July 2014

1 Selanikliler

Bölüm 5

Beşinci bölümün ilk ve ikinci ayetleri 1.Selanikliler 4:13,15 ayetleri ile tamamen doğrudan bir karşıtlık içinde dururlar. Selanikliler, Rab İsa’nın Kutsalları için gelişi ile ilgili – bu konudan genellikle “aşırı sevinç ile kendinden geçme” olarak söz edilir – bilgisiz kalmışlardı ve bunun sonucunda gereksiz bir zorluk ve üzüntü yaşamışlardı ve elçi onlara, “Rabbin sözü aracılığı ile” onları aydınlatmak için mektup yazdı. Ama “zamanlar ve süreler” hakkında hiç de bilgisiz değillerdi ve Pavlus’un onlara bu konu ile ilgili bir şey yazmasına gerek yoktu.

Bu peygamberlik gerçeğinin iki kısmı arasında böylelikle ortaya çıkan farklılığı ayırt etme konusunda başarısız olmamamız gerekir. Zamanlar ve süreler hakkında çok iyi bir şekilde bilgi sahibi olup da alınıp götürülme konusunda oldukça bilgisiz kalabilmek mümkündür. O zaman bu durumda birbirlerinden oldukça ayrı ve farklı olan iki şey vardır. Eğer alınıp götürülme, zamanların ve sürelerin elzem bir parçası olsa idi, o zaman onun hakkında tamamen bilgisiz kalmak, diğerleri hakkında kısmen bilgisiz kalmak anlamına gelirdi. Ama buna rağmen Selanikliler bu konuda oldukça bilgisiz idiler; oysa diğer konu hakkında öylesine bilgiye sahiplerdi ki, elçi, onlara “eksiksiz bilgiye sahipsiniz” ve size bu konuda yazmama gerek yok” diyebilmişti.

Zamanlar ve süreler Yaratılış 1:14 ayetinin bize gösterdiği gibi gökyüzü değil, yeryüzü ile ilgilidir. Bu ifade, Selanikliler’de, göksel bedenler aracılığı ile yeryüzü tarihinin çeşitli bölümlerinin değil, daha uzun olan bölümlerinin ayar edildiğini belirtmek için kullanılır. Bu daha uzun bölümlerin her biri Tanrının yeryüzündeki ahlak yönetimi tarafından tanzim edilen özel nitelikleri ile karakterize edilir. Geçmişte, şu olaylar aracılığı ile yeni süreler ortaya kondu; tufan, İsrail’in Mısır’dan kurtarılması ve yasanın verilişi, Davut’un kral soyunun sona ermesi ve egemenliğin diğer ulusların eline geçmesi. İlerde gelecek olan bir diğer dönem, Rab İsa’nın egemenlik sürebilmesi için yüce kudretini kullanacağı dönemdir. Bu dönem, “Rabbin günü” olarak gerçekleşecektir.

Ancak yine de kutsalların alınıp götürülmesinin bu yersel dönemler ile bir bağlantısı yoktur. Bu, yalnızca yersel olaylar programında olan bir madde değildir. Kutsallarını, göksel paylarından keyif almaları için gökyüzüne çağıran, Rab olacaktır. Kilise – mevcut düzenin çağrılan tüm kutsallarından oluşur – çağrısı ve yazgısı açısından gökseldir. Kilise yeryüzüne ait değildir; çünkü yeryüzünden gökyüzüne aktarılması yersel olayların programına dahil değildir. Eski Antlaşma’da “alınıp göğe götürülme” konusunda bu nedenle hiç bir ima yer almaz. Bu konuda doğru bir anlayışa sahip olmak, bize, aksi takdirde zihinlerimize kapalı kalması gereken takdiri ilahi düzenin kilidini açan bir anahtar sağlar.

Rabbin, Haklarına sahip olacağı ve tüm her şey üzerinde egemenlik süreceği gün kesinlikle geliyor. Rabbin gelişi beklenmedik bir zamanda, ani, kaçınılmaz ve etkileri açısından kusursuz bir şekilde olacaktır. Tanrının tüm işlerinde olduğu gibi, bu gün en uygun zamanda ve mümkün olan en uygun davranışla gelecektir. Ve bu günde tanrısız kişiler yıkıma uğrayacaklardır. Tam insanlar, “Esenlik ve Güvenlik”ten söz ettikleri zaman, yargı gelecektir. Uluslar, barışa acil ihtiyaç duymaktadırlar. Hem bilimsel hem de dini olan günümüz öğretişleri insanların doğaüstü olaylar karşısında artan bir şekilde güvenlik hissetmektedirler. İnsanların zihinlerinde, Tanrı, rağbet gören evrim öğretişi nedeni ile yalnız hayalde olan bir hiçliğe dönüşmüştür. Bu yüzden Tanrı konusunda hiç bir şeyden korkmazlar. Zihinlerinde onları tehdit eden tek tehlike insan’dır. İnsan, harika insan, pek çok keşifler peşinde koşmuştur, ama ne yazık ki insanın, diğer yönlerdeki araştırmaları ile birlikte kimya dalındaki harika keşifleri en şeytani kullanımlara dönüşebilecek güçtedir. Şimdi insanlar en önemli konu olarak gördükleri “barış sağlanması” aracılığı ile güvenlikte olacaklarını düşünmektedirler.

İnsanlar bu arzu ettikleri sona ulaşmayı başardıkları için kendilerini kutladıkları zaman, Tanrı Kendisini beyan edecek ve Rabbin günü gelecek. Rabbin günü, karanlıkta uyuyanlar gibi olan dünyanın önüne aniden çıkacak; ama imanlılar için aynı durum söz konusu olmayacak. Dünya bugün karanlıkta uyuyor, imanlı ise bugün ışığın bir çocuğu ve ışıkta.

Bize 4-8 ayetlerinde gösterildiği gibi imanlı ve dünya arasındaki karşıtlık çok çarpıcıdır ve bu konu üzerinde düşünüp taşınır isek, iyi ederiz. Dünya karanlıktadır. Dünya uykudadır. Hatta dünya, aşağıdaki etkilerden dolayı zehirlenmiş olarak “sarhoştur”. Bu durum, günümüzde her zaman olduğundan daha aşikardır; çünkü karşılıklı iletişim araçları çoğaldığı için yeni düşünceler ve etkiler büyük bir hız ile yayılmaktadırlar. “Evrim” kelimesinin tek başına bile insanların zihinlerine nasıl büyük bir güç ile zehir verdiğini bir düşünün! Şimdiye kadar beden için keşfedilmiş olan hiçbir uyuşturucu bu kelime ile kıyaslanamaz!

İmanlı karanlıkta değildir, karanlığın da değildir. İmanlı bir ışık ve gündüz çocuğudur. Şöyle diyelim, imanlı kendisine Müjde aracılığı ile ulaşmış olan ışıktan doğmuştur ve doğmasını sağlayan karaktere ortaktır. Bu yüzden, imanlı karanlıkta olan dünyada olmasına rağmen, kendisi karanlık değildir; aksine tanrısal ışık onu çevrelemektedir. İmanlı, gelecek olan günün bir çocuğudur ve bu nedenle nereye gideceğini ve neyin geleceğini bilir.

Ayık ve uyanık olabilmemiz için üstümüzden uykuyu sıyırıp atmamıza ilişkin öğüt, bu gerçek üzerine bina edilmiştir. Bu şekilde ayık ve uyanık kalıyor isek, iman, sevgi ve umut aracılığı ile tanımlanmamız gerekir. Eğer bu erdemler aktif olarak uygulanırlar ise, bu çatışma gününde hem yüreğimizi hem de başımızı koruyarak göğsümüze doğruluk zırhı ve başımıza kurtuluş miğferi olacaklardır. Işığın çocukları olmamıza rağmen, dünyanın karanlığı etrafımızı kuşatabilir ve karanlık tarafından üzerimize çirkin darbeler indirilebilir.

Bizim olan umut, “kurtuluş umududur.” Kutsal Yazılarda Hıristiyan’dan günahlarının bağışlanmasını uman bir kişi olarak asla söz edilmez, imanlı kurtuluş umudu taşıyan kişidir. Çünkü kurtuluş çok geniş bir anlama sahip olan bir sözcüktür; Rabbin gelişinde bize ulaşacak olan nihai kurtuluşu da içine alan bir anlam taşır. Kurtuluşu umut ederiz; yani, onu ümit ile bekleriz. Nihai kurtuluşun zamanında ulaşacağı kesindir, çünkü Tanrının ve O’nun Sözü’nün üzerine bina edilmiş olan umutlarda belirsizlik unsuru mevcut değildir.

Mesih’i reddeden dünya, Tanrının yargısının gazap kaseleri yeryüzüne döküldüğü zaman, gazaba uğramaya mahkum edilmiştir. Bu ciddi zaman ile ilgili ayrıntıları Vahiy kitabında buluruz. Ancak bizler Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile kurtuluş elde etmek için belirlendik. Tanrının atamaları daima zamanında gerçekleşirler. Asla başarısızlığa uğramazlar. Dünya için gazap, kutsallar için kurtuluş eşit derecede kesindir.

Bu kurtuluş bize 1.Selanikliler 4:16 ve 17.ayetlerde tanımlandığı gibi, Rabbimiz İsa Mesih’in eylemi aracılığı ile ulaşacaktır. O’nun halkı, Kendisi tarafından yargının ineceği yerden alınıp uzaklaştırılacaktır. Tanrı, daha önce de aynı şeyi yaptı; ölüm Hanok’a ulaşmadan önce onu yanına aldı ya da tufan gelmeden önce Nuh ve ailesini yargıdan uzaklaştırdı. Eski Antlaşma’da birden fazla yerde Tanrının, Halkını yargıdan nasıl kurtardığına dair tanıklık yer alır. Tanrı bu korumayı, bir zamanlar Nuh için yaptığı gibi, halkını güvenli bir yerde koruyarak ya da yargıları yeryüzüne vardığı zaman Halkı İsrail’in tanrısayar küçük bir bölümünü gözeterek gerçekleştirecektir. Yargıyı asla görmemeleri için onları yargı yerinden uzaklaştırarak bu korumayı yapabilir; geçmişte Hanok ile yaptığı gibi, ya da gelecekte kilisesi ile yapacağı gibi. Ama önemli olan, Tanrının bunu her zaman yaptığıdır.

Böylelikle, biz “kurtuluşu elde ettiğimiz” zaman, kurtuluş bize, 10.ayette hatırlatıldığı gibi, yerimize geçerek ölmüş Olan aracılığı ile adil bir şekilde ulaşmış olacaktır. Bizim yerimize ölmüş olmasındaki amaç, “bizim O’nunla birlikte yaşamamızdır.” Bu harika gerçek, nasıl da teselli ve teşvik ile doludur.

1.Selanikliler 4:13 ayetinden 1.Selanikliler 5:11 ayetine kadar uzun bir paragraf bulunur ve paragrafın sonu bizi paragrafın başladığı yere geri götürür. İsa, bizim Kendisi ile birlikte olabilmemiz için bizim yerimize öldü. Tanrı, yeryüzünde uyanık ya da mezarlarında uyuyor olan kutsalları, Huzuru’na alacağı zaman tasarısına son dokunuşları yapacaktır.

Hepimiz “sonsuza dek Rab ile birlikte yaşayalım diye” sözleri üzerinde durup düşünelim, öyle ki bu sözlerdeki tatlılık, canlarımıza derin bir şekilde nüfuz etsin. O, bizim yaşayabilmemiz için öldü. Ancak, önümüzde olan yalnızca yaşam değildir, aynı zamanda Mesih ile birlikte yaşam’dır. Dördüncü bölümün sonundaki “birlikte” sözcüğüne dikkat ettik. Diriliş gününde Rab ile buluşmak için tüm kutsallar ile – ve yeryüzünden tanıdığımız kişiler ile tekrar bir araya gelmek - birleşmemiz gerektiğini keşfetmek keyifli idi. Ama yine de, tüm kutsallar ile birlikte sonsuzluk boyunca O’nunla birlikte yaşamaktan zevk alacağımızı bilmek daha büyük bir keyiftir. Peşinden koşmaları ve sevinçleri ile sonsuzluktaki tüm bu yaşamı O’nunla paylaşacağız. O günde O’nun yaşamını paylaşma kapasitesine sahip olabilmek için O’nun yaşamına sahip olacağız. Her ne kadar bu sevinçli yarının harika doluluğunda olmasa bile bu gün dahi O’nun düşüncelerini ve sevinçlerini paylaşabiliriz.

12.ayet ile birlikte son öğütler başlar. Selanik’te resmi olarak atanmış ihtiyarların olmadığı aşikar idi. Bu yüzden elçi onların, aralarında ihtiyar olarak atanmaya hak kazanacak ve ihtiyarların görevini yerine getirecek kişileri bilmeleri – ayırt etmek anlamında – gerektiğini düşünüyordu; böyle kişileri yalnızca bilmekle kalmamalı, ama aynı zamanda onların öğütlerini dinlemeliydiler ve onlara sevgi ile değer vermeleri gerekirdi. Doğası itibarı ile isyankar olan zihin, onların ruhsal yetkisine karşı koymak için herhangi bir resmi atamanın yokluğundan yararlanacaktı; ama böyle bir şey olmayacaktı.

Bu durum, ahlaki özelliğin ve Tanrı tarafından verilen yetkinin her şeyden önemli olduğunu nasıl da açık olarak göstermektedir; resmi kutsama ve atama bir elçi aracılığı ile yerine getirilse bile, ahlaki özellik ve Tanrının verdiği yetki kadar önemli değildi. Ahlaki özellik ve Tanrısal yetki, resmi kutsama ve atama olmadığı takdirde yalnızca boş bir kabuktan ibarettir. Resmi atama bile elçilere özgü bir değere sahip olmadıkça ne ifade eder? Ve Kutsal Yazılar kuşaktan kuşağa aktarılan elçilere özgü güçler ve yetki hakkında oldukça suskundur.

Eğer Rab, Halkının ruhsal refahı ile ilgilenmeleri için bir çobanın içgüdülerine sahip tanrısayar kişiler ortaya çıkartır ise, onların atanması için elçilere özgü güç eksik olsa bile bu kişileri şükrederek fark etmemiz ve onlardan yararlanmamız gerekir. İnanıyoruz ki, bu günkü konumumuz tam olarak budur. Bu tür ruhsal rehberleri hakaret ile reddetmemek için uyanık olmalıyız. Bezdirici ve herkesin işine karışan kişiler ile Tanrı korkusunda ruhsal refahımızın sağlanması için sevgi ile ilgi gösteren kişiler arasında bulunan farklılığı ayırt etmek hiç de zor bir şey olmasa gerek.

14-22 ayetlerinde çok kısa ifadeler ile beyan edilen bir dizi önemli öğütler yer alır. Tanrının kilisesinin herkesin istediği şekilde davranabileceği bir topluluk olarak planlanmadığı çok belirgindir. Tanrının kilisesi aslında tanrısal yetki altındaki ruhsal düzenin muhafaza edildiği bir yerdir. Tanrının kilisesinin Tanrının evi olduğunu hatırlayarak böyle bir yer olması gerektiği beklentisi içinde olmalıyız. Uyarı, teselli ve destek her fırsatta uygulanmalıdır. Sabırlı davranılması da gerekir. İyi olanın ardından gidilmelidir. Sevinç, dua ve şükretmek, kutsalların mutlu ve kalıcı meşguliyetleri olmalıdırlar.

İmanlının sevincini söndürebilecek hiç bir şey yoktur, çünkü sevinç sonsuz olan tarafından sağlanır. Dua sürekli olmalıdır, çünkü ihtiyaç süreklidir ve Tanrının lütuf tahtına giden yol asla kapalı değildir. Dua ve ifade şekli dua olan can tutumu, bir alışkanlık olmalıdır. Tanrı’ya “Her konuda” teşekkürler sunulmalıdır, çünkü “Tanrının, Kendisini sevenler için her şeyi iyilik olarak işlediğini” biliriz. Ayrıca, Tanrı, bizlerin şükreden kişiler olmamızı ister, öyle ki, Mezmur 22:3 ayetindeki ruh uyarınca, O bizim övgülerimizde “taht kurabilsin. Bu konular, yoğun bir şekilde bireysellik içerir.

19-22 ayetleri, daha çok Tanrının Ruhunun işlediği ve Tanrının zihninin bildirildiği Tanrının kutsallarının topluluğu ile ilgili konulara işaret ederler. Bu ilk günlerde Rab bazen doğaüstü yollar aracılığı ile – bakınız Elçilerin İşleri 13: 2; 1.Korintliler 12:7-11; 1.Timoteos 4:1 – konuşmak ve hareket etmek adetinde idi. 1.Korintliler 14.bölümde tasarlandığı gibi, O, aynı zamanda sesini peygamberlerin hizmeti aracılığı ile daha genel bir şekilde de duyurdu. Selaniklilerin, Ruh’un topluluktaki işleyişini düzenlemek için girişimde bulunmamaları gerekiyordu, aksi takdirde Kutsal Ruh’un işleyişini söndürmüş olurlardı. Biz Kutsal Ruh’u kontrol etmeyiz, Kutsal Ruh bizi kontrol eder. Peygamberliklere hak ettikleri önemli yerin verilmesi gerekiyordu; sahte türde olan bir peygamberlik onların bilmedikleri bir şey değildi, işitilen her şeyin “kanıtlanması” gerekiyordu; ya da sınanması gerekiyordu, çünkü her ne kadar ellerinde yazılı Yeni Antlaşma yoksa da Eski Antlaşma vardı ve elçinin sözle bildirdiği buyruklardan haberdar idiler. İşittikleri şeyi sınadıktan sonra iyi olana “sımsıkı tutunmaları” ve “her çeşit kötülükten kaçınmaları” gerekiyordu.

Bu öğütleri okuduktan sonra önümüze çok yüksek bir standart konduğunu hissetmiyor muyuz? Gerçekten de öyledir ve bu standarda ulaşılabilmesi için Tanrı için ayrılmamız gerekir; ve esenlik Tanrısı olan Tanrının Kendisi kutsallığımızın Yaratıcısı olmalıdır. Elçinin arzusu, Tanrının bu sonuç için çalışması idi; tüm insan, ruh, can ve beden olarak O’nun gücünün altına getirilmelidir. Tam olarak kutsallaşmaları bu şekilde olacaktı.

Ruhta, canda ve bedende gerçekten Tanrı için ayrıldığımız zaman, lekesiz olarak korunacağız. Rab İsa’nın gelişinde murdarlık sahnesinden tamamen uzak kılınacağız ve artık benlik içimizde olmayacak. Ama 24.ayet ne kadar da teşvik edicidir! Tüm çöküş ve kusurlarımızda Tanrı bizi yücelikteki bu lekesiz konuma çağırmıştır ve bizim için tasarlamış olduğu amaçları başarısızlığa uğramayacaktır. O, amaçlarını gerçekleştirecektir!

Bu amaca ulaşıncaya kadar ihtiyaç duyulan, sadece Rab İsa Mesih’in lütfunun bizimle olmasıdır. Mektup, bu konuda bir kutsama ile sona erer.

Bölüm I

Barnaba Müjdesi’nde Kur’an İle İlgili Çelişen Bölümler

Önsözün sonunda, Barnaba Müjdesi ve Kur’an arasındaki herhangi bir ilişkinin gerekli özelliklerinden kısaca söz edilir. Şimdi bu soruyu ayrıntılı olarak gözden geçireceğiz, çünkü bu ilişki bir Müslüman açısından en önemli yere sahiptir.

Önce, Kur’an tarafından kabul edilebilen ya da hatta onaylanan değişiklik ya da farklılık türünü gözden geçireceğiz. Sonra iki belgeyi karşılaştırdığımız zaman, esas olarak mevcut olan bazı farklılıkları inceleyeceğiz.

Kur’an’da Kabul Edilen Feshetme ya da Değişim

Kur’an’ın kendisinden açıka belli olduğu gibi, açıklanan yasada bir tür farklılık ya da değişim bekleyebiliriz. Çünkü Tanrı eli tarafından feshetme ya da değişim tedarik eden iki ayet mevcuttur. Geç Mekke Dönemine ait surelerden El-Nahl (Arı) Suresi 16:101 ayetinde şunlar yazılıdır:

Biz bir ayeti değiştirip yerine başka bir ayet indirdiğimiz zaman – ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir-.

Ve H.S.2 yılında inen El-Bakara (Sığır) Suresinin 2:106 ayetinde şunları okuruz:

Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır ya da onu unutturur (ya da erteler isek), yerine daha hayırlısını ya da mislini getiririz.

Buna ek olarak, Kur’an’ın kendi içinde bu tür değişikliklerin ya da sürece bağlı açıklamanın yer aldığı açık örnekler mevcuttur. Burada insan eylemlerini ve ilişkilerini yöneten yasaların değiştirildiği iki örnek vardır. Yasa bir durumda daha katı, diğer durumda ise daha esnek şekilde düzenlenmiştir.

İnsan eylemleri ve İlişkileri ile ilgili Değişiklikler

Değişikliklerden birincisi, şarap içme eylemi hakkındadır. Mekke Suresi El-Nahl’da (Arı) 16:67 ayeti Hicret’ten bir kaç yıl önce şunu açıkladı;  su ve süt ile başlayan ve bal ile sona eren, yiyecekler ile ilgili bereketlerin bir listesi bulunur. Bu listeye dahil olanlar aşağıda belirtilir:

Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki – şarap – (sakar, سَكَرَ ), hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.

Şarap burada, Tanrı’nın bize olan sevgisinin ve sağlayışının bir belirtisi ya da kanıtı olarak düşünülür.

H.S. 2 yılından olan El-Bakara (Sığır) Suresi 2:219 ayetinde şunlar yazılıdır:

Sana içkiyi (şarabı) ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için (bazı zahiri) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.”

Bu ayet şarabın kullanımını teşvik etmez, ama şaraptan uzak durulması için de kesin bir buyruk vermez. Ama aynı şekilde bir sonraki bölümlerden olan ve H.S. 5-6 yıllarında inen El-Nisa (Kadınlar) Suresi 4:43 ayetinde şu buyruklara da yer verilir:

Ey iman edenler! Sarhoş iken (sukara, سُكَارى ) ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de, -yolcu durumu olmanız müstesna – cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın.

H.S.10 yılında inen El-Maide (Masa) Suresi 5:90-91 ayetlerinde şu ifadelere rastlarız:

Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçınınki, kurtuluşa erişesiniz. Şeytan içki ve kumar ile, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah2ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?

Bu iki ayet, şu iki buyruğu kullanarak güçlü bir yasaklamada bulunur; “çekinmek” (bırakmak, kaçınmak) ve onlardan “uzak durmak”. Bu nedenle, H.S.10 yılına ait bu açıklama, daha önceki ayetlerde yer alan bazı belirsizlikleri ya da kuşkuları uzaklaştırmıştır.

Dr. Muhammed Abdül Rauf, bu aynı düşünceyi, El-Qur’an – Introduction and Sample Texts (Kur’an – Giriş ve Örnek Metinler) adlı kitabında belirtmiştir. 1 

Biz Müslümanlar açıklamaların bu kronolojik düzenini öğrenmek istediğimiz zaman, hedefimiz akademik olmanın ötesindedir. Bir bölümün tarihlendirilmesi, Kur’an’a özgü rehberlik ile ilgili anlam çıkarma konusunda önemli olabilir. Örneğin, namaz zamanı yaklaştığı zaman, şarap içme yasağını ima eden 4:43’ün ardından gelen, şarabın yasaklanmasını kesinlikle şart koşan) 5:90 (yukarıda belirtilen Yusuf Ali’nin 5:93,94’ünün aynısı) ile şarap içmenin yasaklanma sürecinin tüm zamanları kapsadığının farkına varırız. Bu yüzden, bu konunun incelenmesi ilk dönemlerden beri önem verilen bir araştırma idi; ve bu konuda yeterli bir bilgiye sahip olmak İslam Yasası öğrencileri için gerekli olan konulardan biri idi.

İkinci örneğimiz, evlilik öğretişi hakkındadır. H.S.2 yılında inen El-Bakara (Sığır) Suresi 2:221 ayetinde yazılı olanları okuyalım:

İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlar ile evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mümin bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkekler ile kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de, iman eden bir köle, Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar.

Bu aynı düşünce, H.S. 5 ya da 6 yıllarında inen El-Nisa (Kadınlar) Suresi 4:25 ayetinde de tekrar edilir:

Sizden kimin, hür mümin kadınlar ile evlenmeye gücü yetmez ise, sahip olduğunuz mümin genç kızlarınızdan (cariyelerinizden – bir cihat ya da kutsal savaş sırasında esir alınan genç kızlar) alsın.

Burada hem erkeklerin hem de kadınların yalnızca müminler ile evlilik yapmaları konusundaki öğretiş oldukça açıktır. Çünkü mümin olmayan kişi eşini imansızlığa ve cehennem ateşine yönlendirebilir. Ama H.S.10 yılında, dört yıl sonra inen El-Maide (Masa) Suresi 5:5 ayetinde kural değiştirilir ve şunları okuruz:

Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydı ile evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helaldir.

Kural, artık Yahudi ve Hıristiyan kadınlarını da kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

Tapınma Biçiminde Değişiklikler

Değişiklikler bulmayı bekleyebileceğimiz bir başka alan, tapınma törenleridir. Örneğin, nasıl dua edileceği konusunda…  Aslında H.S.2 yılında El-Bakara (Sığır) Suresinin 2:142-144 ayetlerinde bu konu ile ilgili bir örnek buluruz. Namaza durulması gereken yön olan Kıble, Yeruşalim yönünde idi, ama sonra bu yön Mekke’deki kutsal camii yönüne çevrildi. Bu ayetlerde şunları okuruz:

Bir takım kendini bilmez insanlar, “Onları (Müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyeceklerdir. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.”

Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve peygamber de size bir şahit (bir örnek) olsun diye sizi ortada bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resul’e tabi olanlar ile, gerisin geriye dönecek olanları ayırd edelim diye kıble yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.

Ey Muhammed! Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!)Siz de nerede olursanız olun (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin.

Bu örneklerden gördüğümüz kadarı ile, Kur’an’ın açıklamasının yirmi üç yılı süresince hem tapınma hem de kişisel davranışlar konusundaki buyruklarda değişiklikler emredilmiştir.Bu nedenle, Barnaba Müjdesi ve Kur’an arasındaki bu doğasal farklılıklar bizi şaşırtmıyor. Bu konuda vereceğimiz tek bir örnek yeterli olacaktır. Barnaba’nıın 115.bölümünde İsa söylediği şu sözler ile temsil edilir.

Bu nedenle, bir erkek Yaratıcısının kendisine vermiş olduğu eşi ile hoşnut olsun ve başka her kadını unutsun.

Ama H.S.5-6 yıllarında inen El-Nisa (Kadınlar) Suresindeki 4:3 ayetini okuyalım:

Eğer velisi olduğunuz yetim kızlar ile evlenip onlar hakkında adaletsizlik etmekten korkar iseniz, onları değil, size helal olan başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın; eğer o kadınlar arsında da adaletli davranmayacağınızdan korkar iseniz, o takdirde bir tane alın.

Böylelikle, Kanonik Müjdelerde olduğu gibi, Barnaba Müjdesinde de İsa’nın, bir erkeğin kendisini bir eş ile hoşnut etmesini buyurduğunu görürüz; oysa Kur’an, Musa’nın Tevratında izin verilen çok eşliliğe geri gider, ama eş sayısını dört ile sınırlar.

Kabul Edilemez Farklılıklar

Ancak her şeye rağmen öyle bir tür farklılık vardır ki, hem Kur’an’ın hem de Barnaba Müjdesi’nin Tanrı tarafından yazıldıkları ile ilgili uzlaştırılması çok daha zordur. Bu farklılık, tarih ile ilgili bir gerçek hakkında aynı fikirde olamamaktan ileri gelir. Örneğin, eğer Barnaba Müjdesi İsa’nın Beytlehem’de doğduğunu söylemiş olsa idi (Bölüm 3’de bunu söyler), ve eğer Kur’an İsa’nın Yeruşalim’de doğmuş olduğunu söylese idi (Kur’an böyle bir şey söylemez), her ikisi de aynı anda haklı olamazlardı. İkisinden birinin hatalı olması gerekecekti. Her ikisinin de Tanrı’dan olduğunu düşünmek zor olurdu.

Bunu aklımızda tutarak, şimdi her iki kitabı incelemeli ve birbirleri ile kıyaslamalıyız. Barnaba Müjdesi’ne döndüğümüz zaman, bu konularda Kur’an ile çelişen çok sayıda bölümün mevcut olduğunu görürüz.

a) İsa’nın Doğumu

Barnaba Müjdesi’nin 3.bölümünde şunları okuruz:

Beytlehem’e varan Yusuf hiç bir yerde kalacak bir oda bulamadı… bu nedenle kentin dışında çobanlar için yapılan bir sığınakta kaldı. Yusuf orada kalır iken, Meryem’in doğum yapması için gereken zaman geldi. Bakire kız çok parlak bir ışık tarafından kuşatıldı ve hiç sancı çekmeden oğlunu dünyaya getirdi. Sonra onu kollarına aldı ve bir kundağa sardı, yemliğe yatırdı, çünkü handa kalacak yer yoktu.

Ama her şeye rağmen, Hicret’ten yedi yıl önce verilen Meryem suresi 19:22-27 ayetlerinde şunları okuruz:

Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!” dedi.

Bunun üzerine Cebrail ağacın altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin, senin alt tarafında bir dere akıttı.”

“Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, sana taze hurma dökülsün.”

“Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olur isen, ‘Şüphesiz ben Rahman’a susmayı adadım. Bu gün hiçbir insan ile konuşmayacağım’ de.

Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!”

Bu iki öyküyü karşılaştırdığımız zaman, en azından iki konu ile ilgili farklılık gösterdiklerini görürüz. Her şeyden önce Barnaba Müjdesi, Meryem’in bebeği çobanların sığınağında dünyaya getirdiğini ima eder, oysa Kur’an Meryem’in kent dışında bir palmiye ağacı altında doğurduğunu yazar. Bu durum kendi içinde bir ciddiyet arz etmekten uzaktır. Ve bir sancı geldiği sırada dışarı koştuğu söylenerek uzlaşma sağlanabilir, ama bebeği sığınakta doğurmuştu.

İkinci nokta, bundan daha ciddidir. Kur’an, Meryem’in sancısının çok şiddetli olduğunu ve bu yüzden onun feryat ettiğini söyler. Ancak Barnaba Müjdesi, Meryem’in, oğlunu “sancı çekmeden” dünyaya getirdiğini özellikle söyler ve bu durumun mucizenin bir parçası olduğunu iddia eder. The Raggs, 1907 yılındaki orijinal analizlerinde bu çelişkiye işaret etti ve “(Bu düşüncenin) Latin Orta Çağ Hıristiyanlığı tarafından kabul edilen bir kısım olduğunu açıkladı.” 2 

Bu nedenle, bu ifade Kur’an ile çelişmesine ek olarak bakacağımız pek çok örnekten ilkidir, yazar Barnaba’nın Orta Çağ Hıristiyanlığı ile ilgili adetler ve düşünceler ile Mesih döneminde Filistin’de yaşayan kişilerden daha bilgili olduğunu gösterir.

b) Yargı Zamanında İnsani Varlıklar ve Melekler

Barnaba Müjdesi’nin 53. bölümünde dünyasal tarihin son on beş gününün her biri esnasında neler olacağına dair bir liste verilir. Listenin son kısmı, aşağıdaki bilgiye yer verir.

On üçüncü günde gökyüzü bir kitap gibi dürülecek ve ateş yağacaktır, öyle ki, yaşamakta olan her şey ölecektir. On beşinci günde kutsal melekler ölecekler ve yalnızca Tanrı hayatta kalacaktır; tüm onur ve yücelik O’na olsun.

Ama İlk Mekke Döneminde açıklanan Abese (Yüzünü Ekşitti) Suresi 80:33-37 ayetlerinde son gün olan yargı günü şu sözler ile tanımlanır:

Kişinin, kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır.

Orta Mekke Dönemine ait El- Hakka (Mutlaka Gerçekleşecek Olan Kıyamet) Suresi 69:13-18 ayetlerini okuyalım:

Sur’a (boru) bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş) tur. Gök te yarılmış ve artık o gün o da çökmeye yüz tutmuştur. Melekler onun kıyılarındadır. O gün Rabbinin Arşını, bunların da üstünde sekiz taşıyıcı taşır. O gün hesap için Allah’a arz olunursunuz. Hiç bir sırrınız gizli kalmaz.

Özetleyecek olur isek, Barnaba, on üçüncü günde tüm insanların öleceklerini ve on beşinci günde ise tüm meleklerin öleceklerini söyler. Kur’an, insani varlıkların yargı gününde (Barnaba Müjdesine göre on beşinci günde) korku ve umutsuzluk içinde koşuşturup duracaklarını ve meleklerin arasından sekiz tanesinin Tanrı’nın tahtını kaldıracaklarını söyler. Burada tekrar kesin çelişkiler ve sorunlar ile karşılaşırız.

c) Gök

El-Bakara (Sığır) Suresi 2:29 ayetinde şunları okuruz:

O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkı ile bilendir.

Yedi tane gök bulunduğunu ifade eden aynı bilgi, H.S.6 yılında verilen İlk Mekke dönemine ait diğer altı Kur’an ayetinde bulunur.

Nuh 71:15, erken Mekke dönemi, “Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır?”

El- Mülk 67:3, Orta Mekke dönemi, “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır.

El-Mu’minun (Müminler), geç Mekke dönemi, 23:86 ayeti, “De ki, ‘Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”

Ha Mim es-Secde, geç Mekke dönemi, (Fussilet) Suresi 41:12, “Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi.

Beni İsrail, (İsrailoğulları), Mekke dönemi, Hicret’ten bir yıl önce, 17:44, “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler.”

El-Talak (Boşamak), H.S.6, 65:12, “Allah, yedi göğü yaratandır…”

Ancak Barnaba Müjdesine baktığımız zaman, burada farklı bilginin yer aldığını görürüz. Bölüm 105’de şunu okuruz:

O zaman ben size göklerin dokuz tane olduklarını söylüyorum. Ama tüm bunlar ile birlikte yeryüzünün tüm büyüklüğü cennet ile karşılaştırıldığı zaman bir nokta kadardır.

Ve Bölüm 178’de şunu okuruz:

Cennet o kadar büyüktür ki, hiç bir insan onu ölçemez. Size gerçeği söyleyeyim, gökler dokuz tanedir.  Ve size yine gerçeği söyleyeyim, cennet tüm yeryüzünden ve tüm göklerin hepsinden daha büyüktür…..

Kur’an’da tanımlanan yedi gök ile çelişkili olarak Barnaba Müjdesi, dokuz tane gök bulunduğunu söyler; onuncu olan cennet ile birlikte diğerlerinin üstündedir ya da diğerlerini çevrelemektedir. Bu Orta Çağ’da çok yaygın olarak görülen bir düşüncedir; Dante 3 adlı yazarın Divine Comedy (Tanrısal Komedi) adlı eserinde bu konuya yer verildiğini görürüz ve eserin orta çağ orijini ile ilgili ikinci bir imasıdır.

d) “Mesih” sözcüğünün kullanımı

(1) “Mesih” sözcüğünün Orijini

Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından çeşitli şekillerde kullanılan bu “Mesih” sözcüğü, orijinin Yahudilerin Tevrat’ından alır. Yeni bir karayla da kahin yeni bir hizmete yerleştirildiği zaman, Tanrı Musa’ya buyruk verdi ve bu kişinin başını özel bir yağ ile meshetmesini söyledi. Böylelikle bu kişi ‘meshedilmiş biri’ anlamına gelen bir maşiakh oldu.

Tanrı,Davud’a Kutsal Ruh aracılığı ile Mezmurları (Zebur) açıkladığı zaman, özel bir “meshedilmiş olan” dan söz etti (bakınız Mezmur 2 ve 45). Zaman geçtikçe Yahudi imanlılar bu Mezmurların ve diğer bölümlerin mucizevi bir güç ile gelecek olan özel bir kahin-krala işaret ettiğini anlamaya başladılar ve bu kişi hakkında konuşmaya ve bu özel maşiakh’ı beklemeye başladılar.

Daha sonra İ.Ö. yaklaşık 200 yılında Yahudi bilginler Tevrat ve Zebur’un Grekçe çevirilerini kendileri yaptılar; İbranice’deki maşiakh sözcüğünü tercüme etmek için, Grekçe’de “meshedilmiş” anlamına gelen hristos’u kullandılar. Ve biz bu kelimeden İngilizce’deki Mesih sözcüğünü elde ederiz. Böylelikle Vaftizci Yahya (Kur’an’a göre Yahya ibn Zakariya) geldiği zaman, Yahudi halkı ona şu soruyu sordu: “Maşiakh sen misin?”, yani vaat edilen özel kişi Mesih.. Ve Vaftizci Yahya şu yanıtı verdi: “Hayır, Mesih (maşiakh) ben değilim. Ben O’nun çarıklarının bağını bile çözmeye layık değilim.” (Luka 3:15-16) “O, geldiği zaman sizi Kutsal Ruh ve ateş ile vaftiz edecek!” (Luka 3:16)

İsa, yeryüzündeki hizmeti sırasında kendisinin Yahudilerin beklemekte oldukları vaat edilen maşiakh ya da Mesih olduğunu öğretti. İsa, göğe alındıktan sonra izleyicileri bu gerçeği öğretmeye devam ettiler. İsa’nın izleyicileri Yahudilere, günahların bağışlanması hakkındaki iyi haberi, müjdeyi açıkladıkları zaman, kullandıkları sözcük, İbranice’deki maşiakh kelimesi idi. Grekçe bilen kişiler ile konuştukları zaman, genellikle Grekçe’deki hristos  (ve bu nedenle Hıristiyan olarak adlandırıldılar) sözcüğünü kullandılar. Ama her şeye rağmen yine de bazen hatta Grekler ile birlikte İbranice maşiakh kelimesini kullandılar, ama Grekçe dilinde “sh” olmadığı ve “kh” genellikle başka dilin alfabesi ile yazıldığı zaman önemsenmediği için, sözcük, messias haline dönüştü (bakınız Yuhanna 1:4 ve 4:25) Latince üzerinden getirilen bu heceleme İtalyanca’da messia haline geldi ve Figür 8’de iki kez görülebilir (Barnaba Müjdesinin İtalyanca el yazması belgesinin 213. sayfasının fotoğrafı.) Bu nedenle, örneğin, 1987 yılında yayınlanan Münir Ba’alkaki’nin hazırladığı modern İngilizce-Arapça Sözlük olan El-Maurid her iki sözcüğü aşağıda belirtilen şekilde sıralar: 4

messiah  (مسيح )

Messias  (يسوع المسيح )

Bu yüzden şu sonuca varabiliriz: Hıristiyanlar İbranice’de maşiakh ya da İngilizce’de messiah ya da İtalyanca’da messia sözcüklerini kullandıkları zaman, bu sözcük ile işaret ettikleri kişi, Meryem oğlu Nasıralı İsa’dır.

(2) Kur’an’daki Mesih

Kur’an aynı zamanda İsa ile ilgili çok sayıda ayeti içerir. Bu nedenle, “messiah” (El-Masih, المَسِيح ) adının Kur’an’da da mevcut olduğunu görmek bizi şaşırtmaz. Bu kelimeyi Kur’an’da aradığımız zaman, onun, Kur’an’da aşağıda gösterilen sekiz farklı kısımda on bir kez kullanıldığını görürüz.

  1. Ali İmran (İmran Ailesi), H.S. 2-3. 3:45: “Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.”
  2. El-Nisa (Kadınlar), H.S. 3-5, 4:157:”Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük; oysa onu öldürmediler.”
  3. El-Nisa (Kadınlar) 4:171-172,”Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emri ile onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Mesih de Allah’a yakın melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler.”
  4. El-Ma’ida (Masa), H.S.10, 5:17, “Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kafir oldular. De ki, “Şayet Allah, Meryem oğlu Mesih’i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah’a karşı kim ne yapabilir?”
  5. El-Ma’ida (Masa) 5:72,”Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kafir oldular. Oysa Mesih şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.”
  6. El-Ma’ida (Masa) 5:75,”Meryem oğlu Mesih, sadece bir peygamberdir (elçidir).”
  7. El-Tövbe (Tövbe), H.S.9 yılı, ayet 9:30,”Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih, Allah’ın Oğlu’dur” dediler. Bu onların ağızları ile söyledikleri sözleridir.”
  8. El-Tövbe (Tövbe) 9:31, “… Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler.”

Bu gördüğümüz ayetlerden açıkça bellidir ki, Kur’an Meryem oğlu İsa’ya “Mesih” ünvanını verir. Bu bölümlerden bazıları H.S.9 ve 10 yılları gibi geç bir tarihte verildiler. Ya da Kur’an açıklamalarının sonunda verildiler, bu yüzden sözcüğün anlamında herhangi bir değişiklik olduğu konusunda hiçbir kuşkuya yer yoktur; anlamda değişiklik olmamıştır. Diğer farklı konularda aynı düşüncelerde olmamalarına rağmen Hıristiyanlar ve Müslümanlar Meryem oğlu Nasıralı İsa’nın Mesih olduğu konusunda tamamen aynı fikirde idiler.

(3) Barnaba Müjdesi’nin Yazarına Göre “Mesih”

İlk yüz yılda yaşamış bir Yahudi olduğu ve İsa’nın öğrencilerinden biri olduğunu iddia ettiği için Barnaba’nın, İsa’dan söz ederken pek çok kez “Mesih” sözcüğünü kullanmasını beklerdik. Bu yüzden Barnaba Müjdesi’nin aşağıda belirtilen sekiz kısmını okuyan biri, “Mesih” ünvanının başka bir kişi için kullanıldığını gördüğü zaman şaşıracaktır.

  1. Bölüm 42. “Sen kimsin?” diyen Levilileri İsa’ya gönderdikleri zaman, İsa itiraf etti ve “Ben, Mesih değilim” dedi.” 5
  2. Bölüm 82. Kadın şöyle dedi: “Ey Rab, belki sen Mesih’sin”, İsa kadını şöyle yanıtladı:’Ben gerçekten İsrail evine bir kurtuluş peygamberi olarak gönderildim, ama Mesih denilen kişi benden sonra gelecek.”
  3. Bölüm 83. Ve (İsa) onlara şöyle dedi: “Bu gece, Tanrı’nın elçisi Mesih’in zamanında olacak, şimdi artık her yüz yılda bir gelen her yılki Jübile (eski Yahudi yasalarına göre elli yılda bir yapılması gereken genel serbest bırakma yılı)….”
  4. Bölüm 96. “Kahin yanıtladı, ‘Musa’nın kitabında, Tanrımızın bize Mesih’i göndermesi gerektiği yazılıdır…. Tanrı’nın göndereceği beklediğimiz Mesih sen misin?’ İsa yanıt verdi: ‘…Ben, o değilim.”
  5. Bölüm 96. “Mesih’in bize ne şekilde geleceğini söyle.’ İsa yanıt verdi, ‘… Ben Mesih değilim.”
  6. Bölüm 97. “O zaman kahin şöyle dedi: “Mesih nasıl adlandırılacak?’ İsa yanıt verdi: ‘… onun kutsanmış adı, Muhammed’dir.’”
  7. Bölüm 198. “İsa yanıt verdi, ‘ama ben Mesih olmadığımı itiraf ettiğim için, Tanrı cezayı benim üstümden kaldırdı.’”
  8. Bölüm 206. “Baş kahin şöyle dedi: ‘Ey İsa, söyle bana, itiraf ettiğin her şeyi, Mesih olmadığını unuttun mu?’ İsa şöyle dedi, ‘Kesinlikle unutmadım .. ve ben Tanrı’nın kuluyum ve sizin Mesih olarak adlandırdığınız Tanrı elçisine hizmet etmeyi arzu ediyorum.’” 6 

Bu sekiz kısım, İsa’nın Mesih olmadığını – Mesih’in Muhammed olduğunu kesin ve açık bir şekilde söylemekteler. Ayrıca buna ek olarak, aynı iddiada bulunan en az yedi ayrı kısım daha mevcuttur. Bunlar Bölüm 42 (ikinci bir kez), 43, 112, 142, 191, 208 ve 210 gibi toplam on beş bölümde yer alırlar.

Bu öğretiş, yukarıda görmüş olduğumuz gibi, Mesih’in Meryem oğlu İsa olduğunu öğreten Kur’an öğretişi ile aşikar bir çelişki içindedir. Aynı zamanda Hıristiyan Kutsal yazıları ile de açık bir zıtlık içinde bulunurlar. 1.Yuhanna 2:22 ayetinde şunu okuruz: “İsa’nın Mesih olduğunu yadsıyan, yalancı değil ise kim yalancıdır?” 7

SONUÇ

Barnaba Müjdesi’nin Kur’an’ın 26 bölümü ile kesin bir anlaşmazlık içinde bulunan 21 ayetini ya da bölümünü gözden geçirmiş bulunuyoruz. Bu karşıtlıkları Kur’an’a eklemek, onun yalnızca bir itibar kaybı ile sonuçlanmasına neden olacaktır.


1. El-Qur’an- Introduction and Sample Text (Washington Dc: İslam Merkezi), sayfa 16.

2. L. And L. Ragg, op.cit., Giriş sayfa xxv.

3. Canto II, 102-132. satırlar; canto XXII, 61-69. satırlar; canto XXVII, 16-49. satırlar. Doğru notlar ve Dante’ye göre bir gök haritası için bakınız L. Sayers and Barbara Rynolds, the Divine Comedy – A New Tranlation (London: Penguin Books, 1962) aynı zamanda Edmund Gardner, Dante’s Ten Heavens (Constable, 1900).

4. Dar-El-Ilm, Lil-Malayen, Beyrut 1987

5. Bu ayet Vienna ms fotoğrafında göz ile görülebilir, (bakınız Figür 9)

6. Vienna ms ile ilgili fotoğrafa bakınız, sayfa 213r (Figür 8)

7. Eğer bir okuyucunun,  Barnaba Müjdesi’nin ender bulunan Arapça kopyalarından birini görmesi gerekecek olsa, İtalyanca messia sözcüğünün Arapça’ya tercüme edilmemiş olduğunu ve masih  (مَسِيح ) olarak yazılmış olduğunu görecektir. Bunun yerine, başka bir dilin alfabesi ile yazıldı. Bunun anlamı şudur: İtalyanca messia sözcüğü olduğu gibi bırakılmıştır, ama Arapça harfler ile masiya (مَسِيَّا ) şeklinde yazılmıştır. Arap çevirmenin sözcüğü neden masiya (مَسِيَّا ) olarak bıraktığını ve neden masih (مَسيح ) yazmadığını bilmiyorum.

Bölüm II

BARNABA’NIN YAZARLIĞI
YAZAR MESİH’İN DÖNEMİNDEKİ BİR YAHUDİ MİYDİ?

Barnaba Müjdesi’ne göre, birinci tekil şahıs olarak konuşan yazar İsa’nın on iki öğrencisinden biri olduğunu iddia eder. Tüm Filistin’de İsa ile birlikte yolculuk etti. İsa mucizeler yaptığı zaman O’nun yanında bulundu. İsa’nın öğretişini ve Yahudi din önderlerinin öğretişini işitti ve biliyordu. Tüm bunları esas alarak aşağıdaki varsayımlarda bulunabiliriz:

  1. Roma Valisi Pilatus görevde iken, Yahudi Baş kahininin kim olduğunu bilmesi gerekirdi.
  2. Filistin’in neredeyse tamamını İsa ile birlikte yürüyerek gezdiği için Filistin’in coğrafyasını bilmesi gerekirdi.
  3. Tapınağın genel planını ve Yahudi dininin bayramlarını bilmesi gerekirdi.
  4. Ana dilinin Aramice olması gerekirdi, ama kendisinden Tevrat’ın klasik İbranice’sini de biraz bilmesi beklenirdi; ve eğer eğitimli biri ise, o zaman büyük olasılıkla Grekçe, hatta belki de Latince bile bilmesi gerekirdi.
  5. Nefret edilen Roma ordularının nerede olduklarından ve bunların kaç tanesinin kendi ülkesinde yerleşmiş olduklarından aşağı yukarı haberdar olması gerekirdi.

Mesih’in döneminde yaşayan bir Yahudi’ye ait bir resmi bina ettikten sonra şimdi Barnaba Müjdesi’nin yazarının bu bilgilere sahip olup olmadığını görmemiz gerekir. Keşfedeceğimiz şey şu olacaktır: Barnaba Müjdesi’nin yazarı tüm bu bilgi alanlarının hepsinde hatalar yapar.

A. Ülkesinde bulunan liderlerin kimler oldukları konusundaki bilgi hataları.

Barnaba Müjdesi bölüm 3’de şunları okuruz:

O zaman Yahudiye’de Sezar Avgustus’un emri ile Herod ve Pilatus, Hananya ve Kayafa’nın kahinlikleri döneminde egemenlik sürüyorlardı. Avgustus’un emri üzerine tüm dünya kaydedildi; bu yüzden herkes kendi ülkesine gitti… aynı şekilde Yusuf da bu emre uyarak bir Celile kenti olan Nasıra’dan, hamile eşi Meryem ile birlikte Beytlehem’e gitmek üzere yola çıktı.

Meryem’i “hamile” olarak ifade eden son cümle, bize yazarın Mesih’in doğduğu zamana ait dönem hakkında konuştuğunu anlatır. En sağlam tarihi ve arkeolojik kanıtlara göre İsa, İ.Ö. 4 yılında doğdu. Bu nedenle, Barnaba Müjdesi, Mesih doğduğu zaman, Yahudiye’de Herod’un egemenlik sürdüğünü söylediği zaman, söylediğinde haklıdır.

Ancak sözü edilen diğer kişiler hakkında ne diyelim? Dünyasal tarihe baktığımız zaman, Pilatus’un M.S. 26 yılına kadar vali olmadığını ve bu valilik konumuna M.S.26 yılından 36 yılına kadar devam ettiğini görürüz. Başka bir deyişle, Pilatus, İsa vaaz etmeye başladığı zaman, Luka’nın, Müjdesi’nin 3. bölümünde doğru olarak belirttiği gibi, valilik yapmaktaydı; ama Barnabas’ın yanlış olarak belirttiği gibi İ.Ö.4 yılında İsa doğduğu zaman vali değildi.

Kahinlere gelince, Hananya, Romalı maliye memuru tarafından azledilinceye kadar M.S.6 yılından 15 yılına kadar baş kahin idi. Ama azledildikten sonra da büyük yetkisine sahip olmaya devam etti ve önemli tüm konularda kendisine danışıldı ve İsa tutuklandığı zaman İsa’yı sorguya çeken Hananya idi. Hananya’nın damadı Kayafa, M.S.18 yılından 36 yılına kadar baş kahinlik yaptı. Bu bilgilerin ışığında, İ.Ö. 4 yılında İsa doğduğu zaman, her ikisinin de kahin olarak görev yapmadıklarını görüyoruz. Özetleyecek olur isek, İ.Ö. 4 yılından itibaren hesaplayacak olur isek, Barnaba’nın Hananya’dan on yıl ilerde, Kayafa’dan yirmi iki yıl ilerde ve Pilatus’tan otuz yıl ilerde olduğunu anlıyoruz.

Ayrıca buna ek olarak, Herod’un (Antipas) Yeruşalim ve Yahudiye’de güce ve buyruğunda askerlere sahip olduğundan söz edilir (Bölüm 214). Bu doğru değildir, çünkü Onun yetkisi altmış mil uzaktaki Celile’de geçerli idi (Bakınız Figür 2). 217. bölümde Herod’dan “sahte ve yalan söyleyen tanrılara tapınan” diğer uluslardan biri olarak söz edilir. Gerçek şudur ki, Herod Yahudi yasasını uyguladı ve tek bir Tanrı’ya inandı. İsa’nın yargılanması sırasında Yeruşalim’de bulunmasının nedeni, Fısıh bayramı için Celile’den oraya seyahat etmiş olması idi.

B. Coğrafya ile ilgili hatalar

Barnaba Müjdesi genelde Yeni Antlaşma’da bulunan topografik kanıtları tekrar eder, ama yazar çeşitli hatalar yapar.

1) Sur Şehri (Tiro) kentinin konumu

Barnaba Müjdesi’nin 99. Bölümünde beş bin kişiyi bş ekme ve iki balık ile doyurmasından sonra İsa’nın ne yaptığını okuruz.

İsa, Şeria nehrinin yakınındaki Tiro’nun oyuk bir kısmına geri çekildikten sonra on ikiler ile birlikte yetmiş iki öğrencisini bir araya çağırdı.

Bu cümle, Tiro’nun (Sur kentinin) Şeria Irmağı’nın yakınında olduğunu belirtir. Aslında Sur kenti, günümüzde Akdeniz’in kıyısındaki Lübnan kentidir (bakınız Figür 1), ve Şeria Irmağı’ndan 30 mil (50 km) uzaklıktadır.

2) Celile Gölü’nün kıyısındaki Nasıra

İtalyanca el yazması belgenin 20. bölümünde bu garip tanım yer alır. İsa ve öğrencileri Celile Gölü’nde tekneye bindiler ve Nasıra’ya doğru yelken açtılar. 1 Gölün üzerinde iken, şiddetli rüzgar fırtınasının dindirilmesi mucizesi gerçekleşti. Bu olaydan sonra metin şöyle devam eder:

Nasıra kentine vardıktan sonra, İsa’nın söylediği şekilde kentin içine dağıldılar.

İsa bir süre Nasıra’da kaldı ve sonra 21. bölümde İsa’nın “yukarıya, Kefarnahum’a gittiği” söylenir.

Böylelikle, Nasıra kenti, gölün kıyısına yerleştirilmiş, ve Kefarnahum ise gölden uzakta bir konumda belirtilmiş olur. Oysa, gerçekte, Kefarnahum Celile gölünün kıyısındadır ve Nasıra kenti Figür 1’de de görülebileceği gibi Celile gölünden on beş mil uzaktadır.

Aynı türde hata daha sonra İsa, Şam’dan Yahudiye’ye gitmeye karar verdiği zaman da karşımıza çıkar. Ferisiler ile yapılan tartışmalar ve gerçek bir Ferisi’nin tanımları hakkında bilgi verilen uzun bir bölümde 143. bölümün başlangıcında, İsa’nın Şam’dan ayrıldığını ve “Nasıra’ya geldiğini” okuruz. Bölümde daha fazla tartışma yer aldıktan sonra, Bölüm 151’de, “İsa’nın bir gemiye bindiğini” okuruz. Bu bölüm, bize, Barnaba Müjdesi’nin yazarının, Nasıra kentinin Celile gölünün kıyısında bulunduğunu daha da ayrıntılı bir şekilde ifade ettiğini onaylamış olur.

Figür 1 M.S.26 yılındaki Filistin kentleri

3) Yazar İsrail ve Samiriye’den Ayrı Yerler olarak söz eder.

İ.Ö. onuncu yüz yıldan altıncı yüz yıla kadar süren krallar dönemi sırasında, Filistin Figür 2’nin A haritasında görülebileceği gibi, İsrail kuzey krallığı ve Yahuda güney krallığı olarak ikiye ayrılmıştı. İsa’nın zamanında, Filistin’in kuzey kısmı, resmi olarak İsrail olarak adlandırılırdı; Samiriye ve Celile olarak isimlendirilen iki bölgeden oluşurdu. Bu söylediğimiz, Figür 2’deki B haritasında net bir şekilde görülebilir.

Barnaba Müjdesi’nin 100. bölümünde öğrencilerin tüm Yahuda ve İsrail’e gitmeleri ve vaaz etmeleri gerekiyordu. Ama bir kaç satır sonra metinSamiriye, Yahuda ve İsrail’den geçmekten söz eder. Yazarın Samiriye olarak adlandırdığı nedir? İsrail olarak adlandırdığı nedir? Her iki harita da görmüş olduğumuz gibi, “İsrail” ve “Samiriye” aynı bölge için kullanılan iki farklı isimdirler. Ama farklı zamanlar içinde kullanılırlar. Aynı hata 126. bölümde tekrar edilir: İsa’nın, öğrencilerini “İsrail”in her yerine gönderdiği söylenir. Bir tanığın, bu gibi konularda bundan çok daha titiz davranmış olması gerekirdi.

4) Ninova kenti Akdeniz’in yanına yerleştirilir.

Asur İmparatorluğu’nun başkenti olan Ninova kentinin Dicle nehrinin doğu kıyısında, kuzey Irak’ta El-khisr adı ile bilinen bir yol üzerinde bina edildiği herkes tarafından iyi bilinir. Ama Barnaba Müjdesi’nin 63. bölümünde şunu okuruz:

Orada Kendisinden korkan hiç kimse olmadığı için Tanrı’nın Ninova kentini yok etmeye karar verdiğini hatırlayın. Yunus Ninova halkından korktuğu için Tarsus’a (İspanya) kaçmaya çalıştı, ama Tanrı onu denize attı ve bir balık Yunus’u yuttu ve sonra onu Ninova yakınlarında ağzından dışarı attı.

Barnaba Müjdesi’nin yazarına göre Ninova kenti Akdeniz’in yanındadır, oysa Ninova kenti aslında 400 mil uzakta, Irak’ta idi. 2

Özetleyecek olur isek, Barnaba Müjdesi’nin yazarı kendisini dört Kanonik Müjde’den ayırır, yazar neredeyse her zaman hataya düşmektedir. Aynı zamanda The Raggs da 1907 yılında bunu belirtti. Çevirilerinin önsözünde şunu yazdılar:

Figür 2 İ.Ö. 900 ve M.S. 26 yıllarında Filistin

Yazarın coğrafya konusundaki bilgisizliği kronolojik konulardaki belirsizliği ile uyum içindedir. Filistin hakkında birinci elden bilgiye sahip olmadığı aşikardır, bizim dönemimizin ilk yüz yılındaki Filistin’den daha az bilgiye sahiptir. 3 

C. Kültür ve Din Bilgisi Konusundaki Hatalar

Bu kısmın giriş bölümünde tartıştığımız gibi, İsa’nın öğrencilerinden birinin birinci yüz yıla ait adetler ve dini bayramların hepsi hakkında bilgi sahibi olmasını beklerdik. Ama aslında gerçek şudur ki, bu kitabın yazarı pek çok hatalar yapar.

1) Kültür

a. Şarap Fıçıları

Romalı askerlerin İsa tarafından Tapınak’tan mucizevi bir şekilde atılmaları hakkında okuduğumuz 152.bölümde şunlar yazılıdır:

Bunun üzerine askerler, şarap ile doldurulmak üzere temizlenmiş tahta fıçılar nasıl yuvarlanırlarsa, askerler de aynı şekilde yuvarlanarak hemen Tapınak’tan dışarı atıldılar.

Bu şarap fıçıları nereden geldiler? Galler ülkesinde icat edilen şarap fıçıları, birinci yüz yıla kadar İtalya’da görünmediler. Bu güne kadar birinci yüz yıl Filistini’nde yapılan arkeolojik kazılarda bu fıçılardan hiçbir iz bulunmamıştır. Eğer mevcut olsa idiler, o zaman çok ender sayıda olurlardı. Yahudiler, şaraplarını muhafaza etmek için çömlek kaplar kullandılar. Şarap fıçıları orta çağa ait bir kelimeyi resmederler, ama birinci yüzyılda ne oldukları anlaşılamaz.

b. 200 Altın Parçası

Yuhanna Müjdesi’nin 6. bölümünde, tüm günü İsa ile birlikte geçiren ve artık karınları acıkan beş bin kişiden söz edilen yerde, Elçi Filip “iki yüz bakır para” nın herkese ekmek satın almaya yetmeyeceğini belirtir. Filip’in burada ifade ettiği şudur:

İki yüz gümüş para; her biri 31 gr.ın sekizde biri, o devirde çok iyi tanınan bir Roma parası türü ve aynı zamanda bir işçinin günlük kazancını temsil eder. Modern bir çeviri, ”sekiz aylık ücret” ifadesini kullanarak bu tutarı net anlaşılır hale getirir, 4  ve Fİlip, çocuklar için bir yorum yaparak “bir hazine değerinde” ifadesini kullanır. 5 

Barnaba Müjdesi’nin İtalyanca el yazması belgesinin 98. bölümünde Filip’in yanıtı şu ifadeye dönüşür: “Rab, iki yüz parça altın herkesin ucundan biraz tadabileceği miktarda ekmeği bile satın almaya yetmez.” Ama aslında iki yüz parça altın ile oradaki herkes için kolayca ekmek satın alınabilirdi, hatta geriye ekmek bile artardı. Bu durumda, Filip’in ifadesinin hiç bir değeri yoktur.

Bu değişiklik nasıl oluşmuştur? İngilizce’deki “pennies” sözcüğü, Latince’deki dinar sözcüğünü tercüme etmek için kullanılır. Ve aslında Grekçe Yeni Antlaşma’da geçen sözcük de budur. Orta çağ dönemine gelinceye kadar Latince denarius sözcüğü yavaş yavaş bir altın parçası anlamına gelen dinar şekline dönüşmüştür. Barnaba Müjdesi’nin orta çağa ait orijini zaman içinde kendini ortaya koymaya başlar.

2) Dini Adetler

a. “Kırk gün”

92. bölümde sözü edilen bu kırk günlük oruç nedir? 92. bölümde şöyle yazar: “Ve İsa orada öğrencileri ile birlikte kırk günü tuttu (allo quadragessima- İtalyanca)”? Yazar bu konudan, okuyucuları, yazdığını sanki tamamen anlıyorlarmış gibi söz eder. Daha sonraki Hıristiyan dönemlerinde bu gerçekleşecektir, çünkü bu sonraki bir Hıristiyan düşüncesidir. İsa’nın günündeki Yahudiler arasında bu tür bir oruç var olmamıştır.

b. Gece Yarısı dahil olmak üzere günde bir kaç kez edilen düzenli dualar

İsa’nın ve O’nun ile birlikte herkesin düzenli olarak ettikleri bu dualar nedir? Herkes tarafından bilindiği söylenen dualar mı?  Örneğin, aşağıda yazılı olanlara dikkat edin:

  • Bölüm 155: “Tapınak’tan dışarı çıkan ve Süleyman’ın verandasında oturan İsa, öğle duasını etmek için bekliyordu.”
  • Bölüm 156:  “Öğlen duasını yapmış olduğu zaman.” (Aynı zamanda Bölüm 163)
  • Bölüm 61:   “Sonra İsa akşam (duasından) sonra ağzını açıyor.”
  • Bölüm 100: “Her akşam gökte ilk yıldız göründüğü zaman, Tanrı’ya dua edilecek zamandır.”
  • Bölüm 83:   “Gece yarısı duasından sonra öğrenciler İsa’nın yanına geldiler.”
  • Bölüm 89:   “İsa yanıt verdi: ‘Şafak duasını söyleme zamanımız geldi.”
  • Bölüm 106:   “İsa şafak duasını bitirdikten sonra, oturdu.

Yazar, sanki herkes tarafından bilinen zamanlarda yapılırmış gibi en azından dört duadan söz eder. İlk yüz yılda yaşayan Yahudiler günde üç kez dua etmek gibi bir adete sahiplerdi, ama bunların içinde bir gece yarısı duası yoktu. Mesih’in döneminde yaşamış olan Barnaba adlı hiç kimse bir “gece yarısı duasından” söz edemezdi. Yazar, gece yarısı ya da sabaha karşı daha sonraki dönemde bazı Hıristiyanlar tarafından bir dua adetinden bahsetmiştir.

c. Jübile (Özgürlük Yılı)

Bölüm 82’de şunları okuruz:

İsa yanıt verdi: ‘ Ben gerçekten de İsrail evine bir kurtuluş peygamberi olarak gönderildim. Ama benden sonra Tanrı tarafından tüm dünyaya gönderilecek olan Mesih (Muhammed) gelecek; Tanrı dünyayı onun için yarattı. Ve ondan sonra tüm dünyada Tanrı’ya tapılacak, ve merhamet alınacak; şimdi her yüz yılda bir gelen jübile yılı Mesih aracılığı ile her yerde her yıl gelecektir.’

“Şimdi her yüz yılda bir gelen” bu jübile nedir? Yahudi özgürlük yılı ellinci yıl olacaktır (Musa’nın Tevrat’ı, Levililer kitabı 25:8-55). Olası tek açıklama Barnaba’nın, kitabını M.S. 1300 yılından sonra yazmış olmasıdır. Bu tarihten önce, yüz yıllık bir zaman süreci tam bir hata olarak görülür. Bu tarihten sonra her şey net hale gelir. Barnaba, Yahudi özgürlük yılı ile ilgili değil, ama Papa Boniface VIII. tarafından kurulan bir Hıristiyan Jübilesi ile ilgili hayali bir uydurma yapar. Bu Hıristiyan Jübilesinin her yüz yılda bir kutlanması gerekirdi ve ilk kez M.S.1300 yılında kutlandı. Bu Hıristiyan Jübilesinin bir kısmı imanlıların günahlarından bağışlanma elde etmeleri içindi. Daha sonra Papa bu zaman sürecini değiştirdi, önce elli yıla indirdi, sonra otuz üç yıllık aralar ile kutlandı ve son olarak yirmi beş yılda bire indirildi. 1450 yılından beri, Kutsal Yıllar bu aralıklar ile kutlanmıştır. 6 

Barnaba Müjdesi’nin yazarı, bu zaman indirimi konusunda da bilgi sahibi gibi görünür. Çünkü yukarıda da gördüğümüz gibi şöyle yazar, “jübile (özgürlük) yılı, Mesih aracılığı ile her yıla indirilecektir.” Bu bölüm tek başına eserin 1300 yılından sonra yazılmış olduğuna dair güçlü bir kanıttır ve gerçekten de 1300 yılından çok sonra yazılmıştır, öyle ki, aralıklardaki azalma çoktan başlamıştır bile. Durum ne olursa olsun, İsa Filistin’de yürüyerek dolaştığı zaman her yüz yılda bir tekrar edilen bir Yahudi Jübile (özgürlük) yılı gibi bir şey mevcut değildi.

D. Dil Hataları

1) Tapınağın Tepesi

Yazar Tapınağın tepesi (İtalyanca pinocholo) ile ne kast edildiğini bilmez. Kendisinin sözcüğü kullanımına göre bundan anladığı yazıcıların vaaz vermek için durdukları yer gibi görünür. Bölüm 12’de şunlar yazılıdır,

Bu nedenle kahinler İsa’ya yalvardılar ve şöyle dediler: “Bu insanlar seni görmeyi ve seni işitmeyi arzu ediyorlar. Bu yüzden Tapınağın tepesine çık ve eğer Tanrı sana bir söz verir ise, bu sözü Rabbin adı ile konuş.” Sonra İsa yazıcıların konuştukları yere çıktı.

Sonra tekrar Bölüm 127-129’da şunları okuruz,

Böylece İsa, Mezmurları okuduktan sonra yazıcıların çıktıkları tepeye çıktı ve elini kaldırarak sessizliği sağladıktan sonra şöyle dedi: “Tanrı’nın Kutsal adı bereketlensin….” Ve bunu söyledikten sonra İsa dua etti.. Duası sona erdikten sonra tepeden aşağı indi.

Arapça çeviriyi yapan kişi de sözcüğü aynı şekilde anlamıştır ve İtalyanca pinocholo sözcüğünü, camilerde çıkıp konuşulan platform olan Arapça sözcük dikka (دِكَّة) ile tercüme etmiştir. Ama, gerçekte, sözü edilen tepe, bir insanın kolayca başının dönebileceği ve düşme tehlikesi içinde bulunduğu bir yer olan Tapınağın tepesindeki dış kenarın üzerinde yer alan yüksek bir nokta idi. Böyle bir yerin, yazıcıların insanlara konuştuğu bir yer olamayacağı kesindi.

2) Ferisi sözcüğünün anlamı

Yazar Ferisilerden sık sık ve ayrıntılı olarak söz eder ve Bölüm 144’de Ferisilerin orijininden ve kelimenin anlamından bahseder. Şunları okuruz:

(İsa şöyle dedi), ‘Söyleyin bana, orijininizin ne olduğunu biliyor musunuz? Ve dünya Ferisileri kabul etmeye ne zaman başladı? Elbette söyleyeceğim size… Tanrı ile gerçekte yürüyen bir Tanrı dostu olan Enok cennete alındı… Ve bu konudan haberdar olan insanlar, cennet için duydukları arzu nedeni ile yaratıcıları Tanrı’yı aramaya başladılar. Çünkü “Ferisi” sözcüğünün tam anlamı, Kenan dilinde “Tanrı’yı arayan” demektir. İnsan eli ile tapınma olan putperestliğe kapılmış olan Kenanlılar’ın durumunu gören iyi kişiler tarafından bu isim türetildi. Kenanlılar arasındaki böyle birine, ‘Tanrı’yı arayan’ anlamına gelen ‘Ferisi’ denildi.

Ve bölüm 145’de şunları okuruz,

Tanrı’nın dostu ve peygamberi olan İlyas’ın döneminde on yedi bin Ferisi’nin yaşadığı on iki tane dağ vardı; ve böylesine kalabalık bir toplulukta bile tek bir günahkarın varlığı bile söz konusu değildi; hepsi de Tanrı’nın seçilmişleri idiler.

Bu bölümlerden anlaşıldığına göre yazarın “Ferisi” sözcüğünün anlamının “Tanrı’yı arayan” olduğuna inandığı ve Ferisiler olarak bilinen dindar Yahudi grubun Kenanlıların Filistin’de güce sahip oldukları dönemde başladığına inandığı aşikardır. Bu durum, o ülkedeki tüm yabancı kuralları yok eden Davud’un döneminden önce – yani İ.Ö. 1000 yılından önce – bu grubun var olduğuna işaret eder. Barnaba Müjdesi’ne göre bu grup öylesine büyüdü ki, İlyas İ.Ö. 9.yüz yılda bir peygamber iken, adı geçen gruptakilerin sayısı on yedi bin idi.

145-150 bölümlerini okumaya devam ettiğimiz zaman, Ferisilerin bir “cemaat” olarak organize olmuş, İlyas tarafından şekillendirilmiş “kuralı” izleyen ve özel bir üniforma ya da giysi giyen, dini bir hareket olarak tanımlandıklarını görürüz – “Ferisilerin alışkanlığı.” Ferisilere inzivada yaşamaları söylendi; insanlar ile ayda bir kez konuşmalılar; masadan aç kalkmalılar; her gece sadece iki saat uyumalılar ve yalnızca toprağın üzerinde yatmalıydılar; sanki orta çağlardaki manastırda yaşayan keşişler gibi hareket etmeleri gerekmekteydi.

Aslında, Ferisilerin hareketi, yalnızca İsa’dan önceki ikinci yüz yılın tarihini taşır.İ.Ö. 168-135 yılları arasındaki Makabean isyanları ile ilgili herhangi bir edebiyat türünde kendilerinden söz edilmez. Ferisiler bu tür vatanperverlik gayreti içindeki isyanlara katılmadılar. Ferisiler ile ilgili en erken tarihi referans, Josephus’un Antiquities of the Jews adlı eserinde tarihlendirilir, xiii.10. 5f. Josephus burada, Ferisiler ve aynı zamanda Baş kahin olan ve İ.Ö. 104 yılında ölen Yahudi bir önder olan John Hyrcanus arasında var olan bir ayrılıktan (hizipten)söz eder.

Ferisiler keşiş değillerdi, dünyada yaşayan ve genellikle evli olan kişilerdi. Hatta onlardan bazıları bir sadelik ve alçakgönüllülük ruhu içinde el ile ticaret yapmayı bile tavsiye ettiler. Ayrıca “ferisi” sözcüğü “Tanrı’yı arayan” anlamına gelmeyen İbranice bir sözcüktür. “Ferisi” sözcüğü, büyük bir olasılık ile “ayrılmış olan” anlamına gelir. Ferisiler, ayrılmış olan kişilerdi. İsa’nın Yahudi bir çağdaşı, Ferisileri hiç bir zaman Barnaba Müjdesi’nin yazarı tarafından kullanılan ifadeler ile tanımlamazdı.

3) Çadır Bayramı

Barnaba Müjdesi’nin 15. bölümünde şunu okuruz: “Çadır Bayramı yaklaştığı zaman, belirli bir varlıklı adam İsa’yı davet etti…”  İtalyanca’da “la festa di Tabernacholi” olarak yazılan bu ifade doğrudur. Yahudilerin böyle bir bayramları vardı (Musa’nın Tevrat’ı, Levililer kitabı 23:33-36) ve İsa’nın bu bayramı kutladığı kesindi. Ama her şeye rağmen, Barnaba Müjdesi’nin 30. bölümünde hala İsa’nın ilk hizmet yılı tanımlanır (bakınız Bölüm 47), şunları okuruz,

İsa, ulusumuzun bir bayramı olan Senofegia’ya yakın Yeruşalim’e gitti.

Sorun şuradan kaynaklanır: bu “senofegia” sözcüğü çadırlar anlamına gelen Grekçe sözcük skenopegia kelimesinin şekli bozulmuş halidir. Yazar, İsa’yı bir yılda iki kez “çadır bayramı” kutlar hale getirmiştir, çünkü yazar Grekçe senofegia sözcüğünün Latince’deki tabernacholi ile tam olarak aynı anlama geldiğini bilmez.

4) Probatika olarak adlandırılan Havuz

Bölüm 65’de Barnaba Müjdesi’nde şular yazılıdır,

Ve o (İsa) Probatika olarak adlandırılan havuza gitti. Havuzun bu ad ile çağrılmasının nedeni, Tanrı’nın meleğinin her gün havuzu karıştırması idi ve havuzun suyu karıştıktan sonra havuza ilk giren her tür hastalıktan şifa bulurdu.

Barnaba Müjdesi’nin yazarı için Probatika sözcüğünün anlamı, şu ifade ile ilgiliydi: ya “suların karıştırılması ya da hareketi” ya da belki “şifa.” Aslında, bu sözcüğün anlamı bunlar değildi. Grekçe’deki anlamı, yalnızca, “koyunların” idi. Ve Yuhanna Müjdesi 5:2 ayetinde şunları okuruz: “Yeruşalim’de Koyun (Probatika) Kapısı yanında, İbranice’de Beytesta denilen beş eyvanlı bir havuz vardır.” Yazar burada tekrar hata yapar, çünkü Grekçe’deki “probatika” sözcüğünün anlamını bilmez. 1907 yılındaki çevirilerinin giriş bölümünde The Raggs, Barnaba Müjdesi’nin yazarının aslında dördüncü yüz yıla ait bir Latin çevirisini kendi Kutsal Kitap bilgisinin temeli olarak kullandığını gösteren çeşitli örnekler verir ve yazarın, Yeni Antlaşma’nın büyük bir bölümünün orijinal olarak yazıldığı Grekçe dilini ya çok az anladığını ya da hiç anlamadığını ifade eder.

E. İsa’nın Hizmet dönemi sırasında Filistin’deki Roma askeri gücü ile ilgili hatalar

Roma’nın, Mesih’in döneminde askeri bölüklerini nasıl dağıttığına ilişkin hızlı bir genel görüş elde etmek için yapmamız gereken tek şey, M.S. yaklaşık 55-117 yılları arasında yaşamış olan Romalı tarihçi Takitus’un Annals adlı eserine bir göz atmaktır. Kitap IV, bölümler 4 ve 5’de M.S. 14-37 yılları arasında egemenlik sürmüş olan İmparator Tiberius’a ait askeri bölüklerin dağıtımı hakkında bilgi verir. Aşağıda aktarılanları okuyalım,

Tiberius aynı zamanda lejyonları ve onları yerleştirmesi gereken kentleri hızla düzenledi. Sanırım bu konu ile ilgili tüm ayrıntılara değinmem doğru olur ve böylelikle Roma’ya ait güçleri, hangi kralların müttefiklerimiz oldukları ve bu durumda imparatorluğumuzun sınırlarının daha ne kadar dar oldukları gösterilmiş olacaktır.

İtalya her iki denizde de donanmalar tarafından korunuyordu; Misennum’da ve Ravenna’da…Ama başlıca gücümüz, Almanlara ve Galyalılara (Fransızların eski adı) ve sekiz lejyona karşı bir savunma olarak Ren üzerinde bulunmaktaydı. Daha sonra boyun eğen İspanya üç lejyon tarafından kontrol altında tutulmaktaydı. Moritanya, Kral Juba’ya aitti; Juba Moritanya’yı Romalılardan bir armağan olarak almıştı. Afrika’nın geri kalan kısmına iki lejyon yerleştirilmişti ve Mısır’da da aynı sayıda lejyon mevcuttu. Daha sonra Suriye ile başlayarak ülkenin (Filistin’i dahil eden) Fırat’a kadar uzanan tüm bölgeleri içinde kontrolü dört lejyon muhafaza etmekteydi ve bu sınır bölgesi üzerinde İberyalı, Arnavut ve diğer krallar için bizim sahip olduğumuz güç herhangi yabancı bir kuvvete karşı bir koruma teşkil ediyordu. Trakya, Rhomatalceler’in ve Coty oğullarının kontrolü altındaydı; Tuna nehri kıyılarında Panonya’da iki lejyon, Mosya’da aynı şekilde yine iki lejyon ve Dalmaçya’da da iki lejyon bulunuyordu. Dalmaçya ülkesinin konumu nedeni ile diğer dört lejyon artçı olarak konuşlanmıştı ve İtalya, ani yardım talep ettiği takdirde dört lejyonun uzaktan çağrılmaları gerekmeyecekti. Ama başkente kendi özel askerleri yerleştirilmişti;üç kent ve dokuz özel imparatorluk muhafızlarından oluşan bir lejyonun onda biri olan piyade taburu (kohort) zorunlu olarak Etrurya ve Umbriya’nın büyük bir bölümünde ya da eski Latyum ve Roma sömürgelerinde toplanmışlardı.

Bu sayıları bir araya topladığımız zaman lejyon sayısının yalnızca yirmi beş olduğunu ya da İspanya’dan Fırat nehrine kadar yüz elli bin Roma askeri mevcut olduğunu anlıyoruz. Ayrıca buna ek olarak büyük olasılıkla, tüm Roma İmparatorluğu’ndaki huzurun korunması için toplam üç yüz elli bin kişiye yardım eden iki yüz bin destek güç daha mevcuttu.

1) Bir örnek olarak Tunus’taki Roma Güçleri

Tiberius’un döneminde Roma’nın askeri bölüklerini yerleştirdiği tarza bir örnek olarak Tunus’u gözden geçireceğiz. Roma askeri stratejisi ana taslak olarak Ammar Mahjoubi tarafından yazılan “Rome et L’Apogeekısmındaki Histoire de la Tunisie – L’Antiquite adlı eserde açık bir şekilde ifade edilmiştir. 7  Ammar Mahjoubi şunu belirtir,

İşgal edilmiş olan bölgenin savunması için Roma, yalnızca zayıf bir işgal ordusu oluşturdu: 5.500 kişiden oluşan bir lejyon ve çok az kişiden oluşan bir yardımcı güç – yaya askerler ve özellikle bir süvari grubu; hepsi toplam on üç bin kişi idi.

Ammar Mahjoubi, bizi ilgilendiren dönemdeki lejyonun Romalı vatandaşlar ile sınırlı olduğunu (bu durum daha sonra değişmesine rağmen) ve yardımcı askeri güçlerin Afrika dışındaki eyaletlerden toplandığını anlatmaya devam eder. İsimlerini İspanya’dan, Türkiye’deki Kadıköy’den (Chalcedon) v.b. alan pek çok yazıt bulunmuştur. Tiberius’un egemenliği sırasında III Augusta lejyonu, Tunus ile Cezayir arasındaki sınır üzerinde bulunan Thala’nın bir kaç mil batısında Haidra olarak adlandırılan küçük bir köy tarafından günümüzdeki Tunus’ta temsil edilen Ammaedara’da yerleşmişti. Aynı zamanda, askeri birliklerin sorunlu noktalara çabucak yerleştirilmelerine izin veren yolların sistemlerini tamamlamak için Tacapae’den (günümüzde Gabes) Ammaedara’ya (Haidra) giden bir yol inşa ettiler. Güney Tunus kendi bölgelerine dahil olmamasına rağmen, Figür 3’deki haritada da görülebileceği gibi, Constantine’e kadar olan Cezayir’in geniş bir kısmı onların nezareti altında idi. Son olarak, aynı kaynağa göre 8 üçüncü lejyona bağlı, genel valilerin yetkisi altında hareket eden altı yüz kişilik bir kohort tarafından başkent Kartaca’da düzen garanti altına alındı.

O zaman özetleyecek olur isek, 50.000 mil kareden fazla bir bölgede huzuru sağlamak için on üç bin asker yeterliydi.

Figür 3 Roma Döneminde Tunus

2) Filistin’deki Durum.

Filistin’de yaklaşık 10.000 mil karelik bir bölgenin durumu, Roma’nın Yahudiler tarafından nefret edilmesinin dışında benzer bir durum arz etmekteydi. Romalılar Yahudilerin ülkesini işgal ettikleri için elbette kendilerinden nefret ediliyordu, ama putperestlikleri nedeni ile kendilerine duyulan nefret daha da büyüyordu. Bu durumun bir sonucu olarak Yahudi grupları sık sık isyan ediyorlardı.

Romalılar, bu başkaldırma olasılığı yüzünden Yahudilere yardımcı askeri güçler olarak güvenemiyorlardı ve Yahudileri askere almıyorlardı. Pilatus yerel vali ve buyruğu altındaki Romalı askerler ile Sezar’ın temsilcisi idi. Ama Filistin daha küçük bir bölge olduğu için Pilatus’un, ülkede huzuru korumak için sahip olduğu asker sayısı az idi. Küçük bir süvari birliği ve her biri altı yüz kişiden oluşan bir kaç tane kohort mevcuttu, tüm ülkedeki toplam asker sayısı üç bin kişiden fazla değildi. 9

Büyük kalabalıklar Romalılarda kuşku uyandırıyordu. Yahudi halkının üzerindeki egemenliklerinden Yahudilerin hiç hoşnut olmadıklarının farkında idiler. Antonio kalesindeki bir Roma garnizonu, Tapınak’ta yirmi dört saat nöbet tutuyordu. Ve büyük bayram kutlamaları sırasında vali, Sezariye’deki başkentinden ayrılıp gerektiği takdirde harekete geçmeye hazır olmak için Yeruşalim’e gitti. Pilatus’un Yeruşalim’de bulunmasının nedeni, Fısıh Bayramı idi ve M.S. 30 yılında İsa’yı yargılayabilirdi.

3) Barnaba Müjdesi’ne Göre Filistin’deki askerler.

a. Bölüm 91’ de şunları okuruz,

Halkı yatıştırmak için baş kahinin baş kahinlik giysileri içinde alnında Tanrı’nın kutsal adını taşıyarak, teta gramaton 10, at üzerinde alayda yer alarak geçmesi gerekliydi. Ve vali Pilatus ve Herod da aynı şekilde at üzerinde olurlardı.

Böylece, her biri kılıç taşıyan iki yüz bin askerden oluşan üç ordu Mizpa’da bir araya geldiler.

Yahudi baş kahinin iki yüz bin askeri ve Yahudileri yöneten kral Herod’un iki yüz bin askeri olduğunu okuduğumuz zaman ne dememiz gerekir? Eğer bu kişiler Yahudiler ise – 400.000 Yahudi – bağımsızlıklarını elde etmek için iki yüz bin Romalıya karşı isyan etmiş olurlardı. Hepsinin Romalı askerler ve yardımcı güçler olduklarını anlayacak olur isek, o zaman tüm Roma İmparatorluğu’nda gerçekten var olan Romalı askerlerden daha fazlası ve Filistin’de var olan askerlerin sayısından iki yüz kez fazlası temsil edilmiş olacaktı.

Yukarıda Takitus’un şu sözlerini gördük,

Daha sonra (Mısır’dan sonra) Suriye ile başlayarak ülkenin tüm bölgesi içinde Fırat nehrinin bulunduğu yere kadar uzanan (Filistin dahil olmak üzere) kısım dört lejyon tarafından kontrol altında tutuluyordu.

Başka bir deyişle, yirmi dört bin askerin ve ayrıca ek olarak yardımcı güçlerin yaklaşık 100.000 mil karelik bir bölgede – Filistin’in on katı olan bir bölgede – huzuru muhafaza etmek gibi görevleri vardı. Filistin’de altı yüz bin askerin varlığından söz etmek bile başlı başına bir komedidir.

b. Benzer türde bir hata aşağıda yazılı olan Bölüm 210’da yer alır,

Sonra Vali Pilatus, senatodan korktu ve Herod ile dostluk kurdu …. Ve her ikisi, İsa’nın öldürülmesi konusunda anlaştılar ve baş kahine şöyle dediler: ‘Kötülük eden suçlu kişinin nerede olduğundan haberdar olduğun zaman onu bize gönder ve biz o zaman sana asker vereceğiz.’

Peki ama baş kahinin zaten iki yüz bin askeri var iken, neden başka askere ihtiyaç duysun ki?

c. Bölüm 214’de Yahuda tekrar konuşur,

‘Eğer bana vaat edileni verir isen, istediğin İsa’yı bu gece eline teslim ederim. Çünkü kendisine eşlik eden on bir kişi ile birlikte tek başına.’ Baş kahin onu şöyle yanıtladı: ‘Ne kadar istiyorsun?’ Yahuda, ‘Otuz parça altın’ dedi. O zaman baş kahin ona parayı hemen verdi ve bir Ferisi’yi asker getirmesi için valinin yanına ve Herod’a gönderdi ve onlar da bir lejyon23 (altı bin asker) verdiler, çünkü halktan korkuyorlardı.

Her şeyden önce, yalnızca on iki kişiyi tutuklamak için altı bin askerin gönderilmesi akıla sığmaz bir tutumdur. İkinci olarak, baş kahinin zaten iki yüz bin adamı ardı. Üçüncü olarak, yukarıda gördüğümüz gibi, Herod, Celile’nin dörtte birini yöneten bir vali olduğu için Yeruşalim’de asker sağlama konusunda güce ya da yetkiye sahip değildi. Dördüncü olarak, genel tarihi bakıştan anladığımız kadarı ile, tüm Filistin’de bir lejyon mevcut değildi ve o tarihlerde yaklaşık altmış bin kişilik normal sayıda nüfusa sahip olan Yeruşalim’de bir kohorttan fazlası bulunmuyordu. 12

d. Romalı askerler ile ilgili son hatayı bölüm 152’de görürüz. Romalı askerlerin bazıları Tapınak’ta İsa ile konuşmaktadırlar ve İsa onlara şunları söyler:

‘Yalnızca adı ile bile orduları ani korkuya sürükleyen ve her şeyi tek bir sözcük ile yaratmış olan Tanrı’yı terk etmeyeceğim kesindir.’ Askerler şu yanıtı verdiler: ‘Haydi şimdi görelim bunu, çünkü seni tutuklamaya geldik ve ellerini İsa’yı yakalamak için ileri doğru uzattılar. O zaman İsa, ‘Adonai Sabaoth!’ dedi. Bu sözleri duyan askerler şarap ile yeniden doldurulmak için yıkanan tahta fıçılardan birinin yerde yuvarlanması gibi o anda Tapınak’tan dışarı yuvarlandılar. Başları ve ayakları kendilerine dokunan hiç kimse olmadığı halde yerlerde yuvarlandılar. Ve öylesine ani bir korkuya kapılmışlardı ki, Yahuda’da bir daha asla görülmeyecek şekilde dehşete kapılarak kaçtılar.

Yukarıda söz edildiği gibi mucizevi bir şekilde Tapınak’tan dışarı atılan askerlerin korku ve dehşete kapılmaları ve Antonia kalesine geri kaçmaları gerçekten de doğru olan ve gerçekleştiği aşikar bir olaydır. Ancak, “Öyle bir korku ile kaçtılar ki, bir daha asla Yahuda’da görünmediler” ifadesi oldukça imkansız bir ifadeye benzer. Firar etmenin cezası, ölüm idi. Bir bowling oyunundaki dar yolda bulunan lobutlar gibi birbirlerinin üzerine yıkılarak Tapınak’tan dışarı yuvarlanmaları ve ülkeyi tamamen terk etmeleri ciddi olamaz. Bu ancak bir maskaralık ve bir komedi olarak görülebilir.

4) Luka’nın kaydettiği şekilde ilk yüz yıl tarihi.

Yukarıda yazılanlar ile karşıt olarak, Kutsal Kitap’ta yer alan Elçilerin İşleri kitabının 21. ve 23. bölümlerinde kayıtlı olan Pavlus’un Yeruşalim’deki mahkumiyeti ile ilgili öyküye baktığımız zaman, bu öykünün dünyevi tarih ile her açıdan uyum içinde bulunduğunu görüyoruz. Elçilerin İşleri 21:26-33 ayetlerinde bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki şu olayı buluruz, Dini inançlarına en çok sadık olan Yahudilerden bazıları Pavlus’u, Yeruşalim civarında Grek bir Hıristiyan ile yürür iken görmüşlerdi. Pavlus’un, Tapınağa bir yabancı getirdiğini düşündüler ve bunu kutsal olana saygısızlık addettiler ve bu nedenle kalabalığı kışkırttılar.

Sonra tüm kent harekete geçti ve insanlar bir araya koşuşturmaya başladılar; Pavlus’u yakaladılar ve onu Tapınak’tan alıp dışarı çıkardılar ve kapılar hemen o anda kapatıldı. Ve onlar Pavlus’u öldürmeye çalışırlar iken, kohortun 13 sulh hakimine haber geldi ve kendisine tüm Yeruşalim’in birbirine girdiği mesajı iletildi. Sulh hakimi derhal askerlerini ve yüzbaşılarını yanına topladı ve birbirine girmiş kente doğru yola çıktı. Ve halk sulh hakimini ve askerleri gördüğü zaman, Pavlus’u dövmeye son verdiler. Sonra sulh hakimi geldi ve Pavlus’u tutukladı ve onun iki zincir ile bağlanması için emir verdi.

Daha sonra Yahudiler tarafından Pavlus’u öldürmek için bir tuzak kuruldu ve buna ilişkin öykü aşağıda belirtildiği gibidir (Elçilerin İşleri 23:16-24):

Ne var ki, Pavlus’un kız kardeşinin oğlu onların pusu kurduğunu duydu. Varıp kaleye girdi ve haberi Pavlus’a iletti. Yüzbaşılardan birini yanına çağıran Pavlus, ‘Bu genci komutana götür, kendisine ileteceği bir haber var’ dedi.

Yüzbaşı, genci alıp komutana götürdü. ‘Tutuklu Pavlus beni çağırıp bu genci sana getirmemi rica etti. Sana bir söyleyeceği varmış’ dedi. Komutan, genci elinden tutup bir yana çekti,’Bana bildirmek istediğin nedir?’ diye sordu? ‘Yahudiler söz birliği ettiler’ dedi, ‘Pavlus ile ilgili durumu daha ayrıntılı bir şekilde araştırmak istiyorlarmış gibi, yarın onu Yüksek Kurul’a götürmeni rica edecekler. Ama sen onlara kanma! Aralarından kırktan fazla kişi ona pusu kurmuş bekliyor. ‘Onu ortadan kaldırmadan bir şey yiyip içer isek, bize lanet olsun’ diye ant içtiler. Şimdi hazırlar, senden olumlu bir yanıt gelmesini bekliyorlar.’ Komutan, ‘Bunları bana açıkladığını hiç kimseye söyleme’ diye uyardıktan sonra genci salıverdi. Komutan, yüzbaşılardan ikisini yanına çağırıp şöyle dedi: ‘Akşam saat dokuzda Sezariye’ye hareket etmek üzere iki yüz piyade, yetmiş atlı ve iki yüz mızraklı hazırlayın. Ayrıca Pavlus’u bindirip Vali Feliks’in yanına sağ salim ulaştırmak için hayvan sağlayın’ dedi.

Elçilerin İşleri 23:31-33:

Askerler kendilerine verilen buyruk uyarınca Pavlus’u alıp geceleyin Antipatris’e götürdüler. Ertesi gün, atlıları Pavlus ile birlikte yola devam etmek üzere bırakarak kaleye döndüler. Atlılar Sezariye’ye varınca mektubu valiye verip Pavlus’u teslim ettiler.

Pavlus’un Tapınak’tan dışarı atıldığını gördük, çünkü Yahudiler, onun, sünnet edilmemiş bir putperest Grek vatandaşını Tapınak’tan içeri getirdiğini ve kutsal yere saygısızlık ettiğini düşündüler. Tapınağın kapısını kapattılar ve onu öldürmek için harekete geçtiler. Sesleri Roma taburunun komutanına ulaştı (Elçilerin İşleri 21:31,32);  tabur komutanı hemen yüzbaşıları ve askerleri yanına alarak kargaşayı bastırmak üzere kalabalığın olduğu yere koştu. Bölüm 23:16’da Pavlus’un yeğeni, onu uyarmak üzere kaleye geldi. Roma taburu komutanı kendisine ulaşan haberleri dinledikten sonra yüzbaşılarından ikisini yanına çağırdı ve onlara iki yüz piyade, yetmiş atlı ve iki yüz mızraklı hazırlamalarını buyurdu. Akşam saat dokuzda, otuz mil uzaklıkta bulunan Antipatris’e doğru, o ünlü Roma yollarından birini kullanarak tam donanımlı bir şekilde yürüyüş hızı ile harekete geçtiler. Sonra piyadeler kaleye geri döndüler ve atlılar ise Sezariye’ye ulaşmak için önlerindeki otuz mili süratli bir şekilde tamamlayıp Sezariye’ye vardılar.

Luka, birinci yüz yıla ait bir Hıristiyan yazar idi. Pavlus’un Yeruşalim’deki tutuklanmasına ilişkin yaptığı anlatım, Roma işgali altındaki Yeruşalim hakkında bildiklerimiz ile tam bir uyum içindedir.

Barnaba Müjdesi’nin yazarının verdiği sahte bilgi ile ne kadar büyük bir karşıtlık! Yazarın asla orada bulunmadığı aşikardır.

Özet

Şimdiye kadar tarihi, coğrafi ve kültürel yirmi beş hatayı ayrıntılı bir şekilde tartıştık. Şimdi devam edebilir ve bölüm 217’deki “Ferisi Yüksek Kurulu’nun” İsa’yı yargıladığı ifadesini tartışabilirdik. Aslında Sanhedrin ya da Yahudi Yüksek Kurulu, Sadukiler olarak adlandırılan bir başka Yahudi din grubunun güçlü üyeleri tarafından kontrol edilirdi. Bölüm 142’deki İsmailoğulları – Mesih’in zamanında kullanımdan kalkmış olan bir sözcük - sözcüğünün kullanımını tartışabilirdik. Ancak bunu yapmamız hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Mesih olmadığını tasdik eden İsa’nın genel konusu, sayısız hatalı tarihi, coğrafi, kültürel, dini ve dil bilim ile ilgili ayrıntıların hepsi aynı sonuca yönlendirirler.

Barnabas’a göre Müjde’nin ilk yüz yılın başlangıcında Filistin’de yaşamış olan bir” Barnabas” tarafından düzenlenmiş olması imkansızdır ve bu konuda bazı Müslüman bilginleri dahi aynı fikirdedirler.

Barnaba Müjdesi’nin sahte olduğuna ilişkin Müslüman yazarların tanıklığı

Aaod Siman adlı yazar The Gospel of Barnabas in the Light of History, Reason and Religion (Tarih, Mantık ve Din ışığında Barnaba Müjdesi) ismini verdiği kitabında şunları yazar: 14 

Bazı Müslüman bilginler Barnaba Müjdesi’ni yoğun bir şekilde araştırdılar ve bizim bulgularımızın hepsini tamamen kabul ettiler.

Aaod Siman özellikle aşağıdaki şu iki yazara dikkat çeker.

A.  26 Ekim 1959 yılında yayınlanan El-Akhbar gazetesinde Barnaba Müjdesi hakkında yazan Profesör Aabas Mahmud, beş ilke üzerinde durur.

Öncelikle, Barnaba Müjdesi’nde kullanılan pek çok ifadenin Arap dilinin Endülüs’e yayılmasından önce bilinmediklerine dikkat çeker. İkinci olarak, cehennem hakkındaki tanım, Mesih’in zamanındaki İbrani Hıristiyanlar arasında bilinmeyen son gerçeklere “dayanır” (bakınız Bölüm IV). Üçüncü olarak, Barnaba Müjdesi’nde bulunan bazı ifadeler, Arap kaynaklarından Avrupa kıtasına nüfuz etmişlerdi. Dördüncü olarak, Mesih, mesajını kalabalıklara alışıldığı şekilde “Tanrı’nın elçisi Muhammed’in” adı ile anlatmadı. Ve beşinci olarak, bu müjdede sözü edilen bazı hatalar şu tarzda idiler: Halkının kitapları hakkında bilgi sahibi olan Yahudi, onlardan habersiz olamazdı ve Kanonik Müjdelere inanan Batı kilisesinin Hıristiyanı, tekrarda bulunmaz, ve Barnaba Müjdesi’ndeki çelişkileri anlayan ve onunla Kur’an arasındaki zıtlıkların farkında olan Müslüman onlarla ilgilenmeyecektir.

B. Arap ansiklopedisi El-Misra ‘da ‘Barnaba’ başlığı altında yazan Dr. Muhammad Chafiq Ghorbal, aşağıda yazılı olanları ifade eder.

On beşinci yüz yılda bir Avrupalı tarafından üretilen sahte bir Müjde ve Mesih’in dönemindeki Filistin’deki siyasi ve dini koşulları tanımlaması hatalar ile doludur. Örneğin, İsa’nın (Yeşu) diline Mesih olmadığı sözünü yerleştirir, ama aynı zamanda da İsa’ya, Mesih olacak olan Muhammed’i ilan etmek için geldiğini söyletir.

Sonuç

Tüm bu bilginin ışığında, varacağımız tek sonuç, Barnaba Müjdesi’nin orijinal bir ilk yüz yıl belgesi olarak hiç bir tarihi değere sahip olmadığıdır. Bu noktadan itibaren Barnaba Müjdesi’nden Sahte Barnaba Müjdesi  olarak söz edeceğiz ve bu sahte müjdenin çok daha sonra, Mesih’in zamanından pek çok yüz yıl sonra düzenlenmiş olduğunu gösteren kanıtları gözden geçireceğiz.


1. Arapça’da “yelken açıldı” ifadesi bu zorluğu azaltmak amacı ile “seyahat etti” olarak hatalı bir şekilde tercüme edilmiştir.

2. İskender Jadeed, The Gospel of Barnabas “A False Testimony”. (Rikon, Switzerland: The Good Way).

3. Lonsdale and Laura Ragg, op.cit., sayfa xxi.

4. New International Version, (Wheaton: Tyndale, 1982)

5. The Living Bible, (Wheaton: Tyndale, 1982).

6. Jomier, op.cit., sayfa 223 üzerine not.

7. Histoire de la Tunisie – L’Antiquite (Tunis: societe Tunisienne de Diffusion) sayfa 137-139.

8. aynı kitapta, sayfa 242.

9. Bakınız E. Schurer, Geschichte des Judischen Volkes (Yahudi halkının tarihi)- (Leipzig, 1901) Cilt I, sayfa 458-465

10. “dört harflik sözcük” anlamına gelen doğru heceleme, “tetragrammaton” dur. Bu, Tanrı’nın adını yanlış hecelemeye benzer. Mümkün olmasına rağmen, İsa’nın bir Müjde yazması için buyruk verdiği bir ilk yüzyıl Yahudisi’nin bunu yapacağını düşünmek zordur.

11. Arapça’da lejyon (altı bin asker) sözcüğünü katiba  (كَتِبَة ) olarak tercüme etmişlerdir. Ama katiba Latince’de tabur ya da kohortun (altı yüz asker) karşılığıdır. Katiba , Yuhanna 18:12 ayetinde yazılanlar ile uyumludur. Bir kohort, roma sulh hakimi ile gelir, ama bu sözcüğü “lejyon” olarak kullanmak doğru değildir.

 

12. Bakınız F. F. Bruce, Peter, Stephen, James and John (Grand Rapids: Eerdmans, 1980), sayfa 99.

13. Bir Roma taburu komutanı (Bir sulh hakimi), 5 ila 6 refakatçisi olan bir kohort üzerinde yetki sahibi idi. Yüz kişilik her grubun başında buyruk veren bir yüzbaşı bulunurdu.

14.   إنجيل برنابا في ضوء التاريخ والعقل والدين (Kahire: Publishing and Distribution House of the Episcopal Church) 3. baskı.

Bölüm III

M.S.1300 Ve 1634 Yılları Arasındaki Bir Orijini Kanıtlayan Barnaba Müjdesi’ndeki Delil

Bölüm I’de, Barnaba Müjdesi’nin on gökten söz ettiğini gördük ve yedi gökten söz eden Kur’an ile çeliştiğine işaret ettik. Bu düşünceden, on üçüncü yüz yılda Dante’nin zamanına kadar kimsenin bilgisi yoktu. Bölüm II’de bir ilk yüz yıl Yahudisi için imkansız olan pek çok şeyi tartışır iken, bu hatalı ifadelerin çoğunun orta çağa ait adetler ile aynı zamanda meydana geldiklerini fark ettik; örneğin, bir altın para olarak bir dinar ve M.S.1300 yılında ilk kez her yüz yılda bir kutlanan Jübile (Özgürlük) yılı. 1

Bu Bölümde Barnaba Müjdesi’nde bulunan belirli inançlara daha ayrıntılı olarak bakacağız ve zaman içindeki evrimlerini inceleyeceğiz. Bunlar yıllar içinde evrim geçirmiş olan Hıristiyan inançları, öğretişleri ve adetleridir. Eğer bir kişi orta çağlar boyunca var olan Hıristiyan edebiyatı ile ilgilendi ise, o zaman Sahte Barnaba Müjdesi’nin gerçekten yazıldığı tarih hakkında eğitimli bir değerlendirme yapabilmesi mümkün olur.

Ben bu edebiyat ile çok yakından ilgilenmiş biri değilim. Bu yüzden, bu bölümdeki deliller ile ilgili olarak Frere J. Jomier O.P’den “L’Evangile Selon Barnabe” adlı yazısından bilgi edinmek için izin istedim ve aldım.  Yazıdaki bazı kısımları kısaltma özgürlüğü elde ettim; ve yalnızca referansı vermek yerine Barnaba Müjdesi’nden tam alıntılar vererek bazı kısımları da uzattım. Bunun dışında, yazı Jomier’in ve onunla iş birliği yapanların çok özenli çalışmalarını temsil eder. Jomier ile iş birliği yapan kişilerden burada söz ediyorum, çünkü sayfa 219’da bulunan bir not edebiyatı yakından tanıyan Katolik Hıristiyanlar için bile gerekli olan yoğun çalışmayı açıklar. Okuyalım,

Önümüzdeki çalışma, kendilerine yürekten teşekkür ettiğimiz R.R.P.P. Robillard ve Kenzeler tarafından yapıldı. Bu kişiler, geniş bir araştırma yapmış olduklarını iddia etmeksizin pek çok günler geçirdiler.

Barnaba Müjdesi’nin yazarı hangi zamanda ve hangi yerde yaşadı?

Şimdi gözden geçireceğimiz soru, bir öncekinden oldukça farklı bir sorudur. Bu ana kadar Sahte Barnaba Müjdesi’nin belirli ifadelerini Hıristiyan döneminin ilk yüz yılı sırasında Filistin hakkında tarihin bize ne öğrettiğini karşılaştırdık. Bu inceleme sırasında Sahte Barnaba Müjdesi’nin İsa’nın zamanındaki Filistin çevresinde düzenlenmemiş olduğu sonucuna kesinlikle varabildik. Bu sonuç tamamıyla olumsuzdur, ama çalışmanın güvenilir olduğuna dair mutlak bir biçime sahip olduğundan söz edebilmek için kesinlikle yeterlidir.

Şimdi gerekli olan, bu çalışma hakkında daha fazla neler söylenebileceğini görmektir. Metni incelediğimiz sırada en olası hipotez, Barnaba Müjdesi’nin bir İtalyan tarafından 2 14.ve 16 yüz yıllar arasında yazıldığının net bir şekilde ortaya çıkması olacaktır. Yalnızca yeni belgelerin keşfedilmeleri aracılığı ile düzenlemenin tarihi ve yeri hakkında daha kesin bir duyuru yapılması için izin çıkacaktır. Ama yine de tekrar edelim, güvenilirlik ile ilgili herhangi bir sorgulama tamamen ve itiraz kabul etmez bir şekilde mümkün değildir.

Orta Çağın ya da Rönesans’ın sonu sırasında Batılı bir çevreyi ele veren unsurlar

1) Göz yaşları

Barnaba Müjdesi’nin belirli ayrıntıları tamamen orta çağa ait değildirler; ama yine de bu dönem sırasında var olmadıkları söylenemez. Ağlamak, bir acının ya da duygunun belirtisidir. Ağlamak, temel bir insan reaksiyonudur. Her şeye rağmen, Hıristiyan manastır çevrelerinden gelen tam bir ruhsallık akımının göz yaşları üzerinde ısrar ettiklerini biliyoruz. Batıda, bu gelenek orta çağda hala canlıydı. Ve kutsalların yaşamlarında gözyaşı armağanının önemi görülür. Sahte Barnaba Müjdesi’nin 103. bölümünde ifade edildiği gibi, “denizlerde var olan sular kadar çok gözyaşı dökmek ve yine de daha fazla ağlamayı arzu etmek”, bize biraz abartılmış bir ifade gibi görünebilir. Ama büyük olasılıkla bu tür bir ifade orta çağlarda ve on altıncı yüz yıla girildiğinde yaşayan bir vaizin dudaklarında abartılmış bir ifade değildi. Bu dönemlerde belirli kutsallar Tanrı’nın kendilerinden istediği bu tür iyilikleri her gün yazdılar.

Muhterem Vaiz P. Robillard’ın bu konu hakkında bizim için yazdıklarının özü şudur.

Gözyaşlarının Hıristiyan Batı’daki önemi büyüktür (I. Hausherr, Penthos, La doctrine de la componction dans I’orient Chretien, [Roma, 1944]). Ağlamak, buyrukların uygulamasından sonuçlanan bir keşiş görevidir. Bu gelenek, yaklaşık 435 yılında ölen Cassien aracılığı ile batıya geçti, (Conference 9, de la priere, bölüm 29 [P.L., Migne, t.49, 804-805] ve Büyük Aziz Gregory aracılığı ile (Dialogues, L3, bölüm 34), M.S. yaklaşık 600 yılında. Vicdan azabı (pişmanlık ya da nedamet) Büyük Aziz Gregory’e göre, insanın aklına günah hatırlandığı zaman, cehennem korkusu duyulduğunda, bu yaşamın sefaleti düşünüldüğü zaman ve cennet arzu edildiği zaman gelir.

Aziz Bernard (yaklaşık 1153 yılında öldü) bu tür ruhsallığın tarihinde yeni bir adım belirler. Aziz Bernard gözyaşlarına gizemli bir önem verir (cf. Epiphania domini’de, Vaaz 3, P.L., 183, col.152) … Ve böylelikle çok geçmeden gizemli yolcu rehberini gözyaşlarının bir işlevi ve az çok soyluluğunu tanımlayan eserler ortaya çıkar. Böylece gözyaşlarının tartışması Sienne’li Aziz Catherine’nin (1380 yılında öldü) Dialogue’ una dahil edilir. Son olarak Loyola’lı Aziz Ignace ruhsal günlüğünde döktüğü gözyaşlarını yazar (özellikle bakmanız gereken: Aziz Ignace, Journal Spirituel , 13 Mart 1544 yılından 27 Şubat 1545 yılına kadar olan ikinci kitap, M. Gieliani tarafından tercüme edildi ve yorumlandı, [Paris, Desclee-de Brouwer, 1959]).

Sahte Barnaba Müjdesi, günah nedeni ile dökülen gözyaşlarından söz eder (cf. Bölümler 12,47, 50, 70, 103, 117, 195, v.b.), bu yaşamın sefilliği nedeni ile dökülen gözyaşları (Bölüm 27), tanrısal ceza nedeni ile dökülen gözyaşları (bölümler 41, 203-204), cehennem yüzünden dökülen gözyaşları (Bölümler 55, 57-58), cennet arzu edildiği için dökülen gözyaşları (Bölüm 112), v.b. Bir dost ya da bir kardeş için ağlamaktan söz eder (Bölümler 188, 193), Meryem’in, oğlu için döktüğü gözyaşları (Bölümler 209, 219). Aynı zamanda adanmışlık nedeni ile ağlamak da yer alır, ama bu durum nispeten ender görülür.

2) Felsefik İfadeler

Sahte Barnaba Müjdesi Bölüm 83’de İsa’yı dua eder iken sunar,

Yalnızca senin Tanrı olduğunu itiraf ederim … insanlar arasında benzerin yoktur, çünkü sınırsız iyiliğin içinde sen ne talebe ne de herhangi bir tesadüfe bağımlı değilsin.

Bölüm 133’de İsa’ya şu sözler söyletilir,

Bir ailenin babasından, size gerçeği söylüyorum, o Tanrımız Rab’dir; her şeyin Babası’dır, çünkü her şeyi o yaratmıştır. Ama o doğa tarzına göre bir Baba değildir, çünkü o hareket edemez, hareket etmeyen soy imkansızdır.

Ve tekrar bölüm 106’da şunu okuruz,

Sonra İsa şöyle dedi: ‘Canımın huzurunda durduğu Tanrı’nın yaşadığı gibi, pek çok kişi yaşamlarımız ile ilgili aldatılmaktadır. Çünkü can ve duyu öylesine yakın şekilde birleşmişlerdir ki, ne kadar çok sayıda insan can ve duyunun bir olduğunu ve aynı şey olduğunu onaylar ise, onu öz aracılığı ile değil, işlem aracılığı ile böler ve duyarlı, bitki gibi yaşayan ve zihinsel can olarak adlandırır.’

Son olarak, Bölüm 174’de Cennet’te kokma (çürüme) olup olmadığı hakkında bir tartışma yer alır.

İtalyanca el yazması belgesinde yer alan bu felsefik ifadeler metnin tarihini tam bir kesinlik ile belirlememize izin vermezler. Bu felsefik ifadelerin varlıkları yalnızca şunu gösterir: düzenleme, eğitimli imanlıların daha önceden imanlarının içeriğine zaten yansıtmış oldukları ve onu felsefe ile ilgili yerleştirmiş oldukları bir zamanda gerçekleşti. Hıristiyanlar arasında bu tür ilk girişimler üçüncü yüz yılda İskenderiye’de başladı. Müslümanlar arasında benzer bir çabayı Arap filozoflarının girişimlerinde görüyoruz.

Bu tür düşünce önceleri belirli bir çevre içinde sınırlıydı. Buna karşıt olarak Sahte Barnaba Müjdesi’nin kendisini, önceden zaten oldukça tam bir felsefik anlayışa sahip olan bir topluluğa sunar gibi göründüğüne dikkat ediyoruz. Yazarın kullandığı kelime hazinesi, orta çağın yüksek felsefe ya da din öğretmenlerinin 13. ya da 14. yüz yıla kadar batıdaki eğitimli kişiler arasında tanıtmış olduğu kelime hazinesinin aynıdır.

Bu tür düşünceler yazarın okuyucuları arasında zaten iyi anlaşılıyor olmasalar idi, sondan, hareketten, tesadüften, canın öze ya da harekete göre bölünmesinden ve canın üç bölümlü görünümünden (yukarıdaki alıntılarda söz edildiğini gördüğümüz) bahsetmenin bir anlamı olmayacaktı. Bu tür bir konuşma tarzı, orta çağın sonlarında ya da Rönesans döneminin başlarında yaşayan eğitimli bir vaiz için uygunsuz olmazdı. Ama ilk yüz yıl Filistininin halkına konuşan İsa’nın ağzında uygunsuz olacağı kesindi. Yirminci yüz yılda biz de bu şekilde konuşmadığımız için bu tür bir konuşma tarzı bizim için de uygunsuz olurdu.

3) Bir Orta Çağ sosyal yapısına işaret eden bölümler

İsa’nın yasa bilimcilere, yazıcılara ve kahinlere saldırıda bulunduğu bir bölümde bir orta çağ görünümünün mevcut bulunduğu açıktır. Bölüm 69’da bulunan bu görünüm, ileri gelen sınıfların lüks içinde yaşadıkları ve din önderlerinin yalnızca onları taklit etmek ile ilgilendikleri seçkin bir toplumu önceden varsayar. Aynı zamanda silahşörlerin genellikle savaştıkları ve sorgulanan din önderlerinin evli olmadıkları bir toplumu da varsayar.

Ve İsa sözlerine şöyle devam etti: “Ey yasa bilimcileri, Ey yazıcılar, Ey Ferisiler, Ey kahinler, söyleyin bana. Silahşörler gibi siz de atlarınızın olmasını arzu ediyorsunuz. Ama savaşa gitmek istemiyorsunuz. Kadınlar gibi zarif giysilere sahip olmak istiyorsunuz, ama yün eğirmek ve çocuk besleyip büyütmek istemiyorsunuz. Tarlaların ürünlerini arzu ediyorsunuz ve toprağı sürüp ekmek istemiyorsunuz. Denizdeki balıkları arzu ediyorsunuz, ama balık tutmaya gitmek istemiyorsunuz. Vatandaşlar olarak onura sahip olmak istiyorsunuz, ama yönetmenin getirdiği zahmetler ile uğraşmak istemiyorsunuz; ve kahinler olarak ondalıkları ve ilk ürünleri almak istiyorsunuz, ama Tanrı’ya gerçekte hizmet etmeyi arzu etmiyorsunuz.”

Bu tür azarlama kabilinden uzun sert sözler İsa’nın zamanındaki Filistin’de yersiz tutumlardı. Köy önderleri olmalarına rağmen yazıcılar ve Ferisiler basit bir yaşam sürdüler, yaya olarak seyahat ettiler ya da eşeklere ve sıpalara bindiler ve her biri kendi aile bireylerinin ihtiyaçları ile ilgilendi. Bu tür bir azarlanmaya maruz kalmaları hiç de uygun değildi; tamamen yersizdi.

Ve şu savaş konusu! Kime karşı savaş? İsa’nın bu şekilde konuştuğuna inanmamız mı gerekmektedir? Yalnızca Romalıların bir orduya sahip oldukları bir anda ve ara sıra seyrek olarak baş kaldıran bu kişilerin süvari grubu ile karşılaşmak için tepeler bile bulamadıkları bir yerde bu tür bir paylamanın kesinlikle yersiz olduğunu tekrar belirtelim.

Öte yandan, Rönesans cumhuriyetlerinin İtalya’sında bu tür bir sahneyi zihnimizde kolayca canlandırabiliriz. On dördüncü yüz yıldan itibaren bu tür azarlamalar dünyasal ruhban sınıfına ve kötü pastörlere mükemmel bir şekilde uygulanabilirdi. Dinlememiz gereken azarlamalar yalnızca Sienne’li Catherine’nin (1380 yılında öldü) bu tür ruhban sınıfını tövbeye ve inanç değişikliğine yönlendirmek amacı ile öğüt veren hitaplarıdır. Sienne’li Catherine, onları azarladıktan ve hırslarını rezil ettikten ve kilisede onur ve yüksek görevler elde etme arzularını payladıktan sonra sözlerine şöyle devam eder:

Kilisenin tüm geliri masraflı giysiler satın almak için kullanılır; amaç, zevkli ve modern giyinmektir; kilise bilginleri ve yeminlerine sadık kalan dini kişiler gibi değil, saray Efendileri ve Hanımefendileri gibi giyinmektir. Gösterişli saç biçimlerinden, evlerine yerleştirdikleri sayısız altın ve gümüş vazolardan zevk alırlar …. Yalnızca şölenlerin hayalini kurarlar ve Tanrıları mideleridir. (Dialogue, II,  55.)

Tüm bunlar İtalyan el yazması belgelerinde bulunan azarlamalar ile aşağı yukarı aynıdırlar – onura duyulan susuzluk, kilise gelirinin lüks ve gösteriş için kullanımı. Elbette yine de tek bir farklılık mevcuttur. “Çocuk beslemeyi ve büyütmeyi istememek” konusundan yalnızca Barnaba söz eder. Belki Barnaba, Katolik Hıristiyan Sienne’li Catherine’nin açık bir şekilde sorgulamadığı bekarlığa saldırmayı arzu eder. Özetleyecek olur isek, her iki metin de aynı konuda uyum sağlarlar. Bu durum, on dördüncü yüz yılda ve daha sonra Rönesans döneminde İtalya’da ve batı Avrupa’da görülen bir durumdur.

Orta çağ İtalyası’nın politik ve sosyal durumunu yansıtan diğer bölümler aşağıda belirtilen şekilde yer alırlar:

Bölüm 131’de Elçi Yuhanna kendisinden, “kötü giyimli, kralın baronları arasında oturan yoksul bir balıkçı” olarak söz eder.

Bölüm 133’de taşlık toprağa ekilen tohum benzetmesinde yaptığı açıklamada şunları kuruz,

Saray mensuplarının kulaklarına geldiği zaman tohum kayalıklara düşer, çünkü büyük kaygı nedeni ile bu kişiler bir prensin bedenine hizmet etmek zorundadırlar, Tanrı Sözü onların içine nüfuz etmez.

Son olarak Bölüm 194’de, İsa Lazarus’u ölümden dirilttikten sonra Yahudi önderler Lazarus’u öldürmek istedikleri zaman şunu okuruz,

Ama Lazarus güçlü olduğu için, Yeruşalim’de pek çok izleyicisi bulunduğundan ve kız kardeşi ile Magdala ve Beytanya’ya sahip olması nedeni ile, ne yapmaları gerektiğini bilemediler.

Bu ifadeler aracılı ile Lazarus Magdala ve Beytanya’nın kudretli bir derebeyi şeklinde resmedilir. Herod ise baronlarının arasında oturmaktadır. Ve saray mensuplarının ilgi duydukları tek konu, bir prensin bedenine hizmet etmektir. Bu tür bir öğretiş orta çağ İtalyası ya da İspanyası için güzel ve harika bir öğretiştir. Ama İsa, bu tür ifadeleri birinci yüz yıl Filistini’nde hiç bir zaman kullanmadı.

4) İkiyüzlülüğün Tanımı

Bölüm 45’de İtalyan el yazması belge İsa’nın ağzına aşağıdaki şu sözleri yerleştirir,

Huzurunda durduğu Tanrı yaşadıkça, ikiyüzlü kişi bir soyguncudur ve kutsal olana saygısızlık eder. Yasanın kullanımını iyi gibi gösterir ve Tanrı’nın onurunu çalar; oysa övgü ve onur sonsuza kadar yalnızca Tanrı’ya aittir.

İkiyüzlülük ve özellikle din bilginlerinin ikiyüzlülüğü Tanrı’nın onurunu çalmak ve kutsal olana saygısızlık olarak addedilir. Konum burada yeterince açıktır.

Şimdi ruhsallığın tarihide düşüncelerin evrimini izleyebiliriz. (Ve bu şekilde bir belgenin yazıldığı tarih konusunda bir fikir edinebiliriz). İkiyüzlülük ve hırsızlık uzun bir süre birbirleri ile ilişkili durumda bulunmuşlardır. 590 yılından 604 yılına kadar papalık yapan Aziz Büyük Gregory ikiyüzlü kişiyi bir tecavüzcü ya da gaspçı ile karşılaştırmıştır.

Bir günah işlediği zaman bir kutsal olarak onurlandırılmayı arzu eder; kendisine ait olmayan bir yaşama ait övgüleri çalar. 3

Aziz Gregory’e göre ikiyüzlü kişi bir hırsızdır; hak edilmemiş övgüler içeren değerleri çalar. Aziz Gregory’nin etkisi, tüm orta çağ boyunca sürdü, ama bu süre içinde Tanrı’nın onurundan hiç söz edilmedi.

On dördüncü yüz yılda her şeye rağmen Tanrı’nın onuru düşüncesi ruhsallık konusunda yazılmış belirli kitaplarda önemli bir yere sahip olmaya başladı. Sienne’l Aziz Catherine (1380 yılında öldü), bu konu üzerinde şiddetli bire şekilde ısrar etti. Ve kötü ve iyi ayrımına sahip olmayan canın, “onuru kendisine atfetmek ve yüceliği kabul etmek için Tanrı’ya ait olan onuru, bir hırsız gibi Tanrı’dan çalma” tehlikesinin söz konusu  olduğunu öğretti. 4  Burada, “Tanrı’nın onurunu çalma” düşüncesi tam bir netlik ile ortaya çıkar.

Daha sonra on beşinci yüz yılda Denys le Chartreux (1471 yılında öldü) ikiyüzlülüğü, kutsal olana saygısızlık ile birleştirdi. Öz olarak ifade ettiği şudur: alçakgönüllü gibi hareket eden din bilginleri kilise örgütüne ait dini onurlar elde etme konusunda daha iyi bir imkana sahip olmak için kutsal olana saygısızlık eden kişilerdir, “les sacrileges” – kutsal olana saygısızlık edenler. 5

Sahte Barnaba Müjdesi  tarafından verilen tanım, tüm bu düşünceleri içerir. Bu olgu, bizi tekrar batıdaki aynı tarihe yöneltir. Ancak bu kez şimdiki araştırmamız konusunda kendisine çok şey borçlu olduğumuz Muhterem Vaiz P. Robillard, tarih olarak on beşinci yüz yılın sonunu ya da on altıncı yüz yılın başlangıcını ileri sürer.

Bu araştırmayı süresiz olarak uzatmamak için araştırmaya diğer iki örnek ile son vereceğiz.

5) Nihai Yargının Ön belirtileri.

Bölüm 53’de İsa dünyanın sonu ile ilgili konuşması ile sunulur. Felaketlerin – hastalık, kıtlık ve savaş -  klasik üçlü eserinden söz ettikten sonra yargı gününden önce son on beş gün sırasında meydana gelecek olan evrensel afetleri tanımlar. Soon on beş gün sırasında bu afetlerin gönderilmesi ile ilgili konu batı Avrupa’daki sayısız orta çağ yazarının eserlerinde yer alır. Konu, on birinci ve on ikinci yüz yıllar sırasında iki şekilde ortaya çıkar; daha sonra yazarlar bu konu ile ilgili yeniden üretmeye devam ettiler ve böylelikle bu düşünce yaygın bir şekilde tanınan bir düşünce haline geldi. 6

Profesör Volz 7 tarafından yapılan, Yahudiler tarafından kullanılan ifşa olunmanın (vahiy) konuları ve imajları ile ilgili oldukça ayrıntılı bir keşif, bu tür inançları yine de  ortaya koymadı. Bu yüzden, bu açıklama, kesin olarak kaynağı hemen hemen hiç bir şekilde bilinmeyen bu orta çağ efsanelerinden birini temsil eder. Sahte Barnaba Müjdesi tarafından tekrar edilen, orta çağ yazarları arasında her yerde bulunan bu konu, bizi, düzenleme ile ilgili aynı tarihe geri getirir – orta çağların sonu ya da daha sonrası.

6) Cehennemin Tanımında yer alan ana günahlar

Cehennemin tanımı, aynı zamanda bize metnin tarihi hakkında bazı çok değerli imalarda da bulunacaktır. Cehennemin çeşitli bölgelere ayrılmış olduğu fikrinin yeni bir fikir olmadığı kesindir. Yazarlar uzun bir süre, lanetlenmiş olan kişilerin cezalarını çekecekleri yeri belirlemişlerdir. Her günahkar grubunun, günahına uygun olan bir şekilde çekeceği işkence için iyi tanımlanmış yerler ayrılmıştır. Her şeye rağmen bir ayrıntı oldukça açıklayıcıdır. Sahte Barnaba Müjdesi’nin 135. bölümüne göre lanetlenme yeri her biri diğerinin altında bulunan yedi merkez şeklinde düzenlenmiştir. Yedi merkezin her birinde ceza, yedi günahtan birine verilecek karşılıktır; Orta Çağa ait Hıristiyan ruhsallığı bunları “yedi ana günah” olarak adlandırır; yedi “ilkesel” günah anlamına gelirler. Ancak, bu günahları cehennem ile bir araya getiren Sahte Barnaba Müjdesi onları ölümcül günahlar haline dönüştürmüştür. Yazar, bu ana günahları şu düzen içinde sıralar – en kötülerini sıralayarak başlar: gurur, kıskançlık, hırs, tamah, şehvet, tembellik, oburluk ve öfke.

Bu ana günahlar öğretişi, Hıristiyan manastır merkezlerinde ortaya çıktı. Amacı ise, keşişleri, canları için en tehlikeli olan hatalara karşı korumaya almaktı ve özellikle suçlu olanları diğer günahlara dolaylı bir şekilde yönlendirebilecek olan günahlardan – her biri sonuncusundan daha kötü – muhafaza etmekti. Bu düşünce, Cassien (432 yılında öldü) gibi doğulu Hıristiyanlar tarafından yazılan eserlerde karşımıza çıkar, ama o dönemde Cassien sekiz ana günahtan söz etti. Daha sonra, hem doğuda hem batıda bu ana günah sayısı yediye indirildi.

Aziz Büyük Gregory, batıda, gurur ile başlayan yedi ana günahtan söz eden ilk kişi idi. Ana günah sayısı batıda standart hale geldi, ama sıralama düzeni, gurur dışında yazarın görüşüne göre değişiklik gösterdi. Gurur günahını herkes listenin en başına yerleştirdi. On üçüncü yüz yıl başlangıcında kıskançlık günahı, aynı İtalyanca el yazması belgesinde olduğu gibi ikinci sıradaki yerini standart hale getirdi. Orta çağın doruğunda bu yedi günah, ruhsal yaşamı tehdit edebilecek en büyük tehlikeler olarak kabul edildi, ama bu günahlardan cehennemdeki bir yer ile ilişkili olarak konuşulmadı. Bu ana günahlardan her birinin cehennemde özel bir yere sahip oldukları fikri ya da başka bir deyişle, bu günahların ölümcül günahlar oldukları düşüncesi, daha sonraki bir düşünce idi. M. Bloomfield, konuyu uzun uzadıya araştırdıktan sonra, onları sınıflara ayıran bir sonuca vardı: “Yedi ana günahın cehennem görünümleri ile bir araya getirilmeleri daha ileriki tarihlerde gerçekleşen Avrupa’ya özgü bir fenomen idi.” 8  Dante’nin (1265-1321) İlahi komedya’sı bu konudaki en önde gelen ve en iyi bilinen örnektir. On dördüncü yüz yıldan önce ve on altıncı yüz yıla kadar bu yedi günah her zaman ana günahlar olarak kaldılar ve ölümcül günahlar olarak hiç bir zaman görülmediler.

Barnaba Müjdesi, bu nedenle, cehennemi ve Hıristiyan ruhsallığını on dördüncü yüz yıldan önce düşünülmesi imkansız olan bir biçimde tanımlar. Bunu, Figür 4’de görülen haritada çok açık bir şekilde görebiliriz.

Özet

Ruhsal konu ve imajların tarihi araştırması bizleri her zaman aynı sonuca yönlendirmiştir. İlk yüz yılın Hıristiyanları arasında ya da beşinci yüz yılın ya da onuncu yüz yılın ya da hatta on ikinci ya da on üçüncü yüz yılın Hıristiyanları arasında bulunmayan düşünceler, Barnaba Müjdesi’nde yer alırlar. Bu yüzden, bu sahte müjdenin yazarının batılı orta çağların sonundan önce yazmış olması imkansızdır. Bu sahte müjde yalnızca on üçüncü yüz yıldan sonra yazılmış olabilirdi ve büyük olasılıkla on beşinci yüz yıldan sonra yazıldı.

İNANÇ
1 On gök – ayanı zamanda M.S. 609 ve 622 yılları arasında yazılan Kur’an ile çelişkilidir.
2 İlk kez M.S.1300 yılında Her yüz yılda bir Jübile.
3 Gözyaşları ve ağlayış.
4 Felsefik ifadeler.
5 Orta Çağa ait sosyal yapı.
6 İkiyüzlülük – hırsızlık olarak.
7 İkiyüzlülük – Tanrı’nın Tanrı’nın onurunu çalmak.
8 İkiyüzlülük – kutsal olana saygısızlık olarak.
9 Nihai yargıdan önce on beş belirti günü.
10 Ana günahlar.
11 Ana günahlar ölümcül hale gelirler.
Figür 4 Çeşitli Öğretişlerin başlangıcını gösteren zaman çizelgesi.

Yüzyılların Tarihi

Bu çizelgeden, Barnaba Müjdesi’nin birinci yüzyılda Mesih’in zamanında bilinmeyen pek çok öğretiş içerdiği ve bazılarının M.S.1300 yılından sonraya kadar bilinmedikleri aşikardır. Bu yüzden yazılış tarihinin M.S.1300 ve 1634 yılları arasında olması gerekir – Barnaba Müjdesi’nin varlığından ilk kez söz edilen tarih.


1. MIDEO (Melanges; Institute Dominicain d’Etudes Orientales du Caire) Cilt 6 (2959-61) sayfa 209-225.

2. Jomier yazısını 1959 yılında yazdığı için bulunan belgeler bir İtalyan orijininden çok bir İspanyol orijinine işaret etmektedirler.

3. Moralia, 18, bölüm 7; Patrologie Latine, Migne, t.76, col.44.

4. Dialogue, I, 35

5. Denys le Chartreux, Erarratio, Bölüm VI Matth., Opera Omnia, T.9, sayfa 76-77.

6. Orta çağ Hıristiyan edebiyatındaki bu konunun tarihi hakkında daha fazla belge için bakınız Jomier, “L’evangile Selon Barnabe,” sayfa 219

7. Die Eschatologie der jüdische Gemeinde im neutestamentlichen Zeitalter, (Tubigen: Mohr, 1934).

8. Bloomfield, The Seven Deadly Sins, (Michigan: State College Press, 1952).

Bölüm IV

Barnaba Müjdesi’ndeki Bilimsel Hatalar

Barnaba Müjdesi yazarının insani varlıkların kompozisyonu, evrenin yapısı v.b.konular hakkındaki inançlarını gösteren aşağıdaki alıntılara bakarken, iki karşıt düşünceyi aklımızda tutmamız gerekir. Her şeyden önce, bu tanımlar bu konuların yirminci yüz yıla ait modern deneysel bilgileri ile uyumlu mudurlar – örneğin, insanların dünya üzerinde yaptıkları yolculuklar ile destek gören bilgi ve uzaya gönderilen roket denemeleri. Ya da, bu tanımlar orta çağların sonunu da dahil ederek diğer zamanlarda kabul gören düşünceleri gerçekten yansıtıyor ve böylelikle son bölümde yer alan bilgiye destek veriyorlar mı – on beşinci yüz yıldaki bir kompozisyon tarihini ima eden bir bilgiyi destekliyorlar mı?

A. Kimyasal, Anatomik ve Tıbbi Hatalar

1) İnsani Varlıkların Kompozisyonu

Barnaba Müjdesi’nin 123. bölümünde aşağıdaki şu düşünceleri buluruz:

Yaratıklarına iyiliğini, merhametini ve gücünün her şeye yettiğini cömertliği ve adaleti ile göstermek için Tanrımız, birbirlerine karşıt olan dört şeyin kompozisyonunu yaptı. Ve onların hepsini nihai bir nesne içinde birleştirdi – bu nihai nesne insandır ve birbirine karşıt olan dört şey ise, toprak, hava,su ve ateştir – ve bu dört şeyden bir kap oluşturdu, bu kap, insanın bedeni, eti ve kanı, kemikleri, iliği ce cildidir; bunlara sinirler ve damarlar ve bedenin tüm iç kısımları dahildir...

Ve Bölüm 167’de şunları okuruz,

Söyleyin bana, su neden ateşi söndürür ve toprak havadan bağımsız hareket eder ya da havadan kaçar, öyle ki, hiç kimse toprağı, havayı, suyu ve ateşi uyum içinde birleştiremesin; ama buna rağmen bu dört element de insanda birleşmez ve uyumlu bir şekilde korunmazlar mı?

Bu konu hakkında ne diyelim? Barnaba Müjdesi’nin yazarı toprak, hava, ateş ve sudan birbirlerine karşıt olan dört şey olarak söz eder. Su, ateşi söndürür. Toprak, havadan kaçar. Toprak havadan kaçar mı? Dünyanın, uzayın çevresinde, üzerinde oturan hava ile döndüğünü biliyoruz. Ya da “kaçmanın” “karışmamak” anlamına geldiğini mi varsayalım? Böyle bir varsayım doğru olur muydu?

Aşağıdaki gerçekleri gözden geçirelim. Toprak, genellikle oksijen ile birleşmiş olarak ya da tuzlar halinde bulunan pek çok metalden oluşur. Bu metallerden biri demirdir. Demir, havadan kaçar mı? Hayır. Demir havadaki oksijen ile birleşmek için acele eder, özellikle su mevcut olduğu zaman bunu yapar. Ve bizler, köprüleri ve diğer başka şeyleri çürümesinler diye boyamak için yüz binlerce dolar harcarız. Su, havadan kaçar mı? Hayır, havada buhar olur ve hava ile karışır. Eğer bu gerçekleşmese idi, ne yağmur ne de su devri olurdu. Ya da kaplar yapmak için kullanılan kaolin üzerinde düşünelim. Kaolin, çok büyük miktarda aluminyum silikat içerir. Aluminyum silikatın formulü: Al203, 2Si02-2H20 .  Tüm bunlar bize ne demektedirler? Şunu demektedirler: “Toprak” aluminyum (element ya da belki mineral diyebiliriz) “hava” oksijeni ile birleşiktir ve sonra, “hava” oksijeni ile birleşmiş olan “toprak” silikonu ile karışmıştır; bunun sonucunda H20 ile ya da su ile birleşir. Barnaba Müjdesi, birbirlerine karışmayan dört elementten söz eder ve yine de kaolin gibi sıradan bir şey onların ünden oluşur –toprak, hava ve su. Şimdi ateşi gözden geçirelim. Ateş nedir? “Toprak” ve “hava” birleştikleri zaman, ortaya çıkan sıcaklık ve bunun sonucu olan ışıktır yalnızca… “Toprak” magnezyumu yanar ya da kent dışını gece vakti bir magnezyumun ani alevi içinde aydınlatmak için “hava” oksijeni ile birleşir.

Toprak, hava, ateş ve suyun pek çok durumda birbirlerine karıştıklarını ya da birleştiklerini görüyoruz. Ve Barnaba Müjdesi’nin yazarının, modern bilim ile çelişkide olduğu aşikardır.

2) Gırtlağın (Adem Elması-gırtlak çıkıntısı) Orijini

40. bölümün sonunda Barnaba Müjdesi yazarı Şeytan’ı şu sözler ile ifade eder,

Ama eğer sen ve refakatçin, benim öğüdüme göre hareket ederseniz, diğerlerinin olduğu gibi bunların meyvesini de yiyeceksiniz, ve … Tanrı gibi iyiyi ve kötüyü bileceksiniz …. Sonra Havva bu meyvelerden aldı yedi ve kocası uyandığı zaman ona şeytanın söylediği her şeyi anlattı; ve kocası da onlardan yedi. Sonra yediklerini yutarken, Tanrı’nın sözlerini hatırladı. Bunun üzerine yediğini durdurmak istedi, elini boğazına soktu; ve işte bu yüzden her erkeğin gırtlağında böyle bir işaret bulunur.

O zaman bu durumda “her erkeğin” boğazında bulunan bu “işaret” nedir? Her erkeğin gırtlağının cildinde işaret yoktur. Ancak bu işaret her erkekte farklı bir türdedir. Bu işaret, boğazın önündeki erkek “ses yatağının” çıkıntısıdır. Kadınlarda da böyle bir işaret bulunur, ama daha az göze çarpar. Gırtlaktaki bu çıkıntı İngilizce’de rağbet gören bir ada sahiptir; “Adem elması” (Fransızca’da la pomme d’Adam) ; bu ifade eski bir halk düşüncesinden türetilmiş bir addır; çıkıntı, Adem elmayı yutmamak için çaba gösterirken, gırtlağında takılı kalan elmayı temsil eder.

Ancak az miktarda bilimsel bilgiye sahip olan her insan dahi, “Adem elmasının” gırtlağın gerçekten bir parçası olduğunu bilir. Doğru bir tıp terminolojisi kullanmak istediğimiz takdirde, “Adem elmasının” boğazın ön kısmındaki tiroid kıkırdağının bir projeksiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Konuşmamıza izin veren ses tellerini içerir ve elmanın geçeceği yer olan yemek borusu ile hiç bir ilgisi yoktur. Ayrıca sağlıklı bir kişi için bir elmanın yemek borusundan aşağı inmesine engel olmak imkansızdır.

“Her erkeğin sahip olduğu işaretin bulunduğu boğazına elini koyması” ifadesine gelince, kusmayı sağlamak için parmaklarını boğazına sokmak, ya da boğazının dış kısmına koymak, ne bir işaret bırakırdı ne de gırtlakta herhangi bir genişlemeye neden olurdu. Bu konuda varılabilecek tek sonuç şudur: vahiy yolu ile geldiğini iddia eden bir kitapta yeri olmayan Adem elmasının orijini bilimsel olmayan bir halk öyküsünden ibarettir.

3) İnsanın göbek kordonunun ya da Umbilikus’un Orijini

Bölüm 35’in sonunda şunları okuruz,

Ve şeytan ayrılırken toprak kütlesinin üzerine tükürdü, ve melek Cebrail bu tükürüğü bir parça toprak ile yukarı kaldırdı, ve böylelikle insan şimdi karnında bir kordona sahiptir.

Bilimsel olarak sahip olduğumuz bilgi şudur: “göbek kordonu” ya da umbilikus küçük bebeğin plasentaya ve dolaylı olarak annesine bağlı olduğu göbek kordonu bağının kalıntısıdır. Bir damarı ve iki kırmızı kan damarını (arter) içerir; bu damar ve arterler cenine ait dolaşım ile bağlamak için bebeğin karnının derinliklerine inerler. Bu nedenle göbek kordonunun, ebe ya da doktor tarafından kesildiği zaman, sıkı bir şekilde bağlanması gerekir, aksi takdirde yeni doğan bebek kan kaybından ölür.

Adem ve Havva’nın kullanılmamış bir umbilikus ya da “göbek kordonları” olup olmadığını bilmiyoruz. Orta çağda yaşayan sanatçılar Adem’in tablosunu yaptıkları zaman Adem’in üzerine bir göbek kordonu yapıp yapmamaları konusunda tartışırlardı. Ama Barnaba Müjdesi, tüm insani varlıklar hakkında konuşur, çünkü yazarı şöyle der: “Öyle ki, bu nedenle insan şimdi karnında bir göbek kordonuna sahip olsun.” “Şimdi” sözcüğü ile yazar, yazdığı anı kasteder. Bunun net olmadığı aşikardır. Erkekler ve kadınlar bir umbilikus’a sahiptirler, çünkü annelerine bağlı idiler; şeytan üzerine bir parça toprak tükürdüğü için göbek kordonları yoktu. Burada yine yirminci yüz yıl gerçekliği ile uyum sağlamayan ve bilimsel olmayan bir halk efsanesi ile karşı karşıyayız.

4) Bir Fistülün Tıbben İyileştirilmesi.

Bölüm 119’da aşağıdakileri okuruz,

Huzurunda yaşadığımız Tanrı’nın adı ile, dua etmeyen biri artık bir daha iyi işler yapan biri olamaz; bu aynı dilsiz bir adamın kör bir adama derdini anlatmasına benzer; bir fistül merhemsiz iyileşemez.

Şimdi eğer yazar dua aracılığı ile mucizevi şifa hakkında konuşuyor ise, buna söylenecek bir itiraz olamaz, ama yazar burada örnek olarak tıbbi bir tedavi kullanıyor. Bu nedenle onun ifadesini gözden geçirelim ve modern tıp bilgisi ve deneyimi ile arasındaki ilişkiyi görelim.

Tıp ile ilgilenmeyen kişilerin bile bildikleri gibi, bir fistül bir apsenin, ya da yaranın ya da kemik enfeksiyonunun eksik kapanması tarafından bedende şekil alan dar bir tüp ya da kanaldır. Bedenin içinde hala enfeksiyon olduğu için cerahat gibi bir sıvının ya da bir organdan akan  ya da bedene ait bir kaviteden (boşluğun) çıkan likit sürekli akar durumdadır. Beden bu açık yeri kapatmaya çalışır, ama bunu yapacak güçte değildir, çünkü fistülün dibinden akan sıvı kontrol edilemez. Barnaba Müjdesi’nin yazarı, bir fistülün, merhem (genellikle yağ bazına sahip ) olmadan iyileştirilemeyeceğini açıkça söyler. Bir fistülün merhem olmadan iyileştirilemeyeceği doğrudur, çünkü merhem küçük açıklık arasından iltihaplı bölgeye ulaşamaz. Yaşadığımız modern dönemde bile, içerden harekete geçen antibiyotiklerin kullanımı ile bir fistülü iyileştirmek neredeyse imkansızdır. Hemen hemen her zaman fistülün dibinde ölü çürüyen bir doku mevcuttur. Ve tedavinin başarılı olması için tek yol ameliyattır. Doktor iltihaplı bölgeyi genişlemesine yarar, ve genellikle aynı anda fiztüle özgü tüpü kesip atar. Sonra ölü dokuyu kazır ve çukuru geniş bir şekilde açarak hazırlar. Ve beden, yarayı en derinden başlayarak cildin üzerine kadar iyileştirmek zorundadır. Bu nedenle, yazarın ifadesi iki kez hatalıdır. Gerçek şudur: bir fistül bir merhem ile iyileşmeyecektir, merhem olmadan iyileşecektir.

B. Astronomik gerçekler ve göksel uzaklıklar ile ilgili hatalar

1) Dünya suyun üzerine dayalıdır

Barnaba, dünyanın suyun üzerine dayalı olduğuna inanır. Bu konuyu çok net bir şekilde Bölüm 167’de görürüz; aşağıda yazılı olanları okuyalım:

Size bir “neden “ ifşa edeceğim. Şöyle ki: neden tek bir taş suyun üzerine dayalı duramaz iken, tüm dünya suyun üzerine dayalı dursun? O zaman eğer bunu bilmiyor iseniz, tüm insanlar, insanlar olarak bunu bilemezler – Tanrı’nın tek bir söz ile tüm evreni yoktan yarattığını nasıl anlayacaklar?

Tanrı’nın dünyayı yoktan var ettiği doğrudur. Musa’nın Tevratında ve Yeni Antlaşma’daki İbraniler mektubunda bu konudan söz edilir. Ama dünyanın suyun üzerine dayalı olduğu Barnaba Müjdesi’nin yazarının bir hatası olduğu aşikardır. Ve orta çağ dahil olmak üzere daha önceki zamanlarda inanılan bir düşünceyi temsil eder.

2) Dünya ile bağlantılı olarak Güneşin Büyüklüğü.

Bölüm 179’da aşağıdaki ifadeleri buluruz:

Dua edildikten sonra İsa Petrus’u çağırdı ve ona ve diğer tüm öğrencilere ne görmüş olduğunu anlattı. Ve Petrus’a şöyle dedi: “Senin tüm yeryüzünden daha büyük olan canın tüm yeryüzünden daha büyük olan güneşi bir göz ile görür.”

Yeryüzünün çapı yaklaşık sekiz bin mildir. Güneşin çapı, yaklaşık 865.000 mil olarak ya da yaklaşık yüz kez daha fazla hesap edilmiştir. Ama dünyanın ve güneşin volümünü hesapladığımız zaman, güneşin merkezi içinde bir milyon dünya barındırabileceğini ve başka 264.000 tane için dahi hala yeri bulunacağını anlarız. Güneşin dünyadan bin kez daha büyük olduğunu söylemek, tamamen yanlış bir ifade olur. Güneş, dünyadan bir milyon kez daha büyüktür. Barnaba Müjdesi, %50 ya da %100 hatalı değil, % 1264 kez hatalıdır.

3) Göksel Uzaklıklar.

Bölüm 105’de şunu okuruz,

O zaman size göklerin dokuz tane olduklarını ve birbirlerinden birinci göğün dünyadan uzak olduğu kadar uzak olduklarını söylüyorum; bu uzaklık beş yüz yıllık bir yolculuk uzaklığındadır. Bundan dolayı dünya en yüksek gökten dört bin beş yüz yıllık bir yolculuk uzaklığındadır….

Konu, bölüm 178’de yine ele alınır; şunları okuruz, 

Cennet hiç kimsenin ölçemeyeceği kadar büyüktür. Size gerçeği söylüyorum, gökler dokuz tanedir; aralarına bir insan için beş yüz yolculuk yılı uzaklığı bulunan gezegenler yerleştirilmiştir. Ve dünya aynı şekilde birinci gökten beş yüz yolculuk yılı kadar uzaktır. Ama siz ilk göğü ölçmekten vazgeçin; ilk gök tüm dünyanın bir kum tanesinden daha büyük olması gibi, tüm dünyadan çok çok daha büyüktür. Bu yüzden aynı zamanda ikinci gök de birinci gökten ve üçüncü gök, ikinci gökten daha büyüktür ve bu durum böylece son göğe kadar devam edip gider, her biri aynı şekilde bir sonrakinden daha büyüktür. Ve size gerçeği söylüyorum, cennet tüm dünyadan ve tüm göklerin bir aradaki halinden, tüm dünyanın bir kum tanesinden daha büyük olması kadar büyüktür. 1

Bu bilgiyi aşağıdaki şu ifadeler ile özetleyebileceğimizi düşünüyorum:

  1. İlk gök, beş yüz yıllık bir yolculuğun çapı ile bir yarı küredir (ya da küredir) ve dünya merkez olarak suyun üzerinde yüzer. Birbirinin ardından gelen her gök, bir kişinin beş yüz yılda kapatabileceği uzaklığa eşit bir çap eklemiştir.
  2. Gezegenler bu dokuz gök içinde birbirlerinden beş yüz yıllık bir yolculuk uzaklığında yerleştirilmişlerdir.
  3. Bu yolculuk, “bir insan için söz konusu olan bir yolculuktur.”

Barnaba Müjdesi M.S.30 ve 50 yılları arasında, yani Mesih’in yaşamı sırasında ya da Mesih’in yaşamından kısa bir süre sonra yazılan bir tanıklık öyküsü sayıldığı için “bir insan için bir yolculuk” ile ilgili iki hipotezi izleyeceğiz. Bir günde otuz mil (50 km) gibi bir birinci yüz yıl hızı ve yirmi birinci yüz yıla ait bir gelecek insanının hareket ettiği ışık hızı üzerinde düşünerek ilerleyeceğiz. Eğer bu kitabın yazarı Tanrı’nın Kutsal ruhu’nun rehberliği altında bir peygamberlik yazan gerçek bir peygamber olsa idi, ikinci hipotez bir olasılık olabilirdi.

Hipotez A.  Günde 30 mil (50 km).

30 mil x her yıl için 365 gün = bir insan-yılı içinde 10.950 mil ya da 18.250 km.

10.950 mil x 500 insan-yılı = ilk göğe 5.478.750 mil ya da 9.125.000 km.

5.478.750 mil x dokuz gök = (4500 insan-yılı) = dünyadan dokuzuncu göğe kadar 49.308.750 mil ya da 82.125.000 km.

Bu uzaklıkları elli milyon mile ve seksen milyon kilometreye yuvarlayacağız. Bu noktada bizi şaşırtan ilk şey, bu uzaklığın, dünyadan güneşe olan uzaklığın yarısının uzaklığından yalnızca biraz daha fazla olmasıdır. Ortaöğretimde öğrendiğimiz gibi, güneş, 93.000.000 mil (149.000.000 km) uzaklıktadır. Başka bir deyişle, Figür 5’de görülen A hipotezlerine göre: tüm gezegenler, tüm göksel varlıklar (güneş, ay ve yıldızlar) ve dokuz göğün hepsi – ruhsal ya da maddesel – bize güneşten daha yakındırlar.

Gezegenlerin birbirlerine olan uzaklıkları hakkındaki bu güne ait bilgimiz Tablo 1’de, milyonlarca mil ve milyonlarca kilometre olarak özetlenir.

Tablo 1. Her Gezegenin Dünyaya Yaklaştığı En Yakın Uzaklık
Gezegen Mil Kilometre
Merkür 56 60
Venüs 28 45
Dünya
Mars 47 74
Jüpiter 391 628
Satürn 791 1272
Uranüs 1693 2723
Neptün 2706 4354
Plüton 3581 5761
Figür 5 Hipotez A

Tablo 1 ve Figür 5’e bakıldığı zaman, gezegenlerden yalnızca iki tanesinin – Venüs ve Mars –dünyanın elli milyon mil içine geldiği çabucak görülebilir. Geri kalanların hepsi, güneş ve tüm yıldızlar dahil olmak üzere Barnaba Müjdesi’nin dokuzuncu göğünün dışındadırlar. Bu nedenle, bu hipotezin yanlış olduğu aşikardır.

Hipotez B. Işık yılı ile yolculuk eden bir insan – saniyede 186.000 (saniyede 300.000 km).

Okuyucu büyük olasılık ile bunun modern astronominin gerçek kullanımında var olan ölçü ünitelerinden biri olduğunun farkına varacaktır. Uzaklıklar çok büyük oldukları için ışık yıllarından ya da ışığın bir yılda uzaklık ölçüsü olarak ne kadar uzağa yolculuk edebileceğinden söz ederiz. Güneşimize en yakın uzaklıktaki yıldız, 4.3 ışık yılı uzaklıktadır. Eğer bu cümlenin sonundaki periyod güneşi temsil etmek için kullanılır ise, o zaman 10 mil (16 km) uzaklıktaki benzeri minik bir nokta en yakın yıldız olan Alfa Centauri’yi temsil edecektir.

Bu hızdaki ilk gök, beş yüz ışık yılı uzakta olacaktır – ya da güneş sistemimizin dışında kalacak ve dokuzuncu gök dört bin beş yüz ışık yılı uzakta olacaktır. Bu durum, gerçeklere biraz daha yakın gibi görünür, ama yine de iki çok kötü – aslında başa çıkılamaz sorunları ortada bırakacaktır.

Bu sorunlardan ilki, gezegenlerin aynı zamanda birbirlerinden beş yüz yıllık yolculuk uzaklığında bulunduklarının belirtilmesidir. O zaman bu durumda birbirleriden beş yüz ışık yılı uzakta ve güneş sisteminin tamamen dışında olacaklardır Aslında en yakın yıldızların bulunduğu uzaklığın çok ötesinde bir uzaklıkta olacaklardır. İkinci yanlış, dört bin beş yüz ışık yılının tüm yıldızları dahil edemeyecek kadar küçük bir uzaklık oluşudur. Samanyolu olarak adlandırılan gezegenimiz tek başına diğerlerinin üstünden yüz yirmi bin ışık yılı karşı tarafa geçer. Onun ötesinde başka pek çok gezegenler mevcuttur. En büyük teleskoplar kullanılarak 1.6 milyar ışık yılı uzaklıkta bulunan yıldızlar görülmüştür. Dört bin beş yüz ışık yılı hiç bir şey ifade etmez.

Sonuç

Barnaba Müjdesi’nde bulunan göklerin tanımı ve insani varlıkların kompozisyonu, modern bilim ile kıyaslandıkları zaman, yanlıştırlar. Öte yandan, Sahte Barnaba Müjdesi’nin su üzerinde yüzen dünya ve toprak, hava, ateş ve sudan bir araya getirilmiş insani varlıkların tanımlamaları orta çağlar dahil olmak üzere daha eski zamanların düşünceleri ile tam bir uyum içindedir. On gök konusundaki inanca gelince, evren hakkındaki bu tanımın orta çağ zamanlarında başladığını daha önce görmüştük.

Bu bölümde analiz edilen “bilimsel” düşünceler, bir bütün olarak ele alındıkları zaman, M.S.1300 yılından sonrası için söz konusu olabilecek bir kompozisyon tarihine güçlü bir şekilde destek verirler. Bu “bilimsel” düşüncelerin Kur’an ile bir ilişkilerinin olmasını hiç kimsenin istemeyeceği ya da bunları Muhammed’in peygamberliği için geçerli bir tanıklık olarak görmeyi beklemeyeceği kesindir.


1. Bölüm I’de görmüş olduğumuz gibi, bu ifade Kur’an’da tanımlanan yedi gök ile çelişki içindedir, ama biz yine de analizi yapacağız.

Bölüm V

Belgeler Ve Belgelerin Tarihleri

İtalyan Belgesi

Şimdi belgenin kendisinden bir şey öğrenip öğrenemeyeceğimizi görelim. Önsöz’de ifade edildiği gibi, belge, Avusturya Viyana Ulusal Kütüphanesindedir (Kodeks no. 2662). Sahta Barnaba Müjdesi’nin yazılmış olduğu kağıt özenli bir şekilde incelendiği zaman, bir çapa biçimindeki bir filigran tarafından karakterize edildiği görülür. Kağıdın bu türü İtalyan’dır ve on altıncı yüz yılın ikinci yarısının tarihini taşır. Yazı stili de aynı zamanda aynı tarihe özgüdür. The Raggs, önsözlerinde bunu 1543 ve 1567 yılları arasında yazılmış olan belirli Venedik el yazması belgeleri ile kıyaslamışlardır. “En kesin benzerlik … Franco Vianello, Segretario Ducale imzasını taşıyan (Aziz Mark’ın Arşivleri, Venedik) bir belgedir ve tarihi, 15 Nisan 1584 yılına aittir…….” 1 The Raggs’lardan bu güne kadar tüm bilginler Barnaba Müjdesi’nin bu İtalyanca kopyasının 1550 yılından sonra, belki de 1600 yılı civarında yapıldığı konusunda aynı fikirdedirler.

1709 yılından beri Nakledilme Tarihi (İsnad)

Müslümanlar, Peygamber Muhammed’in bir sünnetini ya da bazı diğer tarihi belgeleri doğrulamayı arzu ettikleri zaman, sünnetin ya da belgenin nakledildiği tanıklar zincirine ait bir kayıt araştırırlar. Arapça’da buna isnad ( الإسْناد ) adı verilir. Bu İtalyanca kopyanın isnadı, Hollanda’da, 1709 yılında, kopya Bay John Tolland tarafından, Amsterdam’lı Bay J. F. Cramer’den ödünç alındı. Barnaba Müjdesi hakkında herkesin önünde konuşacak ya da yazacak ilk kişi olan Bay Toland, onu, bir “sahtelik”, bir yalan olarak adlandırdı. An Historical Account of the Life and Writings of the Late Eminently Famous Mr. John Toland (Son Zamanların Ünlü Bay John Toland’ına ait Yaşamın ve Yazıların Tarihi anlatımı) adlı, 1722 yılında yayınlanan bir kitapta Bay Toland’ın alıntı yaptığı sözleri okuyalım,

Kitabı yazmamın nedeni yapmış olduğum şu keşifti: Elçi Barnaba’ya ait olduğu söylenen doğruluğu kabul edilmeyen bir müjde; tamamen sahteleştirilmese de, yazıya ek sözcükler ilave edilerek asıl metin değiştirilmişti. 2

Ve bir başka yazısında Toland şuna değinir: “Sahteliği ortaya çıkartmak için hiçbir fırsatı kaçırmadım.” 3 1713 yılında el yazması belge Savoy Prensi Eugene’ye verildi ve 1738 yılında bu gün dosyalanmış olarak bulunan Viyana’daki İmparatorluk Kütüphanesi’ne (şimdi Avusturya Ulusal Kütüphanesi) bağışlandı.

İspanyol Belge

1734 yılından beri Nakledilme Tarihi (İsnad)

George Sale, tercüme ettiği Kur’an’ın İngilizce çevirisinin önsözünde Barnaba Müjdesi’nin İspanyolca bir kopyasını tanımladı. 4 George Sale bunu 1734 yılında gördü ve İtalyanca kopya ile tamamen uyum içinde olan İspanyolca metin dahil olmak üzere üç alıntı verir. Bir başka öğrenci ve kitapsever olan Bay J. E. Fletcher, Sale tarafından tanımlanan el yazması belgenin son zamanlarda bulunan kısmi bir kopyasını bulana kadar bu İspanyolca çeviri hakkında başka bir şey işitilmedi. On sekizinci yüz yılda yapılan bu kopya, Avustralya’daki Sydney Üniversitesi’nin Fisher Kütüphanesi’nde bulunur ve Onu George Sale’e bağlayan bir isnad ile tamam hale gelir. 5 Ön kapağın iç kısmında şu sözler yazılıdır:

Muhterem Vaiz Bay Edm. Callamy’nin sahibi bulunduğu el yazması belgeden nakledildi. Kendisi, bu el yazması belgeyi Bay George Sale’in 17.. yılındaki ölümünden sonra satın aldı ve şimdi Bay John Nickolls’un 1745 yılındaki ölümünde bana verdi. (imza)”N. Hone”. 6

Ancak bu kopya, Sale’in 1736’daki ölümü ve Nickolls’un 1745’deki ölümü arasında bir İngiliz tarafından yapılan bir kopya olduğu için kağıdın türünden ya da el yazısının tarzından bir şey öğrenmemiz mümkün değildir.

1634 yılından önce herhangi bir İsnad’ın Eksikliği

Barnaba Müjdesi’nin tarih verilmek için bulunan en eski ifadesi, Tunuslu biri olan Morisco tarafından İspanyolca dilinde yazılan bir mektupta yer alır. Şu anda Madrid’deki Ulusal Kütüphane’de No. 9653 olarak bulunan bu mektup, İbrahim el-Taybili tarafından 1634 yılında yazıldı (İspanyolca’da Juan Perez). 7 Tevrat’ta ve Müjde’de Muhammed’den söz edildiğini, ama kilisenin insanların bunu okumasına izin vermediğini ifade eden uzun bir paragraftan sonra İbrahim el-Taybili sözlerine şöyle devam eder:

Ve aynı zamanda, kişinin ışığı bulabileceği Aziz Barnaba Müjdesi’nde.

Madrid’deki Ulusal Kütüphane’nin, Bejarano adlı (Arapça’da Ahmad El-Hagari)bir adam tarafından yaklaşık aynı zaman içinde yazılan ikinci bir mektubunda, hem el-Taybili hem de İstanbullu Mustafa de Aranda’dan söz edilir. 8 De Aranda, Sale’in 1734 yılında gördüğü Barnaba Müjdesi’nin İspanyolca kopyasının çevirmeni olarak sözünü ettiği kişidir. 9 Başka bir deyişle, Barnaba Müjdesi’nden ilk kez söz edilmesi ve bir çevirmen adının verilmesi on yedinci yüz yılın başlangıcında gerçekleşir – sahip olduğumuz İtalyanca kopyanın yazılışının muhtemel zamanından hemen sonra. Bu zamandan önce tam bir sessizlik söz konusudur.

Bazı Müslümanlar tam bir sessizlik olduğunu kabul etmezler, çünkü Gelasyan Buyrukları’nda bahsedilen bir “Barnaba Müjdesi’nin incelemekte olduğumuz sahte-Müjde olduğuna inanırlar. J.Slomp bu konuyu “Tartışılan Müjde” adlı yazısında irdeler, şunları yazar,

G.B.V.nin (Barnaba Müjdesi) bütününde metin geleneği yoktur … Barnaba Müjdesi’nin (G.B.V.) kimliğini ya da güvenilirliğini kanıtlamak için kilise babalarının alıntıları ya da diğer kayıtlarda alıntılar mevcut değildir. Sahte- Gelasyan Buyrukları’nda (altıncı yüz yıl) yalnızca tek bir referans bulunur ve ayrıca bir başka referansa da daha ilerdeki bir tarih taşıyan Grek kilisesi kitaplarının doğruluğu kabul edilen ve edilmeyen kitaplar listesinde rastlanır. Ama Barnaba Müjdesi’nin adı bu kitaplarda yalnızca kilise tarafından reddedilen kitaplardan biri olarak geçer. 10

Başka bir deyişle, Müjde’nin içeriğinden hiç söz edilmez. Bunun, Viyana’daki el yazması belge ile aynı olduğunu (ya da olmadığını) gösterecek hiç bir yol yoktur.

Burada çok önemli bir konuya işaret etmem gerekiyor. Bir eserin kilise tarafından doğru olmadığının ilan edilmesi, o eserin bu nedenle İslam öğretişlerini kabul ettiği anlamına geldiği varsayılamaz. Böyle bir durum söz konusu olamaz. İsa’nın Tanrısal Tanrı Sözü olduğunu ve bizim günahlarımız uğruna çarmıhta öldüğünü açıkça ileri süren bir Petrus Müjdesi vardı. Kilisenin bu Petrus’un Müjdesi’ni reddetmesinin nedeni her şeyden önce, kitabın Petrus tarafından yazılmayışı idi ve ikinci olarak, İsa’nın çarmıhta iken hiç acı çekmediğini söyleyerek O’nun gerçek insanlığını inkar etmesi idi. 11 İsa’nın günahlarımız uğruna öldüğü öğretişini bütünü ile kabul eden bir Pavlus’un İşleri adlı kitap vardı; ama aynı zamanda evli kişiler arasında bile cinsel ilişki bulunmaması gerektiği anlamına gelen “iffetli kalmadığınız ve bedeni kirlettiğiniz takdirde dirilişte payınız olmayacaktır” da diyordu. Kilise bu kitabı reddetti, çünkü bu sözler Hıristiyan öğretişine karşı olduğu gibi, Kur’an’ın öğretişine de karşıdır. Ve yine aynı zamanda Asyalı bir kilise önderi bu kitabı Pavlus’a karşı duyduğu sevgi nedeni ile yazdığını itiraf etmiştir. Başka bir deyişle, bu kitap tamamen bir sahteliktir. Bu nedenle, Asyalı kilise önderi, kilise görevinden bu yalanı yüzünden uzaklaştırılmıştır. 12

Son olarak, Barnaba Mektubu’ndan söz edeceğim. Bu kitap, ikinci ve üçüncü yüz yıl Hıristiyanlarının pek çoğu tarafından öylesine büyük saygı gören bir kitap idi ki, Kutsal Kitap’ın bir ilk kopyası ile birlikte dahi yazıldı 13 Mesih hakkında kapsadığı öğretiş doğrudur, ama yine de doğruluğu kabul edilmeyen bir kitap olarak ilan edildi. Neden? Öncelikle, kitabın Barnaba tarafından yazıldığına dair bir kanıt yoktu ve ikinci olarak, Musa’nın Yasası’nı bir kötü ruhun (cinin) hileleri olarak nitelendiriyordu, 14 bu, İsa’nın sözleri ile çelişen ve aynı zamanda Kur’an’ın sözleri ile de çelişen bir ifade idi.

Müslümanlar, hadis konusunda aynı sorun ile karşılaşmışlardı, hadislerin çoğu “zayıf” olarak ilan edilmişti. Bir hadisin zayıf olduğu ilan edildiği zaman, bu şu anlama gelir: “Şu ya da bu sözlerin gerçekten Muhammed veya onun orijinal refakatçilerinden biri tarafından söylendiğine dair bir kanıt yoktur.” Hadisteki öğretiş doğru olabilir, ama onun kaynağının güvenilirliği ya da doğruluğu kuşkuludur. İşte Hıristiyanlar da “apokrifal” ya da “kanonik olmayan” sözcüklerini kullandıkları zaman, söylemek istedikleri tam olarak budur.

Şimdi bir isnad’ın eksikliği konusuna tekrar geri dönelim; Jomier şöyle der:

Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman geleneklerinin tam sessizliği rahatsız edicidir. Eğer, az bir öneme sahip ikinci bir metin mevcut olsa idi, bu sessizlik anlaşılabilirdi. Ama, İsa’nın verdiği doğrudan buyruklar ile yazılmış olduğu iddia edilen temel bir eserin tarihte bazı izler bırakmış olması gerekirdi. 15

Jomier’in ifadesindeki gerçek, Barnaba Müjdesi’ne göre Yahuda’nın İsa’nın yerine çarmıha yerleştirildiği öğretişinin yalnızca Barnaba’ya açıklanan gizli bir öğretiş olmadığının farkına vardığımız zaman, daha da zorlayıcı hale gelir. Bu, çok sayıda kişiye öğretildi. Böüm 219’da şunları okuruz,

İsa, görkem ile çevrelenmiş olarak Bakire Meryem’in iki kız kardeşi, Marta ve Mecdelli Meryem ve Lazarus ve yazan kişi ve Yuhanna ve Yakup ve Petrus ile birlikte kaldığı odaya geldi.

Bölüm 221’de hala yukarıda belirtilen tanıkların huzurunda olarak şöyle der,

Ve İsa … şöyle dedi: “Bak, Barnaba, ben dünyada iken olup biten her şey ile ilgili müjdemi ne olursa olsun yaz. Ve aynı şekilde Yahuda’nın yaptıklarını da yaz, öyle ki, sadık olanlar kandırılmasın ve herkes gerçeğe inanabilsin.” Sonra yazan kişi onu şöyle yanıtladı: “Ey Efendi, Tanrı’nın isteği ile hepsini yapacağım. Ama Yahuda ile ilgili olanları bilmiyorum, çünkü olup biten her şeyi görmedim.” İsa şu karşılığı verdi: “Burada her şeyi görmüş olan Yuhanna ve Petrus var ve onlar sana neler olduğunu anlatacaklar.” Ve sonra İsa bize kendisini görebilmeleri için onun sadık öğrencilerini çağırmalarını buyurdu. Sonra Yakup ve Yuhanna Nikodemus ve Yusuf ile birlikte diğer yedi öğrenciyi bir araya gelmeleri için çağırdılar, gelmeleri için yetmiş ikilerin bazılarına da haber verdiler ve hepsi toplanıp İsa ile birlikte yemek yediler. Üçüncü gün İsa şöyle dedi: “Annem ile birlikte Zeytinlik Dağı’na gidin, çünkü ben orada tekrar göğe yükseleceğim ve siz benimle birlikte kimin cesur kalıp dayanacağını göreceksiniz.” Böylece hepsi birlikte oraya gittiler, yetmiş iki öğrenciden yirmi beş tanesi korktuğu için Şam’a kaçmışlardı.

Şimdi eğer tüm bu bilgiyi bir araya getirir isek, Yahuda’nın İsa’nın yerine geçtiğini bildiği farz edilen aşağıdaki kişiler ortaya çıkacaktır.

Bakire Meryem ve onun iki kız kardeşi 3

Marta, Mecdelli Meryem ve Lazarus

3

Barnaba, Yuhanna, Yakup ve Petrus

4

Diğer yedi öğrenci (Yahuda ile birlikte on iki öğrenciyi tamamlamak için)

7

Nikodemus ve Yusuf

2

Yetmiş iki öğrenciden ayrılan yirmi beş öğrenci

47

Toplam:

66

Şimdi size şu soruyu yönelteceğim, sevgili okuyucular. Bu kişilerden hiç birinin bildiği şeyi hiç bir zaman söylememiş olduğuna gerçekten inanabilir misiniz? Özellikle, İsa’nın Barnaba’ya yazmasını söylediği zaman, aralarından azılarının bunu işitmemiş olduğunu düşünebilir misiniz? Kendilerinin teselli edildikleri gibi, onlar da İsa’yı seven kişileri teselli etmeyi istememiş olabilirler mi? Yukarıda alıntısı yapılan Bölüm 221’de, aslında onlara, yani sadık kişilere, “aldatılmamaları için” İsa’nın ölümü ile ilgili bilgi vermeleri emredilmemiş miydi?

Verebileceğim tek yanıt, İsa’yı kişisel olarak tanımış, mucizelerini görmüş, öğretişini işitmiş ve İsa’yı çok sevmiş bu altmış altı anahtar kişinin her birinin İsa’nın kendilerine vermiş olduğu doğrudan buyruğa itaat etmemiş olduklarına inanamam. Müslüman okuyucular buna inanabilirler mi? Eğer inanabilirler ise, o zaman Kur’an’ın bile karşı çıtığı bir şeye inanmış olacaklardır. El-Saff Suresinde (Savaş safı) H.S.3, 61:14 ayetinde şunu okuruz:

Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki, Meryem oğlu İsa da havarilere, ‘Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?’ demişti. Havariler de, ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ demişlerdi.

İsa’nın öğrencileri, ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ dedikleri zaman, Kur’an bu ifade ile elbette şunu kast etmez: Öğrencilerin hepsi sessiz kaldılar ve İsa’nın onlara yapmalarını buyurduğu şeye itaat etmediler. Yalnızca, M.S. 1634 yılından önce isnad olmadığı sonucuna varabiliriz, çünkü bu sahte Barnaba Müjdesi henüz yazılmamıştı.

Özet

  1. On dördüncü ve on altıncı yüz yıllar arasındaki bir tarihi ima eden Hıristiyan öğretişinin gelişimi;
  2. Belgeden, Muhammed’in bir peygamberliği olarak ilk kez söz edildiği zamanın tarihi olarak M.S. 1634.
  3. M.S. 1634 yılından önce herhangi bir isnad’ın eksikliği.
  4. Belgeyi M.S. 1550 ile 1600 yıları arasında tarihlendiren kağıt, mürekkep ve İtalyanca kopyadaki el yazısı;

Bunların tümü bu sahte Barnaba Müjdesi’nin olası yazılış tarihine on altıncı yüz yılın sonu olarak işaret etmektedir. Hatta Sale tarafından görülen İspanyolca kopyanın ya da Viyana’daki İtalyanca belgenin kitabın orijinali ve diğerinin bir çeviri olması dahi mümkündür.

Arapça Notlar

Benim düşünceme göre İtalyanca kopyadan öğrenilmesi gereken son bir şey vardır; ve bu şey, sayfa kenarlarında ve bazen metinde yazılmış olan Arapça notlar ile ilgilidir. Farklı bir mürekkep kullanılarak yazılmış olan bu notlardan daha önceki yazarlar tarafından söz edilmiştir ve bu notları ana dili Arapça olmayan birinin yazdığı öne sürülmüştür. Arapça’daki hataların bu düşünceyi destekledikleri kesindir. Bölüm 42’deki 16 “hazırlarlar” sözcüklerini (يحظروا ) yerine (يحضروا ) olarak hecelemek ve “Yaratıcımızı” Bölüm 206’da 17 (خالق نا ) yerine (خالقنا ) olarak hecelemek, ancak Arapça’sı zayıf olan bir kişinin yapacağı hataları temsil ederler.

Ama yine de bundan daha da önemli olan şey, Arapça olarak sayfa yanlarına yazılmış bu yorumlar İtalyanca metindeki üzeri çizilmiş olan değişiklikleri öneriyor gibi görünürler.; sanki bu bir çalışma kopyası ya da bir müsvedde çalışması, belki de Arapça’ya bir çeviri yapmak için düzenlenmiş bir hazırlık gibidir. Hatta bazı durumlarda bu notlar Figür 6’da görülebileceği gibi ters olarak yazılmışlardır.

Bazı notlar bölüm başlıkları için önerilerdir. Hatta,Kur’an’da yer alan bir bölüm olarak kullanılan Sureler olarak bile adlandırılırlar. Bölüm 40 için önerilen ad, “Adem’in mahrumiyeti Suresi’dir.” Bölüm 41’in, “Adem’in, Havva’nın, yılanın ve şeytanın Cezalandırılması suresi” olarak adlandırılması gerekir. Bölüm 42’ye verilen ad, “İyi Haber Suresi’dir.” Bu önerilerden biri, Figür 7’de çok net olarak görülebilir; burada, Arapça notların yazarı Bölüm 44’ün başlığı olarak “Tanrı’nın Peygamberi Ahmed Muhammad’ın Suresi” (سورة أحمد مُحمد رسول اللهِ ) adını önerir.

Diğer notlar, stili Kur’an’a daha çok benzeten ya da metni Müslüman teorisine uyumlu hale getiren önerilerden ibarettir.

Bölüm 42’demetinde şunlar yazılıdır: “Sonra İsa şöyle dedi: ‘Ben tüm Yahuda’da haykıran bir sesim ve şöyle sesleniyorum: Hatta Yeşaya’da yazılı olduğu gibi, Tanrı elçisinin yolunu hazırlayın.’ Arapça not şunu ileri sürer, “İsa, şöyle dedi, ‘Ben Tanrı Elçisinin yolunu hazırlasınlar diye bağıran bir sesim, çünkü o gelecektir.’” 18 Arap yazarın bu “il nontio di dio”  (Tanrı’nın Elçisi) önerisini değiştirmek için “رسول الله ” (Tanrı’nın Elçisi) sözcüklerini yerleştirerek yapılan öneri Barnaba Müjdesi’nin tamamında yer alır ve bu kitapta yeniden üretilen dört orijinal fotoğrafta beş kez görülebilir. Ve bir durumda (Figür 8) bu, metnin içinde dahi yazılıdır. Bu Arapça önerilerin yazarının neden bu değişiklik konusunda ısrar etmek için bu kadar ısrarlı davranması gereksin; el yazması belgenin tamamında birebir olarak yüzlerce kez geçen, özellikle “nontio” İtalyanca’da elçi anlamına geldiği için ve “رسول ”, Arapça’da yine elçi anlamına geldiği için bu değişiklik konusunda neden bu kadar meraklı davranılmıştır?

Arap yazar, İtalyanca’da apostolo anlamına gelen, “elçi” sözcüğünü kullanmak ister. Çünkü bu ünvan Müslüman teolojisinde daha büyük bir anlama ve onura sahiptir. Bir elçi, vahiy aracılığı ile Tanrı’dan, halkı için bir kitap almış olan biridir. Ve İsa’nın ve Muhammed’in durumunda bu kitap “tüm alemler için bir kitaptır”. Barnaba Müjdesi’nin ilk cümlesi, “Barnaba apostolo di iessu nazareno” (Nasıralı İsa’nın elçisi Barnaba), ifadesi ile başlar. Eğer Barnaba bir “elçi” ise, notların yazarının zihninde aynı zamanda Muhammed’in de yalnızca bir “haberci” değil, bir “elçi” olduğunu göstermek için kesin bir istek mevcuttu.

Figür 7’deki fotoğrafa tekrar bakalım, bölüm 44’ün başlangıcında yer alan üzeri çizilmiş sözcükleri okuyalım: “İsa, içini çekerek yanıt verdi: ‘Böyle yazıldı, ama bunu Musa yazmadı, Yeşu da yazmadı, ama Tanrı’dan korkmayan bizim din önderlerimiz yazdı.’” Arapça notların yazarı şunu yazdı, “Yahudiler sözlerin yerlerini değiştirirler ve daha sonra Hıristiyanlar da aynı şekilde Müjde’yi değiştirirler.” Şimdi bu Arapça ifade Müslümanlar arasında Kutsal Kitap hakkındaki standart konuşma şeklidir. Bu, benim şahsıma pek çok kez tekrar edilmiştir. Kur’an’ı bilen okuyucularımın hepsi şunun farkına varacaklardır: “Yahudiler sözcüklerin yerini değiştirirler” ifadesinin ilk yarısı (اليهود يحرّفون الكلم من بعد مواضعه ) El-Ma’ida (Masa) Suresindeki 5:44 ayetinden alınmıştır; burada Yahudilere karşı bu suçlamada bulunulur. Bu suçlama, İsa’nın din öğretmenleri hakkındaki yakınmasını kabul eder ve mantıklı bir düşünce olarak değerlendirilebilir. Ama ifadenin diğer ikinci yarısı için ne diyelim? “Ve sonra aynı şekilde Hıristiyanlar da Müjde’de değişiklik yaptılar” (وبعده النصارى كذلكَ يحرفون في الإنجيل )? Bir Müslüman, ilk yüz yılın gerçek Müjdesi olduğuna inandığı bir kitap hakkında böyle bir ifadeyi nasıl yazabilir?

Bu yüzden bu konuda üç şey aşikar olarak ortaya çıkar. Birincisi şudur: Kur’an’dan bir alıntının dahil edilmesi için bu Arapça notların İslamiyet’in başlangıcından sonra bir Müslüman tarafından eklenmeleri gerekmişti. Barnaba, birinci yüz yıla gerçekten ait olsa idi, Arapça’yı ne konuşabilir ne de yazabilirdi. İkinci olarak, kendisinin yazmayı henüz tamamlamamış olduğu bir Müjde’yi Hıristiyanların önceden değiştirmiş olduklarını söyleyemezdi. Üçüncü nokta ise, bu notları ekleyen Müslüman’ın bunun gerçek Müjde olmadığını bilmesiydi. Bir Müslüman, Muhammed’in geleceğini önceden bildiren bir kitap bulduğu takdirde, güvenilir Müjde olduğunu düşünebileceği bir kitabın sayfa kenarlarına Hıristiyanların Müjde’yi değiştirmiş olduklarını yazmayacağı kesindi. Ayrıca buna ek olarak Tanrı’nın sözlerini değiştirmek için çeşitli yollar ileri sürmeye cesaret etmezdi ve her şeyden önce, böyle bir kitabın içine yazılar yazmaya korkardı.

Kanonik Müjde hakkındaki konuşmaların yirmi beş yıldan daha fazlası sırasında hiç bir Müslüman bana soru sormak istediği bir bölüm ile ilgili olarak kendisine hatırlatma yapmak için bir ayete küçücük bir nokta koymaya bile istekli olmamıştır. Bunun nedeni, ikinci halife Ömer’in Kur’an’ın sayfa kenarlarına hiç bir şekilde not yazılmaması konusunda verdiği buyruk olabilir. En azından kısmen değiştirildiğine inandığı Hıristiyan Kanonik Müjde’nin üzerine herhangi bir işaret koymaktan çekinen bir Müslüman söz konusu olduğuna göre, onun tamamen gerçek ve Tanrı’dan olduğuna inandığı bir kitabın sayfa kenarlarına notlar yazabileceğine nasıl inanabiliriz? Böyle bir davranış kendisinin gözünde Tanrı’nın kutsal Sözü’ne bir saygısızlık addedilir ve kendisi için böyle davranmak düşünülemez bir tutumdur. Bu güçlü duygusal neden tüm zihinsel delillerden önce gelen bir gerçektir. Bu yüzden, yine tekrar ediyorum. Hiç bir Müslüman Tanrı’nın Kutsal Sözü olduğuna inandığı bir belgenin üzerine bu notları asla yazmazdı. Bu notlar, bu kitabın gerçek Müjde olmadığını bilen bir kişi tarafından yazıldılar. Arap yazar ve İtalyan yazar John Toland’ın M.S 1709 yılında söylediği gibi bir sahtekarlık yapıyorlardı.

Sonuç

Varabileceğimiz tek sonuç, Barnaba Müjdesi’nin M.S. ilk yüz yılın tarihi bir belgesi olarak hiç bir değere sahip olmadığıdır.

Figür 6: 2662 no.lu Kodeks’in sayfa no. 134r, Viyana’daki Avıstırya Ulusal Kütüphanesi’nden. Barnaba Müjdesi. Bölüm 125.
Fotoğraflar, Avusturya, Viyana, Avusturya Ulusal Kütüphanesi Müdürü Profesör Doktor Otto Mazal’ın izni ile kullanıldı.

Figür 6 ile ilgili notlar

Karşı sayfadaki asıl metinden alınan suret Avusturya Ulusal Kütüphanesi’ndeki Sahte Barnaba Müjdesi’nin İtalyanca kopyasının 134r sayfasını gösterir. Barnaba Müjdesi’nin pek çok İngilizce kopyasında bu sureti alınmış sayfayı görebilirsiniz, ama Arapça notlar atlanmıştır. Belki de böyle yapılmasının nedeni, okuyucunun bu otları görmesi halinde kitabın sahte bir Müjde olacağından kuşku duyacağı içindir. Yazının üst kısmında Arapça sayfa numarası ( ۱۳۲ ) görülebilir. The Raggs’ın 1907 yılına ait orijinal baskısındaki 286’dan 289’a kadar olan sayfalara bakınız.

  1. Arapça notların yazarı, dikkat çekmek için bizim yaptığımız gibi sözcüklerin ya da ifadelerin altını çizmek yerine üstlerini çizmiştir. İkinci satıra aşlayan ilk üstleri çizilmiş sözcükleri okuyalım: “date quello che auete del milgiore per ammore di dio. Ditemi uollete uoi riceuere chossa ueruna da dio chatiua no certo ho poluere he cenere.” Anlamı şudur: “Tanrı’nın sevgisi uğruna sahip olduğunun en iyisini ver. ‘Söyle bana, Tanrı’dan, kötü olan herhangi bir şey almak ister misin? Kesinlikle istemezsin, Ey toprak ve kül olan!’
    Sağdaki sayfa kenarının üzerindeki Arapça öneri şudur: (إذا أرديتم من الله شيئاً ارديتم بخير الاشياء فإذ فعلتم عمل الصدقة اعملوا الصدقة من الخير منه ) Şu anlama gelir: “Eğer Tanrı’dan bir şey arzu ediyor isen, her şeyin en iyisini arzu edersin. Eğer sadaka veriyor isen, iyi olan sadakayı ver.”
  2. Beşinci satırın sonunda başlayan üstü çizili sözcüklerin ikinci grubunu okuyalım: “chome hauete fede in uoi se darete chossa ueruna chatiua per ammore de dio.”
    Ya da: “eğer Tanrı sevgisi uğruna herhangi kötü bir şey verecek isen, sende nasıl bir iman vardır?”
    Sağdaki sayfanın kenarında bulunan ikinci Arapça öneriyi okuyalım: (من أي دين عنده ينبض أن يصدق الخبائس منه )  Ya da: “Kötü olan sadaka vermeyi hangi din buyurur?”
  3. Onuncu satırda başlayan üçüncü üstü çizilmiş bölümü okuyalım: “ma dando chossa trissta he seruando per uoi il milgiore qella sera la scusa.”
    Ya da: Ama değersiz bir şey verir iseniz ve en iyisini kendiniz için saklarsanız, özrünüz ne olacaktır?”
    Sol sayfa kenarındaki Arapça şu öneride bulunur: : (إذا اعطيتم الله تعالى من الخبائس ما قلتم عند الله تعالى منه )
    Ya da: “Eğer en yüce olan Tanrı’ya kötü olanı verir iseniz, onuna Tanrı’nın önüne ne söyleyebilirsiniz?”
Figür 7: Viyana’daki Avusturya Ulusal Kütüphanesinden 2662 numaralı Kodeks’in 46r numaralı sayfası. Barnaba Müjdesi Bölüm 43’ün sonu ve Bölüm 44’ün başlangıcı.

Figür 7 ile ilgili notlar

Karşı sayfadaki suret, Avusturya Ulusal Kütüphanesindeki sahte Barnaba Müjdesi’nin İtalyanca kopyasının 46r sayfasını gösterir. Yazının üst kısmında Arapça 44 ( ٤٤ ) numaralı sayfa görülebilir. The Raggs’ın 1907 yılına ait orijinal baskısında bulunan 102. ve 103. sayfalara bakınız.

  1. Satır ikinin sonunda, satır üçün başında ve satır onun sonunda ve satır on birin başındaki İtalyanca yazıyı okuyalım: “il nontio di dio”, ya da “Tanrı’nın elçisi”.
    Sol sayfa kenarındaki Arapça notlar şu öneride bulunur: “رسول الله ” ya da “Tanrı’nın elçisi”. Bu çok genel düzeltmenin açıklaması için metne bakınız.
  2. Satır altının ortasındaki İtalyanca ifadeyi okuyalım: “ha deto dio al mio signore”, ya da “Tanrı, Rabbime bunu dedi.”
    Sol sayfa kenarındaki Arapça notu okuyalım: “رسول ”, ya da “elçi”. Arap yazar Rab ünvanını Muhammed’e uygulamanın uygun olmayacağını hisseder ve bunu “elçi” sözcüğü ile değiştirmeyi önerir.
  3. Bölümler arasındaki yerin karşısındaki sağ sayfa kenarında yazılı olan Arapça ifadeyi okuyalım: “هذا سورة أحمد محمد رسول الله ” Ya da: “Bu, Tanrı’nın elçisi, Ahmad Muhammad’ın suresidir (bölümüdür).”
  4. 16-18. satırların İtalyancası’nda üstü çizili sözcükleri okuyalım: “iessu con gemito elgie scrito chosi ma peron on la scrito mosse ne iosue ma sibene li rabini nostri che non temono dio.”
    Ya da: “İsa içini çekerek yanıt verdi: ‘Yazılmıştır: ama onu Musa yazmadı, Yeşu da yazmadı, Tanrı’dan korkmayan din öğretmenlerimiz yazdı.”
    Bu konu ile ilgili olarak sol sayfa kenarındaki yorumu okuyalım: “اليهود يحرفون الكلم من بعد مواضعه وبعده النصارى كذلك يحرفون في الإنجيل
    Ya da: “Yahudiler, sözcüklerin yerlerini değiştirirler ve daha sonra Hıristiyanlar aynı şekilde Müjde’deki sözcüklerin yerlerini değiştirirler.”
Figür 8: Viyana’daki Avusturya Ulusal Kütüphanesinde bulunan 2662 numaralı Kodeks’in 213r numaralı sayfası. Barnaba Müjdesi Bölüm 205’in sonu ve Bölüm 206’nın başlangıcı.

Figür 8 ile ilgili notlar

Karşı sayfadaki suret, Avusturya Ulusal Kütüphanesi’ndeki sahte Barnaba Müjdesi’nin İtalyanca kopyasının 213r sayfasını gösterir. Yazının üst kısmında 212 ( ۲۱۲ ) numaralı Arapça sayfa görülebilir. The Raggs’ın 1907 yılına ait 454 v4 455 numaralı sayfalarına bakınız.

  1. Sayfanın sol kenarındaki ilk Arapça sözcük “رسول ” ya da “Elçi”dir. İtalyanca metindeki onuncu satırın sonunda bulunan “mesia” ya da “mesih” sözcüğünün bir düzeltmesi de olabilir, ama sözcüğü değiştirmek için hiç bir girişimde bulunmadığı başka yerler de mevcut olduğu için bu tamamen kesin değildir.
  2. 14’den 16’ya kadar olan İtalyanca satırlardaki altı da çizilen üstü çizilmiş sözcükleri okuyalım: “-to nel libro di moisse he uerissimo imperoche dio chreatore nosstro he solo. He io son seruo di dio il qualle chiamate messia. Dis-“ Anlamı şudur: “Musa’nın kitabında yazılan doğrudur, madem ki Yaratıcımız Tanrı tektir ve ben Tanrı’nın hizmetkarıyım, sizin Mesih dediğiniz Tanrı elçisine hizmet etmeye arzu duyuyorum.”
    Her iki sayfa kenarında da bunun nasıl yazılması gerektiği hakkında öneriler yazılıdır. Sağ kenarda yazılanlar şöyledir: “قال عيسى الله خلق نا (خلقنا) أحد وأنا عبده وأريد أن أخدم رسوله منه ” Anlamı şudur: ‘İsa şunu dedi, ‘Yaratıcımız Tanrı tektir ve ben onun kuluyum ve onun elçisine hizmet etmeyi arzu ediyorum.’ “الله خالق
    Sol kenarında şunlar yazılıdır: “قال عيسى اللهُ أحد وأنا عبد منه ”.
    Tanrı Yaratıcıdır
    Anlamı şudur: “İsa şöyle dedi, ‘Tanrı Tek’tir ve ben Tanrı’nın kuluyum.’”
  3. Metnin ana bölümünde, “Tanrı’nın elçisi” anlamına gelen, on altıncı satırdaki “al nontio di dio” sözcüklerinin üstünde Arapça olarak şunlar yazılıdır: “رسول الله ” ya da “Tanrı’nın elçisi”.
    Bu değişikliğin önemi hakkındaki yorumlar ve metnin ana bölümünde yazılı olan gerçek için metne bakınız.
  4. Not: Bu sayfa, “Mesih” ile ilgili iki bölüme sahiptir. Yukarıda 2. numarada İsa’ya şu sözler söyletildi: ‘Sizin Mesih olarak adlandırdığınız Tanrı elçisi Muhammed’e hizmet etmeyi arzu ediyorum”. 8’den 10’a kadar olan satırlardaki İtalyanca ifadeyi okuyalım: “pontifice dicendo. Di a me ho iessu sci tu smentichato di quanto chonffesato hai che tu non sei dio ne fiollo di dio ne tampocho il mesia. Risspose iessu. Certo no.”
    Ya da:”Baş kahin şu sözleri söyleyerek yaklaştı: ‘Ey İsa, söyle bana, itiraf ettiğin her şeyi unuttun mu; tanrı olmadığını, tanrının oğlu olmadığını, hatta Mesih de olmadığını?’ İsa yanıt verdi, ‘Kesinlikle unutmadım.’”
    Bu sözcükler, İsa’nın Mesih olmadığını söylediğini ifade ederler. Bölüm 2’ye bakınız.
Figür 9: Viyana’daki Avusturya Ulusal Kütüphanesi’ndeki 2662 numaralı Kodeks’in 44r numaralı sayfası. Barnaba Müjdesi, Bölüm 42.

Figür 9 ile ilgili notlar

Karşı sayfadaki suret, Avusturya Ulusal Kütüphanesi’ndeki sahte Barnaba Müjdesi’nin İtalyanca kopyasının 44r sayfasını gösterir. Yazının üst kısmında 42 ( ٤٢ ) numaralı Arapça sayfa görülebilir. Bu durum, The Raggs’ın 1907 yılındaki orijinal baskısında yer alan 96-99 sayfalarında temsil edilir.

  1. Üçüncü satırı okuyalım: “io no son il messia”, ya da “Ben Mesih değilim.”
  2. İtalyanca el yazması belgesinin 7’den 9’a kadar olan satırlarındaki üstü çizilmiş sözcükleri okuyalım: “Disse allora iessu io son una uoce che chrida per tuta iudea che chrida. Aparechiate la uia al nontio di dio.”
    Ya da: “Sonra İsa şöyle dedi: ‘Ben tüm Yahudiye’de haykıran bir sesim ve şöyle sesleniyorum: Tanrı’nın elçisinin yolunu hazırlayın.’”
    Sayfanın sağ üst kenarındaki Arapça öneri şöyle der: “سألوا بني إسرائل بعيسى من أنت قال عيسى أنا صوت أنادي أن يحظروا طريق رسول الله ”.
    Ya da: “İsrailoğulları İsa’ya, ‘Sen kimsin?’ diye sordular. İsa şöyle dedi: ‘Ben, Tanrı’nın elçisi’nin yolunu hazırlayın diye bağıran bir sesim, çünkü o gelecektir.’”  (يحضروا )
  3. Dokuzuncu satırın sonunda, onuncu satırın başlangıcında; ve on yedinci satırın başlangıcında şunlar yazılıdır: “al nontio di dio”.ya da: “Tanrı’nın elçisi”. Arapça olarak şu yazılıdır: “رسول الله ”  ya da “Tanrı’nın elçisi”.
  4. On beşten on yediye kadar olan satırlardaki üstü çizili sözcükleri okuyalım: “Risspose iessu … perche io no son degno di sciolgere li leggami dele chalcie houero le choregie dele scarpe del nontio di dio il quale chiamate messia. İl quale he fato auanti di me he uenira dapoi dime he portera le parolle di uerrita onde la fede sua non hauera fine.”
    Ya da: “İsa yanıt verdi, ‘… çünkü, ben, sizin mesih 19 diye adlandırdığınız Tanrı elçisinin çarıklarının ya da ayakkabılarının bağlarını çözmeye layık değilim; o benden önce yaratıldı ve benden sonra gelecek 20 ve gerçeğin sözlerini getirecek, öyle ki onun imanının sonu olmayacaktır.’”
    Arapça’daki öneriye bakalım: “قال عيسى لا ينبغي لي أن يخدم نعلين رُسول الله لأنه خلق من قبلي وسيجيء من بعدي ودينه باق أبداً، منه
    Ya da: “İsa şöyle dedi: ‘Onun (? Benim) Tanrı’nın elçisinin ayakkabılarının bağını çözen bir hizmetkar olmamın gerekmesi benim açımdan uygun değildir, çünkü o benden önce yaratıldı ve benden sonra gelecek ve onun dini sonsuza dek kalıcı olacak.’”

1. Lonsdale and Laura Ragg, op.cit., sayfa xiv.

2. An Historical Account of the Life and Writing of the Late Eminently Famous Mr. John Toland (London: J. Roberts, 1722), sayfa 141.

3. Aynı kitapta. Sayfa 147.

4. The Koran, George Sale tarafından tercüme edildi, (Perth, u.k.: Cowan & Co.Limited), “Okuyucu için” önsöz, sayfa ix.

5. J. E. Fletcher, “The Spanish Gospel of Barnabas”, Novum Testamentum, Cilt.18 (1976), sayfa 314-320.

6. Aynı kitapta, sayfa 317

7. Mikel de Epalza, “Le Milieu Hispano-Moresque de I’lEvangile de Barnabe”, Islamo-Christiana, No.8 (1982) sayfa 176, burada İspanyolca metni verir.

8. Aynı kitapta. Sayfa 172. Mektup, Madrid’deki Ulusal Kütüphane’de bulunur, No. 4953.

9. Sale, op.cit. sayfa ix.

10. J. Slomp, “Tartışılan Müjde,” Islamo-Christiana, No. 4 (1978) sayfa 74.

11. International Standard Bible Encyclopedia (ISBE) (Chicago: Howard Severence Co., 1915) sayfa 197

12. ISBE, sayfa 188-190.

13. Kodeks sinaitikus – Kanonik Müjdelerin tam bir Grek metni ve Yeni Antlaşma’nın geri kalan bölümü. EL yazması belge, M.S. yaklaşık 350 yılının tarihini taşır; Londra’daki British Museum’da bulunabilir.

14. Early Christian Writings, (İlk Hıristiyan Yazıları), (London: Penguin Books, 1972), sayfa 190 ve 205.

15. J. Jomier, op.cit., sayfa 195.3

16. Bakınız Figür 9 artı not 2, bir sonraki sayfada.

17. Bakınız Figür 8 artı not 2, bir sonraki sayfada.

18. Figür 9’a ve notlara bakınız.

19. İsa, Tanrı’nın elçisi Muhammed’in mesih olduğunu söyler. Bu hata ile ilgili bir tartışma için Bölüm II’ye bakınız.

20. Bu ifade, hem İtalyanca hem de Arapça notlarda bulunur ve bu gün Tunus’taki “Sarı Kitaplar” da bulunması, Muhammed’in İsa’dan önce var olduğuna dair inancı gösterir. Bu inanç, Kur’an’ın kendisi ile bile çelişki içindedir.

SONSÖZ

Bu ana kadar Barnaba Müjdesi’nin sahte bir Müjde olduğuna dair kanıtlar sunmuş bulunmaktayım: bir Müslüman ya da bir Hıristiyan için aynı değerde olan kanıtlar ve bu kanıtların dindar içerik ile hiç bir ilişkileri yoktur. Doğal olarak, bu 40 ya da 50 nedenin ve kanıtın, bu belgenin gerçek İncil , Mesih’in gerçek Müjdesi olamayacağına ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki tartışmalarda yarar sağlamayacağına herkesi ikna edeceğini umuyorum.

Şimdi ise, tüm Hıristiyanları, Barnaba Müjdesi’ni yukarıdaki bulgular dahi olmadan, ciddiye almalarını hemen hemen imkansız hale getiren üç ciddi ve büyük zorluğu sunmayı arzu ediyorum. Bu üç zorluk şunlardır:

  1. Kur’an’da Yahya ibn Zekeriya olarak adlandırılan Vaftizci Yahya’dan hiç bir şekilde söz edilmemesi ciddi bir eksiktir.
  2. Yeni Antlaşma yazarlarının neredeyse hepsinin bu konudan yüzlerce kez söz etmelerine rağmen, Yahudilerin kurbanlarının Tanrı’dan gelmedikleri ifadesi – ve Kur’an aynı konudan en az üç kez söz eder.
  3. Sahte Barnaba’nın kendisini İsa’nın On İki Elçisinden biri olarak adlandırdığı gerçeği ve Tomas’a elçiler listesinde yer verilmeyişi – bu ifade diğer dört Müjde yazarının ifadelerini kabul etmez.

Zekeriya oğlu Vaftizci Yahya’dan Söz Edilmemesi

Yahya ibn Zekeriya’dan Kur’an’da beş kez söz edilir. İlk bölüm, El-Enbiya (Peygamberler) Suresi 21:89-90 ayetinde bulunur; orta Mekke dönemi, Vaftizci Yahya, iyi işleri ve itaatkarlıkları nedeni ile babası Zekeriya ve annesi ile birlikte Tanrı tarafından övülür. İkinci bölüm, El-En’am (Sığır) Suresi 6:85 ayetinde bulunur; geç Mekke dönemi; Vaftizci Yahya’dan İsa ile birlikte “doğruların safında” bulunan bir kişi olarak söz edilir. Üçüncü olarak, Meryem Suresi 19:1-15 ayetinde bahsedilir; H.S.7; burada Yahya’dan iki kez söz edilir. İkinci referansta kendisine şu buyruk verilir, “Ey Yahya! Kitaba sımsıkı sarıl! 1 Ve Yahya daha çocuk iken, hikmet ve Tanrı katından kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği almış bir kişi olarak tanımlanır.

Sidna Yahya’dan söz eden son bölüm Ali-İmran (İmran Ailesi) Suresi, 3:38-41,45 ayetinde yer alır; H.S.2 ya da 3. bu, çok önemli bir bölümdür ve üzerinde uzun uzadıya düşünmemiz gerekir, çünkü Yahya’nın bir peygamber olduğunu ve İsa’nın geleceği önceden bildirdiğini oldukça net bir şekilde belirtir. 39.ayeti okuyalım:

Zekeriya mabede namaz kılarken melekler ona, ‘Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hakim ve Salihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler’ diye seslendiler.

Ve sonra 45.ayette şu söz hakkında okuruz:

Hani melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’a çok yakın olanlardandır.’

Yahya’nın adı Meryem oğlu İsa Mesih olacak olan Tanrı’nın bir Sözü’nün (مُصَدقاً بكلمة من الله ) gerçeğine tanıklık etmek için geldiğine burada da görüldüğü gibi hiç bir kuşku yoktur. Ve bu öykü, Luka Müjdesi’nin birinci bölümündeki Yahya’nın dünyaya gelişi ile ilgili temel ayrıntıların hepsi ile uyum içinde olan bir öyküdür.

Yahya’nın İsa ile olan ilişkisinin önemine bir başka şekilde değinmek için, İsa’dan söz edilen on bir surenin üç tanesinde Yahya’dan da bahsedildiğini söyleyelim. Bu, zamanın %27’sini temsil eder.

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’da sahip olduğumuz Müjdelere göre, Tanrı tarafından gönderilen, adı Vaftizci Yahya olarak anılan bir adam vardı. Yahya, tövbe edilmesi gerektiğini öğretti ve bu tövbenin bir belirtisi olarak insanları eğilip alçalmaya ve Şeria nehrinin sularına dalıp çıkmaya yöneltti. Nehrin sularına dalıp çıkmak günahlarını terk edip Tanrı’ya döndüklerinin bir belirtisi idi ve vaftiz olarak adlandırıldı. Bu belirti nedeni ile Yahya’ya Vaftizci Yahya adı verildi. Yahya mucize yapmadı, ama pek çok kez İsa’nın geleceğini, Tanrı’nın Sözü olduğunu ve Kutsal Ruh ile vaftiz edeceğini önceden bildirdi. Yahya’nın, Müjde’de büyük öneme sahip olan yeri şu gerçek aracılığı ile anlaşılabilir: Kanonik Müjdelerde ve buna ek olarak Elçilerin İşleri’nde Vaftizci Yahya’dan doksan iki kez söz edilir; İsa’nın söz edildiği yüz on yedi bölümden otuz iki tanesinde Yahya’dan da söz edilir. Bu, aynı zamanda aynı Kur’an gibi zamanın %27’sidir.

Yahya’dan aynı zamanda M.S. yaklaşık 90 yılında yazan Yahudi tarihçi Josephus tarafından da söz edilir. Josephus’un Antiquities of the Jews (Yahudilerin Eski Zamanları) adlı uzun eserinde şunları okuruz:

Şimdi, Yahudilerin bazıları, Herod’un ordusunun yıkıma uğramasının nedeninin Tanrı’dan geldiğini ve bunun çok adil olarak onun, Vaftzici olarak anılan  Yahya’ya karşı yaptığı kötülüğün bir cezası olarak görülmesi gerektiğini düşündüler. Çünkü Herod, iyi bir adam olan ve Yahudilere erdemli olmayı buyuran, birbirlerine karşı dürüst ve Tanrı’ya karşı dindar davranmalarını söyleyen ve onlartı vaftiz eden Yahya’yı öldürttü. Herod, Yahya’nın halk üzerinde sahip olduğu gücün büyük etkisinden korktu, halkın baş kaldırmaya eğilimli olduğunu anladı ve Yahya’yı öldürdüğü takdirde, onun neden olabileceği herhangi bir rahatsızlığa engel olabileceğini düşündü ve Yahya’yı öldürtmenin en iyi çözüm olduğuna karar verdi. 2

Ancak yine de bunun herhangi bir durum ile ne ilgisi olduğu sorgulanabilir. Bir kişiyi dışarıda bırakmanın, ondan söz etmemenin hiç bir anlamı yoktur. Ve benim bu tepkiyi kabul ettiğim kesindir. Ama sahte Barnaba Müjdesi’nin metnine baktığımız zaman, ve onu Kanonik Müjdelerin metni ile kıyasladığımız zaman, Vaftizci Yahya’dan söz edilmemesine rağmen, onun tamamen yok sayılmadığını keşfederiz, çünkü sözleri hala mevcuttur. Ama bu kez Yahya’nın sözleri, İsa’nın ağzına yerleştirilmiştir; Yahya’nın İsa hakkındaki sözleri tamamen aynı olarak İsa’ya Muhammed hakkındaymış gibi söyletilmiştir.

Aşağıda yapılan karşılaştırmalara bakalım:

Luka’ya göre Müjde, Bölüm 3, ayetler 8 ve 9
Yahya şöyle dedi: “Bundan böyle tövbeye yaraşır meyveler verin … Balta ağaçların köküne dayanmış bile. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılır.
Barnaba Müjdesi Bölüm 100
İsa, öğrencilerine şöyle der: “tüm bölgeye gidin … tövbe vaaz edin: Çünkü balta ağacı kesmek için ağacın yakınına dayanmıştır.”

Sahte Barnaba Müjdesi’nden alınan aşağıdaki bölümün İtalyanca metni, Figür 9’da görülen 44r sayfasının fotoğrafında yer alır.

Yuhanna’ya göre Müjde Bölüm 1, ayetler 19-30
Yahudi yetkililer, Yahya’ya,’Sen kimsin?’ diye sormak üzere, Yeruşalim’den kahinler ile Levilileri gönderdikleri zaman, Yahya’nın tanıklığı şöyle oldu – açıkça konuştu, inkar etmedi – “Ben Mesih değilim” diye açıkça konuştu.
Barnaba Müjdesi, Bölüm 42
Onlar (kahinler) Levilileri gönderdiler ve onu sorgulamak  için bazı yazıcıları da yolladılar, “Sen kimsin?” diye sordular. İsa itiraf etti ve gerçeği söyledi: “Ben Mesih değilim.”
Onlar da kendisine, ‘Öyle ise sen kimsin? İlyas mısın?’ diye sordular. Onlar, “Sen İlyas mısın, Yeremya biri misin?
O da, “değilim” dedi. ya da eski peygamberlerden biri misin?
“Sen beklediğimiz peygamber misin?” sorusuna, “Hayır” yanıtını verdi. İsa, “Hayır” yanıtını verdi.
Bu kez, “Kim olduğunu söyle de, bizi Gönderenlere bir yanıt verelim” dediler. “Kendin için ne diyorsun?” Sonra şöyle dediler: “Sen kimsin? Söyle ki, biz de bizi gönderenlere bir tanıklık verebilelim.”
Yahya, “Peygamber Yeşaya’nın dediği gibi, ‘Rab’bin yolunu düzleyin’ diye çölde haykıranın sesiyim ben’ dedi. İsa bu kez şöyle dedi: “Ben tüm Yahuda’da haykıran bir sesim ve şöyle seslenirim: ‘Rabbin elçisinin yolunu hazırlayın; “Yeşaya’da yazılı olduğu gibi”.
Yahya’yı sorgulamak için gönderilen bazı Ferisiler, ona, ‘Sen Mesih, İlyas ya da beklediğimiz peygamber değil isen, niye vaftiz ediyorsun?’ diye sordular. Onlar şöyle dediler: “Eğer sen Mesih ya da İlyas ya da herhangi bir peygamber değil isen, neden yeni bir öğretiş vaaz ediyorsun ve kendini Mesih’ten daha değerli bir konuma koyuyorsun?”
Yahya onlara şöyle yanıt verdi: “Ben su ile vaftiz ediyorum, ama aranızda tanımadığınız biri duruyor. Benden sonra gelen O’dur.Ben O’nun çarığının bağını bile çözmeye layık değilim” .. Yahya ertesi gün İsa’nın kendisine doğru geldiğini görünce, öyle dedi: “İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu! Kendisi için, “Benden sonra biri geliyor, O benden üstündür. Çünkü O benden önce vardı’ dediğim kişi işte budur.” İsa yanıt verdi: “Tanrı’nın benim ellerim aracılığı ile yaptığı mucizeler, benim Tanrı’nın isteğini konuştuğumu gösteriyor. Çünkü, ben sizin ‘Mesih’ diye adlandırdığınız, benden önce var olan ve benden sonra gelecek olan Tanrı’nın elçisinin çarıklarının bağını bile çözmeye layık biri değilim.”

(* Burada Grekçe “Mesih”(Hristos) sözcüğünün, Figür 9’un 3. ve 12. satırlarında görülebilen İtalyanca “mesia” ya da “messia” ile eş anlamlı olduğu aşikardır.)

Bu kıyaslamalardan gördüğümüz şudur: Barnaba Müjdesi yazarı, Muhammed’i Mesih olarak adlandırmak ile yalnızca Kur’an ile çelişkiye düşmek ile kalmamış, aynı zamanda Kanonik Müjdeleri uygulama kabilinden bire bir olarak kopya etmiştir. Yaptığı tek değişiklik, Vaftizci Yuhanna’nın sözlerini İsa’nın ağzına yerleştirmek olmuş; İsa’nın Muhammed’i Mesih olarak adlandırmasına neden olmuş ve Yahya’yı ise kitaptan tamamen silmiştir.

Bir Müslüman açısından Yahya’nın Kur’an’dan silinmesi önemli bir durum teşkil etmez, çünkü bu tutum Kur’an’da yalnızca beş ayetin değişmesi anlamına gelir. Ama dört bölümün daha büyük bir kısmını atlamak ve Kanonik Müjde’deki diğer yirmi sekiz tanesini değiştirmek, çok büyük bir değişikliktir. Hıristiyanların ünlü Yahya’yı diğer alanlarda kendisini elli kez sahte olarak gösteren ve aynı zamanda Kur’an ile de çelişen tek bir tanığı temel alarak yok etmeleri gerektiği kesinlikle beklenemez.

Barnaba Tanrı’nın Musa’ya verdiği Tevrat’ta yakmalık sunular buyurduğunu inkar eder

Barnaba Müjdesi’nin 32. bölümünde İsa yazıcıları ile konuşuyor ve onlara şöyle dedirtiyor,

Ve size soruyorum, kendi geleneklerinizi yerine getirmek için hangi nedenden ötürü Tanrı’nın buyruğunu iptal ettiniz? Yoksul babaların oğullarına şöyle diyorsunuz: tapınağa adaklar sunun ve yemin edin.

Yazar sunuların Tanrı’nın bir emri ya da buyruğu olduklarını açıkça beyan eder. sunular, yazara göre yalnızca adetlerdir.

Sonra 66. ve 67. bölümlerde İsa’ya aşağıdaki ifadeler söyletilir:

Vay başınıza, yazıcılar ve Ferisiler: vay başınıza kahinler ve Levililer … Çünkü siz kurban sunmak için gelenlere şunu diyorsunuz:’Koyunlarınızı ve boğalarınızı ve kuzularınızı Tanrı’nın tapınağına getirin ve hepsini yemeyin, ama Tanrı’nın size vermiş olduğunun bir kısmını (yakmalık bir sunu olarak) Tanrınıza bir pay olarak verin.’

Burada Tevrat’ta Tanrı tarafından atanan resmi dini önderler ve hatta kahinler ve Levililer bile insanlara kurban sunmayı öğrettikleri için azarlanırlar. Barnaba Müjdesi’nin yazarı tarafından verilen neden,Tanrı’nın yemek için ete ihtiyaç duymadığıdır. Bu ifade, elbette doğrudur. Tanrı bunu Kutsal Ruh aracılığı ile Zebur’da (Mezmurlar) açıkladı. İ.Ö.1000 yılına ait olan Mezmur 50: 7-15 ayetlerinde Tanrı şöyle der,

Ey halkım, dinle de konuşayım. Ey İsrail, sana karşı tanıklık edeyim: Ben Tanrı’yım, senin Tanrı’nım! Kurbanlarından ötürü seni azarlamıyorum. Yakmalık sunuların sürekli önümde. Ne evinden bir boğa, ne de ağıllarından bir teke alacağım. Çünkü bütün orman yaratıkları, dağlardaki bütün hayvanlar benimdir. Dağlardaki bütün kuşları korurum, kırlardaki bütün yabanıl hayvanlar benimdir. Acıksam sana söylemezdim, çünkü bütün dünya ve içindekiler benimdir. Ben boğa eti yer miyim? Ya da keçi kanı içer miyim? Tanrı’ya şükran kurbanı sun, Yüceler Yücesi’ne adadığın adakları yerine getir. Sıkıntılı gününde seslen bana, seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin.

Başka bir deyişle, Tanrı şöyle demektedir, “Ben sizin yiyeceğinizi yemem ya da sunduğunuz kurbanlara yiyecek olarak ihtiyacım yok, ama size kurban sunmanızı buyurdum. Bu nedenle şimdi saf bir yürek ile kurban sunun.”

Tanrı, gücü her şeye yeten ve her şeyi bilen değil midir? Arzu ettiği şeyi buyurma hakkına sahip değil midir? Tanrı’nın kurban etinin bir kısmının Yahudiler tarafından O’na “tatlı bir koku” yükselterek yakılmasını buyurmaya hakkı olmadığını söylemek, aynı zamanda Tanrı’nın, şimdi Mekke’de Müslümanlar tarafından Hac sırasında Eyd-el-Kabir üzerinde kendisine sunulan binlerce deveyi, boğaları ve koyunların kurban edilmesini buyurmaya hakkı olmadığını söylemektir.

Ayrıca buna ek olarak, Mekke’de törensel bir günah ile ilgili olarak bu gün yapılan bir kurban sunma uygulaması yanlış olacaktır. Eğer biri Hac esnasında bir hata yapar ise, örneğin, yanlış giysiler giyer ise, bu hac uygulamasının değerini sıfıra indirger. Bu yanlışı “örtmek”, “karşılığını ödemek”, “kefaret etmek” için El-Bakara suresine göre 2:196 ayetinde; H.S.2-3, bir fidye (fidya فِدية ) vermek zorundadır ve bir başka seçeneği daha vardır; bir kurban (nusuk نُسك ) sunmalıdır. Bu durum, bir arkadaşımın başına geldi. Bu arkadaşım ve yedi başka erkek, Hac esnasında yaptıkları törensel günahın yanlışını örtmek (karşılığını ödemek? Kefaret etmek?) için birlikte bir boğa satın almaya gittiler.

Ama Müslüman okuyucular için yine de önemli olan şey, Kur’an’ın Musa’nın Tevrat’ı ile bağlantılı olarak yakmalık sunular hakkında ne söylediğini bilmektir. Tanrı, Yahudi imanlılara kurbanlar sunmalarını buyurdu mu, buyurmadı mı? H.S.10 yılına ait el-Ma’ide (Masa) Suresi 5:27 ayeti, Kayin ve Habil ile ilgili olarak şunu söyler:

(Ey Muhammed!) Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban (kurban, قُربان ) sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti.

Burada yazılanlar, Musa’ya Tevrat’ın Yaratılış kitabında 4:1-4 ayetlerinde açıklanan bilgilerin aynısını kabul eder; “Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi.” El Beydevi ve Celaleddin  Tanrı’nın Habil’in kurbanını kabul ettiğini göz ile görünür bir şekilde kabul ettiğini, Kayin’in sunusuna dokunmadan, onu yakıp tüketmesi için gökten ateş göndererek beyan ettiğini söyleyen, Kur’an’da bulunmayan başka ayrıntılar eklerler. 3 

Bundan sonra H.S.2 ya da 3 yılına ait Ali-İmran (İmran ailesi) Suresi 3:183 ayetinde şu sözleri okuruz:

Onlar, “Allah, bize, ateşin yiyeceği bir kurban (kurban, قُربان ) getirmedikçe hiç bir peygambere inanmamamızı emretti” dediler. De ki: “Benden önce size nice peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?

Bu ifadenin İlyas’a işaret ettiği kesindir. 1. Krallar 18:16-45 ayetlerinde bulunan büyük zaferinin öyküsü. İlyas, Baal putuna tapan kahinlere bir yarışma ile meydan okudu. Baal’ın kahinleri, bir boğa alıp kesecekler ve parçalayıp odunların üzerine koyacaklardı ve İlyas da aynı şeyi yapacaktı. Baal’ın kahinleri kendi ilahlarını adı ile çağıracaklardı, İlyas da Rabbi adı ile çağıracaktı. Hangisi gökten ateş ile karşılık verir ise, böylelikle kendisinin gerçek Tanrı olduğunu göstermiş olacaktı. Hatta İlyas kendi kurbanının üzerine üç kez küpler ile su dökerek ıslattı. Sonra dua etti ve İsrail’in Rab Tanrısı, gökten gönderdiği ateş ile yakmalık sunuyu, odunları, taşları ve toprağı yakıp hendekteki suyun hepsini kuruttu.

Bu büyük zaferden  aynı zamanda ilk Mekke dönemine ait El-Saffat (Sıra sıra dizilenler) Suresinin 37:123-128 ayetlerinde de söz edilir, ayetleri okuyalım:

Şüphesiz İlyas da peygamberlerden idi. Hani kavmine şöyle demişti: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” “Yaratıcıların en güzelini, sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbi olan Allah’ı bırakarak Ba’l’e mi tapıyorsunuz?” Onu yalanladılar. Bu sebep ile onlar (cehenneme) götürüleceklerdir. Ancak Allah’ın ihlaslı kulları başka.

Son olarak, H.S.2 yılına ait El-Bakara (Sığır) Suresinde 2:67-72 ayetlerinde aşağıdaki sözcüklerin yer aldığını görürüz:          

Hani Musa kavmine, “Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar da, “Sen bizimle eğleniyor musun?” demişlerdi. Musa, “Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti. … (bundan sonra bir çok ahmakça sorular sorarlar, çünkü itaat etmek istemezler, bölüm devam eder)….  “İşte şimdi tam doğrusunu bildirdin” dediler. Nihayet o sığırı kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı.

Burada Tanrı’nın halka, Musa aracılığı ile belirli bir kurban sunmasını buyurduğu kusursuz bir netlik ile söylenir. Bu ayetlerde anlatılan öykü Musa’nın Tevratı’ndaki Çölde Sayım kitabında 19:1-10 ayetlerindeki kurban buyruğu ile uyumludur.

Kur’an’dan yapılan tüm bu alıntılarda Tanrı tarafından kurban sunulmasının buyrulduğunu açık bir şekilde görürüz. Ve böylelikle Barnaba Müjdesi’nin yine hem Kutsal Kitap hem de Kur’an ile çelişki içinde olduğunu anlarız.

Eski Antlaşma’da Kurban

Bu sözü edilen çelişki bir Müslüman için fazla önem taşımayabilir, ama Hıristiyanlar (ve Yahudiler) için korkunç bir çelişkidir. Ve şu anlama gelir: Musa’nın Tevratı’ndaki 187 bölümün 57 tanesi ya da hemen hemen üçte biri hatalıdır. Davud’un Mezmurları’nın (Zebur) %10’unun yanlış olduğu anlamına gelir. Toplam olarak, Yahudilerin kitaplarından 39 tanesinden 23’ü barış sunularından, günah sunularından ya da suç sunularından söz ederler. Bunların hepsini yanlış olduklarına inanamayız. O zaman bu Eski Antlaşma’nın hemen hemen üçte ikisinin yanlış olduğu anlamına gelmektedir.

Yeni Antlaşma’da Kurban

Hıristiyanların Yeni Antlaşma kurbanlarından dört kanonik Müjde’nin hepsinde ve İsa’nın öğrencilerine vahiy yolu ile verilen 23 kitabın 9 tanesinde söz edilir ya da imada bulunulur. Bu oran da Hıristiyan Yeni Antlaşması’nın %48’ini teşkil eder.

Luka 2:22-24 ayetlerinde İsa’nın doğumundan sonra, şunları okuruz:

Musa’nın yasasına göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf ile Meryem çocuğu Rabbe adamak için Yeruşalim’e götürdüler. Nitekim Rabbin yasasında, ‘İlk doğan her erkek çocuk Rabbe adanmış sayılacak’ diye yazılmıştır. Ayrıca, Rabbin yasasında buyrulduğu gibi, kurban olarak bir çift kumru ya da iki güvercin yavrusu sunacaklardı.

Luka 5:12-15 ayetlerinde İsa’nın cüzamlı adamı iyileştirdiğini okuruz; İsa iyileşen adama şöyle der:

Bundan kimseye söz etme, git, kahine görün ve cüzamdan temizlendiğini herkese kanıtlamak için Musa’nın buyurduğu sunuları sun.

Özetleyecek olur isek, kurbanlardan ve sunulardan Eski Antlaşma’nın hemen hemen üçte ikisinde ve Yeni Antlaşma’nın nerede ise yarısında söz edilir. Müslümanların Hıristiyanlardan şu iyi haberden vazgeçmelerini beklemedikleri kesindir: İsa, tarihi hatalar ile dolu ve hatta Kur’an ile bile çelişkide olan bir kitabı temel alarak günahlarımız uğruna bir kurban olup ölmek ile Cennet yolunu herkese açtı.

Barnaba İsa’yı şahsen tanıyan on iki öğrenciden biri olduğunu iddia eder

Matta, Markos ve Luka tarafından İsa Mesih’in Müjdesi’nde kaydedildiği gibi, İsa özel bir eğitim vermek amacı ile kendisine 12 öğrenci seçti. Bir vergi görevlisi olan Matta, İsa’yı izlemesi için bulunduğu vergi dairesinden doğrudan çağrıldı. Matta 9:9 ayetini okuyalım:

İsa oradan geçer iken, vergi toplama yerinde oturan birini gördü. Mata adındaki bu adama, “Ardımdan gel” dedi. Adam da kalkıp İsa’nın ardından gitti.

Başka bir olaya bakalım:

İsa, Celile gölünün kıyısından geçer iken, göle ağ atmakta olan Simun ile kardeşi Andreas’ı gördü. Bu adamlar balıkçıydı. İsa onlara, “Ardımdan gelin” dedi, “Sizleri insan tutan balıkçılar yapacağım.” Onlar da hemen ağlarını bırakıp O’nun ardından gittiler. (Markos 1:16-18).

Bunlar ve dokuz başka adam her şeylerini terk ettiler ve İsa’nın ardından gittiler; üç ya da dört yıllık bir süre boyunca O’nunla yaşadılar ve Müjde’yi öğrendiler. Ve Kur’an bu konuyu kabul eder, çünkü El-Saff (Sıra) Suresi, H.S.3 yılına ait, 61:14 ayeti şunları söyler:

Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere (الحَوَاريون ), ‘Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?’ demişti. Havariler de, ‘Biz Allah’ın  yardımcılarıyız’ demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesim iman etmiş bir kesim de inkar etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşılık destekledik. Böylece üstün geldiler.

İsa bu on iki öğrenciyi hizmetinin başlangıcında seçti ve onları Müjde mesajı ile gönderdi. İsa tarafından özel olarak seçildikleri ve özel olarak gönderildikleri için Hıristiyanlar bu öğrencilerden genellikle “On İki Elçi” olarak söz ederler, çünkü “elçi”Grekçe’de haberci anlamına gelir. Okuyucu bu sözcük aracılığı ile “elçi” sözcüğünün biz Hıristiyanlar tarafından nasıl tanımlandığını anlayabilir. Elçi, İsa’yı gören ve işiten bir adamdı ve İsa tarafından Müjde’yi duyurması için bir haberci olarak özellikle gönderildi.

Müjdelerin üç tanesinde bu on iki öğrencinin adlarını buluruz. Bu adamları ve aşağıda yazılı adlarını binlerce Hıristiyan tanıdı:

Matta 10:2-4 Markos 3:16-18 Luka 6:13-16
Petrus Simun Petrus Simun Petrus
Andreas Andreas Andreas
Matta Matta Matta
Yuhanna Yuhanna Yuhanna
Yakup Yakup Yakup
Taday Taday Yakup oğlu Yahuda
    (Taday’ın ikinci adı)
Bartalmay Bartalmay Bartalmay
Filipus Filipus Filipus
Alfay oğlu Yakup Alfay oğlu Yakup Alfay oğlu Yakup
Yahuda İskariyot Yahuda İskariyot Yahuda İskariyot
Tomas Tomas Tomas
Yurtsever Simun Yurtsever Simun Yurtsever Simun

Eğer okuyucu tüm Yeni Antlaşma’ya bakacak olur ise, bu adamların bazıları hakkında geniş ölçüde bilgi bulacaktır. Diğerleri hakkında, isimleri dışında hemen hemen hiç bir şey bilmiyoruz. Ama net olan bir şey vardır. Barnaba adı bu listelerin hiç birinde yer almamaktadır.

Barnaba Müjdesi’ne göre On İki Elçi

Barnaba Müjdesi’ne baktığımız zaman, yazarın, kendisinin bir elçi olduğunu iddia ettiğini görürüz. Bölüm 1’in ilk satırlarında şunları okuruz:

Nasıralı İsa’nın elçisi Barnaba, yeryüzünde yaşayan ve esenlik ve teselli arzu eden herkesi Mesih’e çağırdı.

Elçilerin İşleri diye adlandırılan Yeni Antlaşma’daki kitapta bir kilise önderi ve Pavlus’un dostu olan Barnaba’dan pek çok kez söz edilir. Barnaba, büyük olasılıkla ikinci kuşaktan bir Hıristiyan idi. “İkinci kuşak” ifadesi, elçilerin tanıklıkları ve vaaz etmeleri aracılığı ile iman eden Hıristiyanlar için kullanılır. Nasıralı İsa’yı şahsen biliyor ya da bilmiyor olabilirler.

Elçilerin İşleri 4:36-37 ayetlerinde bize, bu Barnaba’nın Kıbrıs’tan gelen bir Levili olduğu söylenir. Barnaba, Pavlus tövbe ettikten sonra (Elçilerin İşleri 9:27) alıp onu elçilerin yanına götüren kişi idi. Bir süre sonra,

Barnaba Pavlus’u aramak için Tarsus’a gitti.. Onu bulunca da Antakya’ya getirdi. Böylece Barnaba ile Pavlus bir yıl boyunca oradaki imanlılar topluluğu ile bir araya gelerek büyük bir kitleyi eğittiler. (Elçilerin İşleri 11:25-26).

Elçilerin İşleri kitabının 13 ve 14. bölümleri putlara tapan kişilere bağışlanmanın iyi haberini vaaz etmek için nasıl uzun bir yolculuğa çıktıklarını anlatır.

Barnaba Müjdesi’nin 1.bölümüne tekrar baktığımız zaman, yazarın, kendisinin Pavlus’u tanıyan bu Barnaba olduğunu iddia ettiğini görürüz. Yazar şöyle der,

Çok sevilenler … dindarlığın hileli sözleri ile şeytan tarafından aldatılan pek çok kişi, çok dindar öğretiler vaaz ediyorlar. Tanrı tarafından sonsuza kadar emredilen sünneti reddediyorlar ve murdar olan her yiyeceğe izin veriyorlar; üzülerek söylüyorum ki, Pavlus da aldatılanlar arasındadır; çünkü ben İsa ile yaptığım konuşmalarda gördüğüm ve işittiğim gerçeği yazıyorum.

Yazar belki “elçi” sözcüğünü farklı bir anlam ile kullanıyor olabilir? Belki de yalnızca İsa’nın vaazlerini işittiğini ve mucizelerini gördüğünü söylüyor olabilir? Ama , hayır, yazar kendisinin İsa’ya en yakın olan on iki öğrenciden biri olduğunu iddia ediyor. Aynı zamanda Bölüm 14’de de Onikiler’in bir listesini vermiştir. Bu liste aşağıda belirtildiği gibidir:

Andreas, Petrus, Barnaba, Matta, Yuhanna, Yakup, Taday, Yahuda, Bartalmay, Filipus, Yakup ve Yahuda İskariyot.

Sahte Barnaba kendisini Oniki Elçi’den biri olarak listeye dahil etmiştir. Gelin, birlikte dört listeye bakalım.

Matta 10:2-4 Markos 3:16-18 Luka 6:13-16 Barnaba 14
Petrus Simun Petrus Simun Petrus Petrus
Andreas Andreas Andreas Andreas
------ ------ ------ Barnabas
Matta Matta Matta Matta
Yuhanna Yuhanna Yuhanna Yuhanna
Yakup Yakup Yakup Yakup
Taday Taday Yakup oğlu Yahuda
(Taday’ın ikinci adı)
Taday
------ ------ ------ Judas
Bartalmay Bartalmay Bartalmay Bartalmay
Filipus Filipus Filipus Filipus
Alfay oğlu Yakup Alfay oğlu Yakup Alfay oğlu Yakup Yakup
Yahuda İskariyot Yahuda İskariyot Yahuda İskariyot Yahuda İskariyot
Tomas Tomas Tomas ------
Yurtsever Simun Yurtsever Simun Yurtsever Simun ------

Listede ne buluruz? Barnaba’nın adı yalnızca listeye eklenmek ile kalmamış, ama “Taday” ve onun ikinci adı olan Yahuda iki farklı elçi haline gelmişlerdir. Sonunda, 190 yıldır elçi olduklarını düşündüğümüz iki kişinin adları listede bulunmamaktadır. Yurtsever Simun ve Tomas’ın isimleri tamamen eksik bırakılmıştır. Bu hata aynı şuna benzer: Muhammed’in en seçkin on izleyicisinin isimlerini bir listede vermek ve bu listeye Ebu Bekir’in ismini dahil etmemek.

Yurtsever Simun hakkında fazla bir şey bilmeyebiliriz. Ama Tomas çok önemli bir kişi idi. Müjde’yi vaaz etmek için Hindistan gibi ok uzak bir yere dahi yolculuk etti. Orada günümüze kadar gelen ve onun ismini taşıyan Mar Toma adlı bir kilise grubu mevcuttur. Ama yine de onun hakkındaki en önemli şey, İsa’nın ölümden dirildiğine ettiği tanıklıktır. Yuhanna 20:25 ayetine göre, diğer öğrenciler tomas’a İsa’nın dirildiğini söyledikleri zaman, tomas şöyle dedi:

O’nun ellerinde çivilerin izini görmedikçe, çivilerin izine parmağım ile dokunmadıkça ve elimi böğrüne sokmadıkça inanmam.

Bir hafta sonra, dirilmiş olan İsa, Tomas’a göründü ve imansızlığı nedeni ile onu azarladı. “Kuşkucu Tomas” ifadesi, bu olaydan sonra İngilizce diline girmiştir ve aynı zamanda Hıristiyanlar tarafından konuşulan diğer dillerde de yer almıştır.

Tomas’ın, İsa’nın Kurtarıcılığına ve Rabliğine duyduğu kuşku ve hemen bunun ardından İsa’ya Rabbi ve Kurtarıcısı olarak iman etmesi, sonra ve şimdi Hıristiyanlar açısından, Müjde’nin gerçekliği için güçlü bir kanıt olmuştur. O zaman ne yapılması gerekir? Sahte Barnaba için yanıt çok basitti. Barnaba onun adını listeye dahil etmedi.

Özetleyecek olur isek, eğer sahte Barnaba Müjdesi’ni Kanonik Müjdeler ile kıyaslayacak olur iseniz, her ikisinin aynı oldukları uzun bölümler bulacağınızı söyleyebiliriz. Ama yazar Barnaba tarafından İslam öğretişlerini kabul etmediği şeklinde anlaşılan herhangi bir bölüm ya değiştirilmiştir ya da ortadan kaldırılmıştır. Vaftizci Yahya, İsa’nın dünyayı günahtan kurtardığını önceden bildirdiği için, adı ortadan kaldırılmıştır. Musa dönemindeki kurbanlar, İsa’nın günahlarımız uğruna öldüğünü gösteren semboller oldukları için Tanrı’nın, bu kurbanları emretmediği iddia edilir. Tomas İsa’nın ölümden dirilişini kanıtlayan güçlü bir tanık olduğu için adı ortadan kaldırılmıştır.

Sonsöz’ün Ortaya Çıkardığı sonuç Bir Hayal

Müslüman okuyucularımdan şu düşünceye verecekleri tepkiyi hayal etmelerinin istiyorum. Size şimdi yirminci yüz yılda daha önce hiç sözü edilmemiş bir kitap ile birinin geldiğini düşünün – Hicret’in ilk yüz yılı sırasında Zeyd İbn Thabit tarafından derlenmiş gerçek orijinal Kur’an olduğunu iddia eden bir kitap. Bu kitabın önsözünde Ömer ve peygamberin damadı Ali arasında bazı fikir ayrılıkları bulunduğu yazılıdır ve şimdiki Kur’an’ı düzeltmek için açıklanacağı gelecekteki bir zamana kadar saklı kalması gerektiği iddia edilir.

Bu kitabı okumaya başlarsınız ve geç Mekke dönemine ait El-A’raf (Yüksek Yerler) Suresinin 7:158 ayetine gelirsiniz. Orada şu aşağıdaki sözleri okursunuz:

O halde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resulü’ne, o ümmi (okuma yazma bilmeyen) peygambere iman edin ve ona uyun ki, gelecek olan ışığa yönlendirilesiniz 4 – doğru yolu bulasınız.

Sonra, H.S.7 yılına ait El-Tahrim (Haram kılmak) Suresinin 66:8 ayetini okursunuz ve orada şunlar yazılıdır,

Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, peygamberi ve onun ile birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider.

Ve bir başka gün H.S. 5-7 yıllarına ait El-Ahzab (Gruplar) Suresinin 33:40 ayetinde peygamberlerin mührü ile ilgili ünlü ayeti okursunuz:

Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur ve ilerde gelecek olanın nurunun Kolunun açıklayıcısıdır. Ve mührü basan kolun mühürden daha güçlü olduğu kesindir. Allah, her şeyi hakkı ile bilendir.

Bir diğer gün Kur’an’ın sonuna yaklaştığınız zaman, El-Aşara El-Mübaşşarun (العَشْرَة المُبشرُون ) [ Sevinçli Haberler alan On Kişi] adlı yeni bir Sure bulursunuz. Bu surenin Mekke dönemine ait bir sure olduğu söylenir. Daha önce adını hiç duymamış olduğunuz bu sureyi okurken, Muhammed’in en seçkin on izleyicisinin (surenin adını buradan aldığı aşikardır) adının yer aldığı bir liste bulursunuz, bu kişilere cennete kesin gireceklerine ilişkin “sevinçli haberler” vaat edilmiştir. Listede yer alan adları okursunuz: Ömer ben Khattab, Osman ben Affane, Ali ben Abi Taleb v.b. isimler ile devam eder.Birden kendinize şunu dersiniz: “bir dakika, bekleyin! Ebu Bekir Sadık’ın adı nerede? Bu imkansız! Ebu Bekir Sadık bu kişiler içinde en önemli olanı idi!” Listeyi tekrar okursunuz ve Aqba İbn Nafia adı gözünüze ilişir. “Onun adı nasıl burada olur?” dersiniz kendi kendinize, “Bu çok saçma; o, Ömer’in kız kardeşinin oğlu idi. Yani, ‘ikinci kuşaktan’ bir Müslüman. O, “sevinçli haberlerin vaadini alan on kişiden” biri değildi. Birkaç satır daha okuyarak ilerlediğiniz zaman, Aqba İbn Nafia’nın şu iddiada bulunduğunu görürsünüz: Tanrı ona, Muhammed’den işittiği her şeyi ezberlemesini söyledi. Sonra da bunları yazmasını bildirdi. Ve son olarak peygamberin evlat edindiği oğlu Zeyd gibi sahte kişilerin tüm hatalarını düzeltmek üzere daha ilerdeki bir tarihe kadar bunu muhafaza etmesini istedi.

Koyu renk ile yazılmış sözlere ve yeni Sureye (elbette benim tarafımdan eklenen) ek olarak, Bedir Savaşı’nda kullanılmış olan barut ve Uhud savaşı’nda kullanılmış olan buharı tahrif eden bir su mengenesi ile ilgili referanslar karşınıza çıkar. İsveç ve Fransız dillerinde sayfa kenarlarına yazılmış olan düzeltmelerdir ve tüm bunlara ek olarak nihai bir saçmalık daha mevcuttur. Surelerden birinde, cennetteki ırmakların ve su kaynaklarının serinliği, sıcak bir yaz gününde içilen buzlu bir Coca-Cola’nın verdiği serinlik ile kıyaslanmaktadır.

Böyle bir durumda Müslüman okuyucular bu tür bir hayal için ne diyeceklerdir? Duyguları incinecek, gücenecek ve şöyle diyeceklerdir: “Bu yalan! Bu korkunç bir şey! Dürüst ve zeki bir kişi böyle bir şeye nasıl inanabildi? 20.yüz yıldan önce bu kitabın bir kaydı mevcut değildir. Hiç bir Müslüman yazar böyle bir anlatımdan asla söz etmedi! Bu, sahte bir Kur’an’dır! Bir Hıristiyan ya da Yahudi bir yazar bile bu kitaptan hiç bir zaman söz etmedi!

Ve barut? Barut, Avrupa’ya M.S 1300 yılında (Kur’an’dan 700 yıl sonra) Marco Polo tarafından getirildi. Barut, Bedir Savaşı’nda nasıl kullanılmış olabilir? Ya da buharı tahrif eden su mengenesi Uhud Savaşı’nda kullanılmış olamaz. Buhar makinesi James Watt tarafından M.S. 1800 yılında icat edildi (Kur’an yazıldıktan 1100 ya da 1200 yıl sonra). Böyle korkunç bir yalana kim inanabildi? Bu sahtekarlık, 20.yüz yıldan önce Coca-Cola pazara girdiği zaman yazılmış olamazdı. Bu, iğrenç, korkunç ve kötü bir şeydir.

Sahte Barnaba Müjdesi’nin gerçek Müjde olduğu söylendiği zaman, elbette Hıristiyanların da tam olarak hissettikleri duygular bunlar olacaktır. Dürüst ve zeki bir insan böyle bir şeye nasıl inanabildi?


1. “Kitap” ile kast edilen, değiştirilmemiş olarak onun elinde mevcut bulunan Tevrat ve Zebur’a işaret etmesi gerektiğidir.

2. Flavius Josephus, Antiquities of the Jews, Kitap xviii, bölüm 5.

3. George Sale, The Koran, op.cit. sayfa 77 üzerindeki not.

4. Bir hayal hakkında konuştuğumu vurgulamama izin verin. Koyu renk ile yazılmış sözler benim hayal ürünümdür, Kur’an’dan bir bölüm değildir.

Ek A

Arapça’dan İngilizce’ye Uyarlama (Transkripsiyon)

Uluslar arası Semboller İngilizce Uyarlama Uluslar arası Semboller
ا a   ف f
ب b   ق q
ت t   ك k
ث t th ل l
ج j   م m
ح h h ن n
خ k kh ه h
د d   و w
ذ d dh ي y
ر r   ء
ز z   Kısa sesliler
س s   a
ش s sh i
ص s s u
ض d d Uzun sesliler
ط t t a â
ظ z z i î
ع   u û
غ g gh Kaynaşması (diftong)
      au aw
      ai ay

İki seslinin bir hece halinde

Yasa’nın Tekrarı 1

“Şeria ırmağının doğu yakasındaki çölde, Suf’un karşısında Arava’da, Paran ile Tofel, Lavan, Haserot ve Di-Zahav arasında Musa İsrailliler’e şunları anlattı. Horev’den Seir dağı yolu ile Kadeş-Barnea’ya gitmek on bir gün sürer.” (ayet 1 ve 2)

Ayasofya
Hagio Sophia

Esini alan yazar bize bu kitabın halkın kulaklarına söylendiği sözlerin nereler olduğunu kaleme alır iken çok titiz davranır ve yerlerin adlarını özenli bir şekilde bildirir. İsrail henüz Şeria ırmağını geçmemiştir. Irmağın yakınındadırlar ve Tanrının yaklaşık kırk yıl önce kudretli gücünü görkemli bir şekilde göstermiş olduğu Kızıl Deniz’in karşısındadırlar. Buradaki konum tam bir titizlik ile tanımlanır, öyle ki Tanrının, halkı ile ilgili olan her konuda ne kadar özenli olduğu anlaşılsın. Tanrı, halkının tüm hareketleri ve yolları ile ilgileniyor idi. Halkın nerelerde konakladığına dair sadık bir kayıt tutulmasını istemiş idi. Tanrı, ne kadar önemsiz olur ise olsun, halkının bulunduğu her koşula lütufkar bir dikkat ile ilgi göstermekte idi. Tanrı, halkı ile ilgili her şeyde onlara eşlik ediyor ve hazır bekliyor idi. Tanrının gözü sürekli olarak hem bir bütün olarak topluluğun üzerinde idi hem de topluluğun her üyesi ile tek tek ilgileniyor idi. Tanrı gece ve gündüz halkını hep izledi. O’nun halkının yolculuğunun her aşaması Tanrının her an müdahaleye hazır ve lütufkar ve üstün yönetiminin altında idi. O’nun dikkatini çekemeyecek kadar küçük bir şey yok idi ve yine aynı zamanda O’nun gücünün ötesine geçebilecek hiç bir şey de yok idi.

Tüm bunlar eski dönemde çöldeki İsrail için söz konusu idi ve aynı durum şimdi kilise için de söz konusudur; bir bütün olarak kilise ve özel olarak kilisenin her bir üyesi. Bir Baba’nın gözleri sürekli olarak üzerimizde ve O’nun sonsuz kolları gece ve gündüz çevremizde ve altımızda. “O, gözlerini doğrulardan ayırmaz.” Tanrı saçlarımızın tellerini sayar ve bizi ilgilendiren her konuya sınırsız iyiliği ile müdahale eder. O, Kendisini bizim tüm istek ve ihtiyaçlarımızdan sorumlu tutar. O, bizden her kaygımızı O’nun üzerine atmamızı bekler, O’nun bizimle ilgilendiğine dair tatlı güvenceye sahip olmamızı ister. O, bizim, büyük ya da küçük her yükümüzü O’nun üzerine bırakmamız için bizi lütufkar bir şekilde davet eder.

Tüm bunlar gerçekten de harikadır. Bize çok derin bir teselli sağlarlar. Hangi şekilde olur ise olsun yüreğimizi sakinleştirirler. Buradaki önemli soru şudur: “Biz buna inanıyor muyuz?” Yüreklerimiz buna ilişkin bir iman ile yönetiliyor mu? Her şeyin – evrenin sütunlarını taşıyan -  Her Şeye Gücü Yeten Yaratıcısının ve her şeyi Elinde Tutan Rabbin tüm yolculuk boyunca lütufkar bir şekilde bizim için her şeyi yapmaya taahhüt ettiğine gerçekten inanıyor muyuz? “Göğün ve yerin Sahibi’nin” bizim Babamız olduğuna tam olarak inanıyor muyuz? Ve O’nun bizim ilkinden sonuncusuna kadar tüm isteklerimizden Kendisini sorumlu gördüğünden emin miyiz? Tüm varlığımız elçinin esin ile yazmış olduğu şu sözlerin emreden gücü altında mıdır? “Öz Oğlu’nu bile esirgemeyip O’nu hepimiz için ölüme teslim eden Tanrı O’nun ile birlikte bize her şeyi karşılıksız bağışlamayacak mı?” Ne yazık ki, bu basit ama çok önemli gerçeklerin gücü hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz için korkmamız gerekir. Bu gerçekler hakkında konuşuyoruz; onları tartışıyoruz; ağzımız ile ikrar ediyoruz ve onlara nominal bir onay veriyoruz, ama yine de günlük yaşamda ve kişisel öykülerimizin ayrıntısında bu gerçeklere ne kadar zayıf bir şekilde katılıyoruz. Eğer gerçekten Tanrının Kendisini tüm ihtiyaçlarımızdan sorumlu tuttuğuna inanır isek, eğer tüm kaynaklarımızı O’nda buluyor isek ve eğer O gözlerimiz için mükemmel bir örtü ve yüreklerimiz için bir dinlenme yeri ise o zaman çok çabuk kuruyan ve yüreklerimizi hayal kırıklığına uğratan zavallı yaratık kaynaklarına bakmamız mümkün olabilir miydi? İnanmıyoruz ve inanamıyoruz. İman yaşamı teorisine tutunmak bir şeydir ve iman yaşamını sürdürmek tamamen başka bir şeydir. Kendimizi sürekli olarak iman ile yaşadığımız düşüncesi ile aldatıyoruz, ama aslında er ya da geç gücünün tükeneceği kesin olan bazı insan desteklerine ya da yardımcılarına yaslanıyoruz.

Sevgili okuyucu, söylediklerim doğru değil mi? Bizler sürekli olarak diri suların Kaynağını terk etmeye ve kendimiz için zahmet ile içinde su barındıramayan çatlak sarnıçlar meydana getirmeye eğilimli değil miyiz? Ve yine de iman ile yaşamaktan söz ediyoruz! İhtiyacımız ne olur ise olsun ihtiyacımızın karşılanması için yalnızca diri Tanrıya bakmamız gerektiğini ağzımız ile söylüyoruz ama aslında bazı yaratılmış akıntının yanına oturuyor ve orada bir şey arıyoruz. Eğer hayal kırıklığına uğruyor isek buna şaşırmamız gerekir mi? Bundan farklı olması nasıl mümkündür? Tanrımız bizim birine ya da bir şeye değil, yalnızca Kendisine bağımlı olmamızı ister. Tanrı bize, sözünün çeşitli yerlerinde yaratığa duyulan tüm güvenin gerçek karakteri ve kesin sonucu hakkındaki düşüncesini bildirmiştir. Örneğin, peygamber Yeremya aracılığı ile verilen en ciddi güvenceye bir göz atalım. “Rab diyor ki, insana güvenen, insanın gücüne dayanan ve yüreği Rabden uzaklaşan kişi lanetlidir. Böylesi bozkırdaki çalı gibidir; iyilik geldiği zaman görmeyecek. Kurak çöle, kimsenin yaşamadığı tuzlaya yerleşecek.” (Yeremya 17:5,6)

Ve sonra şu ayetler ile yukardaki ayetler arasındaki zıtlığa dikkat edin: “Ne mutlu Rabbe güvenen insana, güveni yalnız Rab olana! Böylesi su kıyılarına dikilmiş ağaca benzer, köklerini akarsulara sağlar. Sıcak gelince korkmaz, yaprakları her zaman yeşildir. Kuraklık yılında kaygılanmaz ve meyve vermekten geri durmaz.” (Yeremya 17:7,8)

Burada önümüze konmuş olan bu ağır konunun her iki yönü de net ve güzel bir şekilde tanrısal güce sahip bir anlatım ile bize açıklanır. Yaratığa güvenmek belirtildiği gibi lanet getirir ve yalnızca kısırlığa, kedere ve viranlığa neden olur. Tanrı, Kendisinden yaratığa dönmemizin ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu öğrenebilmemiz için her insan kaynağının kurumasına, her insan yardımının yok olmasına neden olacaktır. Yukardaki ayetlerde kullanılan örneklerden daha çarpıcı ya da daha etkili bir başka örnek verilmesi mümkün müdür? “Bozkırda ya da çölde bir çalı” – “Çöldeki çatlak ve kurak yerler” – “Kimsenin yaşamadığı bir tuzla.” Kutsal Ruhun yalnızca insana olan bağımlılığı ve yalnızca insana olan güveni tanımlamak için kullandığı örnekler işte bu ifadelerde yer alan örneklerdir.

Ama diğer yandan yalnızca Rabbe güvenmenin derin bereketini ortaya koymak için kullanılan örneklerden daha hoş ya da daha tazeleyici başka örnekler ne olabilir? “Su kıyılarına dikilmiş ağaç” – “Köklerini akarsulara salmış bir ağaç” – “Yaprakları her zaman yeşil” – “Meyve vermekten asla geri durmaz.” Mükemmel bir şekilde güzel! Rabbe güvenen ve umudu Rab olan kişi için durum böyledir. Böyle bir kişi Tanrının yüreğinden akan sonsuz kaynaklar tarafından beslenir. Yaşam veren Kaynağın sularından karşılıksız olarak içer. Ve tüm kaynaklarını diri Tanrıda bulur. Sıcaklık gelebilir ama o kişi bunu görmez. Kuraklık yılı gelebilir ama bu kişi kaygı duymaz. On bin yaratık kaynağı kuruyabilir, ama bu kişi bunun farkına varmaz, çünkü onlara bağımlı değildir. Yalnızca Rabbe güvenen kişi her zaman su veren bu Kaynağın yanından ayrılmaz. İyi şeylerden asla yoksun kalmaz. Bu kişi iman ile yani Tanrıya güvenerek yaşar.

Ve burada iman yaşamından söz eder iken bu en bereketli yaşamın ne olduğunu derin bir şekilde anlayalım ve böyle bir yaşam sürdürüp sürdürmediğimize özen ile bakalım. Bazen bu yaşamın hiç bir şekilde zekice bir yaşam olmadığından söz edildiğini işitiriz; bu yaşam nadiren olmasa da Tanrıya yalnızca yiyecek ve giyecek için güvenme konusunda uygulanır. Geçici tedariklerin göz ile görülen kaynağına sahip olmayan, belirli bir geliri olmayan, herhangi bir mülke sahip olmayan belirli kişiler seçilir ve onların iman ile yaşadıklarından söz edilir, oysa bu harika ve görkemli iman yaşamı geçici şeylerden daha yüksek bir alana ya da daha geniş bir sahaya sahiptir; iman yaşamı yalnızca bedensel ihtiyaçlarımızın tedarik edilmesi için değildir.

Şimdi, iman yaşamına böyle çok değersiz bir şekilde bakmaya karşı yapacağımız itiraz hiç bir zaman yeterince güçlü olmayacaktır. Bu tür bir bakış açısı iman yaşamının alanını sınırlar ve kalitesini düşürür; iman yaşamının kutsal ve değerli sırlarını doğru bir şekilde anlamamız önemlidir. Bir an için şöyle düşünelim: belirli bir gelire sahip olan bir imanlının iman ile yaşama ayrıcalığından yoksun olduğunu düşünebilir miyiz? Ya da daha ileri gidelim ve şu soruyu soralım: bu iman yaşamının Tanrıya yalnızca bedensel isteklerimizin karşılanması için güvenilecek bir yaşam olarak sınırlanmasına ve alçaltılmasına izin verebilir miyiz? İman yaşamı yiyecek ve giysiden daha yükseklere kanat açmaz mı? Tanrının düşüncesi bizlerin yalnızca aç kalmaması ya da çıplak dolaşmaması gibi bir düşünceden daha yüksek bir düşünce değil midir?

Bu değersiz düşünceden kendimizi uzak hem de çok uzak tutalım! İman yaşamına bu şekilde davranılmaması gerekir. İman yaşamına bu tür bir saygısızlık gösterilmesine ya da iman yaşamı sürdürdüklerinden söz edilen kişilere karşı böyle üzücü bir hata yapılmasına izin veremeyiz. Sormamız gereken şey şudur: “Doğru kişiler iman ile mi yaşayacaklar?” Bu konu ilk kez Habakkuk kitabının 2.bölümünde ortaya çıkar. Elçi tarafından Romalılar kitabının 1.bölümünde bu ifadenin alıntısı yapılır; elçi, burada Hristiyanlığın sağlam bir temelini atmaktadır. Ayni ifadeyi Galatyalılar kitabının 3.bölümüne de aktarır; elçi burada hitap ettiği Galatya’daki imanlılara bu konuyu yoğun bir kaygı ile dile getirir; onlara akılsız olduklarını söyler ve onları kimin büyülediğini sorar. Akılsızlıkları nedeni ile bu sağlam temelden ayrıldıkları için onları uyarır ve azarlar. Elçi, son olarak bu ifadeyi tekrar İbraniler kitabının 10.bölümünde ele alır. Ve kardeşlerine güvenlerini bir kenara bırakıp yarıştan vazgeçme tehlikesine karşı uyarıda bulunur.

Tüm bunlardan, kısa ama çok uzaklara ulaşan bu ifadenin – “doğru kişi iman ile yaşayacaktır” - yoğun önemini ve uygulamadaki değerini kesin bir şekilde kavrarız. Ve bu cümledeki ifade kimin için uygulanacaktır? Rabbin şurada ve burada bulunan ve belirli bir geliri olmayan yalnızca birkaç hizmetkarı için mi? Böyle bir düşünceyi tamamen reddediyoruz. Bu ifade, Rabbin halkının her biri için uygulanır. “Doğru kişi” ünvanı kutsanmış bir ünvandır ve bu ifade bu unvan altında bulunan herkesin yüce ve mutlu ayrıcalığıdır. Bu ifadenin uygulanmasının herhangi bir şekilde sınırlanmasının ölümcül bir hata olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir sınırlamanın ahlak etkisi çok yaralayıcıdır. Böyle bir sınırlama iman yaşamına yakışmaz, uygun değildir; herhangi bir ayrıma izin verilemez. Gerçekten de hiç bir ayrımın olmaması gerekir. İman yaşamı tektir. İman, tanrısal yaşamın başından sonuna kadar var olan en önemli kavramdır. Bizler iman aracılığı ile aklanırız ve iman aracılığı ile yaşarız; iman aracılığı ile ayakta dururuz ve iman aracılığı ile yürürüz. Hristiyan yolculuğu başından sonuna kadar hep iman aracılığı iledir.

Bu nedenle, geçici sağlayışlar için Rabbe güvenen belirli kişileri seçip ayırmak ve onların iman aracılığı ile yaşadıklarından söz etmek – onlar iman aracılığı ile yaşıyor olsalar bile – ciddi bir hata olacaktır. Ve yalnızca bu kadar da değil, bu kişiler Tanrının kilisesinin gözünde harika kişiler olarak görüleceklerdir ve bu yüzden büyük bir Hristiyan kitlesi iman ile yaşama ayrıcalığının kendilerinin ulaşamayacakları bir yaşam olduğunu düşünmeye yönlendirilmiş olacaklardır. Özetleyecek olur isek, iman yaşamının gerçek karakteri ve alanı hakkında tam bir hataya sürüklenecekler ve bu yüzden içsel yaşamlarında maddesel olarak sıkıntı çekeceklerdir.

O zaman imanlı okuyucunun kesin olarak anlaması gereken şey şudur: kendisi kim olur ise olsun ve konumu ne olur ise olsun tüm derinlik ve doluluğu ile bir iman yaşamı sürmesi kendisinin mutlu ayrıcalığıdır. İmanlı kendi ölçüsüne göre elçinin kutsanmış dilini kullanabilir ve şu sözleri söyleyebilir: “Şimdi bu bedende sürdürdüğüm yaşamı beni seven ve benim için kendini feda eden Tanrı Oğlu’na iman ile sürdürüyorum.” (Galatyalılar 2:20b.) İmanın ev halkının her üyesine ait olan bu yüce ve kutsal ayrıcalığı hiç kimse ondan çalmasına izin verilmesin! Ne yazık ki, bizler hata yaparız. Güçlü, canlı ve cesur olması gerekmesine rağmen imanımız zayıftır. Tanrımız cesur bir imandan hoşnut olur. Eğer müjdeleri inceler isek Mesih’in yüreğini en çok tazeleyen ve O’na en büyük keyfi veren şeyin cesur ve güçlü bir iman olduğunu görürüz. O’nu anlayan ve her ihtiyacını tamamen O’ndan çeken bir iman! Markos müjdesinin 7.bölümüne ve Luka müjdesinin 7.bölümüne bakacak olur isek orada bu tür imanın iki örneğini görürüz: Markos 7.bölümdeki Fenikeli kadının büyük imanı ve Luka 7.bölümdeki yüzbaşının “İsrail’de bile görülmeyen imanı”. Hem Fenikeli kadın hem de Romalı yüzbaşı yasa bilmeyen öteki uluslardan idiler!

Evet, O’nun zayıf bir imanı – hatta en zayıf imanı bile karşılayabildiği doğrudur. O, “eğer Sen ister isen” diyebilen birine, lütufkar bir şekilde, “Evet, istiyorum” diyebilir – ve “eğer sen yapabilir isen” ricasına “iman eden için her şey mümkündür” karşılığını verir. En zayıf bir bakış ve en güçsüz bir dokunuşun lütufkar bir yanıt ile karşılaşacağı kesindir. “Ey kadın, imanın büyük! Dilediğin gibi olsun!” ve yine “İsrail’de bile böyle bir iman görmedim!” Kurtarıcı bu sözleri söyleyebildiği için yüreği hoşnut olmuş ve ruhu tazelenmiş idi.

Bunu aklımızda tutalım. Kutsanmış Rabbimiz buradaki insanların arasında nasıl ise bu gün de bizim aramızda aynı olduğu için güvenlik içinde dinlenebiliriz. Rabbimiz Kendisine güvenilmesinden, Kendisinin kullanılmasından ve Kendisinden çekilmesinden hoşlanır. O’nun yüreğinin sevgisinden ve Elinin gücünden beklediğimiz yardım asla aşırı bir istek olarak görülmeyecektir. O’nun için gereğinden fazla küçük ya da gereğinden fazla büyük hiç bir şey yoktur. O, gökyüzünde ve yeryüzünde tüm güce sahip Olan’dır. Kilisesi ile ilgili her konuda kilisesinin Başı’dır. O, tüm evreni bir arada tutar. Her şeyi Sözünün gücü ile tutar. Filozoflar doğanın güçlerinden ve yasalarından söz ederler. İmanlı ise Mesih’i, O’nun elini, O’nun sözünü ve O’nun kudretli gücünü zevk alarak düşünür. Her şey O’nun aracılığı ile yaratıldı ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.

Ve şimdi de O’nun sevgisinden söz edelim! Evrenin Her Şeye gücü Yeten Yaratıcısının ve Taşıyıcısının canlarımızın sonsuza kadar Sevgilisi olduğunu bilmek ve hatırlamak ne büyük bir huzur, ne büyük bir rahatlık ve ne büyük bir sevinçtir. O’nun bizi mükemmel bir şekilde sevdiğini ve gözlerinin her zaman üzerimizde olduğunu, yüreğinin her zaman bize yakın olduğunu, tüm ihtiyaçlarımızdan – bu ihtiyaçlar ne olur ise olsun, fiziksel, zihinsel ya da ruhsal - Kendisini mesul tuttuğunu bilmek kadar büyük bir esenlik yoktur. Tüm ihtiyaçlarımız bizim için Mesih’te eksiksiz olarak karşılanmıştır. Mesih, cennetin hazinesidir, Tanrının deposudur ve tüm bu bereketlerin hepsi bizim içindir.

O zaman ihtiyaçlarımızın karşılanması için neden başka birine gidelim ki? Neden ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi doğrudan ya da dolaylı olarak zavallı ölümlü bir kişiye bildirelim ki? Neden doğrudan İsa’ya gitmeyelim? Sempati mi istiyoruz? Bizim zayıflıklarımızın duygularını yaşamış olan merhametli Baş Kahinimiz kadar kim bize sempati duyabilir ve gösterebilir ki? Herhangi bir konuda yardım mı istiyoruz? Ulaşılması imkansız zenginliklerin Sahibi ve aynı zamanda Gücü Her Şeye Yeten Dostumuz gibi bize kim yardım edebilir? Öğüt ya da rehberlik mi istiyoruz? Tanrının Bilgeliği Olan ve Tanrı tarafından bizim için bilgelik yapılmış Olan kutsanmış Mesih’e gideceğiz. Bize öğüt ve rehberliği O’ndan başka kim verebilir? Ah! O’ndan dönerek O’nun sevgi dolu yüreğini yaralamayalım ve O’nun görkemli adına saygısızlık etmeyelim. İnsan umutlarını, yaratığa güvenmeleri ve yersel beklentileri bağrımıza basmak bizim için çok doğaldır; ama biz bu çok doğal eğilime karşı çok gayretli bir şekilde uyanık duralım! Hiçbir yere kıpırdamadan kaynağın yanında kalalım ve o zaman insani kaynaklardan şikayet etmemiz asla gerekmeyecektir. Tek bir kelime ile özetleyecek olur isek iman aracılığı ile yaşamayı isteyelim ve böylece günümüzde ve kuşağımızda Tanrı’yı yüceltelim.

Şimdi bölümümüzde ilerleyeceğiz ve böyle yaparak okuyucunun dikkatini 2.ayete çekeceğiz. Hiç kuşkusuz burada yer alan çok dikkat çekici bir parantez mevcuttur. “Horev’den Seir dağı yolu ile Kadeş-Barnea’ya gitmek on bir gün sürer.” On bir gün! Ve buna rağmen bu yol onlar için kırk yıl sürdü. Bu nasıl ya da neden böyle oldu? Ne yazık ki, bu sorunun yanıtını bulmak için çok uğraşmamıza gerek yoktur. Çünkü aynı durum bizim için de geçerlidir. Yolda nasıl da yavaş ilerliyoruz! Ne dönemeçler ne dolambaçlar ve ne geri dönüşler! Aynı yer üzerinde gidip gelerek tekrar tekrar geri dönmek ve ileri gitmek! Bizler yavaş yolcularız, çünkü yavaş öğrenen kişileriz. İsrail’in on bir günde tamamlayabileceği bir yolculuk için nasıl olup da kırk yıl dolaştığına belki şaşırabiliriz, ama bizim aslında onlardan çok kendimize şaşırmamız gerekir. Bizi de onlar gibi geride bırakan imansızlık ve yüreğimizin yavaşlığıdır. Ama bizim bu konudaki özürümüz onlarınkinden daha küçüktür, çünkü ayrıcalıklarımız onlarınkinden daha yüksektir.

Aldığımız dersler nedeni ile geçirdiğimiz zaman için bazılarımız utanmak için daha fazla nedene sahiptir. Kutsanmış elçinin şu sözleri tam bize uygulanacak olan sözlerdir. “Şimdiye dek öğretmen olmanız gerekir iken Tanrı sözlerinin temel ilkelerini size yeni baştan öğretecek birine ihtiyacınız var. Size yine süt gerekli, katı yiyecek değil!” İbraniler 5:12. Tanrımız hem lütufkar ve sabırlı bir öğretmendir hem de sadık ve bilgedir; derslerimizin üstünden gelişi güzel bir şekilde geçmemize izin vermeyecektir. Bazen biz belki bir dersi öğrenmiş olduğumuzu düşünürüz ve bir sonraki derse geçme girişiminde bulunuruz. Ama bilge Öğretmenimiz dersin daha derinden işlenme ihtiyacını daha iyi bilir ve daha iyi görür. Tanrı bizim yalnızca teoristler olarak kalmamızı ya da yüzeyde kalan bilgiye sahip olmamızı istemez. Tanrı eğer gerekir ise bizi biz şarkı söylemeyi öğrenene kadar yıllarca bulunduğumuz yerde muhafaza edecektir.

Şimdi bizim için öğrenme konusundaki yavaşlığımız çok alçaltıcı da olsa O bizi emin kılmak için bizim ile birlikte sıkıntı çekerek lütufkar davranacaktır. Tanrıya bu öğretiş biçimi için övgüler sunmamız gerekir ve aynı zamanda O’na bizim ile birlikte oturup aynı dersi biz o dersi tam olarak öğrenebilelim diye defalarca öğretir iken gösterdiği harika sabrı için teşekkür de etmeliyiz. 1

Mısır’dan çıktıktan sonra kırkıncı yılın on birinci ayının birinci günü Musa, Rabbin kendisi aracılığı ile İsrailliler’e neler buyurduğunu anlattı.” (ayet 3.) Bu az sayıdaki sözler Tanrının her hizmetkarı için – söz ve öğretiş konusunda hizmet etmeye çağrılmış olan herkes - ağır bir bilgi cildi içerirler. Musa, halka Tanrı’dan ne aldı ise sadece onu verdi, ne eksik ne de fazla! Ve halkı Yehova’nın diri sözü ile doğrudan temasa geçirdi. Bu, her zaman için hizmetin önemli bir ilkesidir. Bunun dışında hiç bir şeyin gerçek değeri yoktur. Sonsuza kadar kalıcı olan tek şey Tanrının sözüdür. Tanrının sözünde tanrısal güç ve yetki bulunur. Tüm insan öğretişi ne kadar ilginç, ne kadar çekici olur ise olsun kalıcı değildir, geçip gidecek ve canı üzerinde dinlenebileceği hiç bir temele sahip olmadan terk edecektir.

Bu nedenle Tanrının topluluğunda hizmet eden herkesin sözü, tüm saflığı ile, tüm sadeliği içinde gayret ve özen ile vaaz etmesi gerekir; sözü kişilere Tanrıdan aldığı şekilde, doğrudan vermelidir; onları kutsal yazıların değişmez dili ile yüz yüze getirmelidir. Böylelikle bu sözleri işiten kişilerin yüreklerinde ve vicdanlarında hizmetlerinde tanrısal diri güç ile konuşacaklardır. Söz aracılığı ile can Tanrının Kendisi ile bağlanacaktır ve hiç bir insan öğretişinin asla öğretemeyeceği bir derinlik ve sağlamlık ile öğrenecektir.

Mesih’in gerçek ve etkili hizmetkarları olacak herkesin bu konuda ciddi olarak düşünmesi gerekir. Elçi Pavlus bu konuya özen gösterdi ve saf kaynağın Korintli imanlıların canlarına doğrudan diri kaynaktan, yani Tanrının yüreğinden akmasına izin verdi. Pavlus bu konunun her şeyden daha değerli olduğunu hissetmiş idi. Eğer imanlı kardeşlerini kendisine bağlamak istese idi o zaman Efendisi’ne çok üzücü bir şekilde saygısızlık etmiş olacak idi. Ve kardeşlerine karşı da ağır bir hata işlemiş olacak idi. Ve aynı zamanda kendisinin de Mesih’in gününde kötü bir kayba uğrayacağı da kesin idi. Ama hayır, Pavlus böyle yapmadı; o, daha iyisini biliyor idi. O asla hiç kimsenin kendisine bağlanmasını istemez idi. Onun, çok sevdiği Selanikli kardeşlerine neler söylediğine kulak verelim: “Tanrı’ya sürekli şükretmemiz için bir neden daha var. Tanrı sözünü bizden duyup kabul ettiğiniz zaman, bunu insan sözü olarak değil, gerçekte olduğu gibi, Tanrı sözü olarak benimsediniz. Siz imanlılarda da etkin olan bu sözdür.” (1.Selanikliler 2:13.)

Bu çok ciddi ve önem taşıyan konuyu Tanrının kilisesinin dikkatine ciddi bir şekilde sunma konusunda kendimizi sorumlu hissediyoruz. Eğer Mesih’in ağızları ile iman ikrarında bulunan tüm hizmetkarları şimdi önümüzdeki konu ile ilgili olarak Musa ve Pavlus’un örneğini izlemiş olsalar idi o zaman şimdiki kilisede çok farklı bir duruma tanıklık etmemiz gerekecek idi. Ancak sade ve ciddi gerçek şudur ki, Tanrının kilisesi, eski İsrail’in yapmış olduğu gibi Tanrı sözünün yetkisinden tamamen ayrılmıştır. Nereye isterseniz gidin, bulacağınız şey kutsal yazılarda temeli olmayan işler ve öğretişlerdir. Yalnızca hoş görmek ya da ödün vermek değil, ama ne yazık ki Mesih’in zihnine doğrudan karşı gelen şeylerin savunulduğunu görürsünüz. Eğer bunun ile ilgili tanrısal yetki hakkında şu ya da bu kuruma veya uygulamaya soru soracak olur iseniz size söylenecek olan, Mesih’in bize kilise yönetimi hakkında yön vermemiş olduğudur.

Mesih’in, kiliseye ait idare şekli, ruhban sınıfı düzeni ve törensel hizmetler ile ilgili tüm konularda bizi vicdanlarımıza, kanaatimize ya da inanç ile ilgili duygularımıza göre hareket etmek üzere özgür bıraktığı söylenir. İnanç ile ilgili kurumlarımız ile bağlantılı olan tüm ayrıntılar hakkında, “Rab böyle söyledi!” ifadesini talep etmenin yalnızca saçmalık olduğu iddia edilir. Geleneksel alışkanlıklarımıza ve garip düşünce zihniyetlerimize uygun olan şeyler ile doldurulacak olan geniş bir sayfa kenarına yer verirler. Sahte hizmet anlayışındaki kişilerin tüm düşünceleri özetle şöyledir: Ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar sözde kiliselerindeki yönetimin biçimini kendileri seçmek, kendi düzenlemelerini yapmak ve kendi hizmetkarlarını atamak konularında tamamen özgür bırakılmalıdırlar.

Şimdi imanlı okuyucunun üzerinde düşünmesi gereken soru şudur: “Tüm bu iddia edilenler doğru mudur?” Rabbimiz İsa Mesih’in böyle ilginç ve önemli konularda kilisesini rehbersiz bırakmış olması mümkün müdür? Tanrının kilisesinin eğitim ve yetki konusunda İsrail’den daha kötü bir durumda olması mümkün müdür? Mısır’dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarında yaptığımız incelemelerde Yehova’nın, halkını onların toplu tapınma ve özel yaşamları ile bağlantılı olan konuların her anında eğitmek için nasıl sıkıntılara katlandığını görmüş idik – çünkü bunu görmemek mümkün değildir. Buluşma çadırı, tapınak, kahinlik, törenler, çeşitli bayramlar ve kurbanlar, dönemsel sorumluluklar, aylar, günler, hatta saatler; bunların hepsi de tanrısal bir titizlik ile düzenlenmiş ve çözümlenmiştir. Hiç bir şey insanın düzenlemesine bırakılmamış idi. İnsanın bilgeliği, yargısı, mantığı ve vicdanının bu konular ile hiç bir ilgisi yok idi. Eğer bunlar insana bırakılmış olsa idi o zaman nasıl olur da şimdi önümüze konmuş olan Musa’nın esin ile yazmış olduğu kaleminden çıkan o hayran olunacak, engin ve çok uzak yerlere ulaşan sisteme sahip olabilir idik?

Eğer İsrail, kilisenin yapmasına izin verileni yapmaya izin verilmiş olsa idi – bazı kişilerin bizi boş yere ikna etmeye çalıştıkları gibi – o zaman bunun kaçınılmaz sonucu karmaşa, çekişme, bölünme, sayısız mezhepler ve gruplar olur idi.

Ama böyle olmadı. Tanrının Sözü her şeyi “Rabbin Musa’ya emrettiği gibi” düzenledi. Bu önemli ve etkili cümle İsrail’in yapması gereken ve yapmaması gereken her şeye ilave edildi. İsrail’in ulusal kuruluşları ve evleri ile ilgili alışkanlıkları toplum yaşamları ve özel yaşamları- bunların hepsi “Rab böyle dedi” ifadesinin buyuran yetkisi altına getirildiler. Topluluğun hiç bir üyesi için şu sözleri söyleme fırsatı yok idi. “Bunu anlayamıyorum” ya da “Bunu yapamam” ya da “Şunu kabul edemem” gibi ifadeler yalnızca benlik iradesinin ürünü olarak görülebilir idi; bu ifadeleri kullanan kişi aslında kısaca şöyle de diyebilir idi: “ Yehova’nın söylediklerini kabul edemem.” Ve neden diye sorar isek? Çünkü Tanrının sözü her şey hakkında konuşmuştur ve bunu öyle bir netlik ve kesinlik ile yapmıştır ki insana bu konuyu tartışacak bir yer dahi bırakmamıştır. Musa’nın tüm düzeni boyunca sayfa kenarında insana ne yargısını ne de düşüncesini yazabileceği tek bir satırlık yer dahi bırakılmamıştır. Tanrısal zihin tarafından planlanmış ve çok sade ve kesin bir şekilde ortaya konmuş olan İsrail’in itaat etmesi gereken konular hakkında fikir yürütülemez, muhakeme yapılamaz ve tartışılamaz idi  - İsrail’in yapacağı tek bir şey var idi, o da itaat etmek.

Ama yazık! Çok yazı! Bildiğimiz gibi itaat konusunda başarısız oldular. Kendi iradelerini yerine getirdiler; kendi yollarında yürüdüler ve “kendi gözlerinde doğru olanı yaptılar.” Tanrının sözünden ayrıldılar ve kendi kötü yüreklerinin düşünce ve tasarılarını izlediler ve kendi üzerlerine gücendirilmiş olan Tanrılığın gazap ve öfkesini getirdiler ve hala bu güne kadar bu konum altında acı çekiyorlar ve yine tarifi imkansız bir acının sıkıntısını yaşayacaklar.

Ama tüm bunların bizim şu anda üzerinde durduğumuz konu ile bir ilgisi yoktur. İsrail Tanrının sözüne sahip idi ve bu sözler onlara her konuda rehberlik edecek tanrısal yeterliliğe sahipler idi. İnsanların buyruk ve öğretişlerine hiç bir yer bırakılmamış idi. Rabbin sözü olası her durum için tedarik etmiş idi ve bu söz insan yorumuna ihtiyaç bırakmayacak kadar sade idi.

Tanrının kilisesi rehberlik ve yetki konusunda eski İsrail’den daha kötü bir durumda mıdır? İmanlılar Tanrıya olan tapınma ve hizmetlerinde kendileri için düzen kurmaya ve hizmet etmeye mi terk edilmişlerdir? İnsan tartışması için açık bırakılmış olan herhangi bir tartışma var mıdır? Tanrının sözü yeterli midir yoksa yeterli değil midir? Tanrı sözü ortada tedarik edilmemiş herhangi bir şey bırakmış mıdır? Şu güçlü tanıklığa gayretli bir şekilde kulak verelim: “Kutsal Yazıların tümü tanrı esinlemesidir ve öğretmek, azarlamak, yola getirmek ve doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde Tanrı adamı her iyi iş için donatılmış olarak yetkin (artios) olur.” (2.Timoteos 3:16,17)

Bu ifade sonucu yetkin bir şekilde ortaya koymaktadır. Kutsal yazılar Tanrı adamını yetkin bir hale getirecek olan her şeyi içerirler ve onu “iyi iş” olarak adlandırılabilecek her konuda tam olarak donatırlar. Ve eğer bu bir Tanrı adamı için bireysel olarak doğru ise o zaman eşit şekilde tüm Tanrı kilisesi için de doğrudur. Kutsal yazılar her birey ve herkes için tam olarak yeterlidirler. Tanrıya şükürler olsun ki, yeterlidirler! Tanrısal bir Rehber Kitap’a sahip olmak ne kadar da belirgin bir merhamettir! Eğer böyle olmasa idi o zaman ne yapardık? Nereye, lime giderdik? Halimiz ne olur idi? Eğer Tanrı ile ilgili konularda insan geleneğine ve insan düzenlemesine terk edilmiş olsa idik ne kadar umutsuz bir karmaşa ile karşılaşacak idik! Bir çok düşünce bir biri ile çarpışacak idi! Bir çok yargı bir biri ile çelişecek idi? Çünkü herkesin bir diğeri kadar kendi düşüncesini ortaya koymaya ve planını önermeye hakkı olacak idi.

Bize belki şu söylenebilir; kutsal yazılara sahip olmamıza rağmen yine de ortada sayılamayacak kadar çok mezhep, grup, itikat ve düşünce okulları mevcuttur. Peki, ama bu neden böyledir? Nedeni basit, çünkü tüm manevi varlığımızın kutsal yazıların yetkisine boyun eğmesini reddediyoruz. Meseledeki gerçek sorun bu noktadadır. Tanrının kilisesinin utancı ve üzüntüsü olan tüm bu mezheplerin ve grupların gerçek kaynağı kutsal yazıların yetkisinin reddedilmesidir.

İnsanların bize tüm bu şeylerin kendi içlerinde iyi olduklarını söylemeleri boştur; Protestan Hristiyanlığının övgüsüne ve görkemine şekil veren düşüncenin ve özel yargının o özgür uygulanışının yasal ürünü oldukları ileri sürülür. Mesih’in yargı kürsüsünün önünde böyle bir iddianın bir an için bile durabileceğine inanmayız ve inanamayız. Tam aksine, inandığımız şudur: düşüncenin ve bağımsız yargının bu çok övüngen özgürlüğünün tapınılacak Rabbimize ve Efendimize uygun olan o derin ve saygın itaat ruhu ile doğrudan bir karşıtlık içinde bulunmasıdır. Efendisinin açıkça ifade edilmiş olan isteğinin önünde bir hizmetkarın kendi özel yargısını uygulamaya ne hakkı vardır? Hiç bir hakkı yoktur. Bir hizmetkarın görevi yalnızca itaat etmektir, mantık yürütmek ya da sorgulamak değil, ama hizmetkara düşen kendisine söyleneni yerine getirmektir. Hizmetkar eğer kendi özel kanaatini ya da düşüncesini uygular ise o zaman bir hizmetkar olarak başarısız olur. Bir hizmetkarın karakterindeki en güzel manevi özellik sade, sorgulamayan ve mantık yürütmeyen itaattir. Bir hizmetkarın en büyük ya da temel görevi, efendisinin isteğini yerine getirmektir.

Tüm bu gerçekler insan ilişkilerinde de tam olarak kabul edilirler. Ama Tanrı ile ilgili konularda insanlar kendi özel yargılarını uygulamak için kendilerinin yeterli olduğunu düşünürler. Bu şekilde düşünmek ölümcül bir hatadır. Tanrı bize Sözünü vermiştir ve bu söz yolculuk eden kişiler akılsız dahi olsalar onların hata yapmalarına engel olacak kadar net ve güçlüdür. İşte bu yüzden eğer hepimize bu söz aracılığı ile rehberlik edilse idi eğer hepimiz sorgulamayan itaatin tek bir ruhu içinde sözün tanrısal yetkisine boyun eğecek olsa idik o zaman çelişen düşünceler ve karşıt mezhepler olmaz idi. Kutsal yazıların sesinin birbirine karşıt öğretişler öğretmeleri mümkün değildir. Kutsal yazıların bir kişiye kiliseyi piskoposlar aracılığı ile yönetme usulünü; bir diğer kişiye Presbiteryenliği ve bir başka kişiye Bağımsızlığı öğretmesi imkansızdır! Kutsal yazıların birbirinden farklı düşünce temelleri üzerine kurulmuş okullar oluşturması mümkün değildir. Böyle bir şey tanrısal kitaba karşı tam bir hakarettir; inançlı her zihnin böyle korkunç bir düşünceden dehşete kapılarak geri çekilmesi gerekir. Kutsal yazılar kendileri ile çelişemezler ve bu nedenle eğer iki kişi ya da on bin kişi yalnızca kutsal yazılar tarafından öğretiş alırlar ise o zaman aynı şekilde düşüneceklerdir.

Kutsal elçinin Korint kilisesine ve bize neler söylediğine kulak verelim: “Kardeşler, Rabbimiz İsa Mesih’in adı ile yalvarıyorum” – buradaki yalvarışın kudretli manevi gücüne dikkat edin – “Hepiniz uyum içinde olun ve aranızda bölünmeler olmadan aynı düşünce ve görüşte birleşin.” 1.Korintliler 1:10.

Şimdi burada üzerinde durulması gereken bu bereketli sonuca nasıl ulaşılması gerektiğidir? Herkesin kendi özel yargı ya da düşünme hakkını uygulaması ile mi? Hayır, asla! Korint’teki toplulukta meydana gelen bölünme ve çekişmeye neden olan şey zaten bu idi ve Kutsal ruhun keskin paylaması ile karşılaştı. Bu zavallı Korintliler kendileri için düşünmeye, yargılamaya ve seçmeye hakları olduğunu düşündüler ve bunun sonucu ne oldu? “Kardeşlerim, Kloi’nin ev halkından aranızda çekişmeler olduğunu öğrendim. Şunu demek istiyorum: Her biriniz, ben “Pavlus yanlısıyım”, “Ben apollos yanlısıyım”, ben “Kefas yanlısıyım” ya da ben “Mesih yanlısıyım” diyormuş. Mesih bölündü mü?” 1.Korintliler 1:11-13.

Burada kişisel düşünceyi ve onun üzücü ürününü görmekteyiz. Bir kişinin kendisi için düşünmeye hakkı olduğu doğrudur ve hiç kimse kendi düşüncesini bir başka kişiye zorla kabul ettiremez. O zaman çözüm nerede bulunur? Özel düşüncelerimizden vazgeçmek ve kutsal yazıların üstün ve mutlak yetkisine saygı ile boyun eğmemiz, çözümdür. Eğer böyle olmasa idi o zaman elçi Korintliler’e şu sözler aracılığı ile nasıl yalvarabilir idi? “Uyum içinde olun ve aynı düşünce ve görüşte birleşin.” Hepsinin konuşması gereken şeyin ne olduğunu kim belirleyecek idi? Kimin “düşüncesinde” ve “görüşünde” uyum içinde olmaları gerekiyor idi? Ne kadar armağanlı ya da zeki olur ise olsun topluluğun herhangi bir üyesinin kardeşlerinin ne söylemeleri, ne düşünmeleri ya da ne yargıda bulunmaları gerektiğini ortaya koyacak bir hakkı var mıydı? Böyle bir hakka sahip olabilir miydi? Elbette, kesinlikle böyle bir hakkı yok idi. Mutlak tek bir tanrısal yetki mevcut idi ve böyle olduğu için hepsi de bu tanrısal yetkiye bağımlı idiler ya da bu tanrısal yetkiye boyun eğme ayrıcalığına sahip idiler. İnsan düşünceleri, insanın özel yargısı, vicdanı, mantığı ve tüm bu şeyler yalnızca değerlerine göre takdir edilmelidirler. Ve şurası kesindir ki bunların hepsi yetki karşısında kesinlikle değersizdirler. Tanrı sözü tek yetkidir. Ve eğer hepimiz bu yetki tarafından yönetilir isek o zaman hepimiz “aynı şeyi konuşuruz” ve “aramızda bölünmeler” olmaz. Ve aynı düşünce ve görüşte birleşerek uyum içinde olabiliriz.

Ne kadar harika bir durum! Ama ne yazık! Bu durum Tanrının kilisesinin şimdi içinde bulunduğu durum değildir. Ve bu yüzden hepimizin tek bir üstün, mutlak ve her konuda yeterli yetki tarafından yönetilmediğimiz aşikardır. Kutsal Yazıların sesi! Bu kutsal ses asla tek bir uyumsuz nota ile konuşmaz! Sünnet edilmiş olan her kulağa her zaman tanrısal bir uyum içinde ulaşacaktır.

Tüm meselenin kökeni burada yatmaktadır. Kilise, O’nun sözünde belirtilmiş olduğu gibi Mesih’in yetkisinden ayrılmıştır. Bu gerçek fark edilinceye kadar bir birleri ile çatışan sistemlerin taleplerinin kilise yönetimine özgü mü yoksa teolojik mi olduğunu tartışmak boşa zaman harcamaktan başka bir şey değildir. Kişinin kutsal görevinin ne olduğunu anlaması gerekir, yani, kiliseye özgü her sistemi, her törensel hizmeti ve her teolojik akideyi Tanrının sözü aracılığı ile test etmelidir; tartışma kesinlikle yarar sağlamaz. Eğer düzenlemelerin yarar ya da amaca erişmek için bir çare olmalarına izin verilse idi insan yargısına, mantığına ya da vicdanına göre bir çare olamayacaklarının kesin olduğunu hemen fark edebilir idik, sonra da durumun umutsuzluğunu görüp vazgeçer idik. Eğer tanrısal olarak yerleştirilmiş bir yetkiye, mükemmel bir standarda ve kusursuz bir rehbere sahip olmasa idik o zaman doğru olan yolda yürüdüğümüze dair güvenceye sahip olmanın nasıl mümkün olduğunu anlayamaz idik. Eğer kendimiz için seçim yapmaya bırakıldığımız gerçekten doğru olsa idi o zaman çevremizde var olan nerede ise sayısız yollar arasında tüm kesinliğe veda ederdik; zihin esenliğine ve yürek rahatlığına veda ederdik; amacın kutsal dengesinden ve hedefin belirginliğinden ayrılır idik. Eğer bulunduğumuz yer, izlediğimiz yol ve yaptığımız iş için “bu, Rabbin buyurduğu şeydir” diyemiyor isek o zaman yanlış bir konumda bulunduğumuzdan emin olabilir ve bir an önce o konumdan vazgeçerdik.

Tanrıya şükürler olsun ki, Tanrının çocuğu ya da hizmetkarının devam etmesi için yanlış olan ile bağlantılı olarak bir saat bile geçirmesine gerek yoktur. “Mesih’in adını taşıyan herkes yanlış olandan ayrılsın.” Ama bu yanlışın ne olduğunu nasıl bilmemiz gerekiyor? Tanrının sözü aracılığı ile. Manevi konularda ya da öğretişlerde kutsal yazılara aykırı olan şeyler yanlıştır ve bedeli ne olur ise olsun bu yanlıştan ayrılmamız gerekir. Bu bireysel bir konudur. Kulağı olan herkes işitsin. Üstün gelecek olan Sesimi işitecek olandır!

Önemli olan nokta buradadır. Bu noktaya çok dikkat etmemiz gerekir. Önemli olan Mesih’in sesidir. Şu ya da bu iyi adamın sesi değildir. Kilisenin sesi değildir; kilise atalarının sesi değildir; idari heyetlerin sesi değildir, ama yalnızca bizim sevgili Rabbimiz ve Efendimizin sesidir. Bu ses doğrudan bireyin vicdanında Mesih’in sesi ile canlı bir ilişki içinde Tanrının diri ve sonsuz sözü olan kutsal yazılar ile bağlantıdadır. Eğer bu konu yalnızca bir insan vicdanı, ya da düşüncesi ya da yetkisi olsa o zaman hemen umutsuz bir belirsizliğe düşer idik; bir kişinin hata olduğunu düşündüğü bir şeyi bir başka kişi tamamen doğru olarak algılayabilir. Bu noktada belirli bir standardın egemen olması elzemdir; kesinlikle kuşku duyulmayacak üstün bir yetki ve hamt olsun ki, böyle bir yetki vardır. Tanrı konuşmuştur; O bize Sözünü vermiştir. Ve bizim görevimiz, yüce ayrıcalığımız, manevi güvencemiz ve gerçek sevincimiz bu söze itaat etmektir.

Sözün bir insan tarafından yapılmış yorumu değil, ama sözün kendisi esastır! En önemli şey budur. İnsan vicdanı ve tanrısal açıklama arasında hiç bir şeye kesinlikle hiç bir şeye sahip olmamamız gerekir. İnsanlar bize kilisenin yetkisinden söz ederler. Bu yetkiyi nerede bulmamız gerekir? Gerçekten istekli, gayretli ve içten bir canın doğru yolu öğrenmek istediğini varsayalım. O cana kilisenin sesini dinlemesi söylenir. O da hangi kilisenin sesini dinlemesi gerektiğini sorar. Grek, Latin, Anglikan ya da İskoçya kilisesi mi? İki kişi aynı konuda anlaşamazlar. Tek bir bedende çatışan gruplar, karşıt mezhepler ve zıt düşünce okulları nasıl var olabilirler? Heyetler farklılaşmıştır; önderler anlaşamazlar; papalar birbirlerini aforoz ederler. Anglikan kilisesinde hepsi birbirinden farklı kiliseler vardır ve yüksek kilise, alçak kilise ya da geniş kilise olarak adlandırılırlar. İskoçya ya da Presbiteryen kiliselerinde bina edilmiş bir kilise, birleşmiş Presbiteryenler ve özgür kilise olarak farklı gruplar yer almaktadır. Ve eğer istekli araştırmacı bu durmda umutsuzluğa düşerek bu karmaşa nedeni ile geri dönüş yapar ise ve aradığı rehberlik için Protestan gruplarına yönelir ise daha iyi bir yol mu bulmuş olacaktır?

Ah, değerli okuyucu! Durum kesinlikle umutsuzdur. Ağzı ile iman ikrarında bulunan tüm kilise Mesih’in yetkisinden vazgeçmiştir ve hiç kimse için ne bir rehber ne de bir yetki olamaz. Vahiy kitabının ikinci ve üçüncü bölümlerinde kilisenin yargı altında olduğu görülür ve yedi kez tekrar edilen ifade şudur: ”Kulağı olan işitsin!”  - neyi işitsin? Kilisenin sesini mi? Asla, imkansız! Rab bizi asla yargı altında bulunan kilisenin sesini işitmemiz için yönlendirmez. O zaman kimin sesi işitilmelidir? “Kutsal Ruhun kiliselere söyledikleri işitilmelidir!”

Ve bu sesin nerede işitilmesi gerekir? Yalnızca Tanrı tarafından verilmiş olan kutsal yazılarda! Kilisenin umutsuzca mahvoluşuna ve vaftiz edilmiş Hristiyanlığın koyu karanlığına ve vahşi karışıklığına rağmen canlarımıza esenlik ve gerçek yolunda rehberlik edecek olan iyiliği sınırsız olan Tanrımızın sözüdür. İnsan dili ile anlatılamayacak olan gerçek şudur: bireysel yolumuz için tanrısal ve bu nedenle hatasız ve tamamen yeterli bir rehber ve yetki ancak kutsal yazılarda vardır ve kutsal yazılar bu yüzden çok değerli ve çok önemlidirler. Ama bu yetkiye boyun eğmek için ve bu rehberi izlemek için ciddi bir sorumluluğumuza sahip olduğumuzun her zaman hatırlanması gerekir. Eğer bu yetkiye tamamen boyun eğmez isek tanrısal bir yetkiye ve rehbere sahip olduğumuzu ağzımız ile ikrar etmek hem manevi açıdan tehlikeli olur hem de tamamen boş bir ikrar olur. Bu durum Rabbimizin günlerinde Yahudilere ait bir özellik idi. Yahudiler kutsal yazılara sahipler idi ama onlara itaat etmediler. Ve Hristiyanlığın şimdiki konumunda bulunan en üzücü özelliklerden biri Kutsal Kitap’ın yetkisi küstahça bir kenara bırakılmış iken Kutsal Kitap’a sahip olmak ile övünülmesidir.

Bu durumun ciddiyetini derin bir şekilde hissederiz ve imanlı okuyucunun vicdanında bu durumun ciddiyetini algılamasını hararet ile dileriz. Tanrının sözü aramızda aslında ihmal edilmektedir. Kutsal yazılarda hem temeli bulunmayan hem de kutsal yazılara taban tabana zıt pek çok şey bazı kişiler tarafından uygulanır ve onaylanır. Bize yalnızca kutsal yazılar öğretilmez ve bizler de tam olarak kutsal yazılar tarafından yönetilmeyiz.

Tüm bunların hepsi çok ciddi konulardır ve Rabbin tüm halkının dikkatini her alanda talep ederler. Bu çok ağır ve ciddi konu ile ilgili olarak kendimizi tüm Hristiyanların kulaklarına uyarıcı bir söz söylemek zorunda hissediyoruz. Yasa’nın Tekrarı Hakkında yazılan bu Notlar bize yazı yazma hizmetinin manevi önemini ve ağırlığını gerçekten hissettirirler. Kutsal Ruhun bu sayfaları Rabbin sevgili halkının yüreklerine gerçek ve uygun konumlarını hatırlatmak için kullanmasını tüm kalbimle diliyorum ve aynı zamanda O’nun kutsal sözüne olan saygın bağımlılıklarının yerini unutmasınlar diye dua ediyorum. Kilisenin yersel tarihinin sona eren saatlerinde adanmış olarak yürüyecek olan herkesi neyin karakterize edeceği konusunda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz; Adanmış kişilerin özelliği Tanrı sözüne gösterecekleri derin saygı ve Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in kişiliğine olan içten bağlılıkları olacaktır. Bu iki özellik birbirlerine kutsal ve yok olması imkansız bir bağ ile ayrılmaz bir şekilde bağlıdırlar.

“Tanrımız Rab Horev’de bize, ‘bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi. ‘Haydi kalkın, Arava’da, dağlık  bölgede, Şefela’da, Negev’de ve Akdeniz kıyısında yaşayan bütün komşu halklara, Amorlular’ın dağlık bölgesine ve büyük Fırat ırmağına kadar uzanan Kenanlılar ülkesine ve Lübnan’a gidin.” Yasa’nın Tekrarı 1:6,7.

Yasa’nın Tekrarı kitabının tamamı boyunca şunları göreceğiz: Rab burada daha önceki üç kitaptan farklı olarak halkı ile daha doğrudan ve daha basit bir şekilde ilgilenir. Daha önceki kitaplarda Yasanın Tekrarı kitabının yalnızca bir tekrar olduğuna ilişkin söylentilerden söz edildiğine ve bunların gerçek olmadıklarına değinmiş idik. Örneğin biraz önce alıntı yaptığımız bölümde bulutun hareketine ve borunun çalınmasına ilişkin sözler yer almaz. “Rabbimiz Tanrı bize konuştu.” Çölde Sayım kitabından edindiğimiz bilgilere göre biliyoruz ki, kamp kurmuş olan halkın hareketleri boru sesi aracılığı ile iletilerek bulutun hareketleri aracılığı ile yönlendirilir idi. Ama bu kitapta ne bulut ne de boru hakkında bir imaya yer verilmemiştir. Böyle olması çok daha basit ve daha bilinen bir şekildedir. “Tanrımız Rab Horev’de bize, 2bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi.”

Bu ifade çok hoştur. Ve bize, Rabbin atalarımıza bir insanın dostu ile konuşur gibi konuştuğu zamanlarda mevcut olan o atalara ait dönemin hoş sadeliğini hatırlatır. Rab, düşüncelerini İbrahim, İshak ve Yakup’a bir borunun sesi ya da bir bulutun hareketi ile iletmemiş idi. Tanrı onlara öylesine yakındı ki, tören ve uzaklık aracılığı ile karakterize edilen bir araca ihtiyaç duyulmamakta idi. Tanrı onları ziyaret etti, onlar ile birlikte oturdu, onların konukseverliğine paydaş oldu ve kişisel bir dostluğun tüm mahremiyetini onlar ile yaşadı.

İşte atalara ait dönemdeki düzenin hoş sadeliği buradadır ve bu Yaratılış kitabındaki öykülere ilginç bir çekicilik ekler.

Ama Mısır’dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarında farklı bir durum görmekteyiz. Orada önümüzde olanlar, bir örnekler ve gölgeler sistemi içinde törenler, düzenler ve kutlamalar idi. İbraniler’e yazılan mektupta bu konuda bize açıklananlara kulak verelim. “Kutsal Ruh bununla çadırın ilk bölmesi durdukça kutsal yere giden yolun henüz açıkça gösterilmediğini belirtiyor. Bu, şimdiki çağ için bir örnektir; sunulan kurbanlar ile sunuların tapınan kişinin vicdanını yetkinleştiremediğini gösteriyor. Bunlar yalnız yiyecek, içecek ve çeşitli dinsel yıkanmalar ile ilgilidir; yeni düzenin başlangıcına kadar geçerli olan bedensel kurallardır.” (İbraniler 9:8-10.)

Bu eski düzen altında insanlar Tanrıdan uzak bir mesafede idiler. Durumları, Yaratılış kitabındaki babalarının durumları gibi değil idi. Tanrı onlardan uzak idi ve onlar da Tanrıdan uzak idiler. Levililer’e özgü törenlerin önde gelen özellikleri halkın ilgilendiği kadar ile tutsaklık, karanlık ve uzaklık idi. Ama öte yandan bu özelliklerin örnekleri ve gölgeleri ilerdeki o büyük Kurban’a işaret etmekte idi; bu büyük Kurban, Tanrının tüm harika planlarının ve amaçlarının temelidir ve Tanrı bu Kurban aracılığı ile halkını mükemmel bir doğruluk ile ve yüreğindeki tüm sevgi ile uyumlu olarak lütfunun yüceliğinin sonsuzluğun altın çağları boyunca Kendisine yaklaştıracak idi.

Daha önceden de belirtilmiş olduğu gibi, şimdi burada Yasanın Tekrarı kitabında diğerlerine kıyasla daha az tören ve kutlama bulacağız. Rab burada halkı ile daha doğrudan bir iletişim içinde görülür ve resmi kapasiteleri içindeki kahinler bile burada çok ender olarak karşımıza çıkarlar ve eğer kahinlere işaret edilse bile bu, törensel bir şekilden ziyade manevi bir açıdan yapılır. İlerledikçe bu konu ile ilgili ayrıntılı kanıtlarımız olacak; bu güzel kitabın dikkat çeken özelliği Rabbin halkı ile doğrudan iletişim kurmasıdır.

“Tanrımız Rab bize, ‘bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi, ‘haydi kalkın ve Amorluların dağlık bölgesine gidin.” Herhangi bir halk için bu ne kadar ender sahip olunan bir ayrıcalıktır; Rabbin bu kadar yakınlarında olması ve onların her hareketi ve küçük ya da büyük her tür isteklerine böylesine özen ile ilgi göstermesi. Tanrı onların nerede ve ne kadar kalmaları gerektiğini biliyor idi ve onların adımlarının harekete geçmesini sağlıyor idi. Halkın, yolculuğu ya da herhangi bir şey hakkında kendilerini sıkıntıya sokmaları gerekmiyor idi. Bilgeliği hatasız, gücü her şeye yeten, kaynakları tükenmez olan, sevgisi sınırsız olan, Kendisini halkı ile ilgilenmek için mesul gören, onların tüm ihtiyaçlarını bilen ve bu ihtiyaçları karşılamaya hazır olan Tanrının gözlerinin altında ve ellerinin içinde idiler; Tanrı, halkı ile yüreğinin tüm sevgisi ve kutsal kolunun gücü ile uyumlu olarak ilgilenmekte idi.

O zaman akla şu soru gelecektir: bu durumda halka yapması için kalan ne idi? Halkın net ve sade görevi ne idi? Yalnızca itaat etmek. Halkın yüce ve kutsal ayrıcalığı antlaşmalarının Tanrısı olan Yehova’nın sevgisinde dinlenmek ve buyruklarına itaat etmek. Esenliklerinin, mutluluklarının ve manevi güvenliklerinin sırrı işte burada yatmakta idi. Nasıl hareket edecekleri, neyi planlayacakları ya da düzenleyecekleri konusunda kendilerini zahmete sokmaya ihtiyaçları yok idi. Yolculuklarının tamamı Horev’den Kadeş-Barnea’ya kadar olan yolun her tarafını çok iyi bilen Biri tarafından düzenlenmiş idi. Ve onların her günü yalnızca o günü yaşayarak O’na mutlu bir bağımlılık ile sürdürmeleri yeterli idi.

Mutlu konum! Ayrıcalıklı yol! Bereketlenmiş pay! Ancak bunlar kırılmış bir irade, itaatkar bir zihin ve boyun eğen bir yürek talep etmekte idiler. Eğer Yehova, “Bu dağda yeteri kadar kaldınız” dediği zaman, onlar bu söylenenin aksine o dağda biraz daha fazla kalma planı yaparlar ise o zaman bunu O’nsuz yapmaları gerekecek idi. O’nun refakati, O’nun öğüdü ve O’nun yardımı yalnızca itaat yolunda tecrübe edilebilir idi.

İsrail’in çöldeki yolculuğu açısından durum bu idi ve aynı durum bizim için de geçerlidir. Bizim en değerli ayrıcalığımız tüm sorunlarımızı yalnızca bir antlaşma Tanrısının değil, ama aynı zamanda bizi çok seven bir Baba’nın ellerine bırakmaktır. O, bizim hareketlerimizi bizim için düzenler; oturduğumuz yerin sınırlarını belirler; bir yerde ne kadar uzun süre kalmamız gerektiğini ve ondan sonra nereye gideceğimizi bize O söyler. O, bizim tüm kaygılarımızın, tüm hareketlerimizin ve tüm isteklerimizin sorumluluğunu üstüne almıştır. Ve bize şu lütufkar sözleri söyler: “Hiçbir konuda kaygı duymayın! Ama her konudaki dileklerinizi, Tanrıya dua edip yalvararak şükran ile bildirin.” (Filipeliler 4:6) Ve sonra bunu yaptığımız zaman ne olacaktır? “O zaman Tanrının her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa aracılığı ile yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır.” (Filipeliler 4:7)

Ama okuyucu kendisini şu soruyu sormak zorunda hissedebilir: “Tanrı halkına şimdi nasıl rehberlik ediyor?” Ne zaman hareket edeceğimizi ya da nereye gideceğimizi bize söyleyen tanrının sesini işitmeyi bekleyemeyiz. Bu tür bir soruya vereceğimiz yanıt hemen şu olacaktır: Bu ses, Mesih’in bedeni ve Tanrının kilisesinin üyelerinin sesi kesinlikle olamaz; tanrısal rehberlik konusunda bu sesler çöldeki İsrail’in durumundan daha da kötü durumlara neden olabilirler. Tanrı, çocuklarına rehberlik edemez mi? Mesih, hizmetkarlarına, onların tüm hareketlerinde ve tüm hizmetlerinde rehberlik edemez mi? Kim, bir an için bile olsa, böylesine net ve değerli bir gerçeği sorgulamayı düşünebilir? Evet, bir ses işitmeyi ve bir bulutun hareket ettiğini görmeyi beklemediğimiz doğrudur. Ama Tanrımızın her konuda olduğu gibi bu konuda da yüreğindeki tüm sevgi ile uyumlu olarak bizim için bol sağlayış hazırlamıştır.

Şimdi bize rehberlik eden üç yolun var olduğunu belirtmek istiyorum; bize söz aracılığı ile rehberlik edilir; bize Kutsal Ruh aracılığı ile rehberlik edilir ve bize tanrısal doğanın içgüdüleri aracılığı ile rehberlik edilir. Ve her zaman aklımızda tutmamız gereken şey şudur: tanrısal doğanın içgüdüleri, Kutsal Ruhun yönlendirmeleri ve kutsal yazıların öğretişi her zaman bir birleri ile uyum içinde olacaktır. Göz önünde tutmamız gereken en önemli şey budur. Bir kişi, tanrısal doğanın içgüdüleri ya da Kutsal Ruh tarafından yönlendirilmekten hoşlanabilir, ama her zaman bu yönlendirmelerin Tanrının sözü ile aynı bir eylem çizgisini izlemeleri şarttır. Aksi halde hatalar söz konusu olabilir. Bir kişinin yalnızca içgüdü ya da izlenim ile herhangi bir konuda harekete geçmesi çok ciddi bir durum teşkil eder. Kişi böyle davrandığı takdirde şeytanın bir tuzağına düşebilir ve Mesih’in davasına çok ciddi bir şekilde zarar verebilir. İzlenimlerimizi kutsal bir denge içinde sakin bir şekilde tartıp biçmemiz gerekir ve onları tanrısal sözün standardı aracılığı ile sadık bir şekilde test etmemiz lazımdır. Hata ve karmaşadan kendimizi bu şekilde korumuş olacağız. İzlenimlere güvenmek ya da içgüdüsel hareket etmek çok tehlikeli bir davranıştır. Bu tür davranışların sonucunda ortaya çok feci sonuçların çıktığını görmüş bulunuyoruz. Gerçekler güvenilir olabilirler. Tanrısal yetki mutlak bir şekilde hatasızdır. Bizim kendi izlenimlerimiz bir çöldeki serap kadar yanıltıcı olduklarını kanıtlayabilirler. İnsan duyguları en güvenilmez şeylerdendir. Bizi ölümcül sahtelikteki bir hareket çizgisi ile aldatmamaları için duygularımızı çok titiz ve ciddi bir şekilde incelememiz gerekir; hatanın gölgesi dahi bulunmayan kutsal yazılara güvenebiliriz. Ve o zaman hiç istisnasız göreceğimiz şey şudur: Kutsal Ruh tarafından yönlendirilen ya da tanrısal doğanın içgüdüleri tarafından rehberlik edilen kişi asla Tanrının sözüne karşı hareket etmeyecektir. Bunu, tanrısal yaşam içinde kabul edilmiş bir gerçek olarak adlandırabiliriz – uygulamalı Hristiyanlıkta temele sahip olan bir kural. Kilisenin tarihinin tüm çağları boyunca bu gerçeğe keşke daha fazla kulak verilse idi! Günümüzde bu gerçek üzerinde keşke daha çok düşünülse idi!

Ama bizim ciddi dikkatimizi talep eden tanrısal rehberlik ile ilgili bu konuda başka bir düşünce daha vardır. İnsanların genellikle “İlahi Takdirin Eli” şeklinde bir şeyden söz ettiklerini ve rehber olarak buna güvendiklerini işitiriz. Burada ifade edilmek istenen şey yalnızca, koşullar aracılığı ile rehberlik almanın bir başka biçimidir. Bu nedenle şu sözleri söylemekte hiç tereddüt etmeyiz; bu tür bir rehberlik bir Hristiyan için hiç de uygun değildir.

Hiç kuşkusuz Rabbimiz bazen özel düşüncesini bu şekilde açıklayabilir ve açıklar ve yolumuzu ilahi takdir ile belirtir. Ama bu ilahi takdiri doğru yorumlamak için bizim O’na yeterince yakın olmamız gerekir. Aksi takdirde “bir ilahi takdirin açılışı” şeklinde ifade edilen şeyin aslında bizi itaatin kutsal yolundan bir saptırma olduğu kanıtlanabilir. İçsel izlenimlerimiz gibi dış çevremizdeki koşullar da Tanrının huzurunda Tanrının huzurunda tartılmalı ve O’nun sözünün ışığında yargılanmalıdır. Aksi takdirde bu durumlar bizi dehşet verici hatalara sürükleyebilirler. Yunus, Tarşiş’e giden bir gemi bulduğu zaman bunu dikkat çekecek bir ilahi takdir olarak düşündü. Ama eğer Yunus Tanrı ile iletişim içinde olsa idi, bir gemiye ihtiyacı olmayacak idi. Kısaca özetleyecek olur isek Tanrı sözü her konuda büyük bir test ve mükemmel bir ölçüttür – dışsal koşullar ve içsel izlenimler için – duygular, düşünceler ve eğilimler için – her şeyin kutsal yazıların araştıran ışığı altına getirilmesi ve orada sakin bir şekilde ve ciddi olarak yargılanması gerekir. Her Tanrı çocuğu için güvenliğin, esenliğin ve bereketin gerçek yolu budur.

Ama yine de buna rağmen tüm bunlara karşılık olarak şöyle denilebilir: hareketlerimiz ile ilgili konularda ya da günlük yaşamın binlerce küçük ayrıntısı içinde bize rehberlik edecek bir kutsal yazı metni bulmayı bekleyemeyiz. Belki bekleyemeyiz, ama kutsal yazılarda uygun bir şekilde kullanıldıkları takdirde belirli önemli ilkeler mevcutturlar ve bunlar bize uygun bir metin bulamadığımız yerlerde bile tanrısal rehberlik sağlayabilirler. Ve yalnızca önemli olan bu da değildir. Tanrımızın, çocuklarına her konuda rehberlik edebileceğine ve ettiğine dair tam bir güvenceye sahibiz. “Doğru kişinin adımları Rab tarafından düzenlenir.” Rab, alçakgönüllülere rehberlik konusunda yardım edecek ve onlara yollarını öğretecektir.” “Seni gözümün ucu ile eğiteceğim.” Tanrı bize düşüncesini, şu ya da bu belirli eylem ve hareket ile bildirebilir. Eğer bildirmez ise o zaman biz neredeyiz? Nasıl devam edeceğiz? Hareketlerimizi nasıl düzenlememiz gerekecek? Koşulların gelgiti tarafından sürüklenmek zorunda mı kalacağız? Kör talihe ya da kendi irademizin içgüdülerine mi terk edileceğiz?

Tanrıya şükürler olsun ki, durum böyle olmayacaktır. Tanrı bize Kendi mükemmel yolu ile düşüncesinin kesinliğini bildirebilir ve bu kesinlik olmaksızın asla hareket etmememiz gerekir. Rabbimiz İsa Mesih – tüm övgü ve yücelik O’nun eşsiz adına olsun –O, hizmetkarına, nereye gitmesi gerektiğini ve onun ne yapmasını istediğini bildirebilir ve gerçek bir hizmetkar her zaman yalnızca O kendisine bildirdiği zaman hareket etmeyi ve eyleme geçmeyi düşünecektir. Belirsizlik içinde iken asla harekete geçmemeli ve herhangi bir eylemde bulunmamalıyız. Eğer emin değil isek o zaman sessiz kalalım ve bekleyelim. Çoğu zaman Tanrının bizden hiç bir zaman istemediği hareketler için kendimizi huzursuz eder ve korkuturuz. Biri, bir kez bir dostuna bir şey demiş idi: “Hangi yöne döneceğimi bilemiyorum.” Arkadaşı ona şu bilge karşılığı vermiş idi: “O halde hiç bir yöne dönme.”

Ama burada çok önemli manevi bir düşünce devreye girer. Ve bu da, tamamen canımızın içinde bulunduğu durum ile ilgilidir. Kesinlikle emin olabiliriz ki, bu konu rehberlik konusu ile çok yakından ilgilidir. “Tanrı alçakgönüllülere rehberlik eder ve yolunu onlara öğretir.” Bu gerçeği asla aklımızdan çıkartmamamız gerekir. Eğer yalnızca alçakgönüllü isek ve kendimize güvenmiyor isek, eğer yürek sadeliği içinde Tanrımızı bekliyor isek düşüncelerimiz dürüst ve amacımız içten ise Tanrı bize kesinlikle rehberlik edecektir. Ama karar verdiğimiz bir konuda ve irademiz işler iken Tanrıya gidip O’ndan öğüt istememiz asla bir işe yaramayacaktır.

Bu ölümcül bir hatadır. 1.Krallar kitabının 22.bölümüne bakalım. “Üçüncü yıl Yahuda kralı Yehoşafat, İsrail kralını görmeye gitti.” – başlangıç olarak çok üzücü bir hata; “Ve İsrail kralı Ahav görevlilerine, ‘Ramot-Gilat’ın bize ait olduğunu bilmiyor musunuz?’ dedi, ‘biz onu Aram kralından geri almak için bir şey yapmadık. Sonra Yehoşafat’a, ‘Ramot-Gilat’a karşı benim ile birlikte savaşır mısın?’ diye sordu. Ve Yehoşafat ona, ‘beni kendin, halkımı halkın, atlarımı atların say’ diye yanıtladı. Ama ‘önce Rabbe danışalım’ diye ekledi.” 2.Tarihler 18:3 ayetinde şunu okuruz: “Savaşta sana eşlik edeceğiz.”

Burada Yehoşafat’ın Tanrıya danışmayı düşünmeden önce konu ile ilgili kararını vermiş olduğunu görüyoruz. Yehoşafat tam anlamı ile yanlış bir konum ve yanlış bir atmosfer içinde idi; düşmanın tuzağına düşmüş idi ve bu yüzden tanrısal rehberlik almak ya da ondan yararlanmak için uygun durumda değil idi. Kendi iradesine yenilmiş idi ve Rab İsrail kralını ektiklerini biçmeye terk etti ve İsrail kralı savaşta bir düşman kılıcı tarafından öldürüldü ve savaş alanındaki cesetlerden biri oldu.

Evet, Yehoşafat İsrail kralına, “Bu gün Rabbe danışacağım” demiş idi. Ama daha önceden kendisini belirli bir eylem çizgisine yerleştirdiği için Rabbe danışmasının ne yararı olacak idi? Kişinin önce kendi kararını vermesi ve sonra gidip öğüt alması akılsızlıktır. Eğer doğru bir can konumunda olmuş olsa idi, böyle bir konuda asla danışmayı düşünmeyecek idi. Ama canının konumu iyi değil idi, konumu yanlış idi ve amacı Tanrının düşünce ve isteğine doğrudan karşıda idi. Bu yüzden Yehova’nın elçisinin ağzından duymuş olduklarına rağmen kendi yolunda gitti ve nerede ise canından olacak idi, ama Rabbe yakardı ve Rab lütfederek sevgisi ile onu kurtardı.

Buna benzer konuları Yeremya kitabının kırk ikinci bölümünde görüyoruz. Halk peygamberden Mısır’a gitmeleri konusunda Rabbe danışmasını istedi. Ama onlar nereye gidecekleri konusunda zaten önceden karar vermişler idi ve kendi kararlarına göre hareket edecekler idi. Sefil bir durum! Eğer yumuşak huylu ve alçakgönüllü olsalar idi bu konuda öğüt istemeye ihtiyaçları olmayacak idi. Ama peygamber Yeremya’ya, “Lütfen dileğimizi kabul et. Tanrın Rab ne yapacağımızı ve nereye gideceğimizi bize bildirsin” dediler. Neden “Tanrımız Rabbe” demediler? – “Bizim için, bütün sağ kalan bu halk için Tanrın Rabbe yakar. Çünkü bir zamanlar sayıca çok olan bizler gördüğün gibi şimdi azınlıkta kaldık. Tanrın Rab nereye gideceğimizi ve ne yapacağımızı bize bildirsin.” Sonra peygamber Yeremya onlara şöyle dedi: “Olur, isteğiniz uyarınca Tanrınız Rabbe yakaracağım. Rab bana ne yanıt verir ise, bir şey saklamadan size bildireceğim.” Bunun üzerine halk ona, “Tanrın Rabbin senin aracılığın ile bize bildireceği her sözü yerine getirmez isek Rab aramızda gerçek ve güvenilir tanık olsun. Seni kendisine gönderdiğimiz Tanrımız Rabbin sözünü beğensek de beğenmesek de dinleyeceğiz ki, üzerimize iyilik gelsin. Evet, Tanrımız Rabbin sözünü dinleyeceğiz.” Tanrının isteği ancak iyi olabilir, aksini düşünmek nasıl mümkün olabilir?

Şimdi tüm bu sözler çok inançlı ve çok vaatkar gibi görünüyor idi. Ama burada sonuca dikkat etmek gerekir. Tanrının düşüncesinin ve öğüdünün kendi istekleri ile bağdaşmadığını anladıkları zaman, kibirli tüm kişiler Yeremya’ya “Sen yanlış konuşuyorsun. Tanrımız Rab sana bizim Mısır’a gitmememizi, orada kılıç ve kıtlıktan öleceğimiz söylemedi” diye itiraz ettiler.

Burada olayın gerçek durumu belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Kibirleri ve kendi istekleri iş başındadır. Sözleri ve vaatleri doğru değildir. Yeremya onlara şu karşılığı verir: “Beni Tanrınız rabbe gönderip, ‘Bizim için Tanrımız Rabbe yakar, O’nun bize söyleyeceği her şeyi bildir, yapacağız!’ demek ile kendinizi aldatıyorsunuz! Bu gün size bildirdim, ama Tanrınız Rabbin benim aracılığım ile size ilettiği sözlerin hiç birini dinlemediniz.” Eğer bu konudaki Tanrı yanıtı onların isteklerine uygun olsa idi her şey yolunda gidecek idi. Ama isteklerine uygun olmadığı için Tanrının yanıtını ya da öğüdünü reddettiler.

Bu tür durumlar ile ne kadar sık karşılaşılır! Tanrının sözü insanın düşüncelerine uymaz; onları yargılar; insanın isteğine doğrudan karşı durur; insanların planlarına müdahale eder ve bu yüzden insan Tanrının sözünü reddeder. İnsan isteği ve insan mantığı her zaman Tanrının sözüne karşı doğrudan bir düşmanlık içindedir. Ve Hristiyan eğer gerçekten tanrısal bir rehberlik arzu ediyor ise hem insan isteğini hem de insan mantığını reddetmesi gerekir. Kırılmamış bir irade ve kör bir mantık; eğer bunları dinleyecek olur isek bizi yönlendirecekleri şeyler yalnızca karanlık, sefalet ve perişanlık olacaktır. Yunus, Nineve’ye gitmesi gerekir iken Tarşiş’e gitti ve bunun sonucu olarak kendisini “başına yabani otlar dolanmış olarak cehennemin bağrında” buldu. Yehoşafat Yeruşalim’de kalması gerekir iken Ramot-Gilat’a gitti. Ve bunun sonucu olarak kendisini Suriyeli düşmanların kılıçları tarafından kuşatılmış olarak buldu. Yeremya’nın günlerinde sağ kalan halk Yeruşalim’de kalması gerekir iken Mısır’a gitmek istediler ve bunun sonucu olarak Mısır ülkesinde kılıç, kıtlık ve salgın hastalık ile öldüler.

Bu, her zaman böyle olacaktır. İnsan isteğinin yolunun bir karanlık ve bir sefalet yolu olacağı kesindir. Bundan farklı olamaz. İtaat yolu ise bunun tam aksine bir esenlik yolu, bir ışık yolu ve bir bereket yoludur ve tanrısal iyiliğin ışınları bu yolun üzerine dökülmüştür ve diri bir ışık ile parlamaktadır. İtaat yolu insan gözüne dar, zor ve yalnız bir yol gibi görünebilir, ama itaat eden can bu yolun yaşam, esenlik ve manevi güvenlik yolu olduğunu bilir. “Doğruların yolu öğle güneşi gibi parlayacaktır.” Bereketli yol! Diliyorum ki, hem yazar hem de okuyucu bu yolda her zaman düzgün adımlar ile ve gayretli bir amaç ile yürüsünler!

Tanrısal rehberlik ve insan itaati ile ilgili bu önemli pratik konudan diğer bir konuya geçiş yapmadan önce okuyucudan isteğimiz kısa bir süre için Luka müjdesinin on birinci bölümündeki çok güzel bir kısmı okumasıdır. Okuyucu, bu bölümde okuyacaklarının çok değerli olduklarını görecektir.

“Bedenin ışığı gözdür. Gözün sağlam ise bütün bedenin de aydınlık olur. Gözün bozuk ise bedenin de karanlık olur. Öyle ise ‘dikkat et sendeki ışık karanlık olmasın’. Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi, bedenin tümden aydınlık olur.” (Luka 11:34-36)

Hiç bir şey bu bölümün manevi gücü ve güzelliğinden daha üstün olamaz. Her şeyden önce “tek bir görüşe” sahip olmak önemlidir. Tanrısal rehberliğin tadını çıkartmak için bu elzemdir. Tanrının isteğini yerine getirmek için kırılmış bir irade gerekir – Tanrının isteğini yerine getirmeye içtenlik ile odaklanmış bir yürek gerektirir. Bu “tek görüşte” hiç bir kişisel son ya da karışmış bir motif mevcut değildir. Tanrının isteği ne olur ise olsun onu yapmak için tek bir arzu ve gayretli amaç mevcuttur.

Şimdi can böyle bir davranış içinde bulunduğu zaman tanrısal ışık akarak gelir ve tüm bedeni doldurur. Ve böylece eğer beden tam ışık ile dolu değil ise görüşün de tek olmadığı ortadadır; bazı karışmış motifler vardır; insan isteği ya da insan ilgisi işlemektedir; Tanrının önünde doğru yerde değilizdir. Bu durumda, ağzımız ile ikrar ettiğimiz herhangi bir ışık karanlıktır. Ve bu karanlık kadar büyük ve dehşet verici bir karanlık yoktur; Tanrıdan ışık aldığını ağzı ile söyleyen insan isteği tarafından yönetilen yüreğe karanlık yerleşir. Bu durum, Hristiyanlıkta yavaş yavaş dehşet verici bir şekilde görünecektir. “Sonra yasa tanımaz adam ortaya çıkacak. Rab İsa onu ağzının soluğu ile öldürecek, gelişinin görkemi ile yok edecek. Yasa tanımaz adam her türlü mucizede, yanıltıcı belirtiler ile harikalarda ve mahvolanları aldatan her türlü kötülükte sergilenen şeytanın etkinliği ile gelecek. Mahvolanlar, gerçeği sevmeye ve böylece kurtulmaya yanaşmadıklarından mahvoluyorlar. İşte bu nedenle Tanrı yalana kanmaları için onların üzerine yanıltıcı bir güç gönderiyor. Öyle ki, gerçeğe inanmayanların ve kötülükten hoşlananların hepsi yargılansın.” (2.Selanikliler 2:8-12)

Bu ne kadar da korkunç bir şey! Ve ağzı ile iman ikrarında bulunan kiliseyi çok ciddi bir şekilde konu ediyor. Bu satırlar hem yazarın hem de okuyucunun vicdanlarına ne kadar da ciddi bir şekilde hitap ediyor. Işık ile hareket edilmediği zaman ışık karanlık haline dönüşüyor. “eğer içindeki ışık karanlık ise bu ne kadar büyük bir karanlıktır. Ama öte yandan küçük ve hafif olmasına rağmen ışıkta içtenlikle hareket edildiği zaman ışığın artacağı kesindir; çünkü sahip olana daha çok verilecektir ve “doğruların yolu öğle güneşi gibi parlayacaktır.”

Bu manevi süreç Luka 11:36 ayetinde çok güzel ve çok güçlü bir şekilde ortaya konmuştur. “Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi bedenin tümden aydınlık olur.” Göksel ışınlara karşı hiç bir oda kapalı kalamaz; tüm manevi varlık açılır ve içten bir sadelik ile tanrısal ışığın eylemine kendini bırakır. “eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiç bir yanı karanlık kalmaz ise kandilin seni ışınları ile aydınlattığı zamanki gibi bedenin tümden aydınlık olur.” Özetleyecek olur isek, itaat eden can yalnızca kendi yolu için ışığa sahip olmaz, ama aynı zamanda bu ışık dışarı vurur, aynı bir kandilin parlak ışığı gibi, öyle ki, diğer kişiler de bu ışığı görebilsinler. “Işığın insanların önünde öylesine parlasın ki, onlar da senin iyi işlerini görsünler ve göklerde olan Babanı yüceltsinler.”

Tüm bu konular ile ilgili Yeremya kitabının on üçüncü bölümünde çok canlı bir karşıtlık okuruz. “Karanlık basmadan, kararan dağlarda ayaklarınız tökezlemeden Tanrınız Rabbi onurlandırın. Siz ışık bekler iken, Rab onu kopkoyu ve zifiri bir karanlığa çevirecek.” Yeremya 13: 16. Tanrımız Rabbe yücelik vermenin yolu O’nun sözüne itaat etmektir. Görev yolu parlak ve bereketli bir yoldur ve lütuf aracılığı ile bu yolda yürüyen kişi asla kararan dağlarda sendelemeyecektir. Gerçekten alçakgönüllü, yumuşak huylu ve kendine güvenmeyen kişiler bu kararan dağlardan uzakta muhafaza edilecekler ve Tanrının onay veren yüzünün parlak ve neşeli ışınları tarafından yürüdükleri bereketli yolda her zaman aydınlatılacaklardır. Bu yol, adaletin yoludur; göksel bilgeliğin yoludur ve mükemmel esenliğin yoludur. Sevgili okuyucu, diliyorum ki, her zaman bu yolda yürüyelim ve bir an için bile asla unutmayalım ki günlük yaşamımızın anlık ayrıntıları içinde tanrısal bir rehberliğe sahip olmak yüce bir ayrıcalıktır. Böyle bir rehberlik ile yönlendirilmeyene ne yazık! Çünkü pek çok kez sendeleyecek, düşecek ve pek çok üzücü tecrübe yaşayacaktır. Eğer bize Babamızın gözü aracılığı ile rehberlik edilmiyor ise anlayışı kıt olan bir at ya da katır gibi oluruz ve ağzımıza dizgin vurulması gerekir; yönlendirildiği yere gitmek istemeyen inatçı bir katır gibi tanrısal rehberliği reddetmiş oluruz. Bir Hristiyan için bu tür bir durum ne kadar da üzücüdür. Her gün Babamızın gözü tarafından belirlenmiş olan yolda yürümek ne kadar bereketlidir. Bu yolda akbabalar ya da aslanlar bulunmaz; kutsal itaat yolunda her zaman yumuşak huylu ve alçakgönüllü kişiler bulunurlar ve Tanrının kendileri için açmış olduğu bu yolda yürüdükleri için sevinç ile Tanrıyı över ve O’nu yüceltirler.

Bölümümüzün geri kalan kısmında Musa dokunaklı bir sade dil kullanarak halka yargıçların atanması ile bağlantılı gerçekler ve gönderilecek casusların görevi hakkında bilgi verir. Musa burada yargıçların atanması ile ilgili konuda kendi önerisine göre davranır. Casuslara görev verilmesi halkın görevidir. Tanrının sevgili ve onurlandırılmış hizmetkarı Musa topluluğun sorumluluğunun kendisi için taşıyamayacağı kadar ağır olduğunu hissetti ve gerçekten de sorumluluğu çok ağır idi; biz her ne kadar Tanrının lütfunun talepler için tamamen yeterli olduğunu bilsek ve aynı zamanda ayrıca bu lütfun yetmiş kişi aracılığı ile olabileceği gibi tek bir kişi aracılığı ile de çalışabileceğinden haberdar olsak dahi Musa yorulmuş idi.

Ve bu yüzden yeryüzünde var olan bu “en alçakgönüllü adamın” böyle zor ve önemli bir sorumluluğu taşıma konusunda hissettiği zorluğu çok iyi anlayabiliriz. Ve bu zorluğu ifade eder iken kullandığı dil çok etkileyicidir. Okuyucu açısından bu ifadenin alıntısını yapmamızın gerektiğini hissediyoruz. “O sırada size, ‘Tek başıma yükünüzü taşıyamam’ dedim.” – elbette taşıyamaz idi; yalnızca bir ölümlü olarak ne yapabilir idi? Ama Tanrı her saat duyulan ihtiyaç için yardım alınmak üzere orada idi – “”Tanrınız Rab sizi çoğalttı. Bu gün gökteki yıldızlar kadar çoğaldınız. (Atalarınızın Tanrısı Rab sizi bin kat daha çoğaltsın ve söz verdiği gibi kutsasın!”) Ne kadar yerinde kullanılan bir parentez! Geniş ve alçakgönüllü bir yüreğin içten solukları! – “Ben tek başıma sizin sorunlarınıza, yükünüze ve davalarınıza nasıl katlanabilirim?”

İşte “yükümlülük” ve “yükün” sırrının çoğu burada bulunmaktadır. Topluluktaki kişiler, aralarında anlaşamıyor idi; çekişmeler, çatışmalar ve sorunlar var idi ve bu konuların çözümünde kim yeterli olacak idi? Hangi insan omzu böyle ağır bir yüke destek verebilir idi? Oysa, onlar için her şey ne kadar farklı olabilir idi! Birbirlerini severek beraber yürümüş olsalar idi karar verilmesi gereken davalar ortaya çıkmayacak idi ve böylece de karar vermesi gereken yargıçlara ihtiyaç duyulmayacak idi. Eğer topluluğun her üyesi kardeşlerinin refah, ilgi ve mutluluğunun ardından gitmiş olsa idi o zaman ne çatışmalar olacak idi, ne de “yükümlülük” ve “yük”! eğer her biri ortak yarara uygun hareket etse idi sonuç ne kadar harika olacak idi!

Ama, ah! Durum çöldeki İsrail ile böyle olmadı ve bundan daha da üzücü olan, ayrıcalıklarımızın çok daha yüksek olmalarına rağmen Tanrının kilisesinde de durum bundan farklı olmadı. Kutsal Ruhun varlığı ve işleyişi tarafından topluluğa şekil verilir verilmez, şikayet eden ve hoşnut olmayan kişilerin sözleri işitildi. Ve konu ne idi? Hayal edilen ya da gerçek olan “ihmal” konusu. Hangi şekilde olur ise olsun benlik işlemekte idi. Eğer ihmal yalnızca hayal gücüne özgü ise o zaman bu durumdan sorumlu olanlar Grekler idi ve eğer gerçek ise o zaman bundan mesul olanlar İbraniler idi. Böyle durumlarda genellikle karşılaşılan şey şudur: Her iki tarafta da hatalar vardır ama tüm çekişme, çatışma ve şikayetten kaçınmanın gerçek ya da doğru yolu benliği geri atmak ve gayret ile diğer kişilerin yararlarını gözetmek idi. Eğer bu üstün yol başlangıçta anlaşılmış ve uyarlanmış olsa idi, o zaman kiliseye özgü bilgiler kaydeden tarihçinin görevi ne kadar farklı olacak idi. Ama başlangıçtan beri topluluk içinde çatışma, çekişme ve bölünmeler olmuş idi. Tüm yaşamı tamamen öz teslimiyetten oluşan Rabbin Kendisinin huzurunda bile elçiler aralarında hangisinin en büyük olması gerektiğini tartıştılar. Eğer öğrencilerden her biri kendi çıkarından önce diğer kardeşlerinin yararının ardından gitse idi o zaman böyle bir karışıklık ve anlaşmazlık asla ortaya çıkmaz idi. Benlikten soyunmanın gerçek manevi yüceliğini bilen birinin kendisi için önemli ya da büyük bir yerin ardından gitmesi mümkün değildir. Mesih’e olan yakınlık alçakgönüllü bir yüreğe öylesine büyük ve tam bir doyum sağlar ki, onur, farklılık ya da ödülleri hesaba dahi katmaz. Ama benliğin işlediği yerde imrenme ve kıskançlık, çatışma ve huzursuzluk, karışıklık ve her tür kötü iş mevcut olacaktır.

Markos müjdesinin onuncu bölümündeki öyküde yer alan Zebedi’nin iki oğlu ve onların on kardeşi arasında geçen olaya tanık olun. Bu tartışmaya neden olan şey ne idi? Benlik. Kardeşlerden ikisi kendileri için krallıkta iyi bir yer düşünüyorlar idi ve diğer on erkek kardeş, böyle düşündükleri için bu iki kardeşlerine kızdılar. Eğer her biri bir kenara çekilip diğerlerinin yararının ardından gitse idi böyle bir olayın yaşanmasına asla gerek kalmayacak idi. İki kardeş kendi çıkarlarını düşünmeyecekleri için diğer on kardeşin öfkesi için bir neden ya da temel mevcut olamayacak idi.

Ancak, bu konu ile örnekleri çoğaltmak gereksizdir. Kilise tarihinin her çağı bizim şu ifademizin gerçekliğini resmeder ve kanıtlar; öyle ki benlik ve onun iğrenç işlerinin her zaman çatışma, çekişme ve bölünmeyi üreten neden olduğunu anlarız. Elçilerin günlerinden bizim payımıza düşen günlere kadar hangi yöne döner isek dönelim bulacağımız şey öldürülmemiş benliğin çatışma ve çekişmenin ürün veren kaynağı olduğudur. Ve öte yandan benliği ve onun ilgilerini batırmanın esenlik, uyum ve kardeş sevgisinin gerçek sırrı olduğunu göreceğiz. Eğer yalnızca benliği bir kenara bırakmayı öğrenir ve gayret ile Mesih’in yüceliğinin ardından gider isek ve O’nun sevgili halkının refahını ister isek o zaman görülmesi gereken fazla “davamız” olmayacaktır.

Şimdi bölümümüze geri dönmemiz gerekiyor.

“Sorunlarınıza, yükünüze ve davanıza ben tek başıma nasıl katlanabilirim? Kendinize her oymaktan bilge, anlayışlı ve deneyimli adamlar seçin. Onları size önder atayacağım.” – Tanrı için uygun kişiler ve özellikleri nedeni ile topluluğun güvenini kazanmış olan önderler – “Ve bu önderlere biner, yüzer, ellişer ve onar kişilik toplulukların sorumluluğunu verdim. Oymaklarınız için de yöneticiler görevlendirdim.” (Yasa’nın Tekrarı 1: 9-15.)

Hayranlık uyandıran bir düzenleme! Yetkinin dereceli çizgisi açısından bundan daha iyi bir düzen yapılamaz idi; önderler ve onların biner, yüzer, ellişer ve onar kişilik topluluklarının sorumluluğuna sahip olmaları; ayrıca yasayı veren Musa hepsinin başında idi ve Musa da İsrail’in Tanrısı Rab ile her an paydaşlık halinde idi.

Burada Mısır’dan Çıkış kitabının 18.bölümünde kaydedilmiş olan gerçeğe dair bir ima yer almaz. Yani, bu önderlerin atanması ile ilgili öneri Musa’nın kayın babası Midyanlı kahin Yitro’dan gelmiş idi. Aynı zamanda Çölde Sayım kitabının 11.bölümündeki olay ile ilgili bir referansa da yer verilmemiştir. Yasanın Tekrarı adlı kitabın sayfaları arasında dağılmış olarak yer alan pek çok kanıttan birine şimdi okuyucunun dikkatini davet ediyoruz. Bu kanıtlar gerçekten de Musa’nın Eski Antlaşmadaki ilk beş kitabının önceki bölümlerinin yalnızca bir tekrarı olmaktan çok uzak olduğunu aşikar bir şekilde ortaya koymaktadır. Kısaca özetleyecek olur isek bu harika kitap tamamen kendine özgü bir karaktere sahiptir ve içinde gerçeklerin temsil edildikleri tarz bu karakter ile mükemmel bir uyumu muhafaza etmektedir. Saygıdeğer yasa verenin ya da daha ziyade onun içindeki Kutsal Ruhun objesinin her konuyu halkın yüreğine manevi bir şekilde yüklenmesi gerektiği çok aşikardır. Öyle ki, kitabın başından sonuna kadar özel objesi olan o önemli sonuç yani, Tanrıları Rabbin tüm kural ve yargılarına sevecen bir itaat üretilebilsin.

Eğer önümüzde açık olan bu kitabı doğru bir şekilde incelemek istiyor isek bu noktayı aklımızdan çıkartmamamız gerekir. İmansızlar, kuşkucular ve akılcılar fraklı kitaplarda verilen çeşitli kayıtlarda bulunan düşünce farklılıklarını dindar bir şekilde bize önerebilirler ama imanlı okuyucu kutsal bir öfke ile bu tür her öneriyi onun doğrudan Tanrının değerli Açıklamasının kararlı ve sürekli düşmanı olan yalanın babasından geldiğini bilerek reddedecektir. Biz bu konuda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz, yani, Kutsal Kitap’a imansızlar tarafından yapılan tüm saldırılar ile başa çıkmanın tek ve doğru yolu budur. Tartışmanın bir yararı yoktur. Çünkü imansızlar Kutsal Kitap’ın gücünü anlayacak ya da takdir edecek bir konuma sahip değildirler. Bu konu hakkında tamamen bilgisizdirler. Ama mesele yalnızca derin ve koyu bir cehalet değil, aynı zamanda kararlı bir düşmanlık konusudur. Öyle ki, tüm imansız yazarların tanrısal esin konusu ile ilgili yargısı her şekilde tamamen değersiz ve kesinlikle alçakçadır. Bu tür kişilere acıyacağız ve onlar için dua edeceğiz ama aynı zamanda onların bu rezil düşüncelerini bütünü ile küçümseyecek ve öfke duyarak reddedeceğiz. Tanrının düşünceleri onların bu saçma düşüncelerinin tamamen üstünde ve ötesindedir. Tanrının sözü o sözün Yazarı kadar mükemmeldir ve O’nun tahtı kadar sarsılmazdır. Ama Tanrı sözünün manevi yücelikleri, diri derinlikleri ve sınırsız mükemmellikleri yalnızca imana ve ihtiyaca açıklanır. “Ey Baba, yerin ve göğün Rabbi, sana teşekkür ederim, çünkü bu sırlarını bilge ve sağduyu sahibi kişilerden sakladın ve onları çocuklara açıkladın.”

Eğer biz bir bebek kadar basit ve sade olmaya razı olsak kutsal yazılarda Kutsal Ruh tarafından verilen bir Baba’nın sevgisinin değerli açıklamasının tadını çıkartabiliriz. Ama öte yandan kendilerini bilge ve sağduyulu olarak gören kişiler öğrenim, felsefe ve mantıklarını bina ettikleri bu saçma düşünceleri yüzünden Tanrı sözünün yargısı altında kalırlar. Ve bu yüzden yüreklerinin koyu karanlığına, körlüğüne ve sertliğine teslim edilmişlerdir. Böylece bir insanın ortaya koyabileceği en büyük akılsızlık ve en iğrenç bilgisizlik Kutsal Kitap’a karşı yazma cüretini göstermiş olan bu dünyasal eğitimli yazarların sayfalarında sergilenmektedir. “Hani nerede bilge kişi? Din bilgini nerede? Nerede bu çağın hünerli tartışmacısı? Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi? Mademki dünya Tanrının bilgeliği uyarınca Tanrıyı kendi bilgeliği ile tanımadı, Tanrı iman edenleri saçma sayılan bildiri ile kurtarmaya razı oldu.” (1.Korintliler 1:20,21.)

“Eğer bir kişi bilge olma istiyor ise, o zaman akılsız olsun.” Konu ile ilgili büyük manevi sır işte burada yatmaktadır. İnsan kendi doğruluğunun sonuna gitmesi gerektiği gibi aynı şekilde kendi bilgeliğinin de sonuna gitmek zorundadır. Tanrısal bilgeliğin tatlılığının tadını alabilmesi için önce kendisinin bir akılsız olduğunu itiraf etmesi noktasına getirilmelidir. Tanrısal açıklamanın en basit unsurlarını bile kavramak, insan öğreniminin ve felsefesinin tüm uygulamaları aracılığı ile yardım görmüş olan en dev insan zekasının sınırları içinde dahi mümkün olamaz. Ve işte bu yüzden yeniden doğmamış olan kişiler zekalarının gücü ya da öğrenimlerinin gücü ne olur ise olsun ruhsal konular ile uğraşmaya ve özellikle kutsal yazıların tanrısal esin olmadıkları konusunda iddialar ileri sürdükleri zaman büyük cehaletlerini sergileyecekleri kesindir ve önlerinde bulunan bu mesele ile başa çıkmaları asla mümkün olmayacaktır. Gerçekten de ne zaman imansız bir kitaba baksak, bu kitabın en güçlü kanıtının zayıflığı karşısında şaşkınlıktan hayrete düşeriz. Ve hepsi bu kadar da değildir. Çünkü Kutsal Kitap’ta bir hata bulmak için giriştikleri her çabada, onların ileri sürdüğü her saçmalıkta biz yalnızca tanrısal bilgelik, güzellik ve mükemmellik görürüz.

Bize her kitapta verilen önderlerin atanması hakkındaki konu ile bağlantılı olarak bir ön düşünce çizgisine yönlendiriliriz; bu yönlendirme Kutsal Ruhun bilgeliği ile uyumlu olarak yapılır ve kitabın konusu ve objesi mükemmel bir şekilde muhafaza edilir. Şimdi bir alıntı ile bölümümüzde ilerleyelim.

“Ayrıca,’ yargıçlarınıza kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin’ dedim. ‘Bir adam ile İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki davalarda adalet ile karar verin. Yargılar iken kimseyi kayırmayın; küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakın. Hiç kimseden korkmayın. Yargı, Tanrıya özgüdür. Çözemeyeceğiniz bir sorun olur ise bana getirin, ben gerekeni yaparım.” Yasa’nın Tekrarı 1:16-18.

Burada ne kadar göksel bir bilgelik görülmektedir! Ne kadar yerinde bir adaletten söz edilir! Ne kadar kutsal bir paydaşlık düzeni! Her olayda aktarılan farklılıklar ve her iki taraf açısından geçerli olan tüm gerçeklerin tam olarak dinlenmesi ve sabır ile hareket edilmesi gerekiyor idi. Zihnin ön yargı, taraf tutma ya da herhangi bir türdeki kişisel duyguların etkisine uymaması gerekiyor idi. Yargının, izlenimler aracılığı ile değil, ama gerçekler aracılığı ile oluşturulması gerekiyor idi – net olarak bina edilmiş ve inkar edilemez gerçekler. Kişisel etkinin hiç bir konuda yetkisi olmaması gerekir. Diğer tarafın davadaki konumu ve koşullarının kişisel etki tarafından dikkate alınmaması gerekir idi; dava ile ilgili karar tamamen yansız bir şekilde alınmak zorundadır. “Küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakıp dinleyin.” Yoksul kişiye gösterilen adalet zengin kişiye ve ülkede doğan yabancıya gösterilen adalet ile aynı olmalıdır. Hiç bir insan arasında fark gösterilmemesi gereklidir.

Tüm bunlar ne kadar da önemlidir! Dikkatli bir gözlemde bulunmamıza değerdirler! Bu eğitici konuların hepsi bizim için tam bir derinliğe ve değere sahiptirler. Evet, bizlerin yargıçlar, ileri gelenler ya da önderler olmaya çağrılmadığımız doğrudur. Ama yukardaki alıntıda ortaya konan büyük manevi ilkeler her birimiz için nihai değere sahiptirler çünkü sürekli meydana gelen olaylar olarak doğrudan uygulanmaları gerekir. Payımız nereye düştü ise yaşam çizgimiz ya da eylem alanımız her ne ise kardeşlerimiz arasındaki zorluk ve yanlış anlaşılmalar ile ilgili olaylar ile ne yazık ki her zaman karşılaşırız; gerçek ya da hayal gücünden kaynaklanan hatalar ile ilgili davalar ve bu yüzden bu tür olaylar karşısında nasıl davranmamız gerektiği hakkında tanrısal bilgiye sahip olmamız en çok ihtiyaç duyulan şeydir.

Şimdi tüm bu tür davalarda gerçekler – her iki taraf açısından da tüm gerçekler - üzerine bina edilmiş yargıya sahip olmamızın gerekliliğini yeterince güçlü bir şekilde ifade edemeyiz. Kendimize, yalnızca kendi izlenimlerimiz tarafından rehberlik edilmesi için izin vermememiz gerekir. Çünkü hepimiz çok iyi biliriz ki yalnızca izlenimler en güvenilmez şeylerdir. İzlenimler doğru olabilirler ve aynı zamanda tamamen yanlış da olabilirler. En kolay kabul edilen ve diğer kişilere aktarılan şey yanlış bir izlenimdir ve bu yüzden yalnızca izlenimler üzerine bina edilmiş olan herhangi bir yargı değersizdir. Bizim sağlam ve net olarak bina edilmiş temeli olan gerçeklere sahip olmamız gerekir – kutsal yazıların çok özel bir şekilde üzerinde durduğu iki ya da üç tanık tarafından bildirilen gerçekler. (Yasanın Tekrarı 17:6; Matta 18:16; 2.Korintliler 13:1; 1.Timoteos 5:19.)

Ama ayrıca buna ek olarak yargı konusunda yalnızca bir tarafın yararına karar vermek için asla yönlendirilmememiz gerekir. Herkes, en iyi niyetlere sahip olan bir kişi bile kendi davasının ifadesine bir renk katacaktır. Bu, sözü geçen kişinin bilerek kasti olarak yanlış bir ifade vereceği ya da bilerek bir yalan söyleyeceği anlamına gelmez. Ama hafızanın yetersizliği ya da şu veya bu neden yüzünden davasını gerçekte olması gerektiği gibi sunamayabilir. Bazı gerçekler atlanabilir ve bu atlanan tek bir gerçek diğer gerçekleri öylesine güçlü etkileyebilir ki, onların durumunu tamamen değiştirebilir. “Audi alteram partem” (diğer tarafı dinle), iyi bilinen bir vecizedir. Ve yalnızca diğer tarafı dinlemek ile kalma ama her iki taraf ile ilgili tüm gerçekleri de dinle ve böylece sağduyulu ve adil bir yargıya varabilirsin. Tüm gerçekler ile ilgili tam bir bilgiye sahip olmaksızın oluşturulan herhangi bir yargıyı yersiz bir kural olarak görebiliriz ve bu tür bir yargı kesinlikle değersizdir. “Kardeşleriniz arasındaki sorunları dinleyin. Bir adam ile İsrailli kardeşi ya da bir yabancı arasındaki davalarda adalet ile karar verin.” Her zaman, her yerde ve her koşul altında kesinlikle ihtiyaç duyulacak olan doğru sözler! Bu sözleri yüreklerimizde uygulamamızı diliyorum!

Ve özellikle 17.ayetteki öğüt ne kadar da önemlidir! “Yargılar iken kimseyi kayırmayın. Küçüğe de büyüğe de aynı göz ile bakın. Hiç kimseden korkmayın.”  Bu sözler zavallı insan yüreğinin keşfedilmesi için nasıl da yarar sağlarlar! Kişilere saygı duymaya nasıl da eğilim gösteririz; kişisel etkilenme tarafından sürükleniriz; konuma ve zenginliğe önem veririz; insanların yüzünden korkarız!

Tüm  bu kötülüklere karşı kullanılacak olan tanrısal panzehir nedir? Sadece şu – Tanrı korkusu. Eğer Rabbi her zaman önümüze koyar isek bu bizi insanlar ile ilgili yanlış etkilenmekten ve yan tutmaktan, ön yargıdan ve insan korkusundan etkili bir şekilde kurtaracaktır. O zaman Rabbin önünde önümüze gelebilecek olan her tür konuda alçakgönüllülük ile beklenmek için yönlendirileceğiz. Ve böylece insanlar ve olaylar konusunda çabuk ve tek yanlı yargılar oluşturmaktan korunmuş olacağız. Tüm çağlarda Rabbin halkı arasında hata yapmak yerine iyi ürün vermenin kaynağı Rab korkusudur.

Şimdi çok kısa bir süre için Musa’nın bu bölümdeki çok etkileyici davranışı üzerinde duracağız. Musa, burada aynı daha önce yargıçların atanması konusunda olduğu gibi şimdi de gönderilecek casusların görevi ile bağlantısı olan tüm koşulları topluluğun önüne getirir. Ve bunu kitabın faaliyet alanı ve objesi ile mükemmel bir uyum içinde yapar. Bekleyebileceğimiz tek şey yalnızca budur. Tanrısal kitapta tek bir tekrar cümlesi bile yoktur ve olamaz. Yine aynı şekilde tek bir hata, tek bir farklılık ve tek bir karşıt ifade dahi mevcut olamaz. Tanrı sözü mutlak bir mükemmeliyete sahiptir – hem bir bütün olarak hem de tüm kısımlarında mükemmeldir. Bu imansız çağda bu gerçeğe sımsıkı yapışmalı ve sadakat ile bu gerçeği beyan etmeliyiz.

Tanrı sözünün insanlar tarafından yapılan tercümelerinden söz etmiyoruz; bu tür tercümelerde az ya da çok kusurların yer alacağı kesindir. Ama bu noktada bile Tanrımızın üstün İngilizce çevirimizdeki sözüne baktığımız zaman, “hayret, beğeni, sevgi ve övgü” ile dolmaktan başka bir şey yapamayız. Öyle ki, bir dağın arkasındaki zavallı bir adam sıradan bir İngilizce Kutsal Kitap çevirisinde canının Tanrının Açıklamasına sahip olduğundan emin olabilir. Ve bizim Tanrımızın ellerinde aradığımız şeyin yalnızca bu olduğunu söyler iken bu konuda kesin teminat verebiliriz. Kutsal Kitap’ın yazarlarına esin veren Kişi’nin Kutsal Kitap’ın çevirilerini de aynı şekilde özen ile koruyacağını söyler isek bu sözlerimiz tamamen mantıklı olacaktır. Çünkü Tanrı lütfu ile Kutsal Kitap’ın orijinalini nasıl Grekçe ve İbranice okuyabilen kişilere verdi ise aynı şekilde göklerin altında her dilde okuyacak olan kişilere de aynı lütfu ile vereceği çok daha kesindir! O’nun kutsal adına sonsuza kadar övgüler olsun; Tanrının lütufkar arzusu herkese doğduğu dilde yani ana dilinde konuşmaktır. Lütfunun tatlı övgüsünü bize anlatmak, kurtuluşun iyi haberlerini vermek ve annelerimiz aracılığı ile bebek kulaklarımızdan geçerek doğrudan yüreklerimize giden o sevgi sözlerini fısıldamak ister. (Bakınız Elçilerin İşleri 2: 5-8.)

Ah, keşke insanlar tüm bunların gerçeği ve gücü ile daha fazla izlenime sahip olsalar ve gerçekten daha çok haberdar olsalar! O zaman Kutsal Kitap hakkında bu tür çok sayıda akılsızca ve cahil sorular yüzünden sıkıntı çekmez idik.

Şimdi Musa tarafından casusların görevi – görevin başlangıcı ve görevin sonucu -hakkında neler söylendiğine kulak verelim. Eğer kulak işitmeye açık olsa ve yürek düşünmeye hazır olsa Musa’nın bu sözlerinin ne kadar değerli bir bilgi içerdiğini görebileceklerdir.

“O sırada yapmanız gereken her şeyi size buyurmuş idim.” Sade itaat yolu basit bir şekilde önlerine konmuş idi. Ama bu yolda itaatkar bir yürek ve sağlam adım ile yürümeleri gerekiyor idi. Sonuçları sorgulamamaları ya da neticeleri tartmamaları gerekiyor idi. Tüm bu konuları Tanrının ellerine bırakmaları ve kutsal itaat yolunda kararlı bir amaç ile hareket etmeleri gerekiyor idi.

“Sonra Tanrımız Rabbin bize buyurduğu gibi Horev’den ayrıldık ve Amorluların dağlık bölgesine giden yoldan geçerek gördüğünüz o geniş ve korkunç çölü aşıp Kadeş-Barnea’ya vardık. Size, ’Tanrımız Rabbin bize vereceği Amorluların dağlık bölgesine vardınız’ dedim. İşte, Tanrınız Rab size ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi, gidip orayı mülk edinin. Korkmayın ve yılmayın.” Yasa’nın Tekrarı 1: 19-21.

Burada halka ülkeye hemen girmeleri konusunda teminat veriliyor. Tanrıları Rab onlara ülkeyi vermiş idi ve ülkeyi önlerine koymuş idi. Ülke, Tanrının karşılıksız armağanı olarak, O’nun egemen lütfunun bir hediyesi olarak Tanrının, ataları ile yapmış olduğu antlaşmanın sonucunda kendilerine ait idi. Tanrının sonsuz amacı dostu İbrahim’in soyu aracılığı ile halkın Kenan ülkesine sahip olması idi. Buraya kadar yazdıklarım halkın yüreğinin mükemmel bir huzur içinde olması açısından yeterli idi. Onlara yalnızca ülkenin özellikleri hakkında değil, ama aynı zamanda ülkeye gireceklerine dair de vaatte bulunulmuş idi. Casus gönderilmesine gerek yok idi. İman asla Tanrının vaat etmiş olduğu ve verdiği şey için casusluk yapmaz. İman, tanrının vermiş olduğu şeyin değerli olduğunu bilir ve sahip olacağı şeyi araştırmaz. Ve Tanrının, ihsan etmiş olduğu tüm lütfunun tam mülkiyetini bize vereceğinden emindir. İsrail, “o büyük ve korkunç çöl boyunca” kendisine tedarik etmiş olan o aynı El’in kendisini belirlenen mirasına kavuşturacağı sonucuna varabilmiş değil idi.

Ama iman bu sonuca varmış idi; çünkü iman her zaman önce Tanrıyı düşünür ve sonra koşullar ile ilgili sonuca varır. Koşullar asla Tanrıdan önce gelmezler. “Eğer Tanrı bizden yana ise kim bize karşı gelebilir?” İman sade ve basit bir şekilde bu manevi gerçekten yanadır. Canın tüm görüş alanını Tanrı doldurduğu zaman zorluklar çok fasla göz önüne alınmazlar. Zorluklar ya görülmezler ya da görüldükleri takdirde tanrısal gücün görülmesi için fırsatlar olarak değerlendirilirler. İman, Tanrıyı zorluklar üzerinde zafer kazanır iken görür ve coşar.

Ama ne yazık ki, şimdi önümüzde bulunan olayda halk iman tarafından yönetilmemekte idi ve bu nedenle casuslara başvurmak zorunda kalmış idi. Musa onlara bu konuyu hatırlatır ve bunu hemen yapar ve kullandığı dil çok yumuşaktır ve sadakat ile konuşur. “O zaman hepiniz bana gelip, ‘Ülkeyi araştırmak için önümüzden adamlar gönderelim’ dediniz. ‘Hangi yoldan gideceğiz ve hangi kentlere uğrayacağız? Bilgi versinler.’” Yasanın Tekrarı 1: 22.

Tüm bu olayların gerçekleşebilmesi için Tanrıya da güvenmiş oldukları kesindir. Onları Mısır’dan çıkartan Tanrı denizin ortasında onlar için bir yol açtı; ıssız çölde onlara rehberlik etti; bu Tanrının onları vaat edilen ülkeye sokmak için gücünün olduğu kesin idi. Ama hayır, İsrail topluluğu ille de casus göndermek istiyor idi ve bunun nedeni basit idi, çünkü yürekleri gerçek, diri ve Her Şeye Gücü Yeten Tanrıya saf bir güven duymamakta idi.

Meselenin manevi kökeni burada yatmaktadır. Ve okuyucunun bu noktayı tam olarak kavraması iyi olur. Evet, Çölde Sayım kitabında yer alan öyküde Rabbin Musa’ya casuslar göndermesini söylediği doğrudur. Peki, o zaman Rab bunu neden yaptı? Halkın içinde bulunduğu manevi durum nedeni ile. Ve burada iki kitap arasındaki karakteristik farklılığı ve yine de buna rağmen aralarındaki hoş uyumu görebiliriz. Çölde sayım kitabı bize genel öyküyü anlatır iken Yasanın Tekrarı kitabı casusların göreve gitme nedeninin gizli kaynağını bildirir ve böylece her iki kitap uyum içinde bize olay tam olarak ayrıntıları ile açıklamış olurlar. Biri, diğerinin tamamlayıcısıdır. Eğer bize yalnızca Çölde sayım kitabındaki öykü verilmiş olsa idi o zaman konuyu tam olarak anlamamız mümkün olamaz idi. Yasanın Tekrarı kitabında verilen dokunaklı yorum resmi tamamlar. Kutsal yazıların mükemmelliği ne kadar da harikadır! Görebilmemiz için gerekli olan yalnızca gözün mesh edilmiş olması ve yüreğin kutsal yazıların manevi yüceliğini takdir etme konusunda hazırlanmış olmasıdır.

Ama yine de her şeye rağmen okuyucu casuslar hakkındaki konu ile ilgili olarak hala bazı zorluklar hisseder. Eğer Rab onlara böyle yapmalarını söyledi ise o zaman kendisine, casus göndermenin neden yanlış olduğunu sormak zorunda hissedebilir. Bu soruya verilecek yanıt şudur: yanlış olan kendilerine söylendiği zaman onları gönderme eylemi değil idi; yanlış olan casus gönderme isteği idi. Bu istek imansızlık ürünü idi ve casusları gönderme buyruğunun nedeni bu imansızlık idi.

Matta Müjdesi 19. Bölümde yer alan boşanma konusunda buna benzer bir durum görebiliriz: “İsa’nın yanına gelen bazı Ferisiler O’nu denemek amacı ile şunu sordular: ‘Bir adamın herhangi bir neden ile karısını boşaması kutsal yasaya uygun mudur?’ İsa, onlara şu karşılığı verdi: ‘ Kutsal yazıları okumadınız mı? Yaradan, başlangıçtan ’İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı ve şöyle dedi, ‘Bu nedenle adam annesini ve babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. Şöyle ki, onlar artık iki değil tek bedendir. O halde Tanrının birleştirdiğini insan ayırmasın.’ Ferisiler İsa’ya, ‘Öyle ise’ dediler, ‘Musa neden erkeğin boşanma belgesi verip karısını boşayabileceğini söyledi?’ İsa onlara, ‘İnatçı olduğunuz için Musa karılarınızı boşamanıza izin verdi’ dedi. ‘Başlangıçta bu böyle değil idi.’” Matta 19: 3-8.

Bir erkeğin karısını boşaması Tanrının başlangıçtaki düzeni ya da yüreği ile uyumlu değil idi, ama insan yüreğinin katılığının bir sonucu olarak boşanmaya yasa veren tarafından izin verildi. Bu düşünce ile ilgili herhangi bir zorluk mevcut mudur? Kesinlikle hayır, ancak yürek bir zorluk çıkartmak istiyor ise o başka bir durumdur. Aynı şekilde casuslar konusu ile ilgili olarak da bir zorluk mevcut değildir. İsrail’in casuslara ihtiyaç duymaması gerekiyor idi. Sade ya da saf iman onlara asla öğretilmemiş idi, ama Rab olup bitenlerin gerçek durumunu gördü ve bunlar ile uyumlu olarak bir buyruk verdi. Benzeri bir olay bu olayın üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra yine ortaya çıkmış idi; Tanrı ısrarlı bir şekilde bir insan kral isteyen halkının yüreğini gördü ve Samuel’e halkına böyle bir kral vermesi için buyruk verdi. “Rab, Samuel’e şu karşılığı verdi: ‘Halkın sana bütün söylediklerini dinle. Çünkü reddettikleri sen değilsin; kralları olarak beni reddettiler. Onları Mısır’dan çıkardığım günden bu yana bütün yaptıklarının aynısını sana da yapıyorlar. Beni bırakıp Beni bırakıp başka ilahlara kulluk ettiler. Şimdi onları dinle ama onları açıkça uyar ve kendilerine krallık yapacak kişinin onları nasıl yöneteceğini söyle.’” (1.Samuel 8:7-9)

Böylece görüyoruz ki bir arzunun yalnızca yerine getirilmesi, bunun Tanrının düşüncesi ile uyumlu bir arzu anlamına geldiğine dair bir kanıt teşkil etmez. İsrail’in bir kral istememesi gerekiyor idi. Tanrı İsrail’in Kralı değil miydi? Yehova yeterli değil miydi? Tanrı daha önce yapmış olduğu gibi onları savaşa gönderip onlar için savaşamaz mıydı? Neden et ve kandan olan bir kolun gücünün ardından gittiler? Neden aşağılık bir kişiye güvenmek için yaşayan, gerçek ve gücü her şeye yeten bir Tanrıdan döndüler ve bir insana gittiler? Tanrının bir kral için uygun görebileceği gücü krala ihsan ettiğini biliyoruz; bu durumda gücünü Tanrıdan alan bir kralda nasıl olur da güç sahibi olabilir idi? Tanrının güç vermediği bir insan bir kral bile olsa hiç bir şekilde güç sahibi olamaz idi. Tüm güç, tüm bilgelik ve gerçekten iyi olan her şey Tanrıları Rab’de idi. Ve halkı için, onların her ihtiyacını karşılamak için orada idi. Yapmaları gereken tek şey O’nun her şeye gücü yeten Koluna yaslanmak ve O’nun tükenmez kaynaklarından çekmek ve tüm ihtiyaçlarının kaynaklarını O’nda bulmak idi.

Yüreklerinin arzusuna göre bir krala sahip oldukları zaman bu kral onlar için ne yaptı? “Tüm halk onu korkudan titreyerek izledi.” Saul’ün egemenliğinin melankolik öyküsünü ne kadar yakından inceler isek o zaman onun olayın en başlangıcından beri halk için bir yardımdan çok bir engel olduğunu anlarız. Ama bunun gerçek olduğunu görmek için Saul’ün öyküsünü başından sonuna kadar okumamız gerekir. Saul’ün krallığının tüm dönemi yas tutulacak kadar büyük bir başarısızlık idi; bu durumun peygamber Hoşea’nın söylediği iki cümlede tam ve güçlü bir şekilde ortaya konduğunu görürüz: “Öfkelendiğim zaman bir kral verdim sana ve gazaba gelince alıp götürdüm onu.” Hoşea 13:11. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek Saul, halkın imansızlığının ve öz iradesinin karşılığı idi ve bu yüzden halkın onun ile ilgili tüm parlak umutları ve beklentileri çok kederli bir şekilde hayal kırıklığına uğramış idi. Saul, Tanrının düşüncesine karşılık verme konusunda başarısız oldu ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak halkın ihtiyacını karşılama konusunda tamamen yetersiz kaldı. Kendisinin, taşıdığı taç ve asaya layık olmadığını tam olarak kanıtladı. Ve Gilboa dağında tanık olduğumuz alçakça düşüşü tüm kariyerini melankolik bir hale getirdi.

Şimdi casusların görevi konusunda düşünmeye geldiğimiz zaman burada da aynı bir kralın atanması konusunda olduğu gibi tam bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir öykü görmekteyiz. Sonuç bundan farklı olamaz idi; çünkü nedeni imansızlığın meyvesi idi. Evet, doğru, Tanrı onlara casusları verdi ve Musa dokunaklı bir lütuf ile şu sözleri söyledi: “Bu düşünceyi benimsedim. Her oymaktan birer kişi olmak üzere aranızdan on iki kişi seçtim.” Yasanın Tekrarı 1: 23. Böylece halkın durumunun üzerine lütuf indi ve bu duruma uygun bir plana rıza gösterildi. Ama bu hiç bir şekilde ne planın ne de durumun Tanrının düşüncesi ile uyumlu olduğunu kanıtlamaz. O’nun adına övgüler olsun ki, O, imansızlığımız nedeni ile kederlense ve bu yüzden hor görülse de imansızlığımızın içinde de bizim ile görüşebilir. Tanrı cesur ve saf imandan hoşlanır. Tüm bu dünyada Tanrıya uygun olduğu konumu veren tek şey saf bir imandır. Bu nedenle Musa halka, “İşte, Tanrınız Rab size ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi gidip orayı mülk edinin. Korkmayın, yılmayın” dediği zaman, onların bu sözlere verecekleri karşılık ne olmalı idi? “Her Şeye Gücü Yeten Rab, işte buradayız, bize rehber ol. Bizi zafere götür. Sen yetersin. Önderimiz olan senin ile sevinçli bir güvence ile harekete geçeriz. Zorluklar Senin gözünde hiç bir şeydir. Ve bu yüzden zorluklar bizim için de hiç bir şeydir. İstediğimiz tek şey Senin sözün ve Senin Varlığın! Senin sözün ve varlığında yetkimizi ve gücümüzü hemen buluruz. Önümüzde kimin ya da neyin bulunduğunun bizim için hiç bir önemi yoktur. Güçlü devler, yüksek duvarlı surlar ve kaşları çatık istihkamlar ya da siperler; tüm bunların hepsi İsrail’in Rab Tanrısının huzurunda rüzgarın önünde sürüklenen yapraklardan başka nedirler ki? Ey Rab, seni izliyoruz.”

İşte, iman konuşacak olsa idi böyle konuşurdu, ama ne yazık ki İsrail bu önümüzde incelemekte olduğumuz olayda iman dili ile konuşmadı. Tanrı onlar için yeterli değil idi. İsrailliler yalnızca O’nun koluna yaslanarak güvenlik içinde yükselmeye hazır değiller idi. O’nun ülke hakkında vermiş olduğu bilgiden tatmin olmamışlar idi. Zavallı insan yüreği her şeyden tatmin olur ama asıl tatmin olması gerekenden yani, diri ve gerçek Tanrıya saf bağımlılıktan tatmin olmaz. Doğal kişi Tanrıya güvenemez; bunun nedeni basittir, çünkü doğal kişi Tanrıyı tanımaz. “Adını bilenler sadece sana güveneceklerdir.”

Tanrıya güvenmek için Tanrıyı tanımak gerekir. Ve Tanrıya ne kadar çok güvenilir ise Tanrıyı tanımak daha iyi ve kolay hale gelir. Bu dünyada sade bir iman yaşamının sağladığı gerçek bereket gibisi yoktur. Ancak bu iman bir gerçeklik olmalıdır ve imanı yalnızca ağız ile ikrar etmek ile yetinilmemelidir. Yürek gizliden gizliye bir yaratığın yardımına güvenir iken iman ile yaşamaktan söz etmek tamamen boştur. Gerçek imanlının işi yalnızca Tanrı iledir. Gerçek imanlı tüm kaynaklarını yalnızca Tanrıda bulur. Tanrının kullanmaktan hoşnut olduğu araç ya da kanalların değerini küçümsemez; tam aksine, onlara çok değer verir ama yine de tek kaynağı Tanrı’dır. Ve Tanrının yardım etmek ve bereketlemek için kullandığı araçlara Tanrının araçları oldukları için değer verir. Ama bu araç ve kanalların Tanrının yerine geçmelerine asla izin vermez. Gerçek imanlının yüreği şöyle konuşur: “Ey canım, Tanrıyı bekle, çünkü umudum O’ndadır. Yalnızca Tanrı, kayamdır!”

“Yalnızca” sözcüğünde çok garip bir güç vardır. Bu sözcük, yüreğin her köşesini inceden inceye araştırır. Herhangi bir ihtiyacın tedariği için doğrudan ya da dolaylı olarak yaratığa bakmak iman yaşamından ayrılmanın ilkesidir. Ve ah, herhangi bir şekilde yaratık kaynaklarına bakılması nasıl da sefil bir iştir! İman yaşamı maneviyatı yükseltir ama insan kaynaklarına bakmak maneviyatı yalnızca düşürecektir. Ve aynı zamanda yalnızca düşürmek ile kalmaz, hayal kırıklığına da uğratır. Yaratık kaynakları bozulurlar ve yaratık kaynakları kururlar ama Rabbe güvenenlerden asla hiç bir iyilik esirgenmeyecektir. Eğer İsrail casus göndermek yerine yalnızca Rabbe güvenmiş olsa idi o zaman anlatacakları öykü çok farklı olacak idi. Ama onlar casuslar gönderdiler ve olayın tüm sonucu başarısızlıkların en alçaltıcısı oldu.

“Seçilen on iki kişi dağlık bölgeye çıkarak Eşkol vadisine vardılar ve ülkeyi araştırdılar. Dönüşte orada yetişen meyvelerden getirdiler ve ‘Tanrımız Rabbin bize vereceği ülke verimlidir’ diye haber verdiler.” Yasa’nın Tekrarı 1: 24,25. Tanrının, halkına vermiş olduğu bir ülke nasıl olur da verimsiz olabilirdi ki? Halk, gönderdiği casusların, kendisine Tanrının armağanının iyi olduğunu söylemelerini mi istemiş idi? Tanrının vermiş olduğu armağan elbette iyi olacak idi! Saf bir iman hiç sorgulamadan şöyle derdi: “Tanrının verdiği her şeyin Tanrının Kendisi gibi değerli olması gerekir; bize bu konuda güvence verecek casuslar istemiyoruz.” Ama , ah, bu saf iman bu dünyada öylesine ender mevcut olan bir mücevherdir ki! Ve bu saf imana sahip olan kişiler bile onun değerinden ya da onu nasıl kullanacaklarından öylesine az haberdardırlar ki! İman yaşamından söz etmek bir şeydir ve iman yaşamını sürdürmek ise bambaşka bir şeydir. Teori bir şeydir ve gerçeklik ise başka bir şeydir. Ama asla unutmayalım ki, Tanrının her çocuğunun iman ile yaşama ayrıcalığı vardır. Ve ayrıca bu iman yaşamı, imanlının ihtiyaç duyabileceği her alanda –dünyasal kariyerinin başlangıcından hedefine kadar – yer alır. Bu önemli noktaya daha önceden de değinmiş idik. Ama bu konu üzerinde hiç bir zaman yeterince hararetli ve ısrarlı olarak durulamaz.

Casusların görevi ile ilgili olarak okuyucunun ilgisi çekilecek ve Musa’nın bu konu ile ilgili olarak işaret ettiği noktaya dikkat edecektir. Musa, casusların gerçeğe uygun olan tanıklıklarının gerçek ile ilgili kısmından söz eder. Ve imansız on casusun söyledikleri hakkında hiç konuşmaz. Bu davranışı ile kitabın amacının alanı ve objesi ile mükemmel bir uyumdadır. Her şey manevi bir şekilde topluluğun vicdanı önüne konur. Musa, onlara casus gönderme fikrinin kendilerinden çıktığını hatırlatır. Ve yine de casuslar ülkeden aldıkları meyveyi topluluğun önüne bırakmalarına ve ürünün iyi olduğuna tanıklık etmelerine rağmen topluluk ülkeye girmek istemedi. “Ne var ki, siz oraya gitmek istemediniz ve Tanrınız Rabbin buyruğuna karşı geldiniz.” Yasa’nın Tekrarı 1: 26. Herhangi hiç bir bahaneleri yok idi. Yüreklerinin tam bir imansızlık ve isyan konumunda olduğu aşikar idi ve casusların görevi başından sonuna kadar yalnızca bu gerçeği ortaya koymak için idi.

“Ve çadırlarınızda söylenerek, ‘Rab bizden nefret ediyor’ – tam anlamı ile dehşet verici bir yalan - dediniz. ‘Bizi Amorluların eline verip yok etmek için Mısır’dan çıkardı.” Yasa’nın Tekrarı 1: 27. Nefret etmenin ne kadar garip bir kanıt şekli! İmansızlığın iddiaları nasıl da mutlak bir saçmalık içeriyor! Eğer Tanrı onlardan nefret etmiş olsa idi o zaman Tanrı için  onları Mısır’da firavunun angaryacıbaşılarının zalim kırbaçları altında ve orada yaptıkları ağır işlerin içinde bırakmasından daha kolay bir şey olmaz idi elbette! Tanrı onlardan nefret etmiş olsa idi onlar ile hiç bu kadar ilgilenir ve onlar için uğraşır mıydı? Tanrı, onlara zulmeden o ülkenin üzerine neden o on belayı gönderdi? Madem onlardan nefret ediyor idi, o zaman neden düşmanları üzerlerine gelir iken Kızıl Deniz’in sularının açılmasına izin verdi? Onları Amaleklilerin kılıçlarından neden kurtardı? Özetleyecek olur isek eğer Tanrı onların dediği gibi onlardan nefret etmiş olsa idi onlar adına lütfunun bu harika zaferlerini neden göstersindi ki? Ah, eğer İsrail halkı karanlık ve saçma imansızlık ruhu tarafından yönetilmemiş olsa idi o zaman böylesine harika bir kanıt dizisi onları şimdi düşündüklerinin tam aksi olan bir sonuca yönlendirecek idi. Gök kubbesinin altında imansızlık kadar aptalca bir akılsızlık asla var olamaz. Ve öte yandan bir çocuğunkine benzeyen saf imanın sade düşüncesi kadar sağduyulu, net ve mantıklı hiç bir şey yoktur. Diliyorum ki, okuyucu bu konudaki gerçeğin kanıtını anlayabilmesi için güçlendirilsin.

“Ve siz çadırlarınızda söylendiniz.” İmansızlık, yalnızca kör ve saçma bir mantıkçı değil, ama aynı zamanda karanlık ve hüzünlü bir şikayetçidir. İmansızlık, olayların ne doğru yanında kalır ne de parlak yanına gider. İmansızlık her zaman karanlıktadır, imansızlık her zaman yanlış içindedir; bunun nedeni basittir, çünkü imansızlık Tanrıyı dışarda bırakır ve yalnızca koşullara bakar. Topluluk şöyle dedi:” Oraya niye gidelim? Kardeşlerimiz yöre halkının bizden daha güçlü ve daha uzun boylu olduğunu söyleyerek cesaretimizi kırdılar.” Yasa’nın Tekrarı 1: 28. Ama yöre halkı, Yehova’dan daha büyük değil idi! “Kentler büyükmüş ve göğe doğru yükselen surlar ile çevrili imiş” – imansızlık nasıl da abartıyor!  - “Ayrıca orada Anaklılar’ı da görmüşler.”

Şimdi iman böyle bir durumda şöyle derdi: “Tamam, kentler göğe kadar yükselen surlar ile çevrili olsalar da bizim Tanrımız onlardan yukardadır, çünkü O göklerdedir. Evrene şekil veren ve onu sözünün gücü ile destekleyen Tanrı için büyük kentler ya da göğe kadar yükselen surlar nedir ki? Her Şeye Gücü Yeten Tanrının önünde Anaklılar da kim oluyorlar? Eğer ülke Dan’dan Beerşeva’ya kadar yüksek surlu kentler ile dolu olsa da ve eğer devler bir ormanın ağaçları kadar çok sayıda olsalar da Kenan ülkesini dostu İbrahim’in soyuna sonsuza kadar kalıcı bir mülk olarak vermeyi vaat eden Tanrının önünde hepsi harman yerinin saman çöpünden farksızdırlar.”

Ama İsrail’de esin ile yazmış olan elçinin bize İbraniler kitabının üçüncü bölümünde söylediği gibi iman yok idi. “İmansızlık nedeni ile ülkeye giremediler.” İşte, büyük zorluk burada bulunmaktadır. Yüksek surlu kentler ve dev görünüşlü Anaklılar yalnızca, eğer İsrail tanrıya güvenmiş olsa idi dağılacaklar idi. Tanrı bunların hepsinin işini çok kısa sürede bitirecek idi. Ama ah, bu korkunç imansızlık! İmansızlık her zaman bereketin önünde durup berekete engel olmak ister. Tanrının yüceliğinin parlamasına mani olur! Canlarımızın üzerine koyu bir gölge atar ve Tanrımızın her ihtiyacımızı karşılama ve her zorluğu uzaklaştırma konusundaki mutlak yeterliliğine ikna olma ayrıcalığımızı bizden çalar.

O’nun adına övgüler olsun; güvenen bir yüreği asla başarısızlığa ya da hayal kırıklığına uğratmaz. Tanrı, imanın Kendi tükenmez hazinesine koyduğu güveni onurlandırmaktan zevk duyar. Ve bize her zaman güvence vermek için şu sözü söyler: “Korkma, yalnızca iman et!” Ve yine başka bir ayet: “İmanına göre olsun.” Çok değerli ve canı harekete geçiren sözler! Diliyorum ki hepimiz bu sözlerin diriliğinin ve tatlılığının daha çok farkına varalım! Tanrıya güvenme konusunda asla aşırılığa kaçacağımızı düşünmeyelim ve bu sözlerdeki güvenceyi alalım; O’nun için imkansız yoktur. Bizim en büyük hatamız, O’nun sınırsız kaynaklarından daha fazla çekmeyişimizdir. “Sana, iman eder isen Tanrının yüceliğini göreceğini söylemedim mi?”

Böylece İsrail’in önümüzdeki olayda Tanrının yüceliğini görme konusunda neden başarısız olduğunu anlayabiliriz. İman etmediler, inanmadılar, güvenmediler. Casusların yaptığı görev tam bir başarısızlığın kanıtı oldu. İmansızlık nasıl başladı ise o şekilde sona erdi. Tanrı dışarda bırakıldı. Zorluklar tüm görüşlerini doldurdu.

“Ve ülkeye giremediler.” Tanrının yüceliğini göremediler. Musa’nın insanı çok derinden etkileyen şu sözlerine kulak verin. Bu sözleri okumak yürek için yararlıdır. Bu sözler bizim yenilenmiş varlığımızın en derin kaynaklarına dokunurlar. “Oysa ben size ,’onlardan korkmayın ve yılmayın’ dedim. Önünüzden giden Tanrınız Rab sizin için savaşacak” – Tanrının halkı için savaştığını yalnızca bir düşünün! “Gözünüzün önünde, Mısır’da ve çölde sizler için yaptıklarının aynısını yapacak. Tanrınız Rabbin siz buraya varıncaya dek çocuğunu taşıyan bir adam gibi sizi nasıl yol boyunca taşıdığını gördünüz. Bütün bunlara rağmen Tanrınız Rabbe güvenmediniz. O Rab ki, çadırlarınızı kurmak için size yer aramak ve gideceğiniz yolu göstermek için geceleyin ateşte ve gündüzün bulutta önünüz sıra gitti.” Yasa’nın Tekrarı 1: 29-33.

Musa’nın bu yaklaşımında ve sözlerinde ne kadar büyük bir manevi güç ve ne kadar dokunaklı bir tatlılık bulunmaktadır! Aslında kitabın her sayfasına gördüğümüz gibi burada da çok net bir şekilde şunu görürüz: Yasanın Tekrarı kitabı gerçeklerin verimsiz bir tekrarı değildir. Ama bu gerçekler ile ilgili çok güçlü bir yorumdur. Okuyucunun bu konuda tam bir belirginliğe sahip olması gerekir, çünkü bu yararlı olacaktır. Eğer Mısır’dan Çıkış ve Çölde Sayım kitaplarında esin ile yazan yasa veren, İsrail’in çöldeki yaşamı ile ilgili asıl gerçekleri kaydediyor ise Yasanın Tekrarı kitabında bu gerçekler hakkında yüreği eritecek kadar bir ifade ile yorum yapar. Ve işte burada Yehova’nın eylemlerinin eşsiz tarzına büyük bir ustalık ve söz sanatı ile işaret edildiğini ve bu eşsiz tarzın üzerinde durulduğuna tanık oluruz. Şu sözler ile ortaya konan harika örnek karşısında kimin yüreği erimez? “Çocuğunu taşıyan bir adam gibi!” İşte bu noktada eylemin tarzını anlamış oluruz. Bu olmadan yapabilir miydik? Kesinlikle hayır, yapamaz idik. Yüreğe dokunan bir eylemin tarzıdır. Çünkü yüreği çok özel bir şekilde ifade eden şey, tarzdır. Eğer elin gücü ya da zihnin bilgeliği bir eylemin özünde görünüyor ise yürekteki sevgi, tarz ile kendini dışarı vurur. Bunu küçük bir çocuk bile anlayabilir, ama anladığı şeyi açıklayamayabilir, ama anlaması önemlidir.

Ama ah, ne yazık! İsrail, Tanrının onları ülkeye götüreceğine güvenemedi. Yehova onları Mısır’daki ağır tutsaklıktan çıkarıp Kenan diyarının tam sınırına getirene kadar onlara gücünün harikalığını, sadakatini, iyiliğini ve sevecen nezaketini gösterdi, ama yine de buna rağmen topluluk O’na inanmadı. Herhangi bir yüreği tatmin etmesi gereken bir çok kanıtlar dizisine sahip olmalarına rağmen onlar hala kuşku duymakta idiler. “Rab, yakınmalarınızı duyunca öfkelendi ve şöyle ant içti:’ atalarınıza ant içerek söz verdiğim o verimli ülkeyi bu kötü kuşaktan Yefunne oğlu Kalev dışında hiç kimse görmeyecek. Yalnız o görecek, ayak bastığı toprakları ona ve soyuna vereceğim. Çünkü o tüm yüreği ile Rabbin yolunda yürüdü.” Yasanın Tekrarı 1:34-36.

“Sana, iman ettiğin takdirde Rabbin yüceliğini göreceksin, demedim mi?” Tanrısal düzen böyledir. İnsanlar size gördükleri zaman inanacaklarını söylerler ama Tanrının krallığında iman etmek görmektir. Neden o kötü, imansız kuşaktan tek bir kişinin bile verimli ülkeyi görmesine izin verilmedi? Çok basit, çünkü Tanrıları Rabbe inanmadılar. Öte yandan neden Kalev’e bu verimli ülkeyi görmesi ve sahip olması için izin verildi? Yine çok basit, çünkü Kalev inandı. İmansızlık, Tanrının yüceliğini görme yolunda var olabilecek en büyük engeldir. “İsa onların imansızlığından dolayı orada pek fazla mucize yapmadı.” Eğer İsrail yalnızca inanmış olsa idi, Tanrısı Rabbe yalnızca güvenmiş olsa idi, O’nun yüreğinin sevgisine ve O’nun kolunun gücüne yalnızca itimat etmiş olsa idi Tanrı onları vaat ettiği ülkeye götürür ve onları Mirasının dağında yerleştirir idi.

Aynı şey şimdi Rabbin halkı için de geçerlidir. Tanrıya daha fazla güvenebilse idik tadını çıkaracağımız bereketin sınırı olmaz idi. “İman eden için her şey mümkündür.” Tanrımız şu sözleri asla söylemeyecektir: “Çok fazla şey istedin; gereğinden fazla şey bekliyorsun.” İmkansız! İmanın en büyük beklentilerine yanıt vermek O’nun sevgi dolu yüreği için bir sevinçtir.

O zaman O’nun sevgisinden ve lütfundan daha fazla çekelim. “ağzını iyice aç ki, onu doldurayım.” Cennetin tükenmez hazinesi imanın önünde ardına kadar açıktır. “İnanarak dua ettiğiniz zaman istediğiniz her şeyi alacaksınız.” “İçinizden birinin bilgelikte eksiği var ise herkese cömertçe ve azarlamadan veren Tanrıdan istesin; kendisine verilecektir. Yalnız hiç kuşku duymadan ve iman ile istesin. Çünkü kuşku duyan kişi rüzgarın sürükleyip savurduğu deniz dalgasına benzer. Her bakımdan değişken ve kararsız olan kişi Rabden bir şey alacağını ummasın.” (Yakup 1:5-8) İman, en başından sonuna kadar tüm meselenin tanrısal sırrı ve Hristiyan yaşamının temel kaynağıdır. İman değişmez, sendelemez ve tereddüt etmez. Ama imansızlık her zaman sendeler ve tereddüt eder ve bu yüzden de Tanrının yüceliğini asla görmez ve O’nun gücünden asla haberi olmaz. İmansızlık Tanrının sesine karşı sağırdır ve O’nun eylemlerine karşı kördür; imansızlık yüreği bunaltır ve elleri zayıf düşürür; yolu karartır ve tüm ilerlemeye engel olur. İsrail’in Kenan diyarından kırk yıl boyunca yoksun kalmasına neden olmuştur ve imansızlığın korkunç etkisi nedeni ile sürekli olarak kaçırdığımız bereket, ayrıcalık, güç ve verimliliğin miktarını hesaplamamız mümkün değildir. Eğer iman yüreklerimizde daha canlı bir şekilde uygulanmış olsa idi o zaman aramızda ne kadar farklı koşulların var olacağına tanık olur idik. Ağız ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlığın geniş bir alanında görülen acınacak haldeki cansızlığına ve kısırlığına neden olan sır nedir? Bu gücümüzün kesildiği durum, içinde bulunduğumuz alçak düzey ve önlenen büyümemizi nasıl açıklamamız gerekir? Hristiyan işlerinin her bölümünde neden böyle zavallı sonuçlar görmekteyiz? Neden içten tövbelerin sayısı bu kadar az? Neden müjdecilerimiz böyle sık bir şekilde demetlerinin kıtlığı yüzünden acı çekiyorlar? Tüm bu sorulara nasıl yanıt vermemiz gerekir? Bunun nedeni nedir? Bunun nedeninin bizim imansızlığımız olmadığını söyleyebilecek biri var mıdır? Hiç kuşkusuz, bun durumun nedenlerinden biri bölünmelerimizdir; dünyasallığımızdır, kendi çıkarlarımızdır ve sıkıntı çekmek istemeyişimizdir. Ama tüm bu kötülüklerin çaresi nedir? Yüreklerimizin tüm kardeşlerimize iman aracılığı ile içten bir sevgi duyarak nasıl çekilmeleri gerekir? – sevgi aracılığı ile işleyen o eşsiz ilke! İşte bu nedenle kutsanmış elçi Selanik’teki sevgili genç imanlılara şöyle der: “İmanınız üstün bir şekilde büyümektedir.” Ve o zaman ne olur? “Hepinizin bir birinize olan sevgisi çoğalır.” Bunun her zaman böyle olması gerekir. İman, bizi Tanrının Kendisindeki sonsuz sevgi kaynağı ile doğrudan iletişime geçirir ve bunun mutlak sonucu da yüreklerimiz O’na ait olan herkese sevgi ile çekilir – O’nun kutsal düşüncesini izleyerek O’nun sevgisinin gücü ile birbirimizi sevebiliriz. Rabbe yakın olup da saf bir yürek ile her yerde O’nun adını çağıran herkesi sevmemek mümkün değildir. Mesih’e ne kadar yakın olur isek Beden’in her üyesine o kadar daha yakın bir şekilde gerçek kardeş sevgisi ile bağlanabiliriz.

Sonra dünyasal olma konusuna gelince, bunun çok çeşitli şekilleri vardır; bunun üstesinden nasıl gelinir? Bu noktada esin ile yazan bir başka elçinin sözlerine kulak verelim: “Çünkü Tanrıdan doğmuş olan herkes dünyayı yener. Bize dünyaya karşı zafer kazandıran, imanımızdır. Çünkü Tanrıdan doğmuş olan herkes dünyayı yener. İsa’nın Tanrı Oğlu olduğundan başka dünyayı yenen kim?” (1.Yuhanna 5:4,5) İmanın gücünde yürüyen yeni yaratık dünyanın, onun motiflerinin, onun objelerinin ve ilkelerinin, onun alışkanlık ve ilkelerinin üstünde yaşar. Dünya ile ortak hiç bir noktası yoktur. İmanlı bu dünyadadır ama bu dünyadan değildir. İmanlı, dünyanın akışının aksi yönünde ilerler. Ve tüm kaynaklarını gökten çeker. İmanlının yaşamı, imanlının umudu ve onun her şeyi göklerdedir. Ve bu dünyadaki işi tamamlandığı zaman kendisi de orada bulunmayı istek ile bekler.

Böylece imanın ne kadar güçlü bir ilke olduğunu görmüş bulunuyoruz. İman yüreği saflaştırır, sevgi aracılığı ile işler ve dünyaya üstün gelir. Özetleyecek olur isek yüreği diri bir güç ile Tanrının Kendisi ile birleştirir. Ve iman, bu gerçek yüceliğin, kutsal iyilikseverliğin ve tanrısal saflığın sırrıdır. Bu durumda Petrus’un, imandan “değerli iman” olarak söz etmesine şaşırmamak gerekir. Çünkü iman gerçekten de tüm insan düşüncesinin çok ötesinde bulunan bir değere sahiptir.

Bu değerli ilkenin Kalev’de nasıl işlediğine ve ürettiği bereketli meyveye bakın. Kalev’e, olaydan yüzlerce yıl sonra söylenmiş olan bu sözlerdeki – “imanına göre olsun” -gerçeğin farkına varması için izin verilmiştir. Kalev, Tanrının onları ülkeye götürebileceğine inanmış idi ve tüm zorluklar ve engeller iman için ekmek yer gibi yiyip bitirilecek şeyler idi. Ve Tanrı her zaman olduğu gibi onun imanına yanıt verdi. “Bu arada Yahuda oğulları Gilgal’de bulunan Yeşu’nun yanına geldiler. Kenizli Yefunne oğlu Kalev Yeşu’ya şöyle dedi: ‘Rabbin Kadeş-Barnea’da Tanrı adamı Musa’ya senin ve benim hakkımda neler söylediğini biliyorsun. Rabbin kulu Musa ülkeyi araştırmak üzere beni Kadeş-Barnea’dan gönderdiği zaman, kırk yaşında idim. Gördüklerimi ona açık yüreklilik ile ilettim.” (Yeşu 14:6,7) – parlak ve güzel bir imanın sade tanıklığı! – “Ne var ki, benimle gelmiş olan soydaşlarım halkı korkuya düşürdüler. Ama ben tümü ile Tanrım Rabbin yolundan gittim. Bu nedenle, Musa o gün ‘tümü ile Rabbin yolundan gittiğin için ayak bastığın topraklar sonsuza dek sana ve oğullarına mülk olacak’ diye ant içti. Rab sözünü tuttu ve beni yaşattı. İsrailliler çölden geçer iken Rabbin Musa’ya bu sözleri söylediği günden bu yana kırk beş yıl geçti. Şimdi seksen beş yaşındayım. Bu gün de Musa’nın beni gönderdiği günkü kadar güçlüyüm. O günkü gibi hala savaşa gidip gelecek kadar güçteyim. Rabbin o gün söz verdiği gibi, bu dağlık bölgeyi şimdi bana ver. Orada Anaklıların yaşadığını ve sırlar ile çevrili büyük kentleri olduğunu o gün sen de duymuştun. Belki Rab bana yardım eder de O’nun dediği gibi, onları oradan sürerim.’” (Yeşu: 14:8-12.)

Saf bir imanın söylediği sözler canı nasıl da tazeler! Nasıl da eğiticidir! Ve gerçekten de nasıl teşvik edicidir! Tanrıya saygısızlık olan imansızlığın hüzün veren, bunaltan ve can sıkan sözlerinden yüzde yüz farklıdır! “Yeşu Yefunne oğlu Kalev’i kutsadı ve Hevron’u ona mülk olarak verdi. Böylece Hevron bu gün de Kenizli Yefunne oğlu Kalev’in mülküdür. Çünkü o tümü ile İsrail’in Tanrısı Rabbin yolundan gitti.” (Yeşu 14 13,14.) Kalev babası İbrahim gibi imanda güçlü idi ve Tanrıya yücelik verdi ve biz şimdi mümkün olan tüm güvence içinde şunu söyleyebiliriz: İman nasıl her zaman Tanrıyı onurlandırır ise, Tanrı da her zaman imanı onurlandırmaktan zevk alır. Ve biz de şu konuda ikna olduğumuzu hissederiz: eğer Rabbin halkı tam olarak Tanrıya güvenebilse, eğer O’nun sınırsız kaynaklarından daha fazla çekebilse idi o zaman çevremizde gördüğümüz şeylerin tamamen farklı bir durumuna tanıklık edecek idik. “Sana iman ettiğin takdirde Tanrının yüceliğini göreceksin demedi mi?” Ah, Tanrıya daha canlı bir iman, O’nun sadakatinin, O’nun iyiliğinin ve O’nun gücünün daha cesur bir şekilde kavranması! O zaman müjde alanında daha görkemli sonuçlar aramamız mümkün olabilir; daha fazla gayret, daha çok enerji, Tanrının kilisesinde daha yoğun bir adanmışlık ve imanlıların bireysel yaşamlarında doğruluğun daha hoş kokulu ürünlerini görebilir idik!

Şimdi bir an için bölümümüzün son ayetlerine bakacağız; bu ayetlerde bazı çok ağır bilgiler göreceğiz. Ve her şeyden önce tanrısal yönetimin eylemlerini çok ciddi ve etkileyici şekilde sergilendiklerini göreceğiz. Musa çok dokunaklı bir şekilde vaat edilen ülke ile ilgili gerçeğe işaret eder: “Sizin yüzünüzden rab bana da öfkelenerek, ‘Sen de o ülkeye girmeyeceksin’ dedi.” Yasanın tekrarı 1: 37.

Sizin yüzünüzden” ifadesine dikkat ediniz. Topluluğa hatırlatılması gereken çok önemli bir nokta var idi: Rabbin sevgili ve onurlu hizmetkarı Musa’nın onların yüzünden Şeria ırmağını geçmesi ve Kenan ülkesine ayak basması engellenmiş idi. Evet, Musa’nın ağzından hikmetsiz bazı sözlerin çıkmış olması doğru idi ama onun ruhunu böyle yapması için “tahrik edenler onlar idiler.” Topluluğun bunu yaptığı için çok büyük düşmanlık duyması gerekiyor idi; imansızlık yüzünden yalnızca kendileri ülkeye giremeyerek başarısızlığa uğramak ile kalmamışlar ama aynı zamanda Musa’nın da dışlanmasına neden olmuşlar idi; oysa Musa o ülkeye girmeyi çok istemiş idi. “Musa’nın başına dert açıldı onlar yüzünden.” Mezmur 106:32.

Ama Tanrının yönetimi yüce ve muhteşem bir gerçekliktir. Bu gerçeği bir an için bile asla unutmayalım. İnsan zihni bu konuda şöyle düşünebilir: söylenmiş birkaç kötü söz, telaş yüzünden edilmiş bir iki cümle Tanrının böylesine sevgili ve onurlu bir hizmetkarını neden çok arzu ettiği bir şeyden mahrum bırakılmasının sebebi olsun. Ama bize düşen başımızı alçakgönüllü bir hayranlık ile önümüze eğmek ve Kutsal Olan’ın önünde yere eğilmektir; nedeni için mantık yürütmek ya da yargılamak değildir. “Tüm yeryüzünün Yargıcı doğru olanı yapmaz mı?” Kesinlikle evet, O her zaman doğru olanı yapar. O, hata yapamaz. “Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı, senin işlerin büyük ve şaşılası işlerdir. Ey ulusların kralı, senin yolların doğru ve adildir.” Vahiy 15:3 “Kutsallar topluluğunda Tanrı korku uyandırır, çevresindekilerin hepsinden ulu ve müthiştir.” Mezmur 89:7. “Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir.” İbraniler 12:29 ve “Diri Tanrının eline düşmek korkunç bir şeydir.” İbraniler 10:31.

Biz Hristiyanların lütfun egemenliği altında olduğumuzu biliyoruz. Ama tanrısal yönetimin eyleminde her zaman “bir kişinin ektiğini biçeceği” gerçeği mevcuttur. İşte bu yüzden tanrısal yönetimin eylemleri ile tanrısal lütuf bir birlerinden tamamen farklıdırlar. Lütuf – karşılıksız, tam ve sonsuz olarak- bağışlar, ama Yehova’nın yönetiminin arabasının tekerlekleri dönmeye devam eder ve ciddi bir güce sahiptirler. Lütuf, Adem’in günahını bağışladı, ama yönetim onu Aden bahçesinden çıkardı; toprak ona diken ve çalı verecek idi, yaban otu yiyecek idi ve ekmeğini alın teri dökerek kazanacak idi. Lütuf, Davud’un günahını bağışladı ama yönetimin kılıcı sonuna kadar Davud’un evinin üzerinde asılı kaldı. Batşeva Süleyman’ın annesi oldu ama Avşalom isyan ederek başkaldırdı.

Aynı durum Musa için de söz konusu oldu; lütuf onu Pisga dağının tepesine götürdü ve ona oradan vaat edilen ülkeyi gösterdi ama yönetim Musa’nın o ülkeye girmesine izin vermedi. Çölde Sayım 20. Bölüm ve Yasanın Tekrarı 1. Bölümlerde Musa’nın resmi kapasitesi hakkında kayıt yoktur. Söz edilen onun kişisel olarak kendisidir, önümüzde Musa’yı kişi olarak görürüz ve onun ülkeye girmesi yasaklanmıştır çünkü o hikmetli sözler konuşmamıştır.

Bu önemli pratik gerçeği Tanrının huzurunda derinlemesine düşünmek hepimiz için iyi olacaktır. Lütuf ile ilgili bilgiyi ne kadar iyi anlar isek yönetimin ciddiyetini o kadar çok hissedeceğimizden emin olabiliriz. Bu konuda kanaatimiz tamdır. Yürek ve yaşamın bu öğretişlerin kutsal kılan etkisi altına getirilmeleri için Kutsal Ruhun ışığı gerekir. Bu konu hakkında kutsal bir gayret ile uyanık kalınması gereklidir. Lütuf aracılığı ile kurtuluş öğretişi çok önemli bir gerçektir. Lütfun egemenliğinin derin bereketi altında olan kişiler tanrısal yönetimin eylemlerinin ilkelerini iyi anlarlar.

Ancak biz bölümümüzün son satırlarından şunu anlıyoruz: Halk kendisini Tanrının yöneten eli altında boyun eğmek için hazırlamak istemedi; kısaca söyleyecek olur isek, ne lütuf istediler ne de tanrısal yönetim. Halk ülkeye girmeye ve o ülkeye hemen sahip çıkmaya çağrıldı. Onlar ise tereddüt ettiler ve ülkeye girmeyi reddettiler. Kendilerini karanlık bir imansızlık ruhuna tamamen teslim ettiler. Yeşu ve Kalev’in teşvik edici sözleri bir kulaklarından girdi, öbür kulaklarından çıktı; ülkede yetişen zengin ürünleri gözleri ile görmeleri de işe yaramadı. Musa onların canlarını harekete geçirecek sözler söyledi, ama bu da boşuna oldu. Gitmeleri söylendiği zaman gitmediler. Ve sonuç, imansızlıklarına göre oldu. “Tutsak olacak dediğiniz küçükleriniz, bu gün iyi ile kötüyü ayırt edemeyen çocuklarınız oraya girecekler. Ülkeyi onlara vereceğim. Ve orayı onlar mülk edinecekler. Ama siz geri dönün, Kamış Denizi (Kızıldeniz) yolundan çöle gidin.” Yasa’nın Tekrarı 1: 39,40.

Ne kadar üzücü! Ama nasıl başka türlü olabilir idi? Eğer sade bir iman ile ülkeye girmediler ise o zaman kendileri için çöle geri dönmekten başka bir yol kalmıyordu ki! Ama buna da boyun eğmek istemediler. Ne lütfun tedariklerini kabul ettiler ne de yönetimin yargısını! “Bunun üzerine bana, ‘Rabbe karşı günah işledik’ dediniz. ‘Tanrımız Rabbin buyruğu uyarınca gidip savaşacağız. Sonra dağlık bölgede savaşmanın kolay olacağını düşünerek her biriniz silahınızı kuşandınız.” Yasa’nın Tekrarı 1: 41.

Bu tutumları pişmanlık ve öz yargı gibi görünüyor idi, ama sahte ve yanlış idi. “Günah işledik” demek çok kolay bir şeydir. Saul krallık döneminde bunu söylemiş idi, ama yürekten söylememiş idi; söylediği sözler ile ilgili içten bir duyguya sahip değil idi. Bu sözlerin gücünü ve değerini, bu sözlerin hemen ardından söylenen diğer sözler ile birlikte düşündüğümüz zaman daha kolay anlayabiliriz. “Günah işledim” ve hemen sonra “halkımın önderlerinin önünde beni onurlandır.” Ne kadar garip bir karşıtlık! “Günah işledim” ve yine de “beni onurlandır”. Eğer günahını gerçekten hissetmiş olsa idi, o zaman ne kadar farklı bir dil kullanır idi! Ruhu ve söyleyiş tarzı ne kadar farklı olur idi! Ama ne yazık ki bu tutum yalnızca bir saçmalığı andırmakta idi.  Sözcükleri şekil olarak kullanan ama gerçek yürek duygusu içermeyen yalnızca kendisi ile ilgili bir kişi düşünün ve sonra bu kişinin kendisi için onur elde etmek amacı ile Tanrıya tapınmayı boş bir formalite haline dönüştürdüğünü düşünün. Bu nasıl bir örnek! Bundan daha üzücü bir şey ne olabilirdi ki? İçsel varlıkta gerçeği görmeyi arzu eden ve Kendisine tapınanların ruhta ve gerçekte tapınmasını isteyen Tanrıyı çok gücendirecek bir davranış! Kırılmış ve pişman olmuş bir yüreğin en zayıf ve güçsüz solukları Tanrı için ne kadar da değerlidir; ama ah, yalnızca dindarlığın sığ formaliteleri ve insanı kendisinin ve diğer insanların gözünde yücelten bu tür tutumları Tanrıyı nasıl da gücendirir. Eğer ağız ile söylenen yürekte hissedilmeden söyleniyor ise bu sözlerin hiç bir değeri yoktur. Bir yazarın bu konudaki düşüncelerini okuyalım: “ ‘Günah işledik’ demek kolay bir şeydir ama bu tür sözler günahın yürekte hissedildiğinin kanıtı değildir! Daha ziyade yürek katılığını gösteren bir kanıttır. Vicdan günahın itiraf edilmesine ilişkin belirli bir eylemin gerekli olduğunu hisseder. Ama günahı hissetmeden itiraf etme alışkanlığı yüreği daha da sertleştirir. Ben bunun eskiden de şimdi de Hristiyanlıktaki büyük tuzaklardan biri olduğuna inanıyorum. Neyin günah olduğu bilinir ve hemen acele edilerek Tanrıya itiraf edilmesi gerektiği düşüncesinin verdiği alışkanlık ile adeta bir formül gibi, “günah işledim” denir. Hepimizin herhangi bir amaç gütmeden böyle yaptığımız zamanlar olduğunu söylemeye cesaret edeceğim. Ne yazık ki, böyle olur. Bu tür bir itirafta yeterli formalite mevcuttur. Ve yazılı biçimler olmaksızın eğer bunu kendi tecrübemiz ile bilmiyor isek, daha önce de belirtildiği gibi yürek kendisine özgü biçimler oluşturabilir.” 2

Aynı durum Kadeş’te, İsrail tarafından da tecrübe edildi. Günah itirafları tamamen değersiz idi. Bu itirafın içinde gerçek yer almıyor idi. Eğer söylediklerini hissetmiş olsalar idi Tanrının yargısı önünde boyun eğecek ve günahlarının sonucunu yumuşak huy ile kabul edecekler idi. Gerçek pişmanlığın en sağlam kanıtı Tanrıya sessizce boyun eğmektir. Bu olayda Musa’nın tutumuna bakalım ve başını tanrısal disiplin önünde nasıl eğdiğini görelim. “Sizin yüzünüzden Rab bana da öfkelenerek, ‘ Sen de o ülkeye girmeyeceksin’ dedi, ‘Ama yardımcın Nun oğlu Yeşu oraya girecek. Onu yüreklendir. Çünkü İsraillilerin ülkeyi mülk edinmesini o sağlayacak. Ülkeyi onlara vereceğim ve onlar orayı mülk edinecekler.” Yasa’nın Tekrarı 1:37-39.

Musa burada onlara ülkeye giremeyişinin nedeninin onlar olduğunu söylüyor ve yine de tek bir şikayet sözü bile etmiyor. Ama hem tanrısal yargıya boyun eğiyor hem de kendisinin değil de yardımcısının ülkeye girmesine razı oluyor ve onu atamak ve teşvik etmek için hazır bir tutum sergiliyor. Burada kıskançlığın ya da imrenmenin en ufak bir belirtisi bile yok. Bu sevgili ve onurlu hizmetkar için Tanrının yüceltilmesi ve O’nun halkının bereketlenmesi yeterli. Musa kendisi ya da kendi çıkarları ile değil, Tanrının yüceliği ve halkın bereketi ile ilgileniyor.

Ama İsrail halkı farklı bir ruh göstermekte. “Dağlık bölgeye gidecek ve savaşacağız.” Ne kadar boş! Ne kadar akılsızca! Tanrı tarafından kendilerine ülkeye girmeleri buyrulduğu ve içten yürekli hizmetkarlar tarafından ülkeyi mülk edinmek için teşvik edildikleri zaman, “Oraya niye gidelim?” yanıtını vermişler idi. Ve şimdi çöle geri dönmeleri buyrulduğu zaman “Dağa gidip savaşacağız” yanıtını veriyorlar idi.

“Ama Rab bana şöyle dedi: ‘Söyle onlara, savaşa gitmesinler. Çünkü sizin ile olmayacağım. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız.’ Sizi uyardım ama dinlemediniz. Rabbin buyruğuna karşı geldiniz. Kendinize güvenerek dağlık bölgeye çıktınız. Dağlık bölgede yaşayan Amorlular size karşı çıktılar. Arılar gibi sizi kovaladılar. Seir’den Horma Kenti’ne dek sizi bozguna uğrattılar.” Yasa’nın Tekrarı 1: 42-44.

Yehova’nın onlara öz irade ve isyan yolu boyunca eşlik etmesi mümkün değil idi. Ve Tanrı İsrail’in yanında olmadığı zaman İsrail’in Amorlular karşısında zafer kazanamayacağı kesin idi. Tanrı bizden yana ve bizim ile olduğu zaman her şeyin zaferli olması gerekir. Ama eğer itaat yolunda yürümüyor isek Tanrıyı hesaba katamayız. Eğer yollarımız lütuf yolları değil ise o zaman Tanrının bizim ile olmasını düşünmemiz yanlıştır. “Rabbin adı güçlü bir kuledir, doğrular oraya koşar ve o güçlü kulenin içinde güvencede olurlar.” Ama eğer pratikte Tanrının Mesih’teki doğruluğu ile yürümüyor isek Rabbin güçlü kulemiz olduğundan söz etmek küstahlık olur.

O’nun adına övgüler olsun ki O, içten ve yürekten bir itirafın sağlanması için zayıflık ve başarısızlıklarımızda bize yardımcı olabilir. Kendi isteğimizi yapar ve O’nun doğruluğunda yürümez isek Rabbin bizim ile yürümesini bekleyemeyiz. “Rabbe güven ve iyilik yap.” Tanrının isteği budur, ama kötülük yapar iken Rabbe güvenmekten söz etmek Tanrının lütfunu ve sevgisini hiçe saymak, kendimizi bizi manevi olarak çökertmekten başka bir şey düşünmeyen düşmanın ellerine bırakmaktır. “Rabbin gözleri tüm yeryüzünü dolanır ve gücünü ve sevgisini O’nun doğruluğuna güvenenlere gösterir.”

Mesih’in kanı sayesinde vicdanımız huzurlu olduğu zaman başımızı yukarı kaldırabilir ve her tür zorluğa karşın yolumuza devam edebiliriz. Ama huzursuz bir vicdan ile iman yolunda yürüme girişiminde bulunmak bu dünyadaki en tehlikeli şeydir. Elimizdeki iman kalkanını kaldırabilmemiz için belimize gerçek kuşağını takmış olmamız ve göğsümüzde ise Tanrı doğruluğunun zırhını taşıyor olmamız gerekir.

Hristiyanların Tanrının ön gördüğü doğruluğun peşinden gitmeleri çok büyük önem taşır. Kutsanmış elçi Pavlus’un şu sözlerinde yoğun bir manevi değer bulunmaktadır. “Bu nedenle ben gerek Tanrı gerek insanlar önünde vicdanımı temiz tutmaya her zaman özen gösteriyorum.” Elçilerin İşleri 24:16. Pavlus her zaman kutsalların doğruluk giysisi olan beyaz ince ketenler içinde olmayı ve göğsünde Tanrının doğruluğunun zırhının bulunmasını arzu etti. Bizim de aynısını yapmamız gerekir. Her gün sağlam adımlar ile Tanrının onay veren yüzünün ışığının her zaman parladığı itaat yolunda sağlam adımlar ile yürümek bizim için kutsal bir ayrıcalıktır. O zaman emin bir şekilde Tanrıya güvenebiliriz, O’na yaslanabiliriz, O’ndan çekebiliriz, tüm kaynaklarımızı O’nda bulabiliriz, kendimizi O’nun sadakati ile sarabilir ve böylece göksel yuvamıza doğru huzurlu bir paydaşlık ve kutsal bir tapınma ile ilerleyebiliriz.

Tekrar ediyorum, burada söylenmek istenen zayıflık anlarımızda ya da başarısız olduğumuz zaman ve hatta hata yaptığımız ve günah işlediğimiz zaman Tanrıya bakamayacağımız anlamına gelmemektedir. O’nun adına ve lütfuna övgüler olsun ki O’na bakabiliriz. Çünkü O’nun kulağı bizim feryatlarımıza her zaman açıktır. “Eğer günahlarımızı itiraf eder isek güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır.” 1.Yuhanna 1:9. “Derinliklerden sana sesleniyorum ya Rab, sesimi işit ya Rab, yalvarışıma iyi kulak ver. Ya Rab sen suçların hesabını tutsan, kim ayakta kalabilir ya Rab? Ama sen bağışlayıcısın, öyle ki senden korkulsun.” Mezmur 130: 1-4. Tanrısal bağışlamanın kesinlikle hiç bir sınırı yoktur. Çünkü ödenen kefaretin mükemmelliğinin de sınırı yoktur. Bizi tüm günahtan temizleyen Tanrının Oğlu İsa Mesih’in kanının değerinin ve etkinliğinin asla sınırı yoktur. Bizi sonsuza kadar kalıcı bir kurtarış ile kurtarmış olan yüce Başkahinimiz ve hayran olduğumuz Avukatımızın aracılığının üstünlüğünün de sınırı yoktur – O, Kendisi aracılığı ile Tanrıya gelenlere aracılık etmek için sonsuza kadar yaşamaktadır.

Tüm bunlar çok bereketli gerçeklerdir. Esin ile yazılmış Kitap’ın tamamı boyunca bu gerçekler ayrıntılı bir şekilde öğretilir ve konu ile ilgili çeşitli örneklere yer verilir. Ama günahın itirafı ve bağışlanması pratik doğruluk ile karıştırılmamalıdır. Tanrıyı çağırabileceğimiz iki farklı durum mevcuttur. O’na derin bir pişmanlık içinde seslenebiliriz ve işitiliriz ya da O’na huzurlu bir vicdan ve suçlamayan bir yürek ile seslenebiliriz ve işitiliriz. Ama bu iki sesleniş bir birinden çok farklıdır. Ve yalnızca kendi içlerinde birbirlerinden farklı olmak ile kalmazlar, ama aynı zamanda her ikisi de itaatsizlik ve kötülük gibi durumlarda Tanrıyı hesaba katmak konusunda farklı yürek tutumları içindedirler. Tanrının gözünde doğru olmayan budur ve O’nun ağır yargıda bulunmasına neden olur. Tanrı pratik doğruluk ister ve bunu onaylar; itiraf edilmiş günah Tanrı tarafından karşılıksız ve tam olarak bağışlanır, ama ayaklarımız hatalı bir yolda yürür iken Tanrıya güvenebileceğimizi düşünmek ne kadar doğru olabilir? “Rab, Yeremya’ya şöyle seslendi: ‘Rabbin tapınağının kapısında durup şu sözü duyur. De ki, ‘Rabbin sözünü dinleyin, ey Rabbe tapınmak için bu kapılardan giren Yahuda halkı! İsrail’in Tanrısı, Her Şeye Egemen Rab diyor ki: yaşantınızı ve uygulamalarınızı düzeltin. O zaman burada kalmanızı sağlarım. ‘Rabbin tapınağı, Rabbin tapınağı, Rabbin tapınağı buradadır!’ gibi aldatıcı sözlere güvenmeyin. Eğer yaşantılarınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltirseniz, bir birinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze ve dula haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmez iseniz, burada, sonsuza dek atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım. Ne var ki, sizler işe yaramaz aldatıcı sözlere güveniyorsunuz. Çalmak, adam öldürmek, zina etmek, yalan yere ant içmek, Baal’a buhur yakmak ve tanımadığınız başka ilahların ardınca gitmek, bütün bu iğrençlikleri yapmak için mi bana ait olan tapınağa gelip önümde duruyor ve güvenlikteyiz diyorsunuz?” Yeremya 7: 1-10.

Tanrı manevi gerçeklikler ile ilgilenir. İçsel varlıkta gerçek olmasını arzu eder ve eğer insanlar kötülük içinde iken gerçeğe yapışırlar ise o zaman O’nun doğru yargısını da beklemeleri gerekir. Tüm bunlar bize ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin içinde bulunduğu korkunç durumu hissettirir. Yukarda peygamber Yeremya’nın kitabından alıntı yaptığımız ciddi pasaj öncelikli olarak Yahuda halkı ve Yeruşalim’de oturan kişiler için yazılmış olmasına rağmen Hristiyanlığa uyarlanabilecek noktalar da içermektedir. 2.Timoteos 3. Bölümde ve Romalılar 1.bölümün sonunda ayrıntılı olarak putperestlik ile ilgili iğrençlikleri görürüz; son günlerde bu aynı şeyler “bir tanrısayarlık şekli” içinde yeniden ortaya çıkacaklardır. Bu tür durumların sonunun ne olması gerekir? Hafifletilmemiş gazap. Tanrının en ağır yargıları Hristiyanlık olarak adlandırdığımız vaftiz olmuş ve ağzı ile iman ikrarında bulunmuş olan o geniş kitle için saklanmıştır. Tanrının tüm sevgili ve kan ile satın alınmış olan halkının bu karanlık ve günahlı sözde Hristiyan dünyasından Rab ile Baba’nın evinde hazırlanmış olan o tatlı sevgi evinde sonsuza kadar birlikte olmak için dışarı çağırılacakları an hız ile yaklaşmaktadır. O zaman bu sözde Hristiyanlığın üzerine “güçlü bir aldatıcılık” gönderilecektir – tam kuşatılmış olan bir Hristiyanlık ışığının parladığı; tam ve özgür bir müjdenin vaaz edildiği; Kutsal Kitap’ın milyonlarca kişi tarafından okunduğu ve şu ya da bu şekilde Mesih’in adını ağızları ile ikrar eden ve kendilerini Hristiyanlar olarak adlandıran tüm bu kişilerin bulunduğu ülkelerin üzerine aldatıcı bir güç gönderilecektir.

Ve sonra, o zaman ne olacaktır? Bu “güçlü aldatıcılığı” izlemek ne demektir? Herhangi bir yeni tanıklık mı? Merhamet konusunda daha ayrıntılı öneriler mi? Uzun süre tahammül eden lütfun bir başka çabası mı? Hristiyanlık için değil! Tanrının müjdesini reddedenler için değil! Mesihsiz ve Tanrısız iman ikrarında bulunan sığ ve değersiz Hristiyanlık biçimleri! Putperestler, “sonsuza kadar kalıcı müjdeyi”, “Krallığın müjdesini” işitecekler, ama Hristiyanlık olarak adlandırılan bu korkunç sapıklık sonsuza kadar ateş ve kükürt gölünde ve karanlıkta Her Şeye Gücü Yeten Tanrının gazabı altında kalacaktır.


1.  İsrail’in Horev’den Kadeş-Barnea’ya yaptığı yolculuk pek çok canın esenlik bulma öyküsünü güçlü bir şekilde resmeder. Rabbin sevgili halkından pek çok kişi Mesih’in, halkını özgür kıldığı özgürlüğün bereketini asla bilmeyerek kuşku ve korku içinde yıllarca sıkılıp dururlar. Canlar için gerçekten ilgi duyan kişi yasacılık ve kötü öğretiş yüzünden sıkıntıya düşen canlar nedeni ile üzüntü duyar. Günümüzde, Hristiyanlıkta müjdenin esenliği içinde tam olarak bina edilmiş bir can bulmak ender bir durumdur. Her zaman kuşku duymanın iyi bir şey olduğu, hatta bunun bir alçakgönüllülük işareti olduğu düşünülür. Emin olmak, küstahlık addedilir. Özetleyecek olur isek her şey tamamen alt üst olmuştur. Müjde bilinmez; canlar lütuf altında olmak yerine yasa altındadırlar. Canlara Tanrı’ya yaklaşmaları öğretilmesi gerekir iken bunun aksi yapılır ve canlar Tanrı’dan uzak tutulur. Günümüzde, inancın büyük kısmı Mesih’in ve benliğin, yasanın ve lütfun, imanın ve işlerin acıklı bir karışımıdır. Canlar tüm günleri boyunca mükemmel bir şaşkınlık ve karışıklık içinde tutulurlar.

Bu konular kesinlikle ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisedeki öğretmenlerin ve vaizlerin işgal ettiği sorumluluk konumu hakkında düşünülmesini talep ederler. Tüm bu kişilerin bir gün hizmetleri hakkında hesap vermeye çağırılacakları o ciddi gün yaklaşmaktadır.

2. Lectures Introductory to the Pentateuch, yazar: W. Kelly. Broom, Paternoster Square.

Yasa’nın Tekrarı 2

Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı

Birinci bölümün son satırları bize halkın Rabbin önünde ağladığını gösterirler. “Ve siz geri döndünüz ve Rabbin önünde ağladınız. Ama Rab ne ağlayışınızı duydu, ne de size kulak astı. Uzun süre Kadeş’te kaldınız.”

Ne sözleri ne de gözyaşları gerçek değildi. Söylediklerine güvenilemeyeceği gibi ağlayışlarına da güvenilemez idi. İnsanlar için, Tanrının huzurunda gerçekten pişmanlık duymadan itirafta bulunmak ve gözyaşı dökmek mümkündür. Bu, çok ciddi bir durumdur. Aslında bu durum Tanrı ile alay etmektir. O’nun adına sonsuza kadar övgüler olsun ki biz Tanrının gerçekten pişman olmuş bir yürekten zevk aldığını biliriz. Tanrı böyle kişilerin yanındadır. “Senin kabul ettiğin kurban alçakgönüllü bir ruhtur, alçakgönüllü ve pişman bir yüreği hor görmezsin ey Tanrı.” Mezmur 51:17. Tanrı için pişman bir yürekten akan gözyaşları dağlardaki tüm hayvanlardan (Mezmur 50:10) çok daha değerlidir, çünkü bu tür gözyaşı döken kişiler O’nun yüreğinde yer aldıklarını kanıtlarlar. Ve O’nun sınırsız lütfu içinde aradığı şey budur. Tanrı yüreklerimizde konut kurmak ve bizi Kendisinin en bereketli olan huzuruyla söz ile anlatılamaz bir sevinç ile derin bir şekilde doldurmak ister.

Ama İsrail’in Kadeş’teki itirafı ve döktüğü gözyaşları gerçek değiller idi. Ve bu nedenle Rab onları kabul edemez idi. Kırılmış bir yüreğin en zayıf feryadı bile doğrudan Tanrının tahtının önüne yükselir. Ve böyle bir yürek hemen o anda O’nun bağışlayan sevgisinin yatıştırıcı ve şifa verici merhemi tarafından yanıt bulur, ama itiraf ve gözyaşları öz irade ve isyan ile bağlantılı durduğu zaman bunlar yalnızca tamamen değersiz olmak ile kalmazlar, ama aynı zamanda Tanrısal Görkeme bir hakaret teşkil ederler.

Böylece halk bu yüzden çöle geri dönmek zorunda idi ve orada kırk yıl boyunca dolaşacak idi. Bu durumda yapılacak hiç bir şey yok idi. Tanrıya olan sade bir iman ile ülkeye girmeleri gerekir iken bunu yapmadılar ve Tanrı da onların öz irade ve öz güvenlerine böyle karşılık verdi. Ve halk itaatsizliğinin sonucunu kabul etmek zorunda kaldı. Eğer ülkeye girmeyi reddettiler ise o zaman çölde ölmeleri gerekiyor idi.

Tüm bunlar ne kadar ciddi ve ağır konular! Ve İbraniler kitabının üçüncü bölümünde Kutsal Ruh’un bu konuda yaptığı yorum nasıl da ağır bir yorumdur! Ve aynı zamanda bu yorumun bize de uygulandığına güçlü bir şekilde işaret edilir! Okuyucunun yararlanması için bu kısmın alıntısını yapmamız gerekir. Bu nedenle Kutsal Ruhun da dediği gibi, “Bu gün O’nun sesini duyarsanız, atalarınızın başkaldırdığı ve çölde O’nu sınadığı günkü gibi yüreklerinizi nasırlaştırmayın. Atalarınız beni orada sınayıp denediler. Ve kırk yıl boyunca yaptıklarımı gördüler. Bu nedenle o kuşağa darıldım ve dedim ki, ‘Yürekleri hep kötüye sapar ve yollarımı öğrenmediler. Öfkelendiğim zaman ant içtiğim gibi, onlar huzur diyarıma asla girmeyecekler. Ey kardeşler, hiç birinizde diri Tanrıyı terk eden kötü ve imansız bir yüreğin bulunmamasına dikkat edin. ‘Gün bu gündür’ denildikçe bir birinizi her gün yüreklendirin. Öyle ki, hiç birinizin yüreği günahın aldatıcılığı ile nasırlaşmasın. Çünkü Mesih’e ortak olduk. Yalnız başlangıçtaki güvenimizi gevşemeden sonuna dek sürdürmeliyiz. Yukarda belirtildiği gibi, ‘Bu gün O’nun sesini duyarsanız, atalarınızın başkaldırdığı günkü gibi yüreklerinizi nasırlaştırmayın.’ O’nun sesini işitip başkaldıranlar kimler idi? Musa önderliğinde Mısır’dan çıkanların hepsi değil mi? Tanrı kimlere kırk yıl dargın kaldı? Günah işleyip cesetleri çöle serilenlere değil mi? Sözünü dinlemeyenler dışında huzur diyarına kimlerin giremeyeceğine ant içti? Görüyoruz ki, imansızlıklarından ötürü oraya giremediler. Bu nedenle Tanrının huzur diyarına girme vaadi hala geçerli iken, herhangi birinizin buna erişmemiş sayılmasından korkalım. Çünkü onlar gibi biz de iyi haberi aldık. Ama onlar duydukları sözü iman ile birleştirmedikleri için bunun kendilerine bir yararı olmadı.” İbraniler 3: 7-19 ve İbraniler 4: 1,2.

Burada yine esin ile yazılmış kitabın her sayfasında olduğu gibi imansızlığın Tanrını Adını kederlendiren ve O’na saygısızlık eden şey olduğunu öğreniyoruz. Ve yalnızca bu kadar da değil, imansızlık aynı zamanda sınırsız lütfun ihsan ettiği bereketleri, saygınlıkları ve ayrıcalıkları da bizden çalar. Yüreklerimizin imansızlığı nedeni ile her şekilde ne kadar çok şey kaybettiğimize dair çok az fikrimiz vardır. Aynı İsrail’in durumunda olduğu gibi, ülke tüm verimliliği ve güzelliği ile halkın önünde idi; ve onlara ülkeye girip onu mülk edinmeleri için buyruk verilmiş idi. Ama onlar “imansızlık nedeni ile ülkeye giremediler.” Aynı şey bizim için de geçerlidir, egemen lütfun ulaşabileceğimiz bir yere koymuş olduğu bereket bolluğuna kendimiz için sahip olma konusunda başarısız oluruz. Cennetin tüm hazinesi bize açılmıştır, ama biz bunu kendimize mal etmek için başarılı olamayız. Zengin, bereketli, dolu ve verimli olabilecek iken zayıf, güçsüz, boş ve kısır oluruz. Mesih’te göklerde her tür ruhsal bereket ile kutsandık ama kavrayışımız çok sığdır! Algılamamız çok zayıftır! Düşüncelerimiz çok zavallıdır!

Ve sonra tekrar düşünelim; aramızdaki Rabbin işi konusunda imansızlık yüzünden ne kadar çok şey kaybettiğimizi kim hesaplayabilir? Müjdenin belirli bir bölümünde kutsanmış Rabbimizin halkın imansızlığı nedeni ile güçlü işler yapamadığını okuruz. Bu durum bize bir şeyler ima etmiyor mu? Biz de imansızlık nedeni ile O’na engel oluyor muyuz? Bazı kişiler belki bize Rabbin, bizden ya da imanımızdan bağımsız olarak planlarına devam edeceğini söyleyebilirler; O, imansızlığımıza rağmen Kendisine ait olanları toplayacak ve seçmiş olduğu kişilerin sayısını tamamlayacaktır; ne yeryüzünün ne de cehennemin, ne insanın ne de şeytanın bir araya gelmiş gücü, Tanrının plan ve amaçlarını yerine getirmesine engel olamaz ve O’nun işi hakkında söylenecek tek gerçek şudur: “Ne güç ile ne kudret ile ama O’nun Kutsal Ruhu ile!” İnsan çabaları boştur ve Rabbin davası doğal olanın heyecanı ile asla ileri götürülemez.

Şimdi, tüm bu söylenenler kusursuz olarak doğrudur; ama yukarda esin ile yazılmış olan ifadeyi tamamen dışarda bırakırlar. “Rab, onların imansızlığı nedeni ile orada güçlü işler yapamadı.” Bu insanlar bereketi imansızlıkları yüzünden kaybetmediler mi? Kendilerine iyilik yapılmasına engel olmadılar mı? Zihinlerimizi bozacak olan etkilere karşı nasıl hareket edeceğimiz konusunda uyanık olmamız gerekir; Mesih’in davasında insanın tüm sorumluluğunu inkar eden ve tüm tanrısal enerjiyi felce uğratan şeyler konusunda dikkatli olmamız lazımdır. Aklımızda tutmamız gereken şudur: sonsuz amaçları ile sonu buyuran aynı Kişi aynı zamanda aracı tasarlamış Olan’dır ve eğer biz yüreklerimizin günahlı imansızlığı içinde ve tek yanlı bir gerçeğin etkisi altında kollarımızı kavuşturur ve aracıyı ihmal eder isek Tanrı bizi bir yana bırakacak ve işine başka eller aracılığı ile devam edecektir. O’nun kutsal adına övgüler olsun ki O planlarında ilemeye devam edecektir ama biz O’nun aracısı olmanın saygınlığını, ayrıcalığını ve bereketini kaybetmiş olacağız.

Markos müjdesinin ikinci bölümündeki çarpıcı sahneye bakalım. Bu satırları okuyan herkesin anlamasını arzu ettiğimiz büyük ilke bu ayetlerde güçlü bir şekilde resmedilir; Rabbin işinin devam etmesi ile bağlantılı olarak imanın gücünü kanıtlar. Eğer burada davranışları ortaya konan dört adam zarar verici kaderciliğin etkisi tarafından kendilerine sıkıntı çektirdiler ise bir şey yapmalarının yararı olmayacağını düşündükleri için idi – eğer felçli adam şifa bulacak ise insan çabası olmadan şifa bulacak idi; o zaman neden onu evin damından aşağı İsa’nın bulunduğu yere O’nun önüne indirmeleri gerek idi? Ah, bu kişiler iyi ki böyle sefil bir mantık yürütmediler ve hem felçli adam hem de kendileri için doğru şekilde hareket ettiler. Onların bu sevgi dolu imanlarının nasıl işlediğine bakın! Bu davranışları Rab İsa’nın yüreğini tazeledi. Hasta adamı bağışlanma, şifa ve bereket yerine getirdi ve aynı zamanda tanrısal gücün ve iyiliğin gösterilmesine fırsat oldu; bu tanrısal güç ve iyilik orada bulunan herkesin dikkatini çekti ve Tanrının Nasıralı İsa’nın Kişiliğinde hastalıkları iyileştirerek ve günahları bağışlayarak yeryüzüne gelmiş olduğuna dair büyük gerçeğe tanıklık etti.

Aslında burada bu konu ile ilgili daha pek çok örnek eklenebilir, ama buna gerek yoktur. Tüm kutsal yazılar imansızlığın bereketimize ve yararlı olmamıza engel teşkil ettiği, Tanrının görkemli işinde O’nun onurlu araçları olmak gibi ender bir ayrıcalığı bizden çaldığı ve O’nun elinin ve O’nun Ruhunun aramızda işlediğini görmemize mani olduğu konusunda aynı görüşü iletirler. Ve öte yandan, iman aynı zamanda yalnız bizim için değil, başkaları için de güç ve bereketi gökten aşağı çeker; hem Tanrı yüceltilir hem de ona minnet duyulur; yaratığı platformdan çekmek ve tanrısal gücün gösterilmesi için yer açmak Tanrıya yüceliğini verir ve O’na minnet duyulmasını sağlar. Kısaca özetleyecek olur isek, eğer yüreklerimiz sadece O’na güvenen ve Tanrının onurlandırmaktan her zaman zevk duyduğu o basit iman tarafından daha çok yönetilse idi o zaman Tanrımızın elinden gelen ve sınır tanımayan bereketin tadını çıkartabilir idik. “İmanına göre olsun!” Çok değerli ve canı harekete geçiren sözcükler! Bu sözcüklerin bizi Tanrıda sahip olduğumuz o tükenmez kaynaklardan daha fazla çekmemiz için teşvik etmelerini diliyorum. O’nun sonsuz adına sonsuza kadar övgüler olsun ki O kullanılmaktan zevk duyar! Bize söylediği söz ise şudur: “Ağzını iyice aç ki onu doldurayım.” Bize çok sevdiği biricik Oğlunu vermiş olan tüm lütfun Tanrısından asla gereğinden fazla şey bekleyemeyiz; bizden Oğlunu esirgemeyen Babamızın bize karşılıksız olarak her güzel armağanı vereceği çok daha kesin değil midir?

Ama İsrail Tanrının onu vaat ettiği ülkeye sokacağına güvenemedi. Oraya kendi güçleri ile gireceklerini düşünme küstahlığında bulundular. Ve bu davranışlarının bir sonucu olarak da düşmanlarının önünde bozguna uğrayarak kaçmaları gerekti. Bu, her zaman böyle olacaktır. Küstahlık ve iman bir birinden tamamen farklı iki şeydir: küstahlık yalnızca bozgun ve felaket ile sonuçlanabilir. İman ise her zaman kesin ve mutlak bir zafer ile sonuçlanacaktır.

“Sonunda geri dönüp Rabbin bana buyurduğu gibi Kamış Denizi (Kızıldeniz) yolundan çöle gittik. Uzun süre Seir dağlık bölgesinde dolanıp durduk.” Yasa’nın Tekrarı 2:1. Musa kendisini halk ile tam olarak birleştirmiştir. Musa, Yeşu ve Kalev’in de imansız topluluk ile birlikte tekrar çöle dönmeleri gerekti. Doğal yapının düşüncesine göre bu durum çok katı bir durum olarak görünebilir, ama biz bu durumun iyi ve yararlı olduğundan emin olabiliriz. Nedenini her zaman göremiyor olsak bile Tanrının isteğine boyun eğmek daima yarar sağlar. Tanrının bu üç onurlu hizmetkarının ağzından tek bir şikayet sözü dahi çıkmadığını görürüz. Onlar ülkeye girmek için hazırdılar ama kırk yıl daha geçirmek için çöle dönmek zorunda kaldılar. Ve bu konuda tek bir şikayet sözü dahi etmediler, yalnızca çöle geri döndüler. Aynı zamanda Yehova da geri döndüğüne göre onlar da geri dönebilirler idi. İsrail’in Tanrısının, çölde yolculuk eden arabasını gördükleri zaman şikayet etmeyi nasıl düşünebilirler idi? Tanrının sabırlı lütfunun ve tahammüllü merhametinin, onların istekli bir zihin ile çölde, uzatılmış bir yolculuğu kabul etmelerini ve vaat edilen diyara bereketli bir giriş için beklemelerini öğretmiş olduğu kesindir.

Kendimizi Tanrının eli altına her zaman alçakgönüllü bir şekilde teslim etmemiz çok önemli ve değerlidir. Bu tür bir uygulama ile zengin bir bereket hasadı biçeceğimizden eminiz. Huzurun gerçek sırrı bize O’nun gerçekten garanti etmiş olduğu gibi Mesih’in boyunduruğunu takınmamızdır. “Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size rahat veririm. Boyunduruğumu yüklenin ve benden öğrenin. Çünkü ben yumuşak huylu ve alçakgönüllüyüm. Böylece canlarınız rahata kavuşur. Boyunduruğumu taşımak kolaydır ve yüküm hafiftir.” Matta 11: 28-30.

Ayette sözü edilen bu boyunduruk ne idi? Tanrının isteğine tam ve mutlak bir boyun eğiş. Bunu mükemmel bir şekilde yerine getirebilen yalnızca hayran olduğumuz tek mükemmel İnsan Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’tir. O, şu sözleri söyleyebildi: “ama yine de senin isteğin olsun Baba!” İşte O’nun düşüncesi böyle idi. “Senin isteğin olsun!” Bu düşünce her şeyi hallediyor idi. O’nun tanıklığı reddedildi mi? O’nun boşuna çalıştığını ve gücünü bir hiç uğruna ve boş yere harcadığını kim söyleyebilir? O zaman ne yapılmalı? “Ey Baba, göğün ve yerin Rabbi, sana teşekkür ederim!” O’nun için bu sözleri söylemek doğru idi. Baba’yı hoşnut eden şey, O’nu hoşnut eden şey idi. O, Babanın isteği ile mükemmel bir uyum içinde olmayan bir düşünceye ya da arzuya asla sahip olmadı. Bu yüzden O, bir İnsan olarak her zaman mükemmel huzurun tadını çıkardı; tanrısal öğüt ve amaçlarda dinlendi. O’nun huzuru en başından en sonuna kadar pürüzsüz idi.

Mesih’in boyunduruğu bu idi ve O, sınırsız lütfu ile bizi Kendi boyunduruğunu takınmaya davet eder, öyle ki, bizim canlarımız da böylece esenliğe kavuşsun. Buradaki sözcüklere dikkat edelim ve onları anlamaya çalışalım. “Canlarınız rahata kavuşur.” Bizim bulduğumuz “huzur” ile O’nun verdiği “huzuru” bir birine karıştırmamamız gerekir. Zayıf, yorgun ve yükü ağır can sade bir iman ile Mesih’e geldiği zaman Mesih o cana huzur verir ve bu huzur O’nun çarmıhta tamamladığı işin tam güvencesinden akan tanrısal bir huzurdur. Günahların hepsi sonsuza kadar ortadan kaldırılmıştır; mükemmel doğruluk sağlanmıştır, açıklanmış ve sahip olunmuştur, her sorun tanrısal bir şekilde ve sonsuza kadar kalıcı olarak halledilmiştir. Tanrı yüceltilmiştir; şeytan susturulmuş ve vicdan huzur bulmuştur.

O’na gittiğimiz zaman İsa’nın verdiği huzur işte böyle bir huzurdur. Ama sonra günlük yaşamımızın olayları ve koşulları arasında hareket etmek zorunda kalırız. Ve bu noktada denemeler, zorluklar, uygulamalar, yumruklar, hayal kırıklıkları ve her tür karşıtlık ile yüz yüze kalırız. Ama bunlardan hiç biri en ufak bir şekilde bile İsa’nın vermiş olduğu huzura dokunamazlar. Ama bazı konulara ciddi bir şekilde müdahil olabilirler. Vicdanı rahatsız etmezler ama yüreğe büyük sıkıntı verebilirler; bizi çok huzursuz, çok korkulu ve çok sabırsız hale getirebilirler. Örneğin, ben Glasgow’da vaaz vermek istiyorum; böyle yapacağım bana duyuruldu ama işe bakın ki, ben Londra’da bir hasta odasında tıkılıp kalmışım. Bu durum benim vicdanımı rahatsız etmez ama yüreğimde büyük sıkıntıya neden olur. Huzursuzluğun verdiği kusursuz bir telaş içinde şu sözleri bağırmaya hazır olabilirim, “Ne kadar sıkıcı! Nasıl da hayal kırıklığına uğradım! Şimdi ne yapmam gerekir? Bundan daha uygunsuz bir durum olamaz!”

Ve böyle bir durumda nasıl davranmak gerekir? Sıkıntı içindeki yürek nasıl sakinleştirilir? Ve huzursuz zihin nasıl sükunete kavuşturulur? İstediğim şey nedir? Huzur bulmak istiyorum. Bu huzuru nasıl bulmam gerekir? Eğilerek ve Mesih’in değerli boyunduruğunu boynuma takınarak; O’nun Kendisi de bedende olduğu günlerde bu boyunduruğu taşımış idi; Tanrının isteğine tam boyun eğişin boyunduruğu. Yüreğimin en derin yerinden hiç tereddüt etmeden şunu söyleyebilmeyi isterdim: “Ey Rab, senin isteğin olsun.” Bunu söyleyebilmek için ihtiyacım olan şudur: O’nun bana olan mükemmel sevgisini ve benim ile ilgilenir iken gösterdiği sınırsız bilgeliğini derin bir şekilde hissetmek isterim. O zaman konumumu ve koşullarımı değiştirmek için parmağımı bile kıpırdatmam. Glasgow’da bir platformda konuşmak yerine Londra’da bir hasta yatağında sıkıntı içinde yatmamın benim için çok daha iyi olduğunu kesin olarak hissederim.

Yüreğin huzurunun derin ve değerli sırrı burada yatar; sır, kendi isteğimize ve kendi yaptığımız planlara ne kadar karşı olur ise olsun, Tanrıya her şey için teşekkür etmenin basit gücündedir. Bu yalnızca ayetteki şu gerçeğe onay vermek anlamına gelmez; “Tanrının Kendisini sevenler ile ve amacı uyarınca çağrılmış olanlar ile birlikte her durumda iyilik için etkin olduğunu biliriz.” (Romalılar 8: 28) Tanrının planladığı şeyin bizim için en iyi şey olduğuna dair tanrısal gerçeğin gerçek farkındalığıdır. Lütufkar bir şekilde her konuda bizim yerimize geçen Kişi’nin sevgisine, bilgisine, gücüne ve sadakatine duyulan büyük güvendir. O zamanda ve sonsuzlukta bizim ile ilgili olan her şeyden Kendisini sorumlu tutar. Sevginin, objesi için her zaman en iyisini yapacağını biliriz. Tanrının bizim için her zaman en iyisini yapmasının nasıl bir şey olması gerekir? O’nu tanıyan yürek Tanrının en iyisi ile tatmin olacaktır.

Ama yüreğin, Tanrının isteği ile tatmin olabilmesi için önce O’nu tanıması gerekir. Aden bahçesinde şeytan tarafından ayartılan Havva Tanrının isteği ile tatmin olmadı. Tanrının yasaklamış olduğu bir şeyi arzu etti ve şeytan bu arzu ettiği şey ile Havva’yı kandırdı. Havva, şeytanın kendisi için Tanrının yapabileceğinden daha iyi şeyler yapabileceğini düşündü. Kendisini Tanrının ellerinden çıkartarak şeytanın ellerine yerleştirdiği takdirde koşullarının daha iyi olacağını sandı. Bu nedenle, yenilenmemiş bir yürek hiç bir zaman ve hiç bir şekilde Tanrının isteğinde dinlenemez. Eğer insan yüreğini en dibine kadar araştırır isek, eğer insan yüreğini sadık bir analize boyun eğdirir isek orada Tanrının isteği ile uyum içinde olan tek bir düşünce dahi bulamayız – hayır, tek bir düşünce bile bulamayız! Ve hatta gerçek Hristiyanın, Tanrı çocuğunun durumunda bile Tanrının lütfu tarafından ona böyle bir güç verilmedikçe onun kendi isteğini öldürmesi, kendisini ölü sayması ve Kutsal Ruhta yürümesi imkansızdır; ancak Kutsal Ruhun verdiği güç ile Tanrının isteğinden zevk alabilir ve her şey için şükran sunabilir. Yeniden doğmuş bir kişi olmanın kanıtlarından biri de budur: en ufak bir tereddüdün gölgesi dahi olmadan Tanrının elinin her işi ile ilgili olarak “Senin isteğin olsun!” diyebilmek için Kutsal Ruhun gücü şarttır. “Baba, yine de senin isteğin olsun!” yürek böyle bir tutum içinde olduğu zaman şeytan planlarını gerçekleştiremez. Şeytana ve tüm dünyaya yalnızca söz ve dil ile değil ama eylemde ve gerçekte yalnızca dudaklar aracılığı ile değil ama yürekte ve yaşamda “Tanrının isteğinden mükemmel bir tatmin duyuyorum” diyebilmek çok önemli bir noktadır. Huzur bulmanın yolu budur. Bu noktayı anlayıp anlamadığımıza bir bakalım. Huzursuz ve hoşnutsuz ruh için tanrısal çözüm budur. Ama bu dünyanın insanlarının özelliği Mesih’in zihnine ve Ruhuna tamamen karşı olduğu için bu sırrın mükemmel şifasından haberi yoktur ve hırsları içinde huzursuz bir şekilde yaşarlar.

Sevgili okuyucu, yumuşak huylu ve alçakgönüllü ruhun Tanrının gözünde sahip olduğu büyük değerin kutsal bir gayret ile farkına varmak için dua edelim; Böyle bir ruh O’nu her konudaki bereketli isteğine boyun eğer ve O’nun planları ne olur ise olsun onları doğru bulur. O zaman esenliğimiz bir nehir gibi akar ve Rabbimiz İsa Mesih’in adı, karakteri ve tamamladığı işi yaşamlarımızda yüceltilir.

Dikkatimizi meşgul eden bu çok ilginç ve pratik konudan dönüş yapmadan önce Tanrının davranışları ile ilgili canın üç farklı tutumda bulunabileceğini gözlemleyelim; yani, boyun eğme, razı olma ve sevinç duyma. İrade kırıldığı zaman, boyun eğme gerçekleşir; anlayış tanrısal obje ile ilgili aydınlatıldığı zaman razı olma görülür ve duygular Tanrının Kendisi ile ilgilendiği zaman, sevinç ortaya çıkar. Bu nedenle, Luka’nın onuncu bölümünde şunları okuruz: “O anda İsa Kutsal Ruhun etkisi ile coşarak şöyle dedi: ‘Baba, yerin ve göğün Rabbi! Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana şükrederim. Evet, Baba senin isteğin bu idi.” Luka 10: 21. Kutsanmış Rabbimizin en mükemmel zevki Tanrının tüm isteğini yerine getirmek idi. Hizmet eder iken ya da acı çeker iken yaşamda ya da ölümde Babasının isteğinden başka hiç bir amacı asla olmadı. Rab İsa, her zaman” Ben O’nu hoşnut edeni yapabilirim” dedi. O’nun eşsiz adına sonsuz ve evrensel onur olsun!

Şimdi bölümümüzde ilerlemeye devam edelim.

Ve Rab bana, ‘bu dağlık bölgenin çevresinde yeterince dolaştınız’ dedi. ‘Şimdi kuzeye gidin.” Yasa’nın Tekrarı 2: 2.

Rabbin sözü her şey için karar verdi. Tanrının sözü halkın bulunduğu yerde ne kadar uzun kalması gerektiğini belirledi ve aynı zamanda bulundukları yerden nereye gideceklerine dair adımlarını da aynı özenle yönlendirerek belirledi. Halkın, nereye gideceğine dair plan ya da düzen kurmasına gerek yok idi. Tüm bu konuların halk adına düzenlenmesi Yehova’ya ait idi. Halka düşen iş ise Yehova’nın sözüne itaat etmek idi. Bu bölümde buluttan ya da boru sesinden söz edilmez. Söz edilen yalnızca Tanrının sözü ve İsrail’in itaatidir.

Yüreğin sadece doğru konumda olması halinde tanrısal buyruk aracılığı ile verilen tüm hareketlerinde halka rehberlik edilmesi, bir Tanrı çocuğu için her şeyden çok değer taşır. Ve Tanrı çocuğunu bir çok kaygı ve zihin karışıklığından kurtarır. İsrail çok büyük ve korkunç bir çölde yolculuk etmeye çağrılmış idi ve bu yüzden İsrail’in durumunda yani yol olmayan bir konumda her hareket, her adım ve duracakları her yerin hata yapması imkansız bir rehber tarafından düzenlenmesi İsrail’e gösterilen söz ile anlatılamaz bir merhamet idi. Nasıl hareket edecekleri, söylenen yerde ne kadar süre kalacaklarını sormaları ya da bundan sonra nereye gideceklerini araştırmaları konusunda kendilerini sıkıntıya sokmalarına gerek yok idi. Yehova tüm bu konuları onlar için halletmiş idi. Onların yapacakları tek şey rehberlik için Tanrıyı beklemeleri ve kendilerine söyleneni yapmaları idi.

Evet, sevgili okuyucu, önemli olan nokta buradadır; bekleyen ve itaat eden bir ruh. Eğer böyle bir ruh eksik ise o zaman halk her tür sorgulama, muhakeme yürütme ve isyankar eylemlere eğilimli olacaktır. Tanrı, “Bu dağlık bölgenin çevresinde yeterince dolaştınız” dediği zaman, eğer İsrail, “Hayır, biz burada biraz daha dolaşmak istiyoruz; burada rahatımız yerinde ve herhangi bir değişiklik olmasını istemiyoruz” diye karşılık vermiş olsa idi ya da yine eğer, Tanrı, “Şimdi kuzeye gidin” dediği zaman, İsrail, “Hayır, biz doğuya gitmeyi tercih ediyoruz” şeklinde bir yanıt vermiş olsa idi, o zaman sonuç ne olacak idi? Tanrının kendilerine eşlik etmesinden neden mahrum kalsınlar idi? Tanrı onlara rehberlik etmez ise, ya dayardım etmez is ya da onları beslemez ise o zaman ihtiyaçlarını kim karşılayacak idi? Tanrısal buyruk tarafından belirtilmiş olan yolda yürürler iken güvenebilecekleri tek Kişi Tanrının Varlığı idi. Eğer gidecekleri yolu kendileri seçerler ise o zaman karşılarına kıtlık, ıssızlık ve karanlıktan başka hiç bir şey çıkmayacak idi. Vurulmuş kayadan çıkan su ve göksel man ekmeği yalnızca itaat yolunda bulunmakta idi.

Şimdi biz Hristiyanların tüm bunlardan öğreneceğimiz tam, gerekli ve değerli bir ders mevcuttur. Yürüdüğümüz yolun her gün için tanrısal yetki tarafından belirlenmesi bizim sahip olduğumuz hoş bir ayrıcalıktır. Bu konuda hem en derin şekilde hem de bütünü ile ikna olmuş olmamız gerekir. İmansızlığın saçma mantıksızlığı yüzünden bu zengin bereketin bizden çalınmasına izin vermemiz gerekir. Tanrı bize rehberlik edeceğine dair söz vermiştir ve O’nun bu sözü ya da vaadi Mesih’te evet ve Amin’dir. Sade ve saf bir iman aracılığı ile bu vaadi kendimize mal etmek bize düşen bir konudur. Bu vaat Tanrı tarafından verildiği için Tanrının Kendisi kadar sağlam, gerçek ve doğrudur. Tanrının göksel halkının bu dünyadan geçer iken aldığı rehberliğe verdiği karşılık konusunda çöldeki İsrail’den daha iyi davrandığı düşüncesini bir an için bile kabul edemeyiz. İsrail durma süresinin uzunluğunu ya da ne yöne yürüyeceğini nasıl biliyor idi? Tanrının Sözü aracılığı ile! Biz çöldeki İsrail halkından daha mı kötüyüz? Asla, böyle bir düşünce bize uzak olsun. Evet, biz onlardan daha iyiyiz, çünkü biz, bize rehberlik eden Tanrının sözüne ve Ruhuna sahibiz. Bize düşen, Tanrı Oğlu’nun yürüdüğü yollardan O’nun adımlarını izleyerek yürümenin yüce ve kutsal ayrıcalığıdır.

Mükemmel rehberlik bu değil midir? Evet, Tanrıya teşekkürler olsun ki, mükemmel yol budur. Hayran olduğumuz Rabbimiz İsa Mesih’in bize söylediği şu sözlere kulak verelim: “Dünyanın ışığı Ben’im; Beni izleyen kişi karanlıkta yürümez ve yaşam ışığına sahip olur.” Özellikle şu sözlere dikkat edelim: “Beni izleyen kişi!” O, bize “O’nun adımlarını izlememiz” gerektiğine dair bir örnek bırakmıştır. Bu, diri ya da canlı bir rehberliktir. İsa nasıl yürüdü? Her zaman ve yalnızca Babasının buyruğuna uygun olarak. O, bu buyruk aracılığı ile hareket etti; bu buyruğa göre davrandı ve bu buyruk olmadan asla hareket etmedi ya da konuşmadı.

Şimdi, bizler O’nu izlemeye çağrılıyoruz. Ve böyle yapmak ile O’nun şu sözünün güvencesine sahip oluyoruz: karanlıkta yürümeyeceğiz ve yaşam ışığına sahip olacağız! Çok değerli sözler! “Yaşam ışığı.” Yaşam ışığının canlı derinliklerinin sesini kim işitebilir? Onun değerini kim tam olarak takdir edebilir? “Karanlık geçmiştir ve gerçek ışık şimdi parlamaktadır.” Ve bize düşen Tanrı Oğlunun yürüdüğü yol boyunca parlayan ışığın tam parlaklığında yürümektir. Bu noktada herhangi bir belirsizlik, herhangi bir zihin karışıklığı ya da herhangi bir tereddüt noktası var mıdır? Kesinlikle olmadığı aşikardır. Eğer biz O’nu izliyor isek belirsizlik, zihin karışıklığı ya da tereddüt nasıl var olabilir? Bu sözü edilen iki düşünceyi bir birleri ile birleştirmek kesinlikle imkansızdır.

Ve burada belirtmemiz gereken şey şudur: mesele, her hareket ya da eylem ile ilgili kutsal yazıların birebir metnine sahip olma meselesi kesinlikle değildir. Örneğin, bana Londra’ya ya da Edinburgh’a gitmemi ya da gittiğim zaman ne kadar kalmam gerektiğini söylemesi için bir kutsal yazı metni olmasını ya da gökten bir ses gelmesini bekleyemem. Yanıt şudur: Tanrıyı bekle, tek bir düşünce ve içten bir yürek ile tanrıyı bekle ve O senin yürüdüğün yolu parlak güneş ışınları ile aydınlatacaktır. İsa böyle yaptı ve biz eğer O’nu izler isek karanlıkta yürümeyeceğiz. “Sana gözümün ucu ile rehberlik edeceğim.” Bu ayet çok değerli bir vaat içerir. Ama bu ayetten yararlanabilmemiz için O’nun gözünün ucu ile yaptığı işareti yakalayabilmemiz için O’na yeterince yakın olmamız ve söylediği sözün anlamını kavrayabilmemiz için O’nun ile yeterli bir mahremiyete sahip olmamız gerekir.

Bu her günkü yaşamımızın tüm detayları için geçerlidir. Eğer tanrısal rehberlik için bekler ve bu rehberliği almadan asla harekete geçmez isek o zaman binlerce soru yanıtlanacak ve binlerce zorluğun üstesinden gelinecektir. Eğer harekete geçmek için ışığa sahip değil isek o zaman bize düşen, yalnızca sakin durmaktır. Bir belirsizlik durumunda asla harekete geçmememiz gerekir. Tanrı sakin durmamızı ve hiçbir şey yapmamamızı beklediği zamanlarda, bizler genellikle hareket etme ya da eyleme geçme konusunda kendimize zarar veririz. Gider ve Tanrıya bu konuda soru sorarız, ama yanıt almayız. Öğüt ve danışma alma konusunda arkadaşlarımıza başvururuz. Ama onlar bize yardım edemezler. Çünkü konu, tamamen bizim canlarımız ve Rab arasında olan bir konudur. O zaman da kuşkuya ve kaygıya kapılırız. Ve neden böyle olur? Nedeni basittir, çünkü aklımızda tek görüş yoktur; “dünyanın ışığı olan İsa’yı” izlemeyiz. İsa’yı izlediğimiz takdirde yaşam ışığına sahip olacağımız konusunu yaşantımızın sabit bir ilkesi ve tanrısal yaşamın değerli bir gerçeği haline getirmemiz gerekir. Bu sözleri O söylemiştir ve O’nun söylemiş olması iman etmek için yeterlidir. O halde bu nedenle şu kesin sonuca varabiliriz: Yersel halkına çöldeki tüm yolculukları boyunca rehberlik eden Rab, göksel halkına da şimdi tüm hareketlerinde ve tüm yollarında rehberlik edebilir ve edecektir. Ama öte yandan kendi isteğimiz yerine getirme, kendi yolumuza sahip olma ve kendi planlarımızı devreye sokma konusunda harekete geçmemeye dikkat edelim. “at ya da katır gibi anlayışsız olmayın; onları idare etmek için gem ve dizgin gerekir. Yoksa sana yaklaşmazlar.” Mezmur 32:9. Kendisini hoşnut etmemiş olan ama her zaman tanrısal isteğin akışında yürüyen ve tanrısal yetki olmadan asla hareket etmeyen o Kutsanmış Olan’ın ayak izlerinde yürümek bizim tek büyük hedefimiz olsun. O’na sonsuza kadar övgüler olsun ki O her şeyin üstünde ve her şeye egemen Tanrı olmasına rağmen bir İnsan olarak yeryüzünde yer aldı ve yiyeceğinin ve içeceğinin Babasının isteğini yerine getirmek olarak kabul etti. Böylelikle yüreklerimiz ve zihinlerimiz mükemmel esenlik içinde muhafaza edilecek ve her geçen gün sağlam ve kararlı adımlar ile tanrısal ve her yerde olan Rehberimiz tarafından bizim için belirlenen yol boyunca sağlam ve kararlı adımlar ile ilerlemek için güçlendirileceğiz. O, Tanrıdır ve Tanrı olarak yalnızca yolun her adımını bilmek ile kalmaz ama aynı zamanda İnsan olarak bizden önce yürümüş ve O’nun adımlarını izlememiz için bize bir örnek bırakmıştır. İçimizde konut kurmuş bulunan Kutsal Ruhun lütufkar hizmeti aracılığı ile her konuda daha sadık olarak O’nu izlememizi diliyorum.

Şimdi okuyucuya dikkatini çok ilginç olan bir konuya vermesi için davette bulunuyoruz ve bu konuya Eski Antlaşmanın kutsal yazılarında geniş yer verilir ve bu konu şimdi önümüzde açık bulunan bölümde güçlü bir şekilde resmedilir; yani, Tanrının dünyayı yönetmesi ve O’nun yeryüzündeki uluslar ile ilgili harika düzenlemesi! Bu konu, zihinde her zaman muhafaza edilmesi gereken çok büyük ve çok önemli bir gerçeği içerir. “Rabbimiz İsa Mesih’in Tanrısı ve Babası” olarak bildiğimiz tanrımız ve Babamız olarak tanıdığımız Rab ulusların ilişkilerine gerçek, canlı ve kişisel bir ilgi duyar. Onların hareketleri ve bir birleri ile olan ilişkileri ile yakından ilgilenir.

Kitabımızın otuz üçüncü bölümünün sekizinci ayetinde okuduğumuz gibi tüm bunların İsrail ve Filistin ülkesi ile bağlantılı oldukları doğrudur. Bu bölüm özel ve tek bir ilgiye ve büyük bir öneri gücüne sahiptir. “Yüceler Yücesi uluslarına paylarını düşeni verip insanları böldüğü zaman ulusların sınırlarını İsrailoğullarının sayısına göre belirledi.” İsrail, Tanrının yersel merkezi idi ve şimdi de Tanrının yersel merkezi olacaktır ve en başından beri Yaratılış kitabının 10.bölümünde görmüş olduğumuz gibi dünyanın Yaratıcısının ve Yöneticisinin ulusları ve onların sınırlarını Kendi egemen isteğine ve İbrahim’in soyuna doğrudan referans ile belirlemiş olduğu bir gerçektir ve sahip olmaları gereken o ülkenin dar şeridi, onların ataları ile yapmış olduğu sonsuza kadar kalıcı antlaşma ile ilgilidir.

Ama Yasa’nın Tekrarı kitabının 2.bölümünde Yehova’yı, sadakati ve adaleti doğrultusunda üç farklı ülkeyi ulusal hakları konusunda korumak için müdahil olarak görürüz ve bu da O’nun seçmiş olduğu kendi halkının sınırlarına karşıdır. Rab Musa’ya şöyle der: “Halka şu buyrukları ver: ‘Seir’de yaşayan kardeşlerinizin, yani Esavoğullarının ülkesinden geçeceksiniz. Sizden korkacaklar. Çok dikkatli davranın ve onları savaşa kışkırtmayın. Size onların ülkesinden hiç bir toprak parçası, hatta ayağınızı basacak bir yer bile vermeyeceğim. Çünkü Seir dağlık bölgesini mülk olarak Esav’a verdim. Yiyecek ve içeceklerinizi onlardan para karşılığı alacaksınız.” Yasa’nın Tekrarı 2: 3-6.

İsrail şöyle düşünmüş olabilir: yapmamız gereken tek şey Edomitlilerin ülkesini zapt etmek! Ama İsrail’in öğrenmesi gereken çok farklı bir şey var idi; En Yüce Olan’ın ulusların yöneticisi olduğu kendilerine öğretilmeli idi; tüm yeryüzünün O’na ait olduğunu ve O’nun Kendi iyi amacı ile uyumlu olarak istediğine istediği şekilde pay edebileceğini bilmeleri gerekiyor idi.

Bu durum, aklımızda tutmamız gereken çok görkemli bir gerçektir. İnsanların çoğu bu konu hakkında çok az düşünür. İmparatorlar, krallar, prensler, valiler, hükümet adamları ve benzer pek çok kişi bu konuyu çok az hesaba katarlar. Tanrının uluslar ile ilgilendiğini unuturlar; O’nun krallıkları, eyaletleri ve ülkeleri uygun gördüğü şekilde düzenlediğini düşünmezler. Zaman zaman bu konuda, konu yalnızca askeri bir fetih konusu imiş gibi davranırlar ve sanki Tanrı ulusal sınırlar ve ülke mülkiyetleri konusu ile ilgilenmiyormuş gibi davranırlar. Bu kendileri tarafından yapılan çok büyük bir hatadır. Şu basit cümlenin anlamını ve gücünü kavrayamazlar: “Seir dağını Esav’a mülk edinmesi için verdim.” Tanrı bu konudaki haklarını asla başkasına teslim etmeyecektir; İsrail’in Esav’ın mülkiyetinin tek bir parçasına dokunmasına bile izin vermeyecektir. Eğer modern bir ifade kullanacak olur isek onlar ihtiyaçları olan her şey için nakit ödeme yapmaya ve sessizce kendi yollarına devam etmeye hazır idiler. Gelişi güzel, ayırt edilmemiş katliam ve yağma Tanrının halkı için düşünülemez.

Ve tüm bunların nedeni olan hoş sebebe dikkat edin: “Tanrınız Rab el attığınız her işte sizi kutsadı. Bu geniş çölde dolanıp durduğunuz sürece sizi korudu. Tanrınız Rab geçirdiğiniz bu kırk yıl boyunca sizlerle idi ve hiç bir eksiğiniz olmadı.” Yasa’nın Tekrarı 2: 7. Bu yüzden Esav’ı kendi haline bırakabilir ve onun mülklerine dokunmayabilirler idi. Onlar Yehova’nın bakımının özenli objeleri olarak iyilik ile bereketlenmişler idi. Yehova onların çöldeki zor yolculuklarındaki her adım hakkında bilgi sahibi idi. Sınırsız iyiliği ile onların tüm ihtiyaçlarını karşılama konusunda sorumluluk yüklenmiş olan Yehova’nın Kendisi idi. İbrahim’e vermiş olduğu vaat uyarınca onlara Kenan ülkesini verecek idi; ama onlara Kenan ülkesini veren aynı el, Esav’a da Seir dağını vermiş idi.

Moav ve Amon ile ilgili olarak da tam olarak aynı şeyi görmekteyiz. “Rab bana, ‘Moavlılara düşman gözü ile bakma ve onları savaşa kışkırtma’ dedi. ‘Onların ülkesinden hiç bir toprak parçasını sana mülk olarak vermeyeceğim. Çünkü Ar kentini Lut soyuna verdim.” Yasa’nın Tekrarı 2: 9.

Burada sözü edilen mülkiyetler eskiden devlerin ellerinde idiler çünkü tanrısal planların yolunda kim ya da ne durabilir? “Bu bölge Refalılar ülkesi diye bilinir. Refalılar önceden orada yaşıyor idiler. Ammonlular onlara Zamzumlular adını takmışlar idi. Zamzumlular Anaklılar kadar uzun boylu, güçlü ve kalabalıktılar. Ama Rab onları Ammonluların önünde yok etti. Ammonlular zamzumluların topraklarını alıp yerlerine yerleştiler. Rab Seir’de yaşayan Esavoğulları için de aynısını yapmış ve Horluları onların önünde yok etmiş idi. Esavoğulları Horluların topraklarını almış ve yerlerine yerleşmişler idi. Bugün de orada yaşıyorlar. Gazze’ye kadar uzanan köylerde yaşayan Avvalıları da Kaftor’dan gelen Kaftorlular yok edip yerlerine yerleştiler.” Yasa’nın Tekrarı 2: 20-23.

Bu yüzden İsrail’e sonradan Edomlular, Ammonlular ve Moavlılar gibi bu üç ülkenin mülkleri ile konuda işlerine karışmasına izin verilmedi. Ama hemen bundan sonraki cümlede Amorlular ile ilgili tamamen farklı bir şey okuruz: “Haydi kalkın! Arnon vadisinden geçin! İşte Heşbon kralı Amorlu Sihon’u ve ülkesini elinize teslim ettim. Ona saldırın ve ülkesini mülk edinmeye başlayın.” Yasa’nın Tekrarı 2: 24.

İsrail’e verilen tüm bu çeşitli talimatlardaki büyük ve önemli ilke Tanrının sözünün Tanrının halkı için her şeyi halletmesi gerektiğidir. Esav ve Lut’un mülkiyetlerine neden dokunmamaları gerektiği ama Sihon’un ülkesini alabilecekleri gibi konuların nedenini araştırmak İsrail’in işi değil idi. Onların yalnızca kendilerine söyleneni yapmaları gerekiyor idi. Tanrı, istediği gibi hareket edebilir. Tanrının gözü tüm olup bitenlerin üzerindedir. Ve O her şeyi görür. İnsanlar tanrının yeryüzünü terk etmiş olduğunu düşünebilirler ama O yeryüzünü terk etmemiştir. O’nun adına övgüler olsun! O, elçinin Atina’ya yapmış olduğu yolculukta söylemiş olduğu gibi, “göğün ve yerin Rabbidir” ve “O, ulusların sürelerini ve yerleşecekleri bölgelerin sınırlarını önceden saptadı.” Elçilerin İşleri 17:26. Ve ayrıca şunları da okuruz, “Çünkü dünyayı (oikoumenen, οἰκουμένην) atadığı Kişi aracılığı ile adalet ile yargılayacağı günü saptamıştır. Ve bu Kişi’yi ölümden diriltmek ile bunun güvencesini [kanıtını] herkese vermiştir.” Elçilerin İşleri 17: 31.

Burada tüm sınıf ve konumlarda bulunan her kişinin mutlaka kulak asması gereken çok ciddi bir ağırlığa sahip olan bir gerçek ile karşı karşıyayız. Tanrı, dünyanın Egemen Yöneticisidir. O, işleri ile ilgili olarak kimseye hesap vermez. Birini yükseltir bir diğerini ise alçaltır. Krallıklar, tahtlar, yönetimler, her şey O’nun buyruğu altındadır. Tanrı insanların aralarındaki ilişkileri düzenler iken Kendi isteği ile uyumlu olarak hareket eder. Ama aynı zamanda da insanları, Kendi takdirine göre yerleştirmiş olduğu çeşitli konumlarındaki eylemlerinden sorumlu tutar. Yönetici ve yönetilen, kral, vali, sulh hakimi, yargıç ve her sınıftan ve dereceden insanlar er ya da geç Tanrıya hesap vermek zorunda kalacaklardır. Her bir kişi, yalnızca tek bir kişi olarak Mesih’in yargı kürsüsünün önünde durmak zorunda kalacak ve orada kişinin başından sonuna kadar yaptıkları gözden geçirilecektir. Orada her eylem her söz ve her sır korkunç bir netlik ile ortaya çıkacaktır. Bir toplulukta, kaçış söz konusu olmayacaktır. Söz, bize herkesin “yaptığı işlere göre” yargılanacağını beyan etmektedir. Yargı yoğun bir şekilde bireysel ve hatasız bir netlik ile yapılacaktır. Bir tek kelime ile ifade edecek olur isek bu yargı tanrısal bir yargı olacağı için mutlak mükemmellikte bir yargı olacaktır. Hiç bir şey atlanmayacaktır. “İnsanlar her boş söz için yargı gününde hesap vereceklerdir.” Krallar, valiler ve hakimler kendilerine emanet edilen yetki ve gücü ve ellerine geçen varlığı nasıl kullandıkları konusunda hesap vermek zorunda kalacaklardır. Soylu ve varlıklı kişiler eğer servetlerini ve zamanlarını akılsızca, boş yere, lüks ve kendi çıkarları için harcadılar ise tüm bunlar için insanın içini okuyan ateş alevi gibi parlayan gözlere sahip İnsanoğlu’nun tahtının önünde yanıt vermek zorunda kalacaklardır. Ve İnsanoğlu’nun parlak tuncu andıran ayakları Tanrıya karşı olan her şeyi esirgemeden yargılamak için ezecektir.

İmansızlık sinsi bir şekilde şu soruyu sorabilir: “Tüm bunlar nasıl olabilir? İnsan soyundan sayılamayacak kadar çok milyonlarca kişi Mesih’in yargı kürsüsünün önünde nasıl yer bulacaktır. Ve her kişisel öykünün ayrıntılarına dakik bir şekilde giriş yapılabilecek zaman nereden bulunacaktır?” İmanın bu sorulara yanıtı şudur: “Tanrı bunun böyle olacağını söylüyor ve bu yeterlidir ve bunların ‘Nasıl?’ olacağı sorusuna gelince bu sorunun yanıtı Tanrıdır! Sınırsızlık! Sonsuzluk!” Devreye Tanrı girdiği zaman tüm sorular susar ve tüm güçlükler bir anda ortadan yok olur. Aslında imansız, kuşkucu, akılcı ve maddeci kişilerin tüm itirazlarına verilecek yalnızca bir önemli ve zaferli yanıt vardır ve o yanıt da sadece bir sözcükten oluşur – “TANRI!”

Okuyucuya şu konuda ısrar ediyoruz: yüreğinin huzuru ve refahı için imansızlara yanıt vermeyi düşünmesin bile! İmansızlara gelince, biz bu konuda her gün giderek biraz daha çok ikna oluyoruz; bizim için en yüce bilgelik Rabbimizin, Matta müjdesinin 15.bölümünde yer alan şu sözleridir: “Bırakın onları.” Matta 15: 14a. Tanrı sözünü küçümseyen ve kendi dünyasal mantıklarından başka bir temele sahip olmayan kişiler ile tartışmak kesinlikle boş ve yararsızdır. Ancak öte yandan, yüreğin her zaman Tanrı sözünün gerçeğine bir çocuğun saflığının sadeliği ile karşılık vermesi mevcut olan en önemli noktadır: “Tanrı söyler de yapmaz mı? Ya da O söylediği sözü yerine getirmeyecek midir?”

İşte imanın dinlendiği tatlı ve kutsal yer bu noktadadır; canın insan düşünce ve duygularının çatışmalı akıntılarından sığınak bulabileceği sakin liman burasıdır. “Tanrının sözü sonsuza kadar sürer ve bizim yapmamız gereken tek şey Tanrının sözünü kendi malımız olarak yüreklerimizde saklamaktır; bu bizim Tanrıdan almış olduğumuz bir hazinedir; canlarımızın tazelenmesi ve huzur bulması için her zaman içebileceğimiz diri çeşme Tanrının sözüdür. İşte o zaman esenliğimiz bir ırmak gibi akacak ve yolumuz öğle güneşinin parlaklığında bir ışık ile aydınlanacaktır.

Ey Rab, diliyoruz ki, imansızlığın büyümekte olduğu bu günlerde sevdiğin tüm halkın için her şey böyle olsun! Senin kutsal sözün yüreklerimizde artan bir değere sahip olsun! Vicdanlarımız Senin sözünün gücünü hissedebilsin! Senin sözünün göksel öğretişleri karakterimizi biçimlendirsin ve davranışlarımızı yönetsin ve yaşamdaki tüm ilişkilerde bütün bu konuların hepsinde Senin adın yüceltilsin!

Pages