daha kışkırtıcı bir ayartma sunulamaz. Ama böyle bir durum Musa’nın olayında da olduğu gibi tehlikelidir; eğer Musa görevinin kaynağını ve aynı zamanda gücünü hatırlamış olsa idi, bu ayartmaya teslim olmazdı. Çünkü eğer halkın davalarına bakma görevi Rab’den ve Rab için ise, Tanrı’nın lütfu hizmetkarı için tamamen yeterli olurdu. Tanrı, Musa’ya bu dersi, Çölde Sayım kitabında okuduğumuz bir bölümde öğretti; Musa Rabbe yakındığı zaman kullandığı sözler, Yİtro2nun, zihnine soktuğu düşüncelerin sonucuydu, “Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam.” (Çölde Sayım 11:14) Rab onun yakınmasını işitti ve ona İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişi toplamasını söyledi. Bu kişiler, ona görevini yaparken yardım edeceklerdi; Rab şöyle dedi: “Senin üzerindeki Ruh’tan alıp onlara vereceğim. Halkın yükünü tek başına taşımaman için sana yardım edecekler.” (ayet 17) Böylece Rab, Musa’ya istediğini ihsan etmesine rağmen, İsrail yönetimi için ek bir güç desteği mevcut değildi. Ama Musa şimdi daha önce kendisinin sahip olduğu Ruh’u yetmiş kişi ile paylaşmaya çağrıldı. İnsan bakış açısına göre, Yitro’nun öğüdü bilgece ve sağduyulu idi, insan ilişkilerinde nasıl akıllıca davranılacağını gösteriyordu; ama Tanrı’nın bakış açısından bu öğüdün kabul edilmesi, bir kuşku ve imansızlık göstergesi idi. Aslında bu öğüt Tanrı’yı konunun dışında bırakıyordu ve olayda Musa’nın sağlığı başlıca hedef haline geliyor ve şu gerçeği göz önünden siliyordu: halkın yükünü taşıyan Musa değildi, halkın yükünü Musa aracılığı ile Rabbin Kendisi taşıyordu. Ve bu yüzden mesele Musa’nın gücü değil, Musa’nın Tanrı’da sahip olduğu kaynaklar idi. Herkes bu önemli gerçeği unutmaya ne kadar da eğilimli – herhangi bir hizmette, eğer bu hizmet Rab için ise, hizmetteki zorluklar bizim ne olduğumuz değil, ama O’nun ne olduğu göz önünde tutularak değerlendirilmelidirler. Bizler hiç bir zaman kendi gücümüz ile savaşa gönderilmeyiz, her gerçek hizmetkar Tanrı’nın tam yeterliliği tarafından destek görür. Musa, böyle bir görev sırasında umutsuzluğa kapılmış olabilir ve Pavlus bedendeki dikenin baskısı yüzünden neredeyse bayılacak ale gelmiş olabilir, ama her ikisine de tanrısal söz konuşulur; eğer kulak işitmek için açık ise, “Lütfum senin için yeterlidir.”

Bu öyküden pek çok değerli öğütler çıkartılabilir. Birincisi, Tanrı ile ilgili konularda bir akrabanın öğüdünü dinlemek her zaman aşırı derecede tehlikelidir. Kutsanmış Rabbimiz, öğrencileri ile birlikte, Hizmeti ile yoğun bir şekilde meşgul idi, “öyle ki, bazen yemek bile yiyemiyorlardı,” O’nun dostları ya da akrabaları “O’nu bulmaya geldiler: çünkü O’nun çıldırmış olduğunu düşünüyorlardı.” Onlar, Tanrı’nın taleplerini hesaba katmadılar ve yerine getirmek için geldiği Hizmetinin O’nu tüketen gayreti ile ilgili nedeni hiç bir şekilde anlayamadılar. Akrabalar olayları kendi düşünceleri aracılığı ile ya da doğal eğilimlerine göre değerlendirirler ve bu yüzden farklı bir bakışa sahip olmadıklarından Tanrı’nın huzurunda doğru olan kararı veremezler. Sippora ve Musa’nın çağrıldıkları görevde de hiç kuşkusuz çok büyük fedakarlık, öz veri ve kolaylıktan ve rahatlıktan yoksun olmak gibi özellikler bulunuyordu. Her şeye rağmen, böyle bir göreve çağrılmak hiç de küçük bir onur ve önemsiz bir ayrıcalık değildi. Ve eğer Musa bunun farkında olsa idi, Yitro’nun kişiliğindeki ayartıcının kışkırtıcı sesine kulaklarını tamamen kapatırdı.

İkinci olarak, bir kez bir güvensizlik ya da şikayet sözü, yüreklerimizde kabul görür ise, bu sözü silip atmanın çok kolay olmayacağını belirtelim. Çölde Sayım kitabının 11. bölümünde gördüğümüz gibi, Musa şikayet ederken, Yitro’nun kullandığı sözlerin tam olarak aynılarını kullanır. Şeytan’ın başarılı olduğu noktalardan biri de tam olarak burada kendini gösterir. Zihinlerimizde tam değil, yarım şekillenmiş bir düşünce, bir üstü kapalı söz yer alabilir ve Şeytan hemen gelir ve bunu sözcüklere döker ve canlarımıza sunar. Örneğin, hizmet ederken yorulabiliriz ve bu yorgunluk nedeni ile umutsuzluğa kapılıp moralimiz bozulabilir; Şeytan sık sık, gereğinden fazla çalıştığımızı, gücümüzün ötesinde çaba sarf ettiğimizi önerecektir; ve eğer biz bu ayartmayı kabul edersek, Tanrı’nın önünde yakınmamıza neden olmasa bile bu düşünce yine de bize yıllarca engel olur. Bu nedenle, düşmanın hileleri karşısında bilgisiz kalmayarak yüreklerimizi çok dikkatli bir şekilde gözetmemiz gerekir.

Son olarak, insan düzeninin Tanrı zihnini hiç bir şekilde temsil edemeyeceğinin net ve kesin olduğunu söyleyelim. Yitro tarafından tavsiye edilen yönetim sistemi insanın bakış açısından çok düzenli ve uygun gibi göründü. Ve halk arasında sağlanacak adaleti eski sisteme göre daha iyi yerine getirecek bir sisteme benziyordu. İnsan oğlu her zaman, Tanrı’nın buyruğunu yerine getirebileceğini düşünür. Kilisenin mahvolmasının sırrı bu olmuştur. Tanrısal zihni açıklayan Kutsal Yazılar’a yapışmak yerine insan kendi planlarını, sistemlerini ve fikirlerini getirmiştir; ve bu yüzden Hıristiyanlığın dış biçimini karakterize eden pek çok birbirinden farklı bölünmeler ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Rabbin halkının güvenliği, Rabbin Sözü’ne düzenli bir şekilde yapışmasına bağlıdır. Ve bu nedenle insan tarafından Rabbin Sözü dışında verilebilecek tüm öğüt ve tavsiyelerin reddedilmeleri doğrudur.

Yitro, görevini yapmıştı ve Musa’nın verdiği izin ile ülkesine geri dönmek üzere yola çıktı. (ayet 27) Musa ve İsrailoğulları ile ne kadar büyük bir karşıtlık! Onlar, Tanrı’nın yolunda ve O’nun ülkesine doğru yürüyorlardı; ve bunun bir sonucu olarak, çölden geçen yolcular konumunda idiler; ama Yitro kendi yoluna (Tanrı’nın yoluna değil) ve kendi ülkesine (Tanrı’nın ülkesine değil) gitti. Yitro bir yolcu olmadığı için, yerleşik bir evi vardı ve orada şabat dinlenmesi yerine kendi dinlenmesini yapıyordu.

Bölüm 14

Sina

Mısır’dan Çıkış 19-20

Bu bölümlerde, yeni bir ilahi takdir başlar. Daha önce belirtilmiş olduğu gibi, 18. bölümün sonuna kadar lütuf egemenlik sürdü ve bu yüzden Tanrı’nın, halkı ile olan ilişkilerini belirleyen lütuf idi; ama bu noktadan itibaren, halk kendi rızası ile halk, yasanın katı talepleri altına kondu. Sina, bu ilahi takdirin ifadesidir ve böylelikle tüm zamanlar için bu ilahi takdir ile arasında ilişki mevcuttur. Elçi, İbranilere yazdığı şu sözleri ile kraliyet lütfunun tahtı olan Siyon ile Sina arasındaki karşıtlığı gösterir: “Sizler dokunulabilen, alev alev yanan dağa, karanlığa, koyu karanlık ve kasırgaya, gürleyen çağrı borusuna, tanrısal sözleri ileten sese yaklaşmış değilsiniz. O sesi işitenler, kendilerine bir sözcük daha söylenmesin diye yalvardılar. ‘Dağa bir hayvan bile dokunsa taşlanacak’ buyruğuna dayanamadılar. Görünüm öyle korkunçtu ki, Musa, ‘Çok korkuyorum, titriyorum’ dedi. Oysa sizler, Siyon Dağı’na, yaşayan Tanrı’nın kenti olan göksel Yeruşalim’e, bir bayram şenliği içindeki on binlerce meleğe, adları göklerde yazılmış ilk doğanların topluluğuna yaklaştınız.” (İbraniler 12:18-22) Elçi, Sina’nın geçmişte kaldığını ve Siyon dağı olarak ifade edilen başka bir ilahi takdirin onun yerini aldığını gösterir. Bu bölümde biz Sina dağı ile ilgileneceğiz. Hem zaman hem de yer farklı bir şekilde belirtilmiştir. “İsrailliler Mısır’dan çıktıktan tam üç ay sonra Sina Çölü’ne vardılar. Refidim’den yola çıkıp Sina Çölü’ne girdiler. Orada, Sina Dağı’nın karşısında konakladılar.” (1,2. ayetler) Rab, böylelikle Musa’ya verdiği sözü yerine getirdi. “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım’ dedi, ‘Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır’dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız.” (Mısır’dan Çıkış 3:12) İsraililerin Rabbe bayram yapmaları gerekiyordu (bakınız Mısır’dan Çıkış 5:1; Mısır’dan Çıkış 10:9); ve kendilerini ve aynı zamanda Yehova’nın yüreğini tanımış olsalardı, Rabbe bayram yapabilirlerdi. Ama halk, farklı ve yeni bir şekilde denenmek üzereydi. O güne kadar onları lütuf araştırmış ve itaatsizlik, başkaldırı ve günahtan başka hiç bir şey keşfedememişti. Ve şimdi halk yasa tarafından denenecekti. Tanrı’nın tüm ilahi takdirlerinin konusu bu olmuştur – denemek ve bu şekilde insanın ne olduğunu ortaya çıkartmak; ama O’nun adı kutsansın; eğer Tanrı, doğamızın iyileşmesi imkansız çürüklüğünü ifşa etti ise, aynı zamanda O’nun kim olduğunu da açıklamıştır – Halkı ile girmiş olduğu ilişkinin karakterine göre Kendisi ile ilgili her açıklaması. Tanrı bu şekilde şunu öğretti; eğer insan tamamıyla mahvolmuş ve kaybolmuş ise, yardım ve kurtuluş O’nda, yalnızca O’nda bulunur. Yasanın Sina Dağı’nda verilmesinin bu yüzden garip bir önemi ve ilginçliği mevcuttur. Onun tüm koşulları be nedenle dikkatimizi çekmeye değer koşullardır.

“Musa Tanrı’nın huzuruna çıktı, Rab dağdan kendisine seslendi: ‘Yakup soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: Mısırlılar’a ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz. Şimdi sözümü dikkat ile dinler ve antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. Siz benim için kahinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsraillilere böyle söyleyeceksin.’

Musa gidip halkın ileri gelenlerini çağırdı ve Rabbin kendisine buyurduğu her şeyi onlara anlattı. Bütün halk bir ağızdan, ‘Rabbin söylediği her şeyi yapacağız’ diye yanıtladılar. Musa, halkın yanıtını Rabbe iletti. Rab, Musa’ya, ‘Sana koyu bir bulut içinde geleceğim’ dedi, ‘Öyle ki, seninle konuşur iken, halk işitsin ve her zaman sana güvensin.’ Musa, Rabbin söylediklerini halka iletti.” (3-9. ayetler)

Rabbin, halkı iletmesi için Musa’ya verdiği mesajında iki nokta yer alır. Musa, önce onlara Tanrı’nın onlar için ne yaptığını hatırlatır ve bunu yaparken onlara kendi başlarına hiç güçleri olmadığını öğrenmeleri gereken bir şekilde hareket eder, öyle ki, halk tüm kaynaklarının Tanrı’da bulunduğunu anlayabilsin. Tanrı, “Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz” der. Onları firavunun elinden kurtarmış, firavunu ve ordularını yok etmişti; halkını Kendi gücü ile taşımış, onları yanına getirmiş ve onlara Kendi yakınında bir konum sağlamış ve onlarla ilişki kurmuştu. Tanrı, onlar için her şeyi yapmıştı ve bu konuda onlar için yaptıklarının kanıtı olarak onların kendi bilgilerine başvurur. Ve böyle bir başvuru onların yüreklerinde minnettarlık oluşturmak için yapılmıştı. Şimdi tadını çıkarttıkları tüm bereketin kaynağını onların zihinlerine hatırlatmalı idi. Sonra ikinci olarak, Tanrı bir teklifte bulunur: “şimdi, sözümü dinler ve antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir,” v.b. Bu teklifin yerine getirilmesi konusuna farklı bir şekilde işaret edilmelidir. Tanrı, İsrail’i Kendi gücü ile kurtarmıştı: lütfunun ve sevgisinin amaçlarını izleyerek onları Kendi halkı yapmıştı ve onları süt ve bal akan bir diyara götürmeyi planlamıştı (Mısır’dan Çıkış 3: 7,8); ve tüm bunların temelini, Yüreğinin saf lütfu üzerinde bina etmişti ve halkın herhangi bir koşulu tarafından yönlendirilmedi. Onlar için yapmış olduklarına değinerek halkına hatırlatmada bulunur. Ancak şimdi onları denemek için şöyle der: “Konumunuzu ve bereketinizi itaatinize bağlı kılacağım. Sizin için her şeyi yaptım. Ama şimdi bundan sonra size yapacağım iyiliğin devam etmesinin, sizin kendi işlerinize, yani koşula bağlı olmasını teklif ediyorum. Sözüme ve antlaşma koşullarına mutlak bir itaat göstereceğinize dair vaatte bulunmaya istekli misiniz?” Musa’nın, İsrailoğullarına iletmek ile görevli olduğu teklifin özü buydu.

Ve Musa sadakat göstererek görevini yerine getirdi. “Musa gidip halkın ileri gelenlerin çağırdı ve Rabbin kendisine buyurduğu her şeyi onlara anlattı.” (ayet 7) Böyle bir mesajın yürekte derin uygulamalar üreteceği kesindi. En azından, bu teklifin önem ve ciddiyetinin üzerinde düşünmek için kararlarını bildirmeden önce biraz zamana ihtiyaç duymaları beklenebilirdi. Kızıl Deniz’i geçtikten sonraki üç kısa ay süresince defalarca günah işlemiş olduklarını unutmuş olamazlardı. Başarısızlıklarına ve günahlarına tanıklık eden zorluklar zihinlerinden henüz silinmiş olamazdı. Bu nedenle, eğer geçmiş deneyimlerinin her biri üzerinde durup düşünselerdi, bu yeni teklifi ve koşullarını kabul ettikleri takdirde her şeyin kaybolacağını anlarlardı. Birbirlerine hiç kuşkusuz şöyle derlerdi: “Biz, defalarca itaatsizlik ettik ve aynı şeyin tekrar edebileceğinden korkuyoruz ve o zaman ceza olarak her şeyi kaybederiz. Hayır; çöldeki yolculuğumuzda bizi kurtaran, bize rehberlik eden ve bizi koruyan aynı lütuftan vazgeçmemeliyiz. Eğer lütuf hala egemenlik sürmez ise, bizler kaybolmuş bir halk oluruz.” Bu düşüncelerin tam aksine, kendilerine teklif edilen koşulu anında kabul ettiler ve şöyle dediler: “Rabbin söylediği her şeyi yapacağız.” Geçmişte edindikleri tecrübeleri hiç bir işe yaramamıştı. Böylece hem Tanrı’nın karakteri hem de kendi yürekleri hakkındaki gerçeğe, büyük bir cehalet ile ihanet ettiler.

Bu yaptıkları, aslında, hataların en ölümcül olanı idi. Güçsüzlükleri nedeni ile lütufa sıkı bir şekilde sarılmak yerine, akılsızlık ettiler; Tanrı, onlar için lütuf anlamına geliyordu; yasanın ilkesine bağlı kaldılar, yani her şeyi Tanrı için ne olabileceklerine bağımlı kılacaklarını söylediler. Bu akılsızca davranış hala devam ediyor. İnsan, akılsızlığı ve körlüğü nedeni ile kendi işlerini temel alarak bereket elde etmenin peşinde. Ve kendisine saf lütuf içinde sunulan bir kurtuluşu reddediyor; çünkü hiç bir şey olmak istemiyor ve lütuf Tanrı’yı her şey ve insanı bir hiç yapar. Bu yüzden lütuf ile yarışan günahkarın gururu ve kendine verdiği önem yara alır ve bu şekilde onun yoksun yüreğinin direnişini tahrik eder.

Musa, halkın mesajını Tanrı’ya götürür ve Rab, halkı ile olan yeni ilişkisini yasanın temeli üzerinde inşa etmek için hazırlanır. Tanrı, her şeyden önce, Musa’yı bir aracı konumuna yerleştirir. “Sana koyu bir bulut içinde geleceğim. Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin.” Tanrı, Musa’ya insanların kabul etmek zorunda kalacakları bir konum sağlar. Bundan sonra, aracılığı ile yönetilecekleri yasanın yürürlüğe konması ile ilişkili olarak halka buyruklar verilir ve Tanrı’nın taleplerinin standardı ortaya konur. Buyurulan her şey, ilahi takdirin değiştiğini gösterdi. Daha önceki ilişkileri bir lütuf Tanrısı ile idi; şimdi ise adil bir Tanrı ile ilişki içindelerdi. Bu yeni durum, Tanrı’nın açısından mesafe (çünkü günahkarlar ile ilgilenmesi gerekiyordu) ve ayrılığı ve insanlar açısından temizlenmeyi gerekli kıldı. Birincisi, “koyu bulut” tarafından belirtildi; Tanrı bu koyu bulut içinde Musa’ya geleceğini söyledi ve ikincisi, insanların yerine getirmesi gereken buyrukları ifade ediyordu.

“Rab, Musa’ya, ‘Git, bu gün ve yarın halkı arındır’ dedi, ‘Giysilerini yıkasınlar. Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün bütün halkın gözü önünde ben, Rab, Sina Dağı’na ineceğim. Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki: ‘Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle öldürülecektir. Ya taşlanacak, ya da ok ile vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun, ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek. ‘ Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler.’

Sonra Musa, dağdan halkın yanına inip onları arındırdı. Herkes giysilerini yıkadı. Musa, halka, ‘Üçüncü güne hazır olun’ dedi, ‘Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın.’” (10-15. ayetler)

Halk böylece, iki gün için “kutsal kılındı” Bu ifadenin anlamı, her zaman inde bulunduğu bağlantıya göre kararlaştırılır. Buradaki anlamı, halkın ayrılmasıdır – vaat ettikleri itaat temelinde Tanrı için ayrılırlar. Bu durum, hiç kuşkusuz kutsal bir Tanrı’nın huzuru ile uyuşmayan her şeyden harici bir ayrılığı kapsar. Aynı zamanda giysilerini de yıkamaları gerekiyordu. Görüldüğü gibi artık her şeyi kendilerinin yapmaları gerekiyordu; Musa’nın onları arındırması gerekiyordu ve onlar da giysilerini yıkamalıydılar. Çünkü bereketin koşulu olarak itaat etmeyi kabul ettikleri an, aslında Tanrı’nın huzurunda uygun durumda bulunma sorumluluğunu üstlenmiş oldular. Tanrı ile buluşmak için böyle törensel bir niteliği hiç kuşkusuz elde ettiler., ama uzak bir mesafede tutulmaları ve yaklaştırılmamaları çabalarının ne kadar yetersiz olduğunu hemen kanıtladı. Giysilerini daha önce hiç böyle titiz bir şekilde yıkamamış olabilirlerdi, ve bir insan gözünün asla hiç bir kusur bulamayacağı biçimde çok temiz yıkanmış olabilirlerdi; ama konu vicdanlarına gelince, vicdanlarını, kutsal bir Tanrı’nın bakışlarına dayanabilecek kadar temizleyip arındırabilirler miydi?

Bırakalım bu soruya Eyüp yanıt versin: “Sabun otu ile yıkansam, ellerimi kül suyu ile temizlesem, beni yine pisliğe batırırsın, giysilerim bile benden tiksinir.” (Eyüp 9:30,31) Rabbin kendisi bu soruya bizim için yanıt vermiştir. Peygamber aracılığı ile İsrail’e konuşarak şöyle der: “Çamaşır sodası ile yıkansan, bol kül suyu kullansan bile, suçun önümde yine leke gibi duruyor.” (Yeremya 2:22) İNSAN TANRI İÇİN KENDİSİNİ TEMİZLEYEMEZ. Tüm Kutsal Yazılarda verilen ders budur.

O zaman Rab bu buyruğu İsrail’e neden verdi? Aynı nedenden ötürü; onlara, yüreklerinde ne olduğunu kanıtlamak, orada gizlenen şeyi açığa çıkartmak, doğalarındaki bozukluğu ifşa etmek ve bu şekilde onlara mahvolmuş ve suçlu konumlarını öğretmek için yasayı verdi. Kısmen de olsa, kendi çabalarının boşluğunu öğrendiler; tüm “arınma” ve “yıkanma” çabalarına rağmen Tanrı’nın huzuruna yaklaşamadılar ve O’nun sesini duyunca dehşete düştüler. Günahkarların deneyimlerinde bu, sık sık karşılaşılan bir durumdur. İçinde bulundukları konumun biraz da olsa farkına vardıkları zaman, kendilerini geliştirmeye çalıştırmaya başlarlar, kendi yüreklerini saf kılmaya ve Tanrı’nın iyiliğini elde etmek için kendilerini bu şekilde iyileştirmeye uğraşırlar. Ancak çok geçmeden şunun farkına varırlar: gösterdikleri çabalarının tek etkisi, kendi günah ve kötülüklerini gün ışığına getirmek olur. Ya da eğer kendi doğruluklarından oluşan bir giysi dokuma başarısı gösterirler ise, ve böylelikle hatalarını bir süre için gizlemeleri mümkün olduğu takdirde, Tanrı’nın huzuruna getirildikleri anda, bu giysileri, Tanrı’nın kutsallığının ışığında yalnızca kirli paçavralar halinde görünür. İnsan, gerçekten de tam olarak çaresizdir ve bu çaresizliğini öğreninceye kadar, giysilerini her leke ve kirden – Tanrı’nın kutsallığının taleplerini dahi tatmin edecek kadar beyaz - temizlemesi için tek yolun Kuzu’nun kanı olduğunu anlayamayacaktır. (bakınız Vahiy 1:5; Vahiy 7:14)

Halk, sonra, arındı ve giysilerini yıkadı ve “üçüncü gün” için hazırlanmak üzere oruç tuttu. Üçüncü gün, genellikle önemli ve özeldir; ve burada üçüncü günden ölümün örneği olarak söz ediliyor gibidir. Üçüncü günün sabahında Rab, görkeminin dehşetli ve korkunç refakati eşliğinde Sina Dağı’na indi. Gök gürledi, şimşekler çaktı – adaletinin gücünü ifade eden – kutsallığı içindeki Tanrı, günahkarlar ile temas kurmaya geldiği zaman, gerekli olan niteliklerini sergiledi. Aynı zamanda dağın üzerinde koyu bir bulut vardı (bakınız ayet 9), bu bulut halktan olan uzaklığını ve gizlenişini ortaya koyuyordu. Mezmur yazarı bu konu ile ilgili olarak şöyle yazar: “Bulut ve zifiri karanlık sarmış çevresini, doğruluk ve adalettir tahtının temeli.” (Mezmur 97:2) Bunlara ek olarak bir de çok güçlü bir boru sesi gitgide yükseldi; her ikisi de Tanrı’nın yaklaştığının habercileri idiler ve halkı toplanmaya çağıran ses aşırı derecede yüksekti. Tanrısal adımları olası her ciddiyet kuşatmıştı ve ordugahta bulunan halkın hepsi, yapmış oldukları hazırlıklara rağmen dehşet içinde titriyorlardı. Eğer daha önce kendilerine güvenmiş olsalar idi, şimdi böyle titrememeleri gerekirdi; çünkü eğer Tanrı ile karşılaşmak için hazırlandılar ise, o zaman neden korkmaları gerekiyordu* Onları kartal kanatları üzerinde taşıyan ve karşılaşacakları yere, Kendisine getiren Tanrı değil miydi? Tanrı, onların Kurtarıcısı ve Rabbi değil miydi? O zaman neden, O’nun huzurunun belirtileri ile karşılaştıkları zaman titrediler? Çünkü akılsızlıkları nedeni ile O’nun ile kendilerinin bulundukları temel üzerinde karşılaşmaya karar verdiler; Kendilerini O’nun merhametine, lütfuna ve sevgisine bırakmak var iken, kendi çabalarını temel aldılar. Ölümcül bir hata!! Ve şimdi bu yaptıkları hata kendilerine hissettiriliyordu.

Ama verdikleri söz geri alınamazdı ve artık yasanın zorunluluklarından özgür kılınamazlar idi. Bu nedenle Musa, halkın Tanrı ile görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Ve halk dağın eteğinde durdu. Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu, çünkü Rab dağın üzerine ateş içinde inmişti: ve dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor ve bütün dağ şiddet ile sarsılıyordu. (17,18. ayetler) Aynı olayı Mezmurlarda da okuruz: “Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı Tanrı’nın önünde, Sina Dağı sarsıldı, İsrail’in Tanrısının önünde.” (Mezmur 68:8) Ateş, böylelikle Rabbin Sina Dağı üzerindeki varlığının özelliği idi – ateş ve duman, ateş, Kutsallığının sembolü idi; günaha karşılık olarak gelen yargının görünümündeki Kutsallığını ifade ediyordu. “Tanrımız, yakıp tüketen bir ateştir.” Tanrı, İsrail ile yasanın temeli üzerinde buluştuğu için ateş, Tanrı’nın tahtının temelinin doğruluk ve adalet olduğu gerçeğinin en önemli ifade şekli idi. Musa bu yüzden, Tanrı’nın sağ elinden çıkan “ateşten yasa” dan söz eder, yasa, “kutsal, adil ve iyi” olduğu için ateştendir, yalnızca yasanın taleplerine karşılık veremeyen kişileri yargılayabilir ve tüketebilirdi. “Eriyip bitiyoruz senin öfkenden, kızgınlığından dehşete düşüyoruz” (Mezmur 90:7) derken, Musa yasanın bu etkisinden bahsediyordu.

Musa, güçlü bir boru sesi duyulduğu ve boru sesi gitgide yükseldiği zaman, Tanrı ile konuştu ve Tanrı ona bir ses ile yanıt verdi. Rab, Musa’yı dağın tepesine çağırdı ve Musa’nın aldığı ilk haberin doğası ne idi? Dağın çevresine daha önceden engeller konmuştu; çünkü Tanrı’nın durduğu yer kutsal topraktı ve kim dağa dokunur ise, ister hayvan olsun ister insan olsun, kesinlikle öldürülerek cezalandırılacaktı. Ama bu bile yeterli değildi. “Rab, Musa’ya ‘Aşağı inip halkı uyar’ dedi, ‘Sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa bir çoğu ölür.’” (ayet 21) Musa ve Harun dışında kahinler de halk da Tanrı’nın huzuruna gelmek için hiçbir şekilde sınırı geçmemeliydiler – yoksa Rab onları şiddetle cezalandıracaktı. (ayet 24)

Tüm bu ayrıntılar, insanın kendi çabası ile Tanrı’nın önünde durmasının imkansız olduğunu gösteren ve aynı zamanda eğer günahkar böyle bir temel üzerinde O’nun ile temas kurmak için yaklaşmaya cesaret ettiği takdirde, yalnızca kendi yıkımına neden olacağını gösteren çok ciddi uyarılardır. Ayrıca Tanrı, kefaretin dışında doğruluk temeli üzerinde, günahkarı öldürmeden günahkar ile karşılaşamaz. İnsan, kutsallık ve günah arasındaki birbiri ile asla bağdaşmayan düşmanlığın var olduğunu ve sonsuza kadar var olacağını ne zaman öğrenecek? Tanrı, Kutsallığının talepleri karşılanmadığı sürece, günahkara karşı olmak zorundadır; ve bu talepler Rab İsa Mesih’in ölümü dışında hiç bir şekilde karşılanamazlar. Bu ışıkta bakıldığı zaman, yaşanan olay dokunaklı bir olaydır; Sina Dağı’nın üzerinde, Kutsallığının dehşetli görkemi içindeki Tanrı; uzakta duran ve suçlulukları içindeki halk; gördükleri ve işittikleri karşısında titriyorlar, dağa yaklaşmaları engellenmiş, ama Tanrı ile karşılaşmak için ordugahtan çıkartılmışlar; itaat etmeyi vaat ettikleri adil yasanın taleplerini almak için beliyorlar.

“Ve Tanrı şöyle konuştu: ‘Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim. Benden başka tanrın olmayacak. Kendine yukarıda gök yüzünde, aşağıda yer yüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer bir put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. Ama beni seven, buyruklarıma uyan, binlerce kuşağa sevgi gösteririm.

Tanrın Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü Rab, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. Şabat Günü’nü kutsal sayarak anımsa. Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana, Tanrın Rabbe Şabat günü olarak adanmıştır. O gün, sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dahil, hiç bir iş yapmayacaksınız. Çünkü ben, Rab, yeri ve göğü ve bütün canlıları altıncı günde yarattım, yedinci günde dinlendim. Bu yüzden Şabat günü’nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.

Annene ve babana saygı göster. Öyle ki, Tanrın Rabbin sana vereceği ülkede ömrtün uzun olsun. Adam öldürmeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Çalmayacaksın. Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin. Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine , öküzüne, eşeğine, hiç bir şeyine göz dikmeyeceksin.” (Mısır’dan Çıkış 20:1-17)

Farklı ve özel dikkat gerektiren yasanın verilişi ile bağlantılı olan pek çok nokta mevcuttur. Birincisi, yasanın doğasının kendisidir. Buyruklar on tanedir ve Tanrı’nın, halkı ile kurtuluş konusunda girmiş olduğu ilişkiyi temel alır ya da bu ilişkiden kaynaklanırlar. “Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın Rab benim.” Buyrukların hepsine birlikte bakıldığı zaman, ilk dört tanesinin Tanrı ile ve son altı tanesinin insan ile ilgili oldukları görülecektir; örneğin, Tanrı’ya karşı ve insana karşı olan sorumlulukları tanımlarlar. Kutsanmış Rabbimize, yasadaki en büyük buyruğun hangisi olduğu sorulduğu zaman, soryu özet bir yanıt ile cevaplamış ve şöyle demişti: “Tanrın Rabbi bütün yüreğin ile, bütün canınla ve bütün aklın ile seveceksin. İşte ilk ve en önemli buyruk budur. İlkine benzeyen ikinci buyruk da şudur: “’Komşunu kendin gibi seveceksin.’ Kutsal Yasa’nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır.” (Matta 22: 35-40; bakınız Yasa’nın Tekrarı 10:12; ve Levililer 19:18) Böylece, İsrail’e verilen buyruklar şunlar idi: Tanrı’ya sevgi – Tanrı’ya mükemmel sevgi, onların kapasiteleri ile uyumlu olarak mükemmel – ve kendilerine olan sevgilerinin ölçüsüne göre komşularını sevmek.

Ancak, buyrukların ayrıntılarında yer alan özelliğin yasaklama olduğuna dikkat edin. “yapmayacaksın” – eğer dördüncüsünü hariç tutar isek, ve hatta “şabat gününü Rabbe adamak” yapılan tüm işlerden uzak durmak anlamına gelir – ifadesi, tüm yasanın özüdür. Bu gerçek, üzerinde durulması gereken ikinci nokta ile ilgili önemli bir yer tutar – yasanın konusu. Bu on buyruk, Tanrı’nın, İsrail’den talep ettiklerinin ölçüsü idi. O’nun sesine itaat etmeyi gönüllü olarak kabul etmişler ve bereket elde etmenin koşulu olarak antlaşmayı yerine getirmeye razı olmuşlardı. Buna karşılık olarak Rab, Musa aracılığı ile ne talep ettiğini açıkladı. Bu yüzden, aracılığı ile doğru olanın kolayca anlaşılabileceği bir ölçü bina edildi; Tanrı’nın sözüne itaat edip etmediklerini kendileri bile ölçebilirlerdi. Tanrı, bu buyruklar aracılığı ile onlara şunu kanıtlamak için geldi: günah işlemesinler diye O’na karşı duydukları korku hep gözlerinin önünde olsun. “Musa, ‘Korkmayın! Tanrı sizi denemek için geldi, Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye” dedi. (ayet 20) ama Tanrı, onların yüreklerinde olanı, onlar bilmese bile biliyordu, ve bu yüzden yasanın verilmesinin gerçek nedeni, O’nun halkının yüreğinde olanın ışığa getirilmesi idi. Bu, buyruğun yasaklayıcı biçiminin nedenini izah eder. Çünkü, eğer buyrukların içinde tüm bu günah biçimlerine eğilim olmasa, buyrukların neden bu şekilde söylenmeleri gerekir? Adam öldürmeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Çalmayacaksın. Göz dikmeyeceksin.

Elçi Pavlus, bu konuyu Romalılar 7. bölümde açıklar: “Yasa olmasa idi, günahın ne olduğunu bilemezdim. Yasa, ‘Göz dikmeyeceksin’ demese idi, başkasının malına göz dikmenin ne olduğunu bilemezdim. Ne var ki, günah bu buyruğun verdiği fırsat ile içimde her türlü açgözlülüğü üretti. Çünkü Kutsal Yasa olmadıkça günah ölüdür.” (7, 8. ayetler) Yasa gelmeden önce açgözlülük insanın yüreğinde idi, ama yasaklanmamış olduğu için insan onu açgözlülük olarak tanıyamazdı; ama buyruk ‘açgözlülük etmeyeceksin’ der demez, açgözlülük ışığa fırladı ve yüreğin Tanrı’ya muhalif olan tutumu ortaya çıkmış oldu. Elçinin bir başka yerde söylediği gibi, Kutsal Yasa suç çoğalsın diye ‘araya girdi.’ (Romalılar 5:20) Başka bir deyişle, günahın günah olduğu anlaşılsın diye yasa araya girdi. Günahlar daha önce işlenmişlerdi, ama yasaklanıncaya dek suç olarak görülmediler. Ama ondan sonra doğaları artık daha fazla gizlenemedi ve işlendikleri zaman herkes onların Tanrı’nın yasasını ihlal ettiklerini anlayabilirdi.

Burada üzerinde durulan nokta çok önemlidir, Tanrı’nın lütfunun müjdesinin tam olarak açıklanmasına ve yaygın bir şekilde ilan edilmesine rağmen, yasaya itaatin yaşam biçimi olduğu iddiasında bulunmak, şimdi bile göz önünde tutulan bir düşüncedir. Gerçekten de binlerce kişi bu ölümcül tuzak tarafından aldatılıyor. Gelin, şimdi elçinin bu konu ile ilgili sözleri hakkında düşünelim: “Eğer yaşam sağlayabilen bir yasa verilse idi, elbette insanlar yasa ile aklanırlardı.” (Galatyalılar 3:21) “Kurallarıma, ilkelerime sarılın. Çünkü onları yerine getiren, onlar sayesinde yaşayacaktır” (Levililer 18:5) dendiği gerçektir; ama günahkarlar, doğa ve uygulama aracılığı ile Tanrı’nın buyruklarını nasıl yerine getirebilirlerdi? Kutsal Ruh’un Pavlus aracılığı ile kendi muhakemesine kulak verin: “Yasa’nın gereklerini yapmış olmaya güvenenlerin hepsi lanet altındadır. Çünkü şöyle yazılmıştır: Yasa Kitabı’nda yazılı olan her şeyi sürekli yerine getirmeyen herkes lanetlidir. Ama Tanrı katında hiç kimsenin Yasa ile aklanmadığı açıktır: Çünkü iman ile aklanan yaşayacaktır.Yasa, imana dayalı değildir. Tersine, ‘Yasa’nın gereklerini yapan, onlar sayesinde yaşayacaktır.” (Galatyalılar 3:10-12) Bu ifade her zorluğu ortadan kaldırır ve yasanın gerçek amacını kuşkunun ötesinde bir yere yerleştirir; yasanın amacı, söylemiş olduğumuz gibi, Tanrı’nın talepleri ile ilgili bir ölçü bina etmek ve böylelikle insanı günah konusunda ikna etmektir. Yasa, suç çoğalsın diye araya girdi. Ve yasa şimdi, çok bereketli bir şekilde aynı amaç için kullanılabilir. Eğer, kendi doğruluğuna güvenme konusunda güçlü biri ile karşılaşılır ise, bu kişi yasa aracılığı ile denenebilir: kendisine Tanrı’yı tüm yüreği ile ve komşusunu kendisi gibi sevip sevmediği sorulduğu takdirde, kendi çabalarının aldatıcı özelliği bu şekilde ifşa edilebilir.

Eğer bu düşünce anlaşılır ise ve eğer Tanrı’nın sözüne basit bir şekilde boyun eğme mevcut ise, yasanın, Tanrı’nın zihninin ve yüreğinin tam bir açıklaması olarak verilmediğini anlama konusunda hiç bir zorluk olmayacaktır. Düşüncenin içinde genellikle söz edilen şekil, canları, bundan daha fazla ve daha dolu bir açıklama olamayacağını varsaymaya yönlendirir. Ama bir başka kişinin sorduğu gibi, eğer durum böyle ise, o zaman Tanrı’nın merhametini, şefkatini ve sevgisini nerede bulacağız? Hayır; “yasa kutsaldır ve buyruk da kutsal, ve adil ve iyidir;” çünkü yasa, O’nun her sözcüğünün ve eyleminin olması gerektiği gibi Tanrı’nın bir açıklamasıdır. Ama yasanın tam ve mükemmel bir açıklama olduğunu kabul etmek, kefaret ihtiyacını önemsememek, kutsanmış Rabbimiz ve Kurtarıcımızın kişiliğinin ve işinin gerçek karakterine kör kalmak ile aynı anlama gelir – böyle bir tutum, tek bir sözcük ile Sina ve Golgota arasındaki farkı unutmak ile eş değerdir. Tanrı’nın, Kendisini mükemmel olarak açıklayabilmesi, çarmıha kadar imkansız idi. Ama çarmıhtaki iş tamamlanır tamamlanmaz, tapınağın perdesi yukardan aşağıya doğru ikiye ayrıldı – Tanrı’nın artık özgür olduğunu belirtmek için – adaleti özgür kılındı – Tanrı, günahkara lütuf ile yaklaşmak için özgür idi ve günahkar O’nun, Mesih’in kanının yeterliliği konusundaki tanıklığına inandığı zaman, o anda Tanrı’nın huzuruna girmek için özgür idi. Yasa Tanrı’nın adil karakterini açıklar ve bunun sonucu olarak İsrail’den istediklerini bildirir. Ama Tanrı’nın Kendisi hala koyu karanlık içinde – açıklanmadan – durdu.

Bir diğer düşünce geçici bir dikkat talep eder. Yasanın yaşam vermediği tasdik edilerek bazen şöyle denir: Ama yasa yine de Hıristiyan davranışının kuralı değil midir? Yasaya iyice bakın ve sonra eğer bu mümkün ise sorun. Örneğin, kişinin, komşusu ile ilgili konulardaki yasaklarını ele alalım. Orada belirtilen günahlardan uzak kalan bir Hıristiyan ile Tanrı tatmin olacak mıdır? Hayır, bir Hıristiyan’ın kendisi, bu tür şeylerden uzak kalmakla Tanrı’nın zihnine yürüyüşü hakkında yanıt verdiği için tatmin olacak mıdır? Şimdi, bu kişinin, komşusunu kendisi kadar sevdiğini dahi varsayalım, bu tutumu Mesih’in örneğinin yüksekliğine ulaşacak mıdır? Elçi Yuhanna ne diyor? Sevginin ne olduğunu Mesih’in bizim için canını vermesinden anlıyoruz. Bunun anlamı şudur: sevginin gerçek ifadesi, Mesih’in bizim için ölmesinde görülür. Elçi, bu nedenle şu sözleri ekler, “Bizim de kardeşlerimiz için canımızı vermemiz gerekir.” (1.Yuhanna 3:16) Bunu yaptığımız takdirde, kardeşlerimizi gerçekten kendimizden daha çok sevdiğimizi göstermiş oluruz – bu tutum, yasanın alanının harika bir şekilde ötesine geçer. Gerçek, Pavlus’un bize öğretmiş olduğu gibi, “biz de bir başkasına – ölümden dirilmiş olan Mesih’e – varmak üzere Mesih’in bedeni aracılığı ile Kutsal Yasa karşısında öldük. Bu da Tanrı’nın hizmetinde verimli olmamız içindir.” (Romalılar 7:4) Yasa, İsrail için bir kural idi, ama imanlının standardı Mesih’tir, yalnızca Mesih’tir. “Tanrı’da yaşıyoruz diyen, Mesih’in yürüdüğü yolda yürümelidir.” (1.Yuhanna 2:6) Bu yüzden bu ölçü, kesinlikle yasanın standardından daha yüksektir, ve yasanın sorumluluğundan daha büyük sorumluluğu kapsar. Gerçekten de hala yasa altında olduğumuz ile ilgili ileri sürülen bu iddia, “Yasa altında değil, lütuf altındasınız” (Romalılar 6:14) ifadesi ile çelişir; kurtuluş konusundaki bilgisizlikten kaynaklanır. İmanlıların Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile eski konumlarından çıkartıldıkları ve bütünüyle yeni bir konuma ve duruşa sahip oldukları ve benlikte değil, Ruh’ta oldukları (Romalılar 8:9) anlaşıldığı zaman, imanlıların yasanın giremeyeceği bir alana ait oldukları kolayca algılanır ve Mesih, onların canlarının tek objesidir, yürüyüşlerinde ve konuşmalarında Mesih’in ifadesi görülür; bu sahneden geçerlerken tek sorumlulukları budur. Bu düşünceleri, Tanrı’nın her çocuğunun özenli dikkatine tavsiye ederiz.

Yasanın veriliş amacı şimdi görülür. Bir önceki bölümde olduğu gibi, insanlar dehşet ile doludurlar, ve “korkudan titremeye başladılar ve uzakta durdular.” (ayet 18) Böylelikle günahkarların Tanrı’nın huzurunda duramayacaklarını öğrenmiş oldular. “Musa’ya, ‘bizim ile sen konuş, dinleyelim’ dediler, ‘Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” (ayet 19) Ne olduklarına dair üzücü bir itiraf ve vaat ettikleri itaatin nasıl sonuçlanacağına ilişkin önemli bir ifade! Ah! Keşke günahkar, günahları içinde olduğu zaman, Tanrı’nın onunla konuştuğu takdirde, ölmesi gerektiği dersini öğrenebilse idi! Çünkü kutsallık ve günah bir araya gelemezler, ve bu ikisi, kefaret dışında ilişki kurdukları takdirde, yalnızca tek bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden korkudan titreyen bu İsrailoğulları, aslında bu basit gerçeği ifade etmekteydiler. Tanrı, Kutsallığı içinde yakına gelmişti ve onlar ölmemek için O’nun huzurundan utanarak, mahcup bir şekilde ürkerek çekildiler; ve bunu yapmakla suçlarının içinde bulunan günahkarlar olduklarını beyan etmiş oldular. Ve bu şekilde, günahkar oldukları için O’nun sesini dinlemek için güçleri yoktu. Musa, bunun üzerine onlara korkmamalarını öğütledi; onlara Tanrı’nın, günahkar olduklarını kanıtlamak ve onları denemek için geldiğini ve Tanrı korkusunun, günah işlememeleri için üzerlerinde olması gerektiğini anlattı.Yol, on buyruk ile birlikte onlara gerçekten basit bir şekilde gösterildi ve çok yakın bir zamanda, onların bu yolda yürüyüp yürümeyecekleri görülecekti. Konum, şimdi çok net bir şekilde ortaya konur. İnsanlar, gerçekte ve ahlak açısından uzak bir mesafede idiler. Yasanın temeli üzerinde bulunduğu sürece Tanrı’nın gizli kalması gerektiği gerçeği uyarınca Tanrı, koyu bir karanlığın içinde idi. Musa, Tanrı’nın seçimi ve lütfunda aracı olma görevini üstlenir. Ve böylelikle Musa, Tanrı’nın bulunduğu koyu karanlığa yaklaşabilir. “Tek Tanrı ve Tanrı ile insanlar arasında tek Aracı vardır; O da Mesih İsa’dır.” (1.Timoteos 2:5)

Bölüm, tapınma ile ilgili buyrukları bildirerek sona erer. Çünkü yasa temeli üzerinde olmasına rağmen, Tanrı ve Tanrı’nın halkı arasında resmi bir ilişki kurulur kurulmaz, tapınma için sağlayış yapılması gerekir. Bu bağlamda yalnızca üç şeye dikkat edilmesi gerekir. İlki, kurbanlar olmaksızın Tanrı’ya yaklaşılamaz. İkincisi, Tanrı gelebilir ve adını yazacağı her yerde, onların ne olduğuna bakmayarak, onların sunularının hoş kokusunun temelinde onları bereketleyebilir. 1 Üçüncüsü, sunağın özelliği, kesinlikle belirtilir. Toprak bir sunak yapılmalıydı. Eğer taş sunak yapılır ise, yontma taş yapılmayacaktı, “çünkü kullanacağınız alet sunağın kutsallığını bozar. Sunağımın üzerine basamakla çıkmayacaksınız. Çünkü çıplak yeriniz görünebilir.” (24-26. ayetler) İnsan işi ve insan buyruğu yasaklanmıştır. Böylelikle, tapınmadaki her şeyin Tanrı’nın isteğine göre olması gerekir; ve eğer güzellik ve rahatlık dışında bir şey mevcut ise, kutsallık bozulur ve insanın çıplaklığı ortaya çıkar. Bu durumda Hıristiyanların Tanrı sözünün yetkisi ile mühürlenmemiş olan herhangi bir şeyi kabul etmemeleri gerekir; ve bu konuda da çok gayretli olmalıdırlar.


1. Günah sunusu henüz emredilmemişti. Bu yüzden bunların hepsi, hoş kokulu sunular idi.

Bölüm 15

Yargılar

Mısır’dan Çıkış 21-23

Bu bölümde, Halkını çeşitli ilişkiler içinde yönetmek için Tanrı’nın verdiği çeşitli “yargılar” ya da statüler yer alır. Her sınıfın önemi ve davranışı ima edilebilir olmasına rağmen, bunları inceden inceye açıklamak, güç ama gereklidir. Tanrı’nın, halkının yolu ve yürüyüşü ile ilgili olan her şey, Tanrı’nın bu konuda üstlendiği sorumluluğun çarpıcı bir görünümünü sağlar; ve eğer bu farklı yasaların ihlaline cezalar eklendiği takdirde, bunların, şimdi bina edilmiş olan ilahi takdir ile yalnızca uyum içinde oldukları görülür.

İlk yasa, İbrani köle ile ilgilidir.

“İsraillilere şu ilkeleri bildir: ‘İbrani bir köle satın alır isen, altı yıl kölelik edecek, ama yedinci yıl karşılık ödemeden özgür olacak. Bekar geldi ise, yalnız kendisi özgür olacak; evli geldi ise, karısı da özgür olacak. Efendisi kendisine bir verir ve o kadından çocukları olursa, kadın ve çocuklar efendisinde kalacak, yalnız kendisi gidecek. Ama köle açıkça, ‘Ben efendimi, karım ile çocuklarımı seviyorum, özgür olmak istemiyorum’ derse, efendisi onu yargıç huzuruna çıkaracak. Kapıya ya da kapı sövesine yaklaştırıp kulağını biz ile delecek. Böylece köle yaşam boyu efendisine hizmet edecek.” (2-6. ayetler)

Bu İbrani köle örneğinde Mesih ile ilgili yerinde ve etkili bir örnek ortaya konur. Burada üzerinde düşünülmesi gereken nokta, altı yıl kölelik ettikten sonra, “karşılık ödemeden özgür olarak gitmesi” gerektiğidir. Ama eğer efendisi ona kölelik hizmeti sırasında bir kadın verir ve o kadından çocukları olursa, o zaman karısı ve çocukları kölenin efendisinde kalacaklar ve yalnızca kölenin kendisi gidecektir; ve karısını ve ailesini elinde tutmasının tek yolu, efendisine yaşam boyu hizmet etmesidir. Bu durumun Mesih’e uygulanması ise çok ilginç bir örnektir. O, bir kul özü aldı. (Filipeliler 2); O, Tanrı’nın isteğini yapmak için geldi (İbraniler 10); Kendi isteğini değil, O’nu gönderenin isteğini yapmak için geldi. (Yuhanna 6:38)Tayin edilen dönemi süresince mükemmel bir şekilde hizmet etti ve bu nedenle özgür olarak gidebilirdi. Petrus’a söylediği şu sözleri hatırlayalım: “Yoksa Babam’dan yardım isteyemez miyim sanıyorsun? İstesem, hemen şu an bana, o” iki tümenden fazla melek gönderir. Ama böyle olması gerektiğini bildiren Kutsal Yazılar o zaman nasıl yerine gelir? “ (Mata 26: 53,54) O’nun Kendisi açısından çarmıha gitmesini gerektiren hiç bir zorunluluk yok idi; yüksek bedelli incisi olan Gelini’ni elde etmek ve yüreğinde Tanrı’nın yüceliğini tamamlamak arzusundan başka hiçbir zorunluluğu yoktu. O zaman neden Kendisini o utanç veren çarmıha çivilemelerine izin verdi? Kırkıcıların önündeki bir kuzu gibi boğazlanmaya götürülmesine müsaade etti? O, Tanrı’nın ve insanın önünde özgür idi. O’nun günahlı olduğunu hiç kimse kanıtlayamazdı. Tanrı’nın ve insanın önünde kesinlikle özgür olarak duruyordu; o yüzden tekrar soralım: Neden “özgür olarak çıkıp gitmedi”? Çünkü, tekrar edelim, O, Efendisini, Karısını ve Çocuklarını sevdi ve bu nenle ömür boyu bir köle oldu. O’nun canındaki en üstün yer Efendisine aitti ve O, Babasını yeryüzünde yüceltmek için kutsal bir arzu ile yanıp tutuşuyordu, tek isteği, Babasının O’na yerine getirmesi için verdiği işi tamamlamaktı; Karısını sevdi – Kilise – ve Kendisini onun uğruna feda etti; ve çocuklarına da aynı çözülemez sevgi bağları ile bağlı idi; ve bu nedenle özgür olarak çekip gitmedi, ama Efendisine ömür boyu hizmet edebilmek için Kendisini O’na sundu. Böylece hizmetinin ve kalıcı konumunun bir belirtisi olarak kulaklarını açtırdı (Mezmur 40:6 ile İbraniler 10:5 ayetlerini karşılaştırın). Bunun sonucu olarak O’nun Hizmetkarlığı hiç bir zaman son bulmayacak. Halkına şimdi, Tanrı’nın sağında hizmet ediyor (bakınız Yuhanna 13); ve halkına yüceliğin kendisinin içinde hizmet edecek. Şu sözleri söyleyen O’nun Kendisidir: “Efendileri geldiği zaman, uyanık bulunan kölelere ne mutlu! Size doğrusunu söyleyeyim, efendileri beline kuşağını bağlayacak, kölelerini sofraya oturtacak ve gelip onlara hizmet edecek.” (Luka 12:37) Bu yüzden bu örnek, Mesih’in yeryüzünde alçalarak yaptığı hizmet ile şimdi Babanın yanında yüceltilmiş olarak devam ettiği hizmeti ve tüm sonsuzluk boyunca Halkı için sürdüreceği Aracılığı bir araya getirir. Aynı zamanda O’nun eşsiz lütfunu ve Yüreğinin kavranamaz sevgisini de açıklar. Tüm bunlar O’nu bu konumu almaya ve elinde bulundurmaya yönlendirdi. Ve O’nun sevgisinin, Kilise’yi “Efendisi” ile birleştirmesi ne kadar harika! “Efendimi, karımı ve çocuklarımı seviyorum; özgür olup gitmeyeceğim.” Kutsanmış Rab, böylece Sana ait olanları sevginin gücü ile Senin Tanrın ve Kendin ile ömür boyu bir araya getirdin!

Bir sonraki paragraf, babası tarafından cariye olarak satılan bir kız hakkındaki ilkeleri bildirir.

“Eğer bir adam kızını cariye olarak satarsa, kız erkek köleler gibi özgür bırakılmayacak. Efendisi kız ile nişanlanır, sonra kızdan hoşlanmaz ise, kızın geri alınmasına izin vermelidir. Kızı aldattığı için onu yabancılara satamaz. Eğer cariyeyi oğluna nişanlar ise, ona kendi kızı gibi davranmalıdır. Eğer ikinci bir kadın ile evlenir ise, ilk karısını nafakadan, giysiden, karılık haklarından yoksun bırakmamalıdır. Eğer bu üç hakkı ona vermez ise, kadın karşılıksız özgür olacaktır.” (7-11. ayetler)

Kız, “erkek köleler gibi özgür bırakılmamasına” rağmen, Tanrı yine de şefkatli davranarak onun haklarını bulunduğu konumun içinde özenle korudu. Yalnızca değişen ruh durumlarına ve kaprislere göre, tamamen boyun eğen ve bağımlı olanlara uygulanan davranış eğilimi açıkça anlaşılır durumdadır. Böyle olmaması gerekirdi. Eğer efendisi düşüncesini değiştirir ise ve kız efendisinin gözünde kötü hale gelir ise (sayfa kenarına bakınız), efendisi kızın geri alınmasına izin vermelidir. Kız, hizmetinde küçümsenmemeli ve efendisi tarafından yabancı bir ulusa da satılmamalıydı. Normalde sahip olması gereken haklarını, efendi, bu hileli davranışı nedeni ile ceza olarak kaybederdi. Kız, ister oğlu ile ister efendisi ile nişanlansın, hakları özenle korunurdu; ve eğer bu haklar ihmal edilir ve sağlanmaz ise, örneğin, efendinin bir başka kadın daha alması durumunda kızın kesinlikle özgür bırakılması gerekirdi. Rab, böylelikle, şefkatli Sevgisi ile kendisine ait olan zayıf ve savunmasız kişileri, eşit ve uygun davranış görebilmeleri için yasaların güvencesi ile çevreler.

Bundan sonra, ölüm cezasının verildiği suçlar ile ilgili yasalar gündeme getirilir.

“Kim birini vurup öldürür ise, kendisi de kesinlikle öldürülecektir. Ama olayda kasıt yok ise, ona ben izin vermiş isem, size adamın kaçacağı yeri bildireceğim. Eğer bir adam komşusuna düzen kurar, kasıtlı olarak saldırıp onu öldürür ise, sunağıma bile kaçmış olsa, onu çıkarıp öldüreceksiniz. Kim annesini ya da babasını döverse, kesinlikle öldürülecektir. Kim adam kaçırırsa, onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir. Annesine ya da babasına lanet eden kesinlikle öldürülecektir.” (12-17. ayetler)

Öncelikle cinayet davası ile ilgilenilir. Bu, yeni bir yasa değildir. Tanrı, Nuh’a şöyle demişti: “Kim insan kanı dökerse, kendi kanı da insan tarafından dökülecektir.”(Yaratılış 9:6) Tanrı, her insandan, kardeşinin canına kıyan herkesten hak arayacaktı. İnsan bu nedenle, kardeşinin korucusu olarak yaratıldı ve Tanrı kendi benzeyişinde yarattığı insanı vereceği en ağır ceza aracılığı ile korudu; çünkü yaşam O’na aittir ve bu nedenle bir başkasının O’nun yetkisine tecavüz etmesine dayanamazdı. Bu yüzden Kayin, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman, Rab ona şöyle dedi: “Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor.” (Yaratılış 4:10) Cinayet kasten işlendiği zaman, katil, korunmak için Rabbin sunağına kaçsa bile, cezadan kurtulması mümkün değildi. (Bakınız 1. Krallar 2:28-32). Ölmesi gerekirdi. Tanrı’nın Sözü’nde, ölüm cezasının kaldırılması ile ilgili modern insan sevgisi akımı için onay yoktur. Tanrı’nın ilksel yasasının yerini insan düşünceleri alırlar. Aslında bu durum insanı Tanrı’nın üstüne yükseltir. Dağdaki Vaaz sırasında (Matta 5:38-48) Rabbimiz tarafından verilen buyruklar, yalnızca O’nun krallığının vatandaşlarının ilişkilerine uygulanırlar ve insan ile insan arasında var olan o ilişkilere uygulanmazlar ve bu yüzden hiç bir şekilde Nuh’a verilen buyruğu iptal etmezler.

Bir istisna yapılır. “Eğer bir adam pusuya yatmaz ise (olayda kasıt yok ise), ama ona Tanrı izin vermişse, o zaman Tanrı, adamın kaçacağı yeri ona bildirecektir.” (Yasa’nın Tekrarı 19:4,5 ayetleri ile, hatta bölümün tamamı ile kıyaslayın.) Eğer bu statüleri Yahudi ulusunun Mesih’e karşı olan eylemlerine – onların nasıl Mesih için “pusu kurduklarını” hatırlayarak - uygulayacak olur isek, ve sonunda rüşvetçilik ve hile aracılığı ile O’nun tutuklanmasını ve mahkum edilmesini garantilediklerini düşünür isek, sanki onlar için olası bir kaçış yokmuş gibi görünebilir. Ama Rabbimizin kendisi şöyle dua eti: “Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” (Luka 23:34); öyle ki tövbe ettikleri takdirde, lütuf Tanrısı bu aracılığın temelinde onlara bilgisizlik atfedecek ve kaçıp güvende olmak için saklanacakları bir kent bildirecektir. Petrus, bu yüzden onlara vaaz ettiği zaman şöyle dedi: “Yöneticileriniz gibi sizin de bilgisizlikten ötürü böyle davrandığınızı biliyorum.” (Elçilerin İşleri 3:17)Lütuf, böylelikle, Mesih’in ölümü aracılığı ile sağlanan günah kefaretinin temelinde yasanın cezasından özgür kılabilir.

Anne ve babasını hem döven hem de onlara lanet eden (15, 17. ayetler), kesinlikle aynı ölüm cezasına uğratılacaktır. Tanrı böylece Yasasının kutsal tedbirleri aracılığı ile anne ve babanın yetkisini bina etti; ve çocukların bu yasaya saygılı olmalarını talep etti. Anne ve babaya itaatsizlikten, son günlerin tehlikeli zamanlarının bir belirtisi olarak söz edilir (2. Timoteos 3:2), çocukların anne ve babalarına boyun eğmelerinin Tanrı’nın gözündeki değerini tam olarak ortaya koyan bir yasadır. Çünkü gerçekten de anne ve baba, Tanrı’nın yetkisini temsil ederler. Ve bu nedenle, yetki Tanrı için kullanıldığı zaman, karakteri itibarı ile kesin ve koşulsuz itaat talep eder. (Bakınız Yasa’nın Tekrarı: 18-21; Efesliler 6:1; Koloseliler 3:20.) Bu yüzden burada günahların ciddiyeti kesinlikle belirtilmektedir. Ama yersel anne ve babayı dövmek ve onlara lanet etmek ölümü hak eden bir kötü davranıştır; bu durumda Tanrı’ya karşı isyanın açık günahı bundan ne kadar daha büyüktür

Aynı zamanda adam kaçırmak ve adam satmak, yani dünyanın pek çok yerinde hala uygulanmakta olan kölelik de ölüm cezasını gerektirir. (ayet 16) İnsan bir günahkar olabilir, ve yine de, insan, Tanrı’nın, kendisinden, kurtarılmadan önce yerine getirmesi gereken taleplerine bakmasa da, Tanrı’nın gözünde öylesine değerlidir ki, özgürlüğü diğer insanlar tarafından kutsal bir şekilde saygı görmelidir. Köleliğin, en kötü biçimlerinin bile böyle bir ayet ile – hırsızlık, insanları yalnızca taşınır bir mal olarak görmek – Mesih’in izleyicileri olduklarını ağızları ile söyleyen hali hazırdaki kuşağın hatırası içinde dahi onay görebilmesi ne kadar harikadır!

Bir sonraki paragrafta kendisine karşı suç işlenen kişiye verilecek cezalar kesinlik içinde belirtilir.

“Kavga çıkar, bir adam komşusuna taş ile ya da yumruk ile vurur, vurulan adam ölmeyip yatağa düşer, sonra kalkıp değnek ile dışarıda gezebilir ise, vuran adam suçsuz sayılacaktır. Yalnız yaralının kaybettiği zamanın karşılığını ödeyecek ve tümü ile iyileşmesini sağlayacaktır. Bir adam, erkek ya da kadın kölesini değnek ile döverken öldürürse, kesinlikle cezalandırılacaktır. Ama köle hemen ölmez, bir iki gün sonra ölür ise, köle sahibi ceza görmeyecektir. Çünkü köle onun malı sayılır. İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama bir zarar görmez ise, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para cezasına çarptırılacaktır. Ama başka bir zarar var ise, cana karşılık can, göze karşılık göz, dişe karşılık diş, ele karşılık el, ayağa karşılık ayak, yanığa karşılık yanık, yaraya karşılık yara, bereye karşılık bere ödenecektir. Bir adam erkek ya da kadın kölesini gözüne vurarak kör eder ise, gözüne karşılık onu özgür bırakacaktır. Eğer erkek ya da kadın kölesinin dişini kırar ise, dişine karşılık onu özgür bırakacaktır.” (18-27. ayetler)

Diğer ayrıntılar okuyucunun kendisine bırakılmalı, ancak yalnızca iki şey üzerinde durulmalıdır. İlki, tüm bu eylemlerin Tanrı’nın, Halkının bedenini korumak konusunda ortaya koyduğu iyiliğidir. İkincisi, burada yasanın gerçek karakterini buluruz. Lütuf yoktur. Göze göz, dişe diş v.b. Kutsanmış Rabbimiz bu noktalara özellikle onların nasıl lütuf karşıtı olduklarına işaret etmek için değinir. Ve şöyle der: “’Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.” (Matta 5:38, 39) Yasanın temelinde aynı eşitlik talep edilir – ne daha fazlası, ne de daha azı. Ama lütuf her talebi bağışlar; bize lütuf ile davranıldığı ve tüm borcumuz bağışlandığı için birbirimiz ile olan ilişkilerimizde de aynı şekilde hareket etmemiz gerekir. Lütfun kendisinin temelinin, doğruluğun derinliklerinde atıldığı ve bu nedenle lütfun doğruluk aracılığı ile egemenlik sürdüğü her şeye rağmen hiç bir zaman unutulmamalıdır (Romalılar 5:21), lütuf böylelikle sonsuz ve değişmez bir temel üzerinde bina edilmiştir.

Sonra, mal sahiplerinin, hayvanlarının eylemlerine karşı sahip oldukları sorumluluk üzerinde bilgi verilir.

“Eğer bir boğa bir erkeği ya da kadını boynuzu ile vurup öldürür ise, kesinlikle taşlanacak ve eti yenmeyecektir. Boğanın sahibi ise suçsuz sayılacaktır. Ama saldırganlığı bilinen bir boğanın sahibi, uyarılmasına karşı boğasına sahip çıkmaz ise ve boğası bir erkeği ya da kadını öldürür ise, hem boğa taşlanacak, hem de sahibi öldürülecektir. Ancak, boğanın sahibinden para cezası istenirse, istenen miktarı ödeyerek canını kurtarabilir. Boğa, ister erkek ister kız çocuğunu öldürsün, aynı kural uygulanacaktır. Eğer bir boğa bir erkek ya da kadın köleyi öldürür ise, kölenin efendisine otuz şekel (yaklaşık 345 gr) gümüş verilecek ve boğa taşlanacaktır. Bir adam bir çukur açar ve kazdığı çukurun üstünü örtmez ise, ve çukura bir boğa ya da bir erkek düşerse, çukuru kazan, hayvanın bedelini ödeyecektir. Parayı hayvanın sahibine verecek, ölü hayvan kendisinin olacaktır. Bir adamın boğası, komşusunun boğasını yaralar, yaralı boğa ölürse, sağ boğayı satıp parasını paylaşacak, ölü hayvanı da bölüşeceklerdir. Eğer boğanın saldırgan olduğu ve sahibinin ona sahip çıkmadığı biliniyor ise, boğaya karşılık boğa verecek ve ölü hayvan kendisine kalacaktır.” (28-36. ayetler)

Aynı adil eşitlik ilkesinin aynı zamanda bu yönlerde de elde edildiğini belirtmek yine yeterli olacaktır. Ama saldırganlığı bilinen bir boğanın sahibi, uyarılmasına rağmen boğasına sahip çıkmaz ise, ve boğası bir erkek ya da kadını öldürür ise, hem boğa taşlanacak hem de sahibi öldürülecektir. (ayet 29) Bu olay, kutsanmış Rabbimiz tarafından bize öğretilen gerçeği, başımızdaki saçların tellerinin bile sayılı olduğunu ne kadar da canlı olarak hatırlatan bir örnektir. Her şey için tedarik sağlanmıştır ve çeşitli şekillerdeki ihlalleri ile her ilişki, İsrail üzerinde şimdi egemenlik süren adil yönetim ile uyumlu olarak uyarlanmıştır. Özellikle bir konunun fark edilmeden geçilmemesi gerekir. Bir erkek ya da kadın kölenin bedeli otuz şekel gümüş idi. İşte peygamber Zekeriya’nın işaret ettiği konu budur: “Onlara, ‘Uygun görürseniz, ücretimi ödeyin, yoksa boş verin’ dedim. Onlar da ücret olarak bana otuz gümüş verdiler.” (Zekeriya 11:12). Otuz gümüş için ihanet edilen ve ele verilen, Mesih’tir. (Matta 26:15) İnsan, bedende görünen Tanrı’nın, Baba’nın biriciğinin değerini otuz gümüş ile takdir etti!

Bir sonraki bölüm (Mısır’dan Çıkış 22), bize hırsızlık vakalarında uygulanan mala ilişkin yasaları açıklar.

“Bir adam öküz ya da davar çalıp boğazlar ya da satar ise, bir öküze karşılık beş öküz, bir koyuna karşılık dört koyun ödeyecektir. Bir hırsız bir eve girerken yakalanıp öldürülür ise, öldüren kişi suçlu sayılmaz. Ancak olay güneş doğduktan sonra olmuş ise, kan dökmekten sorumlu sayılır. Hırsız çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Hiç bir şeyi yok ise, hırsızlık yaptığı için köle olarak satılacaktır. Çaldığı mal – öküz, eşek ya da koyun – sağ olarak elinde yakalanır ise, iki katını ödeyecektir. Tarlada ya da bağda hayvanlarını otlatan bir adam, hayvanlarının başkasının tarlasında otlamasına izin verir ise, zararı kendi tarlasının ya da bağının en iyi ürünleri ile ödeyecektir. Birinin yaktığı ateş, dikenlere sıçrar, ekin demetleri, tarladaki ekin ya da tarla yanar ise yangın çıkaran kişi zararı ödeyecektir. Biri, komşusuna saklasın diye parasını ya da eşyasını emanet eder ve bunlar komşusunun evinden çalınır ise, hırsız yakalandığı zaman iki katını ödemelidir. Ama hırsız yakalanmaz ise, komşusunun eşyasına el uzatıp uzatmadığının anlaşılması için ev sahibi yargıç (ya da Tanrı) huzuruna çıkmalıdır. Emanete ihanet edilen konularda öküz, eşek, koyun, giysi, herhangi bir kayıp eşya için ‘Bu benimdir’ diyen her iki taraf sorunu yargıcın huzuruna getirmelidir. Yargıcın suçlu bulduğu kişi, komşusuna iki kat ödeyecektir. Bir adam komşusuna, korusun diye eşek, öküz, koyun ya da herhangi bir hayvan emanet ettiği zaman, hayvan ölür, sakatlanır ya da kimse görmeden çalınır ise, komşusu adamın malına el uzatmadığına ilişkin RAB’BİN huzurunda ant içmelidir. Mal sahibi bunu kabul edecek ve komşusu bir şey ödemeyecektir. Hayvan kiralanmış ise, kayıp, ödenen kiraya sayılmalıdır.” (1-15. ayetler)

Zakkay ayağa kalkıp Rabbe, “Ya Rab, bir kimseden haksızlık ile bir şey aldım ise, dört katını geri vereceğim’ dediği zaman (Luka 19:8), hiç kuşkusuz yasanın bu maddesine işaret ediyordu. Bir önceki bölümde Tanrı’nın nasıl Halkının yaşamını ve insanlarını koruduğunu gördüğümüz gibi, şimdi de burada O’nun, Halkının malını nasıl koruduğunu ve yasasını göz ardı eden herkesin O’na yanıt vermesini sağladığını idrak ediyoruz. Ama canlarımı açısından sorulacak soru şudur: eğer bir insanı soymak böyle bir mahkumiyet getiriyor ise, Tanrı’yı soyma günahına nasıl karşılık verilebilir? Zaten günahkar olan bu kişiler bu zararı O’na nasıl ödeyebilirler? Ödemeleri imkansızdır; ve eğer konu bize kalmış olsa idi, ömür boyu günahlarımızın sonuçları altında kalmamız gerekecekti. Ama Mezmurlar’da, “Çalmadığım şeyi ödemeliyim” diyen Biri’nin sözlerini okuyoruz. (Mezmur 69:4) O, günah ve yakmalık sunular olduğu gibi, aynı zamanda suç sunusu da idi. O, bu nedenle, bizim tüm suçlarımız için tam ve yeterli zararı (eğer bunu yaptığına inanırsak diye bir ek yapalım), ödemiştir. O’nun harika lütfu ve merhameti aracılığı ile suçlanabileceğimiz her bir yasa ihlali tamir edilmiştir, bağışlanmadığımız tek bir suç yoktur. Bu gerçek, önümüze O’nun ölümünün çok kutsanmış bir görünümünü getirmektedir. Bölümde okuduklarımıza göre, suçlunun kendi cezasını ödemesi gerekir. Biz bunu yapamazdık ve bunu bizim yerimize geçerek yapabilecek tek bir kişi yoktu. Tanrı’ya, hiç kimse bir şey ödeyemez; çünkü O her şeyi ödemiştir, eğer çözüm bize bırakılsa idi, O’nun taleplerine ömür boyu sorumlu olmamız gerekecekti – ömür boyu sorumluluk, ama ödemek için hiç bir şeye sahip olamamak. Bu yüzden, bunu ne kadar çok hatırlar isek, O’nun lütfunu o kadar çok yücelteceğiz. O, Kendi isteği ile Tanrı’ya, bizim yerimize geçerek sorumlu oldu; sorumluluğumuzu O üstlendi, öyle ki, bizi adil bir şekilde her talepten beraat ettirebilsin, evet, ve Kendi Huzurunun bulutsuz ışığına ve sevincine adil bir şekilde getirebilsin. O’nun, en yüce Ad olan adı sonsuzlarca kutsansın!

Şimdi farklı türdeki buyruklara geçiyoruz. Bunlardan ilk sırada olanlar benlik arzularına işaret ederler. (ayet 16) Suç, burada genelde erkeğe atfedilir – ama yine de kadın da suça dahil edilir. Ama erkek kolayca günah işleyemez ve sanki hiç günah işlememiş gibi hareket edemez, özellikle burada sözü edilen şekilde bu mümkün değildir. Bu yüzden, başlık parasını ödeyerek kadın ile evlenmesi gerekir. Pavlus da aynı ilkeye değinir: “Yoksa, fahişe ile birleşenin onunla tek beden olduğu bilmiyor musunuz? Çünkü, ‘İkisi tek beden olacak’ deniyor.’” (1. Korintliler 6:16) Kutsanmış Rabbimiz, aynı nedenden ötürü şu öğretişi verdi: “Ben size şunu söyleyeyim, karısını fuhuştan başka bir neden ile boşayıp başkası ile evlenen, zina etmiş olur. Boşanan kadın ile evlenen de zina etmiş olur.” ()Matta 19:9). Diğer nedenleri temel alarak boşanmalara izin veren insan yasaları ile ilgili ne kadar anlamlı bir yorum! Tanrı’nın bilgeliğinin nihai bir şekilde ihlal edilmesi ve aynı zamanda erkek ve kadın arasındaki temel ilişkiler konusunda tam bir bilgisizlik. Bu nedenle, Tanrı’nın yetkisi ile çatışmadıkları sürece diğer güçlere bağlıyız; ancak ülkenin yasası, imanlının ya da kilisenin vicdanlarının rehberi olamaz.

“Büyücü kadını yaşatmayacaksınız.” (ayet 18). Bir büyücü kadının özündeki düşünce, ruhlar ile ilişki kurmaktır; bunun karşılığı günümüzde yaşanan spiritüalizm’dir. Bu yüzden Levililer kitabında, büyücü kadın, “cincilik yapan ve ruh çağıran” olarak tanımlanır.

(Levililer 20:27) Eyn-Dor’lu büyücü kadın bu türde bir örnektir; çünkü Saul’un ona gidip, şunları söylediğini okuruz: “ Lütfen benim için ruhlara danış ve sana söyleyeceğim kişiyi çağır.” (1. Samuel 28:8) İspritizmaya inanan kişilerin, yaptıklarını söyledikleri şey budur – araştıran kişiyi, bu dünyadan ayrılmış olan kişiler ile iletişime sokmak. Aynı Saul gibi; Rab’den haber ya da bilgi alamıyordu; bu tür kişiler ruhlar aracılığı ile bilinmeyen ve görünmeyen şeyler ile ilgili bilgi edinme peşindedirler. Aslında bu davranış ile Tanrı’dan Şeytan’a dönüş yapmaktadırlar. İsrail dönemindeki ya da günümüzdeki tüm sistem, şeytanidir. Bu nedenle, büyücü bir kadının öldürülmesi gerekiyordu. Ve bu davranışı büyücü kadının Tanrı’ya hizmet etmeye duyduğu nihai düşmanlığı gösterir; ve şimdi itibarda olan ispritizma aynı şekilde nefret uyandırıcıdır ve eğer bu konuda ısrarlı davranıldığı takdirde, canlar üzerindeki etkisi aynı şekilde yıkıcıdır.

Sonra, ölüm cezasını gerektiren iki günahın adı verilir. Birincisi, benliğin günahıdır – ve en korkunç ve en tiksindirici olan benlik günahıdır. İkincisi, putperestliktir. Tanrı, Kendi halkı arasında Kendisinin dışında herhangi bir tanrının kabul edilmesine katlanamaz. Aksi takdirde, kendi taleplerini ve yetkisini inkar etmiş olurdu ve halkı ile olan ilişkisinin temellerini alt üst ederdi. Ve halkı O’nun gerçek karakterini inkar etmiş ve mutlak yetkisini reddetmiş olurdu. Bu nedenle, gerçek Tanrı’ya ve sahte tanrılara tapınmak bir arada barınamazlar. Elçi bu konuda şöyle der: “Putperestler kurbanlarını Tanrı’ya değil, cinlere sunuyorlar. Cinler ile paydaş olmanızı istemem. Hem Rabbin hem cinlerin kasesinden içemezsiniz; hem Rabbin hem cinlerin sofrasına ortak olamazsınız.” (1. Korintliler 10:20, 21) Sahte tanrıların kabul edilmesi, gerçek Tanrı’nın reddedildiğini gösterir. Bu nedenle, öte yandan, Selanikliler inanç değiştirdikleri zaman, onlar hakkında şu sözler söylendi: “Yaşayan gerçek Tanrı’ya kulluk etmek üzere, putlardan Tanrı’ya nasıl döndüğünüzü anlatıyorlar.” (1. Selanikliler 1:9)

Sonra, pek çok olayda yumuşak huyluluk ve şefkatli davranmak öğretilir.

“Yabancıya haksızlık ve baskı yapmayacaksınız. Çünkü siz de Mısır’da yabancı idiniz. Dul ve öksüzün hakkını yemeyeceksiniz. Yerseniz, bana feryat ettikleri zaman onları kesinlikle işitirim. Öfkem alevlenir, sizi kılıçtan geçirtirim. Kadınlarınız dul, çocuklarınız öksüz kalır. Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula ödünç para verirseniz, ona tefeci gibi davranmayacaksınız. Komşunuzun abasını rehin alırsanız, gün batmadan geri vereceksiniz. Çünkü tek örtüsü abasıdır. Ancak onunla örtünebilir. Onsuz nasıl yatar? Bana feryat eder ise işiteceğim, çünkü ben iyilikseverim.” (21-27. ayetler)

Yabancıya öncelik tanınır. Mısır ülkesinde yabancı olduklarını hatırlamalı ve yabancılara buna göre davranmalı idiler. Firavunun demir boyunduruğu altında bulundukları zaman, canlarında acılık vardı ve bu nedenle, yabancı bir ülkede yaşayan yabancıların duygularını anlayabilmeleri zor olmayacaktı. Daha sonra, çaresizlere iyi davranmaları buyurulur; ve tüm bu çaresiz kişiler içinde şefkatimize en çok ihtiyaç duyanlar hiç kuşkusuz dullar ve öksüzlerdir. Tanrı böylelikle burada onları Kendi kolunun güçlü savunması ile çevreler. Eğer herhangi biri dullara ve öksüzlere sıkıntı verirse, öldürülmeleri gerekirdi ve böylece onların karıları ve çocukları dul ve öksüz kalmış olurlardı. Tüm Kutsal Yazılar boyunca dullar ve öksüzler Tanrı’nın ilgisinin özel objeleri olarak belirtilirler. Ve bu yüzden dulların ve öksüzlerin bizim şefkatli ilgimizin objeleri olmaları gerekir. Yakup, bu konuda şöyle der: “Baba Tanrı’nın gözünde kusursuz ve temiz dindarlık, kişinin sıkıntı çeken öksüzler ve dullar ile ilgilenmesi ve kendini dünyanın lekelenmesinden korumasıdır.” (Yakup 1:27) Yoksullar ile ilgili aşağıdaki iki buyruk – ilki, yoksulun sırtından kazanç sağlayan zenginin sömürüsünden yoksulu kurtarmaktır; ve ikincisi, yoksulu, yoksulluktan ve çıplaklıktan kurtarmaktır. İsrailoğullarının şimdi, Sina’dan yönetildikleri gerçeğine rağmen, bu yasalar, bize Tanrı’nın yüreğinin derinliklerini görmemiz için izin verirler. Şu sözlerde ifade edilemeyecek kadar büyük bir şefkat mevcuttur: “Komşunuzun abasını rehin alırsanız, gün batmadan geri vereceksiniz. Çünkü tek örtüsü abasıdır, ancak onunla örtünebilir. Onsuz nasıl yatar? Bana feryat eder ise işiteceğim, çünkü ben iyilikseverim.” Tanrı’nın yüreğinin, O’nun halkı tarafından ifade edilmesi gerekir ve Tanrı uyumak için yatan birinin üzerini örtecek bir şeyi olmadığını gördüğü zaman üzülür!

Burada aynı zamanda kurumsal yetkilere karşı gösterilmesi gereken saygıya da değinilir: “Halkınızın tanrılarına sövmeyeceksiniz ve halkınızın önderlerine lanet etmeyeceksiniz.” (ayet 28) Buradaki “tanrılar” ifadesinin sayfa kenarında belirtildiği gibi, yetkililer ya da yargıçlar için kullanıldığı açıktır (Bakınız Yuhanna 10:34,35). Hananya ve Yüksek Kurul önünde duran Pavlus bu ayetten alıntı yapar (Elçilerin İşleri 23:5) Bu ifade, çeşitli mektuplardaki öğütler ile uyum içindedir. (Romalılar 13; 1 Timoteos 2:2; 1. Petrus 2:13-17) Tanrı halkının yolu böylelikle, krallar, yöneticiler ve sulh hakimleri ile ilgili olarak oldukça basittir. Tanrı halkı, şekli ne olursa olsun, yetkilerin tümüne Tanrı’nın söyledikleri ile çatışmadığı sürece, saygı ve itaat borçludurlar. Bu teslimiyet konumuna kendilerini koyan Rableridir.

İlk ürünlerin ve ilk doğanların Tanrı’ya sunulmaları gerekir. (29, 30. ayetler; bakınız Mısır’dan Çıkış 13:12, 13) Böylelikle hem bağımlılıklarını hem de bereketlerinin kaynağını kabul etmeleri ve bu şekilde kendilerinin Rabbe ait olduklarını beyan etmeleri gerekiyordu. Olgun meyveleri ve “şırayı” Tanrı verecekti ve bunun karşılığında Kendisi için bir sunu talep ediyordu. Tanrı, aynı şekilde ilk doğan çocuklarını da talep etti, ama 134. bölümde açıklandığı gibi bunun temelinde yatan neden, Fısıh gecesi Mısırlıların ilk doğanlarının öldürülmeleri ve Fısıh Kuzusu’nun kanı sayesinde İsrailoğullarının kurtarılmaları idi.

Kısaca, Rab için” kutsal kişiler” olmalı, kötüden uzak durmalı ve Tanrı için ayrılmış bir halk olmalı idiler; çünkü onları Kendisine ait kılan, kutsal idi ve onları Kendi benzeyişine dönüştürecekti. Bundan dolayı kendilerini murdar yiyecek ile kirletmemeleri yalnızca köpeklerin yiyebileceği murdar hayvanların etlerini yememeleri gerekiyordu. Kutsal bir halk, kutsal bir Tanrı’ya uygun yollarde yürümeli idi. Farklı türdeki diğer konular, bundan sonraki bölümde ele alınacaklar (Mısır’dan Çıkış 23).

“Yalan haber taşımayacaksınız. Haksız yere tanıklık ederek kötü kişiye yan çıkmayacaksınız. Kötülük yapan kalabalığı izlemeyeceksiniz. Bir davada çoğunluktan yana konuşarak adaleti saptırmayacaksınız. Duruşmada yoksulu kayırmayacaksınız. Düşmanınızın yolunu şaşırmış öküzüne, ya da eşeğine rastlarsanız, onu kendisine geri götüreceksiniz. Sizden nefret eden kişinin eşeğini yük altında çökmüş görürseniz, kendi haline bırakıp gitmeyecek, ona yardımcı olacaksınız. Duruşmada yoksula karşı adaleti saptırmayacaksınız. Yalandan uzak duracak, suçsuz ve doğru kişiyi öldürmeyeceksiniz, çünkü ben kötü kişiyi aklamam. Rüşvet almayacaksınız. Çünkü rüşvet göreni kör eder, haklıyı haksız çıkarır.”(Mısır’dan Çıkış 23:1-8)

bu kısımda dil ile işlenen günahlara yer verilir. İlk günah, yalan bir haber vermek ya da almaktır (sayfa kenarına bakınız). Bu yüzden, Tanrı’nın kilisesine nüfuz eden yalanlar nedeni ile pek çok zarar verilmektedir! Yalan bir haber verme düşüncesinin dehşete düşürmeyeceği kişi sayısı çok azdır. Tüm dürüst zihinler böyle bir günahı yargılarlar; dünyaya ait bir kişi bile yalanın suç olduğunu bilir ve yalanı mazur göstermez. Ama sayfa kenarında belirtildiği gibi, sözcük daha geniş bir anlama sahiptir ve aynı zamanda yalan bir haberin kabul edilmesini de kapsar. İlk günahtan sakınan pek çok kişi, ikinci yalanın tuzağına düşerler. Bir haber alınır ve görünüşe göre bu haber doğrudur ve hemen başkalarına iletilir, oysa alınan haberin doğruluğunu araştırma konusunda zahmete girilse, haberin sahte olduğu ortaya çıkarılabilir. Bu konuda herkesten önce Hıristiyanların dikkatli olmaları gerekir. Aksi kanıtlanamaz bir tanıklık tarafından desteklenmedikçe, bir başka kişinin itibarını zedeleyen her haber reddedilmelidir. Böylelikle sorumluluk, haberi veren kadar haberi işiten kişiye de aittir. Eğer bu hatırlanmış olsa, pek çok iftiracının yalanı daha başlangıçta bastırılmış olur ve dedikodu yapan kimselerin maskeleri düşer ve pek çok paydaşlığın bozulmasından sakınılmış olur. Bu zehirin panzehirini şu sözlerde buluruz: “Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz. Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olan ile sevinir. Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır.” (1.Korintliler 13:5-7)sonra sahte tanıklık suçlanır – modern adı ile yalan yere yemin etmek olarak bilinen bir günah. Bu öğüt, bir sonraki ayette ve ayrıca 3. ve 5. ayetlerde de adalet yönetimi ile bağlantılı olarak görülür. Adil bir Tanrı’nın gözünden hiç bir şey kaçmaz; O, her kötü eğilimi ve etkiyi görür ve bu yüzden Halkının yaşamlarındaki her koşulda onlara rehberlik sağlar. Kişi, davasında haklı olsa bile, bir çoğunluk muhalefeti karşısında tek başına kalması zordur. Ama Rab canın önünde durduğu için, davanın adil sonuçlanması kolay hale gelir. Öte yandan, yoksul bir adamın, davasında desteklenmemesi gerekir; örneğin, yoksul kişi haklı ya da haksız da olsa, duruşmada adalet “saptırılmayacaktır.” (ayet 6) Bazı kişiler zenginlerden, bazı kişiler ise yoksullardan çabuk etkilenirler; özellikle demokrasinin ve yasal yetkinin küçümsendiği bir dönemde. Ancak, yüreğin her ikisinden de özgür olması gerekir ve eğer yürek Tanrı Sözü’ne itaat eder ise, özgür olacaktır. Bu buyruklar ile birlikte araya serpilmiş olan, özel bir talimat verilir; bu talimat bir düşmanın öküzü ya da eşeği ile ilgilidir. Yürekteki öfkenin bir düşmanın hayvanına karşı gösterilmemesi gerekir; hayvanın sahibine duyulan düşmanlık nedeni ile zor durumdaki bir hayvana yardım etmek reddedilmemelidir; “ama eğer düşmanınızın yolunu şaşırmış öküzüne ya da eşeğine rastlarsanız, onu kendinse geri götüreceksiniz; böyle yapmakla onun başının üzerine ateş korları yığmış olmaz mısınız?” Bu nedenle, “sizden nefret eden kişinin eşeğini yük altında çökmüş görürseniz, kendi haline bırakıp gitmeyecek, ona yardımcı olacaksınız.” Tanrı’nın merhameti ve şefkati, konuşamayan yaratıkları için de geçerlidir ve O’nun halkı her konuda O’nun niteliklerini yansıtmalıdır.

Aynı zamanda gerçek ve doğruluk da emredilir. (ayet 7) Verilen neden çok dikkate değerdir –

“Çünkü ben kötü kişiyi aklamam.” Tanrı, egemenlik sürerken tüm yollarında adildir, hata ve ayırım yapmaz ve insana “O’nun tarzında herhangi bir hata bulmasına” asla izin vermez. Ama, Mezmur yazarının da itiraf ettiği gibi, O, konuştuğu zaman haklı çıkacaktır ve yargıladığı zaman, yargısı doğru olacaktır. Bu yüzden, kötüler O’nun yargısından hiç bir zaman kaçamazlar. Ama lütuf sayesinde, tanrısızları aklayabileceği bir yol açıklamıştır. (Romalılar 5) Böyle bir durum yasa altında imkansız idi. “Ama şimdi Yasa’dan bağımsız olarak Tanrı’nın insanı nasıl aklayacağı açıklandı. Yasa ve peygamberler buna tanıklık ediyorlar. Tanrı, insanları, İsa Mesih’ olan imanları ile (ya da Mesih’in sadakati ile) aklar. Bunu, iman eden herkes için yapar. Hiç ayrım yoktur.” (Romalılar 3:21-22) Tanrı, bu temel üzerinde adil kalabilir ve İsa Mesih’e iman edenin Aklayıcısıdır. (ayet 26) Armağanların kabul edilmesine karşı bir uyarı eklenir.

Hatırlanması gereken sorun, hala insan ve insan arasındaki bir yargı ya da gerçeğin sahtelikten ayrılmasıdır. Böyle bir durumda bir armağan almak, bilgeleri kör eder ve doğruların sözlerini saptırır. Can ile Tanrı’nın ilişkisini kapatabilir ve bu yüzden sağlam bir görüşe engel olur. Dokuzuncu ayet, Mısır’dan Çıkış 22:21 ayetinde yer alan emrin bir tekrarıdır. Bu, onun Tanrı’nın gözündeki önemini gösterir. Ve burada “yabancılığın ne olduğunu bilirsiniz (bir yabancının nasıl hissettiğini bilirsiniz)” ifadesi vurgulanarak eklenir. İsrailoğulları böylece, yabancıların duygularını anlamak konusunda, kendi yaşadıkları deneyimden dolayı bilgi sahibidirler (İbraniler 4:15; aynı zamanda İbraniler 2:18 ile karşılaştırın); ve geçmişte yaşadıkları üzüntüleri hatırlamaları, aynı koşullarda bulunan kişilere karşı olan davranışlarına şekil verecekti.

Ülke toprağı ve bayramlar ile ilgili muhtelif buyruklar aşağıda belirtildiği gibidir.

“Toprağınızı altı yıl ekecek, ürününü toplayacaksınız ama yedinci yıl nadasa bırakacaksınız; öyle ki halkınızın arasındaki yoksullar yiyecek bulabilsin, onlardan arta kalanı da yabanıl hayvanlar yesin. Bağınıza ve zeytinliğinize de aynı şeyi yapın. Altı gün çalışacak, yedinci gün dinleneceksiniz. Böylece hem öküzünüz, hem eşeğiniz dinlenir, hem de kadın kölenizin oğulları ve yabancılar rahat eder. Söylediğim her şeyi yerine getirin. Başka ilahların adını anmayın, ağzınıza almayın.

“yılda üç kez bana bayram yapacaksınız. Size buyurduğum gibi, Aviv ayının belirli günlerinde yedi gün mayasız ekmek yiyerek Mayasız Ekmek Bayramını kutlayacaksınız. Çünkü Mısır’dan o ay çıktınız. Kimse huzuruma eli boş çıkmasın. Tarlaya ektiğiniz ürünleri biçtiğiniz zaman, ik ürünler ile Hasat Bayramı’nı kutlayacaksınız. Yıl sonunda tarladan ürünlerinizi topladığınız zaman, Ürün Devşirme Bayramı’nı kutlayacaksınız. Bütün erkekleriniz yılda üç kez ben egemen Rab’bin huzuruna çıkacaklar. Evinizde maya bunduğu sürece bana kurban kesmeyeceksiniz. Bayramda bana kurban edilen hayvanın yağı sabaha bırakılmamalı. Toprağınızın ilk seçme ürünlerini Tanrınız Rabbin tapınağına getireceksiniz. Oğlağı anasının sütünde haşlamayacaksınız.” (Mısır’dan Çıkış 23:10-19)

Rabbe ait olduğunu sürekli hatırlayarak, toprak şabat günlerinin tadını çıkartmalı idi. Bu yüzden, insanın da Tanrı’nın dinlenmesini paylaşmasını gerekiyordu. Ama yine de burada yoksulların ve yabanıl hayvanların yarar görmeleri düşünülmüştür. Hem biri hem de diğeri hatırlanmıştı. Tanrı’nın yarattıkları olarak aralarındaki fark önemsenmemiştir. İsrailoğullarına böylelikle,kendilerinin kiracılar oldukları hatırlatıldı ve böyle oldukları için üzüm ve zeytin bağları kadar toprakları da Rabden idi, çünkü onlar Tanrı’nın sevgi ve ilgisinin nesneleri idiler.

Bundan sonraki kısım insan için şabat gününden söz eder. Bayramların hepsi Levililer kitabının 23. bölümünde bulunur; ve burada olduğu gibi şabat önce gelir. Ama bu bölümde şabat gününe ek olarak yalnızca üç bayramdan bahsedilir – mayasız ekmek bayramı, hasat bayramı ve ürün devşirme bayramı, yani fısıh, Pentikost ve çadır bayramları. Levililer kitabında verilen tüm bayramlar Tanrı’nın, İsraililer ile olan yollarının tam bir döngüsünü sembolize ederler. Bu konuda şabat önceliğe sahiptir, çünkü Tanrı’nın onlar ile olan tüm yollarının sonu ve sonuçları (bu düzene ait imanlılar ile olduğu gibi), O’nun, halkını huzur diyarının keyfine getirmektir. Bunu nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair yöntemler ya da bu sonuca ulaşmak için birbirini izleyen araçlar sonra Tanrı tarafından karakteristik bir şekilde açıklanır. Bunlardan yalnızca üç tanesinin bu bölümde bulunmasına rağmen, hepsi çok önemlidirler. Mayasız ekmek ilk sırada yer alır; 1 sonra, bunu daha fazla Levililer kitabında görülen, Mesih’in dirilişini sembolize eden ilk ürünler ile hasat izler; ve sonra da Mesih’in dirilişi ile söz verilen ve Pentikost’un bunun kutsanmış başlangıcı olan canların hasadı ile devam eder. Bu nedenle, şunları okuruz: “Her biri sırası gelince dirilecek. İlk örnek olarak Mesih, sonra Mesih’in gelişinde Mesih’ ait olanlar.” (1. Korintliler 15:23) Bu ayetteki uygulama öncelikle İsrail’e aittir, ancak bu konuda geniş bir yorum yapılır; burada sözü edilen toplananlar, bin yıllık düzende olduğu gibi kutsallara işaret eder – tek bir kelime ile belirtecek olur isek, her çağ ve düzenden kurtarılmış olanların geniş çoğunluğu. Böylelikle yılda üç kez Rab için bir bayram kutlamaları gerekiyordu ve bu bayramlarda İsrail’in tüm erkekleri Rab Tanrı’nın önünde görünmeli idiler. Bayram kutlamalarındaki ana düşünce, bu idi; halkını, Kendisinin bina etmiş olduğu temel üzerinde Kendi çevresinde toplamak – yani kurtuluşun temeli üzerinde. Buna uygun bir şekilde kurtarılmış bir halk olarak O’nun kendilerine söylemiş olduğu tüm şeyler hakkında dikkatli ve tedbirli olmak için Yehova’nın çevresinde toplandılar; ve O’nun söylediği her şeyi yerine getirmeleri, başka ilahların adını anmamaları, hatta ağızlarına almamaları gerekiyordu. (ayet 13) Onlar, kurtarılmış ve kutsanmış bir halk olarak yanlıca ve bütünü ile Rabbe aittiler.

Mayasız ekmek, kurbanın kanı ile bağlantılı olarak bir kez daha yasaklandı; çünkü, mayasız ekmek, Mesih’e işaret eden kurbanları göz önünde bulundurarak, kötünün bir sembolü olarak onların tipik öğretişlerini tahrif edecekti. Mesih, kötü ile bir araya getirilemez idi. Bu yüzden maya kesinlikle yasaklandı. Kurbanın yağının da sabaha bırakılmaması gerekiyordu. (Mısır’dan Çıkış 12:10 ayeti ile karşılaştırın) Bu konu ile ilgili tam açıklama esenlik sunusu ile ilgili buyruklarda bulunur. (Levililer 3) “Kişi, esenlik sunusunun bazı parçalarını RAB için yakılan sunu olarak sunmalı. Sununun bağırsak ve işkembe yağlarını, böbreklerini, böbrek üstü yağlarını, karaciğerden böbreklere uzanan perdeyi ayıracak. Harun’un oğulları sunakta yanan odunların üzerinde duran yakmalık sununun üzerinde bunları yakacak. Yakılan sunu, Rabbi hoşnut eden kokudur.” (3-5. ayetler) Yağ, bu nedenle, Tanrı’nın payı idi (Aynı zamanda bakınız Levililer 4:8-10) Bu nedenle, bu onunun ihmal edilmemesi gerekir – sabaha bırakılmamalı ama hemen sunulmalıdır. Tanrı halkı kendi payını almadan önce, Tanrı’nın Kendi payına sahip olması gerekir. Tüm bereketin sırrı budur – Rabbe, en üstün olan yeri vermek, önce, O’na layık olan şeyi düşünmek ve bu gerçekleşene kadar diğer her şeyi gözden silmek.

Topraklarının ilk ürünlerinin ilkinin, Rab Tanrılarının evine getirilmesi gerekiyordu. Yasa’nın Tekrarı 26. bölümde, bu zorunluluğun güzel bir tanımı ile birlikte görevin hangi tutum içinde yerine getirileceği de belirtilmiştir. Bu tanım, emir ile ilgili esinlenmiş bir açıklamadır. Son olarak, en çok dikkat çeken bir yasaklama okuruz. (ayet 19) Bu açıklama,Kutsal Yazılar’da üç kez yer alır. (Mısır’dan Çıkış 34:26; Yasa’nın Tekrarı 14:21) Tanrı, halkını, doğanın tek bir şekilde bile ihlal edilmesinden koruyarak doğaya şefkatli bir özen göstermesini ister. Annenin sütü, yavrunun beslenmesi için yiyecektir ve bu yüzden bu sütün diğerleri için yiyecek olarak haşlanmaması gerekir. Bazı kişiler, bu konu hakkında ruhsal bir öğretişin bulunduğunu düşünürler. Bu kıyaslamalardan yararlı sonuçlar elde edilebileceği hiç kuşkusuz doğrudur; ama bu konu herkes için yapılacak bir açıklamadan çok özel bir çalışma için daha uygun olacaktır.

Bu kısım Tanrı’nın, halkı için açıklamış olduğu yere onları götürürken sağlamış olduğu rehberlik ile birlikte halkın nasıl davranması gerektiği konusundaki uyarılar ve ülkenin tamamına sahip olmaları için gereken davranışın bir ifadesi ile son bulur.

“Yolda sizi koruması, hazırladığım yere götürmesi için önünüzden bir melek gönderiyorum. Ona dikkat edin, sözünü dinleyin, başkaldırmayın. Çünkü beni temsil ettiği için başkaldırınızı bağışlamaz. Ama onun sözünü dikkat ile dinler, bütün söylediklerimi yerine getirirseniz, düşmanlarınıza düşman, hasımlarınıza hasım olacağım. Meleğim önünüzden gidecek, sizi Amor, Hitit, Periz, Kenan, Hiv, ve Yevus topraklarına götürecek. Onları yok edeceğim. Onların ilahları önünde eğilmeyecek, tapınmayacaksınız; törelerini izlemeyeceksiniz. Tersine, ilahlarını yok edecek, dikili taşlarını büsbütün parçalayacaksınız. Tanrınız Rabbe tapacaksınız. Ekmeğinizi, suyunuzu bereketli kılacak, aranızdaki hastalıkları yok edeceğim. Ülkenizde kısır ve çocuk düşüren kadın olmayacak. Size uzun ömür vereceğim.Dehşetimi önünüzden gönderecek, karşılaşacağınız bütün halkları şaşkına çevireceğim. Düşmanlarınız önünüzden kaçacak. Hivliler’i, Kenanlılar’ı, Hititliler’i önünüzden kovması için önünüz sıra eşek arısı göndereceğim. Ama onları bir yıl içinde kovmayacağım. Yoksa ülke viran olur, yabanıl hayvanlar çoğaldıkça çoğalır, sayıları sizi aşar. Siz çoğalıncaya, toprağı yurt edininceye dek oları azar azar kovacağım. Sınırlarınızı Kamış Denizi’nden, Filist Denizi’ne, çölden Fırat Irmağına kadar genişleteceğim. Ülke halkını elinize teslim edeceğim. Onları önünüzden kovacaksınız. Onlar ile ya da ilahları ile antlaşma yapmayacaksınız. Onları ülkenizde barındırmayacaksınız. Yoksa bana karşı günah işlemenize neden olurlar. İlahlarına taparsanız, size tuzak olur.” (20-33. ayetler)

Yolda onları koruması, Tanrı’nın hazırladığı yere götürmesi için önlerinden bir melek gidecekti. Melekten hep bu konular ile ilgili olarak söz edilirdi. (Mısır’dan Çıkış 14:19; Mısır’dan Çıkış 33:2; Çölde Sayım 20:16, v.b.) Peygamber Yeşaya O’nu, O’nun (Yehova’nın) huzurundan çıkan melek olarak ifade eder. (63:g) O zaman bu melek kimdi? Hem bu ayetten hem de 14. bölümden ve diğer bölümlerden de anlaşıldığı gibi, bu meleğe tanrısal nitelikler atfedilmiştir. Örneğin, burada şöyle denir: “O, benim( adım O’ndadır).” Böylece Mısır’dan Çıkış 14. bölümde O’ndan bir melek olarak söz edildikten sonra, Yehova kimliği ile ifade edilir. (19. ayet ile 29. ayet) Benzeri durum aynı zamanda yaratılış 22. bölümde İshak’ın kurban edilişi ile bağlantılı olarak da yer alır. (15, 16. ayetler) O’nun, tanrısal olduğu bu yüzden açıktır; ve müdahale etmesi adildir (tüm çağlarda Söz’ün tanrısal öğrencileri tarafından varılan sonuç), bu melek Üçlü birliğin İkinci Kişisidir; Oğul Tanrı, Yehova. Böyle olduğu için O’nun çeşitli görünümlerinin Beden Alışının önceden ima edilişleri olduğunu algılayabiliriz. O, halkının her zaman önderidir ve yine burada O, İsrailoğullarının başındadır; onları yolda tutmak ve onlar için hazırlamış olduğu yere götürmek için önlerindedir. Huzurundan çıkan melek onları kurtardı. Sevgisi ve merhametinden ötürü onları kurtardı, geçmişte onları sürekli yüklenip taşıdı.”

İsrail’e bu yüzden ciddi uyarıda bulunulur. O’nu dinlemeli, sesine itaat etmeli ve O’nu tahrik etmemeliydiler. O kutsaldı ve madem ki, Tanrı’nın halkı kendilerini yasanın altına koymuştu, o zaman onların suçlarını bağışlayamazdı. “Benim adım” – Tanrı’nın İsrail ile olan ilişkisinde olduğu her şeyin ifadesi – “O’ndadır”, ve bu yüzden Tanrı, halkın davranışlarının standardı olarak verilmiş olan yasanın temeline uygun olarak adil bir şekilde hareket edecekti. Öte yandan, itaat, O’nun, onların hedefi ile ilgili olarak tam kimlik tespitinin koşulu yapılmıştı. Bu durumda onların düşmanları, O’nun düşmanları olacak ve O, bu düşmanları yok edecekti.

Tüm bu buyrukların çölden ziyade ülkeyi tasarladığı görülecektir. Bunun, zihinlerde tutulması gerekir. Bu bağlamda tüm bereketlerinin bağımlı olduğu iki şey eklenir – kötü olandan ayrılmak ve Tanrıları Rabbe hizmet etmek. (24, 25. ayetler) Bu bereket koşulları değiştirilemez. O zaman İsrail için doğru oldukları gibi şimdi de aynı şekilde doğrudurlar. Böylelikle Selanikliler şu şekilde tanımlanırlar: “Yaşayan gerçek Tanrı’ya kulluk etmek üzere, putlardan Tanrı’ya döndüler.” (1. Selanikliler 1:9) Tanrı söz konusu olduğu zaman, kötü ile hiç bir suç ortaklığı olamaz. O, olduğumuzun ve sahip olduğumuzun tümünü talep eder ve bu talebin farkına varıldığı zaman, bizi Kendi yüreğinin arzu ettiği şekilde bereketleyebilir. İşte verilen bereketler – yersel bereketler, çünkü onlar yersel bir halk idi. Ama bu özellikteki bereketler, koşula bağlı değil ve sınırsız idi. Ayrıca, Tanrı’nın, halkını etkileyen hiç bir şeyi de gözünden kaçırmadığına dikkat edin. Tanrı, onlara, düşmanlarını bir yıl içinde kovmayacağını söyler, “yoksa ülke viran olur, yabanıl hayvanlar çoğaldıkça çoğalır, sayıları onları aşar.” (ayet 29) Onlara önderlik edecek ve onları kaldırabilecekleri kadar bereketleyecekti. Ama halkın uygun zamanda ülkelerine sahip olmaları gerekiyordu – Kamış Denizi’nden Filist Denizi’ne ve çölden Fırat Irmağı’na kadar sınırlarını genişletecekti. (ayet 31) - bir vaat, ne yazık ki, İsrail’in sadakatsizliği nedeni ile kaybedildi ve hiç bir zaman farkına varılmadı; Davut ve Süleyman’ın egemenlikleri sırasındaki kısa bir dönem dışında (1. Tarihler 18; 2. Tarihler 9:26) Aslında Süleyman’ın egemenliğinde bile vaat kısmen yerine geldi; çünkü hala ülkeden dışarı sürülmemiş olan Hititliler, Amorlular ve Perizliler, Hivliler ve Yevuslular vardı (2. Tarihler 8:7, 8). Bu yüzden ülkenin tamamı ve bereket ile ilgili vaat, ancak Davut ve Süleyman’ın yalnızca gölgeleri ve örnekleri oldukları O’nun yönetimi altında yerine gelebilirdi. İsrail’in, sorumsuzluk nedeni ile kaybettiği, daha sonra lütuf ve güç ile yerine getirilecekti.

Son olarak, bir kez daha mutlak ayrılık emredilir. Ülke halkı ya da onların tanrıları ile hiçbir şekilde antlaşma yapılmamalıdır; onlar ülkede barındırılmayacaklardır. Böyle olduğu takdirde, ülke halkı, İsrail’in Rabbe karşı günah işlemesine neden olurlar. Tanrı halkı ve Tanrı’nın düşmanları arasında bir antlaşma yapılamaz. “Dünya ile dostluk, Tanrı ile düşmanlıktır.” Bu gerçek, Mesih’in adını taşıyan herkesin yüreklerine ve belleklerine en güçlü şekli ile kazınsın!


1. Bunun anlamı, Mısır’dan Çıkış 13. bölüm ile bağlantılı olarak açıklanmıştır.

Bölüm 16

Antlaşmanın Onaylanması

Mısır’dan Çıkış 24

Antlaşma şimdi gözler önüne serilmiştir ve Yehova’nın İsrail ile olan gelecekteki ilişkisinin temeli onaylanmıştır; bu bölümde kaydedilen konu budur. Konuya bir hazırlık niteliğinde, Musa, Harun, Nadav, Avihu ve İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişi Rabbe gelmeleri için çağrıldı. (ayet 1) Ama Tanrı’ya, hepsi yaklaşamazdı. “Bana uzaktan tapın. Yalnız sen (Musa) bana yaklaşacaksın. Ama ötekiler yaklaşmamalı. Halk seninle (Musa ile) dağa çıkmamalı.” (ayet 2) Aracının konumuna çok açık bir şekilde işaret edilir – Rab tarafından, Lütfu aracılığı ile Musa’ya verilen en yüksek onur ve ayrıcalık konumu. Musa, Tanrı’nın huzuruna girmek konusunda kendisine eşlik eden kişilerin hak ettiğinden daha fazla bir şey hak etmiyordu. Musa’ya bu özel yeri ihsan eden tek şey yalnızca lütuf idi. Mesih’in ölümü sayesinde imanlıların konumu ile mükemmel bir tezat temsil eden bu tanrısal takdir çok önemlidir. Şimdi artık “Bana uzaktan tapın” yerine, “Tanrı’ya yaklaşalım” denir (İbraniler 10:22). Mesih’in kanı, imanlıyı tüm günahtan temizleyecek yeterliliktedir, öyle ki, artık günah bilincine sahip olmasın; İsa’nın ilk ve son kez kurban edilişi ile imanlı sonsuza kadar yetkin kılındı ve bu yüzden Mesih’in ölümü aracılığı ile Tanrı’nın yüceltildiği gerçeğine tanıklık olarak perde yırtıldı; imanlı, En Kutsal Yer’e girme hakkına sahiptir. İmanlı orada ruhta ve gerçekte Tanrı’ya tapınabilir. Aracılığı ile Tanrı ile barışma elde ettiğimiz Rabbimiz İsa Mesih sayesinde En Kutsal Yer’de Tanrı ile sevinebilir. (Romalılar 5:11); çünkü kutsal bir Tanrı’nın her şeyi araştıran gözlerinin önünde lekesizdir ve O’nun kutsallığının tahtının önünde kutsal cesaret ile durabilir. Yasa ve lütuf arasında ne kadar büyük bir tezat mevcuttur! Kutsal Yasa’da “gelecek iyi şeylerin aslı yoktur, sadece gölgesi vardır. Bu nedenle Yasa her yıl sürekli aynı kurbanları sunarak Tanrı’ya yaklaşanları asla yetkinliğe erdiremez. (İbraniler 10:1); ama lütufta, Mesih’in bir kez kurban edilişi aracılığı ile günahlarımız ve suçlarımız artık hatırlanmaz (İbraniler 10:17); Mesih’in aracılığı ile hepimiz tek Ruh’ta Baba’nın huzuruna çıkabiliriz. (Efesliler 2:18) Bu nedenle Musa, bir şekilde, imanlının bir örneği idi. Ama her şeye rağmen yine de Musa’nın konumunda büyük bir farklılık vardı; Musa, Yehova’ya yaklaştı, biz Baba’nın huzuruna girebiliyoruz, ve şimdi Kendisini tamamen açıklamış olan Tanrı’ya tapınıyoruz ve O bize Tanrımız ve Babamız olarak açıklandı, çünkü O, Rabbimiz İsa Mesih’in Tanrısı ve Babasıdır.

Nadav ve Avihu adlarından söz edilmesi konuya dikkatin çekilmesini engelleyemez. Her ikisi de Harun’un oğulları idiler ve babaları ile birlikte bu özel ayrıcalık için seçildiler. Ama ne ışık ne de ayrıcalık kurtuluşu garantileyemez; imanlıların kutsal ve itaatkar yürümeleri de aynı şekilde kurtuluşu sağlamaz. “Harun’un oğulları Nadav ve Avihu buhurdanlarını alıp içlerine ateş, ateşin üstüne de buhur koydular. Rabbin buyruklarına aykırı bir ateş sundular. Rab bir ateş gönderdi. Ateş onları yakıp yok etti. Rabbin huzurunda öldüler.” (Levililer 10: 1,2) Bölümümüzde yer alan bu olaydan sonra onlar kahinlik için atandılar ve bu hizmetlerinin gerektirdiği görevi uygularken yaptıkları hata nedeni ile Tanrı’nın yargısına uğradılar. Göreve atanmış olmanın ve özel ayrıcalıklara sahip olmanın kurtulmak için yeterli olmadığı uyarısının bir kez daha yüreklerimize derin bir şekilde nüfuz etmesine izin verelim. Ve aynı zamanda, Tanrı’nın, tapınmamızda O’na itaat sunulmadan verilen hiç bir şeyi kabul edemeyeceğine ilişkin dersi de iyi öğrenelim. Sunuyu Tanrı’nın Kendisi tedarik etmelidir ve yürek O’nun isteğine boyun eğmelidir.

Musa, gidip Rabbin bütün buyruklarını, ilkelerini halka anlattı. Herkes bir ağızdan, ‘Rabbin her söylediğini yapacağız’ diye karşılık verdi. (ayet 3) Sina Dağının üstündeki Rabbin varlığının ve görkeminin belirtilerinin yüreklerinde yarattığı dehşeti unutarak, O’nun kutsal taleplerini karşılama konusunda ne kadar güçsüz oldukları ile ilgili tam bir bilgisizlik içinde idiler. Akılsız insanlar! Bundan önce, gözlerinin açılmış olmasının gerektiği tahmin edilmeliydi; ama gerçekte, tekrar ediyoruz, hem kendileri hem de Tanrı hakkında bilgileri yoktu. Bu yüzden bereket koşulu olarak itaat sözü verme konusunda istekli olduklarını bir kez daha ifade ettiler. Tanrı konuşmuştu ve onlar razı olmuşlardı ve şimdi anlaşmanın onaylanması ve tasdik edilmesi gerekiyordu.

“Musa Rabbin bütün buyruklarını yazdı. Sabah erkenden kalkıp dağın eteğinde bir sunak kurdu. İsrail’in on iki oymağını simgeleyen on iki taş sütün dikti. Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da Rabbe yakmalık sunular sundular, esenlik kurbanları olarak boğalar kestiler. Musa, kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını sunağın üzerine döktü. Sonra antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, ‘Rabbin her söylediğini yapacağız. O’nu dinleyeceğiz’ dedi.” (4-8. ayetler)

On iki taş sütun olmasına rağmen, tek bir sunak vardır – tek bir sunak, çünkü sunak Tanrı içindi ve on iki taş sütun da sunulması gereken kurbanlarda İsrail’in on iki oymağının temsil edilmesi için gerekli idi. Kahinlik görevi için henüz kimse atanmamıştı, günün kahinlik görevini “genç erkekler” yerine getiriyorlardı. Bu genç erkekler büyük olasılık ile 13. bölümde gördüğümüz gibi Rabbin özelikle Kendisi için talep ettiği ilk doğanlar idi. Daha sonra Levi oymağı bu kişilerin yerine geçti ve Rabbe hizmet etmek için atandılar. Ve böylece şöyle dendi: “Levililer’i Rabbin huzuruna getireceksin, İsrailliler ellerini üzerlerine koyacaklar. Harun, Rabbin hizmetini yapabilmeleri için İsraillilerin arasından adak olarak Levililer’i Rabbe adayacak.” (Çölde Sayım 8:10, 11; aynı zamanda Çölde Sayım 3: 40, 41) Levililer, ilk doğanların yerine geçinceye kadar, “genç erkekler” sunak ile ilgili olarak hizmet yerinde bulundular. Dikkat edileceği gibi, yalnızca yakmalık sunular ve esenlik sunuları takdim ediliyordu – daha önce verilen nedenden ötürü günah sorunu yasa tarafından resmi olarak ortaya konana kadar günah sunularına yer yoktu. Sunular Tanrı içindi (kahin gibi kurban sunan kişilerin de esenlik sunularında payları olmasına rağmen, sunular Rab içindi) – Levililer 3); ancak o günlerin törenlerinin özel anlamı kanın serpilmesi idi. Kanın yarısı, sunağın üzerine serpilirdi, sonra tüm halkın önünde antlaşma kitabı okunur ve halk tekrar şöyle derdi: “Rabbin her söylediğini yapacağız, O’nu dinleyeceğiz, itaat edeceğiz.” Bunun üzerine Musa kanı aldı, halkın üzerine serpti ve “bütün bu sözler uyarınca, Rabbin sizinle yaptığı antlaşmanın kanı budur” dedi. (7, 8. ayetler) Bu önemli eylemin anlamını açıklamadan önce, bununla ilgili olan İbraniler kitabındaki bölüm daha ayrıntılı bilgiler verdiği için, bu bölümden aktarma yapılabilir. “Çünkü Musa, Kutsal Yasa’nın her buyruğunu bütün halka bildirdikten sonra, su al yapağı, mercanköşk otu ile danaların ve tekelerin kanını alıp hem kitabın hem de bütün halkın üzerine serpti. ‘Tanrı’nın uymanızı buyurduğu antlaşmanın kanı budur’ dedi.” (İbraniler 9: 19, 20)

Burada ilginç olan Musa’nın kanı yalnızca halkın üstüne değil, kitabın üstüne de serpmesidir. Böylelikle kanın serpildiği üç yer vardı – sunağın üstüne, kitabın üstüne, ve halkın üstüne.

İlk araştırma, kanın önemi hakkında yapılmalıdır. Önemi kefaret olamaz, çünkü sunağa olduğu gibi halkın ve kitabın üstüne de kan serpiliyordu. Aynı nedenden ötürü kanın önemi, temizlenme de olamaz. Yaşam, kandadır (Levililer 17:11), ve sonuç olarak kan ve knın dökülmesi, ölümü temsil edecektir ve ölüm, kurban ile birleştiği zaman, günahın cezası olacaktır. Bu nedenle burada kanın serpilmesi yasanın ceza kabilinden tasdik edilmesi olarak ölümü ifade eder. Halk, itaat edeceğini vaat etti ve sonra hem halkın hem de kitabın üstüne suçun cezasının ölüm olacağını öğretmek için kan serpildi. Getirildikleri bu ciddi konum kendi rızaları sonucunda oldu. Ölüm cezası altında itaat etmeyi kabul ettiler. Bu nedenle elçi, “Yasa’nın gereklerini yapmaya güvenmiş olanların hepsi lanet altındadır” diyebilir. (Galatyalılar 3:10) Şimdi de yaşama götüren yol olarak yasayı temel olarak kabul eden herkes ile bereket alma koşulu olarak kendi işlerine güvenenlerin hepsi, aynı ilke ile hareket etmektedirler. Bunu yaptıklarını bilmezler, ama böyle davranmakla omuzlarına gerçekten de yasanın lanetini bağlamaktadırlar; bu olayda İsraillilerin yaptıkları ve itaatsizliğin cezası olarak ölüm koşulunu kabul etmeleri gibi.

Halk, itaat etmeyi vaat ettiği için üzerlerine kan serpildi. Petrus’un mektubunda bulunan ve hiç kuşkusuz kısmen bu konuya işaret eden ifadeler ile bir kıyaslama yapmak bize daha çok yardımcı olabilir. “Mesih İsa’nın elçisi ben Petrus’tan Pontus, Galatya, Kapadokya, Asya ili ve Bitinya’ya dağılmış ve buralarda yabancı olarak yaşayan seçilmişlere selam! İsa Mesih’in sözünü dinlemeniz ve O’nun kanının üzerinize serpilmesi için, Baba Tanrı’nın öngörüsü uyarınca Ruh tarafından kutsal kılınarak seçildiniz.” (1. Petrus 1:1-2) Yahudi ulusunun ima edilmesinin atlandığı gerçeği ile ilgili zorluk çıkarmasına rağmen, bu düzen, çok anlamlıdır. Tanrı’nın egemen çağrısı tarafından bir ulus olarak seçilmişlerdi, bedensel törenler ile kutsanmış – diğer uluslardan uzaklaştırılmışlar (bakınız Efesliler 2:14) ve Tanrı için ayrılmışlardı (Mısır’dan Çıkış 19:10), ayrıca itaat etmek üzere kutsanmışlardı – önerilen konu bu idi ve görmüş olduğumuz gibi, halk bunu kabul etmiş ve sonra üzerlerine kan serpilmişti, böylelikle Tanrı’nın onlar ile yaptığı antlaşma ciddi bir şekilde, ölüm cezası ile mühürlenmişti. Bu nedenle, ifadeler tam olarak uyumludurlar, ama anlamlarındaki farklılık ne kadar büyüktür! İmanlılar, Baba Tanrı’nın öngörüsü uyarınca seçilirler, “O, kendi isteği ve iyi amacı uyarınca İsa Mesih aracılığı ile kendisine oğullar olalım diye bizi önceden belirledi.” (Efesliler 1:5) İmanlılar bu nedenle, İsrail gibi yalnızca yersel bir seçimin ve yersel bereketin nesneleri değil, sonsuz bir seçimin nesneleri idiler – Sevgili’de kabul edilmiş olarak, mükemmel bir yakınlık yerine getirilen, çocukların sahip olduğu yakın ilişkinin sevincine ulaşmışlardı. Dışsal ve dünyasal törenler ve uygulamalar tarafından değil, yeniden doğuşta, Tanrı’nın Ruhu’nun işleyişi aracılığı ile mutlak olarak Tanrı için ayrılmışlardı – Mesih bu dünyadan olmadığı gibi onlar da bu dünyadan değillerdi; ve İsa Mesih’e itaat etmek üzere

kutsal kılınmışlardı 1 – yani Mesih’in itaat ettiği gibi itaat etmeleri ve Mesih’in yürüyüşü her imanlı için normal bir kural ölçüsü idi (1. Yuhanna 2:6); ve ayrıca her suçun ölüme tanıklık ettiğini bildiren kan ile değil, tamamlanmış olan kefaretin kanının değeri altında bulunan her canın mükemmel temizliği ile kutsanmışlardı. – Petrus böylelikle mükemmel bir tezat ortaya koyar ve tezat yasa ve lütuf arasında bulunur. “Kutsal Yasa Musa aracılığı ile verildi, ama lütuf ve gerçek İsa Mesih aracılığı ile geldi.” (Yuhanna 1:17)

Antlaşma tasdik edildi, “sonra Musa, Harun, Nadav, Avihu ve İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişi dağa çıkarak, İsrail’in Tanrısını gördüler. Tanrı’nın ayakları altında laciverttaşını andıran bir döşeme vardı. Gök gibi duru idi. Tanrı, İsrail soylularına zarar vermedi. Tanrı’yı gördüler, sonra yiyip içtiler. (9-11. ayetler) Antlaşma yapılmadan önce, yalnızca Musa’nın yakınlaşmasına izin verildi, ama halkın ileri gelenleri şimdi bu kendilerine teslim edilen özel lütfa sahip oldular; ve Tanrı’nın yanına güvenlik içinde yaklaşmalarına izin verildi. Bu olayda dikkat çeken iki nokta vardır. Birincisi, İsrail’in Tanrısını gördüler. Tanrı, kutsallığının görkemini onların gözlerinin önüne sergiledi. Laciverttaşından yapılmış tahta benzer bir nesne (bakınız Hezekiel 1:26; Hezekiel 10:1), ve buna ek olarak verilen tanım, “yüksekte tahtı andıran nesnede insana benzer biri oturuyordu,” ifadeleri göksel görkemi ve saflığı betimliyordu. Bu nedenle Tanrı Kendisini şimdi bina edilmiş olan tutuma göre bu seçilmiş tanıklara açıkladı. Ayrıca, Tanrı’yı gördükten sonra yiyip içtiler. Bu özel ayrıcalığa izin verilmesinin nedeni kan sayesinde oldu, çünkü ayrıcalık, İsrail’in Tanrısını görmek ve O’nu ile ilişkiye girmekti; açıklamanın özü her ne kadar yakınlıktan çok uzaklığın ihsan edildiğini bildirse bile, bu gerçek bir ayrıcalık idi. Et ve kandan oluşan insanlar olsalar da,Tanrı’nın huzurunda yediler ve içtiler ve bir kişinin belirtmiş olduğu gibi, “dünyevi yaşamlarına devam ettiler.” Tanrı’yı gördüler ve ölmediler. Çünkü antlaşma yalnızca şimdi resmen göreve başladı ve hata henüz araya girmediği için Tanrı, böylelikle bu temel üzerinde İsrail’in Tanrısı olarak, onların, Huzuruna girmelerine izin verebildi.

Musa bir kez daha Harun, Nadav, Avihu ve İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişiden ayrıldı. Aracılık yerine geçti – Tanrı’nın yazmış olduğu taş tabletleri almak için – İstefanos’un tanımlamış olduğu gibi yaşam dolu sözleri iletmek için aldı. (Elçilerin İşleri 7:38) Musa, bu amaç ile yukarıya, dağdaki Rabbin yanına çağırıldı. (ayet 12) Musa, Harun ve Hur’u, halk arasındaki yetkili kişiler olarak tayin etti ve İsrail ileri gelenlerine orada beklemelerini söyledi, ve dağa çıktı; orada kırk gün kırk gece Tanrı ile yalnız kaldı. Bu zaman süresince Rabbin görkemi dağın üzerine indi ve dağı altı gün örttü. Yedinci gün Rab bulutun içinden Musa’ya seslendi. Rabbin görkemi, İsraillilere dağın doruğunda yakıcı bir ateş gibi görünüyordu.” (15-18. ayetler) Bu, Tanrı’nın lütfunun görkemi değildi; yakıcı ateş sembolü ile tanımlanan, Tanrı’nın kutsallığı idi – Rabbin, İsrail ile yasayı temel alan ilişkisindeki görkemi idi. (2. Korintliler 3. bölüm ile karşılaştırın) Bu nedenle, hiç bir günahkarın yaklaşmaya cesaret edemeyeceği bir yücelik idi, çünkü kutsallık ve günah bir araya getirilemezler; ama şimdi Tanrı’nın lütfu aracılığı ile imanlılar şimdi yalnızca Tanrı’nın huzuruna yaklaşmak ve yücelik içindeki evde olmakla kalmazlar, ama aynı zamanda peçesiz yüz ile Rabbin yüceliğini görerek yücelik üstüne yücelik ile O’na benzer olmak üzere değiştirilirler. Bu da Ruh olan Rab sayesinde olur.” (2. Korintliler 3:18) Bizler cesaret ile yaklaşırız ve yüceliğe hayran kalarak, tat alarak bakarız, çünkü yüceltilmiş Mesih’in yüzünde gördüğümüz her ışık, günahlarımızın kaldırıldığına ve kurtuluşun tamamlandığına dair gerçeğin bir kanıtıdır.


1. Bu iki ifade, hem itaat hem de serpme, hiç kuşkusuz İsa Mesih’e aittir; yani İsa Mesih’in itaati ve İsa Mesih’in kanı.

Bölüm 17

Buluşma Çadırı

Mısır’dan Çıkış 25:1-9

Bu bölüm ile birlikte yeni bir konuya, Buluşma Çadırına başlıyoruz. Bu konu, Mısır’dan çıkış 30. bölümün sonunda biter. Ancak bu konu üç bölüme ayrılır. İlk olarak, Buluşma Çadırının konutunu, yıkanma kazanlarını ve eşyalarını Tanrı’nın göstereceği örneğe tıpatıp uygun olarak yapmalıydılar. Bu kısım Mısır’dan Çıkış 27:19 ayetine kadar devam eder. İkinci olarak, kahinlerin giysileri ve adanmaları hakkında bilgi verilir, Mısır’dan Çıkış 28. ve 29. bölümlerde bu konudaki buyruklara yer verilir. Sonra, en son olarak, yıkanma kazanları – yani, Tanrı’ya yaklaşmak için gerekli olan tunç kazan, Mısır’dan Çıkış 30. bölümde ayrıntılı olarak belirtilir. Bunlardan Tanrı’yı gösterenlerden bazılarının – yüceliğinin bir kısmını – aynı zamanda yaklaşmak için kullanıldıkları da gözlemlenecektir; ama her birinin ana tasarımı hatırlandığı takdirde, karmaşa engellenmiş olacak ve düzen kolay bir şekilde anlaşılacaktır. Buluşma Çadırının çeşitli bölümleri gözden geçirildikçe her birinin ifade ettiği anlamı daha titizlik ile belirtmek için fırsat bulunacaktır. Bu arada, verilen bölüm, okuyucuya, bu kitabın bu kısmı ile yapılan çalışmaya daha zeki bir şekilde yaklaşabilmesi için yardımcı olacaktır.

“RAB, Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrailliler’e söyle, bana armağan getirsinler. Gönülden veren herkesin armağanını alın. Onlardan alacağınız armağanlar şunlardır: altın, gümüş, tunç; lacivert, mor, kırmızı iplik; ince keten, keçi kılı, deri kırmızı boyalı keçi derisi, akasya ağacı, kandil için zeytin yağı, mesh yağı ile güzel kokulu buhur için baharat, baş kahinin efodu ile göğüslüğü için oniks ve öbür kakma taşlar. Aralarında yaşamam için bana kutsal bir yer yapsınlar. Konutu ve eşyalarını sana göstereceğim örneğe tıpatıp uygun yapın.” (1-9. ayetler)

Bu buyruklarda dikkat edilmesi gereken üç nokta vardır. İlki, buyrukların nesnesidir – yani kutsal bir yer yapmak. “Aralarında yaşamam için bana kutsal bir yer yapsınlar.” Bu nedenle, Buluşma Çadırı ile ilgili öncelikli düşünce, Buluşma Çadırının, Tanrı’nın kalacağı yer olması idi. Mısır’dan Çıkış 15:2 ayetinde belirtildiği gibi, Tanrı, Kızıl Deniz geçilmeden önce – mecazi anlamdaki kurtuluş tamamlanıncaya dek - yeryüzünde hiç bir zaman halkı ile birlikte kalmadı. Tanrı, bahçede Adem’i ziyaret etti, atalara göründü ve onlarla iletişim kurdu; ama Halkını Mısır’dan çıkartıp kurtarıncaya kadar, Kendisinin oturacağı kutsal bir yerin yapılması hakkında hiç bir şey söylenmedi. Buluşma Çadırı bu nedenle, bir kurtuluş kanıtı ve Tanrı’nın kurtulmuş bir halka Kendisi ile ilişki sağlamış olduğunun bir belirtisi idi. O, Merkez idi ve halk O’nun çevresinde toplandı. Tanrı’nın, kurtuluş konusundaki düşüncesi böyledir. O, halkını, yalnızca Kendi amaçları ile ilgili olarak değil, aynı zamanda yüreği ile uyumlu olarak da kurtarır; O, halkının, Kendisine yakın bir yerde bulunmasını arzu eder, Kendi çevresinde toplanmasını ister – O, onların Tanrısıdır ve onlar, O’nun halkıdırlar. Sorumluluk altına giren insanların başarısızlığı nedeni ile sonuçta O’nun yüreğindeki arzuların yerine gelmediğini biliyoruz. Ama O, yine de hem çölde hem de Hıristiyan düzenindeki krallık sırasında onların arasında kutsal yerine sahipti; bin yıllık dönemde Yeruşalim’de bir başka maddesel kutsal yere sahip olacaktır. Ve sonunda, sonsuz vatanda, kutsal kentte, göksel Yeruşalim, göklerden, Tanrı’nın yanından aşağı inecek ve yeni yeryüzünde, Tanrı’nın konutu insanların arasında olacaktır. (Vahiy 21:2, 3) O zaman Tanrı’nın yüreğinin planları tamamlanmış mükemmellikleri içinde görüneceklerdir ve madem ki, insanın günahı yüzünden yaşanan tüm üzüntüler ve eski düzen ortadan kalkacaktır, o zaman Tanrı’nın yüreğinden halkına ve onların yüreklerinden Tanrı’ya engellenmeden akan tam, mükemmel ve bereketlenmiş sevince ve O’nun mükemmel görünümüne ve onların mükemmel tapınma ve hizmetlerine engel olacak hiç bir şey olmayacaktır. Ama tüm bunların örneği, Tanrı’nın, aralarında yaşayabilmesi için İsrail’e yapması buyurulan bu kutsal yerde bulunacaktır.

Ancak Buluşma Çadırı yine de, farklı bir şekilde görülebilir. Tanrı’nın içinde oturduğu ev, O’nun yüceliğinin açıklanmasını gerektiren bir yer olmalıdır. Bu yüzden, ayrıntılı olarak incelendiği zaman görülebileceği gibi, bu kutsal yerin her bir parçası, Tanrı’nın Kendisinin bazı görünümleri ile doludur. Bir başka kişi şöyle yazar: “Aracı Mesih’in her şekildeki yücelikleri buluşma çadırında temsil edilir. Bedeni olarak görülen halkının birliği henüz kesin olarak temsil edilmese de, Tanrı’nın her davranışı ile ilgili yolları ve mükemmellikleri O’nun aracılığı ile tüm yaratılışta, halkında ya da Kişiliğinde gösterilir. Tanrı’nın yüceliğinin, Evinin, Yetkisinin O’nun varlığında gösterilmesi (görülebildiği kadar), Lütfunun yolları ve yüceliği ve Mesih aracılığı ile bizimle olan ilişkisi – çaresiz ve zayıf yaratıklar, ama O’na yaklaşırlar – gözlerimizin önüne serilir, ama yine de O’nun varlığının üstü hala bir perde ile örtülüdür ve Baba ile değil Tanrı ile.” Bu nedenle ruhsal zihin, bu kutsal yerin önemsiz ayrıntılarının tipik öğretişini zevk ile izler, ve bundan Tanrı’nın, Kendisini açıklamış olduğu çeşitli ölçüleri ve yöntemleri öğrenir ve bunların içerdikleri her sırrın anahtarına yalnızca Mesih’in kişiliğinde sahip olunduğunu anlaması gerekir. Bunu hatırlamak hayal ürünlerinin tüm uçuşlarını bir yandan kontrol edecek, bir yandan da diğer düşüncelerimize yeni bir ilgi ile yatırım yapmamıza yardımcı olacaktır, çünkü Mesih’in Kendisi ömür boyu canın önünde bulunacaktır.

Buluşma çadırının üçüncü bir görünümü daha mevcuttur. Bu görünüm, göklerin bir örneğidir. Çadırda, avlu, kutsal yer ve en kutsal yer vardı. Kahin, böylelikle birincisinin ve ikincisinin arasından üçüncü göklere geçerdi – Tanrı’nın özel huzurunun yeri. Pavlus, “üçüncü göğe alındığından” söz eder. İbraniler mektubunda çadırın bu konudaki önemi hakkında bir ima bulunur – “Tanrı Oğlu İsa, gökleri aşan büyük baş kahinimiz olduğu için, açıkça benimsediğimiz inanca sımsıkı sarılalım.” (İbraniler 4:14) Mesih, bu ayette, kefaret gününde Yahudi baş kahinin yaptığı gibi, avlu ve kutsal yer aracılığı ile, Tanrı’nın huzuruna, yani en kutsal yere (tümü göklerin örneği olan) geçmiş olarak ifade edilir.

Bu bağlamda, ikinci nokta olarak şundan söz edilebilir, buluşma çadırı, dağda Musa’ya gösterilen örneğe uygun olarak yapıldı (9, 40. ayetler v.b.) ve bu nedenle göksel değerlerin örneği idi. Bu öğretiş, İbranilere yazılan mektupta geliştirilir. “Göklerde, Yüce Olan’ın tahtının sağında oturan, kutsal yerde, insanın değil, Rabbin kurduğu asıl tapınma çadırında görev yapan böyle bir baş kahinimiz vardır.” (İbraniler 8:2); ve tekrar şöyle denir: “Böylelikle aslı göklerde olan örneklerin bu kurbanlar (hayvan kurbanların kanı) ile, ama gökteki asıllarının bunlardan daha iyi kurbanlar ile temiz kılınması gerekti. Çünkü Mesih, asıl kutsal yerin örneği olup insan eli ile yapılan kutsal yere değil, ama şimdi bizim için Tanrı’nın

önünde görünmek üzere asıl göğe girdi.” (İbraniler 9:23,24) Bu nedenle tapınma çadırının kahinlerin hizmeti için olduğu kolayca anlaşılır; çünkü tapınma çadırı Tanrı’nın konut kurduğu yer olduğu için aynı zamanda, günahkarın kahinin kişiliğinde Tanrı’ya yaklaştığı ( ya da Tanrı’nın Kendisi ile ilişki kurmuş olan bir halkın yaklaşması) yerdi. Aslında baş kahin en kutsal yere yalnızca yılda bir kez girerdi. (bakınız Levililer 16); ama bu kahinliğin başarısızlığı yüzündendi ve orijinal planı hiç bir şekilde bozmazdı. Perde ile birlikte tüm bunlar ve kutsal yerdeki kahinler dışında hiç kimse, tezat aracılığı ile bile olsa bize şunu öğretir: günümüzdeki imanlıların düzeninde, daha tam ve daha çok bereketli ayrıcalıklar sayesinde sevinç vardır. İmanlılar, en kutsal yere her zaman girme özgürlüğüne sahiptirler, çünkü perde yırtılmıştır, sonsuza kadar yetkin kılınmışlardır, artık günah bilincine sahip değildirler, çünkü Mesih ilk ve son kez kurban edilmiştir (İbraniler 10). Ve Yehova’ya değil, İsa Mesih’teki Tanrılarına ve Babalarına yaklaşırlar.

İşaret edilen son nokta, çadırın yapılması için maddesel sunular getiren kişilere hitap eden bir çağrıdır. Tanrı, halkının arasında yaşamak istediğini söyleyerek Kendisi için kutsal bir yer yapılmasını istemek ile lütfunu çok parlak bir şekilde sergilemiştir. Bu yüzden yalnızca gönülden verilen kişilerin armağanları alınacak idi. Bu olağanüstü güzellikte bir düşüncedir. Tanrı, önce isteği üretti ve sonra onlara verecekleri sunuyu atfetti. Kendi yüreğinin ifade ettiği arzulara bir karşılık verilmesini umut ederek halkın paydaşlığını hesaba kattı. Kitapta daha sonra görüleceği gibi halk karşılık verdi ve bu karşılık öylesine yoğun oldu ki, halkın daha çok armağan getirmesine engel olundu. Bu konu ile ilgili aynı zamanda bir başka güzel örnek Davut’un tapınağı hakkındadır: “Davut, Tanrı’ya ant içti ve Yakup’un güçlü Tanrısına adak adadı; evime gitmeyeceğim, yatağıma uzanmayacağım, gözlerime uyku girmeyecek, göz kapaklarım kapanmayacak, Rabbe bir yer, Yakup’un güçlü Tanrısına bir konut buluncaya dek.” (Mezmur 132:2-5) İsrail kralının belirtilen özelliklerinden daha az ölçüde olsa bile, yine de istekli yüreklerden, Tanrı’nın lütfu ile istekli kılınan yüreklerden talep edilen armağanlar, bollukla aktı. Halk, armağanlar ile katkıda bulunma ayrıcalığı nedeni ile sevindi; bu armağanlar verilen buyruklara göre düzenlendikleri zaman Yehova’nın konutunu şekillendireceklerdi ve bu O’nun yüceliğinin ışığının bir amblemi ve gösterisi olacak idi.

Sunulan çeşitli armağanların tipik önemleri buluşma çadırındaki özel yerleri ile bağlantılı olarak açıklanacaktır. Şu an için, bunların hepsinin Mesih’e işaret ettiklerini söylemek yeterli olacaktır.

Bölüm 18

Bağışlanma Kapağı Olan Antlaşma Sandığı

Mısır’dan Çıkış 25:10-22

Antlaşma Sandığı ve Bağışlama Kapağı ikisi bir arada tam bir bütün oluşturmalarına rağmen, iki farklı şeydirler. Birbirlerinden farklı ve ayrı olarak tanımlanırlar ve bu durumda yapacağımız en iyi şey, Kutsal Yazılar’daki düzeni izlemek olacaktır:

“Ve akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk (yaklaşık 1.1 m), eni ve yüksekliği birer buçuk arşın (yaklaşık 70 cm) olsun. İçini de dışını da saf altın ile kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altın ile kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak ve çıkarılmayacak. Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy. Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu iki buçuk, eni bir buçuk arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlardan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapak ile tek parça halinde yap. Keruvlar yukarı doğru açık kanatları ile kapağı örtecek. Yüzleri birbirlerine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı, sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Senin ile orada, Levha Sandığının (Atlaşma Sandığı olarak da bilinir) üstündeki Keruvlar arasında, Bağışlanma Kapağı’nın üzerinde görüşeceğim ve İsrailliler için sana buyruklar vereceğim.” (10-22. ayetler)

Antlaşma Sandığının tipik önemi ile bağlantılı olarak üzerinde düşünülmesi gereken pek çok şey vardır. Sandık, bir yandan Mesih’teki Tanrı’nın bir görünümü idi ve öte yandan O’nun tahtının ve İsrail’deki yönetiminin yeri idi.

O zaman sandık önce, Mesih’in kişiliğinin bir örneği olarak görülebilir. Bu, sandığın düzenlenme şeklinden anlaşılır. Akasya ağacından yapıldı ve saf altın ile kaplandı. Bazı kişiler bu ağacın tahtasının asla bozulmadığını söylerler. Böyle bile olsa, bu yine de insani olanın bir örneğidir; ve eğer bir tahta, bazı kişilerin tasdik ettikleri gibi çürümüyor ve bozulmuyor ise, bu, Rabbimizin insanlığına ilişkin en uygun bir amblemi teşkil eder. Altın her zaman tanrısal olanın bir sembolüdür. Bu nedenle, sandığın yapısı, Mesih’in kişiliğindeki iki doğanın birliğine örnektir. O, “hem tam Tanrı idi, hem de tam insan idi.” Başlangıçta Söz vardı, ve Söz Tanrı ile birlikte idi ve Söz Tanrı idi.” Daha sonra ise şunu okuruz: “Söz insan (beden) olup aramızda yaşadı. O’nun yüceliğini – Baba’dan gelen, lütuf ve gerçek ile dolu biricik Oğul’un yüceliğini – gördük.” (Yuhanna 1:1-14)

O, böylelikle, Tanrı ve insan idi, bedende görünen Tanrı idi. Bu bağlamda, aynı zamanda sandığın içinde bulunanlar da önemlidir: “Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.” (16. ayet) Yani, üzerlerinde on buyruğun yazılı olduğu iki taş levha sandığın içine kondular ve bu yüzden sandı, sürekli olarak antlaşma sandığı olarak anılır (Çölde Sayım 10:33; Yasa’nın Tekrarı 31:26 v.b.), çünkü içinde antlaşmanın bulunduğu yasa vardı. Ama sandık, belirgin bir şekilde Mesih’e işaret eder. Tanrı, Mezmurlar’daki Ruh’ta konuşarak şöyle der: “O zaman şöyle dedim: ‘İşte geldim; Kutsal Yazı tomarında benim için yazılmıştır. Ey Tanrım, senin isteğini yapmaktan zevk alırım ben, Yasan yüreğimin derinliğindedir.” (Mezmur 40:7,8) Bu nedenle, sandığın içindeki antlaşma, Mesih’in yüreğindeki Tanrı’nın Yasası’nı sergiler. Zaman dolunca Tanrı, Yasa altında olanları özgürlüğe kavuşturmak için kadından doğan, Yasa altında doğan öz Oğlu’nu gönderdi. (Galayalılar 4:4); ve ikinci olarak, O, Yasa’ya kusursuz bir şekilde itaat etti. Yüreğin içindeki yasa, O’nun itaatinin mükemmelliğini gözlerimizin önüne getirir. Tanrı, O’nda, yalnızca O’nda Kutsallığının tüm taleplerini karşılayan tam ve eksiksiz bir yanıt buldu, öyle ki, O’nun sayesinde mükemmel bir gönül rahatlığı yaşadı ve dinlenebildi, ve O’nun her zaman Kendisini hoşnut eden şeyleri yaptığını gördüğü zaman, Kendi yüreğindeki hoşnutluğu şu sözler ile ifade etti, “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum!” (Matta 3:17)

Halkalar ve Sırıklar (15-19. ayetler) da aynı zamanda anlam ifade ederler. Halka ve sırıkların önemi, “sandığın onların yardımı sayesinde taşınabilmesi idi”. (ayet 14) Bu, Tanrı’nın halkının Tanrı’nın kendileri için hazırlamış olduğu yere seyahat ederken çöl yolcuları olduğunu gösterir. Ama mirasa sahip olunması gereken ve İsrail kralının görkemini yansıtan tapınağın bina edilmesi gereken zaman gelecek idi. Sandığın halkalarından çölde çıkarılmaması gereken sırıklar (ayet 15), o zaman çıkarılacaklardı (2. Tarihler 5:9), çünkü sandığın ötesindeki yolcu, halk ile birlikte onun huzur diyarına girmiştir. (Mezmur 132:8) Bu nedenle halkaların içindeki sırıklar Mesih’ten söz ederler, O, onlar ile birlikte çöl koşullarında bulunduğu için onların Ev Sahibidir. Bu dünyada Mesih, insan olarak tüm mükemmelliği içindeki Mesih, tek bir kelime ile Tanrı’nın açıklayıcısı olan Mesih, gerçekte, Tanrı’nın, insana yapılan mükemmel sunumu idi. “Babam her şeyi bana teslim etti. Oğul’u, Baba’dan başka kimse tanımaz. Baba’yı da Oğul’dan ve Oğul’un O’nu tanıtmak istediği kişilerden başkası tanımaz.” (Matta 11:27)

İkinci olarak, sandık, bağışlanma kapağı ve onun Keruv’u İsrail’in ortasında Tanrı’nın yeryüzündeki tahtını biçimlendirir. Biri bu konuda şöyle der: “Antlaşma Sandığı, Tanrı’nın Kendisini gösterdiği taht idi, eğer biri, doğruluk içinde içeri girebilir ise (kutsallıktan ayrı olarak ya da kabul edilenin bir ölçüsü olarak yalnızca görev olarak), O’nun her yaşayan insanın üzerindeki egemenliğini kabul etmiş olurdu; tüm yeryüzünün Tanrısının tahtı olarak O’nun insanlardan talep ettiği antlaşma olan yasa bu sandığın içine konulmalıydı. Sandığın üzerinde bağışlanma kapağı vardı ve içinde de tahtı oluşturan yasayı muhafaza ediyordu; Keruvlar yukarı doğru açık kanatları ile kapağı örtüyorlardı; Keruvlardan biri bir kenara, öbürü öteki kenara, kapak ile tek parça halinde yapılmıştı.” Böylelikle Kutsal Yazılar’da Tanrı’nın, Keruvların arasında oturduğu söylenir. Keruvlar, belki Tanrı’nın niteliklerinin sembolü olabilirler. Ve bu yüzden Tanrı’nın tahtı, O’nun tüm varlığı tarafından desteklenir. Bu nedenle, Keruvlar tüm Eski Antlaşma boyunca adaletin gücü ile bağlantılıdırlar, çünkü Tanrı günahkarlar ile ilgilendiği için O’nun tahtı her zaman her konuda adildir. Tanrı, böylelikle Keruvlar arasındaki adil tahtının üzerinde oturmuş olarak görülebilir. Eğer sorulacak olur ise, o zaman neden İsrail yasayı sürekli ihlal etmesine rağmen, neden suç işlediği anda yok edilmedi? Sorunun yanıtı, (bağışlanma kapağının gerçeğini önceden tahmin etmemize rağmen) Keruvların tutumunda bulunur. Tanrı’nın adalet gücünü uygulayan kişiler olarak, Keruvlar suçun cezasının zorla uygulanmasını talep edecekleri kesindir. Ama “yüzleri birbirine dönük olacak; ve kapağa bakacak” (ayet 20) Böylece, bağışlanma kapağının üzerine serpilmiş kanı görürler; bu kan her yıl büyük kefaret gününde bağışlanma kapağının üzerine konur (Levililer 16), böylece tahtın talepleri yeterli bir şekilde karşılanır ve suçlunun yararına hizmet eder. Aksi takdirde, doğruluk ile hüküm süren Tanrı’nın halkının üzerine yıkım göndermesi gerekirdi.

Bağışlanma kapağı aynı zamanda Tanrı’nın Musa ile görüştüğü ve konuştuğu yer idi. (ayet 22) Yehova, Musa ile konuşmak için İsrail halkı ile buluşma çadırının giriş kapısında görüşürdü. (Mısır’dan Çıkış 29:42,43) Yalnızca Musa (baş kahinin her yıl kefaret gününde yaptığı istisnai görüşme dışında) Tanrı ile görüşme ayrıcalığının tadını çıkardı ve bağışlanma kapağının üstünde ondan buyruklar aldı. Musa, lütuf sayesinde aracı oldu. Şimdi tüm imanlılar tamamlanmış kurtuluşun yeterliliği sayesinde bu ayrıcalığın tadını çıkartıyorlar. Ama tüm İsrail’de yalnızca Musa her fırsatta Tanrı’nın huzuruna gitmek için özgür idi. Rab, Musa ile her zaman buluşma çadırının girişinde, bağışlanma kapağının üstünde konuşurdu (Çölde Sayım 7:89), ve İsrailoğullarına rehberlik etmesi için O’na buyruklarını orada verirdi. Tanrı’nın sesinin duyulabileceği ve O’nun düşüncesinin kavranabileceği tek yer orası idi; ve O’nun isteğini tam olarak anlamak isteyen kişi, sürekli dünyadan ve hatta imanlılardan kenara çekilmeli, yalnızca Tanrı ile baş başa olmalıdır.

Şimdi eğer Çölde Sayım kitabına dönecek olur isek, çölde antlaşma sandığının taşınması ile ilgili buyrukları göreceğiz. “Ve ordugah taşınacağı zaman, Harun ile oğulları gelip bölme perdesini indirecekler ve Levha Sandığı’nı bununla örtecekler. Sonra üzerine deri bir örtü geçirecek, üstüne de salt lacivert bir bez serecek, sırıklarını yerine koyacaklar.” (Çölde Sayım 4:5,6) Perde, yeri geldiği zaman açıklanacağı gibi, Mesih’in insanlığına – et ve kan olması – ilişkin bir amblemdir. (İbraniler 10:20) O zaman önce,sandığa; yani, insanlığının perdesi ile örtülü Mesih’e sahibiz. Daha sonra, Kendisini kötülükten kesinlikle koruduğu kutsal uyanıklığı ifade eden porsuk derilerine değinilir, örneğin şu ayette görüldüğü gibi: “Ben senin sözlerine uyarak şiddet yollarından kaçındım (senin dudaklarının sözü ile zorbanın yollarından kendimi tuttum).” (Mezmur 17:4) Sonra salt lacivert olan bir bezden bahsedilir – bu, göksel olanın sembolüdür. “Bu durumda porsuk derisi içerde idi, çünkü Mesih, mükemmelliğini, tüm kötülükten kesinlikle özgür olarak muhafaza etti ve böylece göksel olanın görünümü ortaya çıktı.” Bu nedenle, çölde olan Mesih’tir ve O, çölden geçerken her zaman göksel olan tarafından karakterize edildi. Böyle olduğu için, O’nun örneğimiz olduğu her zaman hatırlanmalıdır. “O’nda olduğunu söyleyen kişinin aynı zamanda O’nun yürüdüğü gibi yürümesi gerekir.”

BAĞIŞLANMA KAPAĞI (KEFARET ÖRTÜSÜ)

Bağışlanma kapağı sandığın kapağını oluşturuyordu ve böylelikle sandığın yapısını tamamlamış oluyordu, aslında sahip olduğu bir diğer anlam, kendi içinde eksiksiz olması idi ve böyle olduğu için taşıdığı önem nedeni ile özel bir dikkati hak ediyordu. Kapak, “sandığın üzerine kondu” (ayet 21), ve bu yüzden en kutsal yerde idi – Tanrı’nın özel görünümünün olduğu yer ve gerçekten de açıklandığı gibi, O’nun tahtının temeli idi.

Tanrı, orada Keruvların arasında durur. Bağışlanma kapağı ile sandığın yapımı arasındaki tek fark, bağışlanma kapağının yapımında akasya ağacı tahtasının kullanılmaması idi. Bağışlanma kapağı saf altından yapıldı, iki Keruv da aynı şekilde dövme altından yapıldılar; Keruvlardan biri bir kenara öbürü öteki kenara olmak üzere, kapak ile tek parça halinde yapıldı. Altın, tanrısal olanın – tanrısal doğruluğun amblemidir. Eğer o zaman kapak, bir an için sandığın tanıklığı ile bağlantılı olarak düşünülecek olur ise, insansal ve tanrısal doğruluğun birleşimi mevcuttur, yasaya işaret eden tanıklık – insan doğruluğu – Mesih’in yüreğinde olan idi (Mezmur 40), ve aynı zamanda O’nda da sergilenen Tanrı’nın doğruluğunu sembolize eden altın. Bağışlanma kapağı bu yüzden, garip bir şekilde Mesih’in bir örneğidir. Elçi, bu ifadeyi doğrudan Mesih’e uygular. Elçi bu konu ile ilgili şunları söyler: “İnsanlar, İsa Mesih’te olan kurtuluş ile (ya da fidye ile), Tanrı’nın lütfu aracılığı ile karşılıksız olarak aklanırlar.Tanrı, Mesih’i, kanı ile günahları bağışlatan (gazabı yatıştıran – birebir anlamı ile bağışlanma kapağı) ve iman ile benimsenen bir kurban olarak sundu.” (Romalılar 3:24,25)

Bu ima, büyük kefaret günündeki kahinin eylemine baş vurulduğu takdirde, hemen anlaşılacaktır. Rabbin önünde, buhuru ateşin üzerine koyduktan sonra, şöyle yapılması söylenir: “Sonra boğanın kanını alıp, parmağı ile kapağın üzerine, doğuya doğru serpecek. Kapağın önünde bunu yedi kez yineleyecek. (Levililer 16:14) Kahin, aynı zamanda halkın günah sunusu için tekenin kanı ile de aynı şeyi yaptı. İki soru, bu eylemin anlamını, ortaya çıkaracaktır. İlki, Kan, neden bağışlanma kapağının üzerinde ve önünde serpildi? Halkın günahlarına kefaret etmesi için. Günahkar oldukları için, tek başlarına, kutsal bir Tanrı’nın huzurunda duramazlardı. Kan, bu nedenle tanrısal buyruk aracılığı ile içeri getirildi ve tanımlandığı şekilde, halkın günahlarına kefaret etmesi için bağışlanma kapağının üzerine serpildi ve aynı zamanda bağışlanma kapağının önünde de serpildi, ama burada kahin yaklaştığı zaman, işin yeterliliğine ilişkin mükemmel bir tanılık bulabilmesi için yedi kez serpildi. Genellikle söylendiği gibi, Tanrı’nın gözü önünde bir kez serpilmesi yeterli idi, ama Tanrı lütfu sayesinde, kanın, insanın gözü ve yüreği için tam bir güvence sağlasın diye yedi kez serpilmesi gerektiğini buyurdu. O zaman iki kez serpilmesi ile tamamlanan ne idi? Kefaret tamamlandı, Tanrı’nın, halkından talep ettiği tüm kutsal istekleri tatmin edilmiş oldu – evet, eğer Mesih’in kanını düşünecek olur isek, bu kan O’nu tüm varlığında tam olarak yüceltti ve günah sorunu ile ilgili olarak O’na izzet verdi, öyle ki, suçumuz nedeni ile bize karşı Olan, şimdi kan sayesinde bizden yanadır. Bağışlanma kapağı (kefaret örtüsü) bu yüzden, en üstün şekilde Mesih’ten söz eder; çünkü Yuhanna’nın da dediği gibi, “O, günahlarımızı, yalnız bizim günahlarımızı değil, bütün dünyanın günahlarını da bağışlatan kurbandır.” (1. Yuhanna 2:2) İmanlıların günahları yok oldu, sonsuza kadar yok oldu; ve işte kefaretin değeri buradadır; Tanrı şimdi lütfu ile ve adil olarak dünyaya müjdeyi ilan edebilir ve günahkarlardan Kendisi ile barışmalarını isteyebilir. (2. Korintliler 5:20) Tekrar ediyoruz; Mesih, bağışlanma kapağı aracılığı ile sembolize edilir; ve biz bu yüzden şimdi Tanrı’ya yalnızca O’nun aracılığı ile yaklaşıldığını öğreniriz, çölde O’na yalnızca bağışlanma kapağı aracılığı ile yaklaşıldığı gibi. Ama, O’nun adı kutsansın, şimdi O’na her kim Mesih aracılığı ile yaklaşır ise, Tanrı’nın huzurunda O’nun kefaret eden işinin değerini bildiren mükemmel tanıklığı bulacaktır. Ama şu noktayı iyi gözlemlemek gerekir; kan, yalnızca Huzura kabul edilme temelidir. O, kanına iman aracılığı ile bir kefaret sağladı. Bu nedenle, O’nun kanının değerine bu kan ile ilgili Tanrı’nın tanıklığına uygun olarak inanmak kişinin Huzura cesaret ile gelebilmesini sağlar; hiç kuşku duymadan, en suçlu ve en kötü kişi için bile Mesih’in kanı sayesinde bir yol açıldığını yürekten bir güvence ile benimseyen her imanlı, Tanrı’nın huzuruna hemen cesaret ile girebilir. Çünkü “Mesih gelecek (gelmiş) iyi şeylerin baş kahini olarak ortaya çıktı. İnsan eli ile yapılmamış, yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük, daha yetkin çadırdan geçti. Tekeler ile danaların kanı ile değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanı ile kutsal yere ilk ve son kez girdi.” (İbraniler 9:11,12)

Keruvlar, bağışlanma kapağının bir kısmını oluşturdular. Daha önce de söylendiği gibi, bu Keruvlar, adaletin gücü gibi tanrısal niteliklerin sembolleridirler. Ama Tanrı, bağışlanma kapağının üzerindeki kan aracılığı ile yüceltilmiş olduğu için O’nun tüm nitelikleri uyum içindedir ve hepsi de imanlıların yararı için uygulanırlar. Çarmıhta, merhamet ve gerçek buluştular, doğruluk ve esenlik öpüştüler; ve bu nedenle, adalet tatmin oldu, doğruluğun talepleri karşılandı, öyle ki, Keruvlar, ilahi takdirin merhameti sayesinde kanın değerine güvenerek yaklaşan herkes uğruna iyilik için işlerler. Kutsanmış gerçek! Tanrı, tüm varlığı ile günaha karşıdır ve şimdi ise tüm varlığı ile imanlıdan yanadır. Bağışlanma kapağının üstündeki kan, bu kudretli değişimi sağlamıştır.

Bölüm 19

Üzerinde Ekmek Sunulan Masa

Mısır’dan Çıkış 25: 23-30

Antlaşma sandığı, bağışlanma kapağı ve Keruvlar ile birlikte en kutsal yerde bulunan tek şeydi. Tanrı’nın bulunduğu en kutsal yerde bunlardan başka hiç bir şey yoktu. Ama perdenin arasından geçmeden (bir an için çadırın kaldırıldığını varsayalım), kutsal yere girmek – kahinin alışılmış hizmet sahnesi. Burada üç şey vardı – üzerinde ekmek sunulan masa, saf altından kandillik ve buhur sunağı – sonuncusu, yani buhur sunağı bu bölümde henüz tanımlanmamıştır. Burada anlatılan düzene göre ilk sırada yer alan üzerinde ekmek sunulan masa ile konumuza başlayacağız.

“Akasya ağacından bir masa yap. Boyu, iki (yaklaşık 90 cm), eni bir (yaklaşık 45 cm), yüksekliği bir buçuk (yaklaşık 70 cm) olacak. Masayı saf altın ile kapla. Çevresine altın pervaz yap. Pervazın çevresine dört parmak eninde bir kenarlık yaparak altın pervaz ile çevir. Masa için dört altın halka yap, dört ayak üzerindeki dört köşeye yerleştir. Masanın taşınması için sırıkların içinden geçeceği halkalar kenarlığa yakın olmalı. Sırıkları akasya ağacından yap, altın ile kapla. Masa onlarla taşınacak. Masa için saf altından tabaklar, sahanlar, dökmelik sunu testileri, tasları yap. Ekmekleri sürekli olarak huzuruma, masanın üzerine koyacaksın.” (23-30. ayetler)

Masanın düzeni, antlaşma sandığının düzeninin aynısıdır. Akasya ağacından yapıldı ve saf altın ile kaplandı. (23,25. ayetler) Masanın anlamı bu yüzden sandığınki ile aynı olacaktır – akasya ağacı insani olanı, altın ise tanrısal olanı temsil eder. O zaman masa da Mesih’in örneğidir, Mesih tek kişiliğinde hem insan hem de Tanrı doğalarını birleştirmiştir. Bu gerçek, buluşma çadırı ile bağlantısı olan her şeyin güzelliğidir. Mesih her yerdedir, Kendi içinde Mesih ya da O’nun çeşitli mükemmellikleri ve görkemleri içindeki Mesih.

Masanın üzerindeki ekmek. Pideler ile ilgili özellikleri Levililer kitabında buluruz. – “İnce undan on iki pide pişireceksin. Her biri efanın onda ikisi (yaklaşık 2.6 kg.) ağırlığında olacak. Bunları Rabbin huzurunda iki sıra halinde, altışar altışar saf altın masanın üzerinde dizeceksin. İki sıra ekmeğin yanına anma payı olarak saf günnük koyacaksın. Bu, Rab için yakılan sunu olacak ve ekmeğin yerini alacak. Bu ekmek, İsrail halkı adına sonsuza dek sürecek bir antlaşma olarak, her Şabat günü aksatılmadan Rabbin huzurunda dizilecek. Ve Harun ile oğullarına ait olacak. Onu kutsal bir yerde yiyecekler. Çünkü çok kutsaldır. Rab için yakılan sunulardan onların sürekli bir payı olacak.” (Levililer 24:5-9) (1) Ekmekler ya da pideler ince undan yapıldı. Bu, aynı şekilde ince un, zeytinyağı ve günnük ile yapılan tahıl sunusuna işaret eder. (bakınız Levililer 2) Mayadan hiç söz edilmez, oysa Rabbe sallamalık sunu olarak yapılan iki ekmek (Levililer 23:17) maya ile pişirilip Rabbe öyle sunulacaktı – böyle yapılmasının nedeni açıkça şudur; bu olayda ekmekler kiliseyi temsil eder ve bu yüzden kötülük simgesi olan maya ekmeklerde bulunur. Ama ince un Mesih’in insanlığına ilişkin bir örnektir ve bu nedenle, masanın üzerinde sunulan ekmekler mayasızdır; O, kutsal, zararsız, bozulmamış ve kesinlikle günahsızdır. (2) Ekmekler fırında pişirilecekti. Bu yüzden Mesih’in maruz kaldığı ateşi ortaya koyarlar – İsa’nın çarmıhta iken, Tanrı’nın kutsallığının yargısı tarafından araştırılması, denenmesi ve bu yargının her talebini mükemmel bir şekilde yerine getirmesi. (3) Ekmeklerin sayısı on iki idi – altışar altışar dizileceklerdi. Böylece baş kahinin omuzlarının üstünde on iki İsrail oymağının adları vardı – bir omzunda altı oymağın adı, diğer omzunda ise yine altı oymağın adı bulunmakta idi. Ekmekler, tam olarak İsrail’in on iki oymağına işaret ederler. On iki sayısı, insan hükümetindeki yönetim mükemmelliğini ifade eder ve böylelikle göksel Yeruşalim’de on iki oymak, on iki elçi, on iki kapı ve kutsal kentteki on iki temeli belirtir. (bu konunun anlamı hakkında bir örnek için Matta 19:28 ayetine bakınız.) O zaman, on iki ekmeğin, İsrail’in on iki oymağını temsil ettiği düşünülür; ve bu bize on iki sayısının önemi ile bağlantılı olarak Tanrı’nın, Mesih’te yaptığı İsrail hükümetinin mükemmelliği ile ilgili açıklamasını verecektir (çünkü Mesih Davut’u soyundan idi ve onun tahtının mirasçısı idi – (Luka 1:32) Bu durum, peygamberlerin bin yıllık dönem için yaptıkları kehanetler ile uyumlu olarak sergilenecekti (örneğin Mezmur 72). Ama ekmekler masanın üstünde sunuluyorlardı ve bu yüzden, İsrail, Tanrı’nın önünde Mesih ile birleşmiş olarak görülür. (4) dikkat edilmesi gereken bir başka nokta daha vardır. “İki sıra ekmeğin yanına anma payı olarak saf günnük koyacaksın. Bu Rab için yakılan sunu olacak ve ekmeğin yerini alacak.” (Levililer 24:7) Günnük, Mesih’in Tanrı’nın önündeki tatlı kokusunu simgeler. Bu nedenle, on iki oymaktan oluşan İsrail’in Mesih’in tüm tatlı kokusu ile örtülmüş olarak Tanrı’nın önünde temsil edildiğini gözlemleyin. O’nun kimliğine ve yaptıklarına iman etmedikleri için tüm gece boyunca orada kaldılar – gelecekte yenileneceklerine ve bereketleneceklerine ilişkin kesin vaat. Bu nedenle, “bu ekmek, İsrail halkı adına sonsuza kadar sürecek bir antlaşma olarak her Şabat günü aksatılmadan Rabbin huzurunda dizilecek.” (Levililer 24:8) Onlar, bilindiği gibi, sadık kalmadılar, ama Tanrı Kendisini inkar edemez; Tanrı sadık kalır ve bunun bir sonucu olarak, imansızlıkları nedeni ile dünyanın dört bir yanına dağıtılmış olmalarına rağmen, Tanrı onlar için yine de merhamet ve gerçek planlarını uygulayacaktır ve onları yeryüzünün dört bir köşesinden toplayacak ve kendi ülkelerine bereket bolluğu içinde yerleştirecektir – üstünde ekmek sunulan masa ile sembolize edilen ve O’nun tarafından güvenlik içinde bina edilecek bereket.

Belki masanın kenarlığından bununla ilgili bir örnek çıkartılabilir: “Pervazın çevresine dört parmak eninde bir kenarlık yaparak altın pervaz ile çevir.” (ayet 25) Bu kenarlığın görevinin, ekmekleri dizildikleri konumda muhafaza etmek olduğu çok açıktır. Ve eğer altın pervaz Mesih’in tanrısal görkeminin bir sembolü olarak ele alınır ise, burada öğretilen ders şu olacaktır: İsrail, Mesih aracılığı ile Tanrı’nın önündeki konumu açısından güvenlik içindedir; O’nun tanrısal görkemi içinde hem korunur hem de muhafaza edilirler. Çünkü O’nun Kendisi tüm bereketi garantileyendir. Ve bu nedenle, bir gün bu berekete girecekleri kesindir. Ama, bu sembolde, İsrail’in içinde bulunduğu konumdan daha fazlası mevcuttur. Bu ilke, her imanlıyı kapsar. Orada kutsal yerde, ömür boyu Tanrı’nın gözü önünde günnük kokusu ile örtülmüş olarak imanlı Mesih’te görülür. Bu, gerçekten de, imanlının, Tanrı’ya mükemmel sunuluşudur. Başka bir deyişle, Sevgili’deki kabul edilişimizdir.

Şimdi, ekmeği kahinlerin yiyeceği olarak gözden geçirelim: “Ve o Harun ile oğullarına ait olacak. Onu kutsal bir yerde yiyecekler. Çünkü çok kutsaldır. Rab için yakılan sunulardan onların sürekli bir payı olacak.” (Levililer 24:9) Yiyecek, yenen şey ile özdeşleşmeyi ve birleşmeyi ima eder. Elçi Pavlus bu konuyu Rabbin sofrası ile ilgili öğretişte şu şekilde ifade eder: “Tanrı’ya şükrettiğimiz şükran kasesi ile Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmek ile Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz? Ekmek bir olduğu gibi, biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz. Çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz.” (1.Korintliler 10:16,17) Aynı şey kahinler için de geçerli idi. Örneğin, belirli durumlarda aynı zamanda günah sunusunu da yerlerdi (Levililer 6:26), ve bu şekilde kendilerini günah sunusu ile özdeşleştirmiş olurlardı. Bu nedenle, masanın üstünde sunulan ekmekten yemek, Mesih’in Kahin olarak Kendisini Tanrı’nın önünde, İsrail ile özdeşleştirmiş olduğu gerçeğinin bir sembolüdür. Yalnızca kutsal yerde yenmesi gerektiğine dikkat edilecektir. O zaman, Tanrı’nın düşüncelerini paylaşan Mesih, Kahinliğini uygulaması ile Kendisini on iki oymak ile özdeşleştirecektir. Bu durum, bize gerçeğin çok kutsanmış bir görümünü sergiler. O’nun, ilahi takdire göre Baş Kahin olduğunu herkes kabul eder; ama İsrail’in imansızlığına karşı çıkmayışı ile Kahinlik görevinde Kendisini Tanrı önünde onlar ile özdeşleştirdiği ve girmiş olduğu kutsal yerden Melkisedek olarak ve istekli bir halkın üzerinde egemen şekilde Tahtının üstüne oturan bir Kahin olarak bulunduğu, zihinlerde yeterince bilinmemektedir. “RAB Siyon’dan uzatacak kudret asanı, düşmanlarının ortasında egemenlik sür! Savaşacağın gün gönüllü gidecek askerlerin. Seherin bağrından doğan çiy gibi kutsal giysiler içinde sana gelecek gençlerin. RAB ant içti, kararından dönmez: ‘Melkisedek düzeni uyarınca sonsuza dek kahinsin sen!” dedi. (Mezmur 110:2-4)

Sonra yolculuk için tedarikten söz edilir: “Masa için dört altın halka yap; dört ayak üzerindeki dört köşeye yerleştir. Masanın taşınması için sırıkların içinden geçeceği halalar kenarlığa yakın olmalı. Sırıkları akasya ağacından yap, altın ile kapla. Masa onlarla taşınacak. Masa için saf altından tabaklar, sahanlar, dökmelik sunu testileri, tasları yap. Ekmekleri sürekli olarak huzuruma, masanın üzerine koyacaksın.” (26-28. ayetler) İsrailoğulları, çöldeki yolcular idiler, ve bu yüzden buluşma çadırı ve içindeki tüm eşyalar onlar için bu özellikte yapıldı ve onlar çölde dolaşırlar iken kendilerine eşlik etti. Mesih her zaman halkı ile birliktedir; ve masanın kendisi ile birlikte halkalar ve sırıklar eşit şekilde altından ve akasya ağacından yapıldılar ve Tanrı-insan olan Mesih’e işaret ederler. Ama Çölde Sayım kitabında ordugah taşınacağı zaman, masanın nasıl taşınacağına dair ayrıntılar verilir: “Kutsal masanın üzerine lacivert bir bez serip üzerine tabakları, sahanları, tasları, dökmelik sunu testilerini koyacaklar. Masada sürekli ekmek bulunmasını sağlayacaklar. Bunların üzerine kırmızı bir bez serip deri (yunus balığı derisi olabilir) bir örtü ile örtecek, sırıklarını yerine koyacaklar.” (Çölde Sayım 4:7,8) İç örtü, gözlemleneceği gibi, lacivert bir bezdendir – göksel olanın sembolüdür; sonra insan yüceliğinin ya da Yahudi kraliyetinin bir amblemi olarak kırmızı bir bez; ve dışarıda deri bir örtü – kutsal tedbirin bir sonucu olarak bir tür kötüden korunma örneği. Tüm bunlar dikkate alındıları zaman, masa üstünde sunulan ekmek, İsrail ile birleşmiş olan Mesih’tir, bu dünyadan sonra yönetecek olan hükümetin mükemmelliğini gösterir, bu düzenlemenin anlamı, görünür hale gelecektir. Altın eşya,lacivert kumaşın üzerindedir; yani, Mesih’in göksel karakteri, Kendisinin tanrısal olarak ne olduğu hakkındaki mahrem ilişkisini yansıtır. Daha sonra kırmızı kumaş – kraliyet ya da insan yüceliğidir, çünkü çölde olduğu için bunun gösterilme zamanı henüz gelmemiştir. Bu, O göründüğü zamanki krallığı ile bağlantılı olacaktır. Deriler bu nedenle dışarıdadırlar, O’nun insani ya da kraliyet yüceliğini gizlerler ve

Çölde bulunduğu koşullar içinde iken, O’nu her yönden kötüden koruyan kutsal tedbirliliği ifade ederler.

Masa ile birlikte kullanılacak tüm kaplar altından yapıldı (ayet 29), hepsi tanrısal olanın önemini ortaya koyuyordu, bedende görünen gerçek Tanrı Olan’ın hizmeti için uygundu ve gelecek olan o günde Rableri ve Tanrıları olarak İsrail’in bereketi olduğu kabul edilecek idi. Böylelikle, tüm masa olduğu gibi her ayrıntının da Mesih’ten söz ettiği görülecektir. O’nun kişiliğinin her görünümünü algılayabilmemiz ve Tanrı’nın Ruh’u tarafından bize sunulan hizmetini kavrayabilmemiz için gözlerimiz açılsın!

Pages