July 2014

Bölüm 30

Kefaret Bedeli

Mısır’dan Çıkış 30:11-16

Kefaret bedelinden, daha önce Buluşma Çadırı’nın tahta döşemelerinin altındaki oyuklardan söz edildiğinde bahsedilmiştir. İlk bakışta, bu yerde bulunan öznenin sunumu garip gibi görünür; ama aslında bu, Tanrı’nın Ruhu’nun tasarımının mükemmelliğine ilişkin bir başka işarettir. Kahinler atanmış ve adanmışlardır; altın sunak, hizmetinin ne olduğu açıklanarak tanımlanmıştır. Ama Harun’un, buhur yakarak yaklaşabilmesinden önce, kahinin, yerlerine geçmesi gereken kurtarılmış bir halkın mevcut olması lazımdır. Çünkü kahinliğin en önemli özelliği diğer kişilerin yerine atanmış olmalarıdır. Bu yüzden, altın sunak verilir verilmez, halk, kefaret bedeli tarafından temsil edilmiş olarak Buluşma Çadırı ile özdeşleşir. Öznelerin düzenindeki her ayrıntı bu yüzden tanrısal bir şekilde düzenlenmiştir.

“Rab, Musa’ya şöyle dedi: ‘İsraillilerin sayımını yaptığın zaman, herkes canına karşılık bana bedel ödeyecektir. Öyle ki, sayım yapılırken başlarına bela gelmesin. Sayılan herkes armağan olarak bana yarım kutsal yerin şekeli (yaklaşık 5 gr.) verecektir.- Bir şekel, yirmi geradır.- sayılan yirmi yaşındaki ve daha yukarı yaştaki herkes bana armağan verecektir. Canlarınızın bedeli olarak bu armağanı verdiğiniz zaman, zengin yarım şekelden fazla, yoksul yarım şekelden eksik vermeyecek. İsrailliler’den bedel olarak verilen paraları toplayacak, Buluşma Çadırının hizmetinde kullanacaksın. Bu paralar canlarınızın bedeli olarak ben, Rabbe İsrailliler’i hep anımsatacak.” (11-16. ayetler)

Verilen bu talimatın ilk ayetinde iki şey bulunur – durum ve kefaret bedelinin nesnesi. Durum, “İsrailliler’in sayımını yaptığın zaman” idi. Sayıldıkları zaman her kişi bireysel olarak Tanrı’nın önüne getirildi; ve bu, kendilerine içinde bulundukları durumu hatırlatmak ve kurtarılmaları için duydukları sürekli ihtiyaç için seçilmiş olan kesin an idi. Günah konusunda gereken yapılmadığı sürece, eğer Tanrı bu tür kişiler ile temasa geçirilir ise, Doğasının kutsallığını görüp kendi suçlarının farkına varmalıdırlar. Bu yüzden bu lütufkar sağlayışta bulunulmuştur. Bunun tipik önemi, Kutsal Yazıların her sayfasında bulunan gerçektir; tüm insanlar canları için bir bedele ihtiyaç duyarlar. Nedeni, sayım yapılırken, “başlarına bir bela gelmemesidir.” Çünkü, daha önce belirtildiği gibi, eğer Tanrı, günahları içindeki günahkarın farkına varır ise, kişi, kefaretin koruması altına girmedikçe, sonu yargı olacaktır. Bu konu ile ilgili çarpıcı bir örnek, Davut’un krallığında görülür. Kral, ordularının gücü ile gururlanarak, halkı saymak için kışkırtıldı. Ve ordu komutanı Yoav’a: “Git, İsrail ve Yahuda halkını say ki, halkın sayısını bileyim” dedi. Ama her kişinin, canının bedeli olarak, armağan verme düzenini uygulamayı ihmal etti ve “Rab o sabahtan belirlenen zamana dek İsrail ülkesine salgın hastalık gönderdi. Ve Dan’dan Beer-Şeva’ya dek halktan yetmiş bin kişi öldü.” (2. Samuel 24) Bu, Davut’un, halk sayıldıktan hemen sonra günahını itiraf ettiği gerçeğinden daha dikkat çekici bir durum idi; ama Rab Davut’a lütuf ve şefkat ile davranmasına ve ona cezasının ne olacağı konusunda seçim yapma hakkı vermesine rağmen, adil yargı kaçınılmaz idi. Rabbin taleplerinin yerine getirilmeleri gerekir. Sayılan halktan her kişi O’nun adil yargısına boyun eğdi ve bunun nedeni kefaret bedelinin kabul edilmesi içindi.

Sayımı yapılan kişiden adam başına bir beka, yani yarım kutsal yerin şekeli (yaklaşık 5 gr.) düşüyordu [Bakınız Mısır’dan Çıkış 38:25-28], örneğin, açıklanmış olduğu gibi on gera. On, Tanrı’ya olan sorumluluğun sayısıdır; ve bundan çıkartılacak olan ders, insanın bir günahkar olarak Tanrı’ya olan sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğidir. Gümüş ise, Mesih’in kanı ile ilgili bir örnektir – örneğin, kefaret bedelinin gümüşü. Petrus, şu sözleri ile bu konuya değinir, “Biliyorsunuz ki, atalarınızdan kalma boş yaşamınızdan altın ya da gümüş gibi geçici şeyler ile değil, kusursuz ve lekesiz kuzuyu andıran Mesih’in değerli kanının fidyesi ile kurtuldunuz.” (1. Petrus 1:18, 19) Petrus’un burada, gümüşten olduğu kadar altından da söz ettiği gözlemlenir. Bunu yapmasının özel bir nedeni vardır. Halk, savaşın tehlikelerinden kurtarıldıktan ya da korunduktan sonra bir defasında, sayım yapıldığı zaman tek bir kişinin bile eksik olmadığı ortaya çıktığı zaman, kefaret bedeli olarak gümüş yerine altın sunuldu. (Çölde Sayım 31:49-54) Elçi, bu nedenle birbirleri ile zıt olan iki şeyi Mesih’in kanının bir örneği olarak bir araya getirir. Rabbimizin Kendisi, yaşamını (ve yaşam kandadır), pek çokları için bir kefaret olarak verdiğinden söz eder. Böylelikle, yarım şekel gümüş, Mesih’in kanının sade bir örneğidir; ve bu yüzden günahkarlar olarak Tanrı’ya olan sorumluluğumuzu karşılayabilecek ve canlarımız için kefaret edebilecek tek şeyin sadece Mesih’in kanı olduğunu öğreniriz. Kurtuluşa yalnızca Mesih’te, O’nun kanı aracılığı ile sahibiz- kurtuluşa sahip olmanın başka hiç bir yolu yoktur. Bu, çok iyi bilinen bir gerçektir. Öylesine iyi bilinir ki, her gün kullanılan bir ifade haline gelmiştir. Ancak böylesine iyi bilindiği için önemini yitirme tehlikesi yok mudur? Bunun yanı sıra, Şeytan’ın tüm hilekarlığı, sinsiliği ve kötülüğü ile saldırdığı nokta, bu en çok kutsanmış ve değerli gerçektir. Bu yüzden Hıristiyanlıkta pek çok kişi, hatta inançlı öğretmenlerin bile bu gerçeği ya reddetmiş oldukları ya da bu gerçek ile ilgili imalı kuşkular ile meşgul oldukları görülmüştür. Bu nedenle, bu gerçeğin ilan edilmesi, artan bir gayret ile sürekli olarak ilan edilmesi gerekir. Ancak bu gerçeğin kabul edilmesi için ilk önce anlaşılması gereken şudur: insan hem doğası hem de uygulaması itibarıyla kaybolmuş, suçlu bir günahkar olduğu ve kendisini kurtaramayacağı için kurtarılmaya muhtaçtır. Mezmur yazarı bu konuda şöyle der: “Kimse kimsenin hayatının bedelini ödeyemez, Tanrı’ya fidye veremez.” (Mezmur 49:7) Eğer önce bu kabul edilir ise, sonra can için Mesih’in değerli kanının dışında hiç bir kefaret olmadığı gerçeği kabul edilir; kan dökülmeden bağışlama olmadığı; ve tüm günahın temizlenebilmesinin yalnızca Tanrı Oğlu İsa Mesih’in değerli kanı aracılığı ile mümkün olabileceği kavranır.

Özel dikkat talep eden bir başka konu daha vardır. Zengin ya da yoksul herkesin değeri, Tanrı’nın gözünde tam olarak eşittir. “Zengin fazla, yoksul eksik vermeyecek.” (ayet 15) Günah sorunu söz konusu olduğu zaman, Tanrı’nın gözünde insanlar arasında farklılık yoktur. “Herkes günah işledi ve Tanrı’nın yüceliğinden yoksun kaldı.”Bazı kişiler dışsal zayıflıklar ve alenen işlenen suçlar konusunda daha ileri gitmiş olabilirler; ama Tanrı’nın önünde, herkes – dışardan ahlaklı ya da ahlaksız olan ve hem zengin hem yoksul – mahkumiyet altındaki günahkarlardır. Varlık, konum, başarı ya da hata ahlaklı bir karakterin Tanrı huzurunda hiç bir geçerliliği yoktur. Herkes aynı şekilde günah işlemiştir, çünkü doğru kimse yoktur, tek kişi bile yok, ve herkesin yalnızca Mesih’in kanı aracılığı ile elde edilen kurtuluşa aynı şekilde ihtiyacı vardır. İnsan yüreği buna karşı isyan eder; ama burada önemli olan, bunun Tanrı’nın gerçeği olup olmadığıdır. (Bakınız Romalılar 1-3)

Bu gerçek göz önüne alındığı zaman herkesin kendisi için vermesi gerekiyordu. Hepsi canları için bir kefaret vereceklerdi. Bu konuda, zenginler fakirler için veremezdi, ama herkesin kefareti ya da kurtuluşu ile ilgili olarak Tanrı’yla farklı ve kişisel bir ilişkiye götürülmesi gerekiyordu. Sayılan her bir kişinin parası gümüş soketler içinde sunulmadıkça, kişi kurtulmuş olarak görülmezdi. Şimdi de aynıdır. Herkesin Mesih’in kanı ile kişisel bir ilişkiye sahip olması gerekir, yoksa kurtulamaz. Başka birinin kendileri için ettiği dualar onları kurtarmayacaktır. Kişinin, Tanrı’nın lütfu ile Mesih’i kişisel Kurtarıcısı olarak kabul etmesi gerekir. Temizlenmesi gereken günahlar, benim kendi suçlarım ve kendi günahlarımdır ve bu yüzden ben kişisel olarak Mesih’in kanının değeri altında olmadığım sürece kutsal bir Tanrı’nın adil yargısına hala maruz olduğum anlamına gelir. Okuyucu bu konuyu tartıp biçsin ve bunu Tanrı’nın önünde ciddi bir şekilde yapsın ve iman aracılığı ile Mesih’in değerli kanının etkinliği üzerinde bir talebe sahip olup olmadığı konusunda emin oluncaya dek bu değerlendirmeyi yapsın. Bunun Tanrı ile ve Kan ile kişisel bir ilişki olması gerekir. Sonra, ancak ondan sonra Mesih’in kanı aracılığı ile kurtuluş bilinebilir ve bu kurtuluşun keyfine varılır.

Dikkat edilecek son nokta, kefaret bedelinin nasıl kullanılacağıdır. (ayet 16) Kefaret bedeli buluşma çadırının hizmetlerine atandı. Aslında, daha önce de görülmüş olduğu gibi, kutsal yerin temeline şekil veren gümüş soketler için kullanıldı. Tanrı’nın evi, kurtuluş üzerine kuruldu ve kurtarılmış olan kişiler böylelikle bununla özdeşleşmiş olurlar – onlardan her biri verilmiş olan para aracılığı ile temsil edilirler ve bundan dolayı gümüşün karakterize ettiği tüm değer içinde temsil edilmiş olurlar. Konu gerçekten de, “İsraillilerin canlarının bedeli olarak bu paralar Rabbe İsraillileri hep anımsatacağıdır.” Bu yüzden buluşma çadırının altında bulunan gümüş, İsrailoğullarının adına, canları için yapılan kefarete tanıklık etti. Onlar, sahip oldukları bu kutsanmış gerçeği zayıf bir şekilde kabul edebilirler; ama bu gerçeğin anısı her zaman Rabbin önündedir, ve o zaman şimdi sorulması yerinde olan soru şudur: Tanrı bize kurtulmuş kişiler olarak bakar mı? Tanrı, kurtuluş bedelimizi kabul etmiş midir? Çünkü eğer Tanrı tatmin oldu ise, o zaman bizim de huzur için de dinlenebileceğimiz kesindir.

Böylece Tanrı lütfu aracılığı ile içinde Kendisinin yaşadığı buluşma çadırını insanlar ile birbirine bağladı ve kahinlerin bu buluşma çadırına insanlar adına girmesi gerekti. Çadıra kendi başlarına girmelerine izin verilmemiş olabilir, ama hepsi de kefaret bedeli ile temsil edildiler ve bu nedenle Rabbin önünde her zaman anımsandılar.

Bölüm 31

Yıkanma Kazanı

Mısır’dan Çıkış 30:17-21

Yıkanma kazanı, listelenen kutsal kapların sonuncusudur. Buluşma Çadırı ve içindeki eşyalar, bu yıkanma kazanı ile birlikte tamamlanır. Yıkanma kazanı, dışarıya, Buluşma Çadırının avlusuna, cemaatin ve sunağın arasındaki yere kondu; avlunun girişinin içinde ve kutsal yerin girişinde bulunan tunç sunak arasına yerleştirildi. Böylelikle kahinler buluşma çadırına giden yollarının üzerindeki yakmalık sunu sunağının yanından geçerken, sunağa yaklaşmadan önce yıkanma kazanını kullanabileceklerdi. Yıkanma kazanının neden buraya konduğu, biz bu konuda ilerledikçe açıklanarak gösterilecektir.

“Rab, Musa’ya şöyle dedi: ‘Yıkanmak için tunç bir kazan yap. Ayaklığı da tunçtan olacak. Buluşma Çadırı ile sunağın arasına koyup içine su doldur. Harun ile oğulları ellerini, ayaklarını orada yıkayacaklar. Buluşma Çadırına girmeden ya da Rab için yakılan sunuyu sunarak hizmet etmek üzere sunağa yaklaşmadan önce, ölmemek için ellerini, ayaklarını yıkamalılar. Harun ile soyunun bütün kuşakları boyunca sürekli bir kural olacak bu.’” (17-21. ayetler)

Yıkanma kazanının biçimi hakkında hiç bir şeyin söylenmemiş olduğu gözden kaçmayacaktır. Buluşma Çadırı hakkında yapılacak olan işler ile ilgili tüm örnekler yetki dışındadır – aslında sadece hayal gücüne dayalıdırlar. Yıkanma kazanının hem biçimi hem de büyüklüğünün gizlenmiş olması hiç kuşkusuz tanrısal bir nedene sahiptir. Yıkanma kazanının kendisi yerine gördüğü hizmete zihinlerimizi yönlendirecek olan Tanrı’nın Ruhu’dur. Kutsal Yazıların sessiz kaldığı durumlar bazen konuştuğu durumlar kadar eğiticidir ve imanlının, Kutsal Yazıların konuşmasına olduğu kadar sessiz kalmasına da boyun eğmesi, kendisi için mutlu bir ayrıcalıktır. “Gizlilik Tanrımız Rabbe özgüdür. Ama bu yasanın bütün sözlerine uymamız için açığa çıkarılanlar, sonsuza dek bize ve çocuklarımıza aittir.” (Yasa’nın Tekrarı 29:29)

Yıkanma kazanının tamamı tunçtan yapıldı – hem kazan hem de kazanın ayaklığı. Tunç malzemenin önemi daha önce defalarca açıklanmıştır, ama burada tekrar hatırlatılabilir. Tunç, tanrısal doğruluğun, insanı sorumluluk açısından denemesi ve bunun sonucunda insanı, bulunduğu yerde denemesini sembolize eder. Tunç bu nedenle, daima buluşma çadırının dış bölümünde yer alır, oysa Tanrı’nın doğası ile uyum içinde olan tanrısal doğruluğu sembolize eden altın ise buluşma çadırının içinde bulunur – hem kutsal yerde hem de en kutsal yerde. Ama insan denenirken, bu denemenin gerekliliği, insanı mahkum eder çünkü insan bir günahkardır; ve bundan dolayı konu, belirli bir yargı görünümü ile bir arada değerlendirilir. Belirtilmesi gereken bir başka unsur daha vardır. Yıkanma kazanı özel bir tunç maddesinden, buluşma çadırının giriş bölümünde hizmet eden kadınların tunç aynalarından (sayfa kenarına bakınız) yapıldı (Mısır’dan Çıkış 38:8) – doğal durumlarını gösteren eşyalar kullanılarak yapıldı ve böylelikle temizlenmeye duydukları ihtiyaç kendilerine gösterilmiş olacaktı. 1 Bu nedenle, eğer tunç, denenen kişilerin durumlarını ortaya koyuyor ve yargılıyor ise, kazanın içindeki su, temizlenmeleri ve arınmaları içindi. Çünkü su, Söz’ün bir sembolüdür. Yuhanna 3:5 ayetinde bu şekilde kullanılır, Yakup 1:18 ve 1. Petrus 23-25 ile karşılaştırın. Aynı zamanda Efesliler 5:26 ayetinde de benzer kullanıma yer verilmiştir – yıkanma kazanının suyunun özel anlamı ile imalı olarak.

Ama yıkanma kazanının kullanımını gözden geçirdiğimiz zaman, bu konu daha ayrıntılı olarak ortaya çıkacaktır. Yıkanma kazanı, Harun ve oğullarının ellerini ve ayaklarını yıkamaları içindi. “Topluluğunun buluşma çadırından içeri girdikleri zaman sunağa yaklaşmadan önce, ölmemek için ellerini ve ayaklarını yıkamaları gerekiyordu.” Kahinlerin, özel durumlarda ellerini ve ayaklarını yıkamaları, sürekli bir zorunluluk olduğu kadar, bir buyruk idi. Şimdi, bu yıkanmanın özelliğini açıklamadan önce, bir kaç ön görüş sunmak, hem açıklamayı netleştirecek hem de okuyucuya yardımcı olacaktır. O zaman önce kahinlerin atanmaları sırasında bedenlerinin yıkanması işleminin bir daha asla tekrar edilmediğine dikkat çekelim. Yıkanma kazanında sürekli olarak yıkanması gerekenler artık kahinlerin yalnızca elleri ve ayakları idi. Bunun nedeni, aşikardır. Tüm bedenin yıkanması, yeniden doğmak ile ilgili bir örnektir, ve bu eylem tekrar edilemez. Rabbimiz bu gerçeği Yuhanna kitabının 13. bölümünde öğretti. Rab, Petrus’u yanıtlarken şöyle dedi: “Yıkanmış olan (birebir anlamı ile, banyo yapmış olan; yani tüm bedeni yıkanmış olan) tamamen temizdir; ayaklarının yıkanmasından başka bir şeye ihtiyacı yoktur.” Başka bir deyişle, kurtulması için tüm bedenini yıkamaya ihtiyacı yoktur. Kahinlerin durumunda olduğu gibi, eller ve ayaklar kirlenebilir ve tekrar tekrar temizlenmeleri gerekebilir, ama bu beden için asla gerekli değildir, çünkü beden bir kez temizlendi ve yeniden doğuş sırasında su ile tamamen temiz kılındı. İkinci olarak gözlemlemenizi istediğimiz, yıkanma kazanının içinde kan değil su bulunduğudur. Kahinler ile ilgili bu düzenden sık sık şu mantıksal sonucu çıkarmak için girişimde bulunulur: imanlı, Mesih’in kanını uygulamaya sürekli olarak ihtiyaç duyar. Böyle bir düşünce, Kutsal Yazılarda bulunan tüm öğretişe yabancı olmak ile kalmadığı gibi, aynı zamanda Mesih’in bir kez kurban edilmesinin yeterliliğini de bertaraf etme eğilimini gösteren bir düşüncedir. Evet, böyle bir düşünce kefaretin bütünlüğünü tekzip eder ve bunun sonucunda (Mesih günahlar için sonsuza dek geçerli tek bir kurban sunduktan sonra)Tanrı’nın sağında oturan Mesih’in ünvanını da yalancı çıkartmış olur. Mesih’in kanı suç ile ilgilidir ve Tanrı’nın önünde Mesih’in kanının değeri altına giren her günahkar, bunu yaptığı anda sonsuza kadar temizlenir; çünkü Mesih tek bir sunu ile, kutsal kılınmakta olanları sonsuza kadar mükemmelliğe erdirmiştir. İbraniler kitabının 9. ve 10. bölümlerinde Tanrı’nın Ruhu’nun ele aldığı tek konu, bu değerli ve anında meydana gelen gerçeği güçlendirmektir. Bu konunun, tüm Hıristiyanlıkta dikkatlerden kaçtığı ne yazık ki, doğrudur; ama imanlının rehberi, insanların geçici öğretişleri değil, Tanrı’nın değişmez, sabit Sözü’dür. Bu nedenle, sözü edilen bu iki bölümü okuyacak olan – onları, öğretişlerini anlama konusunda içten bir arzu ile okuyacak olan – herkes, bu bölümleri okuduğu ilk andan itibaren, imanlının, Mesih’in değerli kanı ile bir kez temizlendiği takdirde, artık imanlıya asla bir suçlamada bulunulamayacağını, imanlının artık günahlılık duygusuna sahip olmayacağı için sevinmesi gerektiğini algılayacaktır.

O zaman, yıkanma kazanındaki temizliğin doğasının ne olduğu hakkında bir soru sorulabilir. Belirtilmiş olduğu gibi bu temizlik, eller ve ayaklar ile ilgili idi. Bu konuyu Yuhanna 13. bölümde yazılanlar ile kıyasladığımız takdirde, bir fark olduğu gözlemlenecektir.

Öğrencilerin durumunda yalnızca ayakları yıkandı; Harun ile oğullarının durumunda ise yıkanması gereken hem ayaklar hem de eller idi. Farklılık, düzenin karakterinden kaynaklanır. Kahinler için ayakları ile birlikte ellerinin de yıkanması gerektiğinden söz edilir, çünkü onlar çalışıyorlardı; yasa altında idiler. Ama öğrenciler için söz konusu olan yalnızca ayaklarının yıkanması idi – çünkü, bu, Rab onların yanından ayrılmadan önce yapılması gereken bir işlem olmasına rağmen, imanlıların o andaki konumlarına özgü bir eylem idi – imanlılar için önemli olan çalışmaları değil, yürümeleridir. O zaman kahinlerin asla yeniden yıkanmadıklarını ya da üzerlerine yeniden kan serpilmediğini tekrar edelim. Kahinlere mecazi olarak, yeniden doğmuş kişiler olarak bakılırdı ve kanın değeri altında sürekli olarak kaldıkları kabul edilirdi. Ama hizmetlerindeki ve yürüyüşlerindeki kirlilikler sürerdi. Şimdi, eğer bu kirlilikler konusunda bir sağlayış olmasa idi, kutsal yerdeki kahinlik görevlerinden men edilmeleri gerekirdi; çünkü kirli eller ve ayaklar ile Tanrı’nın – “Kutsallık Senin evindir” sözleri ile huzuruna Çıkılanın – önüne nasıl çıkabilirlerdi? Bu yüzden suyun – Tanrı Sözü’nün sembolü - böyle lütufkar sağlanışı ile, kutsal yere girmeden önce, ellerini ve ayaklarını dokundukları kirlilikten temizleyebilirlerdi.

O zaman düzenlerden kaynaklanan bu farklılığı (ellerin de dahil edilmesi ile gösterilen) akılda tutulduğunda, yıkanma kazanı ile ilgili öğretiş, Yuhanna 13. bölümdeki öğretiş ile tam olarak uyum içindedir. Yani, konu, kirliliklerden temizlenmek ile ilgili bir konudur. Rabbimizi öğrencileri ile birlikte otururken görürüz ve şöyle yazılmıştır: “Dünyada kendisine ait olanları hep sevmişti ve sonuna kadar da sevdi.” (ayet 1) Bu ifade iki nokta açısından önem taşır; birincisi, O’na ait olanlar ile arasında bir antlaşma bulunduğunu gösterir; ve ikinci olarak Kendisinin gerçekleştirmekte olduğu hizmetin motifini ortaya koyar, bu hizmet motifi O’nun yüreğindeki değişmeyen sevgiden aktı. “Akşam yemeği sırasında İblis, Simon İskariot’un oğlu Yahuda’nın yüreğine İsa’ya ihanet etme isteğini koymuştu bile. İsa, Baba’nın her şeyi kendisine teslim ettiğini, kendisinin Tanrı’dan çıkıp geldiğini ve Tanrı’ya döneceğini biliyordu. Yemekten kalktı, üstlüğünü bir yana koydu, bir havlu alıp beline doladı.” (2-4. ayetler) Bu hareketinin anlamı şuydu – artık onlarla daha fazla kalamayacaktı, çükü Tanrı’ya gidiyordu. Onlara, Kendisinin gitmekte olduğu yerde nasıl O’nunla birlikte olabileceklerini gösterecekti. Yıkanmışlardı (ayet 10); ama dünyadan geçtikleri süre boyunca ayakları kirlenecekti ve kahinlerin durumunda olduğu gibi, eğer temizlenmeleri için sağlayışta bulunulmaz ise, O’nun yanında yerleri olmayacaktı (ayet 8) – ne Baba ile ne de O’nun Oğlu İsa Mesih ile paydaşlığın tadını çıkartmaları mümkün olmayacaktı. Bu yüzden İsa, onların ayaklarını yıkayarak sembolik bir uygulama gösterdi – onların adına yaptığı hizmet ile onları yakalanabilecekleri kirliliklerden nasıl uzak tutacağını açıklamış oldu. İsa’nın bu hareketinde dikkat edilmesi gereken üç nokta bulunur. Bunlardan birincisi, “üstlüğünü bir yana koydu” ifadesi, O’nun bu dünyadan ayrılışının ima edilmesidir,“bir havlu alıp beline doladı” ifadesi ile kast edilen, O’na ait olanlar için verdiği hizmettir. Sonra, ikinci olarak, bir leğene su doldurdu. Su, aynı zamanda burada Söz’ün de bir sembolüdür. Ve son olarak, öğrencilerinin ayaklarını yıkamaya başladı – temizlenmelerini sağlamak için Söz’ü uygulamak. Tüm bunları aklımızda tuttuğumuz takdirde, yıkanma kazanı ile ortaya konan gerçeğin, Mesih’in, halkı için şu anda vermekte olduğu hizmetin karşılığı olduğunu kolayca anlamak mümkündür. Elçi Yuhanna şöyle yazar: “İçimizden biri günah işlerse, adil olan İsa Mesih bizi Baba’nın önünde savunur (Avukatımızdır).”e (1. Yuhanna 2:1) Ayetin içinde yer aldığı çevre ve koşullar bu ifadenin, sonsuz yaşama sahip ve Baba ve O’nun Oğlu İsa Mesih ile paydaşlığa getirilmiş olan kişilere hitap ettiğini gösterir. Aynı zamanda bu kişilerin günah işlemelerinin gerekmediği de yeterince aşikardır. “Bunları size günah işlemeyesiniz diye yazıyorum;” ve sonra şu sözleri ekler: “Eğer içimizden biri günah işlerse.” Bu nedenle Mesih’in Baba’nın önünde avukatlığını (savunmasını) yaptığı kişiler imanlılardır – tövbe ettikten sonra işlenen günahlar için bir sağlayış – maruz kalınan kirlilikleri uzaklaştırmak için Tanrı’nın sağlayışı. O zaman, eğer bir imanlı günah işlerse (burada hiç bir şekilde bir suçlama söz konusu değildir, ama), paydaşlığı kesintiye uğrar; ve günah uzaklaştırılana kadar – bağışlanana kadar – artık paydaşlığın tadı hiç bir şekilde çıkartılamaz. İmanlı günah işler işlemez, Mesih, Avukat olarak imanlının davasını üstlenir ve imanlı için aracılık eder. Bu konu ile ilgili bir örnek Luka kitabında yer alır. “Simun, Simun, Şeytan sizleri, buğday gibi kalburdan geçirmek için izin almıştır. Ama ben, imanını yitirmeyesin diye senin için dua ettim.” (Luka 22:31, 32) Mesih, günah işlenmeden önce değil, ama günah işlenir işlenmez aracılık eder; ve Kutsal Ruh sayesinde O’nun aracılığına, sözün vicdana uygulanması ile er ya da geç yanıt gelmiş olur. Aynı zamanda bu nokta ile ilgili bir örnek de aynı müjdenin içinde bulunur. Petrus, daha önce uyarılmış olduğu şekilde Rabbi inkar ettikten sonra, hatta horozun öttüğünü duyduktan sonra bile günahlılık duygusu duymadı; ancak Rab, Petrus’a baktığı zaman durum değişti. (Luka 22:61) Rabbin bu bakışı onun vicdanına ulaştı, eğer ifade yerinde ise, yüreğinde bir krılma oldu, öyle ki, dışarı çıktı ve acı acı ağladı. Aynı şekilde,imanlı da günaha düştüğü zaman, eğer Avukat’ın aracılığı olmaz ise, hiç bir zaman tövbe etmez; Petrus’a bakılması gibi, söz de Kutsal Ruh tarafından Avukat’ın duasına bir karşılık olarak kullanılmadığı sürece, vicdana ulaşamaz ve Tanrı’nın önünde günahın karakterini çıplak bir şekilde ortaya koyamaz. Söz vicdana ulaştığı zaman, imanlı hemen öz yargı yerinde boyun eğer ve işlediği günahı itiraf eder. Bu durumdan sonra bir sonraki nihai aşamaya sıra gelir. İmanlı, günahını itiraf eder etmez, Tanrı’nın “günahlarımızı bağışlama konusunda sadık ve adil olduğunu ve bizi her kötülükten arındıracağını” anlar. (1. Yuhanna 1:9); ve canı tazelenir, buluşma çadırına tekrar girmek ya da başka bir deyişle, Baba ve O’nun Oğlu İsa Mesih ile tekrar paydaşlıkta bulunmanın tadını çıkartır.

Bu gerçek – yıkanma kazanının gerçeği – imanlı açısından çok büyük önem taşır. Her şeyden önce gelen en önemli nokta, suçluluktan ilk ve son kez olarak sonsuza kadar temizlenmiş olduğumuzu bilmektir. Ama bunu öğrendikten sonra anlamamız gereken eşit derecede önem taşıyan konu, eğer günahlar işlendikten sonra itiraf edilmez ve yargılanmadan kalırlar ise, Tanrı ile iletişime kapalı kalınır, kahinlik hizmeti ve tapınma için yeterli olunmaz, ama daha da kötüsü eğer bu konumda kalırsak, Tanrı er ya da geç, Mesih’in aracılığına karşılık olarak, bize günahlarımızı hatırlatmak için bizimle ilgilenecektir. Bu nedenle, Mesih’in yaptığı savunma imanlının ihtiyacına karşılık verir – bu savunma, Tanrı’nın, işlediğimiz günahlar konusunda, kirliliklerin bizden uzaklaştırılması için sağladığı tedariktir, öyle ki hiç bir engel ile karşılaşmadan buluşma çadırından içeri girebilelim ve O’nun huzurunda O’na tapınıp O’nu övebilelim. Bu konuda bir ekleme daha yapılabilir. Harun ile oğulları buluşma çadırından içeri girdikleri zaman, daima, önce yıkanma kazanında ellerini ve ayaklarını yıkamaları gerekiyordu. Bu örnek, bize vicdanımızı ger zaman yoklamamız gerektiğini öğretebilir. Bunu yapmayı ihmal ettiğimiz için dua, tapınma ve hizmet konusunda sık sık engeller ile karşılaştığımız kesindir. Bazı hatalar yapılmış olabilir ve biz bunları hatırlamamışızdır ya da onları itiraf ederek ve alçalarak Tanrı’nın huzuruna getirmemişizdir. Bu yüzden, kasti olmasa bile, buluşma çadırına kirli ayaklar ile girmiş olabiliriz. Bunun bir sonucu olarak, soğukluğumuzun ve sıkıntımızın farkına varmamız sağlanır, kahinlik konumumuzda kalma konusundaki başarısızlığımızı anlarız. Bu yüzden, yıkanma kazanını kullanmayı hiç bir zaman unutmayalım – Avukatımızın Baba’nın önündeki sevgi dolu hizmeti aracılığı ile ayaklarımızın yıkanmış olması sürekli duyduğumuz bir ihtiyaçtır!


1. Bu gerçek ile ilgili eğitici bir başka örnek için Yakup 1:24, 25. ayetlere bakınız.

Bölüm 32

Kutsal Mesh Yağı Ve Güzel Kokulu Baharatlar

Mısır’dan Çıkış 30:22-38

Kutsal ve sembolik eşyaları ile buluşma çadırının ayrıntıları artık tamamlanmıştır. Eksik olan yalnızca iki şey kalmıştır- mesh yağı ve güzel kokulu baharatlar.

“Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Şu nadide baharatı al: 500 şekel (yaklaşık 5 kilo) sıvı mür, yarısı kadar, yan, 250’şer şekel güzel kokulu tarçın ve kamış, 500 kutsal yerin şekeli hıyarşembe, bir hin ((yaklaşık 3.6 litre) de zeytin yağı. Bunlardan ıtriyatçı ustalığı ile güzel kokulu bir mesh yağı yap. Ona kutsal mesh yağı denecek. Buluşma çadırını, Levha Sandığını, masa ve takımlarını, kandillik ile takımlarını, buhur sunağını, yakmalık sunu sunağı ile bütün takımlarını, kazanı ve kazan ayaklığını hep bu yağ ile mesh et. Onları kutsal kıl ki, çok kutsal olsunlar. Onlara değen her şey kutsal sayılacaktır. Bana kahin olmaları için Harun ile oğullarını mesh edip kutsal kıl. İsraillilere de ki: ‘Kuşaklarınız boyunca bu kutsal mesh yağı yalnız benim için kullanılacak. İnsan bedenine dökülmeyecek. Aynı reçete ile benzeri yapılmayacak.

O kutsaldır ve sizin için kutsal olacaktır. Onun benzerini yapan ya da kahin olmayan birinin üzerine döken herkes halkının arasından atılacaktır.’

Sonra Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Güzel kokulu baharat – kara günnük, onika (Kamış Denizi’nde bulunan bir tür midye kabuğundan yapılan güzel kokulu bir baharat olduğu sanılıyor) , kasnı ve saf günnük – al. Hepsi aynı ölçüde olsun. Bir ıtriyatçı ustalığı ile bunlardan güzel kokulu bir buhur yap. Tuzlanmış, saf ve kutsal olacak. Birazını çok ince döv, Buluşma Çadırında seninle buluşacağım yere, Levha Sandığının önüne koy. Sizin için çok kutsal olacaktır. Aynı reçete ile kendinize buhur yapmayacaksınız. Onu Rab için kutsal sayacaksınız. Kim koklamak için aynısını yapar ise, halkının arasından atılacaktır.’” (22-38. ayetler)

Önce, kutsal mesh yağından söz edilir. Bu yağın bileşimi, Tanrı’nın verdiği talimatlar uyarınca sıvı mür, güzel kokulu tarçın ve kamış, ile hıyarşembe gibi, hepsi aynı ölçüde olan güzel kokulu nadide baharatlardan hazırlandı ve bu bileşime bir hin de zeytin yağı eklendi. (23,24. ayetler) Mesih’ten söz eden Mezmur yazarı şöyle der: “Tanrı, senin Tanrın, seni sevinç yağı ile arkadaşlarından daha çok meshetti. Giysilerinin tümü mür, öd, tarçın kokuyor.” (Mezmur 45:7, 8) Bu ayet bize, kutsal mesh yağının özel manasını anlamamız konusunda yardımcı olacaktır. Güzel kokulu baharatlar ise Mesih’in lütuflarını ima ederler.Mesih’in giysilerinin tümü bu tatlı baharatların kokusuna sahiptir. Ama bu baharatlar zeytin yağı ile karıştırılırlar ve her zaman ifade edildiği gibi zeytin yağı, Kutsal Ruh’un bir sembolüdür. O zaman, güzel kokulu baharatlar ve zeytin yağı birleştirildiklerinde, Mesih’in lütuflarının – O’nun sahip olduğu mükemmelliklerin ahlak kokusu – Kutsal Ruh’un gücünde ifade edildiğini öğreniriz.

Bu kutsal mesh yağının, Buluşma Çadırını, Levha Sandığını ve tüm kutsal eşyaları, kahinleri meshetmek için kullanılması gerekiyordu. (26-30. ayetler) Önce, buluşma çadırı meshedilmeli idi. Böyle yapılması çok büyük anlam taşıyordu. Çünkü buluşma çadırına Tanrı’nın evi olarak, O’nun Kendisini gösterdiği yer ve kahinlik hizmetinin ve tapınmanın yeri olarak bakılıyordu ve bu yüzden her şeyin kutsal yağ ile meshedilmesi ile ilgili gerçek, bize şunu öğretir: Tanrı’nın evi ile bağlantısı olan her şey, buluşma çadırının düzeni ve verilen hizmet, içinde yerine getirilen tüm kahinlik işleri (bakınız 1. Petrus 2:5), Kutsal Ruh’un gücü ile düzenlenmeli idi ve bu düzen sağlandığı zaman, Mesih’in Tanrı’nın önündeki tatlı kokusu ifade edilmiş olacaktı, çünkü gerçekten de Tanrı’nın Kendisini açıklaması, Kutsal Ruh’un gücü ile olur ve tapınma ve hizmetin yerine getirilmesini sağlayan da yalnızca Kutsal Ruh’un gücüdür. Bu yüzden eğer Tanrı’nın evi ile bağlantılı olan her şey, O’nun söylediklerine uygun olarak düzenlenir ise, ama kutsal mesh yağı – Kutsal Ruh’un gücü – eksik bırakılır ise, bu durum Tanrı tarafından kabul edilemez bir durum idi. Aynı zamanda etkiye de dikkat edin – her şey kutsal kılınır, mesh yağı aracılığı ile “en kutsal” hale gelir, öyle ki, onlara değen her şey kutsal sayılır. (ayet 29) Bu, Tanrı’nın Ruhu’nun eylemin etkisidir. O’nun gücü neyin üzerinde ise, ve O’nun eylemi altına giren her şey, hatta onlara değen her şey aynı zamanda kutsal olarak görülür. O’nun eyleminin gerçekleştiği her alan kutsal kılınır. (bakınız 1. Korintliler 7:14)

Aynı zamanda Harun ile oğulları da meshedilirler. Bunun anlamı, kahinlerin adanması ile açıklanmıştır. Ama burada buluşma çadırı ile bağlantılı olarak sunulması için özel bir neden mevcuttur. Kahinlerin hizmeti için gerekli olan özelliğe işaret edilmesi- vurgulanması – meshetme ve Kutsal Ruh’un gücü ile ilgilidir. Diğer tüm özelliklere sahip olunabilir – yeniden doğma, özel giysi giyme ve kanın değeri altında bulunma; ama eğer tüm bu şeylere ek olarak Kutsal Ruh’un meshi yok ise, kahinlere özgü konum tam anlamı ile işgal edilmiş olmaz. Kutsanmış Rabbimizin Kendisi bile Kutsal Ruh ve güç ile meshedilmiştir (Elçilerin İşleri 10:38) ve O’na ait olanların hepsinin, eğer kendilerine sunulan ayrıcalıkların tadını çıkarmak istiyorlar ise, aynı şekilde Kutsal Ruh ile meshedilmeleri gerekir. Her alanda hızlı eylemlere ve yasal hizmetlere gereksinim duyulan bir zaman olan günümüzde böyle bir dersin öğrenilmesine çok ihtiyaç duyulur. Bu durumda, her zaman hatırlamamız gereken şey şudur: Kutsal Ruh’un varlığının gücü ve eylemi olmadan ne tapınabiliriz ne de hizmet edebiliriz. (bakınız Yuhanna 4:24; Filipeliler 3:3)

İki uyarıya yer verilir. İki, “İnsan bedenine dökülmeyecek.” (ayet 32) Bu uyarıdaki öğretiş şudur: Tanrı’nın Ruh’u doğal insanın üzerinde dinlenemez ya da doğal insanın içinde konut kuramaz. Kiliseye özgü atamalarda iman etmemiş kişilerin Kutsal Ruh ile donatıldıklarını söylemek bu gerçeği doğrudan ihlal etmek olur. Yeniden doğuş ve günahların bağışlanması olmadan meshedilme asla alınamaz. İman aracılığı ile aklandığımız ve Rabbimiz İsa Mesih aracılığıyla Tanrı ile barıştığımız zaman, hem meshedilir hem de mühürleniriz. (bakınız Romalılar 5:1-5; 2. Korintliler 1:21-22) İkincisi, bu mesh yağının taklidi yapıldığı takdirde, bunu yapan kişilere verilecek ceza ölüm idi. (ayet 33) Çünkü böyle yapıldığı zaman, Kutsal Ruh’un eylemini taklit etmek gibi iğrenç bir günah işlenmiş olacaktır. Hananya ve Safira Rabbin hizmetinde kullanmak için satmış oldukları mülkün tamamını Rabbe verdiklerini söyledikleri zaman, böyle bir günah işlediler. (Elçilerin İşleri 5) Dikkat edilecek olursa aynı ceza, mesh yağını kahin olmayan birinin üzerine döken kişi için de geçerli idi.

Tanrı kutsaldır ve Kendi egemen haklarını gayretli bir şekilde korur ve bu haklarından herhangi birinin ihlali halinde mutlaka cezalandırır. Eğer Tanrı şimdi bu tür günahların farkına varmadan onları atlıyor gibi görünüyorsa da, bu şimdiki takdiri ilahinin karakterinden dolayıdır – O, lütuf ile davranmaktadır; ama O’nun gözünde günahlar eksilmiş olmazlar.

Güzel kokulu baharatlar aynı zamanda Tanrı’nın talimatı ile bir parfüm haline getirildi ve daha önceki durumda olduğu gibi lütufları, Mesih’in Tanrı önündeki ahlak kokusunu ifade edeceklerdi. Mısır’dan Çıkış 25:6 ayeti, Mısır’dan Çıkış 35:8 ayeti ile karşılaştırıldığı zaman, bu güzel kokulu baharatların altın sunak üzerinde yakılan hoş kokuyu oluşturdukları görülür; aynı zamanda verilen talimattan bu buhurun “buluşma çadırında Tanrı’nın Musa ile buluşacağı yere” konulması gerektiği de anlaşılır. (ayet 36) Bu durumda Mesih’in lütuflarının kutsal ateşin eylemi aracılığı ile getirildikleri gibi ek bir düşüncenin mevcudiyeti de söz konusudur; çarmıhın üzerinde günah yapıldığı zaman, Tanrı’nın yargısının kutsallığına (ateş) maruz kaldığında, en değerli ve güzel kokulu şeyler de Tanrı’nın önüne getirilmiş oldu. O, Tanrı’ya olan itaatini en üst derecede kanıtladığı zaman Tanrı’nın gözünde en değerli olduğu ve mükemmelliklerinin tam olarak sergilediği zaman idi. Bu yüzden şu sözleri söyleyebildi: “Canımı tekrar geri almak üzere veririm. Bunun için Baba beni sever.” (Yuhanna 10:17) O, Tanrı’nın yüceliği uğruna yargı ateşinden geçti ve böyle yapmakla O’nun ahlak lütuflarının tüm “güzel kokulu baharatları” ve tam adanmışlığının mükemmelliği ortaya çıkarılmış oldu ve Tanrı’nın önüne güzel kokulu bir buhur olarak yükseldi. Güzel kokulu baharat kendine özgü anlamının değerliliği nedeni ile çok ince dövülmeli idi (çünkü ne kadar çok dövülür ise, kokusu o kadar çok dışarı yayılacaktı), ve Yehova’nın Musa ile buluşacağı yer olan Levha Sandığının önüne konulmalı idi. Böylelikle, Musa, bu kutsal kokunun tüm kabul edilebilirliği içinde aracı olarak Tanrı’nın önünde duracak idi; ve bunun için Tanrı onunla lütuf içinde bir araya gelebilecek ve halkı için olan düşüncesini ve isteğini ona iletebilecek idi.

Aynı zamanda bununla bağlantılı olarak ceza bildiren bir uyarı mevcuttur. Bu buhurun aynısından yapılmayacaktı. Bu buhur, “en kutsal”, “Rab için kutsal” olandı. Bu nedenle, her kim koklamak için bu buhurun aynısını yaparsa, halkın arasından atılacaktı. (ayet 38) Mesih’in lütuflarının benzerleri ve bunlarda doyum bulmak, Tanrı’nın önünde tiksindirici idi. Daha önce, Rabbin, Kutsal Ruh’un eyleminin ya da gücünün taklit edilmesine karşı nasıl tavır aldığını gördüysek, aynı şekilde Tanrı’nın burada da Mesih’in kokusunun ve taklit edilmesinin karşısında olduğunu bildiren uyarısı mevcuttur. İnsan, amacı ne olursa olsun, ne Mesih’in kokusunu ne de değerliliğini taklit edebilir. Ancak yüreklerimizdeki hilekarlık yüzünden kendimizi sık sık aldatırız; Kutsal Ruh’un işinin dışında Mesih’in benzerliği mevcut olamaz; ve görmüş olduğumuz gibi, Kutsal Ruh, Tanrı’nın armağanıdır. Bu nedenle, doğal özellikleri, insani lütufları, eğitimin ya da kibarlığın etkisini Kutsal Ruh’un ürünü olarak sunmak iki yüzlülüğün en kötüsüdür. Mesih’in yüceliği için Tanrı’nın Ruh’u tarafından işlenmemiş olan hiç bir şey ne Tanrı’yı hoşnut edemez ve bizi de hoşnut etmemesi gerekir.

Bölüm 33

Buyurulan Hizmetin Yapılabilmesi İçin Verilen Üstün Yetenekler

Mısır’dan Çıkış 31

Artık Buluşma Çadırı ile ilgili tüm ayrıntılar verilmiş bulunmaktadır. Geriye kalan yalnızca tek bir şey vardır – Musa’nın almış olduğu çeşitli buyrukların yerine getirilmesi ile ilgili sağlayış. Bu da Rabden kaynaklanır; çünkü her şeyin lütuf ile olması gerekir.

“Rab, Musa’ya şöyle dedi: ‘Bak, Yahuda oymağından özellikle Hur oğlu Uri oğlu Besalel’i seçtim. Beceri, anlayış, bilgi ve her türlü ustalık vermek için onu ruhumla doldurdum. Öyle ki, altın, gümüş, tunç işleyerek ustaca yapıtlar üretsin; taş kesmede ve kakmada, ağaç oymacılığında, her türlü sanat dalında çalışsın. Ayrıca Dan oymağından Ahisamak oğlu Oholiav’ı onunla çalışması için görevlendirdim. Sana buyurduğum işlerin hepsini yapabilsinler diye öteki becerikli adamlara üstün yetenekler verdim. Buluşma Çadırını, Levha Sandığını, sandığın üzerindeki Bağışlanma Kapağını, çadırın bütün takımlarını, masa ile takımlarını, saf altın kandillik ile takımlarını, buhur sunağını, yakmalık sunu sunağı ile takımlarını, kazan ile kazan ayaklığını, dokunmuş giysileri – Kahin Harun’un kutsal giysileri ile oğullarının kahin giysilerini – mesh yağını, kutsal yer için güzel kokulu buhuru tam sana buyurduğum gibi yapsınlar.’” (1-11. ayetler)

Buradaki Kutsal Yazılardan iki şey öğreniriz. Birincisi, hizmetkarlarını yalnızca Tanrı atayabilir; ve ikinci olarak çağrıldıkları hizmet için onları yalnızca Tanrı donatabilir. Bu her iki nokta özel dikkat hak ederler. Hem Besalel’in hem de Oholiav’ın, Tanrı tarafından adlandırıldıklarına dikkat çekilecektir. Adları ile seçildiler ve çağrıldılar. Bu ilke, tüm ilahi takdirler için geçerlidir. Elçi, Mesih’in kahinliğinden söz ettiği zaman bunu kanıt olarak gösterir ve şöyle der: “Nitekim Mesih de baş kahin olmak için kendini yüceltmedi. O’na’Sen benim Oğlum’sun, bu gün ben sana Baba oldum’ diyen Tanrı O’nu yüceltti. Başka bir yerde de diyor ki, ‘Melkisedek düzeni uyarınca sen sonsuza dek kahinsin.’ (İbraniler 5: 5,6) aynı şekilde kendisinden de “Tanrı’nın isteği ile Mesih İsa’nın elçisi olmaya çağrılan kişi” olarak söz eder. (1. Korintliler 1:1; 2. Korintliler 1:1) Bu, önemli bir anı belirten bir ifadedir; çünkü Tanrı tarafından çağrılmayan ve gönderilmeyen şeylere müdahale etmek küstahlıktan da kötü olurdu. Tanrı’nın, hizmetkarlarını bu takdiri ilahi içinde adları ile çağırmadığı doğrudur – en azından elçi Pavlus’un yaşadığı dönemden bu yana bunu yapmadı.; ama her hizmetkarın, hizmetini, Tanrı tarafından onaylanmış olarak görmesi gerekir. Böylece yaptığı hizmet her ne ise, onun Tanrı’nın isteği olduğundan kuşku duymadan o hizmeti yerine getirebilir. Hem güvenin hem de cesaretin kaynağı bu tür bir kanaattir. Bu nedenle Rab Yeşu’ya şunları söyler: “Sana güçlü ve yürekli olmanı buyurmadım mı? Korkma, yılma. Çünkü Tanrın Rab gideceğin her yerde seninle birlikte olacak.” (Yeşu 1:9) Tüm hizmetin özü, gerçekten de itaatte yatar; çünkü eğer Tanrı’nın isteğini yerine getirmiyorsam, bu hizmet sayılmaz. Rabbin Kendisi, hizmet yaşamının tamamını itaat olarak ifade eder: “Çünkü kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmek için gökten indim.” (Yuhanna 6:38) Bu nedenle, bizlerin de Besalel ve Oholiav gibi Rab tarafından gönderilip gönderilmediğimiz, işimize ve hizmetimize çağrılıp çağrılmadığımız konusunda emin olmamız öncelik tanımamız gereken ilk konudur; ve Rabbin ayaklarının dibinde otururken bulunup bulunmadığımız konusunda Rabbin ne düşündüğü çok geçmeden açıklanacaktır.

Ancak ikinci nokta, adları ile çağrıldıklarında Tanrı’nın Ruh’u ile dolduruldukları ve kendilerine teslim edilen hizmeti yerine getirmek için bilgelik ve anlayış konusunda Rabbe bağlı kılındıkları hakkındadır. Tanrı’nın hizmetinde insan bilgeliğinin yeri yoktur. “Çünkü Tanrı’nın ‘saçmalığı’ insan bilgeliğinden daha üstün, Tanrı’nın ‘zayıflığı’ insan gücünden daha güçlüdür.” Elçi Pavlus, herhangi birinin kendisini bu dünyada bilge olarak gördüğü takdirde, onun bilge olabilmesi için akılsız olmasına izin verilmesi gerektiğini söyler. İşte bu nedenle, akıllı kişiler - kendi anlayışlarına bel bağlayanlar – tanrısal konular ile ilgilendikleri zaman genellikle akılsızlıktan başka bir şey sergilemezler. Ama bu gerçeği en çok hatırlaması gereken kişiler Tanrı’nın hizmetkarlarıdırlar. Kutsal Yazılar hakkında kendi insan mantıkları ya da anlayışları ile düşünme konusunda sık sık ayartmalar ile karşılaşırlar ya da Tanrı’nın kilisesinde karşılaşılan güçlükler ile ilgili olarak zihinleri karışır. Ancak yine de eğer Tanrı’dan ayrı olarak hiç bir anlayış ya da bilgeliğin var olamayacağı hatırlanacak olur ise – O’ndan gelenler olarak anlayış ve bilgelik sürekli bir bağımlılık içinde muhafaza edilecektir – tek koşul, bu gerçeğin kabul edilmesidir. Bunun sonucunda ortaya çıkan eylem – bunun için Tanrı’nın bir söz verdiğinden emin olmak gerekir - yerine Tanrı’yı beklemek olacaktır, ama beklemenin nedeni, talep edilen hizmet için gerekli bilgeliği elde etmektir. Buna bir nokta daha eklenebilir. Hizmetteki tanrısal bilgeliğin kanıtı, hizmetin Tanrı’nın sözüne uygun olarak yerine getirilmesidir. “Her şey buyurduğuma uygun olarak yapılacaktır.” Bu nedenle, söz, hem hizmetkarın rehberi hem de hizmetin denenmesidir – tanrısal düşünceye uygun olarak tanrısal bilgelik ile yapıldığının kanıtıdır. Besalel ve Oholiav’a kişisel karar yetkisi asla verilmedi. Hiçbir şekilde insan tarafından konuların bir sınıflandırılması yapılmadı ya da işlenecek malzemelerden elzem olan ya da elzem olmayan belirtilmedi. İnsanın düşüncelerine ya da hayallerine bırakılan bir şey ile ilgili en ufak bir iz bile mevcut değildi. Öte yandan, insan bilgeliğine bırakılan bir şey de yoktu. Her şeyin Musa’ya verilen buyruklara uygun olarak verilmesi gerekiyordu. Besalel’in hizmet modeli ile Oholiav’ın hizmet modeli arasında bir fark yoktu. Her ikisi de aynı şekilde en ufak ayrıntıya kadar Tanrı’nın belirttiği özel buyruklara bağlı idiler. Herkesin kendi gözünde doğru olanı yapmak için Hıristiyanların bile özgürlük peşinde koştukları günümüzde bu gerçeğin vurgulanması gereklidir. Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri, kilise örgütüne ait farklı yönetim şekilleri ile birlikte Besaleller ve Oholiavlar tarafından biçimlendirilmediklerini, tanrısal görev almamış ve bilgelik ve anlayış ruhu ile donatılmamış kişiler tarafından oluşturulduklarının en büyük göstergeleridirler. Çünkü Tanrı sözü tarafından denenmeye dayanamayacaklardır ve bundan dolayı şu sözü duymuş olan herkes tarafından reddedilmeleri gerekir: “Söz dinlemek kurbandan, sözü önemsemek de koçların yağlarından daha iyidir.” (1. Samuel 15:22) O zaman bu durumda, keşfin bu yönde başlatılması gerekecektir, yani her şeyin harabe olduğu ve her şeyin Tanrı’nın sözü tarafından çökme ve başlangıç ile mühürlendiği yerden yola çıkmak gerekir. Tanrısal denemeye dayanamayacak olan her şeyi reddederek başlamamız gerekir ve sonra da zayıflığımıza ve zihnimizin karışık olmasına rağmen, her şeyi Tanrı’nın düşüncesine ve isteğine göre düzenlemenin ardından gitmemiz doğru olur.

Şabat günü bir kez daha tembih edildi.

“Rab Musa’ya şöyle buyurdu: ‘İsrailliler’e de ki, ‘Şabat günlerimi kesinlikle tutmalısınız. Çünkü o sizinle benim aramda kuşaklar boyu sürecek bir belirtidir. Böylece anlayacaksınız ki, sizi kutsal kılan Rab benim. Şabat Gününü tutmalısınız, çünkü sizin için kutsaldır. Ki onun kutsallığını bozarsa kesinlikle öldürülmeli. O gün çalışan herkes halkın arasından atılmalı. Altı gün çalışılacak; ama yedinci gün Rabbe adanmış Şabat’tır, dinlenme günüdür. Şabat günü çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir. İsrailliler sonsuza dek sürecek bir antlaşma gereği olarak, Şabat Gününü kutlamaya kuşaklar boyu özen gösterecekler. Bu, İsrailliler ile benim aramda sürekli bir belirti olacaktır. Çünkü ben,Rab yeri ve göğü altı günde yarattım, yedinci günde işe son verip dinlendim.” (12-17. ayetler)

Birinin söylemiş olduğu gibi, “Şabat daima, halk ve Tanrı arasında bina edilen ilişki ne olursa olsun herhangi bir ilke var olduğu zaman, ortaya çıkar: Tanrı’nın huzur diyarına girebilmeleri ve dinlenebilmeleri için Tanrı ve Halkının arasındaki her ilişkide teklif edilenin sonucudur.” Şabat’ın anlamı daha önce açıklanmıştır, ama Tanrı’nın yüreğini açıklaması ile ilgili sürekli uyarılar göz ardı edilemez. Tanrı, halkının nasıl olduğunu ve sorumluluk altında nasıl başarısız olacaklarını biliyordu, bu nedenle, Tanrı, bir anlamda, ortaya çıkan sonuç nedeni ile hiç bir zaman hayal kırıklığına uğramadı. Öte yandan, Kendisi ve Halkı arasındaki her ilişkiye uygulanan şabatın ilave edilmesi Tanrı’nın şu arzusunu ortaya koyar: Tanrı, halkının, onlar için olan amaçlarının tamamlanmasını gayretle (eğer bu tür bir insan dili kullanılabilir ise) arzu eder. Ve O’nun dinlenmesini paylaşırken, O’nunla kutsanmış bir paydaşlığa sahip olmanın tadını çıkartmalarını ister. Şabat’ın anlamı, Tanrı’nın dinlenmesidir ve Tanrı aynı dinlenmeyi halkı için de amaçlamıştır. Halkın huzur diyarına hiç bir zaman girmediğini biliyoruz ve bu konu İbraniler kitabının 4. bölümünde tam olarak ifade edilmiştir; ama O’nun amaçları asla başarısızlığa uğramaz ve bu yüzden sorumluluk altındaki insanın kaybettiği şey, O’nun Kendi lütfunun öğütleri uyarınca bina edilecektir. Böylece Tanrı halkı için bir Şabat Günü rahatı kalıyor; ve iman eden herkes bu rahata erecektir – Tanrı’nın, Halkı ile olan ilişkisindeki tüm öğütlerini ve yollarının konusu ve sonucu. Bu nedenle, bu ilahi takdirin içinde olan bizler, hatta İsrailoğulları olarak bile, çöl yolcularıyız, Tanrı’nın sözünü ettiği rahata doğru yol alıyoruz; ama kurtuluşumuzun Kaptanının önderliğinde olduğumuz için bu rahata kavuşma konusunda başarısız olmamız mümkün değildir.

Bölüm ve kitabın bu kısmı, Tanrı’nın üzerine eli ile antlaşma koşullarını yazdığı iki taş levhayı Musa’ya vermesi ile son bulur. “Tanrı, Sina Dağı’nda Musa ile konuşmasını bitirince, üzerine eli ile antlaşma koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi.” (ayet 18) 24. bölümden buraya kadar verilen tüm buyrukların dağda verildiklerini hatırlamamız önemlidir. Musa Rab ile tek başına kalmıştı. Tanrı, onunla, Halkı hakkındaki düşüncelerini açıklamak için “görüşmüştü”. Görüşme tamamlandığı zaman Tanrı Musa’ya, üzerine halkı ile olan antlaşmasının koşullarını yazdığı iki taş levha verdi. Musa başka bir yerde bu taş levhalar ile bilgi verir ve şöyle der: “Rab Tanrı parmağı ile yazmış olduğu iki taş levhayı bana verdi. Bu levhalar, dağda toplandığınız gün Rabbin ateşin içinden size bildirdiği bütün buyrukları içermekte idi. Kırk gün, kırk gece sonra Rab bana iki taş levhayı, antlaşma levhalarını verdi.” (Yasa’nın Tekrarı 9:10,11) Bu sözlerden iki taş levhanın içeriğinin Mısır’dan Çıkış 20. bölümde sözü edilen on “söz” ya da buyruk olduğu, ama şimdi Tanrı’nın parmağı ile yazılmış olduklarının belirtildiği anlaşılıyor – İsrail’in bereketin koşulu olarak yerine getirmeye söz verdiği buyruklar. Halk, Kızıl Denizi geçtikten sonra üzerine yerleştirildiği lütuf toprağını terk etti ve Tanrı’nın itaat sorumluluğu olarak yaptığı teklifi üstlendi. Musa kırk gün ve kırk gece dağda kalmıştı ve bu süre sırasında hiç bir şey yemedi ve içmedi (bakınız Yasa’nın Tekrarı 9:9), Tanrı’nın, Halkı ile haberleşme aracı haline gelebilmesi için adeta doğa üstü bir konumda bulundu. Eğer Tanrı’nın sesini işitmek istiyorsak, benlik bu konuya dahil edilmemeli ve gerçekten bir kenara bırakılmalıdır. Okuyucu, İlyas’ın (1. Krallar 19:8) Musa’nınkine benzeyen durumunu hatırlamakta başarısız olmayacaktır, ve aynı zamanda kutsanmış Rabbimiz de benzer bir durum tecrübe etmiştir – her ikisi de Musa gibi kırk gün kırk gece oruç tuttular. Ama birinin ifade etmiş olduğu gibi: “Rab İsa’ya her konuda üstünlük önceliği tanınması gerekir. Musa, Tanrı’ya yaklaşabilmek için doğal konumundan doğa üstü bir şekilde ayrıldı. Mesih, Tanrı’ya doğal olarak yakındı ve hata yakından da öte idi. O Kendisini, düşman ile insan adına karşılaşmak için doğasından ayırdı.” Bu karşıtlık çok büyük önem taşır ve Tanrı’nın en adanmış hizmetkarlarının bile Mesih’in harikalığının bir gölgesinden (hata karşıtlık aracılığı ile örnek olan) başka bir şey olamayacaklarını açık bir şekilde ortaya koyar. (Aynı zamanda elçi Yuhanna’nın Vahiy kitabındaki 1:10 ayetinde yer alan durumu ile de karşılaştırın.)

Bölüm 34

İnanç Değiştirme, Arabuluculuk Ve Yenileme

Mısır’dan Çıkış 32-34

Rab, Halkının arasında yaşayabilmek için Kutsal Yeri’nin bina edilmesi hakkında buyruklar vererek Halkının bereketi ile ilgilenmişti. Musa, Tanrı’nın lütfunun bu haberlerini almak için dağda idi. Rab, hizmetkarı Musa’yla, İsrail ile yaptığı lütuf antlaşması konusundaki ilişkisiyle bağlantılı olarak değerli şeylerin bina edilmesine dair “görüşüyordu”. Ama Tanrı bu konu ile ilgilenirken bile, Sina Dağı’nın eteklerindeki ordugahta, günah ve hatta inanç değişikliği gibi eylemlere tanıklık ediliyordu. Yukarıdaki her şey,ışık ve bereket idi; aşağıdaki her şey ise, tamamen karanlık ve kötü idi.

“Halk Musa’nın dağdan inmediğini, geciktiğini görünce, Harun’un çevresine toplandı. Ona, ‘Kalk, bize öncülük edecek bir ilah yap’ dediler, ‘Bizi Mısır’dan çıkaran adama, Musa’ya ne oldu bilmiyoruz!’ Harun, ‘Karılarınızın, oğullarınızın, kızlarınızın kulağındaki altın küpeleri çıkarıp bana getirin’ dedi. Herkes kulağındaki küpeyi çıkarıp Harun’a getirdi. Harun, altınları topladı, oymacı aleti ile buzağı biçiminde dökme bir put yaptı ve ‘Yarın Rabbin onuruna bayram olacak’ diye ilan etti. Ertesi gün halk erkenden kalkıp yakmalık sunular sundu, esenlik sunuları getirdi. Yiyip içmeye oturdu, sonra kalkıp çılgınca eğlendi.’” (1-6. ayetler)

Bu olay ve İsa’nın görünümünün değiştiği yüksek dağın eteklerindeki olay arasında, bir açıdan, çarpıcı bir benzetme bulunmaktadır. Her iki olayda da Şeytan’ın tam etkisi söz konusudur. Bizim incelemekte olduğumuz olayda onun gücü altına giren ulus, diğerinde ise onun sahip olduğu çocuk yer alır; ama çocuk daha sonraki döneme ait Yahudi ulusunun bir örneğidir. Mesih’in yükseklerdeki yokluğu (aynı zamanda Sina Dağı’nda Musa tarafından da mecazi olarak gösterilen), Şeytan tarafından bir fırsat olarak değerlendirilir – Tanrı’nın izni altında – ve kötü gücünü gösterir ve yüreğindeki kötülük ile insan (İsrail) Şeytan’ın sefil bir kölesi haline gelir. Ama eylemi ne olursa olsun Şeytan’ın hiç bir zaman Tanrı’dan önce davranıp öne geçmesi mümkün değildir. Şeytan, engel olmaya çalışabilir ve Tanrı’nın amaçlarını erteletmekte başarılı oluyor gibi görünebilir, ama Tanrı’nın amaçlarını hiç bir zaman bozamaz ve hedefine asla ulaşamaz. Böylece, incelemekte olduğumuz olayda Rab Musa ile konuşmasını bitirmişti (Mısır’dan Çıkış 31:18) ve halk günaha düşmeden önce her şeyi Tanrı’nın isteğine göre düzenlemişti. Bu durum, Kutsal Yazıların tümünde aynıdır. Şeytan, önceden göremediği için her zaman bir gün geride kalır; öyle ki, sanki anlık bir başarı elde etmiş gibi görünür, ama bu yalnızca sonunda daha ezici bir yenilgi ile karşılaşması içindir. Esenlik Tanrısı’nın, Şeytan’ı ayaklarının altında ezeceği zaman “yakındır” ve bu anı bekleyen imanlıların yüreklerini teşvik eden, bu gerçek olmalıdır.

Halkın yaptığının inanç değiştirmekten kalır yeri yoktur. Bu eylemin çeşitli özelliklerine kısaca değinilebilir. Öncelikle, Rabbi unuttular ve O’nu terk ettiler. İkinci olarak Mısır’dan kurtarılmalarını Musa’ya atfettiler; onu, “kendilerini Mısır’dan çıkaran adam” olarak tanımladılar. Sonunda putperestlik yaptılar. Onlar, gözleri ile görebilecekleri tanrılar istiyorlardı – bu putlar, onların “kendilerinde iman olmayan çocuklar” olduklarına tanıklık ediyorlardı. Harun da onlar ile birlikte – görünen o ki, hiç bir mücadele vermeden – putperestlik günahını işledi. Rabbin önünde hizmet etmek için en kutsal yere girmenin ayrıcalığının tadını çıkaran, kahinlik görevi için tasarlanmış olan kişi (Harun) onların kötü isyanına önderlik etmemiş olsa bile yine de bu kötü isyana aracı oldu. Kahin ve halk Şeytan’ın kötü esinini birlikte kabul ettiler ve kendi elleri ile yaptıkları tanrılara tapındılar; ve tapınırken şöyle bağırdılar: “Ey İsrail, sizi Mısır’dan çıkaran tanrınız budur.” Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta şudur: Harun, halkın putperestliğinin utancını gizlemek için yapılan puta Rabbin adını verdi. Buzağının önünde bir sunak yaptı ve şunu ilan etti: “Yarın Rabbin [YEHOVA) onuruna bayram olacak”. Bu, inanç değiştiren bir Hıristiyanlığın yaptığı ile aynı şeydir. Kendi putlarını yaparlar ve onlara tapınmayı Rabbe tapınmak olarak adlandırırlar; ve böylece canları, Tanrı’nın önünde yaptıkları bu gerçek iğrençliği kabul etmek konusunda aldatılmış olur. Bu altın buzağı nedir? Harun’un ifade ettiği şekilde söylenecek olursa, Yehova’nın bir örneği idi. Bu nedenle, Romanistler ve dinsel törenlere göre tapınma taraftarları tartışırlar ve bunun sonucunda putperestliklerine Mesih’in adının ve Hıristiyanlığın değerini verirler. Bundan dolayı burada resmedilen bu olay, ilkinden daha kötü olan Yahudilerin son durumuna bir örnek teşkil edebilir ve aynı zamanda günümüz ile ilgili olarak da oldukça eğiticidir. Burada söz konusu olan, İsrail’in Yehova’yı ve O’nun hizmetkarı Musa’yı reddetmiş olmasıdır.İsrail halkı inancını değiştirdi ve inanç değişikliği modern Hıristiyanlığın gerçek durumunu ifade eden tek sözcüktür. Hıristiyanlık, bu ada sahip olmayı sürdürürken, Tanrı’nın sağındaki Mesih’in yetkisini reddetmiş olmaktadır.

Tanrı’nın gazabının bu halka karşı alevlenmesine şaşırmamak gerekir.

“Rab, Musa’ya, ‘Aşağı in’ dedi, Mısır’dan çıkardığın halkın baştan çıktı. Buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir buzağı yaparak önünde tapındılar, kurban kestiler. ‘Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkaran ilahınız budur’ dediler. Rab, Musa’ya, ‘Bu halkın ne inatçı olduğunu biliyorum’ dedi, ‘Şimdi bana engel olma, bırak öfkem alevlensin, onları yok edeyim. Sonra seni büyük bir ulus yapacağım.’ “ (7-10. ayetler)

İsrail, Tanrı’nın adil yargısına kendini maruz bıraktı. Halk, kendi isteği ile gönüllü bir şekilde bereket koşulu olarak Tanrı’nın yasasına itaat etmeye söz vermişti; ve antlaşma kanın serpilmesi aracılığı ile – ölümün simgesi – antlaşmanın ihlali halinde ölüm cezası ile mühürlenmişti. Şimdi bu cezaya maruz kalmışlardı. Bu nedenle Tanrı onlara artık Kendi halkı olarak davranmak istemez. Halk, Tanrı’yı reddetmişti ve Musa’dan, kendilerini Musa’dan çıkaran adam olarak söz etmişlerdi; ve Rab onları bu sözleri ile ele alır. Bundan dolayı Musa’ya şu sözleri söyler: “Mısır’dan çıkardığın halkın baştan çıktı, “ v.b. (ayet 7) Onların günahını tanımladıktan sonra, Tanrı onlar ile ilgili ağır yargısını ilan etti: “Bu halkın ne inatçı olduğunu biliyorum. Şimdi bana engel olma, bırak öfkem alevlensin, onları yok edeyim. Sonra seni büyük bir ulus yapacağım.” (9, 10. ayetler)

Böylece İsrail, kabul etmiş olduğu yasanın adil taleplerine göre ve bereket koşulu olarak vaat ettikleri itaat uyarınca kendilerini toparlayamayacak kadar kayboldular ve kendi istekleri ile işledikleri günah ve yaptıkları inanç değişikliği yüzünden mahva uğradılar.

Rabbin ilan ettiği sözler Musa’nın yüreğinde benzersiz güzellikte ve güçte bir aracılık isteği uyandırdı. Rab, Musa’ya şöyle demişti: “Seni büyük bir ulus yapacağım.” Ama Musa halkına duyduğu sevgi nedeni ile kendini düşünmedi ve kendisine sağlanacak olan bereket ile ilgilenmedi, Musa, yalnızca Rabbin yüceliğini düşünüyor ve İsrail’in içinde bulunduğu sefil durum ile ilgileniyordu. Musa, lütuf aracılığı ile bir aracının konumuna yükselmek için güç aldı; ve Rabbe bir aracı olarak yalvarır iken, tüm canını ortaya döktü. Yalvarışında sergilediği karakter çok dikkat çekicidir. Musa, halkın günahını bir an için bile hafife almadı – böyle bir şey yapamazdı: Tanrı’ya merhamet etmesi için yalvaramazdı da, çünkü Sina Dağındaki antlaşmada merhamete yer yoktu; bu yüzden yaptığı tek şey Tanrı’ya güvenmek oldu ve O’nun yüceliğinin, kurtarmış olduğu Halkı ile bağlantılı olarak gerektirdiklerine bel bağladı. Öncelikle üzerinde durduğu nokta, Tanrı İsrail’i yok ettiği takdirde, Adına Mısırlılar arasında onur verilmeyeceği idi. Musa, Yehova’ya Kurtarışı aracılığı ile Halkı arasında kurduğu bağı hatırlattı. Tanrı Musa’ya, “senin” halkın demişti. Ama Musa Tanrı’ya yalvarırken bu halkın O’nun halkı olduğunu belirtti. Musa bu bağın bozulmasını kabul etmeyecekti ve şöyle feryat etti: “Ya Rab, niçin kendi halkına karşı öfken alevlensin? Onları Mısır’dan büyük kudretin ile, güçlü elin ile çıkardın. Neden Mısırlılar, ‘Tanrı kötü amaç ile, dağlarda öldürmek, yeryüzünden silmek için onları Mısır’dan çıkardı?’ desinler.” (11, 12. ayetler) Halkın utanç verici inanç değişikliğine rağmen, Musa’nın yalvarışı İsrail’in hala Tanrı’nın halkı oluşu ile ilgili idi ve Tanrı’dan Yüceliği ile halkını esirgemesini istiyordu. Aksi takdirde düşman İsrail’in yok edilmesinden sevinecek ve bu yüzden Tanrı’nın onuruna leke sürecekti. Bu yakarışta karşı konulması imkansız bir güç vardı. Yeşu, İsrailliler ay halkının önünde bozguna uğradıkları zaman, buna benzer özellikte bir yakarışta bulunur ve şöyle der: “Kenanlılar ve ülkede yaşayan öbür halklar bunu duyunca çevremizi kuşatacak, adımızı yeryüzünden silecekler. Ya sen ya Rab, kendi yüce adın için ne yapacaksın?” (Yeşu 7:9) Her iki olayda da iman, Tanrı’ya güveniyordu, olayı Tanrı’nın kendi yüceliği ile özdeşleştiriyordu ve bu noktadan hareket ederek talepte bulunuyordu; bu, Tanrı’nın hiç bir zaman geri çeviremeyeceği bir talep idi. Ama Musa’nın bir başka talebi daha vardı. Aracılığının gücü ile – hiç kuşkusuz Tanrı’nın eyleminin bir ürünü – Musa, geçmişe dönerek Rabbe, İbrahim, İshak ve Yakup’a vermiş olduğu kesin ve koşulsuz vaatleri hatırlatır; yalan söylemesi mümkün olmayan Tanrı’ya, değişmesi imkansız olan iki konudan söz eder. (İbraniler 6:18) Kutsal Yazılarda, üstün aracılık ile ilgili bundan daha güzel bir örnek bulunamaz. Ortaya çıkan aciliyet konusunda her şey aracıya bağlı idi ve Tanrı lütuf ile davranarak aracı olabilecek kişiyi ve halkın davası için yalvaracak olanı tedarik etmişti. Bu sağlayışın temeli, onların ne oldukları değildi, çünkü kutsal bir Tanrı’nın haklı öfkesine maruz kalmalarının nedeni günahları idi. Sağlayışın temeli, bu nedenle, Tanrı’nın ne olduğu, ve atalara ant ve vaat ile açıklanan ve onaylanan Tanrı’nın amaçları idi. Rab işitti ve “Halkına yapmak istediği kötülükten vazgeçti.” İman etmek için ne kadar büyük bir teşvik! İşitilmesi gereken duanın işitilmesinin imkansız gibi göründüğü durum, yalnızca böyle bir durum olabilirdi. Ama Musa’nın imanı tüm güçlüklerin üstüne çıktı ve Yehova’nın eline yapıştı, O’nun yardımına sarıldı; ve Tanrı Kendisini inkar edemeyeceği için Musa’nın duasına yanıt ihsan edildi. Doğru kişinin etkili ve hararetli duasının pek çok şey elde edeceği kesindir.

“Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levha ile dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılı idi. Onları Tanrı yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O’nun yazısı idi. Yeşu, bağrışan halkın sesini duyunca, Musa’ya, ‘Ordugahtan savaş sesi geliyor’ dedi. Musa şöyle yanıtladı: ‘Ne yenenlerin, ne de yenilenlerin sesidir bu; ezgiler duyuyorum ben.’ Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve dans eden insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı. Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya sererek İsraillilere içirdi. Harun’a, ‘Bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin?’ dedi. Harun, ‘Öfkelenme efendim!’ diye karşılık verdi, ‘Bilirsin, halk kötülüğe eğilimlidir. Bana, ‘Bize öncülük edecek bir ilah yap. Bizi Mısır’dan çıkaran adama ne olduğunu bilmiyoruz’ dediler. Ben de, ‘Kimde altın varsa çıkarsın’ dedim. Altınlarını bana verdiler. Ateşe atınca bu buzağı ortaya çıktı!’” (15-24. ayetler)

Sina Dağındaki antlaşma ihlal edilmiş idi – telafi edilemez bir şekilde bozulmuş idi. Musa, Rabbin huzurundan aşağıya, ordugaha inmek üzere döndüğü zaman, üzerinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayı da yanına aldı; ve Tanrı’nın Ruh’u, taş levhaların tanrısal ve mükemmel özelliğine dikkat çekmek için bu durumdan yararlanır. “Onları Tanrı yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O’nun yazısı idi.” (ayet 16) Hepsi tanrısal idi – başlangıçları tanrısaldı ve yürürlüğe konmaları tanrısaldı. Ama bu tanrısal yasa levhaları ordugaha hiç bir zaman ulaşmadılar. Halk, kendisi ve Tanrı arasındaki antlaşmayı tamamen ihlal etmişti; ve bu yüzden yalnızca yasa temelinde bir itaat artık söz konusu olamazdı. Yapılan aracılığın bir karşılığı olarak merhamet objeleri olabilirlerdi, ama aleni günahkarlar olarak seve seve kabul ettikleri antlaşmayı ihlal etmiş ve şimdi putperestler haline gelmişlerdi. Yeşu ordugahtan gelen sesi işittiği zaman bunun bir savaş gürültüsü olduğunu düşündü; ama Musa, Tanrı’nın huzurunda çok uzun süre kalmış biri olarak kulaklarına ulaşan seslerin gerçek karakterini ayırt etme konusunda Yeşu’dan daha hızlı davrandı. “Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve dans eden insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.” Musa’nın, Tanrı’nın halkı ile ilgili olarak nasıl Rabbin Kendi düşüncesi ile tam bir paydaşlık içinde olduğuna dikkat edin. Tanrı, halka öfkelendi ve Musa, bu yüzden Tanrı’ya halk için aracı olarak yalvarmış olmasına rağmen, yine de, aşağıya indiği ve altın buzağıyı gördüğü zaman, öfkelenmekten kendini alamadı. Eğer Musa’nın yasa levhalarını kırmasının nedeni bu ise, halkın antlaşmayı ihlal etmesi ve aynı zamanda put yapmaları yüzünden öfkesini ifade etmesi Tanrı’nın düşüncesi ile tam bir uyum içinde idi. Birinin söylediklerinden bir aktarma yapalım, “Musa’nın halkın arasında neler olup bittiğini anlama konusunda başarılı olan kulağı, onların ahmakça ve küfür niteliğindeki sevincini duyar. Musa ordugahta Tanrı’nın buluşma çadırından önde gelen altın buzağıyı gördükten hemen sonra levhaları dağın eteğinde parçalar; ve dağda iken Tanrı’nın yüceliği uğruna Tanrı önünde halk için gayretlidir, aşağıya indiği zaman ise, yine Tanrı’nın yüceliği uğruna Tanrı için gayretlidir. Çünkü iman, Tanrı’nın yüce olduğunu (mantıklı herkesin yapacağı budur) görmenin çok daha ötesinde güce sahiptir; iman, Tanrı’nın yüceliğini ve Tanrı’nın halkını birleştirir ve bundan dolayı O’nun yüceliği ile ilgili olarak Tanrı’nın, onları her koşulda bereketleyeceğine güvenir ve bedeli ne olursa olsun,

bu yücelik ile uyumlu olarak onlardaki kutsallık hakkında ısrar eder, öyle ki, bu yüceliğe, onunla özdeşleşmiş olanlar tarafından küfür edilemesin.” Bunlar ağır ve doğru sözlerdir ve böyle bir günde Rabbin halkının yüreklerinin derinliklerine yerleşmeleri gerekir – inancını ağzı ile ikrar eden Hıristiyanlığın “ordugahı” Musa’nın dağdan indiği zaman gördüklerinden farklı bir görünüm sunmaz; ve herhangi bir güçlük karşısında kilisede O’nun uğruna hareket etme sorumluluğunu taşıyan ve Mesih ile gerçekten özdeşleşmiş olan Rabbin hizmetkarları üzerinde çok düşünmeleri gerekir. Çünkü önce Tanrı’nın halkı uğruna Tanrı’nın önünde gayretli olmaz isek, O’nun aşağıdaki halkı ile ilgilenirken O’nun yüceliği için gayretli olamayız.

Musa, daha sonra Harun ile ilgilenir – onu halkın üzerine böylesine büyük bir günah getirmekle suçlar. Bu durumu anlamamıza yardımcı olması amacı ile ekleyeceğimiz bir başka durum, Yasa’nın Tekrarı kitabında bulunur. Musa bu konuda şöyle der, “Rab Harun’a da onu yok edecek kadar öfkelenmişti. O sırada Harun için de yakardım.” (Yasa’nın Tekrarı 9:20) Harun’un, Musa’nın yokluğu sırasında halktan sorumlu kişi olarak görüldüğüne kuşku yoktur. Zaten bu nedenle, durum ile ilgili özel bir suçlamaya maruz kalır; ve öyküde anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi halkın arzu ettiğini yerine getirmekte hiç de ağır davranmaz. İsrail için geçerli olan, Harun için de geçerlidir – hem halk hem de Harun Musa’nın aracılığı ile günahlarının idari sonuçlarından esirgenirler, ama günahın Tanrı’ya karşı olan suçu ortada kalmıştır. Bu farklılığın akıllarda özenli bir şekilde tutulması gerekir ya da daha sonra infaz edilen yargı, şu ifade ile uyum içinde değilmiş gibi görünebilir: “Rab, halkı için yapmayı düşündüğü kötülükten vazgeçti.” Ulus, Tanrı’nın Sina’nın yasasının temelindeki idaresinin sonucu olarak yok edilecekti, ama Musa’nın aracılığı sayesinde bu gerçekleşmedi. Tanrı, halkı bu sonuçtan kurtardıktan sonra yine de halkı cezalandırmak için özgürdü – bölümün sonunda gördüğümüz gibi, “Rab halkı cezalandırdı. Çünkü Harun’a buzağı yaptırmışlardı.” İfade edilen bu sözcükler ile Harun farklı bir konuma yerleştirilmiştir; çünkü kahinlik görevine sahip olduğu için özellikle suçlu bulunur. Musa’ya verdiği karşılık, günahı konusunda ikna edilmiş bir yüreğe sahip olduğunu açıklar. Adem nasıl suçu Havva’nın üzerine attı ise, ve Havva da suçu yılanın üzerine attı ve Harun da aynı şekilde kendisini, halkı bahane ederek savunmak ister. Halkın, “şeytanın tuzağına düştüğü” doğrudur; ama Harun’un günahı, halka istediklerini yapmak konusunda yardımcı olmasıdır. Harun, onların arzularına boyun eğmektense, ölmesi daha doğru olurdu; gösterdiği zayıflık – Rabbin iyilik ve lütfuna rağmen sık sık yaptığı bir davranış – onun utancı ve suçu idi.

Halkın başıboş hale (çünkü Harun onları dizginlememiş ve düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu) geldiğini gören Musa, Harun’u bıraktı ve Rab için duyduğu kutsal bir gayret ile yanarak ordugahın girişinde durdu ve şöyle bağırdı: “Rabden yana olanlar yanıma gelsin!”Artık kötülüğü gizlemek ya da ödün vermek için zaman yoktu. Tanrı ve Şeytan arasında tarafsız kalmak inançtan sapmış olmaktan başka bir şey olamazdı. Böyle bir zamanda Rabden yana olmayan, O’na karşıdır. Ayrıca, Musa’nın, Rabi kabul ettiğini söyleyen bir halkın ortasında bu şekilde bağırmış olmasına dikkat edin. Ordugahtakilerin hepsi İsrailli idi. Ama şimdi bir ayrılığın gerçekleşmesi söz konusu idi ve Musa’nın, “Rabden yana olan kim?” şeklindeki meydan okuması, olup biteni gözler önüne seriyordu. Musa, Rabbin merkezi oldu; ve bu yüzden onun çevresine toplanmak, Rabden yana olmak, onun çağrısını reddetmek ise Rabbe karşı olmak anlamına geliyordu. Musa’nın bu çağrısının etkisi ne oldu? Tüm İsrail oymaklarının içinden neden yalnızca Levi oymağı sadık çıktı? “Bütün Levililer Musa’nın

çevresine toplandı.” Tüm ordugah tam bir isyan sergilerken, Levililerin Rabden yana olmaları – Rabbin lütfu aracılığı ile – onurlu bir davranış idi. Levililerin gösterdiği sadakat Rabbin gözünde kim bilir ne kadar değerli idi! Yasa’nın tekrarı’ndaki ayetlerden anlaşıldığına göre, Rab, bu dönemdeki davranışlarından dolayı Levilileri, buluşma çadırında özel bir hizmet ile görevlendirdi. Musa bu konuda şöyle der: “O zaman Rab, kendi Antlaşma Sandığını taşıması, kendisine hizmet etmek üzere önünde durması ve O’nun adı ile kutsaması için Levililer oymağını ayırdı. Bu gün de aynı görevi yapıyorlar. Bu yüzden Levililer kardeşleri olan öbür oymaklar gibi pay ve mülk almadılar. Tanrınız Rabbin onlara verdiği söz uyarınca onların mirası Rab’dir.” (Yasa’nın Tekrarı 10:8,9) Gösterilen sadakat, sıradan bir sadakat değildi; çünkü Musa’nın çağrısına karşılık verdikten sonra Musa aracılığı ile kendilerine şu emir buyuruldu: “İsrail’in Tanrısı Rab diyor ki, ‘Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.’ Levililer Musa’nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün, halktan üç bin adam öldürüldü. Musa, ‘Bu gün kendinizi Rabbe adamış oldunuz’ dedi. ‘Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için bu gün Rab sizi kutsadı.’” (27,28. ayetler)

Böylece yalnızca Levi oymağı kendilerini putperest kardeşlerinden ayırarak ve Tanrı’nın halkının işlediği suça karşı hiç duraksamadan Tanrı’nın tarafına geçerek tanrısal çağrıya karşılık verdi. Bu, yürekleri araştıran bir deneme idi – Levililerin benliğin her isteğini bir kenara bırakmalarını talep eden bir deneme. Evet, Levililerin, Musa’nın da söylediği gibi şöyle davranmaları gerekiyordu: “O, annesi ve babası için, ‘Onları saymıyorum’ dedi. Kardeşlerini tanımadı. Çocuklarını bilmedi. Ama senin sözünü tuttu ve antlaşmana bağlı kaldı.” (Yasa’nın Tekrarı 33:9) Tanrısal çağrıya bedeli ne olursa olsun itaat edildi ve bundan dolayı ve İsrail’in içine düştüğü kötülükten tamamen ayrıldı. Tanrı, genellikle Halkını aynı şekilde dener; ve ne zaman karışıklık ve çöküş başlasa, tanrısayarlar için yürünecek tek yol, Levililerin yürüdükleri yoldur – tam yürek ile, hiç sorgulamadan itaat etmek. Böyle bir yol, akrabalık ilişkisi nedeni ile acı verecektir – yaşamlarındaki en yakın ilişkilerini teslim etmek ve doğal bağlarını koparmak, her şeye rağmen yine de berekete götüren tek yoldur. Eğer bu kötü günde Rabbin Sözü’ne boyun eğerek Rabbin adını onurlandırmayan kişiler var ise, hepsi yüreklerini değiştirsinler.

Musa ertesi gün, dağa, Rabbin yanına döndü.

“Ertesi gün halka, ‘Korkunç bir günah işlediniz’ dedi, ‘Şimdi Rabbin huzuruna çıkacağım. Belki günahınızı bağışlatabilirim.’ Sonra Rabbe dönerek,’Çok yazık, bu halk korkunç bir günah işledi’ dedi, ‘Kendilerine altın put yaptılar. Lütfen günahlarını bağışla, yoksa yazdığın kitaptan adımı sil.’

Rab, ‘Kim bana karşı günah işledi ise, onun adını sileceğim’ diye karşılık verdi. ‘Şimdi git, halkı istediğim yere götür. Meleğim sana öncülük edecek. Ama zamanı gelince günahlarından ötürü onları cezalandıracağım.’” 30-34. ayetler)

Musa, önce günahları nedeni ile halkı suçlar ve sonra halka duyduğu sevgi nedeni ile onlar adına Rabbin huzuruna çıkmayı teklif eder ve şöyle der: “Belki günahınızı bağışlatabilirim.” Bu konu ile ilgili olarak Musa ve Rab İsa arasındaki karşıtlık, biri tarafından şu hoş ifade ile aktarılır: “Değerli Kurtarıcımızın işi ile kıyaslandığında burada nasıl da bir karşıtlık ile karşılaşırız! O, Tanrı’nın işini yapmak üzere gök yüzünden – Baba’nın Yüceliğinde sahip olduğu yerden - aşağı geldi; ve yasayı yerine getirdi (bu antlaşmanın işaretleri olan levhaları yok etmek yerine onların, insanın yerine getirmesi imkansız olan taleplerini yerine getirdi), buna rağmen ihlal edilen yasanın cezasını O üstlendi; ve neşesiz bir şekilde, “belki günahınızı bağışlatabilirim” demek yerine göğe dönmeden önce kefaret görevini başarı ile tamamladı; aksi takdirde Tanrı’nın kutsallığı ve adaleti anında sıfırlanmış olurdu. Kefaret görevini tamamladığına dair kanıt olan değerli kanı aracılığı ile yeni antlaşmayı onayladı; Tanrı’nın önünde sunduğu kanın Tanrı için değerli olduğuna ilişkin kuşku yoktur.” Evet, Musa’nın aracı olduğu doğrudur, ama bu özelliği ile Mesih’in sembolü olduğunu düşünmek yanlıştır.

Ama Musa geri döndü, halkının günahını itiraf etti ve onların bağışlanmaları için onlara duyduğu sevginin yoğunluğu ile yalvarışta bulundu. Hatta – daha ileri gidemezdi – yalvarışına şu sözleri ekledi: “Eğer günahlarını bağışlamazsan yazdığın kitaptan adımı sil.” Musa, kendisini halkı ile öylesine özdeşleştirmişti ki – Tanrı’nın Ruh’u tarafından üretildiği zaman, aracılık ederken sahip olunan tüm gücün kaynağı – onlar bağışlanmadıkları takdirde, onlar ile birlikte yok edilmeyi arzuladı. Bu, suçlu İsrail’e duyduğu yoğun sevginin taşan coşkusu idi. Elçi Pavlus da aynı konu ile ilgili olarak benzer sözler kullandı: “Kardeşlerimin, soydaşlarım olan İsraillilerin yerine ben kendim lanetlenip Mesih’ten uzaklaştırılmayı dilerdim.” (Romalılar 9:3) Tanrı, hizmetkarının isteğine razı oldu, çünkü halkı adına ne kefaret edebilirdi ne de etmişti – İsteğindeki tek temel, kutsal bir Tanrı’nın, halkını adil kalarak bağışlayabileceği idi. Ama aracılığı halkını, günahlarının idari sonucundan – suçlarının cezası olarak yok edilmeleri - kurtarmaya yeterli olacak üstünlüğe sahip idi. Rabbin katlanışı ile esirgenmelerine rağmen, Tanrı onları şu sözler ile bireysel olarak sorumluluk altına koydu: “Kim bana karşı günah işledi ise, onun adını Kitabımdan sileceğim.” (ayet 33) Bundan sonra Musa’ya gitmesini ve halkı, O’nun vaat etmiş olduğu yere götürmesini buyurarak şöyle dedi: “Meleğim sana öncülük edecek. Ama zamanı gelince, günahlarından ötürü onları cezalandıracağım. Ve Rab halkı cezalandırdı. Çünkü Harun’a buzağı yaptırmışlardı.” Yehova artık aralarında değildi, ama bir melek onlara öncülük edecekti ve halk, günahlarından ötürü hala yargı altında idi. Musa’nın açısından yeni bir hareket ve aracılı üreten bu değişimin sonuçları ile ilgili bilgi gelecek bölümde verilecektir.

“Rab, Musa’ya, ‘Buradan git’ dedi, ‘Sen ve Mısır’dan çıkardığın halk, İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a, ‘Orayı senin soyuna vereceğim’ diye ant içtiğim topraklara gidin. Süt ve bal akan ülkeye senden önce bir melek gönderecek, Kenan, AMor, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını oradan kovacağım. Ben sizinle gelmeyeceğim, çünkü inatçı insanlarsınız. Belki sizi yolda yok ederim.

Halk bu kötü haberi duyunca, yasa büründü. Kimse takı takmadı. Çünkü Rab, Musa’ya şöyle demişti: ‘İsrailliler’e de ki, ‘Siz inatçı insanlarsınız. Bir an aranızda kalsam sizi y ok ederim. Şimdi üzerinizdeki takıları çıkarın, size ne yapacağıma karar vereyim.’ Böylece Horev Dağı’ndan sonra İsrailliler takılarını çıkardı.” (1-6. ayetler)

Bu ifadede yer alan pek çok noktaya dikkat edilmesi gerekir, çünkü halkın şimdi içinde bulunduğu durumu ifade ederler. Öncelikle üzerinde durulacak nokta, halkın, işledikleri suç yüzünden vazgeçtikleri Tanrı ile olan ilişkilerini Rabbin bu ilişkiye tekrar geri almamasıdır. Halk, O’nu reddetmişti ve O’nun halkı ile arası hala düzelmemişti. Bu nedenle, Musa’ya hala şöyle diyordu: “Sen ve Mısır’dan çıkardığın halk.” İkinci nokta, onlara ülkeyi yine de vaat ediyor olmasıdır; bu vaat, Musa’nın ilk aracılığı sırasında Tanrı’nın, atalara vermiş olduğu kesin ve koşulsuz sözler ile garantilenmişti. (32:13) Ama, üçüncü nokta, O’nun, halkı ile birlikte gitmeyeceğini bildirmesidir. Şöyle der: “Çünkü inatçı insanlarsınız. Belki sizi yolda yok ederim.” İnsani bir şekilde konuşacak olursak, kutsal bir Tanrı, suçlu bir ulusun arasında nasıl kalacağını bilmiyordu. Son olarak, Tanrı, yargı ile tehdit eder ve halka takılarını çıkarmalarını buyurur, öyle ki, onlara ne yapacağını bilebilsin. Tanrı, yoksul halkının durumunu ölçüp biçer ve vurmadan önce durur, günahları nedeni ile alçaldıklarını ve almış oldukları haberler üzerine yas tuttuklarını görür. Bu, ağır da olsa çarpıcı bir sahnedir – takılarını çıkarmış olan halk, ilan edilen yargıyı yürek acısı ve üzüntü içinde beklemektedir; ve Rab darbe vurulmadan önce durmuştur.

Ama halkının günahları için yargı ilan eden Tanrı, Musa’nın yeni bir hareketi aracılığı ile halkının yargıdan kaçması için bir yol sağladı. Her şeyden önce, buluşma çadırını ordugahın dışına kurdurdu.

“Musa bir çadır alır, ordugahın dışına, biraz öteye kurardı. Ona, ‘Buluşma Çadırı’ derdi. Kim Rabbe danışmak istese, ordugahın dışındaki bu Çadır’a giderdi. Musa ne zaman çadıra gitse, bütün halk kalkar, herkes çadırın girişinde durarak Musa içeri girinceye kadar onun arkasından bakardı. Musa çadıra girince, bulut sütunu aşağı iner, Rab Musa ile konuştuğu sürece çadırı kapardı. Bulut sütununun çadırın girişinde durduğunu gören herkes kalkar, kendi çadırının girişinde tapınırdı. Rab Musa ile iki arkadaş gibi yüz yüze konuşurdu. Sonra Musa ordugaha dönerdi. Ama genç yardımcısı Nun oğlu Yeşu çadırdan çıkmazdı.” (7-11. ayetler)

Musa çadırı 1 ordugahın dışına kurarken, Rabden aldığı doğrudan bir buyruk ile hareket ediyor gibi değildir. Bu, daha çok Musa’nın, hem Tanrı’nın karakterini hem de halkın durumunu düşünerek ruhsal bir farkındalık ile hareket etmesinden kaynaklanır.

Tanrı’dan öğretiş alan Musa, altın buzağın bulunmuş olduğu ve murdar ettiği bir ordugahın ortasında Yehova’nın artık kalamayacağını hisseder. Ordugahın çok uzağında bir yer yapmasının nedeni budur ve bu çadırı buluşma çadırı olarak adlandırır.Bu, Rabin Musa’ya söylemiş olduğundan son derece farklı bir şeydi: “Bana kutsal bir konut yapsınlar ki, aralarında bulunabileyim.” Onlar artık Rabbin halkı olmayacaklardı – Tanrı’yı merkez alarak O’nun çevresinde toplandılar; ama O dışarıda kaldığı için “kim Rabbe danışmak istese, ordugahın dışındaki Buluşma Çadırına giderdi.Böylece bu, bireysel bir konu haline geldi ve gerçekten tapınanlar bu ordugah dışındaki ere giderlerdi – sahte bir tanrıyı kabul etmiş olan ordugahtan ayrı bir yeri tercih ederlerdi. Bu durum, bize çok değerli ve önemli bir ilkeyi gösterir. Çünkü İsrail’in Rabbin halkı olduğuna dair ikrarı bulunduğunun hatırlanması gerekir; ama şu andaki durumu öyle bir hal almıştır ki, Rab artık İsraillilerin arasında duramamaktadır. İbraniler kitabından aldığımız bilgiye göre bu durum daha sonra çözümlenir; ve bundan dolayı İbraniler kitabında şu öğüdü okuruz: “Öyle ise biz de O’nun uğradığı aşağılanmaya katlanarak ordugahtan dışarıya çıkıp onun yanına gidelim.” (İbraniler 13:13) Rabbin adı onurlandırılmadığı ve O’nun yetkisi reddedildiği ve yerine bir başka yetkiye boyun eğildiği zaman, tanrısayar kişiler ruhta ve gerçekte tapındıkları takdirde, gidecekleri tek yer ordugahın dışıdır. Musa’nın durumunda olduğu gibi, böyle bir ayrılık için duyulan ihtiyacın bir ruhsal farkındalık konusu olduğuna özenle dikkat edilmesi gerekir. Bir önceki bölümün sonunda yer alan Levililerin durumunda olduğu gibi bu, yüce ve kutsal bir ayrıcalık haline geldiği zaman, bunun için belli dönemler ve sezonlar bulunduğu dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Levililer, Rabbin tarafına geçerek Rabbin halkına ve bu halkın yaptıklarına karşı olduklarına en azından tanıklık ettiler. Ve Musa’nın olayında olduğu gibi, Tanrı’nın halkının Rabbin yetkisini reddetmesi ve putperest uygulamaları gibi davranışlarının dışında kaldılar. Böyle bir adım atmalarının nedeni hiç kuşkusuz Tanrı Sözü’nün yetkisi olmalıdır – kötü günde başvurabileceğimiz tek kaynağımız olduğu gibi çevremizdeki karanlığın içinde adımlarımızı aydınlatan tek ışık. Ama değerler hakkında verilecek olan sözün uygulanışı Tanrı’nın Ruh’u aracılığı ile gerçekleşen bir ruhsal bilgelik ve farkındalık konusu olmalıdır.

Musa çadırı kurduktan sonra tüm halkın gözü önünde dışarı gitti ve çadırdan içeri girdi; Rab, Musa’nın eylemine hemen karşılık verdi, çünkü bulut sütunu aşağı indi ve çadırın girişini kapadı ve Tanrı Musa ile konuştu. (ayet 9) Rab, ordugahın dışında Kendisini, şimdiye kadar hiç açıklamadığı bir şekilde açıkladı ve bunu öyle çarpıcı bir şekilde yaptı ki, halk “kalktı ve kendi çadırının girişinde tapındı. Ve Rab Musa ile iki arkadaş gibi yüz yüze konuştu.” Bu, tamamıyla yeni bir durum idi, Sina Dağı’ndaki yüce ve heybetli iletişimlerden bütünüyle farklı idi. Musa Tanrı’ya yaklaşma ve O’nunla iletişim anındaki mahremiyetinden daha önce hiç bu kadar çok zevk almamıştı. Rab, Musa’yı, Harun ve Meryem’in iftiralarından kurtararak haklı çıkardığı zaman, bu konudan söz ederken, bu zevkin hizmetkarına özel farklı bir ayrıcalık olduğunu ima etti. (Çölde Sayım 12:5-8) Bu gerçek teselli ile doludur – yok edilmeye ve hatta inanç değişikliğine rağmen, bu öğretiş iman ikrarında bulunan Tanrı halkını tanımlayabilir; O’nun düşüncesine sahip olanlar O’nun huzuruna giden yolu hala bulabilirler ve çevrelerini kuşatan murdarlıkların dışına çıkaran yolda yer almak için O’nun lütfu sayesinde güçlendirilirler; ve Rab bu tür kişilerin sadakatlerine ve imanlarına karşılık vererek Kendisini onlara en özel ve lütufkar şekilde açıklayacaktır.

Gerçek odur ki, inançtan dönen bir halkın kötülükleri ile özdeşleşmiş olarak biz de kaçınılmaz bir şekilde onların durumunu ve hata yargılarını paylaşırız; ama Rabbin düşüncesi ile uyumlu hareket edildiği takdirde, O’nun Kendisini açıklamasına engel olan durum uzaklaştırılacaktır. Bizler farklı bir konumdayız – bireysel iman ve canın bireysel halinin konumundayız. Ama bundan sonra hatırlanması gereken şey şudur: böyle davranan kişiler kendilerini yeni bir merkez çevresinde bireysel olarak toplanmış halde bulacaklardır. Musa’nın davranışı gerçekten de bir şekilde, şu sözün bir beklentisidir, “Nerede iki ya da üç kişi benim adım ile toplanırsa, ben de orada, aralarındayım.” (Matta 18:20) Ve bu güvence karmaşa ve çürümenin kol gezdiği günümüzde, aynı İsrail’in putperestliğinin orta yerinde Rabbi ordugahın dışındaki çadırda arayan kişiler için olduğu gibi, tanrısayar kişiler için tek kaynaktır. Ve sadelik ve iman ile buna yönelen kişiler, Musa gibi, Rabbin iyiliğinin ve varlığının özel görünümlerini elde edeceklerdir.

Musa,Tanrı ile yüz yüze konuştuktan sonra ordugaha geri dönerdi – o zaman aracı olarak tanınan Musa idi; ama ruhta Mesih’in bir örneği olan Yeşu, Tanrı’nın halkının önderi olarak çadırda kalır, oradan çıkmazdı. Musa, bu olaydan sonra aracı olarak, aracılık görevine başlar. Tanrı’nın onu yerleştirdiği konumu kabul eder – çünkü halkı, vaat edilen mirasa götürmek için atanan Musa’dır. (ayet 1) Tanrı, bu konumu, Musa’nın yakarışının temeli olarak görür.

“Musa, Rabbe şöyle dedi: ‘Bana, ‘Bu halka öncülük et’ diyorsun, ama kimi benimle göndereceğini söylemedin. Bana, ‘Seni adınla tanıyorum, senden hoşnudum’ demiştin. Eğer benden hoşnut isen, lütfen bana şimdi yollarını göster ki, seni daha iyi tanıyıp hoşnut etmeye devam edeyim. Unutma, bu ulus senin halkındır’.” (12,13. ayetler)

Musa, ilk önce kendisi için ricada bulunur. Öncelikle bilmek istediği, Tanrı’nın, kimi kendisi ile birlikte göndereceğidir. Tanrı, bir meleği öncü olarak göndereceğini söylemişti (ayet 2); ama Musa, daha fazlasını bilmek istiyordu; ve bu ricada bulunmasının nedeni, Rabbin ona, ‘Seni adın ile tanıyorum ve senden hoşnudum’ demesi idi. Musa, ayrıca Tanrı’nın yollarını da bilmek istiyordu, öyle ki, Tanrı’yı daha iyi tanıyabilsin ve O’nun gözünde lütuf bulabilsin. Ve sonra da halkı, Tanrı’nın önüne getirdi. Şimdi her şey bir aracı olarak Musa’ya bağlı olduğu için, Musa önce kendi isteğini sunar ve sonra halktan söz eder. Dokunaklı bir ifade ile, “Unutma, bu ulus senin halkındır” der. Tüm bunlar fazlasıyla iyidir ve aynı zamanda ilginç ve eğiticidir. Musa için Tanrı’nın, kendisini İsrail’e önderlik etmesi için atamış olması ve önünden bir meleğin gidecek olması yeterli değildi; Musa çölde yol alırken kendi yolundan değil, Tanrı’nın yolundan yürümeyi arzu etti, öyle ki, aynı zamanda Tanrı’yı da tanıyabilsin. Eğer halka önderlik edecek ise, ancak Tanrı’yı ve O’nun yollarını bilirse, tatmin olabilecekti. Aynı şey her imanlının ihtiyacıdır ve çölde yürürken bundan daha önemli olan hiç bir şey yoktur.

Rab lütfetti ve hizmetkarının duasını kabul etti. “Varlığım sana eşlik edecek, seni rahata kavuşturacağım” dedi. Bu yanıt, aracının feryadına verilen eksiksiz bir karşılık idi. Ve Musa’nın çöl yolunda kendisini ve halkı taşıması için ihtiyacı olan her şeydi. Tanrı’nın verdiği bu yanıt Musa’yı teselli etti ve yüreğini güçlendirdi – ve Musa şu yanıtı verdi: “Eğer varlığın bize eşlik etmeyecek ise, bizi buradan çıkarma.” (ayet 15)

Musa, şimdi, kendisini halk ile özdeşleştirir. Bu davranışı, Mesih’in yüreğinin değersiz bir şekilde ima edilişi değildir – Musa’nın İsrail için beslediği bu yoğun sevgi, İsrail’i kendisi ile birlikte Tanrı’nın önündeki iyilik yerinde bir araya getirir. Ve yalnızca bununla da kalmaz, daha da yükselir ve İsrail’i tekrar Tanrı ile bir araya getirir. Tanrı’nın, İsrail’e, onun tutumuna göre davrandığını belirtmiştik. Ve İsrail Tanrı’yı reddettiği için Tanrı Musa’ya İsrail ile ilgili olarak “senin” halkın demişti. Ama şimdi, Musa aracı olarak hareket ettiği için feryadı Tanrı’nın kulağına erişmiştir; Musa tekrar “Senin” halkın der ve sözlerine şöyle devam eder: “Yoksa benden ve halkından hoşnut kaldığın nereden bilinecek? Bize eşlik etmenden, değil mi? Ancak o zaman benimle halkın yeryüzünün öteki halklarından ayırt edilebiliriz.” (ayet 16) Musa böylelikle tanrısal iyiliğin – iyiliğin yenilenmesi - kanıtı olarak Tanrı’nın, halkına eşik etmesini ister. Bu gerçek, ancak o zaman bilinebilir; ve O’nun varlığının gerçeği ancak Halkına eşlik ettiği takdirde bilinecektir. Bu ilahi takdir sırasındaki ilke de aynıdır. Kutsal Ruh’un yeryüzündeki varlığı, Halkı, Tanrı için bir konut olarak bina eder, onları tüm diğerlerinden ayırır ve bunu öylesine eksiksiz bir şekilde yapar ki, mevcut olan yalnızca iki alan bulunur – Kutsal Ruh’un varlığının ve eyleminin alanı ve Şeytan’ın eyleminin ve gücünün alanı.

“Rab, ‘Söylediğin gibi yapacağım’ dedi, ‘çünkü senden hoşnut kaldım, adın ile tanıyorum seni.” (ayet 17)

Musa’nın yaptığı aracılığın başarısı böylece halkın yenilenmesini sağladı. Bir kez daha Rabbin halkı oldular – bir sonraki bölümde görüleceği gibi, artık yeni bir antlaşma altında bulunacaklardı; bu antlaşma şimdi açıklanmış olan Tanrı’nın karakteri ile uyumlu olarak bir yasa antlaşması olacaktı, ama lütuf ile karışmış olan bir yasa. Tanrısal iyiliğin Musa üzerindeki etkisi dikkat çekicidir. Lütfun birbirini izleyen her görünümü daha büyük arzuları ortaya çıkarır; ve Musa şimdi bundan dolayı Tanrı’nın yüceliğini görebilme özlemi duyar.

“Musa, ‘Lütfen görkemini bana göster’ der.” (ayet 18)

Lütfun can üzerindeki etkisi her zaman bu şekildedir. Tanrı’yı ne kadar çok tanır isek, O’nu tanımayı o kadar çok arzu ederiz. Ancak Musa’nın bu küçük ricası, imanlının bulunduğu konum ile aynı koşullarda değildir. Bizler şimdi peçesiz bir yüz ile Tanrı’nın yüceliğine bakıyoruz; Musa ise burada Tanrı’nın yüceliğini görebilmek için dua eder. ama bu şekilde ifade ettiği kutsal özlemi yine de Tanrı ile olan yakınlığının etkisini gösterir ve Kutsal Ruh’un can üzerindeki enerjik eyleminin sonucudur.

“ Rab, ‘bütün iyiliğimi önünden geçireceğim’ diye karşılık verdi, ‘Adımı, Rab adını senin önünde duyuracağım. Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma acıyacağım. Ancak, yüzümü görmene izin veremem. Çünkü yüzümü gören yaşayamaz.’ Sonra, ‘Yakınımda bir yer var’ dedi, ‘Orada kayanın üzerinde dur. Görkemim oradan geçerken seni kayanın kovuğuna sokup geçinceye kadar elim ile örteceğim. Elimi kaldırdığım zaman, sırtımı göreceksin. Ama yüzüm görülmeyecek.’” (19-23. ayetler)

Rab Musa’nın talebini işitir ve Musa’nın alması mümkün olanın en fazlasını ona ihsan eder. Tüm İyiliğini onun önünden geçirecek ve Yehova’nın adını ilan edecektir. Sonra İsrail’i esirgemek için harekete geçireceği Egemenliğinin ilkesini ortaya koyar; çünkü İsrail’e adil yasayı temel alarak davrandığı takdirde tüm ulusun yok olması gerekiyordu. Elçi Pavlus bu ayeti aynı gerçeği güçlendirmek için aktarır – Tanrı’nın egemen hakları uygulandığı zaman bir yandan İsrail esirgenmiş oldu, bir yandan da Firavun yok edildi. Musa’nın hedefi, İsrail’e verilen özel vaatler ile ulusların üzerine lütuf boca edilmesi konusunda uzlaşma sağlamaktı. Ve böylelikle, onlara o zaman, şimdi uluslara verilen Tanrı’nın egemen lütfuna aynı derecede ihtiyaç duyduklarını hatırlatmak için, onları altın buzağı ile ilgili işledikleri günaha geri götürmüş oldu – bu nedenle hem onlar hem de uluslar egemen merhamete ve lütfa aynı derecede muhtaç idiler ve bu ihtiyaçları karşılandı.Rabbin Musa’ya söylediği bu sözcük, deyim yerinde ise, bu gerçeğin kaynağıdır, ama Tanrı, İsrail’in tüm tarih çizgisi boyunca bu ilke uyarınca hareket etmişti. (bakınız Romalılar 9:7-13) Şimdi, tanrı’nın halkı esirgediği bu temel, Musa’nın aracılığına karşılık olarak onaylanır. Ama bununla birlikte Musa’ya ihsan edilen bu iyilik – Rabbin iyiliğini görme ve O’nun adını taşıma ayrıcalığı – Musa’nın, Tanrı’nın yüzünü görmesini ve ondan sonra yaşamasını sağlayamazdı. Rab, Musa’nın yanından geçerken onu “kayanın kovuğuna” sokacaktı. “Elimi kaldırdığım zaman sırtımı göreceksin. Ama yüzüm görülmeyecek.” Hayır, Tanrı, o zaman henüz tam olarak açıklanmamıştı; iş, Tanrı’nın, arada bir bulut olmadan günahkarı Huzuruna getirebilmesi için yeterince tamam değildi. Bu nedenle Musa’nın getirildiği konum ile Tanrı’nın lütfu altında olan en alçakgönüllü imanlının Tanrı’ya yaklaşması konusunda farklılıklar mevcuttur. Hıristiyan, İsa Mesih’in yüzünde Tanrı’nın yüceliğine bakabilir; ama Musa’nın, Tanrı’nın yüceliği geçerken “kayanın kovuğunda” gizlenmesi gerekiyordu – Mesih’teki imanlının bir ön iması olabilir. Bir başka kişinin söylemiş olduğu gibi: “Tanrı oradan geçerken Musa’yı saklayacaktı ve Musa O’nun yüzünü değil, sırtını görecekti. Tanrı’nın yolunda O’ndan bağımsız olarak O’nunla karşılaşamayız. Tanrı geçtikten sonra, O’nun yollarının tüm güzelliği görünür.” Bu konu, bir sonraki bölümde, İsrail ile olan antlaşmanın yeniden yapılması ile ilgili bir örnek olarak gösterilir.

“Rab, Musa’ya, ‘Öncekiler gibi iki taş levha kes’ dedi, ‘Kırdığın levhaların üzerindeki sözleri onlara yazacağım. Sabaha kadar hazırlan, sabah olunca Sina Dağı’na çık; dağın tepesinde, huzurumda dur. Senden başka kimse dağa çıkmasın, dağın hiç bir yerinde kimse görülmesin. Dağın eteğinde davar ya da sığır da otlamasın. Musa öncekiler gibi iki taş levha kesti. Rabbin buyurduğu gibi sabah erkenden kalktı, taş levhaları yanına alarak Sina Dağı’na çıktı. Rab bulutun içinde oraya inip onunla birlikte durdu ve adını Rab olarak duyurdu. Musa’nın önünden geçerek, ‘Ben Rab’bim’ dedi, ‘Rab, acıyan, lütfeden, tez öfkelenmeyen, sevgisi engin ve sadık Tanrı. Binlercesine sevgi gösterir, suçlarını, isyanlarını, günahlarını bağışlarım. Hiç bir suçu cezasız bırakmam. Babaların işlediği suçun hesabını oğullarından, torunlarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım.’” (1-7. ayetler)

Musa, tanrısal buyruğa itaat ederek kendisini sundu; İsrail’in, altına konacağı yasayı tekrar almak için hazırdı. Sina Dağı, bu nedenle, Rab ile yaptığı görüşmeye yeniden sahne olur. Vaadine sadık olan Rab, bulutun içinde oraya indi ve Musa ile birlikte orada durdu ve Rabbin

adını ilan etti. Kutsal Yazılarda bir kişinin adı – en azından Tanrı ile bağlantılı olarak – o kişinin doğasının ifade edilişidir; ve bu yüzden burada Tanrı’nın YEHOVA olarak ne olduğu

önem taşır. Burada hatırlanması elzem olan, İsrail ile ilişkide olanın Baba değil Yehova olmasıdır. Bundan dolayı buradaki açıklama, Tanrı ile ilgili yeterli bir açıklama değildir. Yeterli bir açıklama ancak çarmıhtan sonra mümkün olabilirdi; ama burada ilan edilen, Yehova’nın adıdır – Tanrı’nın bu karakter içindeki ifade edilişidir. “Günahkarın aklanması için günahkar ile olan ilişkisinin adı kesinlikle değildir, Yönetimi için İsrail ile olan ilişkisinin adıdır. Merhamet, kutsallık ve sabır Tanrı’nın İsrail ile olan yollarına işaret eder, ama Tanrı, suçlunun borcunu ödemez.” Tanrı’nın İsrail açısından ne olduğunu açıklaması, okuyucunun kendisinin incelemesi gereken bir konudur – bu görünümde yer alan her sözcük O’nun sabit karakterinin beyan edilişidir. Çarmıh gerçekleşene kadar bir araya gelmemiş olmalarına rağmen, merhamet ve gerçek birleşmiş görünürler ve aynı zamanda doğruluk ve esenlik de öpüştükleri zaman, hareketleri içinde uyumludurlar. Aynı zamanda burada sabır ile birlikte iyilik ve lütuf da mevcuttur; ama aynı zamanda kutsallık da vardır ve bu yüzden, binlercesine merhamet etmesine, suçu ve günahı bağışlamasına rağmen, Yehova suçlunun borcunu hiç bir zaman ödemez. O’nun yüreğinin halkına duyduğu sevgi ile dolu olduğu gerçektir, ama bu sevgi dolu yürek, eğer ifade yerinde ise, Tanrı tanrısaymazları adil bir şekilde akladığı zaman olan kefaret zamanının gerçekleşmesine kadar, dışarı vurmayan bir konumdadır. Ama her kim Tanrı’nın İsrail ile olan ilişkisini araştıracak olur ise, onların bu andan itibaren ülkeden kovulmalarına ve çarmıha kadar, kendilerine aynı davranışların sürekli olarak uygulandığını görecektir. Burada ilan edildiği gibi Tanrı hakkındaki tüm açıklama O’nun eski halkı ile olan ilişkisindeki yolları aracılığı ile yapılır. Aslında O’nun adının buradaki ilan edilişi, Sina Dağı’ndan itibaren Mesih’in ölümüne kadar olan yönetiminin özetidir. Ancak,

O’nun burada açıklanan harika karakterinin mükemmelliğini de itiraf etmemiz gerekir. Musa ile ilgili durumu tekrar gözden geçirdiğimiz zaman, bunun Hıristiyanların şimdi tadını çıkarttıkları durumdan farklı olduğu açıktır. Bu farklılığın yoğunluğu, kutsanmış Rabbimizin şu sözleri ile kıyaslandığı zaman, kesin bir şekilde kavranacaktır. Farklılık, Tanrı’nın Yehova olarak İsrail için ne ifade ettiği ve Baba olarak çocukları için ne ifade ettiği arasında bulunur.

Burada dikkatinizi çekmemiz gereken bir nokta daha var. Şeytan müdahale etmiş ve araya girmişti ve bir an için sanki Tanrı’nın, halkı ile olan planlarını bozma konusunda başarılı olmuş gibi görünmüş idi. Ama Şeytan her zaman, zafer kazanmış gibi göründüğünde, aslında en büyük yenilgisini yaşar. Bu gerçeğin en güzel sergilendiği yer, çarmıhtır; ama aynı gerçek altın buzağı ile bağlantılı olarak da algılanır. Bu olay Şeytan’ın işi idi; ama İsrail’in başarısızlığı, lütfu sayesinde sağlamış olduğu Musa’nın aracılığı ile Tanrı’nın, Kendisini daha çok açıklamasına ve lütfu yasa ile karıştırmasına vesile oldu. Şeytan’ın işleri, Tanrı’nın amaçlarına hizmet eder ve onun gazabı, tüm kötülüğünü ve düşmanlığını yönelttiği Tanrı’nın övülmesine dönüşür.

Şimdi, Yehova’nın adının ilan edilişinin Musa üzerinde yaptığı etkiyi gözden geçirelim.

“Musa hemen yere kapanıp tapındı. ‘Ya Rab, eğer benden hoşnut isen, lütfen bizimle gel’ dedi.’Bunlar inatçı insanlardır. Sen suçlarımızı, günahlarımızı bağışla. Bizi kendi mirasın olarak benimse.’” (8,9. ayetler)

Musa’nın üzerindeki ilk etki, kişiseldir. Musa’nın, tapınmak için Rabbin önünde yere kapanmasına neden olur. Tanrı’nın, Halkının yüreğinde yaptığı her açıklama bu tür bir sonuç üretir. Bu nokta, ataların deneyimlerinde dikkat çekici bir şekilde görülür. Şu tür kayıtlara sık sık rastlanır: “Rab Avram’a göründü … Avram, kendisine görünen Rabbe orada bir sunak yaptı.” (Yaratılış 12:7) Aynı şey Musa için de oldu. Musa, lütuf aracılığı ile canına yapılan açıklama karşısında öylesine etkilendi ki, tapınmak zorunda kaldı. Ama daha sonra hemen aracılık konumunu ele aldı. Lütuf altına getirilen Musa’ya Tanrı tarafından kabul edildiği hissettirilince ve aynı zamanda Musa, İsrail’in aracısı olarak da Tanrı tarafından kabul gördüğünü anladığı zaman, yine aracılık etmeye başladı; ve Rabbin kendileri ile birlikte gitmesi için dua etti ve bu duasını, Rabbin daha önce onlar ile birlikte gelmeyeceğini söylemesine rağmen yaptı. (Bölüm 33:3) Ayrıca günahların bağışlanması için yalvardı; ve Tanrı’nın onları mirası olarak benimsemesini rica etti. Musa’nın, artık kabul edilmiş bir aracının kesin konumunu elde etmesi sonucu, kendisini aracılık ettiği kişiler ile nasıl tam olarak özdeşleştirdiğinin farkına varmak, fazlasıyla hoştur. Musa şöyle der: “Bizimle gel”; “Suçlarımızı, günahlarımızı bağışla ve bizi kendi mirasın olarak benimse.” Bu, verilen önemin en büyük bir ilkesidir. Musa’nın yalnızca bir örneğini teşkil ettiği O’nda bu ilke mükemmel bir şekilde açıklanır. Ve bu ilke, Tanrı’nın halkı için yapılan her tür aracılığa uygulanacaktır. Gerçekten de Rabbin hizmetkarlarından herhangi biri, her ne zaman aracılık konumunda olur ise, bu özelliğe farklı bir şekilde dikkat çekilir. (bakınız Daniel 9; Nehemya 1 v.b.) Şimdi anlıyoruz ki, Tanrı’nın önünde aracılık konumunu elde etmemiz, O’nun lütfu olmadan gerçekleşemez, Tanrı’nın önünde başkaları adına asla güce sahip olamayız ve kendimizi Rabbin önünde yüreklerimizde taşıdığımız kişiler ile özdeşleştiremeyiz. Musa’ya bunu yapması için sağlayış lütfedildi ve Musa’nın duası kabul edildi ve karşılık olarak Rab, halk ile yeni bir antlaşma yaptı.

“Rab, ‘Senin halkın ile bir antlaşma yapıyorum’ dedi, ‘Onların önünde dünyada ve öteki ulusların arasında görülmemiş harikalar yapacağım. Arasında yaşadığın halk neler yapabileceğimi görecek. Senin için korkunç şeyler yapacağım. Bu gün sana verdiğim buyruğu tut. Amor, Kenan, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını senin önünden kovacağım. Gideceğin ülkedeki insanlar ile antlaşma yapmaktan kaçın. Çünkü bu senin için bir tuzak olur. Onların sunaklarını yıkacak, dikili taşlarını parçalayacak, Aşera putlarını keseceksiniz. Başka ilahlara tapmayacaksınız. Çünkü ben adı Kıskanç bir Rabbim, kıskanç bir Tanrı’yım. Ülke halkı ile herhangi bir antlaşma yapmayın. Yoksa onlar başka ilahlara gönül verir, kurban keserken sizi de çağırırlar; siz de gider yersiniz. Kızlarını oğullarınıza alırsınız. Kızlar başka ilahlara gönül verir iken, oğullarınızı da artlarından sürüklerler. Dökme putlar yapmayacaksınız. Size buyurduğum gibi, Aviv ayının belirli günlerinde yedi gün mayasız ekmek yiyerek Mayasız Ekmek Bayramı’nı kutlayacaksınız. Çünkü Mısır’dan Aviv ayında çıktınız.

Bütün ilk doğanlar benimdir; ister sığır ister davar olsun, ilk doğan erkek hayvanlarınızın tümü bana aittir. İlk doğan sıpanın bedelini bir kuzu ile ödeyin. Bedelini ödemeyecekseniz, sıpanın boynunu kıracaksınız. Bütün ilk doğan oğullarınızın bedelini ödemelisiniz. Kimse huzuruma eli boş çıkmasın. Altı gün çalışacak, yedinci gün dinleneceksiniz. Ekim, biçim vakti bile olsa dinleneceksiniz. İlk buğday biçiminde Haftalar Bayramı, yıl sonunda da Ürün Devşirme Bayramı yapacaksınız. Bütün erkekleriniz yılda üç kez İsrail’in Tanrısı ben egemen Rabbin huzuruna çıkacaklar. Öteki ulusları önünüzden kovacak, sınırlarınızı genişleteceğim,

Yılda üç kez Tanrınız Rabbin önüne çıktığınız zaman, kimse ülkenize göz dikemeyecek.Evinizde maya bulunduğu sürece bana kurban kesmeyeceksiniz. Fısıh kurbanı sabaha bırakılmayacak. Toprağınızın seçme ilk ürünlerini Tanrınız Rabbin tapınağına getireceksiniz. Oğlağı anasının sütünde haşlamayacaksınız.’ Rab Musa’ya, ‘Bunları yaz’ dedi, ‘Çünkü seninle ve İsrailliler ile bu sözlere dayanarak antlaşma yaptım.’ Musa orada kırk gün kırk gece Rab ile birlikte kaldı. Ağzına ne ekmek koydu ne de su. Antlaşma sözlerini, on buyruğu taş levhaların üzerine yazdı.” (10-28. ayetler)

Bu antlaşmanın buyrukları, yeniden tembih edilmelerine rağmen yeni değildirler. Yaklaşık her biri, daha önceden dikkate alınmıştır. (Bakınız Mısır’dan Çıkış 13 ve Mısır’dan Çıkış 23) Bu nedenle, onların özeliklerine kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır. Hepsinin temeli, Tanrı’nın, halkı için ne yapacağında yatar. (ayet 10) Bu noktadan itibaren Tanrı onlara çevrelerindeki uluslardan tamamen ayrılmalarını buyurur; ülke ellerine verildikten sonra kendilerini diğer halklardan, onların yollarından ve tapınmalarından uzak tutmaları gerekiyordu. Yalnızca, adı Kıskanç olan ve kıskanç bir Tanrı olan Rabbe tapınmalıydılar. (11-16. ayetler) ama eğer bir yandan kötülükten ayrılmaları gerekiyor ise, öte yandan da Tanrı için, yani Tanrı’ya ayrılmalıydılar. Bundan dolayı mayasız ekmeğin en küçüğü bile muhafaza edilmeliydi. 2 Yedi gün – tüm yaşamlarının bir sembolü olan tam bir dönem, mayasız ekmek yemeleri gerekiyordu – içtenliğin ve dürüstlüğün mayasız ekmeği. (1. Korintliler 5:8) ayrıca Tanrı’nın hem kendilerinin hem de sığır ve davarlarının üzerindeki taleplerini yerine getirmeleri gerekiyordu. “Bütün ilk doğanlar benimdir.” (ayet 19) Tüm bunların ardından dikkat çekici bir sağlayış gelir – ilk doğan sıpanın ve ilk doğan oğulların bedelinin ödenmesi gerekiyordu. Doğal insan murdar olan ile bir aradadır (bakınız Mısır’dan Çıkış 13:13) – böylelikle bu dünyaya doğanların kaybolmuş konumları ve kurtarılmaya duydukları ihtiyaç, aynı zamanda kurtarılmadıkları takdirde uğrayacakları felaket öğretilir. Şabat, Mayasız Ekmek, Haftalar ve Ürün Devşirme Bayramları için tekrar buyruk verilir - ve Rab şunu da ister: “Bütün erkekleriniz yılda üç kez İsrail’in Tanrısı ben Egemen Rabbin huzuruna çıkacaklar.” 3

“Bu sözlerin söylenmesinden sonra”, Rab Musa ve İsrail ile bir antlaşma yaptı. (ayet 27) “Seninle” sözcükleri önem taşırlar. Bu, İsrail’in konumunun nasıl Musa’ya bağımlı kılındığını gösterir ve sonuç olarak Musa’nın getirilmiş olduğu konumu ima eder. Musa, ikinci kez kırk gün kırk gece süre ile – doğaüstü bir durumda – Tanrı’nın huzurunda kaldı. Ne ekmek yedi, ne de su içti. Ama Tanrı, huzurundaki hizmetkarını destekledi ve O’nun sesini dinlemesi ve Sözlerini kabul etmesini onu güçlendirerek mümkün kıldı. Musa, sonunda Tanrı’nın, üzerine yazdığı iki tanıklık levhasını tekrar aldı ve dağdan inerek halkın yanına döndü.

Tanrı’nın, halkın işlediği günah ve inanç değişikliklerinden sonra, Halkı ile lütfu aracılığı ile yaptığı antlaşma böyle idi. “Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta bulunur: İsrail, Sina antlaşmasının altında iken ülkeye hiç bir zaman girmedi, yani, yalnızca yasanın altında iken (çünkü tüm bunlar Sina dağının altında oldu) başarılı olamadılar; yasa anında ihlal edildi. Ülkeye girmek için yolu bulabilmeleri Musa’nın aracılığı altında gerçekleşti. Ama her şeye rağmen yine yasanın altına yerleştirildiler, ancak sabır ve lütuf yönetimi de buna eklendi.” İsrail, yaptıklarının cezası olarak her şeyi kaybetmiş ve altın buzağı yaparak işlediği günah yüzünden yok edilmesinden sorumlu hale gelmişti. İsrail, bu yüzden bereket ya da mirası kaybetmişti. Musa’nın, idari bağışlama konusundaki aracılığı, İsrail’in tekrar Tanrı’nın halkı konumuna gelmesini sağlamış ve ülkeye sahip çıkmalarını garantilemişti. Ayrıca, Tanrı Yehova – İsrail ile olan ilişkisinde Karakterinin açıklanması - adını ilan etti ve daha sonra onları yeniden yasa altına koydu. Bu nedenle İsrail hiç bir zaman esas olarak Sina antlaşması altında olmadı. Yasa – taş levhalar üzerine yazılan – buyrukları ordugaha ulaşmadan önce ihlal edildi. İkinci antlaşmanın buyrukları için de durum aynı idi, ama bunlar Yehova’nın adında ilan edilmiş olan lütuf, iyilik ve tahammül ile birbirlerine karışmışlardı. Aslında İsrail, günah işledikten sonra, Musa’nın aracılığı sayesinde lütuf ile kurtulmuştu; ve belirtilen ek unsurlar ile birlikte tekrar yasa altına konmuştu. O zamandan beri İsrail’in konumu, Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile getirildikleri yeni yeri bilmeyen imanlıların – davranışlarının ve yaşamlarının kuralı olarak kendilerini yasa altına koyarlar - konumundan farklı idi. O zaman eğer her ikisinin de yolu sürekli başarısızlık ve günah işlemek ise, acaba neden böyledir?

Bu kısım, Musa’nın dağda Tanrı’nın huzurunda kalması sonucu uğradığı çarpıcı bir etkiden söz ederek sona erer.

“Musa elinde iki antlaşma levhası ile Sina Dağı’ndan indi. Rab ile konuştuğu için yüzü ışıldıyordu, ama kendisi bunun farkında değildi. Harun ile İsrailliler Musa’nın ışıldayan yüzünü görünce. Ona yaklaşmaya korktular. Musa onları yanına çağırdı. Harun ile İsrail topluluğunun bütün önderleri çevresine toplandılar. Musa onlarla konuştu. Sonra herkes ona yaklaştı, Musa Rabbin Sina Dağı’nda kendisine bildirdiği bütün buyrukları onlara verdi. Konuşmasını bitirdikten sonra yüzüne bir peçe taktı. Ama ne zaman konuşmak için Rabbin huzuruna çıksa, ayrılıncaya kadar peçeyi kaldırırdı. Dönünce de kendisine verilen buyrukları İsrailliler’e bildirir, İsrailliler de onun ışıldayan yüzünü görürlerdi. Sonra Musa içeri girip yine peçeyi takardı.” (29-35. ayetler)

Bu tanım içinde dikkate alınması gereken üç nokta vardır. İlki, Musa’nın yüzünün, dağda Tanrı ile görüşmesinin bir sonucu olarak parlaması gerçeğidir. Yehova’nın yüceliğinin huzuruna getirildiği zaman, “ayrılıncaya kadar peçeyi kaldırmasına rağmen”, Musa’nın yüzünde bu yüceliğin bazı ışıltıları alıkonurdu. Dağda, yüceliği içinde görünen Rabbimiz’in durumu ile bu durum arasındaki karşıtlık gözden kaçamaz.

“Onların gözü önünde İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu.” (Matta 17:2) Ama bu yücelik O’nun kendi yüceliğinin dışa vurumu idi – öğrencilerinin gözleri önünde İsa’nın tüm bedenine öyle bir yücelik aktarıldı ve bu yücelik bedenini öylesine çok parlattı ki, İsa öğrencilerine bir ışık .varlığı olarak göründü. Oysa, Musa’nın yüzünde parlayan yücelik dışsal bir yücelik idi; Yehova’nın yüceliğinin bir yansıması idi, Tanrı ile görüşmesinin bir sonucu idi. Musa’nın dikkati, kendisine verilen buyruklara ve sözlerini işittiği Tanrı’ya yoğunlaşmış olduğu için yüzünün ışıldadığının farkında değildi. Hayır; imanlı Tanrı ile birlikte zaman geçirdikten sonra bunun dış görünümünde yaptığı etkiyi hiç bir zaman bilmez. Diğer kişiler bunu görürler – görmemeleri imkansızdır; ama kendisi, Huzurunda bulunduğu Kişi’nin ışığını yansıttığının bilincinde olmayacaktır. Çünkü şu gerçek her zaman doğrudur –

“Senin yüceliğinin ışığı gözümü ne kadar aydınlatır ise,
Ben o kadar alçalırım.”

Ama Harun ve tüm İsrailoğulları Musa’nın yüzünden parlayan yüceliği gördüler; ve bu ışıltının ürettiği etkiyi hissettiler. Ona yaklaşmaya korktular ve bundan dolayı Musa onlarla konuşur ve Rabbin Sina Dağı’nda kendisine verdiği buyrukları iletir iken, Musa yüzüne bir peçe taktı. Elçi Pavlus’un, “ölüme götüren hizmet” ve Ruh’un hizmeti” ya da “suçlu çıkaran hizmeti” ile “doğruluk [aklanmayı sağlayan] hizmeti” [yasa ile lütuf] arasındaki karşıtlığı göstermek için kanıt getirdiği olay, bu olaydır. Bu olayda dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Musa’nın yüzünün Sina Dağı’ndan ilk indiği zaman değil, günahları nedeni ile halkı uğruna yaptığı başarılı aracılıktan sonra geri döndüğünde parladığıdır. O zaman insanlar ona yaklaşmaktan neden korktular? Çünkü Musa’nın yüzünde parlayan o yücelik onların yüreklerini ve vicdanlarını araştırdı – onlar günahkardı ve şimdi başlatılmış olan antlaşmanın en küçük bir talebini dahi yerine getirecek güçleri yoktu. Yasanın bir “yargı ve ölüm hizmeti” olduğu kesindi, çünkü onların asla sahip olamayacakları bir doğruluk talep ediyordu, ve bu yasayı yerine getiremedikleri zaman, mahkumiyetleri ilan edilmiş olacak ve günahın cezası olan ölümün hükmü altına getirileceklerdi. Böylece Musa’nın yüzünde gördükleri yücelik, onlar için Tanrı’nın kutsallığını ifade ediyordu – bu kutsallık, İsrail’den kendi ölçülerine uymasını talep etmekte idi – ve şimdi yapılmış olan bu antlaşmanın ihlali halinde kutsallığın haklı çıkacağı kesin idi. Halk, bu yüzden korktu, çünkü Musa’nın gelmiş olduğu Tanrı huzurunda durmalarının imkansız olduğunu canlarının derinliğinde gayet iyi biliyorlardı. Ama doğruluk ve Ruh’un “hizmeti” içinde her şey değişir. Bu hizmet, insandan doğruluk talep etmez, ama her imanlıya Tanrı’nın doğruluğunun Mesih’te verilen tanrısal bir armağan olduğunu açıklar ve ihsan edilişi Kutsal Ruh’un armağanı aracılığı ile mühürlenir. Bu nedenle, korkmak yerine, Tanrı’nın sağında oturan İsa Mesih’in yüzündeki yüceliğe baktığımız zaman, sevinç duyarız; çünkü bu yüceliğin her ışını, tamamlanmış bir kefaretten ve imanlı olan herkesin günahlarının tamamen kaldırıldığından söz etmektedir. Çünkü günahlarımız uğruna ölüme teslim edilen, aklanmamız için yeniden diriltilmiştir; ağaçta günahlarımızı kendi bedeninde Taşıyan, Tanrı’nın kendisi tarafından diriltilmiş ve Tanrı’nın sağına yükseltilmiştir. Tanrı, O’nu Kendisi’nde yüceltmiştir. Yani, O gelmiş ve günahlarımızı Taşıyan’ı diriltmiştir, günahkarların altında aşağı, ölüme inmiş ve O’nun tamamladığı iş ile tatmin olduğunun belirtisi olarak O’nu yüceltmiştir, öyle ki, Tanrı’nın yüceliği şimdi İsa Mesih’in yüzünde parlamaya devam etsin. Canlarımıza ihtiyaç duyduğumuz güveni sağlayan, işte bu gerçektir, ve esenlik içinde O’na yaklaşmamızı mümkün kılar, çünkü gördüğümüz bu yücelik, bize karşı olan her şeyin ortadan kaldırılmış olduğunun kanıtıdır. Bundan dolayı, İsa, İsrail halkı yaklaşmaya korktuğu için yüzüne peçe takan Musa gibi, yüzüne peçe takmak yerine Tanrı’nın sağında peçesiz yüz ile durur ve bizler orada sergilenen yüceliği keyif alarak izleriz ve izlerken de Rabbin Ruh’u aracılığı ile O’na benzer olmak üzere yücelik üstüne yücelik ile değiştiriliyoruz. (2. Korintliler 3,4) Bu yüzden, Musa’nın yüzündeki yüceliğin İsrail halkı üzerindeki etkisi, Rabbin yüceliğine bakan imanlıda üretilen mükemmel bir karşıtlık oluşturur. İsrail’in artık saf yasanın altında bulunmadığı, iyilik ve lütfun şimdi bu yasa ile karıştırılmış olduğu oldukça doğrudur; ama işte bu gerçek, antlaşmayı ikinci kez ihlal ettikleri takdirde, onların günahlarını daha iğrenç hale getirecekti. Böyle bir durumda, günah yalnızca doğruluğa karşı değil, ama aynı zamanda onları esirgemiş ve Tanrı ile ilişkilerini yenilemiş olan iyilik ve lütfa da karşı olacaktı. Bu durum, karşıtlığı azaltmak yerine çoğaltır ve yüreklerimizde, böyle bir konuma – Rabbin yüceliğini peçesiz bir yüz ile izlediğimiz bir yer - getirildiğimiz için hayranlık duyan bir minnet duygusuna yol açmalıdır, izlediğimiz yüceliğin gerçeğinden haberdar olarak günahlarımızın Tanrı’nın gözünde sonsuza kadar ortadan kaldırıldıklarını biliriz.

Aynı zamanda son eyleme de dikkat edilmesi gerekir. Musa konuşmak için Rabbin huzuruna çıktığı zaman, oradan ayrılıncaya kadar peçeyi kaldırırdı. (ayet 34) Rab ile konuşmak için peçesini çıkartırdı, ama halk ile konuştuğu zaman peçeyi takardı. Musa, bu açıdan, daha önceden referansı verilmiş olan imanlının şimdiki konumu için bir örnek teşkil edebilir. Musa, Tanrı’nın huzuruna peçesiz bir yüz ile getirildi, imanlı da O ışıkta olduğu gibi, aynı şekilde ışığa yerleştirildi. Anlaşıldığı gibi hala bir farklılık mevcuttur. Ancak Musa’nın tadını çıkardığı kabul edilişi ne kadar yakın olsa da, Tanrı Musa ile Yehova olarak konuştu; ama imanlının, Huzuruna çıktığı Tanrı, Mesih’te kendisini tam ve mükemmel olarak açıklamış olan Tanrımız ve Babamızdır. Ayrıca, Musa’ya Yehova ile görüşeceği zaman, huzura girmesi için izin verilmişti; imanlı, Tanrı’nın huzuruna kalıcı bir onum içinde getirilir. İmanlı, Mesih’te, her zaman Tanrı’nın huzurundadır.


1. Okuyucu, bu çadırın, dağda Musa’ya tanımlanmış olan model ve ayrıntılara sahip Buluşma Çadırı olmadığını anlayacaktır; bu çadır yalnızca Tanrı ve O’nu arayan kişiler arasındaki bir buluşma yeridir; halkın günahının sonucu olarak ordugahın dışında o anki ihtiyacı karşılamak için kurulmuştu.

2. Bu bayramın açıklaması için Mısır’dan Çıkış 13. bölüme bakınız.

3. Bu buyruklar Mısır’dan Çıkış 23:14-19 ayetlerinde dikkate alınırlar.

Bölüm 35

Adanmışlık Ve İtaat

Mısır’dan Çıkış 35-40

Artık kitabın son bölümüne ulaşmış bulunuyoruz. Mısır’dan Çıkış 32-34, parantez kabilinden, yani ara olaylar gibidirler. Bunun sonucu olarak bölüm 35’in başlangıcı, Mısır’dan Çıkış 31’in bir devamıdır; ama eğer devamı ise, o zaman yalnızca Tanrı’nın lütfu sayesindedir. Eğer Tanrı İsrail’e kendi istekleri ile kabul ettikleri antlaşmanın koşullarına göre davranmış olsa idi, İsrail’in bir ulus olarak tarihinin ve Tanrı’nın onlara nasıl davrandığına ilişkin öykünün, 31. bölümden sonra sona ermiş olması gerekirdi. Ama biz, Tanrı’nın onların üzüntü veren düşüşlerine rağmen, onları Musa aracılık ettiği zaman, şefkatli merhameti ile nasıl esirgediğini gördük ve Halkını tekrar Kendisi ile ilişkiye geri getirdiğini okuduk. Tanrı, ikinci antlaşmasının koşullarını ortaya koyduktan sonra, Varlığı ile onların yanında olmaya devam etmek için lütfetme konusunda özgürdür. Ve bu nedenle biz bu son bölümlerde Musa’nın dağda, Buluşma Çadırının kurulması ile ilgili aldığı buyrukları görürüz. Ancak buna bir hazırlık olarak, Şabat günü için yeniden buyruk verilir.

“Musa bütün İsrail topluluğunu çağırarak, ‘Rabbin yapmanızı buyurduğu işler şunlardır’ dedi, ‘altı gün çalışacaksınız. Ama yedinci gün sizin için kutsal Şabat, Rabbe adanmış dinlenme günü olacaktır. O gün çalışan herkes öldürülecektir. Şabat günü konutlarınızda ateş yakmayacaksınız.” (Mısır’dan Çıkış 35: 1-3)

Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, Rab halkına, O’nun huzur diyarına girmeleri için, onlarla olan tüm Yollarının sonunu ve hedefini hatırlatır. Hedeflediği son budur; ancak yine de imansızlıkları yüzünden bunu elde etmek onlar için imkansız oldu. Bundan dolayı bu bölümde, nasıl her zaman,Tanrı ve halkı arasında ne zaman yeni bir ilişki kurulsa Şabat’tan söz edilir ise, şimdi burada da yine Şabat gününden bahsedilir. Şabat günü böylelikle kutsal yerin yapımı hakkında bir tür önsöz haline gelir.

Musa bundan sonra Rabbin isteğini duyurur; Rab, halkından bir sunu almayı arzu eder – Konut’un yapılması için ihtiyaç duyulan, çeşitli malzemelerden oluşan bir sunu. (5-19. ayetler) Rab, halkının bereketleri için onlardan Kendi düşüncelerini ve isteklerini benimsemelerini ister, ve Lütfu ve Merhameti ile onların bu malzemeleri bir sunu olarak getirmelerine izin verir. Halkın sahip olduğu her şey Tanrı’nın onlara vermiş olduğu bir armağandır; buna rağmen onlara ne getirmeleri gerektiğini buyurur (bakınız 1. Tarihler 29:14) ve sonra bunları halkının sunusu olarak kabul eder. Bu gerçek her zaman için geçerlidir. İmanlılar, kendi güçleri ile tek bir iyi şey yapamazlar. Her iyi iş Tanrı’nın Ruhu’nun bir ürünüdür ve Tanrı tarafından önceden hazırlanmıştır. (Efesliler 2:10) Ve yine de bu işler yapıldığı zaman Tanrı bunları lütfederek, onların işi olarak adlandırır ve onlara kutsalların doğruluğu olan ince ketenden yapılmış giysiler giydirir.

Böylece, Tanrı’nın, halkından almaya istekli olduğu duyurulmuş olur. Tanrı’nın bu lütfu onların yüreklerine dokundu ve yüreklerini açtı; “her istekli, hevesli kişi Buluşma Çadırı’nın yapımı, hizmeti ve kutsal giysiler için Rabbe armağan getirdi.” (ayet 21)

Ve sonra şunları okuruz: “Kadın erkek bütün istekli İsrailliler, Rabbin Musa aracılığı ile yapmalarını buyurduğu işler için Rabbe gönülden verilen sunu sundular.” (ayet 29) Bu ifadelerde O’nun tüm ilahi takdirlerine uygulanabilecek olan ilkeler yer alır. Elçi Pavlus, şu sözleri ile bu konuya destek verir: “Herkes yüreğinde niyet ettiği gibi versin; isteksizce ya da zorlanmış gibi değil. Çünkü Tanrı sevinç ile vereni sever.” (2. Korintliler 9:7; bölümün tamamını okuyun.) Bu nedenle, Tanrı’ya sunulan her şeyin Kutsal Ruh tarafından istekli hale getirilen yüreklerden, ikna sonucu ya da harici bir baskı ile değil, yürekten niyet ettiği şekilde verilmesi gerektiğini hatırlamak en önemli noktadır. Eğer bu önemli nokta hatırlanmış olsa idi, Tanrı’nın kilisesi bu gün çok farklı bir konumda bulunurdu. Para toplama konusunda en büyük harabiyete yol açan şey pek çok dünyasal plan değil de nedir? Rabbin halkını armağanlarını sunmak için ikna ya da teşvik ederken kullanılan talepler ile ilgili gerçekten daha alçaltıcı olan ne vardır? Musa, Rabbin almak için istekli olduğunu duyurmak ile yetindi ve bu lütufkar haberin İsrailoğullarının yüreklerinde uygun etkiyi yaratmasına izin verdi. Bundan daha fazlasını yapması gerekmedi; ve eğer kutsallar şimdi Tanrı’nın düşüncesinin akışında bulunurlar ise, Musa’nın örneğini taklit edecekler ve istekli olarak sunulanın dışındaki en küçük armağanı alma düşüncesinden bile uzak duracak ve yalnızca Tanrı’nın Ruhu’nun etkisi ile istekli hale gelen bir yüreğin verdiği armağanları kabul edeceklerdir. Ve hemen belirtmemiz gerekir; hiç bir eksik yoktu, çünkü bir sonraki bölümde Musa’ya gelen bilge adamların şu sözleri söylediklerini okuruz. Bu ustalar bir bir Musa’nın yanına geldiler ve, “Halk, Rabbin yapılmasını buyurduğu iş için gereğinden fazla getiriyor” dediler. Bunun üzerine Musa buyruk verdi, ‘Ne erkek ne kadın, artık hiç kimse kutsal yere armağan olarak bir şey vermesin’ dedi. Buyruk ordugahta ilan edildi. Böylece halkın daha çok armağan getirmesine engel olundu. Çünkü o ana kadar getirilenler işi bitirmek için yeter de artardı bile.” (Mısır’dan Çıkış 36: 5-7) İlk Pentikost günlerini dahil etmediğimiz takdirde, buna benzer herhangi bir durum kilisenin tarihinde hiç bir zaman görülmemiştir. Günümüzde kronik hal almış olan yakınma, Rabbin işini sürdürmek için yeterli imkanlara sahip olunmadığı konusundaki yakınmadır. Ama şu gerçekleri defalarca hatırlasak bile yetmeyecektir – birinci nokta; maddi destek elde etme konusunda sorumlu olan hiç bir zaman Tanrı’nın kilisesi değildir; ikinci nokta; eğer Rab yapılması için bir iş verir ise, gerekli olanı sağlamaları için halkının yüreklerine istek de koyacaktır; üçüncü nokta; eğer gerekli sağlayış verilmeden önce biz bazı konularda harekete geçer isek, o zaman kendi düşüncelerimize uygun bir şekilde davranıyoruz ve Tanrı’ya bağımlı olarak hareket etmiyoruz demektir; ve son olarak belirtmek istediğimiz nokta ise, insanlar tarafından tedarik edilen armağanların bereket için kullanılmaları çok ender görülen bir durumdur.

Ayrıca, buna ek olarak, eğer cömertlik Tanrı’nın Ruhu’nun meyvesi ise, o zaman bilgeliğin de öyle olduğunu söyleyelim. Cömertlik, gerekli malzemeleri tedarik etti ve bilgelik de bu malzemeleri Tanrı’nın düşüncesine uygun bir şekilde kullandı. Rab, Besalel’i bilgelik ve anlayış ile doldurdu ve bilgi ve her türlü ustalığa sahip olması için onu Ruhu ile doldurdu. Aynı zamanda Rab ona ve Dan oymağından Ahisamak oğlu Oholiav’a öğretme yeteneği de verdi. (Mısır’dan Çıkış 35: 31-35) Birlikte çalışacağı becerikli kişiler Tanrı’dan birer armağan idiler ve yapacakları iş için ihtiyaç duydukları bilgi ve anlayışın kaynağı da Ruh’un işleyişi aracılığı ile yine Tanrı’dan idi. Ve Tanrı aynı zamanda onlara başkalarını yetiştirme yeteneğini de ihsan etti; ve böylece Besalel ve Oholiav “ve kutsal yerin yapımında gereken işleri nasıl yapacaklarına ilişkin Rabbin kendilerine bilgelik ve anlayış verdiği bütün becerikli kişiler her işi tam Rabbin buyurduğu gibi yapacaklardı.” (Mısır’dan Çıkış 36:1)

Bu işçilerde hiç kuşkusuz her ilahi takdirde yer alan gerçek hizmetkarların tümünün bir örneğini görebiliriz. Mısır’dan Çıkış 31. bölümde belirtildiği gibi bu kişiler Tanrı tarafından çağrıldılar, tüm yaptıkları, Kutsal Ruh’un ürünü idi. Herhangi bir şeyi kendi başarıları olarak saymaya yeterli olduklarını düşünmediler, onları yeterli kılan Tanrı idi. (2. Korintliler 3:5) İnsan ustalığı, insan bilgeliği ya da icatları tanrısal planın mükemmelliğine leke sürerler; ve bu yüzden işçiler yalnızca kaplardır – tanrısal bilgeliğin, anlayışın ve öğretişin sergilenmesi için kullanılan kaplar. Besalel ve Oholiav gibi kendilerinin sadece birer kap olduklarını hatırlayan işçiler için her şey yolundadır; çünkü o zaman Rab onları Kendi düşünce ve isteğini uygular iken Kendi yüceliği için kullanabilir.

Mısır’dan Çıkış 39. bölümden ileri devam etmeden önce, bütün işlerin Rabbin Musa’ya buyurmuş olduğu gibi yapıldığını öğreniriz. Tüm hizmetin özü itaattir ve yapılan her işin kontrolü Tanrı’nın açıklamış olduğu düşüncesine ne kadar uygun yapıldığı incelenerek sağlanır. Rab Musa’ya belirli buyruklar vermiş ve Hizmetkarlarını iş için hazırlamıştı. Ve bunun bir sonucu olarak yaptıkları işi tamamladıkları zaman, tek ilgilendikleri nokta, bu tamamlanan işin verilen örneğe uygun yapılıp yapılmadığı idi. Ama Tanrı’nın Ruhu bu sorunun yanıtını verdi ve işin Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi tamamlandığını bu bölümde en az on yerde onayladı (1,5,7,21,26,29,31,32,42,43) Bu nedenle onlar Tanrı’ya olan sorumluluklarını yerine getirdiler ve bununla uyumlu olarak şu tekrar edilen ve önemli olan ifade içinde Tanrı’nın onayını ve takdirini aldılar: yaptıkları işin hepsi itaat aracılığı ile karakterize edildi. Bu, Tanrı’dan olduğunu ileri süren her şeyin Tanrı’nın Sözü tarafından denenmeye boyun eğmesi gerektiğini bildiren önemli bir ilkedir. Aynı ilke kutsanmış Rabbimiz tarafından yedi kiliseye duyurulan çağrıda onaylanır. “Kulağı olan Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin.” (Vahiy 2:11, v.b.) Ve bu çağrının yerine getirilmesi için en çok ihtiyaç duyulan gün bu gündür. Musa’nın, ne kadar masum ya da hatta ne kadar güzel olsa da Rabbin dağda göstermiş olduğu örnek ile uyum sağlamayan herhangi tek bir şeyi bile kabul edeceğini düşünemeyiz. O zaman şimdi neden, Tanrı’nın kilisesi ile bağlantı olarak Kutsal Yazılar’a uyum sağlamayan herhangi bir şeyin kabul edilmesi ve onaylanması beklensin? Hayır; Tanrı’nın sözünün mührünü ya da onayını taşımayan her şey, her ne kadar sevgi kılıfına sarılmış olsa da veya saygıdeğer bir eskiliğe sahip olsa da kesinlikle, hiç esirgenmeden reddedilmelidir. Çünkü Rabbin, Kilisesi – sevdiği ve uğruna Kendisini feda ettiği kilise - ile ilgili olarak gösterdiği gayretin Konut için gösterdiği gayretten daha az olduğunu bir an için bile düşünmemiz mümkün değildir. Ya da O, diğerlerinden böylesine farklı iken, Tanrı’nın, insan bilgeliğine ya da insan düzenine izin verebileceğini nasıl düşünebiliriz? Böyle bir şeyin varsayımı bile korkunçtur. Bu nedenle, Rabbin her şeyi ölçtüğünü ve bu yüzden aynı zamanda bizim de her şeyi O’nun sözü ile ölçmemizin bize ait bir sorumluluk olduğu hiç bir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.

Son bölümde Konut’un yani Buluşma Çadırının düzenlemesi ve adanması yer alır ve Rab bu Konut’a İsrail’in ortasındaki konutu olarak sahip çıkar. Bu bölümde üzerinde durulması gereken pek çok nokta vardır. Konut’un kurulması ile ilgili verilen ilk buyruk, Konut’un Mısır’dan çıkışlarının yıldönümü olan birinci ayın ilk gününde kurulması idi. (Mısır’dan Çıkış 12:2) – birinci ayın ilk gününde (Mısır’dan Çıkış 40:2) Tutsak bulundukları yerden kurtarılışları ile ruhsal tarihlerinin başlangıcını bina etmiş oldular, bu nedenle Yehova’nın aralarında yerleşmesi, ahlaki açıdan yeni bir zaman dönemini biçimlendirdi. Bu her iki nokta Hıristiyanlıkta bir araya getirildi. Can, suçluluk duygusunun ya da mahkumiyetin altından çıkarıldığı ve Tanrı ile esenliği ya da barışmış olmayı kavradığı zaman, Mesih’in kanı aracılığı ile günahları bağışlanır, Tanrı canı, canın içinde konut kuran Ruhu’nu armağan ederek mühürler. Ruhsal yaşamın başlangıcı – ruhsal yaşam bilinir ve tadı çıkarılır – ve Kutsal Ruh’un bir tapınağı haline gelmek aynı zamanda oluşurlar.

Kutsal eşyaların düzenlenmesi alanında uygulanan buyruk, hem dağda verilen talimatlardan hem de onların yapılışlarından farklılık gösterir. Buluşma Çadırı kurulduktan sonra, ilk olarak yerine konulması gereken kutsal eşya Levha Sandığı’dır – Levha Sandığı, Tanrı’nın, yeryüzündeki tahtı olarak görüldüğü için Buluşma Çadırını Tanrı’nın kutsal konutu haline getiren özel ve diğerlerinden farklı bir kutsal eşyadır. Levha Sandığı üzerine bir perde örtülüp gizlenir. Ve böylelikle en kutsal yer meydana çıkmış olur. Kutsal yere – en kutsal yere bitişik olan bölüm - getirilmesi gereken ikinci eşya üzerine ekmek konulan masadır. Daha sonra saf altından yapılmış olan kandilliğin yerine konması gerekiyordu ve kandilliğin ışıkları Rabbin önünde yandılar; sonra altından yapılmış olan buhur sunağı Levha Sandığının önüne, giriş bölümündeki “perdenin ön tarafına” konuldu; altın sunağın üzerinde buhur yakılacaktı; ve son olarak Buluşma Çadırının giriş bölümüne perde takıldı. Böylece kutsal yerin düzenlenmesi tamamlanmış oldu. Yakmalık sunu sunağı, Buluşma Çadırının kapısının önüne kondu – ve bu sunağın üzerinde yakmalık sunu ve yiyecek sunusu sunulacaktı; daha sonra yıkanma kazanı, çadır ile sunağın arasına yerleştirildi ve içi su ile dolduruldu. Musa, Harun ve Harun’un oğulları ellerini ve ayaklarını orada yıkadılar. (30,31. ayetler) Sonra, çadırın çevresi avlu ile kapatıldı ve avlunun girişine perdesi asıldı. Ve böylece Buluşma Çadırının düzenlenmesi sona erdi. Buna ek olarak konutun ve içindeki tüm eşyaların mesh yağı ile mesh edilerek kutsal kılınması gerekiyordu. Bu yüzden, aynı zamanda yakmalık sunu sunağı da – tüm takımları ile birlikte kutsal kılınmalı idi. Bu sunağın en kutsal sunak olması gerekiyordu. Yıkanma kazanı ve aynı zamanda kazan ayaklığının da yağ ile mesh edilerek kutsal kılınması lazımdı. Son olarak, Harun ve oğullarının Rabbe olan kahinlik hizmetlerini yerine getirebilmeleri için yıkanmaları ve kutsal giysiler giymeleri gerekli idi; “bu mesh onların kuşaklar boyu sürekli kahin olmalarını sağlayacak idi”. (9-15. ayetler)

Musa’nın durumunda olduğu gibi, Kutsal Ruh, Besalel ve Oholiav’ın işçileri ile birlikte çalıştıkları durumda da onlara emanet edilen işi yerine getirmeleri için onları mühürledi. Ve O’nun ihsan ettiği övgü ödülü nedir? Her şeyin – “Rabbin Musa’ya buyurduklarına” – itaat edilerek yapılması. Konutun yapımındaki her şeyin Musa’nın aldığı buyruklara uygun olarak yapıldığı ifadesi sekiz kere tekrar edilir. (16,19,21,23,35,27,29,32) Bu nedenle, burada tekrar, Rabbin gözünde, itaat etmenin ne kadar değerli olduğunu öğreniriz. Samuel’in Saul’a söylemiş olduğu gibi, “Söz dinlemek, kurbandan, sözü önemsemek de koçların yağlarından daha iyidir.” Kutsanmış Rabbimizin Kendisi de aynı şeyi söyledi, “Eğer beni seviyorsanız, buyruklarımı yerine getirirsiniz” (Yuhanna 14). Eğer itaat talep ediliyor ise, gerçek adanmışlık ve gayret olsa bile, Tanrı’nın önünde itaat olmaksızın hiç bir hizmet kabul edilemez. Ve işte pek çok Hıristiyanın hataya düştüğü nokta özellikle burada olur. Şimdiye kadar, tapınmak için daha büyük kalabalıklar bir araya geldiği zaman bile böylesine büyük bir enerji gösterilmemiş ve böyle büyük bir hareket olmamıştı; ama tüm bunlar, “Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi” sözcükleri ile desteklenen deneme tarafından ölçüldüğü zaman, farkına varılan şudur: genellikle, Rabbin değil, insanın isteği her şeyin üstün kaynağıdır. Birden fazla tekrar edilenin, Kutsal Ruh tarafından Musa’ya Tanrı’nın evi ile ilgili olarak ne yapması gerektiği hakkında verilen bu buyruk olduğuna tekrar dikkat edin.

Tanrı’nın evi şimdi kilisedir – Kutsal Ruh aracılığı ile Tanrı’nın konutu. (Efesliler 2:22) Bu yüzden, Musa için nasıl her şeyden önemli olan, Buluşma Çadırı ile ilgili olarak aldığı buyrukları özenli bir şekilde yerine getirmek ise, Tanrı’nın sözünün de kilise ile ilgili tüm konularda tek rehberimiz olması gerektiği eşit derecede öneme sahiptir. Bu ifade ile uyumlu olan bir başka çağrıyı dirilmiş Rabbin Filadelfiya’daki kiliseye verdiğini görürüz; bu kilisenin Rabbin adını yadsımayan, O’nun sözüne uyan bir temel üzerinde bulunduğunu anlıyoruz. (Vahiy 3:8) Bundan daha büyük bir övgü ihsan edilemezdi. “Böylece Musa işi tamamladı” – her şeyi Rabbin sözüne itaat ederek yerine getirdi.

Son olarak, halkın arasında oturması için yapılmış olan kutsal yere Rab sahip çıkar. Buradaki bağlantı büyük öneme sahiptir. “O zaman bulut Buluşma Çadırını kapladı ve Rabbin görkemi konutu doldurdu. Musa, Buluşma Çadırına giremedi; çünkü bulut her yeri kaplamış, Rabbin görkemi konutu doldurmuştu.” (34,35. ayetler) Yehova, tamamlanan işi herkesin önünde onaylamak ile kalmamış, ama yanı zamanda tüm İsrail’in gözü önünde Evine sahip çıkmıştı; çünkü O’nun Varlığının sembolü olan bulut buluşma çadırını kapladı ve O’nun görkemi konutu doldurdu. Tapınak inşa edildiği zaman – bundan daha da çarpıcı bir şekilde – da aynı şey olmuştu. “Borazan çalanlar ile ezgiciler, tek ses halinde Rabbe şükredip övgüler sunmaya başladılar. Borazan, zil ve çalgıların eşliğinde seslerini yükselterek Rabbi şöyle övdüler, ‘Rab iyidir! Sevgisi sonsuza dek kalıcıdır.’ O anda Rabbin tapınağını bir bulut doldurdu. Bu bulut yüzünden kahinler görevlerini sürdüremediler. Çünkü Rab Tanrı’nın görkemi tapınağı doldurmuştu.” (2. Tarihler 5:13,14) Her ikisinin de Elçilerin İşleri kitabında kayıtlı olan Pentikost günündeki olaylar ile benzerlik taşıdığı kesindir: “Pentikost günü geldiği zaman, bütün imanlılar bir arada bulunuyordu. Ansızın gökten, güçlü bir rüzgarın esişini andıran bir ses geldi ve bulundukları evi tümüyle doldurdu. Ateşten dillere benzeyen bir şeylerin dağılıp her birinin üzerine indiğini gördüler. İmanlıların hepsi Kutsal Ruh ile doldular, Ruh’un onları konuşturduğu başka diller ile konuşmaya başladılar.” (Elçilerin İşleri 2:1-4) Burada iki şey bir aradadır. Tanrı’nın evi, Kutsal Ruh’un inişi aracılığı ile oluştu ve doldu. Ancak yine de her iki durumda da, Tanrı, zaten Kendisi için yapılmış olan eve sahip çıkıyordu; çünkü bu tarihten itibaren Kutsal Ruh aracılığı ile Tanrı’nın evini oluşturmuş olan tüm imanlılar içlerinde konut kuran Kutsal Ruh sayesinde aynı zamanda O’nun tapınağı haline de gelmiş oldular. Daha önce, Tanrı’nın yeryüzündeki konutunun öneminden söz etmiştik (bölüm 25:8); ve Tanrı için bina edilen konutların hepsinin Tanrı’nın sonsuz konutunun konumuna işaret ettiğini belirtmiştik. İşte Tanrı’nın konutu insanların arasında olacaktır ve O’nun görkemi her yeri dolduracaktır. (Vahiy 21)

Ayrıca, Yehova’nın varlığının bulutu aynı zamanda çölde Halkının rehberi de oldu. “Böylece bütün yolculuklarında konutun üzerinde gündüzün Rabbin bulutu, gece de ateş İsraillilere yol gösterdi.” (ayet 38; aynı zamanda bakınız Çölde Sayım 9) Bu nedenle, yapmaları gereken tek şey, gözlerini buluta dikmek idi; çünkü “İsrailliler ancak bulut konutun üzerinden kalkınca göçerlerdi. Bulut durdukça yerlerinden ayrılmaz, kalkacağı günü beklerlerdi.” (36,37. ayetler)

Rab bu şekilde halkı ile yakından ilgilendi. Sıkıntıları sırasında onları Mısır’da ziyaret etti; onları yüce eli ve uzanmış kolu ile Mısır’dan çıkardı; ve Kızıl deniz’den geçirerek çöle götürdü. Ama özellikle Tanrı’nın Kendisi, “yerleşebilecekleri bir kente gidebilmeleri için doğru yol aracılığı ile” onları yönlendirecekti. Burada şu sevinci ifade edebiliriz: “Böyle bir konumda bulunan halka ne mutlu! Evet, Tanrısı Rab olan halka ne mutlu!” Çünkü artık İsrail’in bereket konusunda bir eksiği yoktu. Yehova onların arasında idi. Varlığının bulutu, halkının üzerinde duruyordu ve Görkemi Tapınağı dolduruyor idi. Bu durum, saf bereketin kısa bir dönemi idi – Tanrı, kurtarmış olduğu Halkının çevresinde bulunmasını arzu etmiş ve bu arzusu yerine gelmişti. Bu parlak ve güzel sahnenin ne kadar çabuk bozulduğu konusuna bir başka kitapta değinilir; ama Mısır’dan Çıkış kitabının bu şekilde sona ermesi ile ilgili gerçek zaman içinde gerçekleşecek olan bir peygamberliktir. “İşte Tanrı’nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar O’nun halkı olacaklar, Tanrı’nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış ne de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı.” (Vahiy 21: 3,4)

1 Selanikliler

Bölüm 1

ONLAR resmi olarak “bir kilise” halinde birleşMEDİLER. Hayır, onlar kilise oldular, yani, Müjde aracılığı ile onları dünyadan dışarı çıkartan Tanrının bu eylemi tarafından “dışarı-çağrılmış-olanlar” oldular. Elçi, yeni iman etmiş olmalarına rağmen onlara Tanrının bir topluluğu olarak sahip olabildi; Tanrıyı Babaları olarak tanımanın mutlu bilgisi ile ve İsa’ya Rableri olarak boyun eğerek bir araya toplandılar. Tanrıyı tanımak, Romalılar 10:9,10 ayetine göre Mesih’teki bebeğin karakteristik özelliğidir. İsa’yı Rab olarak kabul etmek, Romalılar 10:9,10 ayetleri uyarınca kurtuluşa götüren yoldur.

Pavlus, onların arasında kısa bir süre konuk olduğu bu zamanı teşekkür ile anarak hatırladı ve şimdi onlardan ayrı geçirdiği zamanlarda onlar için sürekli olarak dua etti. Pavlus, 3.ayetten bölümün sonuna kadar onlarda gördüğü Tanrının güçlü işleyişinden söz eder ve böylelikle bize insanlar gerçekten tövbe ettikleri zaman karakterlerinde ve yaşamlarında üretilen harika etkilerin çarpıcı bir örneğini sunmuş olur.

Onların İÇİNDE üretilende ilk yere karakterin konulması dikkat çekecek değerdedir. Bu karakter üç sözcük ile özetlenir: iman, umut, sevgi. Karakter bizim tarafımızdan yine de yalnızca kendisini ifade ettiği eylemlerimiz ve yollarımız ile ayırt edilir. Bu yüzden onların işlerine, çalışmalarına ve sabırlarına (ya da katlanışlarına) işaret edilmiştir. Onların “iman işleri”, herkes tarafından biliniyordu, Yakup bu konu ile ilgili olarak mektubunda şunları yazdı: “Ben de sana imanımı eylemlerim ile göstereceğim.” Hem burada hem de Yakup 2. Bölümde imanın işlerinden söz edildiğine dikkat edin, oysa Romalılar 4.bölümde yer alan bazı kısımlar hakkında pek çok kişi bu kısımların Yakup’ta yer alan ayetler ile çelişki içinde olduklarını ileri sürerek hata yaparlar; “yasanın işlerinden” söz etmek tamamen farklı bir konudur.

Eğer iman, işleri ile ışığa gelir ise, işlerde ifade edilen, sevgidir. Hepimizin bildiği gibi, sevginin özelliği, sevdiğinin iyiliği için hiçbir şey esirgemeden işlemesidir. Umut, kendisini sabrederek katlanmak ile ifade eder. İnsanlar yalnızca umutsuz hale geldikleri zaman, gönüllü olarak vazgeçerler: umut, gözlerinin önünde bir yıldız gibi parlamaya devam ettiği sürece katlanırlar.

Bu konular, Selanikli imanlılar tarafından anlaşılmış ve ayırt edilmişti ve Pavlus’un şu konuda emin olmasını sağladılar: Selanikli imanlılar Tanrının seçtiği kişiler arasında idiler. Pavlus üç Şabat günü boyunca Selanik’teki havrada durdu, bu süre zarfında, Kuzu’nun yaşam kitabına özel giriş hakkına sahip ve Tanrının seçmiş olduklarının adlarını önceden bilen biri olarak, vaaz etmeye başlamadan önce iman edecek olan her bir kişinin sırtına bir işaret koyabilirdi, ama böyle olmadı. Pavlus, bilgisine karşıt yönden ulaştı. Müjdenin onlara ulaştığı güçlü yolu bilen ve Tanrının Ruhu’nun onlarda ürettiği sonuçların farkında olan biri olarak, onların Tanrı tarafından seçilmiş olduklarından hiç kuşku duymadı.

Elçinin Korintlilere yazdığı ilk mektubundaki başlangıç sözlerine bu bağlamda dikkat edin. Selaniklilerin durumunda Pavlus’un yapacağı tek şey, lütuf Mesih aracılığı ile onları ziyaret ettiği ve onların armağanlara sahip insanlar oldukları için Tanrıya teşekkür etmekti. Armağan sahibi olmak ille de armağan sahibi kişinin gerçek bir imanlı olduğu anlamına gelmez, buna tanıklık eden bir örnek olarak Yahuda İskariyot’un durumunu gösterebiliriz. Bu yüzden Pavlus mektubunun dokuzuncu bölümünün sonlarında ve onuncu bölümün başlarında uyarı sözcüklerine yer verir. Pavlus, armağanlara sahip olmalarına rağmen, zihninde kuşku unsuru bulunduğu için Korint’teki bazı kişiler hakkında onların “bir putperest” olduklarını yazar. Selanikliler böyle değillerdi, bu konuyla mutlu bir tezat içindelerdi.

“Kurtuluşa uygun düşen değerler” (İbraniler 6:9)mevcut idi. Ve “O’nun adına gösterilen sevgi” hemen bu ayetin ardından gelen bir ayette doğrudan belirtilir. Bizim bölümümüzde üç değerden söz edilir ve “gösterilen sevgi” bu değerlerden biridir. Hiç bir armağan sergilenmeyebilir, ama eğer bu değerler mevcut ise, kurtuluşa sahip olunduğundan ve sözü edilen bu kişilerin Tanrının seçtikleri olduklarından emin olabiliriz.

Eğer 3. ayet bize bu imanlılarda üretilen meyveyi ve 4. ayet elçinin bu meyveye duyduğu güveni açıklıyor ise, 5.ayet bu meyvenin ne şekilde üretildiğini belirtir. Önce Müjde onlara söz ile ulaştı: Müjde Pavlus tarafından cesaret ile vaaz edildi. İkinci olarak, Pavlus’un vaazı onun adanmış ve kutsal yaşamı aracılığı ile desteklendi. Üçüncü olarak, ve tüm bunların bir sonucu olarak Müjde güç ile ve Kutsal Ruh’ta geldi. Kutsal Ruh Söz aracılığı ile güçlü bir şekilde işledi. Elçi, yazdığı ikinci bölümde, onların arasında bulunduğu zamandaki davranışlarına ilişkin pek çok ayrıntı vererek imada bulunur.

Müjde aynı zamanda onlara da “tam bir güvence” ile geldi. Elçilerin İşleri 17.bölüme geri döndüğümüz ve Pavlus’un onların kentinde verdiği vaazın özel şeklinin onlarla Kutsal Yazıların doğru olup olmadığı konusunda yaptığı bir inceleme olduğuna dikkat ettiğimiz zaman, Müjde’nin “tam bir güvence” ile gelmesi büyük önem kazanır; Pavlus onlara, tanrının gerçek Mesih’i ortaya çıktığı zaman, ölmesi ve tekrar dirilmesi gerektiğini gösterdi ve bu sözler İsa’nın yaşamında öylesine mükemmel bir şekilde yerine geldi ki, sonuç karşı konulamazdı – İsa Mesih’tir! Başka bir deyişle, Pavlus bu insanlar arasında yaptığı müjde duyurusunu özel bir şekilde temellendirdi ve duyuruyu yapar iken TANRI SÖZ’ÜNE başvurdu; bu yüzden tövbe eden kişiler TAM GÜVENCEYE sahip oldular.

Bu konuya çok dikkat edelim. Eğer esin alarak konuşan bir Elçi, Kutsal Yazılara böylesine sağlam ve kalıcı sonuç sağlayan bir şekilde başvurdu ise, başvuracağımız tek şey olarak yalnızca Kutsal Yazılara sahip olan bizler, vaaz ettiğimiz her konuda Kutsal Yazıları temel olarak almamız gerekir. “Sözü vaaz edin” ifadesi, bizim için en önemli sözdür. Söz dışında hiç bir güvence mevcut değildir. Vaiz, kendi kişisel güvencelerinin gücüne dayanarak değerlerin kendisinin ifade ettiği gibi olduğuna bizi ikna edebilir. Tövbe edip iman eden kişiler bize, tecrübe ettikleri mutlu duygulardan dolayı her tür güvenceye sahip olduklarını söyleyebilirler. Ancak, her ikisinde de gerçek güvence çok azdır. Herhangi bir konuda gerçekten güvenceye sahip olabilmemizin tek şekli, bu konuya Tanrı’nın Sözünde sahip olmamızdır.

6-8 ayetlerinde Müjdeyi kabul etmiş kişilerde, Müjdenin ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını görürüz. Öncelikle gördüğümüz, Müjdenin onlarda üretmiş olduğu üç yönlü karakterdir. Şimdi ise onların ÜZERİNE damgalanmış olan üç yönlü karakteri görürüz. Onlar, “Rabbin izleyicileri, iman eden herkes için örnekler” yapılmışlardı ve sesleri, boru çalanların ya da habercilerin çıkardıkları sesler gibi çıkıyordu, böylece Rabbin Sözünün reklamını yapıyorlardı.

Pavlus’un kendisi örnek bir kişi idi [bakınız, 1.Timoteos], bu yüzden imanlılardan kendisini izlemelerini haklı olarak isteyebilirdi. Ama yine de, bunun tek nedeni, Pavlus’un kendisinin Mesih’i izlemiş olması idi; öyle ki, imanlıların izledikleri kişi aslında Rab idi. Şimdi Kutsal Ruh’tan kaynaklanan sevinç ile Rabbi izlemiş olmalarına rağmen, bu bağlamda kaydedilen şudur: önce, vicdanlarını delen Sözün gücünü ve bu güce eşlik eden yürek elemi ile Tanrının önünde tövbe üreten Sözü tanımışlardı. Her zaman böyle olur. Tövbe işi ne kadar derin olur ise, sevinç de o kadar parlak ve tövbe eden kişinin öğrenciliği de o kadar içten olur. Sözü vaaz edenler gösterişli ve sahte sonuçlardan çok yürek ve vicdanda derin bir işi hedef alsınlar, o zaman Mesih’in günündeki ödüllerinden yoksun kalmayacaklardır.

Rabbi izlemek ilk sırada yer alır; çevre illerdeki imanlı kardeşlerine örnek olmalarının nedeni öğrencilikleri idi. Pavlus onlara işaret ederek şöyle diyebilirdi,”Tanrının önündeki tövbenin derin işinin bir ürünü olarak, Tanrının lütfu, kabul edildiği her yerde bu tür bir değer üretir.” Bu konu, 7.ayetin başlangıcında “öyle ki” sözcükleri aracılığı ile belirtilir. 8.ayeti başlatan “çünkü” gibi küçük bir sözcük, aynı zamanda bize bir sonraki ayette yer alan konu ile de bağlantılı olduğunu gösterir. Aynı zamanda müjdeyi yayma konusundaki şiddetli arzuları da onları diğer kişiler için bir örnek haline getirdi. Sözü yalnızca kendi bereketleri için kabul etmek ile kalmadılar ve diğer kişilere de duyurdular, öylesine çok duyurdular ki, Tanrı’ya olan imanları yalnızca yakın çevrelerde değil, ama aynı zamanda uzak bölgelerde de ün saldı. Tanrının bu kişilerde yaptığı işin tamamı, bu kişilerdeki harika etkileri aracılığı ile öylesine etkin bir şekilde reklam edildi ki, elçinin kendisinin tek bir söz söylemesine bile gerek kalmadı.

Müjdenin en etkin reklamını Müjdeyi kabul etmiş kişilerin değişmiş yaşamları yapabilir. Özenli gözlemciler tarafından bu gerçeğe sık sık dikkat çekilmiştir, ama burada, Kutsal Yazıların da bu konunun farkında olduğunu görüyoruz. Bunun tam aksini düşünecek olur isek, Müjdenin duyurulmasına en etkin şekilde ket vuran durum, Müjdeye iman etmiş olduklarını ağızları ile duyuran kişilerin düşüşleri ve günahlarıdır. Bu durumun ve Hıristiyanlaştırılmış uluslarda baskın çıkan üzücü olayların ışığında, bu ülkelerdeki müjdecinin kendisini bu gün ağır ve güç koşullar ile yüz yüze bulmasına hayret edebilir miyiz? Tanrı her birimize yardım etsin, öyle ki, yaşamlarımız Müjdenin aleyhinde değil, lehinde konuşsunlar.

Son ayetlerde üçüncü bir nokta ile karşılaşırız. Burada artık ne onların içinde işleyen karakter, ne de onların üzerine damgalanmış karakter önemli değildir; burada şimdi önemli olan, onlar TARAFINDAN ne yapılmakta olduğudur. Onların konuşmalarında ön planda olan, Tanrıya hizmet ve Mesih’in dönüşünü sabırla beklemek idi.

“Putlardan Tanrı’ya döndünüz.” Burada tövbe etmenin Kutsal Yazılara özgü bir tanımını okuruz. Tövbe etmek, yalnızca bir dönüş yapmak değildir; tövbe, Tanrı’ya dönüş yapmaktır ve bunun sonucunda putlardan vazgeçmektir. Putlar, yalnızca putperestler tarafından saygı gösterilen ve korkulan çirkin imajlar değildir, ama aynı zamanda yalnızca Tanrı’ya ait olan bir üstünlüğün ve egemenliğin yeri olan insan yüreğini zorla ele geçiren güzel ya da çirkin herhangi bir şey olabilirler. Putlar, her düşmüş günahkarın yüzünün önündedirler, onun yüreğini çeler ve Tanrı’yı geri plana itmesine neden olurlar. Tövbe gerçekleşir ve işte o zaman Tanrı, günahkarın yüzünün önüne gelir ve putlar geri planda kalırlar!

Tanrı’ya dönmüş yaşamlarımız artık O’nun hizmetinde geçirilmelidirler. Tanrı’ya hizmet etmenin ne kadar olağanüstü bir iyilik ve Müjdenin gücüne ne kadar büyük bir övgü olduğunun ve O’na hizmet etmenize izin verilmesinin bile ne kadar muhteşem olduğunun farkına vardınız mı hiç? Kentin yoksul bir semtlerinden birinde çalışan gayretli bir işçi, bir Pazar akşamı, çocukları suça teşvik eden hırsızların bulundukları bir bölgede en kötü hırsızlardan birinin tövbe edeceğine dair kesin belirtiler fark eder. Çok sevinir ama aynı zamanda titrer de. Evet, ama bu zavallı kişi Pazartesi sabahı onun kapısına geldiği ve gözyaşları içinde kabul etmiş olduğu bereket için müteşekkir olduğunu açıkça söylediği takdirde ve minnettarlığını ifade etmek için onun hizmetine girme –yemeklerini pişirme ve evini temizleme -  konusundaki arzusunu ifade ettiğinde, bu gayretli işçi neler hissedecektir? Bu kişinin üzerindeki hastalıkları, kiri, rezilliği ve daha düne kadar içtiği alkolü görür. İşçi bu durumda ne diyecektir? Siz olsanız nasıl karşılık verirdiniz?

Örneği abartarak söylemedik. Önceki ahlaki ve ruhsal durumumuz burada varsayılan duruma verilecek doğru yanıttır. Biz de öyle bir durumda idik, ama yine de kurtarılanlar ve yeniden doğmuş olanlar olarak üç kez kutsal olan Tanrı’nın hizmetine alındık. Ama o zaman Müjdenin etkilediği ahlak yenilemesinin ne kadar kudretli olması gerekir! Ve bu durumda bile içimizdeki benliğin hala var olduğunu ve bunun sonucu olarak günah işlemeye hala eğilimli olduğumuzu hatırlayarak Tanrı’nın yüce ve kutsal hizmetine alınmamızın ne kadar büyük bir iyilik olduğunu unutmayalım. Aslında bizlere, O’nun dünyanın başlangıcından önce var olan isteklerine, amaçlarına ve planlarına hizmet etme izni verildi. Eğer bunun farkına varırsak, O’nun verdiği görevden kaçınmak için hiç bir arzu duymazdık. Gayretle ve sevinçle bu görevi yerine getirmek için koşmamız gerekir.

Hizmet ederken, bekleriz. Bize gösterilecek olan bereketin doluluğunun umudu ile kurtulduk. Mesih ile birlikte olmaya gitmemiz anlamına gelen ölümü beklemeye terk edilmedik. Biz, göklerden Tanrı’nın Oğlu’nu bekliyoruz. Elçinin şu an için geldiği nokta buraya kadardır: 1.Selanikliler 4.bölüme geldiğimiz zaman, bu ifadede belirtilenin ne olduğunun açıklandığını göreceğiz.

Ancak yine de şimdi bu açıklamayı beklemeyeceğiz; şu an için yalnızca gelecek Olan’ın Tanrının Oğlu olduğunu, şimdi oturduğu yerden kalkarak göklerden geleceğini ve O’nun adının İsa olduğunu ve bizi gelecek olan gazaptan kurtarmak için Kurtarıcımız olarak tanıdığımızı dikkate alacağız. Kullanılan fiil, bizim Authorised Version’da olduğu gibi, di’li geçmiş zamanda değildir – “kurtardı”. Burada ifade edilen düşünce, daha çok, “bizi kurtaran İsa” ya da “İsa, Kurtarıcımız” şeklinde belirtilmiştir.

Her iki Antlaşma’da da “gazap” sözcüğü Tanrının bu yeryüzünün üzerine gelecek olan ağır yargıları belirtmek için kullanılır. Bir an için bile inkar etmediğimiz şey şudur: Yeni Antlaşma’nın çeşitli bölümlerinde bu sözcüğün anlamı genişletilir ve ileriye uzanarak sonsuzluğu içine alan ceza yargısı olarak ifade edilir. Ama yine de “gazap” sözcüğünün temel kullanımı belirtmiş olduğumuz gibidir; Vahiy kitabı dikkatle okunduğu takdirde, bu temel kullanım görülecektir. İnsanlar ve uluslar gazap günü için üzerlerinde gazap biriktirirler ve açılmış olan göz o gazap gününün sessizlik ve içinde ve sinsice yaklaşmakta olduğunu görebilir.

Gazabın gelmesine rağmen aynı zamanda İsa’nın da gelecek olması ve ayrıca Kurtarıcı olarak gelecek olması, bu gerçeği bilen imanlı için ne kadar büyük bir sevinçtir! Gazap, avının üzerine doğru süzülen bir kartal gibi gelmeden önce, İsa gelecek ve biz gazabın ineceği yerdeki noktadan kurtarılacağız. Bu harika olayın ayrıntılarını öğrenmek için beklememiz gerekir. Bu arada olayın kendisi görkemli bir kesinlik olduğu ve çok çabuk bir şekilde yaklaşmakta bulunduğu için sevinç duyabiliriz.

1 Selanikliler

Bölüm 2

Elçi, İLK bölümünde, kendisinin ve diğer işçi arkadaşlarının, Selaniklilerin yanına Müjdeyi duyurmak için ilk gittikleri zaman, onların aralarında “nasıl davranan kişiler” olduklarına dair imada bulunur ve verdikleri mesaja eşlik eden gücün elçilerin lekelenemez karakteri ile çok yakından ilgili olduğunu dolaylı olarak belirtir. Pavlus bu konuya 2.bölümün başlangıcında geri döner.

Pavlus ve arkadaşları Selanik’te Rabbe açık bir kapı buldular ve bunun sonucunda onların arasına en etkili şekilde girmek için fırsat elde etmiş oldular. Elçilerin İşleri 16.bölümde yazıldığı gibi Pavlus ve arkadaşlarına Filipi’de acı çektirilmiş ve utanç verici bir şekilde davranılmıştı. Bu yüzden Selanik’teki bu fırsat dikkat çekici idi. Yine de Filipe’de yaşadıkları bu olaylardan ötürü yılmadılar, çünkü Tanrıya duydukları güven çok büyüktü ve bu nedenle Söz’ü cesaretle yaydılar. Söz’ün gücü öylesine etkili idi ki, Yahudiler arasından bile iman edenler oldu, “ve Tanrıya tapınan Greklerden büyük bir topluluk ve ileri gelen kadınların da bir çoğu ikna olup Pavlus ile Silas’a katıldılar. “ (Elçilerin İşleri 17: 4) Tanrı böylece sadık hizmetkarlarına çekilen ciddi bir acıdan sonra ve ilerde Selanik’te de tecrübe edecekleri başka sıkıntılardan önce teşvik edilmeleri için sevinçli bir zaman ihsan etti. Ama yine de Filipe’deki vahşetin, bu kentte az işler başarıldığı anlamına gelmediğini elbette hatırlamamız gerekir. Aksine, Pavlus’un, Filipe’de tövbe etmelerine aracı olan kişiler, lütfun en parlak anıları arasında yer aldılar.

Elçi, 2. ayette tanrısal Müjdeyi “şiddetli karşı koymalara” rağmen, Selaniklilere duyurduğunu yazar. Şiddetli tartışmanın, hararetli tartışma anlamına gelmediğini anlamamız gerekir. “Şiddetli tartışma” ifadesinin birebir anlamı, “eziyet görmek” ya da “çekişme”dir. Yeni Çeviri bu ifadeyi şöyle tercüme eder: “çok gayretli mücadele.” Pavlus, gerçeğin, onu dinleyen kişilerde etkin olabilmesi için ruhsal bir çatışmanın neden olduğu bir acı ile vaaz etti! Pavlus’un müjdesi, “anla ya da vazgeç” türünden bir mesaj değildi! Pavlus, yalnızca, yazılarında doğru bir şekilde ifade edilen gerçekten hoşnut bir din adamı ya da bir Hıristiyan düşünürü değildi; aynı zamanda kendisini hayal ürünü bir gizeme kaptırmış bir kişi hiç değildi. Onun bir mesajı vardı ve bu mesajı diğer kişilere aktarmak için gayret ile yanıyordu ve zihni bu yüzden acı çekiyordu.

Bu tutumu ona ne kadar şaşırtıcı bir güç sağlıyor olmalıydı! Bedensel varlığı ve söz söyleme yeteneği – bir başka yerde kendisinin söylemiş olduğu gibi “konuşması kaba saba” - açısından zayıf olabilirdi ve küçümsenebilirdi, ama yine de ruhunun içsel acısı içinde yaptığı konuşma, onun kaba saba sözlerini bir kasırga etkisine dönüştürmüştür. Bu sözlerinin etkisi altında kalan kalabalıklar iman ettiler ve aynı zamanda daha da büyük kalabalıklar ona karşı öfkelenip hiddetlendiler! Bu gün buna benzer bir gücü nerede görüyoruz? Biz müjdenin iyi, belirgin, sağlam, çarpıcı, zeki, güzel sözlü ve tatlı olarak karakterize edilebilecek olan hitap şekillerini işitiyoruz. Ancak bunlar, ne konuşmalarda ne de karanlığın güçlerine üstün gelme konusunda pek fazla başarı sağlamazlar. Yine de, ihtiyacın büyüklüğü aynıdır ve Kutsal Ruh’un enerjisi de aynıdır. Farklılık elçilerin karakteri ve kapasitesi ile ilgilidir.

3-6 arasındaki ayetlerde bize Pavlus ve yardımcılarının ne OLMADIKLARI konusunda imada bulunulur ve bu şekilde Tanrı’nın her hizmetkarı tarafından gayretle kaçınılması gereken şeyler öğrenebiliriz. Her şeyden önce aldatıcı ve gerçek olmayan tüm unsurların ortadan kaldırılması gerekir.

“Eğer gerçeği öğretmek istiyorsan,
Kendine karşı gerçekçi olmalısın.”

Yukarıda okuduğunuz bu sözler çok doğrudur. Ancak yalnızca bu kadarı yeterli değildir; insanı hoşnut eden her düşüncenin uzaklaştırılması gerekir. Ne kadar küçük olursa olsun kendimizi adadığımız her hizmet insan tarafından değil Tanrı tarafından verilmiştir. Bu nedenle, sorumlu olduğumuz Kişi, Tanrıdır ve O yalnızca sözlerimizi ve eylemlerimizi değil, ama aynı zamanda yüreklerimizi de dener. Vekiller olduğumuzu asla unutmamamız gerekir.

Eğer bunu aklımızda tutacak olursak, o zaman elbette, 5. Ve 6. ayetlerde söz edilen pohpohlayıcı sözler kullanmaktan, açgözlülüğü örten maskeden ve insanlardan gelecek olan övgünün peşinde olmaktan uzak duracağız. Bu sözü edilen üç tutum dünyada aşırı bir şekilde geçerlidir. İnsanlar doğal olarak kendi değerlerinin peşinden giderler ve bu yüzden bir tür maske altında bunu gizleyebilmelerine rağmen yine de açgözlülük tarafından yönetilirler. Aynı zamanda insandan gelen övgü de insan yüreğinin çok sevdiği bir tutumdur; ve insanlar mal ya da yücelik peşinde oldukları zaman, pohpohlayıcı sözleri yararlı bir silah olarak görürler, çünkü bu sözler aracılığı ile sözü geçen bir kişiye sık sık yaltaklanarak göze girmeye çalışırlar. Bu tutumların hepsi Pavlus tarafından tamamen reddedilir. Tanrının bir hizmetkarı olarak Yargıcı ve Tanığı Tanrı olan Pavlus için tüm bu tutumlar yakışık almaz davranışlardır.

Pavlus’un hizmetinin olumlu özellikleri 7-12 ayetleri arasında karşımıza çıkar ve söze, çocuklarını ağrına basan bir anne gibi şefkatle davrandığını söyleyerek başlar ve kendisini bir baba ile karşılaştırarak sözüne son verir. Bu çok güçlü insanın kendisini nasıl “çocuklarını bağrına basan bir anne” gibi şefkatli ve yumuşak olabileceğini zihnimizde canlandırmak bize zor gelebilir, ama durumu, yazdığı gibi idi. Fiziksel güç genellikle kaba ve nezaketsizdir. Ruhsal güç yumuşak ve naziktir. Selanik’te fiziksel güç bol bol mevcut idi, “iman etmeyen Yahudiler, kendileri gibi olan bazı kişileri yanlarına alarak tüm kentte kargaşa çıkardılar,” ancak bunların hiç biri bir sonuç sağlamadı. Oysa, Pavlus’un yumuşaklığı bunun aksine, kalıcı sonuçlara yol açtı. Pavlus’un yumuşaklığı, bu genç imanlılara duyduğu içten sevgiden kaynaklanıyordu. Pavlus onları bağrına bastı; yani, onları gayretli tuttu ve onlara duyduğu sevgi içten olmasa idi, bunu nasıl yapabilirdi? Onlara öylesine gönülden bağlanmıştı ki, onlarla yalnız Tanrının müjdesini değil, aynı zamanda kendi canını da paylaşmaya razı idi. Yaşamını onların uğruna feda edebilirdi.

Ama her şeye rağmen yine de, Pavlus’tan onlar uğruna canını feda etmesi istenmedi. Pavlus’un yaptığı, hem gündüz hem de gece elleri ile çalışmaktı, öyle ki, kendi geçimini temin ederek onlara yük olmasın. Bu konuya ikinci mektubunda tekrar değinir ve Elçilerin İşleri 20:34 ayetinden yalnızca onun kendi ihtiyaçlarını bu şekilde sağlaması ile ilgili şaşırtıcı bilgiyi almakla kalmaz, ama aynı zamanda onunla birlikte olanların da ihtiyaçlarını karşıladığını öğreniriz. Başka bir yerde, “gece gündüz hararetle dua ettiğinden” söz eder ve böylece onun müjde için verdiği emeklerin ne kadar çok olduğunu anlarız.

Bu koşullar altında bu olağanüstü adamın çadırcılık yapmak için zaman bulmasına şaşırabiliriz, ama o bir şekilde bunu yapmıştır; Rab her ne kadar müjdeyi vaaz edenlerin geçimlerini Müjdeden sağlamaları gerektiğine dair genel bir kural buyurmuş olsa bile Pavlus Mesih’in Müjdesinden kazanç sağlamamıştır. İnsanın eli ile çalışmasının Tanrının gözünde onurlu bir davranış olduğu aşikardır.

Selanikliler tüm bunlara tanık oldular. Kutsallık ve uyguladığı doğruluk aracılığı ile kendisini tanıtan Pavlus Selaniklileri onun izinden gitmeleri ve Tanrının gözünde değerli olan bir yolda yürümeleri için sorumlu tutabilmiştir – Tanrı onları Yetkisinin altında kalmaları ve Yüceliğine girmeleri için çağırmıştı.

Bu nedenle şu ana kadar bizi meşgul etmiş olan şey, Pavlus’u ve arkadaşlarını karakterize eden yaşamın tutumu olmuştur: 13. Ayet ile birlikte Selanik’teki imanlıları işaret eden konuya tekrar geri döneriz. Bu kişiler gibi kanallar aracılığı ile Tanrı Sözü’nü, Tanrı Sözü olarak kabul ettiler. Bu ayet çok net bir şekilde Tanrı Sözü’nün insanların sözü olarak kabul edilebileceğini ima eder ve bu şekilde kabul edildiği takdirde asla Tanrı Sözü değildir. Eğer lensi kusurlu olan bir fotoğraf makineniz var ise, çektiğiniz resimlerdeki konuların garip bir şekil aldıklarını ve genellikle acayip bir bozulmaya maruz kaldıklarını göreceksiniz. Ama bu konuda fotoğrafını çektiğiniz konuları suçlamamanız gerekir. Özneleriniz tamamen aksini kanıtlasa da nesneleriniz de kusur yoktu. Burada elçinin de yaptığı gibi, nesnel ve öznel olan arasında ayırım yapmayı öğrenmemiz gerekir. Selaniklilere Tanrının nesnel Sözü sunuldu ve onlarda meydana gelen öznel etki gerçek ile uyumlu idi. Eğer Tanrının Sözünü insanların sözü olarak kabul etmiş olsalar idi, üzerlerindeki etkisi yalnızca geçici bir etki olacaktı. Onu Tanrının Sözü olarak kabul ettikleri için Söz onların içinde güçlü bir şekilde çalıştı ve onlarda Müjdenin ilk kez Yahudiye’de vaaz edilmiş olduğu zamanda üretmiş olduğu etkilerin aynısını üretti. Zulüm görerek dayanmalarına rağmen sağlam kaldılar.

Elçilerin İşleri 17.bölüm, bize, zulüm fırtınasının Selanik’te ne kadar çabuk patladığını gösterir. Yason’un evine saldırıldı ve Yason’un kendisini ve bazı kardeşlerini zorla kent yetkililerinin önüne sürüklediler; bu ayaklanma ile ilgili davranışı kışkırtan kişiler, Yahudiler idi. Elçinin burada onlara gösterdiği şudur: onlar yalnızca Yahudiye’deki ilk imanlıların çektikleri acıları çekmeye çağrılmışlardı ve sıkıntılarına neden olan Yahudi kışkırtıcılar yine aynı konuda ideal örnek oluşturdular. Bu, elçiyi onlara karşı ortaya konan suçlamanın özetini anlatmaya yöneltir. Tanrının eskiden Yahudiler ile olan büyük çekişmesi, onların ısrarlı putperestliği hakkında idi. Eski Antlaşma’da bu konuyu ileten pek çok peygamber vardır. Yeni Antlaşma’da bu konuya daha büyük bir suçlama eklenir ve onların “Rab İsa’yı öldürdükleri” bildirilir. Ayrıca bu tutumlarına ek olarak yaptıkları zulüm aracılığı ile elçiyi sürdüler ve Müjdenin uluslara duyurulmasını yasakladılar. Kendileri kurtuluş kapısından içeri girmeyi reddettiler ve diğerlerinin de kurtuluş kapısında girmelerini ellerinden geldiği kadar engellemiş oldular. Bu mutsuz kişiler hakkında yapılan tanım ne kadar çarpıcıdır, “Tanrıyı hoşnut etmezler ve tüm insanlara karşıdırlar.”

Ulusların genellikle Yahudilere karşı oldukları çok aşikardır. Bölümümüzdeki 15. Ve 16. ayetler bize bunun nedenini gösterirler. Kendileri Yahudilere karşıdırlar ve ulus olarak Tanrının hoşnutsuzluğu altındadırlar, bu yüzden onlar ile ilgili hiç bir şey doğru değildir. Ama yine de Tanrı elbette hala “onların arasından lütfu ile seçtiği küçük bir topluluk (bir kalıntı) ayırmıştır.” (Romalılar 11:5) Daha önce deneme altına girmişlerdi. Mesih’in ölümünden sonra bile onlara, elçilerin İşleri 3:17-26 ayetlerinde yazılı olduğu gibi, Kutsal Ruh’un gelişinin bir sonucu olarak bir merhamet sunusu verilmişti. Onlara, İstefanos’un şehit edilmesi ve İstefanus’un öldürülmesinin hemen ardından kurtuluş ışığını uluslara taşıması için görevlendirilen Pavlus’un zulmü aracılığı ile resmi bir yanıt verildi. Eğer Tanrı ilahi takdiri ile bu durumu engellemek için müdahale etmemiş olsa idi, aynı şekilde Pavlus’u da öldüreceklerdi. (Bakınız, elçilerin İşleri 9:23 ve 29) Bunun bir sonucu olarak uzun zamandır bastırılan gazap, onlara karşı kesin bir şekilde serbest bırakıldı. Büyük sıkıntı üzerlerine gelinceye kadar bir ulus olarak son kuruşu ödemeyeceklerdi. Ama şimdi hiç bir şey, Tanrının onlara olan gazabını durduramazdı.

Bu karanlık sahneye karşılık 17-20 ayetlerinin sundukları örnek ne kadar güzeldir. Öğrencileri, Pavlus’u geceleyin kentin surlarından sarkıtılan bir küfe içinde aşağı sarkıtarak acele ile onların arasından kaçırırlarken, elçi onlara daha şimdiden içten bir özlem duymakta idi. Onlara Müjdeden doğan ruhsal çocukları olarak baktı ve onları umudu, sevinci ve başının tacı olarak gördü. Öğrencilerini Pavlus’a bağlayan bağlar, en yumuşak, en ruhsal doğadan yapılmışlardı. Eğer ileriye dönük olarak bakar ise, Rabbin gelişinde onların kendisinin yüceliği ve sevinci olmalarını umut ediyordu. Geriye dönüp baktığı zaman, şeytanın onları nasıl yeryüzünde bedensel varlık olarak ayrı bırakmaya devam etmek konusunda uğraşmış olduğunun farkına vardı.

Bu bölüm, şeytana, Rabbin hizmetkarlarını rahatsız etmek ve engellemek için izin verilmiş olduğunu açıkça ima eder; ancak yine de bu öyküyü Elçilerin İşlerinde kaydedilmiş olan anlatım ile kıyaslar isek, Tanrının, şeytanın engelleyici işini iyilik için işleyerek şeytanın üzerinde nasıl egemen olacağını çok iyi bildiğini net olarak anlarız. Şeytan Pavlus’un Selanik’e dönmesini engelledi, ama Tanrı Pavlus’u Korint’e yönlendirdi; ve bu kentte Tanrının halkından olan pek çok kişi vardı!

Burada aynı zamanda Pavlus’un çok sevdiği Selanikli imanlılar ile cennette yeniden bir araya gelmeyi ne kadar büyük bir mutluluk içinde özlem ile beklediğine de dikkat edin. Eğer o gün her birini cennette tanımayı umut etmemiş olsa idi, sözleri hiç bir anlam ifade etmeyecekti. Tanrının kutsalları Mesih’in gelişinde ve O’nun huzurunda karşılaştıkları zaman, birbirlerini tanıyacaklardır.

1 Selanikliler

Bölüm 3

AMA EĞER PAVLUS kişisel olarak gelmesi konusunda engellenmiş olsa idi – şeytan tarafından kendisine karşı yöneltilen zulmün şiddeti aracılığı ile – o zaman onları rahatlatmak ve teşvik etmek için Timoteos’u gönderecekti. Burada 3.bölümün başlangıcında yine Pavlus’ta, Mesih’teki gerçek bir babanın özelliklerini görürüz. Pavlus, alışılmışın dışında sert ve zor bir kent olan Atina’da idi; Atina öyle bir yerdi ki, Pavlus’un burada duyacağı en acil ihtiyaç, kendisi gibi düşünen çalışma arkadaşları tarafından destek ve teşvik görmesi olurdu, ama yine de Timoteos’un bu genç imanlıların canlarına çobanlık edebilmesi ve şeytan çeşitli sıkıntılar aracılığı ile onlara saldırmayı hedeflediği zaman onları bina edebilmesi için Pavlus’un fedakarlık etmesi ve Atina’da yalnız kalması gerekti. İmanlarının denenmesi, beklemedikleri bir anda bir sürpriz olarak gelmemişti, çünkü Pavlus, onaların arasındaki ziyareti çok kısa sürmesine rağmen, onları bu konuda önceden uyarmak için zaman bulmuştu.

Tüm bunlardan öğrenmemiz gereken, dünyanın yaptığı zulmün yeryüzünde yaşayan bir Hıristiyan’ın normal payı olduğu gerçeğini, en yeni imanlıdan bile gizlememektir. Bunu gizlemek doğru ya da bilgece bir davranış değildir. Hıristiyanlık’ta sevinçler boldur, ama dünyasal bir düzen izlemezler. Dünyada sıkıntımız olacaktır, bu nedenle, imanlı sayısı fazla olsun düşüncesi ile bu konuyu yanlış bir öğretiş ile sunmayalım. Gerçek ile yüz yüze gelinmesine izin verelim ve böylelikle tek bir gerçek imanlıyı kaybetmeyiz; hem onların hem de aynı zamanda bizim iyiliğimiz için imanların kontrol edilebilmesi gerekir. Zulüm konusunda hepimizin sıra ile söylememiz gereken şudur: “Vaki oldu ve siz biliyorsunuz.”

Şeytan, imanlılara karşı zulmetmeye başladığı zaman, hedefi daima imanlıların hedefidir. İmanı zayıflatmak ve elinden gelse imanı yok etmek ister. Bunun bir sonucu olarak bu bölümde Pavlus’un iman konusunu nasıl vurguladığına dikkat edin. Pavlus Timoteos’u, sizi “imanınız ile ilgili olarak” rahatlatmak için gönderdi. Onu, “imanınızı bilmek” için gönderdi. Timoteos geri döndü ve “imanınız ile ilgili iyi haberler” getirdi. Ve bunun bir sonucu olarak “imanınız aracılığı ile” teselli edildi. İman, can’ın gözüdür. İman, ruhsal görüş sağlar. Pavlus bu gerçeği biliyordu; imanın göz ile görünmeyen değerleri onlar için gerçek olduğu sürece, yapılan zulüm yalnızca ruhsal zenginlik ve canlılık üretecekti. Bu konuya şöyle bir örnek verebiliriz: soğuk bir duş tam sağlıklı bir kişi için canlandırıcı olabilir, ama aynı soğuk duş hasta birine ıstırap verecektir. Bu fiziksel durumu yukarda söz edilen ruhsal durum için de düşünebiliriz. İman can ve Tanrı arasındaki yaşamsal bağdır ve eğer zayıfladığı takdirde, imanlı ile ilgili her şey zayıflar. Ve şeytan bunu çok iyi bilir.

İmanlıların yüreklerindeki iman korunduğu zaman, “Rab’de sağlam dururlar” ve bu durum, elçi için büyük bir sevinç kaynağıdır ve tüm sıkıntılarının içinde iken onu teselli eden bir durumdur. Pavlus, iman etmelerinden hemen sonra bu tür denemelere maruz kalan Selanikliler için öylesine derin duygular besliyordu ki, onların iyi olduklarına dair haber alıncaya kadar kendisini sanki ölüm yatağında olan biri gibi hissetti. Timoteos aracılığı ile aldığı iyi haber onu tekrar yaşama döndürdü. “Siz Rabbe bağlı kalırsanız, biz asıl o zaman yaşarız” sözlerini yazdığı zamanki ruh durumu işte böyle idi.

Bu Hıristiyanlarda iman böylesine parlak bir şekilde korunmasına rağmen, 10.ayetin belirttiği gibi, yine de iman konusundaki eksikliklerinin tamamlanmasına ihtiyaç vardı. Bu konuda bir şey eksik gibiydi – sanki kendilerine açıklanmış olan gerçeğin tamamı ile henüz tanışmamışa benziyorlardı. İman ile gördükleri şeyi çok net olarak gördüler, ama görülmesi gereken her şeyi daha görmemişlerdi. Elçi, tüm içtenliği ile onları tekrar görmeyi özlüyor ve Tanrının gerçeğine ilişkin şimdiye kadar bilmedikleri bazı konuları onlara açıklamayı istiyordu. Bu mektupta onlara henüz bilmedikleri bir konuda da açıklama yapar; bunun ne olduğunu 1.Selanikliler 4.bölümü incelerken göreceğiz.

Pavlus onların yanlarına gidemiyordu, ama arzusu, onların birbirlerine duydukları sevginin artması ve bollaşmasıydı. İmanın Nesnesi, yalnızca Tanrıdır. Tanrı aynı zamanda sevginin de Nesne’sidir, ama O’na duyulan sevgi en iyi şekilde, Yuhanna’nın mektubunda da bize hatırlatıldığı gibi, O’ndan doğmuş olanların sevgisi ile uygulamalı olarak ifade edilebilir. Ayrıca, Hristiyan’ın tüm insanlara akan bir sevgi çeşmesi olması gerekir. Selaniklilerin sevgisi böyle idi; ve böylelikle, 1.Selanikliler 1.bölümü gözden geçirdiğimiz zaman, onların Müjdenin reklamını ne kadar etkin bir şekilde yaptıklarını da görmüş oluyoruz. Yalnızca giderek daha fazla çoğalmaları gerekiyordu.

Böylelikle, Rabbin gelişinde kutsallıkta lekesiz olarak bina edilmiş olacaklardı. Kutsallık ve sevginin, birbirlerine çok yakın bir şekilde bağlı oldukları aşikardır. Tanrı ve O’nun halkı için yüreklerimizde sevgi işledikçe, O’nun nefret ettiğinden biz de nefret ederiz ve O’nun önünde lekesiz olarak korunuruz. Önümüzdeki büyük hedef, Rab İsa’nın tüm kutsalları ile birlikte gelmesidir. “İle” edatına dikkat ediniz. O, yüceliği içinde geldiği zaman, O’nunla birlikte olmamız gerekir. Beraberindekiler ile birlikte gökten geldiği zaman, O’nun yukarıdaki varlığına nasıl ulaşacağımız, mektupta henüz açık bir şekilde ifade edilmemiştir; ama tek başına bu ayet bile Selaniklilerin güvenmesi için yeterli olmuştur ve aynı şekilde O geldiği zaman, tek bir kişinin bile eksik olmayacağından bizlerin de emin olmamız gerekir. O’nun gelişi, O’nun TÜM kutsalları ile birlikte olacaktır.

1 Selanikliler

Bölüm 4

Bu mektubun dördüncü bölümünü açtığımız zaman, elçinin öğüt ve buyruk vermeye yöneldiğini görürüz. Daha önceki bölümler, büyük ölçüde hem Tanrının Selanikliler arasında yaptığı işler hem de Pavlus’un ve iş arkadaşlarının Selanikliler arasındaki davranışlarını ve hizmetlerini konu alan hatıralar ile ilgili idiler. Elçi şimdi çok sevdiği imanlıların o günkü ihtiyaçlarına hitap eder.

İlk bölümde elçi, Selanikliler hakkında daha çok, yoğun övgü içeren sözler söyleyebilmişti. Ancak onun bu övgüleri, Selanikli imanlıların tehlikeler ya da zorluklar ile yüz yüze olmadıkları ya da Tanrının değerleri ile ilgili olarak artık daha çok ilerlemeye ihtiyaç duymadıkları anlamına gelmiyordu. Tam aksine, onlar henüz bebekleri andırıyorlardı. Gerçek ile ilgili olarak öğrenmeleri gereken daha pek çok şey vardı ve Tanrının onlar hakkındaki isteğine ilişkin bilgi edinmeye ihtiyaç duyuyorlardı. Onlar için ve aynı zamanda hepimiz için büyük önem taşıyan sözler 1.ayette yer alırlar – “daha da ilerlemeniz için.”

Her şeyden önce, Tanrıyı hoşnut eden yaşam ve davranışların tüm bu uygulamalı ayrıntılarında daha da ilerlemeleri gerekiyordu. Pavlus, Selanikli imanlıların arasında kaldığı kısa süre içinde onlara Tanrıyı hoşnut eden yürüyüşün nasıl olması gerektiğini bildiren bilgileri aktarma konusunda başarılı olmuştu; yine de yerine getirilmesi gereken pek çok ayrıntı vardı. Bilmek başka bir şeydir, yapmak ise bambaşka bir şeydir ve bizler burada tüm eylemlerimizde ve tüm yollarımızda Tanrıyı hoşnut etmek için bulunuyoruz. Tanrının isteği, bizim kutsallaşmamızdır, yani, tüm murdarlıklardan ayrılmamız gerekir, öyle ki, tamamen Tanrı için ayrılmış olabilelim.

Rab İsa’nın ve O’nun elçilerinin Yeni Antlaşma’da yer alan pek çok sayıdaki buyruklarına yeterince dikkat ediyor muyuz? Korkarız ki, bu sorunun yanıtı dikkat etmediğimizdir. Bazı imanlıların, bir Hıristiyan’a her buyruğun uygulanacağı düşüncesine dair köklü bir itirazları vardır. Bir Hıristiyan’a her tür buyruğun yüklenmesini gerektiren Musa’nın yasası ile Hıristiyan’ın tekrar yasa altına konduğunu hissederler; ve biz Hıristiyanlar, bize haklı olarak hatırlatıldığı gibi, yasa altında değil, lütuf altındayız.

Ancak buna rağmen yine de yanılgıya düşerler. Bizler, eğer gerçekten iman etti isek, Tanrı’nın krallığına lütuf altında getirildik. Yüreklerimizde Tanrısal yetki bina edildi. Meyleden güç sevgi olmasına rağmen, bu kutsanmış krallıkta sevginin buyrukları yasanın buyruklarından daha az değildir. Yasa, itaati garanti edecek olan, bir motif ya da gücü sağlamadan buyruklarını verir. İhtiyaç duyulan zorlayıcı gücü sağlayan yalnızca sevgidir. Sevginin buyrukları hala mevcuttur. “Tanrıyı sevmek O’nun buyruklarını yerine getirmek demektir. O’nun buyrukları da ağır değildir.” (1.Yuhanna 5:3) Yasa altındaki insanlara, onların yaşamlarına ve Tanrının önündeki konumlarına bağlı olan buyruklar verildi. Lütuf altındaki imanlının yaşamı ve konumu, Mesih’te güvence altına alınmıştır ve imanlıya verilen buyruklar, Mesih’te sahip olduğu bu yeni yaşamını, bir şekilde Tanrıyı hoşnut etmesi için biçimlendirir ve yönlendirirler.

Yeni Antlaşma’da, Tanrı’ya şükürler olsun ki, Rabbin, yaşamın ve hizmetin temel konularını belirleyen pek çok net buyruklarına sahibiz. Yine de Rabbin herhangi bir kesin buyruk belirtmemiş olduğu çok fazla önemli olmayan birçok konu bulunur. (Şu üç ayetin karşılaştırılması bu konuda yararlı olabilir: 1 Korintliler 7:6 ve 25; 1.Korintliler 14:37) Bu atlanan noktalar, gözden kaçırılmamışlardır, bir amaç için bu şekilde yerleştirilmişlerdir. Rabbin amacının, pek çok konuyu Kutsallarının dualarına bırakmış olduğu aşikardır; O’nu neyin hoşnut ettiğini keşfetmeleri için Kutsal Yazıları araştırmaları gerekir ve O’nun geçmiş günlerdeki davranışlarından gözlemledikleri ile kıyaslama yaparak değerlendirmelidirler. Bunu, ruhsal açıdan gelişebilmek ve “duyularını iyi ve kötüyü ayırt etmek üzere kullanmaları” için yapmalıdırlar. Bu gibi konularda her birimizin Tanrının isteğinin doğru olup olmadığını anlamak ve düşüncelerimizde buna tamamen ikna olmak için ayırt etme deneyimini yaşamamız gerekir.

Böyle yapmayı tamamen kabul ederiz; ama bu yüzden Rabbin ağzından çıkan basit buyrukları göz ardı etmememiz gerekir. Korkarız ki, bazı Hıristiyanlar bu konuda daha çok kendilerini aldatma eğilimindedirler. Belirli bir nokta üzerinde çok deneyimli gibi görünürler. Işığın peşinden giderler. Çok dindar bir şekilde dua ederler. Ama tüm bunlara rağmen yine de, Kutsal Kitaplarını açtıkları zaman, Rabbin, tam sorguladıkları nokta ile ilgili basit bir buyruğu ile karşılaşacaklardır. Bir şekilde bu buyruğu göz ardı etmeyi becerirler. O zaman ettikleri tüm duaların ve iyilik uygulamalarının değerleri azalır ve kendilerinden gerçekten bir ikiyüzlülük kokusu yayılır.

Önemli olduğu için bu konu üzerinde biraz fazla durduk. Tekrar ayetlerimize geri döndüğümüz zaman, Tanrının, Halkı için isteğinin genel bir şekilde onların kutsallaşması olduğunu bildirdikten sonra, elçi, bu tür herhangi bir şeyin ölümcül düşmanı olan bir günahtan söz eder. Bu belirli günah, diğer uluslar arasında oldukça aşırı bir şekilde mevcut idi, öylesine sık işlenen bir günahtı ki, hiç önemsenmiyordu ve ancak Hıristiyanlığın ışığı bu günahın üzerine yansıdığı zaman, günahın gerçek kötülüğü görünür hale geliyordu. Günümüzdeki Hıristiyanlaştırılmış uluslar arasında bu günaha elli yıl öncesinde duyulan tiksintiden daha az tiksinti duyarak bakılır; bu günahın önemine ne ölçüde sırt çevrildiği, 4.bölümün 3-7 ayetleri okunduğu zaman daha iyi anlaşılır. Her birimiz bu ayetleri özenli olarak okuyalım ve elçinin kullandığı sivri sözlerin yüreklerimize işlemesine izin verelim.

Kutsallaşma sözcüğü, bu ayetlerin içeriğinde tam üç kez yer alır. Ama 7.ayette ”kutsallık- kutsal bir yaşam sürmek” şeklinde tercüme edilir; bu sözcük, burada, murdarlığın karşıtı olarak kullanılmıştır. Bizler kutsal olmaya çağrıldık ve eğer bunu önemsemez isek, üç yönde ciddi sorunlar ile karşı karşıya kalırız.

Öncelikle Kutsallarının adil yönetiminde bizimle ilgilenecek olan Rab ile hesap görmemiz gerekir. Eğer başka birine yanlış yapıldı ise, bu konuda Öç Alan olarak Kendisini gösterecektir. İkinci olarak hesap görülmesi gereken bir Tanrı vardır. Hata yapan kişi sanki bir insanın haklarını yalnızca küçümsüyor ve saygı göstermiyor gibi görünebilir, ama aslında hata yapan kişi Tanrının haklarına saygısızlık yapıyordur. Üçüncü olarak, Tanrının Ruhunun dikkate alınması gerekir ve Tanrının Ruhu Kutsal Ruh’tur – yukarıdaki ayetlerde kutsallaşma sözcüklerinde olduğu gibi, kutsal sözcüğü de aynı kökten gelmektedir. Verilmiş olan Kutsal Ruh bizi Tanrı için ayırır.

Pavlus 9. Ayet ile birlikte, kendisini genellikle sevgi adı altında maskeleyen bu günahtan, Tanrı halkı arasında bulunan asıl konu olan kardeş sevgisine dönüş yapar. Kardeş sevgisi ile ilgili öğüt vermesine gerek olmadığını sevinç ile bildirir, çünkü Tanrı, onlara kardeşlik sevgisini yerine getirmeyi öğretmiştir. Kardeşlik sevgisi onların canlarındaki tanrısal yaşamın içgüdüsü idi. Elçinin onlara söylemesi gereken tek şey, bu konuda “daha da ilerlemeleri gerektiği” idi.  Burada bu sözcükler ile tekrar karşılaşırız. Rabbin buyruklarına giderek daha fazla mutluluk duyarak itaat mevcuttur ve böylelikle Tanrı halkı arasında kardeşlik sevgisi ilerleyerek daha da çoğalacaktır. SEVGİ ve İTAAT – asıl olan bunlardır! Ve her iki konuda da giderek daha çok ilerleme gerekir! Bu şekilde tanımlanmak bizi ne kadar da mutlu kılacaktır!

Kardeşlik sevgisinden, 11 ve 12 ayetlerde yer alan yaşam ile ilgili konulara geçiş yapılması çok önemlidir. Daha önce kardeşlik sevgisi, kardeşliğe yakışmayan yozlaşmış durumdaki bir olaya müdahale etmek olarak anlaşılmıştır. İşte burada, bir çeviride yapılan yorum ile sağlıklı bir düzeltmenin nasıl olacağını okuruz: “Size buyurduğumuz gibi, sakin bir yaşam sürmeyi, kendi işinize bakmayı, elleriniz ile çalışmayı amaç edinin.”

Elçi şimdi [ayet 13], öyle görünüyor ki, mektubu yazmasının asıl nedeni olan konuya yaklaşır. Selanikliler, aralarından ölmüş olan bir kaç kişi için çok üzülmektedirler ve sıkıntı içindedirler. Rab İsa’nın tekrar geleceğinin elbette farkındadırlar ve aslında O’nun çok yakında tekrar geleceğini umut etmektedirler ve bundan dolayı bu beklenmedik ölümlerin çok gizemli olduğunu düşünmektedirler. Şu ya da bu şekilde bu sevgili kardeşlerinin kaybedenler oldukları gibi bir hisse kapılırlar. Kurtarıcı gelecektir ve yücelik, onlar yokken parlayacaktır! Bu durum onların gerçekten yas tutmalarına neden olur. Ama bu derin üzüntülerinin temelinde bilgisizlik vardır ve bu bilgisizliği sonsuza kadar yok edecek olan şeye, yani gerçeğin ışığına ihtiyaç duymaktadırlar.

Pavlus, “Kardeşler, bilgisiz kalmanızı istemiyorum” der, ve onlara bilmeleri gereken pek çok ayrıntı konusunda bilgi verir; imanlarında eksik kalan bu belirli konudaki bilgilerini tamamlar.

Onlara güvence verdiği ilk konu, Tanrının, aralarından ayrılan bu kutsalları tekrar gelecek olan Mesih ile birlikte geri getireceği hakkındadır. Pavlus, üçüncü bölümün son ayetinde “Rabbimiz İsa’nın TÜM kutsalları ile geleceğinden” söz etmişti ve Pavlus burada, ayette belirtilen bu güvenceyi sağlamlaştırır. “Tüm” sözcüğü, “İsa’ya bağlı olarak gözlerini yaşama kapamış olanları” kapsar, çünkü İsa Mesih’in Kendisi öldüğü ve dirildiği için İsa’ya bağlı olarak gözlerini yaşama kapamış olan kişilerin, Mesih ile birlikte geri gelecekleri kesindir. Mesih’in ölümü ve dirilişi, iman açısından mutlak gerçek, gerçeklik ve kesinlik ölçütüdür. Gerçeğin tüm kısımları eşit derecede kesindir ve elçi Selaniklilerin bu gerçeğin farkına varmalarını arzu etti.

Teselli etmesi gereken bu en kesin güvence, nasıl yerine gelecekti? Selanikliler, düşüncelerinde bu konuya çözüm bulmakta güçlük çekiyorlardı. Aralarından ayrılmış olan bu kutsallar, O’nun geri dönüşünde O’nunla birlikte olmak için Mesih’in yüceliğinde nasıl bulunacaklardı? Bu büyük değişim ne şekilde gerçekleşecekti? Bu soru, daha sonraki ayetlerde yanıtlanır ve elçi onlara şu sözleri kullanarak açıklama yapar: “İşte birbirinizi bu sözler ile teselli edin.” Pavlus, bu konuşması ile onlara, bu konuyu, Tanrı’dan aldığı doğrudan ve taze bir açıklama olarak aktardığını ima etti; sözleri ile,  yalnızca kendisine daha önce açıklanmış olan bir şeyi onlara yeniden bildirmiyordu. Onlara bildirdiği gerçeğin kapsamı, Rabbin gelişine ilişkin anlayışlarını tamamlamak için tam olarak ihtiyaç duydukları bilgi idi.

Rab geldiği zaman, kutsallar iki sınıfa ayrılacaklar – (1) “Biz yaşamakta olanlar ve hayatta kalanlar” (2) “Gözlerini yaşama kapamış olanlar.” Selanikliler ile başlanacak olur ise, onların bu ikinci sınıfa dahil olma olasılıklarının düşünülmediği aşikardır. Selanikliler, büyük bir olasılıkla, daha sonra bile ilk sınıfın çoğunluğu ve ikinci sınıfın ise azınlığı oluşturacağını düşündüler; ve bu yüzden ikinci sınıfa ihmal edilen bir grup olarak davranma eğilimi söz konusu oldu.

Ayet 15, bu hatalı eğilimi düzeltir. Elçinin onlara güvence verdiği gerçek, birinci sınıftaki kutsalların “engellenmeyecekleri”, yani, ikinci sınıfta bulunan kutsallardan “önce gitmeyecekleri” ya da “üstün olmayacakları” hakkındadır. Eğer herhangi bir üstünlük söz konusu olsa idi, 16.ayetin gösterdiği gibi bu üstünlük ikinci sınıfa ait olurdu, çünkü orada “ilk önce Mesih’teki ölülerin diriltileceği” belirtilir.

Daha sonra 16 ve 17.ayetler Rab İsa’nın Kendi kutsalları için geleceğinden söz ederler. Üçüncü bölümün son ayetinin belirttiği gibi, O’nun sonunda kutsallarının hepsi ile birlikte gelebilmesi için yalnızca onları Kendisine nasıl toplayacağını 16 ve 17.ayetler açıklarlar. Gelişi ve kimler ile geleceği arasındaki fark anlaşılmadığı sürece Rab İsa’nın gelişine ilişkin net bir görüş mümkün değildir.

Şu ifade ne kadar dikkat çekici ve güçlüdür: - “Rabbin Kendisi gökten inecek.” O üstün saat geldiği zaman, Rab vekillik aracılığı ile hareket etmeyecek, ama Kendisi gelecek! Rabbin Kendisi bir emir çağrısı ile gökten inecek. Çok sayıda melek hizmet edecek, çünkü baş meleğin sesi duyulacak. Tanrının orduları harekete geçecek, çünkü Tanrının borazanları çalacak. Ama yine de tüm bunların hepsi Rabbin Kendisinin kudretli eylemine tabi olacak. 16. ayet bize O’nun gökten aniden ineceğini bildirir ve O’nun gücünün yüceliğinden ve ölüleri uyandıran sözünden bahseder.

16 ve 17.ayetlerin son cümlesi, bu olay anında kutsalların ne yaşayacakları konusunda bize bilgi verir. O’nun gücünün ilk etkisi, ölmüş olan kutsalların dirilmesi ile görünecek. Ve sonra biz yaşamakta olanlar, hayatta olanlar, onlarla birlikte Rabbi havada karşılamak üzere bulutlar içinde alınıp götürüleceğiz. Böylece sonsuza dek Rab ile birlikte olacağız. Her şey nasıl da basit; ve Tanrı’ya şükürler olsun ki, basit olması nasıl kesin ise, gerçekleşeceği de o kadar kesin.

Bu ayetin, sözü geçen kutsanmış umut ile bağlantılı olan tüm detayları bize vermediğini elbette fark ediyoruz. Örneğin, Mesih’teki ölülerin ne şekilde dirileceklerini sorma arzusu duyabiliriz. Bu sorumuzun yanıtına 1.Korintliler 15.bölümde tam olarak yanıt verilir. Bu bölüm aynı zamanda bize, O geldiği zaman yaşamakta olan tüm kutsalların bedenlerinde gerçekleşmesi gereken değişim ile ilgili bilgi de verir. “Alınıp götürülmeden” önce ruhsal ve çürümeyecek bir beden alarak değiştirilmemiz gerekir. Aynı bölüm bize aynı zamanda tüm bu olayların “bir anda, göz açıp kapayana dek” meydana geleceklerini de bildirir. Bu sözler ise bize şu güvenceyi verirler: her ne kadar önce Mesih’teki ölüler dirilecekse de, onlara ihsan edilecek üstünlük sadece bir an içinde gerçekleşecek olan bir konudur.

17.ayette “birlikte” sözüne dikkat edin. Selanikliler de üzülüyorlardı ve biz de sık sık üzülürüz. Tanrı tarafından kendilerine, birbirlerini sevmeleri öğretildiği için ölüm, aralarından bazı kişileri kaptığı için yürekleri parçalanmıştı. Bu tür yürek burkulmalarının ne demek olduğunu bizler de biliriz. Ama umudu olmayan öbür insanlar gibi kederlenmeyiz, Selanikliler de kederlenmediler. Tanrı Oğlu’nun yaşam veren sesi, bizleri tekrar bir araya getirecektir. O’nunla buluşacağız, ama bu buluşma bir kişi ya da iki kişi ya da başkalarından ayrı ayılıklar şeklinde olmayacak. HEP BİRLİKTE alınıp götürüleceğiz.

“Ne harika bir koro ekibi, ne harika bir buluşma,
Aileden hiç kimse eksik olmayacak!”

Aynı zamanda Rab ile buluşacağımıza da dikkat edin. Burada kullanılan sözcük, Yeni Antlaşma’nın diğer yerlerinde yalnızca üç kez ortaya çıkar; Matta 25:1 ve 6, ve Elçilerin İşleri 28:15. Her durumda taşıdığı anlam şudur: “alınıp götürülmek ve birlikte dönmek.” Romalı kardeşler, Pavlus ile “buluştukları” zaman, burada sözü edilen şeyin aynısı oldu. Roma’daki kardeşler Pavlus’u karşılamak için Appius Çarşısı’na ve Üç Hanlar’a kadar geldiler ve Pavlus ile buluştuktan sonra ona eşlik ederek onunla birlikte Roma’ya döndüler. Aynen bu şekilde bizler de, hepimiz Rabbi havada karşılayacağız. O’nunla beraber, sonradan – bir daha asla O’ndan ayrılmadan – O dünyaya yüceliğini sergilediği zaman, O’nunla birlikte geri döneceğiz.

“Bu sözler” hepimizin yüreklerini teselli etmek için yeterli değil midir? yüreklerimizi kalıcı sevinç ile doldurmak için yeterli değil midir?

Pages