July 2014

Yasa’nın Tekrarı 3

Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı

“Bundan sonra dönüp Başan’a doğru ilerledik. Başan kralı Og ile ordusu bizim ile savaşmak için Edrei’de karşımıza çıktı. Rab, bana, ‘Ondan korkma’ dedi, ‘Çünkü onu da ordusu ile ülkesini de senin eline teslim ettim. Amorluların Heşbon’da yaşayan kralı Sihon’a yaptığının aynısını ona da yapacaksın. Böylece Tanrımız Rab, Başan kralı Og’u da onun halkını da elimize teslim etti. Hiç birini sağ bırakmadan hepsini yok ettik. Bütün kentlerini ele geçirdik. Ele geçirmediğimiz tek kent kalmadı. Hepsi altmış kent idi: Başan’da Og’un ülkesi olan bütün Argov bölgesi. Bütün bu kentler yüksek surlar, kapılar ve sürgüler ile sağlamlaştırılmış idi. Bunlardan başka sur ile çevrilmemiş bir çok köy de var idi. Heşbon kralı Sihon’a yaptığımız gibi hepsini yok ettik. Her kenti kadın, erkek ve çocuklar ile birlikte tümü ile yok ettik. Hayvanlara ve kentlerdeki mallara ise el koyduk.” Yasa’nın Tekrarı 3: 1-7.

Başan kralı Og hakkındaki tanrısal buyruklar bir önceki bölümde Amor kralı Sihon ile ilgili olarak verilen buyruklara oldukça çok benzeyen buyruklar idi. Ve biz bu her iki kral ile ilgili olan durumu anlamak için onlara Tanrı yönetiminin ışığında saf bir şekilde bakmamız gerekir. Bu konu çok derin bir ilginçliğe ve uygulamalı öneme sahip olmasına rağmen çok az anlaşılmış olan bir konudur. Lütuf ve yönetim arasındaki farkı titiz bir şekilde anlamamız gerekir. Tanrıyı yönetir iken düşündüğümüz zaman O’nu doğruluk yolundaki gücünü kötülük yapanları cezalandırarak sergilediğini görürüz; öcünü düşmanlarının üzerine yağdırır; imparatorlukları yer ile bir eder; tahtları devirir; kentleri yok eder, ulusları, oymakları ve insanları silip süpürür. Tanrının halkına, erkek, kadın ve küçük çocukları kılıç ile öldürmesini, onların evlerini yakmalarını ve kentlerini ıssız harabelere dönüştürmelerini buyurduğunu görürüz.

Ve yine Tanrının peygamber Hezekiel’e şu dikkat çeken sözler ile hitap ettiğini işitiriz. “İnsanoğlu, Babil kralı Nebukadnessar ordusunu Sur kentine karşı büyük bir saldırıya geçirdi; herkesin saçı döküldü ve ağır yük yüzünden omuz derileri yüzüldü ama Sur’a karşı ordusunu saldırıya geçirmesine karşın bundan ne knedisi ne de ordusu yararlandı. Bu yüzden egemen Rab şöyle diyor: ‘Mısır’ı Babil kralı Nebukadnessar’a vereceğim ve onun servetini alıp götürecek. Ordusuna ücret olarak ülkeden yağmaladığı çapul malını dağıtacak. Hizmetine karşılık Mısır’ı ona verdim. Çünkü o da ordusu da bana hizmet ettiler. Egemen Rab böyle diyor.” (Hezekiel 29:18-20)

Buradaki bölüm kutsal yazıların çok harika bölümlerinden biridir; Eski Antlaşma’daki kutsal yazıların tüm ciltleri boyunca devam eden bir konuyu önümüze getirmektedir. Ve bu konu bizden derin ve saygılı bir dikkat talep eder. İster Musa’nın beş kitabına, ister tarihi kitaplara, ister Mezmurlara ya da peygamberlere bakalım esin veren Kutsal Ruh’un bize Tanrının yönetiminin eylemlerinin en dakik ayrıntılarını vermekte olduğunu görürüz. Nuh’un günlerinde tufan oldu ve tüm yeryüzü üzerinde yaşayanlar ile birlikte sekiz kişi dışında tanrısal bir yönetim aracılığı ile yok edildi. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hayvanlar, kümes hayvanları ve sürüngenlerin hepsi silip süpürüldüler ve Tanrının adil yargısının büyük ve kaba dalgaları altında gömüldüler.

Ve daha sonra Lut’un günleri zamanında vadinin tüm kentleri içinde yaşayan tüm erkekler, kadınlar ve çocuklar ile birlikte kısa süren birkaç saat içinde Her Şeye Gücü Yeten Tanrının eli tarafından mutlak bir yıkıma uğratıldılar. Ve Kızıl Denizin koyu ve karanlık suları altında gömüldüler. “Sodom ve Gomora ve onlar gibi suçlu davranan diğer kentler kendilerini fuhuşa verdikleri ve yabancı benliğin peşinden gittikleri için sonsuz ateşin öcü ile acı çekme konusunda örnek olarak ortaya konulurlar.”

Sonra yine esin ile yazılmış olan öykünün sayfası boyunca devam eder isek Kenan diyarındaki yedi ulusun erkek, kadın ve çocuklarının esirgemeyen bir yargı ile İsrail’in eline teslim edildiğini görürüz; nefes alan hiç bir canlının hayatta bırakılmaması gerekiyor idi.

Ama tanrısal yönetimin ciddi eylemlerini gözlerimizin önüne seren kutsal yazıların tüm bölümlerine işaret etmek istesek dahi buna zamanın yetmeyeceğini söylemek zorundayız. Yalnızca şunu söylemek ile yetinelim; kanıt çizgisi tufan ile başlayarak ve değerlerin şimdiki sistemini ateş ile yakıp sona erdirerek Yaratılış kitabından Vahiy kitabına kadar devam eder.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Yöneten Tanrının bu yollarını anlamaya razı mıyız? Bunu herhangi bir şekilde yargılamaya kalkışmak bize düşer mi? Tanrısal Takdirin derin ve müthiş gizemlerini çözebilecek güce sahip miyiz? Bunu yapabilir miyiz? Ya da bunu yapmaya çağrıldık mı? – çaresiz bebeklerin suçlu anne ve babalarının yargısına karışmak gibi bir gerçeğe çağrılabilirler mi? İnançsız imansızlık bu gibi konuları küçümseyip dudak bükebilir; hastalıklı duygusallık bu gibi konular karşısında sendeleyebilir, ama gerçek imanlı, inançlı Hristiyan, kutsal yazılara saygı duyan öğrenci tüm bu sorulara tek ama basit ve sağlam şu karşılığı verecektir, “Tüm yeryüzünün yargıcı doğru olanı yapmayacak mı?”

Değerli okuyucu, bu, bu tür sorulara verilecek olan karşılığın tek gerçek yoludur. Eğer insan yönetimdeki Tanrının eylemlerini yargılamaya kalksa; Tanrı için neyi yapmasının değerli ya da neyi yapmamasının değerli olduğu gibi konularda Tanrının yerine kendisi karar vermeyi üstlense, o zaman Tanrı ile ilgili gerçek bütünü ile kaybolur. Ve şeytanın hedeflediği şey de tam olarak budur. Şeytan insan yüreğinin Tanrıdan ayrılmasını ister ve bu yüzden insanı mantık yürütmeye ve soru sormaya yönlendirir; oysa yeryüzünün üstünde olan göğün görüş açısı insan görüş açısının ulaşamayacağı uzaklıktadır. Tanrıyı tam olarak kavramamız mümkün müdür? Eğer kavrayabilse idik, o zaman bizim kendimizin Tanrı olması gerekir idi!

“O’nu kavrayamayız,
Ama yine de yeryüzü ve gök bize
Tanrı’nın Egemen olarak tahtında oturduğunu
Ve her şeyi mükemmel bir şekilde yönettiğini söylerler.”

Her şeyden önce zavallı ölümlü insanların Her Şeye Gücü Yeten Yaratıcı’nın ve evrenin bilgelik kaynağı olan Yöneticisinin planlarını, eylemlerini ve yollarını sorgulama cesaretini göstermeleri mutlak bir saçmalık ve imansızlıktır. Bu şekilde davranan herkesin eninde sonunda yaptıkları korkunç hatanın farkına varacakları kesindir. Bu tür sorular soranların ve itirazda bulunanların hepsi için söylüyoruz, kendileri için yapacakları en iyi şey esin ile yazmış olan elçinin Romalılar kitabının 9.bölümünde yer alan şu önemli soruya kulak vermeleri gerekir: “Ama ey insan, sen kimsin ki, tanrıya karşılık veriyorsun? Kendisine biçim verilen, biçim verene, ‘Beni niçin böyle yaptın?’ der mi? Ya da çömlekçinin aynı kil yığınından bir kabı onurlu iş için, öteki kabı da bayağı iş için yapmaya hakkı yok mu?” Romalılar 9: 20,21.

Ne kadar basit! Ne kadar güçlü! Ve ne kadar yanıtlanamaz! İmansızlık mantığının tüm nasıl ve neden’lerine karşılık vermenin tanrısal yöntemi budur. Eğer bir çömlekçi elinde tuttuğu kil yığını üzerinde güce sahip ise – hiç kimsenin aksini düşünemeyeceği bir gerçek – o zaman her şeyin Yaratıcısının Kendi elleri ile şekil vermiş olduğu yaratıklar üzerinde güç sahibi olduğu çok daha kesindir! İnsanlar, Tanrının dünyaya günahın girmesine neden izin verdiği hakkında mantık yürütebilir ve sürekli olarak bu konuda tartışabilirler; Tanrı neden şeytanı ve onun meleklerini yok etmedi? Yılanın Havva’yı ayartmasına neden izin verdi? Neden Havva’nın yasakladığı ürünü yememesi için harekete geçmedi ya da Havva’yı neden durdurmadı? Özet yapacak olur isek, bu nasıl ve neden’lerin sonu yoktur; ama var olan yanıt tektir, “Ey insan, sen kimsin ki, Tanrıya karşılık veriyorsun? Sonsuz Tanrının araştırılamaz yargı ve yolları üzerinde yargıda bulunmak için harekete geçmek yeryüzündeki zavallı bir solucan için ne korkunç bir girişimdir! Anlayışı günah tarafından karartılmış olan ve herhangi bir tanrısal, göksel ya da sonsuz yargıda bulunmak için hak iddia etmeye kalkışmaktan tamamen aciz bir yaratık ne kadar kördür ve nasıl da küstahça akılsızlıktır. Bir yaratık nasıl olur da Tanrının nasıl hareket etmesi gerektiğine karar verme girişiminde bulunabilir? Ne yazık! Ne kadar yazık! Şimdi görünürde büyük bir akıllılık ile Tanrının gerçeğine karşı çıkan o binlerce kişi bu korkunç hatalarını düzeltmek için çok geç kaldıkları zaman ne kadar ölümcül bir yanlışa düştüklerinin farkına varacaklardır.

Ve imansız kişiler ile aynı noktada buluşmaktan çok uzak olan diğer kişilere gelince; onlar Tanrının yönetimindeki yolların doğruluğundan ve hatasızlığından kuşkular duyarak sıkıntı çekmezler ve özellikle konu sonsuz ceza meselesine geldiği zaman kendilerine önem ile tavsiye edeceğimiz şey şudur: Kısa ve hoş bir mezmur olan 31. Mezmur üzerinde çalışsınlar ve inceleme yapsınlar ve bu mezmurun ruhundan içsinler:

“Ya Rab, yüreğimde gurur yok, gözüm yükseklerde değil. Büyük işler ile kendimi aşan harika işler ile uğraşmıyorum. Tersine, ana kucağında sütten kesilmiş çocuk gibi, kendimi yatıştırıp huzur buldum, sütten kesilmiş çocuğa döndüm.” 1

O zaman yürek bir ölçüde bu canlı soluğu içine çektikten sonra okuyucu gerçek yarar elde etmek amacı ile esin tarafından yazmış olan elçinin 2.Korintliler’e mektubunda yer alan 10.bölüme dönüş yapmalıdır: “Çünkü savaşımızın silahları insansal silahlar değil, kaleleri yıkan tanrısal güce sahip silahlardır. Safsataları ve Tanrı bilgisine karşı kalkan her engeli yıkıyor ve her düşünceyi tutsak edip Mesih’e bağımlı kılıyoruz.” 2.Korintliler 10: 4,5.

Hiç kuşkusuz, filozof, bilgin, derin düşünür bu tür yüce konuların böylesine bir çocuksu tavır ile ele alınmasına alaylı bir şekilde gülümseyecektir. Ama bu konu, Mesih’in adanmış bir öğrencisi için yargı açısından çok küçük bir meseledir. Esin ile yazmış olan aynı elçi, dünyanın tüm bu bilgeliğini ve öğretişini çok kısa bir şekilde özetler ve şöyle der: “Kimse kendini aldatmasın. Aranızdan biri bu çağın ölçülerine göre kendini bilge sanıyor ise, bilge olmak için ‘akılsız’ olsun. Çünkü bu dünyanın bilgeliği Tanrının gözünde akılsızlıktır. Yazılmış olduğu gibi, ‘O, bilgeleri kurnazlıklarında yakalar.’ Yine, ‘Rab bilgelerinin düşüncelerinin boş olduğunu bilir’ diye yazılmıştır.” 1.Korintliler 3: 18-20.

Ve yine bir başka ayet: “Nitekim şöyle yazılmıştır: ‘Bilgelerin bilgeliğini yok edeceğim. Akıllıların aklını boşa çıkaracağım.’ Hani nerede bilge kişi? Din bilgini nerede? Nerede bu çağın hünerli tartışmacısı? Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi? Madem ki dünya Tanrının bilgeliği uyarınca Tanrıyı kendi bilgeliği ile tanımadı; Tanrı iman edenleri saçma sayılan bildiri ile kurtarmaya razı oldu.” 1.Korintliler 1:19-21.

Tüm meselenin manevi sırrı işte burada yatmaktadır. İnsanın yalnızca bir akılsız olduğunun farkına varması gerekmektedir. Ve aynı zamanda dünyanın tüm bilgeliğinin akılsızlık olduğunu da anlamış olması gerekir. Alçaltan ama mutlak bir gerçek! Alçaltan bir gerçek, çünkü insanı doğru yerine yerleştiriyor. Mutlak bir gerçek çünkü çok değerli Tanrı bilgeliğini ortaya koyuyor. Bu günlerde bilim, felsefe ve öğrenim hakkında pek çok şey duyuyoruz. Ama “Tanrı bu dünyanın bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?”

Bu sözcüklerin anlamını gerçekten kavrıyor muyuz? Ne yazık ki, hayır! Bu sözcüklerin anlamının çok az kavranıldığından korkulması gerekir. Bizi bilimin Kutsal Kitap’ın ötesine geçmiş olduğuna dair istekli bir şekilde ikna edecek olan az insan yoktur! 2 Bilime ve bilime kulak asan bu kişiler için ne yazık! Eğer bilim Kutsal Kitap’ın ötesine geçmiş ise nereye kadar geçmiştir? Tanrının, Mesih’in, cennetin, kutsallığın ve esenliğin yönünde mi ileri geçmiştir? Hayır, aksine, tam olarak karşıt yöne geçmiştir. Ve tüm bunların son bulması gereken yer neresidir? Bunu düşünmek bile bizi dehşet içinde bırakıyor ve karşılık yazma konusunda kendimizi isteksiz hissediyoruz. Ama yine de sadık kalmamız gerekir ve beyan etmemiz şart olan şey şudur: insan biliminin yürüdüğü o yolun güvenliğine ve kesinliğine kendini adamış olan kişilerin karanlığın koyuluğunda sonsuza kadar kalacaklarını ciddi bir şekilde belirtmek zorundayız.

“Dünya bilgeliği Tanrıyı tanımadı.” Yunan felsefesi kendi öğrencileri için ne yaptı? Öğrencilerini “BİLİNMEYEN BİR TANRININ” bilgisiz tapınanları haline getirdi. Sunaklarındaki yazı tüm evrene onların cehalet ve utançlarını sergiledi. Ve biz o zaman haklı olarak felsefenin Hristiyanlık için yaptığının Grekler için yaptığından daha iyi olup olmadığını araştırmaz mıyız? Felsefe, gerçek Tanrı bilgisini iletmiş midir? Bu soruya ‘evet’ yanıtını vermeye kim cesaret edebildi? Hristiyanlık boyunca vaftiz olmuş olan milyonlarca profesör vardır ve onlar gerçek Tanrı hakkında Pavlus’un Atina kentinde karşılaşmış olduğu o filozoflardan daha azını bilmektedirler.

Gerçek şudur: Tanrıyı gerçekten tanıyan her kişi sonsuz yaşamın ayrıcalıklı sahibidir. Bu nedenle Rabbimiz İsa Mesih Yuhanna müjdesinin 17.bölümünde çok farklı bir şekilde beyanda bulunur: “sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.” Yuhanna 17: 3. Bu sözler lütuf aracılığı ile bu bilgiye sahip olmuş olan herkes için son derece değerli sözlerdir. Tanrıyı tanımak yaşama – sonsuz yaşama sahip olmaktır.

Ama Tanrıyı nasıl tanıyabilirim? O’nu nerede bulabilirim? Bu soruların yanıtlarını bana bilim ve felsefe verebilir mi? Bu güne kadar bunları herhangi birine yanıtlayabildiler mi? Şimdiye kadar yolunu kaybetmiş bir yolcuya bu esenlik ve yaşam yolunda rehberlik edebildiler mi? Hayır, asla! “Dünya bilgeliği Tanrıyı tanımadı.” Eski dönemlerde bir birleri ile çatışan felsefe okullarının yaptığı yalnızca insan zihnini daha derin bir karanlığa ve umutsuz bir hayal kırıklığına sürüklemek oldu. Ve günümüzdeki felsefe okulları da aynı şekilde çatışma içindedirler. Eski döneme göre daha iyiye doğru giden bir değişim yaşamadılar; hiç bir kesinlik sağlayamazlar, güvenli bir gemi demiri değildirler; zavallı canın güvencesi için sağlam bir temel oluşturmazlar. Her çağ ve her ulustaki insan felsefesinin tümü kısır spekülasyon, işkence eden kuşku ve vahşi ve temelsiz teorileri ile gerçeği ciddi bir şekilde arayan kişilere hiç bir şey sunamazlar.

O halde Tanrıyı tanımamız nasıl mümkün olacak? Eğer bu bilgi üzerinde böylesine etkili bir sonuç bulunuyor ise ve eğer Rab İsa’nın dediği gibi tanrıyı tanımak sonsuz yaşam ise o zaman Tanrı nasıl tanınacak? “Tanrıyı hiç bir zaman hiç kimse görmedi. Babanın bağrında bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul O’nu tanıttı.” Yuhanna 1:18.

Bu noktada vereceğimiz tanrısal sadelikte ve tanrısal güvencede bir yanıta sahibiz. İsa, cana Tanrıyı açıklar – yüreğe Babayı açıklar. Nasıl da değerli bir gerçek! Biz Tanrının kim olduğunu öğrenmek için yaratılışa gönderilmedik. Elbette O’nun gücünü, bilgeliğini ve iyiliğini yaratılışta görebiliriz. Tanrının adalet ve doğruluğunu yasada görmemize rağmen Tanrının kim olduğunu öğrenmek için yasaya da gönderilmedik. Tanrı yönetiminin engin gizemlerini görmemize rağmen ilahi takdire de gönderilmedik. Hayır, eğer biz Tanrının kim olduğunu ve ne olduğunu bilmek istiyor isek o zaman zamanın başlangıcından önce Tanrının- Babanın- bağrında bulunan, O’nun sonsuz zevki olan, sevgisinin Objesi ve amaçlarının merkezi olan biricik Tanrı Oğlu İsa Mesih’in yüzüne bakmamız gerekir. Cana Tanrıyı açıklayan İsa Mesih’tir. Rab İsa olmadan Tanrı hakkında en ufak bir fikre dahi sahip olamayız. “Tanrılığın (Theotetos, Θεότητος) tüm doluluğu bedence O’nda konut kurdu.” Koloselilere 2:9 “Çünkü ‘Işık karanlıktan parlayacak’ diyen Tanrı İsa Mesih’in yüzünde parlayan kendi yüceliğini tanımamızdan doğan ışığı bize vermek için yüreklerimizi aydınlattı.” 2.Korintliler 4:6.

Tüm bunların gücünü ve bereketini aşan hiç bir şey olamaz. Burada karanlık yoktur; belirsizlik yoktur. “Karanlık geçmiştir ve artık şimdi gerçek ışık parlamaktadır.” Evet, gerçek ışık İsa Mesih’in yüzünde parlamaktadır. İman aracılığı ile o kutsanmış Olan’a gözlerimizi dikebiliriz; O’nun yeryüzünde iken yürüdüğü o harika yolu izleyebiliriz; O’nun iyilik yaptığını ve şeytanın baskı altında tuttuğu herkese şifa verdiğini görürüz. O’nun görüşlerine, sözlerine, yollarına ve işlerine bakabiliriz; O’nun hastaları iyileştirdiğini, cüzamlı kişileri cüzamdan temizlediğini, körlerin gözlerini ve sağırların kulaklarını açtığını, felçli hastaların yürümesini sağladığını, sakatları iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, dul kadınların gözyaşlarını sildiğini açları beslediğini, kırılmış yürekleri tamir ettiğini, her tür insani ihtiyacı karşıladığını, insan acılarını yatıştırdığını ve insanların korkularını dindirdiğini ve tüm bunları yapar iken kullandığı tarzın çok şefkatli bir lütuf ve tatlılık tarzı olduğunu fark ederiz. O’nun dokunduğu herkes canının iç varlığında O’nun sevecen yüreğinin kendisinin ihtiyacını karşılamaktan zevk aldığını hisseder.

Rab İsa Mesih tüm bu işleri yapar iken Tanrıyı insana açıklıyor idi, öyle ki eğer biz Tanrının nasıl olduğunu bilmek ister isek sadece İsa’ya bakmamız yeterli olsun. Filipus, “Rab, bize Babayı göster, bu bize yeter” dediği zaman İsa’nın ona verdiği karşılık hemen o anda şöyle oldu: “Filipus, bunca zamandır sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı? Beni görmüş olan Babayı görmüştür. Sen nasıl, ‘Bize Babayı göster’ diyorsun? Benim babada Babanın da Bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin, ben Babadayım ve Baba da bendedir. Hiç değil ise bu işlerden dolayı iman edin.” Yuhanna 14:9-11.

İşte yüreğin huzur bulduğu nokta bu yerdedir. Biz gerçek Tanrıyı ve O’nun göndermiş olduğu İsa Mesih’i tanıyoruz ve bu, sonsuz yaşamdır. Biz O’nu kendi Tanrımız ve Babamız olarak ve Mesih’i kendi kişisel ve sevecen Rabbimiz ve Kurtarıcımız olarak tanıyoruz. Ve O’ndan zevk alabiliriz, O’nun ile birlikte yürüyebiliriz, O’na yaslanabiliriz, O’na güvenebiliriz, O’na yapışabiliriz, O’ndan çekebiliriz, diri yaşam kaynaklarımızın hepsini O’nda bulabiliriz, O’nda sevinebiliriz ve tüm gün boyunca O’nun kutsanmış isteğini yerine getirmek bizim yiyeceğimiz ve içeceğimiz olur. Böylece O’nun davası ilerler ve yüceliği görülür.

Değerli okuyucu, tüm bunların hepsini sen kendi açından biliyor musun? Lütfen söyle, şu anda bu tanrısal gerçek senin canında yer almış mıdır? Gerçek Hristiyanlık budur ve senin bundan daha aşağı bir şey ile asla tatmin olmaman gerekir. Belki şimdi bize, Yasa’nın Tekrarı 3.bölümde yer alan konulardan farklı konulara geçtiğimizi söyleyebilirsin. Ama bu yazdıklarımız ile hangi konuya geldik? Tanrı’nın Oğluna ve okuyucunun canına. Eğer şu anda bulunduğumuz yer asıl konudan ayrılmak olarak düşünülecek olur ise bu bir hata olacaktır, çünkü bizim bu “Notları” kaleme almamızın tek nedeni kesinlikle Mesih’i ve canı bir araya getirmek ya da onları birleştirmektir. Hem yazar hem de konuşur iken amacımızın canların kurtuluşu ve bereketi olduğuna dair gerçeği bir an için bile olsa asla gözden kaybetmiyoruz. Bu yüzden ara sıra şu neden ile gerginlik hissedebiliriz: okuyucunun yüreği ve vicdanının bu asla çürümeyecek olan gerçekleri kendisine ne ölçüde mal edip onlara ne derece sahip çıktığını sevgi adına merak ediyoruz. Ve okuyucu, her kim olur ise olsun, ona içtenlikle yalvarıyoruz ki, Mesih’te Tanrı ile daha derin bir tanışıklığın ardından gitsin. Ve bunun kesin bir sonucu olarak okuyucu O’nun ile daha yakın bir şekilde yürüyecek ve yüreği O’na daha çok adanacaktır. Huzursuzluk içinde ve gerçeklikten uzak günümüzde ve ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin içindeki ılıklık ve kayıtsızlık konusunda ihtiyaç duyulan tek çözümün Mesih’teki Tanrı ile daha yakın bir ilişki olduğuna yürekten kanaat getirmiş durumdayız. Rabbe yapışmak ve O’nun ardından gitmek için kişisel adanmışlığın çok daha yüksek bir standardını ve yüreğin daha gerçekçi bir amacının oluşmasını istiyoruz. Çevremizde bu konuda bizim cesaretimizi kırmak ve bize engel olmak için çok ama pek çok şey mevcuttur. Nehemya’nın günlerinde Yahuda’daki insanların söyledikleri bir ölçüde bizim zamanlarımıza da uyarlanabilir. “O sırada Yahudalılar, ‘yük taşıyanların gücü tükendi’ dediler, ‘o kadar çok moloz var ki.’” Nehemya 4:10. Ama Tanrıya şükürler olsun ki, çözüm o zaman olduğu gibi şimdi de canı harekete geçiren şu cümlede bulunur: “Rabbi hatırlayın.”

Şimdi bölümümüze geri dönüyoruz; geri kalan kısımda, yasayı veren kişinin topluluğa, Amorlu iki krala ve Şeria ırmağının çöl tarafındaki kıyısında bulunan iki buçuk oymağın mirası ile bağlantısı olan gerçeklere dair nasıl davranmaları gerektiğini tekrar eder. Ve son konu ile ilgili olarak dikkatimizi çeken ilginç bir nokta vardır ve o nokta da şudur: yasayı veren Musa halkın, vaat edilen ülkeye sahip çıkma konusunda yaptıkları seçimin doğru ya da yanlış olduğuna dair yaptığı seçimin doğru mu yanlış mı olduğuna ilişkin hiç bir soru sormadı. Gerçekten de aşağıdaki öyküde anlatıldığı gibi iki buçuk oymağın bu konu ile ilgili herhangi bir istek bildirdikleri yer almıyor.

İşte Musa’nın sözleri: “O sırada ele geçirdiğimiz topraklardan Arnon vadisi yakınındaki Aroer kentinin kuzeyini, Gilat dağlık bölgesinin yarısı ile oradaki kentleri Ruben ve Gad oymaklarına verdim. Gilat’ın geri kalan bölümünü ve kral Og’un ülkesi Başan’ı Manaşşe oymağının yarısına verdim. Başan’daki Argov bölgesi Refalılar ülkesi diye bilinir idi. Manaşşe soyundan Yair, Geşur ile Maaka sınırına dek uzanan bütün Argov bölgesini aldı. Başan denilen bölgeye kendi adını verdi. Orası bu gün de Havvot-Yair diye anılıyor. Makir’e Gilat’ı verdim. Gilat ile Arnon vadisi arasında kalan toprakları Ruben ve Gad oymaklarına verdim. Vadinin ortası onların sınırı idi; Ammonlular ile sınırları ise Yabbuk ırmağı idi. Arava’da da sınır Şeria ırmağı idi; Kinneret’ten Arava – Lut – gölüne ve doğuda Pisga yamaçlarının aşağısına kadar uzanıyor idi. O zaman size şöyle buyruk verdim: ‘Tanrınız Rab mülk edinmeniz için bu ülkeyi size verdi. Bütün savaşçılarınız silahlı olarak İsrailli kardeşlerinizin önü sıra gitsin. Ancak Rab sizi rahata erdirdiği gibi onları da rahata erdirene ve onlar Tanrınız Rabbin Şeria ırmağının karşı yakasında kendilerine vereceği toprakları ele geçirene kadar kadınlarınız, çocuklarınız ve hayvanlarınız – biliyorum, bir çok hayvanınız var – size verdiğim kentlerde kalsın. Ondan sonra her biriniz size verdiğim toprağa dönebilir.” Yasa’nın Tekrarı 3: 12-20.

Çölde Sayım Kitabı üzerinde yaptığımız çalışmalarda iki buçuk oymağın düzenlenmesi ile ilgisi olan belirli gerçekler üzerinde durmuş idik; Tanrının İsrail’i mirasını Şeria ırmağının diğer kıyısında seçmek ile hedefin altında yer aldıklarını kanıtlamışlar idi. Ancak şimdi alıntısını yaptığımız bölümde meselenin bu yanı ile ilgili bir ima kesinlikle bulunmamaktadır. Çünkü Musa’nın objesinin tüm topluluğun önüne Tanrının bol iyiliği, sevgisi ve sadakati aracılığı ile konulmalı idi; amaç yalnızca topluluğa çölde karşılaşacakları tüm zorluklar ve tehlikeler konusunda destek olmak değil ama aynı zamanda onlara hemen o anda bile Amorlular karşısında zafer kazanacaklarına dair bilgi vermek ve onların çok çekici ve onlara çok yakışan bölgelerin mülkiyetine sahip çıkmalarını sağlamak idi. Musa onlara tüm bunları anlatır iken sözlerinin sağlam temelinde, onların Tanrının buyruklarına içten bir yürek ile itaat etmeleri gerektiğini bildiren bir talepte bulunmakta idi. Ve biz hemen Musa’nın tekrar ettiği bu sözlerde yer alan manevi güzelliği görebilir ve takdir edebiliriz. Mesele, Ruben, Gad ve Manaşşe oymağının yarısının kendilerine vaat edilen ülke ile ilgili yanlış seçimleri idi. Bu durum adanmış her Hristiyan için hem Tanrının dokunaklı ve eşsiz lütfunu hem de aynı zamanda kutsal yazıların tanrısal mükemmelliklerinin çarpıcı bir kanıtını teşkil eder.

Hiç kuşkusuz, her gerçek imanlı kutsal yazıların incelemesine onları her kısmının mutlak mükemmelliği konusunda tam ve derin bir kanaate sahip olarak başlar. Ve saygılı bir tavır ile inandığı şey şudur: Yaratılış kitabının başından Vahiy kitabının sonuna kadar kutsal yazıların hiç bir yerinde tek bir hata, tek bir aksama ve tek bir zıtlık – tek bir tane dahi – mevcut değildir; kutsal yazıların tümü tanrısal Yazarı gibi kusursuzdur ve mükemmeldir.

Ama sonra kutsal yazıların tanrısal mükemmelliğine bir bütün olarak duyulan yürekten inanç ayrıntılarda ortaya çıkan kanıtlara verdiğimiz değerin ölçüsünü asla düşüremez. Hayır, tam aksine, bu verdiğimiz değeri daha da yükseltir. Böylelikle örneğin şimdi önümüzde bulunan bölümde iki buçuk oymağın miraslarını seçme konusunda gösterdikleri başarısızlık ile ilgili herhangi bir referansın eksikliğine işaret etmek mükemmel bir güzellik arz etmemekte midir? Bu tür bir referans yasa verenin objesine ve kitabın faaliyet alanına tamamen yabancı olmaz mıydı? Böylesine sınırsız mükemmellikleri, böylesine enfes ve eşsiz dokunuşları bilmek yüreklerimizin sevinci değil midir? Kesinlikle öyledir ve yalnızca bu kadar da değil, aynı zamanda kesinlikle emin olduğumuz bir şey daha var: kitabın manevi yücelikleri canlarımızın üzerine ne kadar çok iner ise ve onun derin ve tükenmez derinlikleri yüreklerimize ne kadar daha çok açıklanır ise o zaman kutsal yazılara yapılan imansızca saldırıların nihai akılsızlıklarından o kadar çok emin olacağız. Ve kutsal yazıların kendileri ile çelişmediklerini kanıtlamak için gösterilen iyi niyetli pek çok çabanın değerini o kadar daha çok takdir edeceğiz. Tanrıya teşekkürler olsun, çünkü O’nun Sözü yazılı ya da sözlü olarak bir düşünceyi savunan kişilere ihtiyaç duymadan ayakta durur. Tanrının Sözü kendisi için konuşur ve kendi güçlü kanıtlarını beraberinde taşır, öyle ki biz de O’nun sözü hakkında elçinin müjdesi hakkında söylediklerini söyleyebilelim. “Yaydığımız müjde örtülü ise de mahvolanlar için örtülüdür. Tanrının görünümü olan Mesih’in yüceliği ile ilgili müjdenin ışığı imansızların üzerine doğmasın diye bu çağın ilahı onların gözlerini kör etmiştir.” 2.Korintliler 4:3. Her geçen gün daha da çok ikna oluyoruz ki, Kutsal Kitap’a yapılacak tüm imansız saldırılara verilecek karşılığın en etkili yöntemi Kutsal Kitap’ın tanrısal gücü ve yetkisine olan engin imanı daha çok bağrımıza basmak ve onun gerçeği ve değeri konusunda tam olarak ikna olmuş işiler olarak onu kullanmaktır. Yalnızca Tanrının Ruhu kutsal yazıların mutlak esin ile yazılmış olduklarına inanmamız için bize güç verebilir. İnsan zihni kutsal yazıların ne kadar değerli olduklarını düşünebilir ve bunun aksini iddia eden kişileri susturabilirler ama insan zihni yüreği okuyamaz; tanrısal açıklamaların ışınlarını canın üzerine diri ve kurtaran bir güç ile getiremez ya da indiremezler; bu iş ancak tanrısal bir iştir ve bu iş yapılana kadar dünyaya ait olan tüm kanıtlar ve düşünceler canı, imansızlığın manevi karanlığı içinde bırakacaklardır, ama Kutsal Ruh bu işi yaptığı zaman Kutsal Kitap’ın savunulması için insan tanıklığına ihtiyaç kalmayacaktır. Dışsal kanıtlar ne kadar ilginç ve değerli olurlar ise olsunlar – ve gerçekten de ilginç ve değerlidirler – tanrısal Yazar’ın her sayfa, her paragraf ve her cümle o eşsiz Açıklamanın yüceliğine tek bir harf ya da tek bir nokta ekleyemezler. Nasıl göklerdeki güneşin her ışını kendisini Tanrının elinin yaptığını söylüyor ise aynı şekilde Kutsal Kitap’ın her cümlesi de kendisini esinlemiş olan Yürek’ten söz eder. Ama nasıl kör bir adam güneş ışığını göremiyor ise yeniden doğmamış bir can da kutsal yazıların gücünü ve güzelliğini göremez. Gözün göksel göz merhemi ile mesh edilmesi gerekir öyle ki tanrısal Kitap’ın sınırsız mükemmelliklerini ayırt edebilsin ve aynı zamanda takdir de edebilsin.

Şimdi okuyucumuza şu açıklamayı borçluyuz: okuyucumuzun zamanını ve kendi zamanımızı meşgul etmeme konusunda bizi kararlı kılan derin ve giderek derinleşen bu konudaki durum şöyledir: biz şimdi akılcı yazarlar tarafından Tanrının sözüne yapılan saldırılara işaret ederek  bu saldırılar üzerinde durmayacağız. Bu konuyu diğer daha güçlü ellerin ilgisine bırakacağız. Bizim burada kendi okuyucularımız ve kendimiz hakkında arzu ettiğimiz şey canlarımızın Baş Çobanının bizlere lütufkar bir şekilde sunduğu yeşil ve verimli otlaklarda esenlik içinde beslenmemizdir; yolumuza devam ettikçe önümüzde uzanan manevi yüceliği daha da çok görebilmek için bir birimize yardım edebilmemizdir ve böylelikle bir birimizi en kutsal iman üzerinde bina edebiliriz. Bu bizim için çok daha minnet verici bir iş olacaktır ve aynı zamanda okuyucularımıza güvendiğimizi de söylemek isteriz. Öyle ki, okuyucularımız Kutsal Kitap’ta hatalar bulmak için boş yere çaba sarf eden kişilere yanıt verebilsinler ve kendi söylediklerini dahi anlamaktan aciz olan bu kişilere onların sözlerini ve yargılarını neden onaylamadıklarını kanıtlayabilsinler. Eğer insanlar karanlık mahzenlerde ve imansızlığın kasvetli tünellerinde kalırlar ise ve orada iken güneşte hata bulmaya kalkarlar ise ya da güneşin parladığını dahi inkar etmeye cesaret ederler ise o zaman biz de ışıkta güneşlenelim ve diğer kişilerin de aynı şeyi yapmaları için onlara yardımcı olalım.

Şimdi bölümümüzün diğer ayetleri üzerinde biraz duracağız ve bu ayetler bizim ilgimizi çekecek, bizi eğitecek ve bize yararlı olacaklar.

Ve ilk önce, Musa’nın halka neler dediğini okuduk, şimdi de Yeşu’ya söylediklerine göz atacağız. “O zaman Yeşu’ya, ‘Tanrın Rabbin bu iki krala neler yaptığını kendi gözlerin ile gördün’ dedim. ‘Rab, gideceğin bütün ülkelere aynısını yapacak. Onlardan korkmayın! Tanrınız Rab sizin için savaşacak!’” (21 ve 22.ayetler)

Rabbin geçmişte bizim için yaptıklarını hatırlamak devam etmemiz konusundaki güvenimizi güçlendirmelidir. Halkına Amorlular üzerinde böylesine büyük bir zafer vermiş Olan, Başan kralı Og gibi korkunç bir düşmanı Mahveden ve halkının ellerine ülkenin tüm devlerini teslim etmiş Olan’ın onlar için her şeyi yapacağı çok daha kesin değil midir? Kenan ülkesinde kral Og kadar güçlü bir başka düşman yok idi. Og’un yatağının çok büyük boyutları Musa’nın bile dikkatini çekmiş idi. “Kral Og’un yatağı demirden idi; uzunluğu dört metre, eni ise yaklaşık iki metre idi.” Ama Gücü Her Şeye Yeten Yaratıcının önünde kral Og da kim oluyordu ki? Cüceler ya da devler, Tanrının gözünde hepsi de aynıdırlar. Önemli olan nokta, insanın gözünün önüne yalnızca Tanrının Kendisini getirmesidir. İşte o zaman zorluklar kaybolup giderler. Eğer Tanrı gözleri örter ise o zaman hiç bir şey göremeyiz. Ve işte, esenliğin gerçek sırrı ve ilerlemenin gerçek gücü burada bulunur. “Tanrın Rabbin neler yaptığını kendi gözlerin ile gördün.” Ve Tanrı daha önce nasıl yaptı ise şimdi de aynı şekilde yapacaktır. Tanrı kurtarmıştır, Tanrı kurtarır ve Tanrı kurtaracaktır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, hepsi de  tanrısal kurtuluş tarafından belirlenmiştir.

Değerli okuyucu, herhangi bir zorluk çekiyor musun? Üzerinde herhangi bir baskı hissediyor musun? Gergin bir kavrayış ile müthiş bir kötülük beklentisi içinde misin? Böyle bir şeyi düşündüğün zaman bile yüreğin titriyor mu? O zaman elçi Pavlus’un Asya ilinde olduğu gibi gücünün son noktasına gelmiş olabilirsin. “Dayanabileceğimizden çok daha ağır bir yük altında idik. Öyle ki, yaşamaktan bile umudumuzu kesmiş idik.” 2.Korintliler 1:8. Sevgili dostum, eğer durumun böyle ise o zaman sana vereceğimiz bir teşvik sözünü kabul et. Ellerini Tanrıda güçlendirmek ve yüreğini O’na güvenmen için teşvik etmek amacı ile duyduğumuz arzu çok derindir. “Korkma”, yalnızca inan! Tanrı güvenen bir yüreği asla hayal kırıklığına uğratmaz- hayır, asla! Senin için O’nda mevcut olan hazinelerin kaynaklarından yararlan. Yapacağın tek şey şu olsun: kendini, çevreni, korkularını, kaygılarını ve her şeyi O’nun ellerine koy ve hepsini orada bırak.

Evet, hepsini orada bırak. Eğer sıkıntılarını, ihtiyaçlarını O’nun ellerine koyar ve sonra onları  neredeyse hemen yine kendi ellerine alır isen ilk yaptığının sana yararı olmaz. Biz ne yazık ki genellikle böyle yaparız. Baskı altında iken, ihtiyaç içinde iken şu ya da bu türdeki derin bir deneme içinde iken dua ederek Tanrıya gideriz; yükümüzü O’nun üzerine bırakırız ve biraz rahatlamış gibi oluruz. Ama ne yazık! Dua edip dizlerimizin üstünden kalkar kalkmaz tekrar zorluğa bakmaya başlarız, deneme üzerinde derin derin düşünürüz, acı veren koşullar üstünde takılıp kalırız, ta ki tekrar tükenene kadar!

Şimdi, hemen söyleyelim ki, bu bir işe yaramaycaktır. Böyle davrandığımız zaman Tanrıya üzücü bir şekilde saygısızlık etmiş oluruz ve Tanrı elbette bizi rahatlatmadan ve mutlu etmeden bıraktığı için hoşnut kalmaz. Tanrı, vicdanımız nasıl suçluluk duygusundan özgür ise aynı şekilde zihinlerimizin de kaygıdan özgür olmasını ister. Bize bu konuda söylediği sözler şunlardır: “Hiçbir konuda kaygılanmayın; ama her konudaki dileklerinizi Tanrıya dua edip yalvararak şükran ile bildirin. O zaman Tanrının her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa aracılığı ile yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır (phrouresei, φρουρήσει– asker yerleştirmek – “asker yerleştirerek koruyacaktır anlamında).”

Tanrının sevdiği kişi ve Mesih’in onurlu hizmetkarı Musa halkı ve kendisinden sonra önder olacak olan Yeşu’yu işte bu şekilde teşvik etmeye çalıştı. “Onlardan korkmayın çünkü tanrınız Rab sizin için savaşacak.” Kutsanmış elçi Pavlus da sevgili oğlu ve hizmet arkadaşı Timoteos’u yaşayan Tanrıya güvenmesi için aynı şekilde teşvik etti; İsa Mesih’te olan lütuf le güçlen; Tanrının güvenli temeline sarsılmaz bir güven ile yaslan; kendini sorgulamayan bir güvence içinde kutsal yazıların yetkisine, öğretişine ve rehberliğine teslim et ve böylelikle zırhını kuşan ve donanmış ol; çağrılmış olduğun hizmete kutsal gayret ve gerçek ruhsal cesaret ile kendini ada. Ve böylelikle günümüzde, artan zorlukların ortasında hem yazar hem de okuyucu bir birlerini teşvik edebilirler ve sade bir iman ile göklerde sonsuza kadar kalıcı olan o tanrısal söze yapışabilirler; caında diri bir güç ve yetki olarak tanrısal sözü yüreğinde saklı tut, yürğin ve bedenin gücü bitse de ve başka bir insani varlığın yüzünü görmesek de desteğini alamasak da tanrısal söz bize destek verecek ve ayakta tutacaktır. “Nitekim, insan soyu ota benzer, bütün yüceliği kır çiçeği gibidir. Ot kurur, çiçek solar. Ama Rabbin sözü sonsuza dek kalır. İşte, size müjdelenmiş olan söz budur.” (1.Petrus 1:24,25)

Bu sözler ne kadar da değerlidirler! İnsanı nasıl da rahatlatır ve teselli ederler! İnsanı nasıl dengeye getirir ve huzur verirler! Nasıl da gerçek bir güç, zafer ve manevi yükseltme! Tanrının sözünün değerliliğini insan dili ile anlatmak ya da tanımlamak yeterli değildir. Göklerde sonsuza kadar kalıcı olan Tanrı sözü sonsuzluğun sayısız çağları boyunca aynı huzuru sağlayarak duracaktır. Müjdenin iyi haberleri yüreklerimize ulaşmış, bize sonsuz yaşam vermiş ve Mesih’in tamamladığı iş sayesinde esenlik ve huzur sağlamıştır. Mesih’in hayran kalınacak Kişiliğinde bizi mükemmel bir şekilde tatmin eden iyi habere sahibiz. Gerçekten de tüm bunları düşündüğümüz zaman, her nefesin Hallelulya (Rabbe binlerce övgüler olsun) diye bağırması gerekir; O’nun eşsiz Adına sadakat yemini olarak şimdiden sonsuza kadar Hallelulya diye bağırmamız gerekir!

Bölümümüzün son ayetleri Musa ve O’nun Rabbi arasında çok dokunaklı bir kısmı sunarlar; Yasa’nın Tekrarı kitabının tamamının özelliği nedeni ile burada yazılı olanların sevgi ile kaydedilmiş olmalarını beklememiz normaldir. “Sonra Rabbe yalvardım. ‘Ey egemen Rab, büyüklüğünü ve güçlü elini bana göstermeye başladın. Gökte ve yerde senin yaptığın yüce işleri yapabilecek başka bir tanrı yok! İzin ver de Şeria ırmağından geçip karşı yakadaki o verimli ülkeyi, o güzel dağlık bölgeyi ve Lübnan’ı göreyim.’ Ama Rab sizin yüzünüzden bana öfkelendi. Ve yalvarışıma kulak asmadı. Bana,’Yeter artık!’ dedi. ‘Bir daha bu konudan söz etme bana! Pisga dağına çık, batıya, kuzeye, güneye ve doğuya bak! Gözlerin ile gör, çünkü Şeria ırmağından geçmeyeceksin. Yeşu’ya görev ver. Onu güçlendir ve yüreklendir. Çünkü bu halk Şeria ırmağından onun önderliğinde geçecek. Göreceğin toprakları halka o miras olarak verecek.” (23-28.ayetler)

Tanrının bu seçkin hizmetkarının ihsan edilmesi mümkün olmayan bir istekte bulunduğunu görmek çok etkileyicidir. Musa, Şeria ırmağının ötesindeki o verimli ülkeyi görmeyi özlem ile bekliyor idi. İki buçuk oymak tarafından seçilmiş olan pay onun yüreğini tatmin edemez idi. Musa, Tanrının İsrailinin o harika mirasının toprağına ayağını basmayı çok arzu etti. Ama bu mümkün olmayacak idi. Meriva sularının yanında yaptığı konuşmada ağzından çıkan sözler bilgece değil idi ve tanrısal yönetimin ciddi ve geri alınamaz eylemi aracılığı ile Şeria ırmağını geçmesi yasaklanmış idi.

Tüm bu sözler Mesih’in sevgili ve en alçakgönüllü hizmetkarının ağzından çıktı ve topluluğun kulaklarına erişti. Musa, dileğinin Tanrı tarafından geri çevrilmiş olduğu gerçeğini onlardan gizlemedi. Tanrının onun isteğini reddetmesinin topluluk yüzünden olduğunu onlara hatırlatmak zorunda kaldığı doğrudur. Topluluğun bu gerçeği duyması manevi açıdan gerekli idi. Musa hiç de çekingen olmayan bir tavır ile onlara Yehova’nın kendisine öfkelendiğini anlatmaya devam etti ve Tanrının kendisini dinlemeyi reddettiğini bildirdi – Tanrı Musa’nın Şeria ırmağını geçmesine izin vermeyi reddetmiş idi ve onu görevini sona erdirmeye ve halefini atamaya çağırmış idi.

Şimdi tüm bunları Musa’nın kendi ağzından işitmek çok eğiticidir. Eğer gerçekten öğrenmeye istekli isek bu sözler bize çok güzel bir ders öğretirler. Bazılarımız yaptığımız ya da söylediğimiz herhangi bir yanlışı itiraf etmeyi gerçekten çok zor bulurlar. Herhangi bir konuda Rabbin düşüncesinden tamamen uzak kaldığımızı kardeşlerimizin önünde söylemek çok güçtür. Adımız ya da ünümüz konusunda özenli, alıngan ve inatçıyızdır. Ama yine de garip bir tutarsızlık ile genel ifadeler kullanarak zayıf, kırılgan ve hata yapan yaratıklar olduğumuzu kabul ederiz ya da kabul eder gibi görünürüz. Ve eğer kendi başımıza bırakılacak olur isek bizim için yaptığımız ya da söylediğimiz hiç bir şey fazla kötü değildir. Ama yine de çok alçakgönüllü bir itirafta bulunmak bir şeydir ve bazı durumlarda büyük bir hata yapmış olduğumuzu kabul etmek başka bir şeydir. Bu sözü edilen sonuncu itirafı yapacak lütfa sahip kişi sayısı azdır. Bazı kişiler hata yaptıklarını hemen hemen hiç itiraf edemezler.

Biraz önce sözlerinden alıntı yapmış olduğumuz bu onurlu hizmetkar farklı biri idi. Musa Yehova tarafından çağrılmış olan güvenilir ve sevgili hizmetkar – asası ile Mısır ülkesini dehşetten titreten ve topluluk önderi olarak sahip olduğu yüce konumuna rağmen kardeşlerinin bulunduğu tüm topluluğun önünde durmaya ve hatasını itiraf etmeye utanmadı ve söylememesi gereken bir şeyi söylediğini kabul etti ve Yehova’nın ihsan etmediği bir isteğini dile getirmekten çekinmedi.

Bu davranışı Musa’nın gözümüzdeki değerini düşürür mü? Tam aksine; onun değerini daha da çok arttırır. Manevi açıdan Musa’nın itirafını işitmek çok hoştur. Tanrının yönetimi ile ilgili davranışlarının önünde nasıl da alçakgönüllü olarak boyun eğdiğini görmek; kendi yüce görevini sürdürecek olan kişiye karşı hareket şeklinde bencillikten ne kadar uzak olduğuna dikkat etmek! Musa’da kıskançlığın ve imrenmenin izi bile yoktu, Musa’da, küçük düşüren kibirden eser yok idi. Musa çok güzel bir şekilde kendini boşaltmış olarak yüceltildiği konumundan aşağı iner, üzerinde bulunan kolsuz mantosunu halefi Yeşu’nun omuzlarına atar ve onu kutsal sadakat ile sorumlu kılmak için teşekkür eder; kendisi artık o yüce konumun görevinden emekli olmuştur.

“Kendisini alçaltan yüceltilecektir.” Bu ifade Musa’nın durumu için ne kadar da doğru ve uygun bir söz idi! Musa Tanrının kudretli eli altında kendisini alçalttı. Tanrısal yönetim tarafından ona uygulanan kutsal disiplini kabul etti. Tanrı onun isteğini reddettiği zaman ağzından tek bir şikayet sözcüğü bile çıkmadı. Musa Tanrının isteğine hemen boyun eğdi ve bu nedenle uygun zamanda yükseltildi. Eğer yönetim onu Kenan ülkesinden uzak tuttu ise lütuf onu Pisga dağının tepesine çıkardı ve Rab orada Musa’ya eşlik etti, ona güzel ülkeyi görmesi için izin verdi ve Musa bu ülkeyi İsrail halkının miras olarak aldığı ülkeden farklı olarak, Tanrının verdiği şekilde, yani tam boyutları ile gördü.

Okuyucu lütuf ve yönetim konuları üzerinde derin bir şekilde düşünmek ile çok iyi yapacaktır. Bu konu gerçekten de ağır ve pratik bir konudur ve kutsal yazılarda bu konulara çok geniş bir şekilde yer verilir. Ama buna rağmen bu konu bizim aramızda yine de yeterince anlaşılmaz. Konu bize harika gibi görünür ama anlaşılması zordur; Musa gibi sevilen birinin vaat edilen ülkeye girmesinin neden reddedilmesi gerektiğini anlamakta güçlük çekeriz. Ama bu reddedişte tanrısal yönetimin ciddi eylemini görürüz ve başlarımızı eğip tapınmak zorunda kalırız. Resmi kapasitesi ya da yasal sistemi temsil edişi ile Musa İsrail’i vaat edilen ülkeye götüremedi, evet, bu doğrudur ama her şey bundan ibaret değildir. Musa’nın ağzından çıkan sözler tedbirsizce ve nasihat almadan çıktılar. Musa ve Harun Tanrıyı yüceltme konusunda topluluğun önünde başarısız oldular ve bu neden ile “Rab, Musa ile Harun’a, ‘Madem İsraillilerin gözü önünde benim kutsallığımı sayarak bana güvenmediniz’ dedi, ‘bu topluluğu kendilerine vereceğim ülkeye de götüremeyeceksiniz.” Çölde Sayım 20.12. Ve sonra tekrar aynı konu ile ilgili olarak şu sözleri okuruz: “Rab Edom sınırındaki Hor dağında Musa ile Harun’a şöyle dedi: ‘ Harun ölüp atalarına kavuşacak. İsrail halkına vereceğim ülkeye girmeyecek. Çünkü ikiniz Meriva sularında verdiğim buyruğa karşı geldiniz. Harun ile oğlu Elazar’ı Hor dağına çıkar; Harun’un kahinlik giysilerini çıkarıp oğlu Elazar’a giydir. Harun orada ölüp atalarına kavuşacak.” Çölde Sayım 20:23-26.

Tüm bu anlatılanlar çok ciddi konulardır. Burada topluluğa önderlik eden iki adamı görüyoruz. Ve bu adamlar Tanrının, halkını güçlü belirtiler ve mucizeler yaparak Mısır ülkesinden çıkarmak için kullandığı aynı kişilerdir. “Bu Musa ve Harun” Tanrı tarafından çok yüce bir şekilde onurlandırılmışlar idi ama Tanrı yine de onların Kenan ülkesine girmelerini reddetti. Ve bunun nedeni ne idi? Bu nedene dikkat edelim: “Çünkü verdiğim buyruğa karşı geldiniz.”

Bu sözler yüreklerimizin derinliğine yerleşsinler. Tanrının sözüne karşı isyan etmek korkunç bir şeydir ve isyan eden kişinin isyanı ne kadar yüksek olur ise durum da her konuda aynı ölçüde daha ciddi hale gelir ve o zaman tanrısal yargının daha ciddi ve daha hızlı yerine gelmesi gerekir. “Çünkü isyan büyücülük günahı gibidir ve inatçılık da suç ve putperestlik gibidir.”

Bunlar ağır sözlerdir ve bu sözlerin üzerinde derin bir şekilde düşünmemiz gerekir. Rabbin sözüne itaat etme konusunda başarısız olduğu zaman bu sözler Saul’un kulaklarına da söylendi ve böylelikle biz gözlerimizin önünde Tanrının yönetiminde bir itaatsizlik eyleminde bulunan bir peygamberin, bir kahinin ve bir kralın örneklerine sahip olduk. Peygamber ve kahinin Kenan ülkesine girme istekleri reddedildi. Ve kral yalnızca Rabbin sözüne itaat ettiği için tahtından yoksun bırakıldı.

Bu konuyu hatırlayalım. Bizler kendi bilgeliğimiz uyarınca bu konuların çok ciddi olduklarını düşünebiliriz. Bizler yeterli ve yetkili yargıçlar mıyız? Tanrısal yöntemler ile ilgili konulardaki duruşumuz açısından uyanık olalım. Adem Aden bahçesinden dışarı çıkarıldı. Harun’un kahinlik giysileri üstünden alındı. Ve Saul krallığından oldu. Ve tüm bunların nedeni ne idi? Buna manevi bir gücenme ya da skandal ölçüsünde bir günah olarak mı bakmamız gerekir?  Hayır, her durumda neden, Tanrının sözünün ihmal edilişi idi. Bu nokta her zaman hatırlamamız gereken ciddi bir durumdur; günümüzde insanlar kendi düşüncelerine göre hareket ediyor ve kendilerini düşünüyorlar, ayrıca kendilerine göre yargıda bulunup kendilerine göre hareket ediyorlar. İnsanlar kibirli bir şekilde şu soruyu sorarlar: Herkes kendisi için düşünme hakkına sahip değil midir?” Bu soruya vereceğimiz yanıt şu olacaktır: “Kesinlikle hayır!” Bizim itaat etmek için hakkımız vardır. Neye itaat etmek için? İnsanların buyruklarına değil; sözde kilisenin yetkisine değil; heyetlerin emirlerine göre değil; tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek adına ne derseniz deyin herhangi bir insan yetkisine hakkımız yoktur. Hakkımız olan şey diri Tanrının sözüne – Kutsal Ruhun tanıklığına – kutsal yazıların sesine itaat etmektir. Tereddüt etmeden ve sorgulamadan itaat etmek! Tüm manevi varlığımızın boyun eğmesini sağlamalıyız. Mantık yürütmemiz gerekmiyor; sonuçların nasıl olacağını tartıp biçmemiz gerekmiyor; sonuçlar ile hiç bir işimiz yoktur. “Neden” ya da “Niçin” sorularını söylemememiz gerekir. Bize düşen itaat etmektir ve diğer tüm konuları Efendimizin ellerine bırakmaktır. Bir hizmetkarın sonuçlar ile ne işi olabilir? Sonuçlar ile ilgili mantık yürütmek bir hizmetkarın işi midir? Bir hizmetkarın yapması gereken en önemli ve ilk şey tüm diğer düşüncelerin dışında kalarak kendisine söyleneni yapmaktır. Eğer Adem bunu hatırlamış olsa idi Aden bahçesinden çıkması gerekmeyecek idi. Eğer Musa ve Harun bunu hatırlamış olsalar idi Şeria ırmağını geçebilecekler idi. Eğer Saul bunu hatırlamış olsa idi tahtından yoksun kalmayacak idi. Ve böylece biz bu ağır ilkenin insanlık tarihi boyunca defalarca resmedildiğini görmekteyiz. Ve şundan emin olabiliriz ki, bu ilke kalıcı ve evrensel bir önem taşımaktadır.

Ve ayrıca şunu hatırlamamız gerekir: zaman içinde olacak olanların ve insanların yapacaklarının Tanrı tarafından önceden bilinmesini temel alan herhangi bir mantık aracılığı ile bu önemli ilkeyi zayıflatma girişiminde bulunmamamız gerekir. Ancak ne yazık ki insanların mantığı bu şekildedir ama bu ölümcül bir hatadır. Tanrının ön bilgisinin insan sorumluluğu ile ne ilgisi olabilir? İnsan sorumlu mudur, değil midir? Mesele budur! Ve kesin olarak emin olduğumuz gibi eğer insan sorumlu ise o zaman bu sorumluluğa müdahale edecek hiç bir şeye izin verilmemesi gerekir. İnsan Tanrının sade sözüne itaat etmeye çağrılır. İnsan hiç bir şekilde Tanrının gizli amaç ve planlarını bilmekten sorumlu değildir. İnsanın sorumluluğu gizlide olan için değil, açıklanmış olan içindir. Örneğin Adem Aden bahçesine yerleştirildiği ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesi yasaklandığı zaman Tanrının sonsuz plan ve amaçları hakkında ne biliyor idi? Adem suç işledi, ama Tanrının, onun işlediği bu suç nedeni ile nasıl hareket edeceğine dair planları ve amaçları hakkında bilgisi var mıydı? Tanrının Kuzu’nun değerli kanı aracılığı ile yapmış olduğu görkemli kurtuluş planından haberdar mıydı? Elbette, hayır, haberdar değil idi! Adem sade bir emir aldı ve bu emir aracılığı ile davranışının mutlak bir şekilde Tanrıya göre yönetilmesi gerekiyor idi. Adem itaatsizlik etti ve Aden bahçesinden dışarı çıkartıldı; yaklaşık altı bin yıldan beri tek bir itaatsizlik eyleminin korkunç sonuçlarının sergilendiği bir dünyaya adım attı – bu tek itaatsizlik eylemi yasaklanmış olan ağacın meyvesinden yeme eylemi idi.

Tanrıya övgüler olsun ki, lütuf bu günah tarafından vurulmuş dünyaya gelmiş ve düşmüş bir yaratılışın tarlalarından asla biçilemeyecek olan bir hasat biçmiştir. Ama insan suçu nedeni ile yargı görmüştür. Yönetimde olan Tanrının eli tarafından Aden bahçesinden çıkarılmıştır. Ve bu yönetimin bir eylemi aracılığı ile alnının ter ile ekmeğini kazanmak zorunda bırakılmıştır. İnsan, kim olursa olsun, “ektiğini biçecektir.”

Burada tüm dünyada sürmekte olan ilkenin yoğun bir şekilde ifade edilişini görürüz ve bu ilke Tanrının yönetiminin tarihçesinin her sayfasında resmedilir. Bu konu çok önemlidir ve üzerinde çok düşünmemizi talep eder. Ama ne yazık ki, çok az anlaşılmaktadır. Bizler, zihinlerimize tek yanlı bir etkinin girmesine izin veririz. Ve bu yüzden lütuf ile ilgili yanlış düşünceler çok tehlikeli olabilirler. Lütuf bir şeydir, yönetim ise başka bir şeydir. Bu ikisi asla birleştirilmemelidirler. Tanrının ciddi eylemleri ile Tanrının egemen lütfunun bir birleri ile asla birleştirilemeyeceklerine dair önemli gerçeğin okuyucunun yüreği tarafından anlaşılması için hayret ile dilekte bulunuyoruz.


1.  Sonsuz ceza gibi ciddi bir konu ile ilgili olarak burada birkaç öneri sunacağız. Çünkü hem İngiltere’de hem de Amerika’da pek çok kişinin bu konu nedeni ile zorluklar yaşadığını görüyoruz. Her Hristiyan’ın bu öğretişi doğru kavraması için üç düşünce üzerinde durmayı uygun görüyoruz.

I. Birinci düşünce şudur; Yeni Antlaşma’da “sonsuza kadar kalıcı” ya da “sonsuz” (aionios, αἰώνιον)  sözcüklerinin geçtiği yetmiş bölüm mevcuttur. Bu sözcükler, imanlıların sahip oldukları “yaşama” uygulanırlar; tadını çıkaracakları “yücelikte”, kendileri için hazırlanmış olan “evlerde” yaşayacaklardır. Sonsuz yaşam Tanrının Kendisidir. “Kurtuluşun” Yetkin Kişisi Rabbimiz İsa Mesih’tir. O kurtuluşu bizim için elde etmiş ve bize Kutsal Ruhu vermiştir; Romalılar 16:26 ; “O sır şimdi aydınlığa çıkarılmış ve öncesiz Tanrının buyruğuna göre peygamberlerin yazıları aracılığı ile bütün ulusların iman ederek söz dinlemesi için bildirilmiştir.

Şimdi, yukarda işaret ettiğimiz yetmiş bölüm ile ilgili bilgi verelim. Okuyucu bu yetmiş bölümü birkaç dakika içinde Grekçe Dizine bakarak doğruluğunu onaylayabilir. Yetmiş bölümün yedi tanesinde kötülerin “cezası” ile ilgili aynı sözcük yer alır. Üzerlerine gelecek olan aynı “yargıdan” ve onları tüketecek olan aynı “ateşten” söz edilir.

Şimdi burada sorulacak soru şudur: bir kişi hangi ilke ya da hangi ilkeye dayanarak bu yedi bölüme işaret edebilir ve bu bölümlerdeki (aionios, αἰώνιον) sözcüğünün “sonsuza kadar kalıcı” anlamına gelmediğini söyleyebilir? Diğer altmış üç bölümdeki sözcük ise “sonsuza kadar kalıcı” anlamını içermektedir. Biz, sağduyulu herhangi bir zihnin dikkatine bu ifadenin tamamen temelsiz ve değersiz olduğunu düşündüğümüzü belirtmek isteriz. Kutsal Ruh kötülerin yargılanmasından söz ettiği zaman uygun olanı düşündüğünü tamamen kabul ediyoruz. Diğer bölümlerde kullanılmış olan farklı bir sözcükten yararlanmak gerçeğin Ruhu olan Kutsal Ruhun işi olamaz. Kutsal Ruh aynı sözcüğü değiştirmeden aynı şekilde kullanır, öyle ki, eğer biz sonsuz cezayı inkar eder isek sonsuz yaşamı, sonsuz yüceliği, sonsuz bir Ruhu, sonsuz bir Tanrıyı ve sonsuz olan herhangi bir şeyi de inkar etmek zorunda kalırız. Kısaca özetleyecek olur isek, eğer bu ceza sonsuz olmasa idi o zaman bu Grekçe ek ile ilgili olarak hiç bir şey sonsuz değildir. Tanrısal açıklamanın kemer altı yolundaki bu taşın işine karışmak çevremizdeki her şeyi bir harabe kütlesine indirgemek olur. Ve bu da tam olarak şeytanın hedeflediği bir şeydir. Sonsuz ceza ile gerçeği inkar etmenin evrensel kuşkuculuğun karanlık ve dipsiz derinliklerine yönlendiren o eğri düzlük üzerine ilk adımı atmak olduğuna kesinlikle ikna olmuş durumdayız.

II. İkinci düşüncemizin kaynağı canın ölümsüzlüğüne ilişkin büyük gerçeği kaynak almaktadır. Yaratılış kitabının ikinci bölümünde şunu okuruz: Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık (can) oldu.” Yaratılış 2: 7. Eğer başka bir bölüm olmasa idi dahi, yine de bu tek bölüm üzerine insan canının ölümsüzlüğüne ilişkin büyük gerçeği bina edebilir idik. İnsanın düşüşü bu konu ile ilgili bir farklılığa neden olmadı.

Buradaki en önemli mesele, “bu canın nerede yaşayacağıdır!” Tanrı, günahın Huzuruna girmesine izin veremez. “Tanrının gözleri kötülüğe ve suça bakamayacak kadar saftır.” Bu yüzden eğer bir kişi, günahlarının içinde ölür ise tövbe etmeden kan ile yıkanmadan bağışlanmamış olarak ölür ise o zaman Tanrının bulunduğu yere asla gidemeyeceği mutlak bir şekilde kesindir. Aslında gitmekten hoşlanacağı en son yer de orasıdır. Böyle bir kişi için ateş ve kükürt ile yanan göldeki sonu olmayan sonsuzluktan başka hiç bir yer yoktur.

III. Ve son olarak biz sonsuz ceza ile ilgili gerçeğin Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in kefaretinin sınırsız doğası ile çok yakın bir şekilde bağlantılı olduğuna inanıyoruz. Eğer sonsuz bir Kurban bizi günahın sonuçlarından kurtarabildi ise bu kurtuluşun sonucunun da sonsuz olması gerekir. Belki bazı kişiler bu düşünceye karşı olabilirler ama bizim için bu düşüncenin gücü mutlak bir karşı konulmazlığa sahiptir. Günahı ve günahın sonuçlarını tanrısal sevgiyi ve tanrısal sevinin sonuçlarını ne şekilde ölçüyor isek aynı şekilde ölçmemiz gerekir. Ölçümüz insan duygusu ya da mantığı değil, yalnızca Mesih’in çarmıhının ölçüsü aracılığı ile olmalıdır.

2. Tüm gerçek bilim ve “sözde bilim” arasında ayırt edici olmamız gerekir. Ve ayrıca bilimin gerçekleri ve bilim adamlarının vardıkları sonuçlar arasında da ayırt edici olmalıyız. Gerçekler, Tanrının yapmış ve yapmakta olduklarıdır, ama insanlar bu gerçeklere göre sonuca vardıkları zaman en ciddi hataları yaparlar.

Ama yine de, Tanrıya haklı yerini veren ve Rabbimiz İsa Mesih’i içtenlikle seven filozof ve bilim adamlarının var olduklarını düşünmek yürekleri gerçekten rahatlatmaktadır.

Bölüm 1

Kurtuluşun Önemi

Tanrı sonsuzdur. Sonsuz değerleri O'ndan başka hiçbir yerde bulamayız. İnsandan kaynaklanan, insanın ürettiği ve sahip olduğu her şey geçicidir; insani değerlerin çoğunluğu da kısa bir ömre sahiptir. Bazıları sadece birkaç yıl dayanırken, bazıları gelecek toplumların kullanımı için yüzyıllarca varlıklarını koruyabilmektedirler. Ne var ki, insanlar için geçici değerlerin hiçbiri mezardan öteye gidemez.

Tanrı'dan ayrı olarak sonsuz değerler bulunamayacağı gibi, insan da ancak Tanrı'yla ilişki kurduğunda bu değerlere sahip olabilir. Günah aracılığıyla (burada herkesin işlediği günahları kastetmiyoruz), Âdem'in işlediği ilk günahtan sonra insanlık tümüyle Tanrı'dan ayrılmıştır. İnsan, kendisinin gerçekleştirebileceği herhangi bir iyileştirme ya da iyi işler aracılığıyla Tanrı'ya dönemez. İnsan için Tanrı'yla ilişki kurmanın tek bir yolu vardır, o da göklerden dünyaya insanların kurtarıcısı olarak gelen Yol'dur. İnsan ancak Tanrı'nın İsa Mesih'te sunduğu kurtuluş aracılığıyla Tanrı'yla ilişki kurup, sonsuzlukta geçerli olan değerlerinin bir parçası olabilir. İsa şöyle demişti: "Bense, insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diye geldim" (Yuhanna 10:10). İsa'nın insanlara vermek için geldiği yaşam sonsuzdur. Bolluğu da değerleri açısından sonsuzdur.

Günümüzde bol yaşam, maddi ve geçici şeylerle sınırlı olarak savunulmaktadır.

İmanlı olan Hıristiyan Kilisesi'nin büyük bir kısmı, şaşırtıcı bir şekilde, ruhsal ve sonsuz olanı bir kenara atarak, maddi ve geçici olanı kabul etmeye çalışmaktadır. Ahlaksal reformlar, sosyal gelişim ve ekonomik sorunlar, Tanrı'nın günah tarafından lanetlenmiş insan ırkına karşılıksız olarak sunduğu kurtuluşun yerini almıştır. İnsanlar Tanrı'dan ve O'ndan kaynaklanan her şeyden korkunç bir hızla ayrılmaktadır. 

Kurtuluşa gereksinim olduğu görülür ve sadık bir şekilde anlatılır. Fakat çoğu zaman kurtuluş sonucunda ele edilen, değişen yaşamlar ve yeniden yapılanan yuvalar gibi yararlar yüksek sesle dile getirilirken, insanın kazanacağı ruhsal ve sonsuza dek geçerli olan değerlerden, ki bunlar pek çoktur, neredeyse hiç söz edilmez. Nedense bunlara pek önem verilmez.

Günümüzde insan ırkını içinde bulunduğu aşağı durumdan kurtarmaya çalışmak geçici değerlerle uğraşmak anlamına gelmiştir. Oysa Kutsal Kitap'ta gördüğümüz gibi, Tanrı insanın günahı ve bunun sonuçlarıyla uğraşırken sonsuz değerleri kullanır. Bunu kurtuluş aracılığıyla yapar.

Sosyal refah için yapılan işler ve ahlaki reformlar günümüz için her ne kadar iyi olsalar da, insanlara mezarın ötesinde bir yarar sağlayamazlar. Mezar insanın sonu değildir. İnsanın ölmeyen ve sonsuza dek yaşayan bir ruhu vardır. Ancak Tanrı'nın İsa Mesih aracılığıyla gerçekleştirdiği kurtuluş insanın ölümsüz ruhunun ihtiyaçlarını karşılar ve asla son bulmayan, sonsuz görkeme sahip, neşe dolu bir duruma gelmesini sağlar.

İnsanlık tarihi boyunca, insanın öldükten sonra ya daha üstün bir varlığın sağlayacağı zevki ya da gazabı tadacağı kabul edilmiştir. Mitoloji bu kavramlarla doludur. Amerikalı yerliler kendilerine mutluluk getirecek avlanma sahalarına kavuşmayı bekliyorlardı. İskandinavlar, Valhalla'ya gideceklerini umut ediyorlardı. Çinliler atalarının ruhlarına tapınıyor, Hindular canın bir bedenden başka bir bedene, bu beden, can temizlenene ve her şeyin kaynağı olan Tanrı'ya dönene kadar hayvanların bedenine geçeceğine inanıyorlardı. Yaşayan insanlar yüreklerinin derinliklerinde, şu ya da bu zamanda gelecekteki varoluşları konusunda mutlaka kafa yormuşlardır.

İnsanın gelecekteki, sonsuzluktaki durumunun ne olacağının insanın şimdiki yaşamında belirlendiği konusunda da genel bir fikir birliği vardır. Ne var ki, insanın gelecekteki durumunu neyin belirleyeceği söz konusu olduğunda olabilecek her türlü farklı görüş mevcuttur. Bir taraftan istisnasız bütün dünya dinleri, insana dünyadayken yaptığı iyi şeyler karşılığında sonsuz bir sevinç ya da sıkıntıdan kurtuluş vaat etmektedir. Hıristiyanlık adı verilen dinin büyük bir kısmı da bu grup içinde yer almaktadır. Bütün bunların karşısında Tanrı, sadece kabul edilmesi koşuluyla, karşılıksız, hak edilmemiş, insanın günahlarının ve hatalarının neler olduğuna bakmaksızın kurtuluş sunmaktadır. Bu kurtuluşu kabul eden herkese sonsuz sevinç ve Tanrı'yla birliktelik vaat edilmektedir.

Tanrı'nın kurtuluşunun sonsuz değerlerinin yerine geçici değerleri koymak, insana sunulmuş en güzel şeyi kaçırmaktır.  

İman ettiklerini söyleyen kiliselerin önderliğinin büyük bir kısmı da tam olarak bunu yapmaktadırlar. Kilise dışındakiler ve içindekiler Tanrı'nın insana karşılıksız olarak verdiği sonsuz şeyleri ve bunların nasıl elde edilebileceğini işitmemektedirler.

İnsanlar daha önce hiç olmadığı kadar geçici şeylerin ve maddi değerlerin güvenilmezliğini görmekte ve güvenebilecekleri bir şeyler aramaktadırlar. Bu özleme verilebilecek tek yanıt ruhsal değerlerde, Tanrı'nın sonsuz değerlerindedir.

İnsan ancak kurtuluş aracılığıyla Tanrı'yla ilişki kurabileceği ve sonsuz değerlerin bir parçası olabileceği için, kurtuluş insanın üzerinde düşünmesi gereken en önemli konudur.

Kurtuluşla ilgili olarak öğrenilebilecek her şey doğrudan ya da dolaylı olarak Kutsal Kitap'tan gelmektedir. Bu önemli konu için başka bir kaynak yoktur. Bu nedenle, Kutsal Kitap'ın öğrettiklerinin insana kurtuluşun anlamını ve nasıl elde edilebileceğini açıkladığı kabul edilmelidir. Bu nedenle, burada anlatılanlar Kutsal Kitap'ın öğretişini izlemektedir.

Bu kitabın amacı, kurtuluşla ilgili olarak göze çarpan gerçekleri küçük bir kitapçık içinde toplayıp herkese uygun bir dille aktarmaktır.

Bölüm 3

Yaratılışla Karşılaştırıldığında Büyük Bir Kurtuluş

Kurtuluşun büyüklüğü, ölümlü bedendeki insan tarafından asla tam olarak anlaşılamaz. Yine de yaratılışla karşılaştırma yaparak ne denli büyük olduğu hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. Gerek kurtuluş gerekse yaratılış, sadece Tanrı'nın elinin işidir.

"Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı" (Yaratılış 1:1). Böylece Tanrı madde ve enerjiyi yaratmış oldu.

Gökler ellerinin eseridir; ay ve yıldızları yerlerine Tanrı koymuştur (Mezmurlar 8:3 ayetine bakınız). Bunlar sadece insanın çıplak gözle görebileceklerini değil, bunun da ötesinde yer alan, en güçlü teleskopla görülebilenlerin de ötesindeki her şeyi kapsamaktadır. Bütün bunların büyüklüğü insanın aklının alabileceğinin ötesindedir.

Sonra yeryüzünü, kayalar, mineraller ve fosillerin bizlere açıkladığı geçmişi düşünün. Değerli taşlar, elmas, yakut, safir ve zümrüt; her birinin güzelliği ayrıdır ve insanlar için tüm bunlar son derece çekicidir. Sonra mermer, granit, kumtaşı, kireçtaşı ve kayağantaş vardır; insanlar bunları ev, tapınak, eğlence ve işyerleri yapmak için kullanırlar. İnsanlar yerin içinden maden cevherlerini, altın ve bakır gibi saf metalleri dahi çıkarırlar. Eritip arıtarak, bu metallerden büyük endüstriyel bina projelerinin iskeletini yaparlar. Toprak ekilip sulandığında, güneş ışığıyla birlikte insanlar ve hayvanlar için yiyecek sağlar.

Fosiller, sessiz bir şekilde olsa da eski çağlardaki büyük canavarların öykülerini anlatırlar. Bazı ormanlarda, katman katman dizilen dev ağaç gövdeleri neredeyse elmas kadar sert kayalara dönüşmüştür. Kömür yatakları, günümüzde insanlara çağlar öncesinde büyük tropikal ormanların olduğunu gösterir.

Bütün kaya ve minerallerin kendilerine özgü nitelikleri vardır ve bu nitelikler her zaman aynıdır. Kimya ve fiziğin belli yasalarına bağlıdır. Birçoğu uzun zamandır insanlar tarafından biliniyor olsa da, sürekli olarak yenileri keşfedilmektedir. Bu durumda ister istemez insanın aklına şu soru gelmektedir: Bu metaller ve mineraller kendilerine özgü nitelikleri nasıl kazandılar? Her metale genleşme katsayısını, özgül ağırlığını, füzyon noktasını, ısı ya da elektrik iletkenliğini, gerilme dayanıklılığını, sertliğini ya da yumuşaklığını, kolayca kırılabilir olmasını, sağlamlığını ya da bükülebilir olma özelliklerini veren nedir? Bunların hepsi belli ve öngörülebilirdir. Evrim teorisyenleri bitki ve hayvanların yaşam özelliklerini ve alışkanlıklarını binlerce nesil içinde bir nesilden diğerine geçen rastlantısal varyasyonlarla açıklamaktadır. Fizik ve kimya yasaları da en az bitki ve hayvan yaşamları kadar karmaşık, inorganik maddelerin nitelikleri en az organik olanlar kadar incedir. Fakat inorganik maddelerde farklılık yaratacak nesiller yoktur.

Altın ve bakır parçaları, demir, kurşun ve gümüş cevherleri, mermerlerle granitler, en azından dağlar kadar eskidirler. Bu belirgin ve değişmeyen nitelikler ve yasalar nereden gelmiştir peki? Bunun tek bir yanıtı vardır: Tanrı yaratılış sırasında her bir maddeyi değişmez niteliklerle yaratmış ve belli kimyasal ve fiziksel yasalara bağımlı kılmıştır.

İnsan jeolojik sırları araştırmak için derin çalışmalar yapabilir, fakat bu konu o kadar geniştir ki, hâlâ öğrenecek çok şey vardır.

Aynı şekilde bitkilerin yaşamını düşünün. Tanrı'nın yaratıcı gücünü nasıl da göstermektedirler! Pasifik kıyılarındaki kızılağaçlar yüzyıllardır orada durur. Kuzeydeki köknar ve çam ağaçları, güneydeki palmiyeler ve insana kendine göre hizmet eden bütün diğer ağaçlar her zaman aynıdır, çünkü içlerinde değişmeyen bir yaşam yasası vardır. Buğday da aynı şekildedir; kökleri yaşam veren bitkiler, hem de yaprakları yiyecek olan bitkiler vardır. Bunların hepsinin özellikleri Yaratıcı tarafından verilmiştir. Güller ve zambaklar gibi insanın yaşamına zenginlik katan çiçekler vardır. Her bir bitkinin kendi yaşam alanı vardır; liken kaya üzerinde, beyaz pipo çiçeği çürümüş çam ağacının gövdesinde, ökseotu ağaçların yukarıdaki dallarında, baldıran gölgede, artemisya çölde, tahıllar zengin topraklarda ve güneşte, nilüfer çiçeği sığ sularda ve denizalgı okyanusun dibinde yaşar.

Evet, kuşkusuz bitki yaşamı Tanrı'nın yaratışının büyük bir bölümüdür. İnsan bitki yaşamını inceleyip anlasa da, bu o kadar geniştir ki, insanların dünya üzerinde 6 000 yıldır yaşayıp incelemiş olmalarına karşın, dünyada hâlâ gelecek nesiller tarafından öğrenilecek çok şey vardır.

Aynı şey hayvan dünyası için de geçerlidir; en küçük omurgasız böceklerden fil ve balina gibi en büyük memelilere kadar bütün hayvanların üzerinde düşünebiliriz. Hepsi Tanrı tarafından yaratılmıştır; gerek göklerdeki kuşlar, gerek denizdeki balıklar, gerek yerdeki hayvanlar, gerekse toprak üzerinde sürünen sürüngenler, her biri türüne göre (Yaratılış 1:21) yaratılmıştır. Tanrı bunlara da yaşam vermiştir. Bu yaşam bitkilere verdiği yaşamdan daha üstün bir düzene sahiptir. Hepsi havada, suda ya da yer üzerinde hareket edebilir. Bu hayvanların her biri kendine özgü niteliklere, belli içgüdülere ve yaşam alışkanlıklarına sahiptir ve çevrelerine kusursuz bir şekilde uyum sağlarlar. İnsanlar zooloji hakkında kütüphaneleri dolduracak kitaplar yazmış olsalar da, her yıl yeni şeyler öğrenilip yeni keşifler yapılmaktadır. Bu da Tanrı'nın yaratışının küçük bir parçasıdır.

İnsan, Tanrı'nın yaratışını taçlandıran varlıktır. Tanrı insanı kendi benzeyişinde yaratıp yaşam soluğunu vermiştir (Yaratılış 2:7). Tanrı insana çoğalma ve yer üzerinde egemen olma gücü vermiştir. Aynı şekilde denizdeki balıklar, gökteki kuşlar ve yer üzerinde hareket eden her şey üzerinde egemenlik vermiştir (Yaratılış 1:26-30).

İnsana yaratılışın sırlarını araştırması ve her gün yenilerini bulması için akıl ve mantık yürütme gücü verilmiştir. İnsan yerin içinden kömürü çıkarıp ateşte yakmayı ve üzerindeki kazanda su kaynatıp ağır trenleri bu güçle çekmeyi öğrenmiştir.  

Yerin altındaki petrolü çıkarıp arıtır ve birkaç saniyede kilometrelerce yol alabilen uçakları uçurmak için kullanır. Biri verici diğeri alıcı olan iki aleti kullanarak sesini dünyanın dört bir yanına gönderebilir, böylece Washington, Londra, Paris ve Berlin'deki insanlar aynı odadaymış gibi birbirleriyle sohbet edebilirler. Röntgen cihazını kullanarak insanların kemiklerini inceleyebilirler. Filmin üzerini kaplayarak fotoğraf makinesinin içine koyar, saniyenin 1/100 000'i kadar bir süre için kapağı açar, kapatır ve lens önündeki her şeyin tam bir kopyasını çıkartabilirler. Teleskopla yıldızlar ve Ay'a bakabilirler. Işığın hangi hızla yol aldığını hesaplayabilirler. Güneş ve Ay'ın yörüngelerinde hangi hızla döndüklerini de hesaplayabilirler. Aynı şekilde, dünyanın hareketlerini inceler ve bu bilgiden yola çıkarak yıllar ve hatta yüzyıllar sonra saniyesine kadar, ne zaman Güneş ya da Ay tutulması olacağını hesaplayabilir, tam mı yarım mı olacağını ve dünyanın neresinden görülebileceğini önceden söyleyebilirler. Bunlar insanın yapabileceği şeylerin sadece birkaç örneğidir. Bu liste sonsuza kadar uzatılabilir.

Peki ama insan neden bunları yapabilir? Çünkü Tanrı insana akıl vermiştir ve evrenin değişmez ve belirli kuralları vardır. Bu da, bunların arkasında bir akıl ve bu nedenle Tanrı olduğunun göstergesidir. Yeri ve göğü yaratan ve yaratışı için yasaları belirleyen Tanrı, insanı bu yasaları anlayıp bunlar üzerinde egemen olacak bir akıl vererek yaratmıştır (Yaratılış 1:28).

Yerimizin az olması nedeniyle yaratılışın harikalarının ancak bir kısmını yazabiliyoruz burada. Bu konuyu bütünüyle kapsamak olanaklı olmadığı halde, yine de tüm bunlar kurtuluşun büyüklüğüyle kıyaslanamaz.

İnsanın yaratılışa egemen olması ve kendi iyiliği (ve kötülüğü için) için olağanüstü bir şekilde kullanmış olması, sırların büyük bir oranda insanın aklı tarafından anlaşılabileceğini göstermektedir. Ne var ki, insan kendi aklıyla kurtuluşun sırrını kavrayamaz. Bunların Tanrı'nın Ruh'u tarafından açıklanması gerekir. Şöyle yazılmıştır: "Tanrı'nın kendisini sevenler için hazırladıklarını hiçbir göz görmedi, hiçbir kulak duymadı, hiçbir insan yüreği kavramadı" (1. Korintliler 2:9, 10).

Büyük olsa da yaratılışa ait olan her şeyin sonu gelecektir. Her şey insanın ölçüleriyle ölçülebilir. Altın ağırlığına göre, elmassa karatla satın alınabilir. Kömür ve çelik tonla satılır. Çiftlikler dönümle ve kentlerdeki topraklar metrekareyle alınabilir. Kereste, ağaçlardan kesilebilir. Süt ve benzin litreyle alınabilir. Ulaştırma ücretleri, gerek toprak, gerek deniz, gerekse hava üzerinden kat edilen mesafeye göre hesaplanabilir. Denizlerin derinliği, dağların yüksekliği ve ovaların genişliği vardır. Yağmur santimetreyle ve sıcaklık dereceyle ölçülür. Kömürün sıcaklık derecesi ısı ölçülerine göre belirlenir. Elektrik kilovatla, doğalgaz metreküple satın alınır.

Hız, kilometre/saatle ölçülür. Işık saniyede 300 000 km yol kat eder. Yıldızlara olan uzaklık ışık yılıyla hesaplanır ve bazıları bin ışık yılı uzaklıktadır. Bu uzaklık aşağı yukarı şöyledir: 9 439 925 000 000 000 km. Bu uzaklık son derece büyük ve insanın algılayışının ötesinde olsa da, hâlâ sonu olanın sınırları içindedir, çünkü insan tarafından ölçülebilmektedir.

Bitki, hayvan ya da insan olsa da, bütün yaşayan canlıların bir yaşam süreleri vardır. Birkaç saniye de olabilir, birkaç saat, gün, hafta veya yıl da olabilir. Sierra Nevada'daki sekoyaların durumunda olduğu gibi, binlerce yıl da olabilir. Her birinin başlangıcı ve sonu vardır. Gök ve yer bile sadece başlangıçtır: "Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı." Oysa kurtuluş Tanrı'nın sonsuz tasarısının bir parçasıdır (Efesliler 3:11). Dünyanın başlangıcından önce vaat edilmiştir (Titus 1:2) ve "...zamanın başlangıcından önce Mesih İsa'da bağışlanmıştır" (2. Timoteos 1:9). O halde kurtuluş da, şu an var olan yaratılış sona erdiğinde devam edecektir. "...gökler duman gibi dağılacak, giysi gibi eskiyecek yeryüzü...  ama benim kurtarışım sonsuz olacak" (Yeşaya 51:6). Yaratılmış olanların sonu vardır. İnsanların buldukları araçlarla ölçülebilir, tam olarak olmasa da insanın ölümlü aklı tarafından anlaşılabilir. Fakat kurtuluş söz konusu olduğunda insanın ölçü birimi yoktur. Kurtuluş söz konusu olduğunda, Tanrı her zaman sonsuzluğa ait kavramlar kullanmaktadır.

Kurtuluş sonsuzdur (İbraniler 5:9); fidyeyle bedelin ödenmesi (İbraniler 9:12), kurtulmuş olanlara verilen yaşam (Yuhanna 3:16) ve gelecek olan görkem (1. Petrus 5:10) de öyledir. Tanrı'nın kurtuluş tasarısındaki amacı, insanı sonsuz Oğul'un benzeyişine dönüştürmektir (Romalılar 8:29). Günahların bağışlanması, "lütfunun zenginliğine göredir" (Efesliler 1:7). İmanlılar, "Rabbimiz İsa Mesih'in yüceliğine kavuşmaya" (2. Selanikliler 2:14) çağrılmaktadırlar. Bu yücelik evreni yaratanın yüceliğidir (Yuhanna 1:3 ve Koloseliler 1:16). Kurtulan kişiler bozulmaya mahkûm, ölümlü bir bedende yaşasalar da, kendilerine bozulmayacak, ölümsüz bir beden vaat edilmektedir (1. Korintliler 15:51-54). Bu beden Kurtarıcı'nın görkemli bedenine benzeyecektir (Filipililer 3:21). Kurtuluş, bu sonsuz kavramlar kullanılmadan betimlenemez. Bunlar Tanrı'yla ilgili kavramlardır.

İnsan henüz günah işlememişken, Tanrı kendisine evren üzerindeki her şey üzerinde egemen olacağı bir konum vermiştir (Efesliler 2:6 ve 1:20-22). Bu denli büyük bir kurtuluş insanın aklını gerçekten zorlamaktadır.

Bölüm 2

Bu Denli Büyük Bir Kurtuluş

İşin başındayken, bu kitapçıkta kurtuluş kavramını hangi anlamda kullandığımızı açıklamak yararlı olacaktır. Webster sözlüğü kurtuluşu şöyle tanımlıyor: 1) Kurtarma eylemi; yıkımdan ya da felaketten korumak. 2) Teolojik anlamı. Günaha tutsaklık ve günahın sonuçlarından özgür kılmak; günah ve sonsuz ölümden kurtarmak... O halde kurtuluş, günah ve günahın sonuçlarından özgür olmaktır. Yıkım ya da felaketten korunmaktır. Korunma olduğu için kurtuluş geçici bir deneyim olamaz. Kalıcıdır.

Oysa kurtuluş, günaha tutsaklık ve günahın sonuçlarından özgür olmak ve yıkımdan korunmaktan çok daha fazlasını içerir. Tanrı'nın insanı yetkin bir duruma getirmesini de kapsar. Günahın sonuçlarından kurtardığı herkes için amacı budur.

Kutsal Kitap'ı dikkatle okuduğunuzda kurtuluşun her dönemde aynı anlama gelmediğini rahatlıkla görebilirsiniz. Her dönemde, günahın sonuçlarından ve sonsuz ölümden kurtarılmanın aynı olduğunu görürüz. Tanrı hiçbir dönemde insanı geçici bir süre için kurtarıp eski kayıp durumuna dönmesine izin vermez. Bununla birlikte, kurtulanlar için Tanrı'nın amacı farklı dönemlerde büyük farklılıklar gösterebilmektedir.

Örneğin: "...bütün İsrail kurtulacaktır... yazılmış olduğu gibi, Kurtarıcı Siyon'dan gelecek, Yakup soyundan tanrısızlığı uzaklaştıracaktır" (Romalılar 11:26). Hezekiel 11:19, 20 ve 36:24-28 ayetlerine de bakabilirsiniz. Bu kurtuluşta her İsrailli, bütün ulus kurtarılıp, Esenlik Prensi'nin egemenlik süreceği krallığa girecektir. Bu kurtuluşta göksel bir konum yoktur, çünkü İsrail dünyada yaşayan bir ulus olmaya devam etmektedir.

Var olan dönemden yedi yıl sonra ve yukarıda sözü edilen egemenlikten önce bir başka grup kurtarılacaktır. Bu dönemin en azından yarısında, "...öyle korkunç bir sıkıntı olacak ki, dünyanın başlangıcından bu yana böylesi olmamış, bundan sonra da olmayacaktır" (Matta 24:21). Bu dönemde, "...her ulustan, her oymaktan, her halktan, her dilden oluşan, kimsenin sayamayacağı kadar büyük bir kalabalık..." kurtulacaktır. "Tanrı'nın tahtı önünde duruyor, tapınağında gece gündüz O'na tapınıyorlar" (Vahiy 7:9-17). Tanrı'nın amacına göre bu zamanda kurtulanlar göksel bir halk ve tapınağında hizmetkârlar olacaklardır.

Vaftizci Yahya kendisinden söz ederken damadın arkadaşı olduğunu söylemişti (Yuhanna 3:29). Eski Antlaşma döneminin en son peygamberi olduğu için, bu, Eski Antlaşma peygamberlerinin, damadın arkadaşı olduklarını düşündürmektedir. Bu çağda (İsa Mesih'in ölümü, dirilişi ve göğe alınışından sonra) kurtulanlarınsa, Tanrı Oğlu'nun benzeyişine dönüştürülmek üzere önceden belirlendiği söylenmektedir (Romalılar 8:29).

Bunlara Mesih'in bedeni (Koloseliler 1:24) ve Kilise'si (Efesliler 5:25-32) denmektedir. Baba ve Oğul bir olduğu gibi onların da Baba Tanrı'yla bir olmaları gerekmektedir (Yuhanna 17:21). Tanrı'nın yarattıklarının yükselebileceği en yüksek konum budur.

Kurtuluş kavramını bu çağa uyguladığınızda, Tanrı'nın insanı günahın sonuçlarından kurtardığını, Oğul'un benzeyişine dönüştürdüğünü ve kendisi ve oğluyla yetkin bir birliğe getirdiğini görürüz. Bu kurtuluş, insana verilmiş en önemli kavramdır. Yazılmış ve insan ağzından çıkmış en önemli sözcüktür. Kutsal Kitap'ın, "...bu denli büyük bir kurtuluş" (İbraniler 2:3) demesine şaşmamalı.

Günümüzde geçerli olan ve şu anda yaşayanlara sunulan, ilerleyen sayfalarda işlenen, işte bu büyük kurtuluştur.

İçerdikleri Nedeniyle Bu Denli Büyüktür

Tanrı, kurtardığı kişileri bu kadar yüksek bir konuma koymak için, insanlarla birlikte pek çok şey yapar. Bunların bir kısmı burada sayılmış, daha sonraki bölümlerde de açıklanmıştır. Karanlığın gücü denilen İblis'in egemenliğinden kurtuluş ve Tanrı'nın kutsal yasasının cezası ya da lanetinden fidye aracılığıyla kurtuluş vardır. Sonsuz bir yaşam için Tanrı'dan yeniden doğuş verilir. İnsan, Mesih İsa'da yeni yaratılışın bir parçası haline getirilir. İnsanın içinde sonsuza dek yaşasın diye Kutsal Ruh verilir ve bu kişiler aynı Ruh'la mühürlenirler.

İnsan, İsa Mesih'in yaptıkları sayesinde Tanrı önünde doğru bir yere ve konuma sahiptir; bütün ruhsal gereksinimleri için Tanrı'nın sağlayışına bağlıdır. Günahtan kurtuluş ve dünyadaki yaşamı için gerekenler sağlanmıştır. Baba'nın huzurunda Oğul'un yalvarış ve savunmasından yararlanır. Baba tarafından yola getirilir. Bedenin bozulması ve ölümlü olmasından kurtulmuştur. Tanrı Oğlu'nun benzerliğine dönüştürülür. Baba Tanrı ve Oğul Tanrı ile bir olur. Sonsuzluk boyunca sevgiyle Tanrı'nın huzurunda olacaktır.

Bütün bunlar Tanrı'nın hazırladığı ve insanlara karşılıksız olarak sunduğu kurtuluşun bir parçasıdır. Bütün bunlar içinde insan aklının alamayacağı bir büyüklük saklı olsa da, insanlar kabul ettikleri takdirde bu kurtuluşa sahip olabilirler.

Bütün İnsanlara Sunulduğu İçin Bu Denli Büyüktür

Kurtuluş her çağda aynı olmasa da, şu ya da bu şekilde, bütün insanlar için edinilmiş ve insan ırkının her bir üyesine sunulmuştur. Aşağıdaki ayetler kurtuluşun bütün insanlar için olduğunu gösterir:

"İşte, dünyanın günahını ortadan kaldıran günah kuzusu" (Yuhanna 1:29).

"Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik oğlunu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun" (Yuhanna 3:16).

"Çünkü Tanrı'nın ekmeği, gökten inen ve dünyaya yaşam verendir" (Yuhanna 6:33).

"Ben yerden yukarı kaldırıldığım zaman bütün insanları kendime çekeceğim" (Yuhanna 12:32).

"...bir adamın (İsa Mesih) söz dinlemesiyle birçoğu da doğru kılınacaktır" (Romalılar 5:19).

"Şöyle ki, Tanrı insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih'te kendisiyle barıştırdı" (2. Korintliler 5:19).

"O bütün insanların kurtulup, gerçeğin bilincine erişmesini ister" (1. Timoteos 2:4).

"...kendisini herkes için fidye olarak sunmuş bulunan Mesih İsa'dır" (1. Timoteos 2:6).

"Çünkü umudumuzu bütün insanların, özellikle iman edenlerin kurtarısıcı olan diri Tanrı'ya bağladık" (1. Timoteos 4:10).

"Çünkü Tanrı'nın bütün insanlara kurtuluş sağlayan lütfu ortaya çıkmıştır" (Titus 2:11).

"Ama meleklerden biraz aşağı kılınmış İsa'yı, Tanrı'nın lütfuyla herkes için ölümü tatsın diye çektiği ölüm acısı sonunda (...) görüyoruz" (İbraniler 2:9).

"O bizim günahlarımızı, yalnız bizim günahlarımızı değil, bütün dünyanın günahlarını da bağışladı" (1. Yuhanna 2:2).

"Baba'nın oğlunu dünyanın kurtarıcısı olarak gönderdiğini gördük, şimdi buna tanıklık ediyoruz" (1. Yuhanna 4:14).

Bütün bu ayetler, kurtuluşun insan ırkının her bir üyesi için elde edilebilir olduğunu göstermektedir.

Bununla birlikte, Kutsal Kitap bütün insanların kurtulacağını söylemez. Bu denli büyük bir kurtuluşu reddetmek, hatta göz ardı etmek ve sonsuza dek kaybolmak üzücü de olsa mümkündür. (XX. bölüme bakınız.)

Başaracakları Nedeniyle Bu Denli Büyüktür

Kurtuluşun ne denli büyük olduğunu, Tanrı'nın evreni yaratırken yaptıklarıyla insanı kurtarmak için yaptıklarını karşılaştırdığımızda da görebiliriz. Tanrı gökleri ve yeri yarattığında, sözü aracılığıyla bunların oluşmasını sağlamıştır: "Gökler Rab'bin sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı" (Mezmurlar 33:6). "...göklerin çok önceden Tanrı'nın sözüyle var olduğunu, yerin sudan ve su aracılığıyla şekillendiğini..." (2. Petrus 3:5). Yaratılış kitabının birinci bölümünde yedi kez şu sözleri ya da benzerlerini görürüz: "Tanrı (...) olsun diye buyurdu ve (...) oldu." Her defasında Tanrı'nın buyruğu yerine gelmiştir.

Tanrı sadece gökleri ve yeri sözü aracılığıyla yaratmakla kalmamıştır, bütün bunları aynı güçle bir arada tutmaktadır (İbraniler 1:3). İnsanın dünyada ve dünya üzerinde yaşamda gördüğü her şey, doğa güçleri ve göklerdeki yıldızlarla yörüngeleri, Tanrı'nın sözünün gücüyle durmaktadır. Bunların hepsi, Tanrı'nın her şeye gücünün yettiğini gösterir.

Fakat Tanrı, sözüyle insanlar için kurtuluşu sağlayamazdı (bunu saygıyla söylüyoruz). İnsanın Tanrı'nın sözüyle, ölümsüz bir tohumdan doğduğu doğrudur (1. Petrus 1:23).

Fakat bu ancak, Tanrı'nın sevgisinden kaynaklanan, fedakâr bir şekilde gerçekleştirdiği işlerle mümkündür.

Bunun neden gerekli olduğu ve bu işin ne olduğu VII. bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Burada söylemek istediğimiz, bu iş olmadan Tanrı'nın her şeye gücünün yetmesinin dahi insanı kurtaramayacağıdır. Aşağıda sıraladığımız Kutsal Kitap ayetlerinde, olanların, Tanrı'nın oğlunu vermesine bağlı olduğunu ve vurgunun Oğul'un ölümü üzerinde olduğuna dikkat edin.

"Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik oğlunu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun" (Yuhanna 3:16). "Biricik Oğul" verilmeseydi, insan mahvolur ve sonsuz yaşama kavuşamazdı.

"Bu çocuklar etten ve kandan oldukları için, İsa ölüm gücüne sahip olanı, yani İblis'i ölüm aracılığıyla etkisiz kılmak üzere onlarla aynı insan yapısını aldı. Bunu ölüm korkusu yüzünden yaşamları boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak için yaptı" (İbraniler 2:14, 15). İsa Mesih'in işleri aracılığıyla İblis'in işleri etkisiz hale getirilmiş ve insan ölüm kurkusundan kurtarılmıştır.

"Nitekim Mesih de bizleri Tanrı'ya ulaştırmak amacıyla, doğru kişi olarak, doğru olmayanlar için günah sunusu olarak, ilk ve son kez öldü. Bedence öldürüldü, ama ruhça diriltildi" (1. Petrus 3:18). Mesih öldürülmeseydi insanla Tanrı'yı barıştıramazdı.

"Tanrı, günahı bilmeyen Mesih'i bizim için günah sunusu yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı'nın doğruluğu olalım" (2. Korintliler 5:21). Ancak insanın günahları Mesih'e yüklendiğinde ve bedeli Mesih'in ölümüyle ödendiğinde Tanrı insanı doğru sayabilmektedir.

"İbrahim'e sağlanan kutsama Mesih İsa aracılığıyla uluslara sağlansın ve bizlere vaat edilen Ruh'u imanla alalım diye, Mesih bizim için lanetlenerek bizi yasanın lanetinden kurtardı" (Galatyalılar 3:13, 14). Mesih'in lanetlenmesi, insanın imanla Ruh'u alabilmesi için önkoşuldur.

"Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti" (Titus 2:14). Mesih'in ölümünden ayrı bir şekilde, Tanrı'nın bakış açısına göre iyi işler yapan kimse olamaz.

"...bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da doğru kılınacaktır" (Romalılar 5:19). Bu söz dinlerlik şöyle ifade edilmiştir: "Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu halde, Tanrı'ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak saymadı. Ama kul özünü alıp insan benzeyişinde doğarak ululuğunu bir yana bıraktı. İnsan biçimine bürünmüş olarak ölüme, çarmıh üzerinde ölüme bile boyun eğip kendini alçalttı" (Filipililer 2:6-8).

Yukarıdaki ayetler, kurtuluşun Tanrı Oğlu'nun yaşamını vermesi dışında başka bir şekilde mümkün olmadığını gösterir.

Tanrı'nın oğlu yukarıdaki konumundan buyurduğunda gök ve yer var olmuştur.  İsyankâr ve kayıp insan ırkının kurtarılması gerektiğinde, evreni yaratan, görkemli konumunu bırakmıştır.

Günahkâr insan yapısını alıp, insanı İblis'in gücünden özgür kılmak ve yasanın lanetinden fidyeyle kurtarmak için  yaşamını çarmıhta feda etmiştir.

Tanrı Oğlu'nun ölümüyle ifade edilen sonsuz sevginin ötesinde başka bir kurtuluş olamaz.

Bununla birlikte, kurtuluş sadece Tanrı'nın oğlunu vermesiyle ifade edilen sevgi aracılığıyla gelmez. Aynı zamanda O'nun gücüyle gelir. Pavlus Efes'teki Hıristiyanlar'a yazarken, Tanrı'nın bu gücünün iman eden herkes için etkin olduğunu söylüyordu. Bu kudret Mesih'i ölümden diriltip "göksel yerlerde sağında oturturken", O'nda sergilediği üstün güçle aynı etkinliktedir. Tanrı O'nu bütün yönetimlerin, hükümranlıkların, güç ve egemenliklerin, yalnız bu çağda değil, gelecek çağda da anılacak bütün adların çok üstüne çıkardı" (Efesliler 1:19-21). Başka hiçbir yerde Tanrı'nın kudretinin böylesine büyük bir tarifini bulamayız.

Tanrı'nın oğlunun ölümünü ve Tanrı'nın sonsuz kudretinin etkinliğini gerektiren kurtuluş, "büyük bir kurtuluştan" başkası olamaz.

Bölüm 4

Günahla Karşılaştırıldığında Büyük Bir Kurtuluş

Kurtuluşun harikaları ve büyüklüğü, en iyi günahın korkunçluğu karşısında görülür. Günah cennette ortaya çıkmıştır. Seherin oğlu, koruyucu bir keruv, Tanrı'nın kutsal dağına yerleştirilmiş İblis, Tanrı'nın en olağanüstü ve kendisine en yakın olan yaratıklarından biriydi. Tanrı'nın bir yaratığı olduğu halde O'na bağımlı olmayı reddetmişti. Tanrı'ya başkaldırdı ve "Kendimi Yüceler Yücesi ile eşit kılacağım" dedi (Yeşaya 14:12-14 ve Hezekiel 28:14).

İblis'in günahı nedeniyle, daha çok onun egemenliği altında olan dünyada bir kıyamet günü olduğu ve bu nedenle yaratılış günlerinin aslında eski dünyanın yeniden onarılması olduğu yönünde pek çok düşünce vardır. Bu ilginç konuyla ilgili görüşleri okumak isterseniz, Pember'in Earth's Earliest Ages (Dünyanın En Eski Çağları) adlı kitabının II ve III. bölümlerini okuyabilirsiniz. Altıncı günde (Yaratılış 1:26, 27) Tanrı, bütünüyle yeni bir tür varlık olan, daha önce hiç var olmamış olan insanı yarattı. Onları kadın ve erkek olarak yaratıp, onlara onardığı dünya üzerinde, İblis'in sahip olduğu egemenliği verdi.

Tanrı'nın benzeyişinde yaratılan insan (Yaratılış 1:26) kusursuzdu. Fakat yılan biçimine bürünen İblis Tanrı'nın yeni yaratığına gelip, onun da günah işlemesine neden oldu.

Günahın korkunçluğunu anlamak için günahın doğasının ne olduğunu –günahın dışsal görünümünün altında ne yattığını – anlamak son derece önemlidir.

Günahın Asıl Doğası

Tanrı'nın insanı yarattığını daha önce belirtmiştik. Yaratmak demek, yoktan var etmek demektir. Tanrı insanı topraktan yaratmış olsa da (Yaratılış 2:7), bir avuç toprağın dışında insanı oluşturan şeyler yoktan var edilmiştir. Başlangıçta Tanrı dünyayı da yoktan var etmiştir. Bu nedenle, insanda olan ve insanın sahip olduğu her şey Tanrı'dandır. İnsan sahip olduğu her şey için Tanrı'ya borçludur.

Yoktan insan var eden, yine yoktan insanın gereksinim duyduğu her şeyi yaratabilir. Tanrı insanı yarattığında, yarattığına bakma sorumluluğunu da üstlenmiştir. Aden bahçesini hazırladığında (Yaratılış 2:8) insanın bütün gereksinimlerini karşılamayı amaçladığını göstermiştir. Buradan insan açısından çıkacak en mantıklı sonuç, Tanrı'ya, yaratıcısına tam anlamıyla bağımlı olmak ve itaat etmekti. Ne var ki, yaratılmış olan insan uzun bir süre Tanrı'ya bağımlı olmayı sürdüremedi. İşte, insanın günahının uzun ve korkunç öyküsü böyle başlar.

İnsanın ilk günahının ve günahın insan ırkına bulaşmış olmasının (Romalılar 5:12) öyküsü, Yaratılış kitabının üçüncü bölümünün ilk yedi ayetinde anlatılmaktadır. Yılan, yani İblis (Vahiy 12:9 ve 20:2) kadına şöyle der: "Tanrı gerçekten, 'Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin' dedi mi?" Bu soruda üstü kapalı bir şekilde, Tanrı'nın sağlayışı konusundaki iyiliğinden duyulan kuşku bulunmaktadır.

Tanrı insanın iyiyle kötüyü bilme ağacından yemesini yasaklamıştı (Yaratılış 2:17). İblis, Tanrı'nın bunu yapmakla insandan iyi bir şeyleri sakladığını ima ediyordu.

Bu sorunun amacı insanın yaratıcısına olan tam güvenini ve bağımlılığını kırmaktı ve İblis tam olarak bunu gerçekleştirdi. Kadın, Tanrı'ya güvenmek yerine Tanrı'nın buyruğundan kuşku duymaya başladı. Başta Tanrı kendilerine söylemediği halde, Tanrı'nın sözüne iki sözcük de ekledi: "Ona dokunmayın." Eklenen bu sözcükler Tanrı'nın buyruğunun mantıksız görünmesine neden olmuştu. Artık Tanrı'nın sözüne kuşku duymadan inanmıyor, iman yerine mantığını kullanıyordu. Ne yapacağına karar vermek için kendisine bakıyordu. İnsan Tanrı'nın sözünün geçerliliğini tarttığında durum her zaman böyledir.

İblis'in tek bir kez daha itelemesi gerekiyordu. Tanrı'nın meyveden yedikleri gün öleceklerine ilişkin sözleriyle çelişerek ağacın meyvesini yediklerinde, "gözlerinin açılacağını ve iyiyle kötüyü bileceklerini, Tanrı gibi olacaklarını" söyledi. Tanrı gibi olmak ve O'na bağımlı olmamak karşı koyulamayacak bir arzuydu. Kadın meyveyi aldı, yedi ve yemesi için kocasına verdi. Bu basit davranışla yaratılmış olan, Tanrı'ya başkaldırmış oldu ve artık O'na bağımlı olma durumundan uzaklaştı. İnsan bu davranışıyla yaratıcısından bağımsız olarak var olmayı arzuladığını ifade etmiş oldu. İnsanın Tanrı olmadan da yaşayabileceğini düşünmesi ve hatta Tanrı'ya ihtiyaç duygusunun olmaması ve Tanrı'yı düşünmeden yaşaması günahtır.  Bu durum, insan gelişmiş ya da üstün ahlaki değerlere sahip olsa da, yozlaşmış bir karaktere sahip olsa da geçerlidir.

İnsanın iyi davranışları bu durumda belirleyici değildir. Önemli olan insanın Tanrı'ya karşı tutumudur. O halde günah, Tanrı'nın yarattıkları tarafından bir kenara itilmesi ve Tanrı'nın yerini yarattıklarının almasıdır.

İnsanın kendine güvenmesi ve Tanrı'ya bağımlı olmayı bir kenara bırakması, Tanrı'yı tanrı olarak onurlandırmaması, gereken yüceliği vermemesidir. Bunun sonucu olarak insan, kendini ve kendi işlerini yüceltir. İnsanın kendini yüceltmesinin en iyi örneklerinden birini Nebukadnessar'da görüyoruz. Bir gün sarayında dolaşırken şöyle demiştir: "İşte onurum ve yüceliğim için üstün gücümle krallığımın başkenti olarak kurduğum büyük Babil!" (Daniel 4:30). İlk günah işlendiğinden beri insanlar kendi başarılarıyla övünme, neyse ve ne yapabiliyorsa hepsinin Tanrı'dan olduğunu kabul etmeme alışkanlığındadır.

Tanrı'ya bütünüyle bağımlı olmayı reddetmek, aynı zamanda yaşamına yön verirken insanın Tanrı'nın iradesini reddetmesi ve bunun yerine kendi iradesini koymasıdır. Bu da Tanrı'nın sonsuz bilgeliği yerine insanın kendi bilgeliğine güvenmesi anlamına gelecektir.

O halde günahın özü,  insanın Tanrı'dan bağımsız, kendine bağımlı olması demektir. Bu da, Tanrı'yı onurlandırmamak ve insanın kendini yüceltmesi olarak görülür. İnsan Tanrı'nın isteğine göre yaşamak yerine kendi isteğine göre yaşar.

Günahın Dışsal Görünümü

Birinci günah söz dinlememezlik ve hırsızlık –çünkü insan kendisine ait olmayanı almıştı– olmasına karşın, bunlar insanın Tanrı'dan bağımsız olma tutumunun dışsal göstergeleriydi. Bu nedenle, günah olarak adlandırdığımız bütün eylemler Tanrı'dan bağımsız olan içsel bir tutumun ifadesi ve kanıtıdır.

Elçi Pavlus bütün günahların, insanın Tanrı'nın hak ettiği tutumu Tanrı'ya karşı göstermemesinden kaynaklandığını açıkça ortaya koymuştur. Günahkâr insan ırkına karşı şu suçlamada bulunur: "Tanrı'yı bildikleri halde O'nu tanrı olarak yüceltmediler, O'na şükretmediler. Tersine, düşüncelerinde budalalığa düştüler; anlayışsız yüreklerini karanlık bürüdü. Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar. Tanrı'yı tanımakta yarar görmedikleri için Tanrı onları yararsız düşüncelere, yakışıksız davranışlara teslim etti. Her türlü haksızlık, kötülük, açgözlülük ve kinle doldular. Kıskançlık, öldürme hırsı, çekişme, hile, kötü niyetle doludurlar. Dedikoducu, yerici, Tanrı'dan nefret eden, küstah, kibirli, övüngen, kötülük üreten, anne baba sözü dinlemeyen, anlayışsız, sözünde durmaz, sevgiden yoksun, acımasız insanlardır. Böyle davrananların ölümü hak ettiğine ilişkin Tanrı buyruğunu bildikleri halde, bunları yalnızca yapmakla kalmaz, yapanları da onaylarlar" (Romalılar 1:21, 22; 28-32). İnsanın Tanrı'ya bütünüyle bağımlı olmak, Tanrı'yı yaratıcısı olarak yüceltmek ve O'nun isteğine bağımlı kalarak doğru bir tutuma sahip olmak konusunda başarısız olması sonucunda, bu korkunç günahlar ortaya çıkar.

Kutsal Kitap'ta, yukarıda günahın doğasıyla ilgili olarak verilen açıklamayı tam olarak onaylayan günah tanımını buluyoruz: "İmana dayanmayan her şey günahtır" (Romalılar 14:23). İman, Tanrı'ya dayanmaktır. Bu nedenle, Tanrı'ya dayanarak yapılmayan her şey günahtır. Buna göre iyi gibi görünen şeyler dahi günah olabilir. Çoğu insan sadece ahlaksızlık yapmanın günah olduğunu düşünür. Bu doğru değildir. Günahın en büyük siperi, insanın kendi doğruluğuna güvenmesidir. Kötülük ininde insan Tanrı'ya daha fazla ihtiyaç duyup O'na daha fazla güvenebilir. Kendi doğruluğuna güvenen kişilerse böyle bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerine yeter, kendilerine güvenir ve bu nedenle ne kadar kültürlü, gelişmiş ve ahlaklı olsalar da Tanrı'dan çok uzakta olabilirler.

İsa başkâhinlere ve Yahudiler'in ileri gelenlerine şöyle söylemişti: "Vergi görevlileriyle fahişeler, Tanrı'nın egemenliğine sizden önce giriyorlar" (Matta 21:31).

İnsan, Doğası Gereği Günahkârdır

Günah sorununun çoğu zaman anlaşılmayan başka bir unsuru daha vardır. İnsan doğası gereği günahkârdır. Âdem günah işledikten sonra, yaratıldığı zaman olduğu kişi değildi. Âdem günah işleyerek günahkâr olan tek kişiydi. Âdem yüz otuz yaşındayken, "kendi suretinde, kendisine benzer" bir oğlu oldu (Yaratılış 5:3). Âdem günahkâr olduğu gibi onun suretinde doğan oğlu da günahkârdı. O zamandan beri –İsa dışında– doğan herkes günahkâr olarak doğmuştur.

Kral Davut şöyle yazmıştı: "Nitekim suç içinde doğdum ben, günah içinde annem bana hamile kaldı" (Mezmurlar 51:5). Âdem'den günümüze kadar her insan için bu sözler geçerlidir.

Günahkâr doğası yüzünden insan günah işlemeden duramaz. Bu nedenle, "...herkes günah işledi ve Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kaldı" (Romalılar 3:23).

Günah Tanrı'ya Karşı İşlenir

Günahla ilgili olarak yukarıda söylediklerimizi dikkate aldığınızda artık günahın birincil olarak Tanrı'ya karşı işlendiğini söylememize gerek yoktur. Kral Davut halkından birine karşı korkunç bir günah işledikten sonra günahını Tanrı'ya itiraf edip şöyle demiştir: "Sana karşı, yalnız sana karşı günah işledim. Senin gözünde kötü olanı yaptım" (Mezmurlar 51:4). Günümüzde insanın sosyal ilişkileri üzerinde durulurken insanın Tanrı'ya karşı tutumu ihmal edilmektedir. Bu nedenle, özünde Tanrı'dan bağımsız olmak olan günahın Tanrı'ya karşı işlendiğini hatırlamak son derece önemlidir. İnsan öncelikle bunun farkında olup Tanrı'ya karşı doğru bir tutuma sahip olursa, sosyal ilişkileri de bundan doğru bir şekilde etkilenecektir.

Kurtuluşun Harikaları

Günahı, yaratığın yaratıcısına karşı isyanı, Tanrı'dan bağımsız olma ve O'nun gibi olma, Tanrı'ya layık olan yüceliği kendine alma arzusu ve Tanrı'nın isteğini umursamama  olarak gördüğümüzde, korkunçluğu da açıkça görülür. İşte kurtuluş, günah sorununun bu yönüne eğilmektedir.

" 'Mesih İsa günahkârları kurtarmak için dünyaya geldi' sözü, güvenilir ve her bakımdan kabule layık bir sözdür" (1. Timoteos 1:15). Ancak Tanrı'nın sonsuz sevgisi, isyankâr insan için kurtuluş sağlama ve bunu kendi oğlunun yaşamı pahasına yapma düşüncesini ortaya çıkarabilirdi.

Kurtuluşun sadece günahla kaybedileni geri kazandırmadığını hatırladığımızda, kurtuluş harikası daha da büyümektedir. En azından çağımızda kurtulanlar, yazıldığı gibi, Tanrı'nın oğlunun benzerliğine dönüştürülecekler (Romalılar 8:29), Tanrı önünde, sonsuzluk boyunca kutsal ve lekesiz sayılacaklar (Efesliler 1:4), Baba Tanrı ve Oğul Tanrı'nın bir olduğu gibi onlarla bir olacaklar (Yuhanna 17:21) ve işte o zaman "Tanrı gibi" olacaklardır. Yılanın insana teklif ettiği, insanın da isyan ederek kendi kendine gerçekleştirmeye çalıştığı gerçekleşecektir. Tanrı huzurundaki yerleri, günah yüreğine girmeden İblis'in sahip olduğu yer olacak. Bununla birlikte, ondan çok daha üstün bir düzeyde olacaklar.

İnsanın isyankârlığını bağışlayan ve kendisi için yapmaya çalıştığını onun için yapan kurtuluş, gerçekten de "BU DENLİ BÜYÜK BİR KURTULUŞ" sözlerini hak ediyor.

Bölüm 5

Karanlığın Gücünden Kurtulmak

İblis Tanrı'ya karşı isyan ettiğinde ve Tanrı'nın yıldızlarının üstünde, Yüceler Yücesi gibi olacağını söylediğinde, Tanrı kendi bilgeliğine göre (insanın bunu anlaması zordur) İblis'in egemen olacağı kendi krallığını kurmasına izin verir. Buna Tanrı'nınkine karşı bir yönetim diyebiliriz.

Tanrı insanı yarattığında kendi egemenliğine yeni bir yaratık katmış oldu. İnsan Tanrı'nın yönetiminde yaşayan bir yaratıktı. Tanrı insana onardığı dünya üzerinde yönetme ve kendine bağımlı kılma hakkı verdi. İnsan sadece Tanrı'ya bağımlıydı. Dünya için Tanrı'nın egemenliğine, evrenin bir parçası diyebiliriz.

Ne var ki, insan sadece kısa bir süre için Tanrı'ya bağlı olarak yaşadı. O da isyan etti. Gördüğümüz gibi, İblis insanı Tanrı'nın buyruğuna karşı çıkması için kandırdı. Bu davranışıyla insan Tanrı'dan bağımsız olduğunu, artık sadece kendisine bağımlı olduğunu açıklamış oldu. Bu, Tanrı'nın yönetimine karşı bir isyandı. İblis'i dinleyerek insan kendisini onun etkisine açmış ve onun gücü ve yönetimi altına girmiş oldu. Tanrı yerine İblis'e bağlılığı seçti. İnsan bu şekilde dünyayı ve üzerinde egemenlik sürdüğü her şeyi İblis'e teslim etmiş oldu. Bundan sonra insan Tanrı'ya karşı yönetimin bir parçası oldu.

İblis'in bu dünyadaki egemenlikler üzerinde hâkim olduğundan kuşkumuz olamaz.

İsa çölde denendiğinde İblis, İsa'ya yere kapanıp kendisine tapınması karşılığında bütün bu egemenlikleri kendisine vereceğini söylemişti (Matta 4:8, 9). İsa, İblis'in dünyadaki egemenliğiyle ilgili iddialarına karşı çıkmadı. İnsan kendisini ona teslim ettiğinde İblis bunlara sahip olmuştu. Bu nedenle Yuhanna şöyle yazmıştı: "...bütün dünyaysa kötü olanın denetimindedir" (1. Yuhanna 5:19).

İblis'in iddiaları öncelikle sahtecilikle tanımlanabilir. İsa onunla ilgili olarak şöyle demişti: "O başlangıçtan beri katildi. Gerçeğe bağlı kalmadı. Çünkü onda gerçek yoktur. Yalan söylemesi doğaldır. Çünkü o yalancıdır ve yalanın babasıdır" (Yuhanna 8:44). İnsanın bağlılığını yalan söyleyerek kazanmıştı.

Onun egemenliği için tekrar tekrar karanlık olduğu söylenir. (Yuhanna 1:5, Elçilerin İşleri 26:18, 2. Korintliler 4:6, Efesliler 6:12 vb.) İblis'in egemenliğine bağlı olarak insanın gerçekleştirdiği işler için de karanlığın işleri denir (Efesliler 5:11).

İblis'in egemenliğine bağlı insanlar için söz dinlemezliğin çocukları ve gazap çocukları denir (Efesliler 2:2, 3). Böyledirler, çünkü ilk insanın, Âdem'in çocuklarıdırlar ve Âdem Aden bahçesinde Tanrı'yı dinlemeyip İblis'i dinlemiştir. Bu terimler İblis'in egemenliğinde ve onun gücü altında olan herkes için geçerlidir. İnsanların kötülüğü yargıladığı gibi, özel olarak kötü olan bir grup insan için kullanılan terimler değildir. İsa, büyük saygı gören Ferisiler için, "Siz babanız İblis'tensiniz" demişti (Yuhanna 8:44).

Genel inanışın tersine, İblis son derece güzel ve yetenekli biri olarak betimleniyor.

Onunla ilgili olarak şöyle yazılmıştır: "Kusursuzlukta örnek biriydin, bilgeliğin ve güzelliğin eksiksizdi. Sen Tanrı'nın bahçesi Aden'deydin... çeşit çeşit taşla bezenmiştin. Kakma ve oyma işlerin hep altındandı. Bunlar yaratıldığın gün hazırlanmıştı" (Hezekiel 28:12-13). Günaha düşmüş durumdayken bile kendini ışık meleğine dönüştürebilirdi (2. Korintliler 11:14). Bu nedenle, ona bağlı olan kişilerin, yetenekli, hoş ve insan gözünde kusursuz görünmeleri son derece normaldir.

İblis'in egemenliğine bağlı insanların durumu da farklı şekillerde betimlenmiştir. "...Müjde'nin ışığı (...) üzerine doğmasın diye bu çağın ilahı onların zihinlerini kör etmiştir" (2. Korintliler 4:4). "...havadaki hükümranlığın egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan" ruha uymuşlardır (Efesliler 2:2). Karanlık oldukları söylenir (Efesliler 5:8). Bunlar insanların sözleri değildir. İblis'in egemenliğindeki insan için Tanrı'nın sözleridir.

Buradan, insanın Aden bahçesindeki söz dinlememezliğinin Tanrı'dan yüzünü çevirmekten ve O'ndan bağımsız olmaktan çok daha fazlası olduğunu anlıyoruz. Bu, İblis'e dönmek ve kendisi üzerinde onun egemenliğini kabul etmekti. Bütün insan ırkı buna katıldı ve bu şekilde bütün insanlar İblis'in karanlık egemenliğine bağlı hale geldiler.

İnsanın bu durumu nedeniyle, onu İblis'in egemenliğinden kurtarmak için  Tanrı'nın bir şeyler yapması zorunlu hale geldi. İnsan Aden'deyken günah işlediğinde gerçekleşenler tersine çevrilmeliydi.

İnsanın kurtuluşuyla ilgili Kutsal Kitap'taki ilk ifadenin, İblis'in gücünü ezecek olanla ilgili vaat olması son derece önemlidir. Bu vaat, yılan insanın günaha düşmesine neden olduktan hemen sonra Tanrı'nın yılanı lanetlemesinde görülmektedir. Şu sözlere kulak verin: "Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın" (Yaratılış 3:15). Baş, aklın ve yetkinin olduğu yerdir. Egemen olma ve yönetme gücü buradadır. İblis'in başı ezildiğinde bu güç de kırılır ve böylece karanlığın gücünden kurtulmak mümkün olur. Kadının soyu, bakireden doğandır. Diğerlerinin hepsi (doğanların) adamın soyundan gelecektir: "İşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak, adını İmmauel koyacak" (Yeşaya 7:14). İsa, Bakire Meryem'den doğduğunda, bizi İblis'in gücünden kurtaracak Kurtarıcı'yla ilgili vaat yerine gelmiş oldu. "Karanlıkta ve ölümün gölgesinde yaşayanlara ışık saçmak ve ayaklarımızı esenlik yoluna yöneltmek" (Luka 1:79) için gelmiştir. Burada, İblis'in karanlık egemenliğinde yaşayan insanlardan söz edilmektedir.

İsa hizmetine başladığında, bir Şabat günü havraya gitti. Okuması için Yeşaya Peygamber'in kitabını verdiklerinde şunu okudu: "Rab'bin Ruh'u üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara Müjde'yi iletmek için mesh etti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak için beni gönderdi" (Luka 4:18).

Kadının soyundan gelen İsa, yılanın başını ezdiğinde, önceden bildirildiği gibi, yılan da O'nun topuğuna saldırdı (Yaratılış 3:15). Bu, çarmıh üzerinde ölümü kastetmektedir; çünkü İsa çarmıhta, "ölüm gücüne sahip olanı, yani İblis'i, ölüm aracılığıyla etkisiz" (İbraniler 2:14) kıldı. İsa ölümünden önce son kez topluluk içinde konuştuğunda, "Bu dünya şimdi yargılanıyor. Bu dünyanın egemeni şimdi yargılanacak" (Yuhanna 12:31) demişti. "Tanrı'nın oğlu, İblis'in yaptıklarına son vermek için ortaya çıktı" (1. Yuhanna 3:8).

Saul (daha sonra Pavlus olarak bilinecektir) Şam yolunda durdurulduğunda bir sesin şöyle söylediğini işitmişti: "Ben İsa'yım... seni hizmetimde görevlendirmek için sana göründüm... seni, ulusların gözlerini açmak ve onları karanlıktan ışığa, Şeytan'ın hükümranlığından Tanrı'ya döndürmek için gönderiyorum" (Elçilerin İşleri 26:15-18).

O halde, kurtuluşta Tanrı insanı karanlığın gücünden kurtarıp, oğlunun egemenliğine getirir (Koloseliler 1:13). Kurtulanlar da bu şekilde, "kutsallarla birlikte yurttaş" (Efesliler 2:19) sayılırlar. Vatanları "göklerdir" (Filipililer 3.20). Artık dünyanın sistemine veya evrene ait, ya da İblis yönetimi altında değillerdir. Artık karanlığın değil, ışığın çocuklarıdırlar (1. Selanikliler 5:5).

Bölüm 6

O'nda Fidyeyle Kurtuluşa Sahibiz

İnsan Aden'de günah işlediğinde, hem kendini İblis'e teslim etmiş ve onun yönetimi altına girmiş, hem de iyiyle ve kötüyü bilme ağacının meyvesini yememekle ilgili buyruğu çiğneyerek Tanrı'nın yasasına karşı gelmiş oldu. Yasayı çiğnemenin cezası ölümdü: "Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün" (Yaratılış 2:17). Tanrı'nın yasasını çiğnemenin cezası her zaman ölümdür: "Ölecek olan günah işleyen kişidir" (Hezekiel 18:20).

Âdem'in günahıyla gelen ölüm, bütün insanlara geçmiştir; insanların hepsi çiğnenen yasanın cezasına mahkûm olmuştur (Romalılar 5:12). Yasanın laneti altındadırlar.

Bazıları, Kutsal Kitap'ta Âdem'in günahı nedeniyle bütün insanların lanet altında olduğu öğretişine karşı çıkarlar. Fakat bunun kanıtını bulmak için fazla ileri gitmeye gerek yoktur. Her bir cenaze bunu kanıtlamaktadır. Âdem günah işleyerek ölümlü (fiziksel olarak ölüme mahkûm) oldu. Âdem'in kendi "benzeyişindeki" oğlu ölümlü olarak doğdu. Ölümlü insanlar ölümsüz bir soya sahip olamazlar. Bu nedenle bütün insanlar ölümlüdür ve lanet altındadır. Bunun nedeni de Âdem'in günah işlemesidir.

Fakat hepsi bu değildir. Âdem günah işlediğinde ruhsal olarak ölmüştür. Ruhu Tanrı'dan ayrılmıştır. Tanrı'yla sahip olduğu ruhsal bağlantıyı kaybetmiştir. Ruhsal olarak ölü olan kişi, ruhsal olarak yaşayan çocuklara sahip olamaz. Bu nedenle, Âdem'in soyundan gelen herkes, "suçlardan ve günahlardan ötürü" ölüdür (Efesliler 2:1). 

Bu da, Âdem'in günah işlemesi sonucunda insan üzerine gelen lanetin bir parçasıdır. Her insanda tanrısal bir yön olduğu doğru değildir. Yukarıda da alıntı yaptığımız gibi, herkes suçları ve günahlarından dolayı ölüdür.

Buna ek olarak, Âdem'den miras aldıkları günahkâr doğa nedeniyle bütün insanlar "...günah işledi ve Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kaldı" (Romalılar 3:23). Bu nedenle, bütün insan ırkı Tanrı önünde suçlu ve çiğnenmiş yasanın mahkûmiyeti altındadır (Romalılar 3:19).

O halde, Tanrı kurtuluşta, İblis'in gücü ve egemenliğinden kurtarılmanın yanı sıra, insanı ölümden, yani yasanın lanetinden de özgür kılmayı öngörmüştür. Ölüm günahla geldiği gibi (çünkü ölüm günahın cezasıydı), insanın günahtan da kurtarılması, özgür kılınması gerekliydi. Hem ceza hem de cezanın nedeni ortadan kaldırılmalıydı. Tanrı'nın gerçekleştirdiği bu işe fidyeyle kurtarma diyoruz.

Webster sözlüğüne göre fidyeyle kurtarmak, "bir bedel ya da fidye ödeyerek kurtarmak, özgür kılmak, tutsaklıktan ya da bağdan kurtarmak ya da cezadan muaf olmak"tır. Fidyeyle kurtarmanın iki kısmı vardır. Birincisi, tusaklık ya da bağdan kurtarmak, özgür kılmak; ikincisi, bir bedel ödeyerek cezadan ya da sorumluluktan kurtarmak. Fidyeyle kurtarmanın her iki unsurunu da Tanrı'nın kurtuluş işinde görüyoruz.

İnsan günaha tutsaktır ve yasanın çiğnenmesinden dolayı ölüm cezasına mahkûm edilmiştir. Adeletin gereklerinin yerine gelmesi için insanın yaşamını vermesi gerekir. Yargıdan kurtulmanın tek yolu fidyeyle kurtuluştur.

Suçun cezası ölüm olduğu için insanın kendini fidye olarak sunup kurtulması olanaklı değildir. Kendi yaşamı, fidye olarak sunabileceği her şeyden daha değerlidir. Ceza belli bir süreden oluşan hapis cezası olsaydı, belli miktarda iyi işlerin ya da pişmanlığın ödenmesiyle bir tarafa atılabilirdi, fakat ceza ölüm cezası olduğunda insanın bütün yaşamı boyunca gerçekleştirebileceği iyi işler ya da canın teslim edilmesi dahi fidye bedeli sayılamaz. İnsanın, kendisini yasanın lanetinden kurtarmak üzere verebileceği hiçbir şey yoktur. Bütün insanlar aynı durumda olduğu için başka insanlardan yardım almak da mümkün değildir.

Buna ek olarak, hâkim olan Tanrı'nın da yumuşaklık gösterip yargıyı bir kenara koyması mümkün değildir. Tanrı, olduğu ve yaptığı her şeyde sonsuzdur. Bu nedenle, doğruluğu da sonsuzdur. Yargısı ve yargının infazı konusunda uzlaşma gösteremez. Kendi kutsal yasasının cezasını göz ardı edemez. Tam olarak yerine getirilmesi gerekir.

İnsan kendisini fidyeyle kurtaramayacağına ve Tanrı'nın sonsuz yargısı cezanın bir kenara atılmasına izin vermediğine göre, insan kurtulacaksa bu ancak bir kurtarıcı aracılığıyla olacaktır. Yasanın öngördüğü bedele eşit bir bedeli ya da fidyeyi ödeyebilecek biri bulunmalıdır. O halde fidye, kurtuluşun vazgeçilmez bir parçasıdır. Fidye olmadan kurtuluş da olmaz.

Bu koşullar altında ancak Tanrı kurtarıcı olabilir. Bunu da sonsuzlukta, oğluyla geçekleştirmiştir. Bu nedenle, tek oğlunu insan olmak üzere dünyaya göndermiştir.

"Ama zaman dolunca Tanrı, yasa altında olanları özgürlüğe kavuşturmak için kadından doğan, yasa altında doğan öz oğlunu gönderdi" (Galatyalılar 4:4, 5).

Mesih dünyaya gelişi ve ölümüyle, "bizim için lanetlenerek bizi yasanın lanetinden kurtardı" (Galatyalılar 3:13). Evet, Tanrı'nın sonsuz oğlu, Tanrı tarafından dünyanın kurtarıcısı olarak atandı.

İnsanlık için fidye olarak ödediği fidye bedeli, tek bir insanın yaşamından daha büyük değil, insan ırkının bütün üyelerinin yaşamlarının toplamından daha büyük olmalıydı, çünkü  bütün herkes ölüme mahkûm olmuştu. Ve öyle de oldu; ödediği fidye bedeli kendi yaşamıydı. Kendisi için şöyle demişti: "...İnsanoğlu, hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları için fidye olarak vermeye geldi" (Matta 20:28). O, "...kendisini herkes için" sunmuştur (1. Timoteos 2:6).

Bu fidyenin yeterliliği üç koşula bağlıdır: (1) İnsani yaşamı. Çiğnenen yasa insanın ölmesi gerektiğini söylüyordu. Bu nedenle Tanrı'nın oğlu insan yapısını almak zorundaydı. (2) Yaşamının günahsızlığı. Yahudiler'e şöyle söyleyebilecek durumdaydı: "Hanginiz bana günahlı olduğumu kanıtlayabilir?" (Yuhanna 8:46). İşlediği herhangi bir günah için ölmesi gerekmiyordu. Böylece, başkalarının yerine ölebilirdi. (3) Tanrı Oğlu olduğundan dolayı sonsuzluğu. Yaşamı ölümlü insan yaşamlarının toplamından daha büyüktü. Bu sayede, O'nun yaşamı herkes –bütün insanlık– için fidye olabilirdi.

Fidye bedeli, insan günahının toplamından daha büyüktü.

İsa'nın yaşamını fidye olarak vermek üzere geldiğini söylediğini fark etmemiz önemlidir. Çoğu zaman iddia edildiği gibi, davası uğruna yaşamını kaybetmiş bir şehit değildir. Yaşamını vermiştir. Şöyle söylemişti: "Canımı, tekrar geri almak üzere veririm... canımı kimse benden alamaz; ben onu kendiliğimden veririm" (Yuhanna 10:17, 18). İsa öldüğünde, insan ırkını Yasa'nın ölüm cezasından kurtarmak için yaşamını fidye olarak, isteyerek vermişti. 

Kutsal Kitap'taki birkaç bölümde, Mesih'in kanının kurtuluş fidyesi olduğu yazılmıştır. 1. Petrus 1:18, 19, "...atalarınızdan kalma boş yaşayışınızdan altın ya da gümüş gibi geçici şeylerle değil, kusursuz ve lekesiz kuzuyu andıran Mesih'in değerli kanının fidyesiyle kurtuldunuz" diyor. Fidyeyle kurtuluşun İsa Mesih'in kanı aracılığıyla olduğu gerçeği, Efesliler 1:7, Koloseliler 1:14, 20 ve Vahiy 5:9'da da geçmektedir.

Fidyeyle kurtuluşun İsa Mesih'in kanı aracılığıyla olduğu  ve yaşamını fidye bedeli olarak verdiği ifadeleri arasında çelişki yoktur. Yaşam kanda olduğu için (Levililer 17:11) aynı anlama gelirler. Kan döküldüğünde yaşam verilmiş olur. Bu nedenle, vurgu, İsa'nın kendisinin de vurguladığı gibi kanın akması üzerinde olmalıdır. Rab'bin Sofrası geleneğini başlatırken de şarap kâsesini alıp şöyle der: "...bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan..." (Matta 26:28). 

Bu nedenle, insanların yasanın lanetinden kurtuluşu O'nun yaşamını yaşama biçiminden kaynaklanmamaktadır. Yaşamını vermesi, kanını akıtmasındandır ve bu nedenle O'nun ölümüyle insan kurtulur.

Bütün bunların anlamı, insanın yasa nedeniyle suçlu olması ve ölüm cezasına çarptırılmış olmasıdır. İnsan kendisini fidyeyle kurtarıp cezadan kurtulma olanağına sahip değildir. Tanrı'nın oğlu dünyaya gelip insan olmuştur. Tanrı'nın yasasına göre kusursuz doğruluğa sahip bir yaşam sürdürmüştür. Kendi doğruluğu nedeniyle cennete geri dönüp Tanrı'nın huzuruna çıkabilirdi. Bunun yerine günahsız olan, insan ırkının yerine ölmüştür. İnsan yerine ölüm cezasını çekmiştir.

Bazıları İsa'nın kanının, damarlarında akarken de çarmıhta döküldüğünde sahip olduğu değere sahip olduğunu öğretir. Kurtuluşun da, insanlar arasında yaşadığı yaşam, öğretişleri ve yaptığı iyilikler aracılığıyla geldiğini savunurlar. Bu öğretiş, insanın Mesih'in kanı aracılığıyla kurtulduğunu söyleyen Kutsal Kitap'la çelişmektedir. Çünkü kan, damarlarında olduğu sürece fidye bedeli olamazdı. Bu öğretişin arkasında insanın kendisini günahkâr olarak görmeyi istememesi yatmaktadır. Fidye bedelini ortadan kaldırmak, buna gerek olduğunu inkâr etmektir. Bu gereksinimi inkâr etmek de günahı ve günahın sonuçlarını inkâr etmektir.

İsa'nın dünyadaki yaşamı hiçbir insanı yasanın cezasından kurtarmamıştır ve kurtaramayacaktır.  Açıkça, "yasa altında" doğduğu yazılmıştır (Galatyalılar 4:4).

Bunun anlamı, İsa'nın o dönemde yaşamış herhangi bir İsrailli gibi, On Emir de dahil olmak üzere Tanrı'nın yasasına bağlı olarak yaşamış olmasıdır. Bu nedenle, kusursuz yaşamı sayesinde kendisi yasanın cezasından kurtulmuş ve Tanrı'yla ilişkiye sahip olmuştur. Kesin olan şudur ki, hiç kimse normal yaşantısı sayesinde Tanrı'yla böyle bir ilişkiye sahip olmamıştır.

Bununla birlikte, dünyada yaşadığı yetkin yaşamın insanlık için değeri büyüktür. Yetkin olduğu için, daha önce de belirttiğimiz gibi, kendi işlediği günahlar için ölmesi gerekmemiştir. Bu nedenle, diğer günahkârların yerine ölüp, yaşamını fidye olarak sunabilmiştir.

O halde, Mesih'in ölümü kurtuluşun merkezinde yer almaktadır. Ne var ki, bu ifadeyi kabul ettikleri halde Mesih'in fidye bedeli olarak ölmesi gerektiğini inkâr edenler vardır. İsa'nın ölümünün insanlar için en üstün kurbanın örneği olduğunu ve bunu görerek ve fedakâr yaşamlar sürdürerek insanların da kurtulacağını söylerler. Bu kesinlikle mümkün değildir, çünkü Kutsal Kitap hiçbir yerde çarmıhtan gelen herhangi bir ahlaki öğretişin kurtulmamış insanların iyi ya da Tanrı tarafından kabul edilebilir hale geldiklerini söylemez.

Yasadan Fidyeyle Kurtuluş

Tanrı, insanı yasanın gerektirdiği cezadan ya da lanetten kurtardığında yasa altında olmaktan da kurtarır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, " Tanrı, yasa altında olanları özgürlüğe kavuşturmak için öz oğlunu gönderdi" (Galatyalılar 4:4, 5).

Yasa ceza olmadan yasa sayılamaz. İnsan fidyeyle kurtulduktan sonra Tanrı artık bu kişiyle ilişkisini yasa temelinde kurmaz. Artık yasa yerine lütuf temelinde ilişki kurulur: "...Tanrı'nın lütfu altındasınız" (Romalılar 6:14). Artık Kutsal Yasa'nın söyleyeceği bir şey yoktur. Fidyeyle kurtulmuş insanı suçlu sayamaz. "Mesih İsa'ya ait olanlara artık hiçbir mahkûmiyet yoktur" (Romalılar 8:1). O halde fidyeyle kurtuluş, Tanrı'nın kurtulanlara karşı tamamen farklı bir yaklaşıma sahip olmasına neden olmaktadır.

Fidyeyle Kurtuluş Günahtan ve Günahın Gücünden Kurtuluştur

Tanrı insanla lütuf temelinde ilişki kurduğunda, kurtuluş işini, insanı yasanın ceza vermesine neden olan günahtan da kurtarmak üzere ilerletmektedir. Tanrı'nın insanı kurtarmaktaki amacı sadece günahın cezasından özgür kılmak değil, yaşantısındaki günahtan da özgür kılmaktır: "Mesih, bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti" (Titus 2:13).

Elçi Pavlus, günaha "satılmış" olduğunu ve "benliğin denetiminde" olduğunu yazıyor (Romalılar 7:14, 23). İsa Yahudiler'e şöyle söylemişti: "Günah işleyen herkes günahın kölesidir" (Yuhanna 8:34). Kuşkusuz, insan günaha tutsaktır. Yaşantısında günah egemen olmasına karşın bundan kurtuluş da mümkündür. Bu kurtuluş Tanrı'nın kudretiyle gerçekleşir. Tanrı günahın cezasından kurtarılan herkese lütufla karşılık verir. "Günah size egemen olmayacaktır. Çünkü Kutsal Yasa'nın yönetimi altında değil, Tanrı'nın lütfu altındasınız" (Romalılar 6:14). Bunun nedeni Mesih İsa'daki yaşamın, Ruh'un yasasını Âdem'den miras alınan günah yasasından özgür kılmasıdır (Romalılar 8:2).

Bedenin Fidyeyle Kurtarılması

Elçi Pavlus, imanlıların beklediği, gelecekte gerçekleşecek bir kurtuluştan söz etmektedir. "Biz de (...) evlatlığa alınmayı, yani bedenlerimizin kurtulmasını özlemle bekleyerek içimizden inliyoruz" (Romalılar 8:23).

Mesih'in ölümünde, yasanın çiğnenmesinden dolayı ortaya çıkan cezadan fidye aracılığıyla kurtuluş vardır. Bu cezanın bir kısmı fiziksel ölümdür. İnsanın bedeni ölümlü hale gelmiş; ölüm ve bozulmaya mahkûm olmuştur. İnsan ölüme mahkûm olduğunda hastalıklara da açık hale gelmiştir. İnsan pek çok sıkıntı çekmektedir. Bunlar için de, Mesih'in ölümünde şifa vardır. Üzücü olsa da, insan henüz bu şifayı tecrübe etmez. Pavlus şöyle söylüyor: "Biz de (...) bedenlerimizin kurtulmasını özlemle bekleyerek içimizden inliyoruz." O gün gelecektedir. Tanrı'nın borazanı çalındığında, ölüler yeniden çürümeyecek şekilde dirildiğinde ve yaşayan imanlılar değiştiğinde gerçekleşecektir. O zaman çürüyen beden çürümezliği, ölümlü beden ölümsüzlüğü giyinecektir (1. Korintliler 15:51-54). Fidyeyle kurtuluş işi o güne kadar tamamlanmış sayılamaz. O zaman tam olarak yeniden bina edileceğiz. Âdem'in günahının etkisi bütünüyle ortadan kaldırılmış olacaktır.

Fidyeyle Kurtuluş Tanrı İçin Kurtulmuş Olmaktır

Fidyeyle kurtuluş sadece yasanın çiğnenmesinden dolayı ortaya çıkan cezadan kurtuluşu içermez. Aynı zamanda Tanrı içindir. "...boğazlandın ve kanınla (...) insanları Tanrı'ya satın aldın" (Vahiy 5:9) sözleri, kurtulanların Kuzu'ya söyleyecekleri övgü ilahisidir.

Kurtulanların hiçbiri artık kendilerine ait değil, fidye hakkı nedeniyle Mesih'e aittir. "...bilmiyor musunuz? Kendinize ait değilsiniz. Bir bedel karşılığı satın alındınız; onun için Tanrı'yı bedeninizde yüceltin" (1. Korintliler 6:19, 20).

Bir bedel karşılığında kurtuluşun amacı, Tanrı'nın "kendisine ait bir halkı" olmasıydı (Titus 2:14).

Fidyeyle Kurtuluş Sonsuzdur

Fidyeyle kurtuluş hakkında son bir düşüncemi daha paylaşmak istiyorum. Mesih sonsuz olduğu ve fidye bedeli olan kanı çürümez olduğu için, fidyeyle kurtuluş sonsuz olmalıdır. Tanrı da böyle olduğunu söylemektedir (İbraniler 9:12). Bu nedenle, Tanrı'nın imanlılar için gerçekleştirdiği iş sonsuzluk boyunca kalacaktır.

Bölüm 7

Tanrı'nın Adaleti Yerini Buluyor

Bir önceki bölümde Mesih'in ölümünün, insanı yasanın cezasından kurtarmak için verilen fidye olarak değeri üzerinde durmuştuk. Mesih insanlar yerine ölmüştür. Bu bölümde başka bir değerini daha göreceğiz; burada Mesih'in ölümünün Tanrı için değeri üzerinde duracağız. Mesih'in ölümünde Tanrı için bir değer olduğunu görmediğimiz takdirde yanlış anlama ve sahte öğretişlere açık oluruz.

Kurtuluş Tanrı'nın insanın yerine gerçekleştirdiği bir iştir. Fakat bu işi gerçekleştirebilmesi için Tanrı'nın kendi adına da bir şey yapması gerekiyordu. Tanrı, sevgisi nedeniyle insanı Âdem'in günahının sonuçlarından kurtarmayı istiyordu. Âdem günah işler işlemez, Tanrı günün serinliğinde gelip Âdem'e şöyle seslendi: "Neredesin?"  O zamandan beri Tanrı'nın sevgi dolu yüreği günah içindeki insana uzanmıştır. Pek az insan bu önemli gerçeğin farkındadır.

Ne var ki, 'Sevgi' aynı zamanda sonsuz bir adalete sahiptir. Değişemez. Tanrı'nın sonsuz ve değişmez doğruluk ve adaleti, insanın çiğnediği yasanın cezasının infaz edilmesini gerektiriyordu. Bu nedenle, Tanrı'nın sonsuz adaleti kendi sevgisini sınırlamıştır. Tanrı insanı kurtaracaktıysa, adaletin gereklerinden ödün vermeden, günahın sonuçlarını ortadan kaldırabilmesi için bir şeyler yapması gerekiyordu.

Ve Tanrı'nın sevgisi, adaletin yerine gelmesi ve günahın cezasının ortadan kaldırılması için bir yol buldu. "Tanrı'yı biz sevmiş değildik, ama O bizi sevdi ve oğlunu günahlarımızı bağışlatan kurban olarak dünyaya gönderdi. İşte sevgi budur" (1. Yuhanna 2:2).

Bu ayetin anlamını anlamak için, gazabın yatışması için teskin etme kavramını anlamamız gerekir. Tanrısal adaletin yatışması, yerini bulması için tanrısal iyiliğin kazanılmasıdır.

O halde yukarıdaki ayetin anlamı, Sevgi'nin, oğlunu göndererek kendi adaletinin yerini bulmasını sağlaması ve böylece insanlara iyiliğini gösterebilme yolunu açmasıdır. Bu sadece kurtulmuş olanlar için değil bütün insanlık içindir.

Bu noktada, Tanrı'nın adaletinin gereğinin ne olduğunu ve İsa Mesih'in bunu nasıl karşıladığını hatırlamak önemlidir. Tanrı'nın yasası çiğnendiği için ölüm cezası gerekliydi: "Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün" (Yaratılış 2:17). Tanrı'nın sevgisi bu cezayı ne ödeyebilir ne de bir kenara atabilirdi. Tanrı'nın kutsal ve doğru yasası geçerli olmalıydı. Doğrulukta yaşamayan insana karşı gazabı üzerlerine gelmeliydi.

Tanrı Oğlu insan olup dünyaya geldiğinde, otuz üç yıl boyunca insan olarak yaşadı ve Tanrı'nın adaletinin gerektirdiği her şeyi yerine getirdi. Sonra da isteyerek çarmıha gitti. İnsanların yaratıcısı, kötü insanlar tarafından çarmıha gerildi. Burada, Tanrı'ya başkaldırmak olan günah, en üst noktasına ulaştı. Çarmıhta asılı olduğu zaman Tanrı, bütün insan ırkının günahını O'nun üzerine yükledi. "RAB hepimizin cezasını O'na yükledi" (Yeşaya 53:6). Âdem'in işlediği ilk günah da buna dahildir. Bu ceza, o zamana kadar Âdem'in soyundan doğmuş ve hatta daha fazlasını, doğacak olanların cezasını da içermektedir. Cezanın hepsi O'na yüklenmiştir. Tanrı'nın günah üzerindeki yargısı O'na yüklenmiştir. "...İsa yüksek sesle, 'Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?' diye bağırdı... İsa, yine yüksek bir sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti" (Matta 27:46, 50). İnsanlığın günahları nedeniyle ölmüştü. Bu çifte bir ölümdü, ruhsal ölümdü; çünkü Tanrı tarafından terk edilmişti ve O'ndan ayrılmıştı; fiziksel ölümdü, çünkü ruhunu teslim etmişti. İşte bu günah nedeniyle insanın üzerindeki lanetti. "Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden O'nun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden O eziyet çekti" (Yeşaya 53:5).

Tanrı'nın adaletinin gereği yerine gelmişti. Tanrı'nın adaleti artık tek yol olan İsa Mesih (Yuhanna 14:6) aracılığıyla kendisine gelenleri kurtarmasına engel değildir, çünkü İsa Mesih günahlarımız için Tanrı'nın gazabını yatıştıracak bir şekilde kendini feda etmiştir.

Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın, oğlunu göndermekteki amacının kendisiyle ilgili olduğunu söyleyen bir ayet vardır. Adaleti koruyup günahkârı kurtarabilmesi içindir. Pavlus'un imanla aklanma konusunda yazdıkları arasındadır. Burada, Tanrı'nın Mesih'i, "adil kalmak ve İsa'ya iman edeni aklamak" için kurban olarak gönderdiğini yazar (Romalılar 3:25, 26). Buna göre Tanrı, hem adil kalıp hem de günahkâr insanları aklayamazdı. Bunu ancak İsa Mesih'in çarmıhta ölümüyle adalet yerini bulduğunda gerçekleştirebilirdi.

Dr. C. I. Scofield, Romalılar 3:25'le ilgili notlarında "gazabı yatıştırma" kavramının İbraniler 9:5'te "Bağışlanma Kapağı" olarak çevrildiğine dikkat çekiyor. O halde, gazabın yatıştırıldığı çarmıh –çünkü günah üzerine yargı gelmiştir– Tanrı'nın merhametini gösterdiği yer olmuştur. Mesih'in çarmıhının temelde anlamı budur. Çarmıha, günahların Mesih'te yargılandığı ve cezasının ödendiği yer olarak yaklaşan kişi Tanrı'nın elinden merhamet içecektir. Çarmıh nedeniyle lütuf egemen olur ve sonsuz yaşam üzerinde hükmeder (Romalılar 5:21).

İnsanlığın varoluş tarihi boyunca insan, Tanrı'ya yaklaşılmadan önce yatıştırılması gereken bir gazap olduğunun farkında olmuştur. Bununla birlikte pek azı Tanrı'nın, gazabını yatıştıran kurbanı sağladığını bilir. Âdem günah işledikten sonra saklanmıştı, çünkü, "Korktum" diyordu (Yaratılış 3:10). O zamandan beri, insana karşı olduğu düşünülen bu gazap nedeniyle, insanın yüreğinde Tanrı korkusu olmuştur. Mitoloji, insanların tanrıları hoşnut etme çabalarını içeren öykülerle doludur. Aynı şekilde, putperestler de kendi tanrılarını hoşnut etmek için büyük çaba gösterirler. Sözde Hıristiyan olarak bilinen ülkelerde, Tanrı'nın gazabını yatıştırmak için bir şeylerin gerektiği düşüncesi maalesef yoktur. Tanrı'nın vereceği cezayı azaltmak için bir şeylerin yapılabileceğine ilişkin insani her düşünce, Tanrı'nın gazabının yatıştırılması gerektiğine ve Tanrı'nın kendisine karşı merhametle yaklaşmadığına dair bir itiraftır.

Birçok kez Tanrı'nın lütfunun özündeki gerçekle ilgili olarak yanlış anlaşılan, insanın doğruluktan uzaklaşmış olması karşısında Tanrı'nın gösterdiği  gazabın oğlunun ölümü sayesinde yatıştığıdır. Adalet yerine gelmiştir ve şimdi Tanrı, sevgisiyle, çarmıh aracılığıyla, kendisine gelmek isteyenleri bağışlamak ve onlarla barışmak için büyük bir özlem duymaktadır.

Bölüm 8

Tanrı'nın Doğruluğunu Giyinmek

VII. bölümde İsa Mesih'in Tanrı'nın gazabını yatıştırmak üzere sunulduğunu ve böylece Tanrı'nın hem adil kalıp hem de İsa'ya iman edenleri aklayabileceğini görmüştük. O halde, Tanrı'nın insanı aklarken neler yaptığını düşünmemiz önemlidir.

Asıl metinde "aklamak" olarak çevrilen sözcük, "doğruluk" olarak da çevrilmiştir. Bu nedenle, aklanma doğrulukla ilişkilidir. Aklamak eylem, doğruluksa sonuçtur.

İnsanın Tanrı'nın huzuruna gelebilmesi için O'nun gözünde kusursuz bir doğruluğa sahip olması gerekir. İnsana karşı yönlendirilen her suçlama Tanrı'yı görmesine engel olacaktır. Tanrı insanı akladığında kendi huzurunda gereken doğruluğu da sağlayacaktır.

Aklama günahların bağışlanması ya da affedilmekten farklı bir şeydir. Affetmek olumsuz bir anlam taşır. Suçlardan dolayı ortaya çıkan cezanın affedilmesini içerir. Aklamaysa olumlu bir anlam taşır. İnsana övülmeye layık bir konum sağlar.

Affedilme ve aklanma arasındaki fark, 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında  dünyayı karıştıran ırksal ve askeri olaylarda olağanüstü bir şekilde görülmektedir. Bu örnek başkaları tarafından da kullanılmıştır, ama tekrarlamakta fayda vardır.

Alfred Dreyfus adında Yahudi asıllı bir asker, gösterdiği büyük başarılardan ötürü 1891'de Fransız ordusunda genel kadroya alınmıştı. Üç yıl sonra, Almanlar'a askeri bilgiler sattığı gerekçesiyle tutuklanmıştı. Mahkeme sonucunda ordudan atılması, halk önünde aşağılanması ve Şeytan Adası'nda Fransız mahkûmlarının bulunduğu koloniye gönderilmesine karar verilmişti. Halkın arzusu sonucunda Dreyfus 1899'da emekliye ayrılsa da suçlu bulunmuştur. Halk mahkemenin kararını bir türlü benimsemediği için, Fransa cumhurbaşkanı Dreyfus'u affetmişti. Ne var ki, Dreyfus'un arkadaşları affedilmesiyle yetinmediler. 1906'da üçüncü bir mahkemeyle Dreyfus tam olarak suçsuz bulundu. Rütbesi yükseltilerek binbaşı seviyesine getirilip onur listesine alındı.

Alfred Dreyfus, ikinci mahkeme sonrasında suçlu bulunduğu suçların cezasını ödemişti. Şeytan Adası'ndaki mahkûmlar kolonisinden ayrılmıştı. Ailesi ve arkadaşlarının yanına dönmüş olmasına karşın vatan hainliği lekesi üzerinde duruyordu. Fakat üçüncü mahkeme sonucunda beraat ettiğinde ve binbaşı rütbesi verilip onur listesine alındığında bütün dünya önünde aklanmış oldu. Kusursuz bir doğruluğa sahip oldu. Buna ek olarak, ancak vatanlarına hizmet etmiş ve onur kazandırmış kişilere verilen bir ödülü hak etti.

Tanrı, İsa'ya iman eden kişileri akladığında da işte böyle olur. Tek fark, Alfred Dreyfus'un yanlışlıkla suçlanmış ve suçlu bulunmuş masum birisi olmasıdır.

Oysa, Tanrı'nın akladıkları, yasanın gerekli gördüğü cezayı hak eden, gerçek günahkârlardır.

Bütün Suçlar Bağışlanmıştır

İnsan günahkâr ve suçlu olduğu için, Tanrı'nın insanı aklarken önce affetmesi ve günahlarını bağışlaması gereklidir.

Tanrı'nın insanı kurtarırken bağışlaması "bütün suçlarınızı" bağışlamasını içerir (Koloseliler 2:13). Bu suçların bağışlanması Tanrı'nın 'Baba' olarak çocuklarını bağışlamasından farklıdır (1. Yuhanna 1:7-9). Hukuki bir bağışlamadır; günahkârın bütün suçlarından özgür olduğu ilan edilir. Günahkâr çarmıha geldiğinde bir kez gerçekleşir.

Tanrı günahı asla hafife almaz. Bağışlaması, insanların birbirlerini bağışladığında olduğu gibi cezanın bir kenara atılması değildir. Tanrı, günahın cezası başka biri, İsa Mesih tarafından ödendiği için bağışlar. "Nitekim Mesih de bizleri Tanrı'ya ulaştırmak amacıyla doğru kişi olarak doğru olmayanlar için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü" (1. Petrus 3:18). Çünkü, "...kan dökülmeden yatışma da olamaz"; Tanrı'nın bağışlaması fidye gerektirir.

Mesih Uğruna

Tanrı'nın bağışlamasının "Mesih'te" (Efesliler 4:32) olduğu söylenir. Bu nedenle, Tanrı'nın adaletini gerektirir. Mesih öldüğü ve bu şekilde günahın cezasını ödediği için Tanrı'nın, İsa Mesih'i gazabı yatıştıran kurban olarak kabul edenleri bağışlamaması doğru olmazdı. Bir hâkim birine hapis cezası ya da alternatif bir ceza verse ve üçüncü bir kişi bu cezayı ödese, ceza ödendikten sonra suçlu bulunan kişinin hapse gönderilmesi adil olmazdı.

Lütfunun zenginliği sayesinde

Tanrı'nın bağışlaması adaleti içerse de, aynı zamanda lütfunun zenginliği oranındadır (Efesliler 1:7). Bunun nedeni Tanrı'nın, oğlunu dünyaya sevgisi nedeniyle göndermiş olmasıdır (Yuhanna 3:16). Bütün insanların yerine ölümü tatmış olması da bu lütuftan kaynaklanmaktadır (İbraniler 2:9). Sadece lütfu değil, lütfunun zenginliğidir. Tanrı'da, bağışlamanın sınırı yoktur. Hem karşılıksız hem de tamdır.

Bağışlanmanın bu çağdaki tamamlanmışlığını, Eski Antlaşma'daki bağışlamayı gördüğümüzde çok daha iyi anlıyoruz. Eski Antlaşma döneminde bağışlanma günahın günahkârdan uzaklaştırılmasıyla mümkündü (Mezmurlar 103:12). Eski Antlaşma'daki sunular günahın bağışlatılması içindi. Günahın bağışlatılması demek, günahın yok olması değil, üzerinin örtülmesi demektir. Bu sunularla, sunuları getiren kişiler kusursuz hale getirilemezdi. Sunular her yıl günahı hatırlatırdı. "Çünkü boğalarla tekelerin kanı günahları ortadan kaldıramaz" (İbraniler 10:4). Oysa Tanrı Kuzusu günahı kaldırır (Yuhanna 1:29) ve kutsal kılınanlar tek bir sunuyla sonsuza dek yetkinliğe ermişlerdir (İbraniler 10:10, 14). Bu bağışlama, günahın tam ve değişmez hukuki bağışlanmasıdır ve imanlıya Tanrı karşısında hiç günah işlememiş gibi yetkin bir konum sağlar.

Yıllar önce olmuş bir olay bunu çok güzel açıklıyor. Yeni evli bir çift, iki ailenin fertlerini bir pazar öğleden sonra yemeğe davet ederler. Misafirler yemek masasının çevresine otururlar. Hepsi en iyi şekilde görünmeye ve davranmaya özen göstermektedir. Genç bir bayan, içinde etin sosu olan bir kâseyi alırken kâse kazayla elinden kayar ve pırıl pırıl masa örtüsü üzerinde büyük kahverengi bir leke olmasına neden olur. Ev sahibi çabucak ve dikkatli bir şekilde sosu temizler ve leke üzerine de bir peçete serer. Yemek olduğu gibi devam eder. Peçete lekeyi ortadan kaldırmamış, yemeğin devam edebilmesi için sadece üstünü örtmüştür. Beyaz peçete, sosu döken genç kadına  devamlı olarak kazayı anımsatmaktadır. Aynı şekilde, Eski Antlaşma sunuları İsrailliler'in günahlarını örtse de sürekli olarak günahı hatırlatıyordu. Yemekten sonraki gün masa örtüsü yıkanıp leke çıkarılmıştı. Aynı şekilde, Mesih'in sunusuyla imanlıların günahları O'nun kanında yıkanır (Vahiy 1:5). Artık günahı anımsatacak peçete yoktur.

Buradan, Tanrı'nın, kurtulmuş olmayanların günah sorununu ele aldığında, günahını bir kenara koyup gelecekte doğru bir yaşantı sürdürmesini istemediğini görüyoruz. Bunu kimse yapamaz. Yapacak olsa da geçmişteki günahlar ortadan kaldırılamaz. Hayır, Mesih günahların cezasını ödediği için Tanrı hukuki ve tam olarak her günahı bağışlar. Tanrı'nın henüz kurtulmamış olanlardan istediği şey günahkâr olduklarını kabul edip günahlarının cezasını yüklenen kişi olarak İsa Mesih'e inanmalarıdır. Tanrı'nın hukuki bağışlamasını almak için insanların yapabilecekleri bundan ibarettir.  

İnsanın Kendini Aklama Çabası

İnsanlar her çağda kendilerini Tanrı önünde aklama gayreti içinde olmuşlardır. Tanrı'nın kabul edebileceği doğrulukta yaşamaya çalışmışlardır. İnsan bunu yaptığında, Tanrı'nın sağladığı doğruluğa değil, kendi doğruluğuna sahip olur. İnsanın kendi doğruluğu kimseyi kurtaramaz. Pavlus döneminde yaşayan İsrailliler kendi doğruluklarını kanıtlamak için büyük çaba içinde olmuşlardır. "Tanrı için gayretle" doluydular (Romalılar 10:1-3). Fakat bu, kurtuluşlarını sağlamadı. Bu insanlar son derece dindardı. Oruç tutup uzun uzun dua ederlerdi. Bütün dini bayramları kutlar, tapınakta tapınmaya devam ederlerdi. Kurtulmamalarının nedeni, kendi doğruluklarını bina etmeye çalışmaları ve bunun Tanrı huzurunda kabul edilebilir olmamasıdır.

İnsanlar bugün de Tanrı huzurunda kabul edilebileceğini düşündükleri doğruluğu yaşamaya çalışıyorlar. İsa'nın örneğini izleyip Dağdaki Vaaz'ı yaşamaya gayret ediyorlar. Vicdanlarının sesine kulak vermek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kimileri kiliseye gidiyor, vaftiz oluyor, dua ediyor ve her türlü dini etkinliğe ve hayır işlerine katılıyor. Bu gibi şeylerin insan yaşamında iyi bir yeri olsa da, Tanrı'nın insanı huzuruna kabul edebilmek için beklediği doğruluğu kesinlikle üretmez.

Kimi insanlar Tanrı'nın iyi ve kötü işleri kaydettiği bir hesap defteri tuttuğunu düşünürler. İyi işler kötü işlerden daha fazla olduğu takdirde Tanrı tarafından kabul edileceklerini düşünürler. Tanrı her işte yetkinlik aradığı için bu yöntem Tanrı'nın yöntemi olamaz. Atılan topların ortalama gol oranı önemli değildir. Her seferinde gol atabilmek önemlidir.

Peygamber Yeşaya doğrulukla ilgili şunları söylemiştir: "...bütün doğru işlerimiz kirli âdet bezi gibi" (Yeşaya 64:6). Buradaki "bezlerin" aslında cüzamlılar tarafından kullanılan ve cüzamla dolu bezler olduğu düşünülmektedir. Cüzam günahı simgelediği için bu resim kusursuzdur. Çünkü insanın kendi doğruluğuna günah bulaşmıştır. İnsan her şeyi, Tanrı yerine kendi gücüne güvenerek yapmıştır. Daha önce gördüğümüz gibi bu da günahın özüdür.

Kimileri Tanrı'nın yasayı, özellikle de On Emir'i vermesinin nedeninin insanın Tanrı önünde doğru bir yere sahip olmasını sağlamak olduğunu ileri sürer. Tanrı kesin itaat ve yetkinlik beklediği ve böyle söz dinlemek mümkün olmadığı için bu olanaksızdır. "Çünkü yasanın her dediğini yerine getirse de tek konuda ondan sapan kişi bütün yasaya karşı suçlu olur" (Yakup 2:10). Bu nedenle, "...yasanın gereklerini yapmakla hiç kimse Tanrı katında aklanmayacaktır" (Romalılar 3:20). (Galatyalılar 2:16'ya da bakınız.)

İnsan 4 000 yıl içinde doğruluğa sahip olamayacağını kanıtlamıştır. Gerek Yahudiler gerekse öteki uluslar günah işlemişlerdir. Tek bir doğru kişi dahi bulunamamıştır (Romalılar 3:9, 10). Yasa sayesinde Tanrı huzurunda bütün ağızlar kapanmıştır (Romalılar 3:19). Tanrı'nın yasası insanın doğru olmasını gerekli kılmış, insansa bu konuda başarısız olmuştur.

Tanri, Talep Ettiği Doğruluğu Ayni Zamanda Tedarik De Eder

Âdem'den doğmuş hiç kimse, Tanrı'nın huzurunda kabul edilmesini sağlayacak kusursuz doğrulukta bir yaşam sürdürmemiştir. "Herkes günah işledi ve Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kaldı" (Romalılar 3:23). Bununla birlikte, Tanrı insanlardan beklediği yetkin doğruluğu kendisi sağlar. Tanrı'nın doğruluğunu karşılıksız bir armağan olarak kabul eden herkes, bir giysi gibi O'nun doğruluğunu giyinecektir.

Âdem'in soyundan gelen hiç kimse Tanrı tarafından kabul edilebilecek doğrulukta bir yaşam sürdürememişken, Tanrı'nın oğlu dünyaya gelip insan yapısını aldığında, Tanrı'nın yasasını, noktasına virgülüne kadar yerine getirmiştir (Matta 5:17, 18). Bu şekilde Tanrı tarafından kabul edilecek doğruluğu göstermiştir.

İsa'nın dünyasal yaşamının Tanrı tarafından kabul edilebilir olduğu kuşkusuzdur. İsa, yaşamının sonuna yaklaştığında üç öğrencisini alıp yüksek bir dağa çıkmış, burada görünümü değişmiş ve yasayı temsilen Musa ve eski peygamberleri temsilen de Elişa görünmüştür. Bu iki tanığın önünde Tanrı bulutlardan seslenip şöyle demiştir: "Sevgili Oğlum budur, O'ndan hoşnudum" (Matta 17:1-5). Bu ifadeden, Tanrı'nın, İsa'nın dünyada sürdürdüğü yaşamdan hoşnut olduğunu anlıyoruz.  Günah işlemeyip Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kalmamış biri vardı. Bütünüyle doğruydu ve yasayla peygamberler de buna tanıktı.

Bütün dünya suçlu bir şekilde Tanrı'nın huzurunda durduğunda, insanların kendi doğruluklarıyla aklanamayacağını kanıtlamış oldular. Bu nedenle Tanrı, dünyada insan yapısı alıp yaşamak üzere oğlunu gönderdi. Oğul, Tanrı için kabul edilebilir doğruluğun ne olduğunu gösterdi. Artık bu doğruluk herkese karşılıksız bir armağan olarak sunulmaktadır ve iman edenlere bir giysi gibi verilmektedir (Yeşaya 61:10). Romalılar 3:19-22'nin ana fikri budur.

İşlerle Değil, Lütufla

Kutsal Kitap, insanın yaptığı işlerle doğruluğu kazanmasının olanaklı olmadığını söyler. İnsan ancak İsa Mesih'e iman ederek doğruluğu alabilir. "Çünkü insanın yasanın gereklerini yaparak değil, iman ederek aklandığı kanısındayız" (Romalılar 3:28). "Ancak çalışmayan, ama tanrısızı aklayana iman eden kişi imanı sayesinde aklanmış sayılır" (Romalılar 4:5). (Galatyalılar 2:16 ve 3:8, 24 ayetlerine de bakınız. Romalılar 4. bölümü okuyunuz.) Böylece insan Tanrı'nın lütfuyla karşılıksız olarak aklanır (Romalılar 3:24).

İsa Mesih'te Fidyeyle Kurtuluruz

Aklanma, İsa Mesih'in fidye bedeli olarak kanını akıtması sayesinde mümkündür (Romalılar 3:24). Daha önce de açıkladığımız gibi, Mesih, Tanrı'nın gazabını yatıştıracak kurban olarak gönderilmiştir. Bu nedenle Tanrı günahkârları bağışlayıp Mesih'in yetkin doğruluğunu verebilir. Tanrı bütün insanlığın günahlarını İsa Mesih'e yüklediğinde, İsa bununla özdeşleşti ve günah oldu. Günahkâr olarak öldü. Tanrı imanlıları doğru saydığında, imanlı bununla özdeşleşir ve Tanrı'nın doğruluğu olur. Bu şekilde yaşar. "Tanrı, günahı bilmeyen Mesih'i bizim için günah sunusu yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı'nın doğruluğu olalım" (2. Korintliler 5:21). Ancak Tanrı'nın hazırladığı ve yetkin olan doğruluk insanın Tanrı'nın huzuruna kabul edilmesini sağlayabilir. İnsanın eksik olan kendi doğruluğu bunu sağlayamaz. Bu nedenle, Tanrı imanlılar için Mesih'in doğruluğunu saydığından iman eden kişiler cennete girebilirler.

Cennetin kapısında duran Aziz Petrus, insanlara içeri girebilmek için ne gibi iyilikler yaptıklarını sormaz. Mesih'te olan Tanrı'nın doğruluğu insanın cennete girmesini sağlayacak tek pasaporttur. Bu pasaporta sahip olan kişi buraya gireceğinden emindir, çünkü artık hiçbir şeyle suçlanamaz. "Tanrı'nın seçtiklerini kim suçlayacak? Onları aklayan Tanrı'dır" (Romalılar 8:33).

O halde aklama, Mesih'e iman edenlere O'nun doğruluğunun giydirilmesidir. Mesih'in yaptıklarının insanların yerine sayılmasıdır. İmanlıya, Tanrı'nın huzurunda kusursuz bir konum sağlar. Bu konum İsa Mesih'inki kadar yetkindir ve insanın yaptıklarından bağımsızdır. Aklanma Tanrı'nın kutsallığı nedeniyle gereklidir ve Tanrı'nın sevgisi aracılığıyla sağlanır.

Kutsal Kitap aklamayı kusursuz bir şekilde açıklıyor. Yaratılış 3:21'de şu sözleri görüyoruz: "Rab Tanrı, Âdem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi." Âdem ve karısı günah işlemişti.

Tanrı'nın karşısında çıplak ve yasayı çiğnemiş kişiler olarak duruyorlardı. Tanrı, masum hayvanları keserek, bunların derisinden giysiler hazırlayıp Âdem ve karısına giydirdi. Bu giysiler sayesinde Tanrı'nın huzurunda durabilirlerdi. Giysileri Tanrı'nın yaptığına dikkat edin. Âdem ve karısı hiçbir şekilde Tanrı'ya yardım etmediler. Tanrı onları giydirdi. Giysileri bile kendileri giymediler. Giysiler için Tanrı'ya bir şey vermediler. Giysilerin sağlanması için masum bir üçüncü tarafın ölümü gerekliydi.

Bu giysiler ancak Âdem karısına Havva ismini verdikten sonra sağlandı. Havva yaşayan bütün insanların annesiydi. Bunu yaparak Âdem (ölüm cezasına çarptırılmıştı), Tanrı'nın, kadının soyundan gelenin (İsa), İblis olan yılanın başını ya da gücünü yok edeceğine ilişkin vaadine iman ettiğini göstermişti (Yaratılış 3:15, 20).

Burada aklamanın bütün unsurlarını görüyoruz. Tanrı doğruluk giysisi hazırlıyor. Bu giysiyle, günahtan kurtaran İsa Mesih'e iman eden herkesi giydiriyor. İnsan bu giysi karşılığında ne bir şey verebilir ne de giysiyi tek başına giyebilir. Doğruluk ancak, masum, günahsız üçüncü bir kişinin, İsa Mesih'in ölümü sayesinde mümkün olmuştur.

Bölüm 9

Tanrı'yla Barıştırıldık

Daha önce de belirttiğimiz gibi, insan günah işlediğinde öncelikle ayartıcıyı dinlemiş oldu. Kendini İblis'in etkisi ve gücüne teslim ettiği için insanoğlu bu güce bağımlı hale geldi. Bu nedenle, Tanrı insanı kurtardığında aynı zamanda karanlığın gücünden de kurtarmalıydı. Buna ek olarak, insanın günah işlemesiyle Tanrı'nın yasasını çiğnediğini, suçlu olduğunu ve ölüm cezasına çarptırıldığını görmüştük. Bu nedenle, Tanrı'nın insanı yasanın lanetinden ve yasanın altında olmaktan kurtarması da gerekliydi.

İnsan günah işlediğinde bir şey daha olmuştu. Günah konusunu işlerken Tanrı'nın insanı yarattığını ve insanın sahip olduğu her şeyin Tanrı'dan geldiğini görmüştük. Bu nedenle, insanın Tanrı'ya karşı sahip olması gereken tutum tamamıyla Tanrı'ya bağımlı olmaktır. İnsanın günahı Tanrı'dan bağımsız, kendisine bağımlı olmasıdır. İnsanın sahip olduğu bu tutum Tanrı'ya ve O'nun insan ve insana sağladıkları üzerinde egemenliğine, yönetimine karşı isyandan başka bir şey değildi. Herhangi bir grup insan, yönetimi altında yaşadıkları hükümetten bağımsızlıklarını ilan ettiğinde bunun adı isyan olur. Eğer bağımsızlıklarını ilan ederlerse ve ayrı bir yönetim kurarlarsa artık eylemleri bir devrime dönüşür. İnsan, Tanrı'dan ayrı olarak varlığını kurmayı asla başaramamıştır.

Kimileri bunu yapabilecek gibi düşünür ya da davranırlar, fakat insan Tanrı'nın güneş ışığı, yağmuru, havası olmadan yaşayamadığı sürece Tanrı'dan bağımsızlığını ilan edemez. O halde, insanın Tanrı'dan bağımsızlığı ancak isyan düzeyinde olabilir. İsyan etmiş insanın barıştırılmaya gereksinimi vardı.

Ayartıcının sözlerini dinleyerek, insan ona bağımlı hale geldi. Bu şekilde, insan Tanrı'dan ayrı, O'na düşman bir varlık oldu. Burada da barıştırılmaya ihtiyaç vardı.

Âdem ve karısı günah işledikten sonra, "...günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. RAB Tanrı Âdem'e, 'Neredesin?' diye seslendi. Âdem, 'Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim' dedi" (Yaratılış 3:8-10).

Âdem'in içinde bir değişiklik olmuştu. Tanrı'ya karşı yabancılaşmıştı. O'nun yabancısı olmuştu. Sevgi, güven ve cesaretin yerini korku almıştı. Tanrı'ya yaklaşmak yerine O'ndan uzaklaşmıştı. Günahı nedeniyle Âdem Tanrı'dan uzaklaşmıştı. Tanrı'yla arkadaşlık, paydaşlık, paylaşım ve yakınlığın yerini düşmanlık ve yabancılık almıştı.

Âdem günahkâr doğasını soyuna geçirdiği zaman Tanrı'dan yabancılaşma ve korkmayı da geçirmişti.

İnsanlığın hâlâ Tanrı'ya karşı yabancılaştığını görmek için fazla uzağa gitmenize gerek yoktur. İnsanın Tanrı'dan korktuğunun kanıtı eskisinden bin kat fazladır. İnsanın Tanrı'yı hoşnut etmek ve O'nun iyiliğini kazanmak için gösterdiği her çaba O'na karşı yabancılaştığına tanıklık etmektedir. Ölüm ve yargı korkusu insan ve Tanrı arasındaki uyumsuzluğa işaret eder.

Bütün insanların Tanrı'ya karşı yabancılaşmış olması, Tanrı'nın insan adına özel bir şey yapmasını gerektirir. Yasanın altında olmak ve yasanın çiğnenmesinden dolayı ortaya çıkan cezadan fidye sayesinde kurtulmak, Tanrı'nın insanı kendi yasasına göre kusursuz bir doğruluğa sahip olmak üzere aklamasını sağlamıştır. Fakat hukuki anlamda Tanrı'yla doğru bir ilişkiye sahip olmak, O'nunla yakın olacağımız anlamına gelmez.

İki arkadaştan biri, arkadaşına zarar verecek yasadışı bir iş yaptığında, olayın hukuki yönü çözülse de eski arkadaşlıklarına sahip olamayabilirler. Sonsuza dek birbirlerine yabancı olabilirler. Hukuki bir anlaşmanın yanı sıra, birbirleriyle barışmaları gerekir. Aynı şekilde, insan yasanın cezasından kurtulmuş ve yasanın gözünde yetkin doğruluğa sahip biri olarak görünse de Tanrı'yla barışması gerekir. Bu, Âdem günah işlediğinde bozulan Tanrı'nın etkinliğinin onarılmasıdır. O halde barışma, kurtuluşun önemli bir parçasıdır.

Tanrı'nın barıştırma etkinliği insan adına yapılmış bir etkinliktir. İki insan birbirleriyle barışacaksa, aralarında düzeltilmesi gereken yanlış bir şeyler olabilir. Birbirleriyle barışmaları gerekir. İnsanın Tanrı ile barışması durumu farklıdır. İnsan Tanrı'yla uyum içinde olmadığı için barışması gerekir. "Tanrı, Mesih aracılığıyla bizi kendisiyle barıştırdı" (2. Korintliler 5:19).

Barıştırmak demek, yeniden arkadaşça olmalarını sağlamak, arkadaşlığı onarmak, uyumu geri getirmek, uyuşmazlık içinde olmamalarını sağlamaktır. Tanrı'yla arkadaşlığı bozan insandı. Günah işleyen insan, Tanrı'nın evreninde uyumsuz biri oldu. İnsanın içinde, Tanrı'yla yabancılaşmaya ve uyumsuzluğa neden olan şey neyse bunun çözülmesi gerekir. Tanrı, insanı kendisiyle barıştırarak işte bunu yapar: "Tanrı, insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih'te kendisiyle barıştırdı" (2. Korintliler 5:19).

Tanrı'nın yasasının çiğnenmesi olan günah, fidye sayesinde, aklama sırasında, İsa Mesih'in çarmıhta cezasını ödemesi nedeniyle bağışlanmıştır. Böylece, insan Tanrı'nın yasası karşısında doğruluğa sahiptir. Tanrı insanı barıştırırken, insanın Tanrı'nın yönetimine karşı isyanında görülen suçlarını ele alır.

İnsanın Tanrı'dan korkmasına, O'ndan saklanmasına, O'na düşman olmasına, O'nunla uyum içinde olmamasına neden olanlar isyan sayılmaz.

İsyan sayılan şeyler sanki hiç olmamış gibi görünür.

Günah aracılığıyla insanın Tanrı'dan ayrılması ve yabancılaşmasının ne kadar korkunç bir şey olduğunu Tanrı'nın barıştırma işini nasıl bir bedel ödeyerek gerçekleştirdiğini görerek anlayabiliriz. Tanrı'nın oğlunun ölümü gerekliydi. "...biz Tanrı'nın düşmanlarıyken oğlunun ölümü sayesinde O'nunla barıştık" (Romalılar 5:10). Yine, "Yaptığınız kötülükler yüzünden bir zamanlar düşüncelerinizde Tanrı'ya yabancı ve düşmandınız. Şimdiyse, Mesih sizi Tanrı'nın önüne (...) çıkarmak için öz bedeninin ölümü sayesinde sizi Tanrı'yla barıştırdı" (Koloseliler 1:21, 22).

İnsanların hükümetine karşı isyanının cezası ölümdür. Benjamin Franklin şu sözleri söylediğinde bu gerçeğin farkındaydı: "Bir arada olmalıyız, yoksa hepimiz tek tek asılacağız." Aynı şekilde, Tanrı'ya karşı isyanın cezası da ölümdür. Bu nedenle, Mesih insanı Tanrı ile barıştırmak için çarmıhta öldüğünde, insan yerine isyancı olarak öldü.

Yahudi önderler İsa'yı Pilatus'un önüne çıkardıklarında, ulusu yoldan çıkarmak, Sezar'a saygı göstermeyi yasaklamak ve kral olduğunu iddia etmekle suçladılar (Luka 23:1, 2). Bunların hepsi isyan eylemleridir; İsa bu suçlardan yargılanmıştı. Pilatus İsa'yı sorguladıktan sonra Yahudiler'e şöyle dedi: " Ben bu adamı sizin önünüzde sorguya çektim ve kendisinde öne sürdüğünüz suçlardan hiçbirini bulamadım. Hirodes de bulmamış olmalı ki, O'nu bize geri gönderdi. Görüyorsunuz, ölüm cezasını gerektiren hiçbir şey yapmadı. Bu nedenle ben O'nu dövdürüp salıvereceğim." Ama onlar hep bir ağızdan, "Yok et bu adamı, bize Barabba'yı salıver!" diye bağırdılar.

Barabba, kentte çıkan bir ayaklanmaya katılmaktan ve adam öldürmekten hapse atılmıştı... ve Pilatus, onların isteğinin yerine getirilmesine karar verdi. İstedikleri kişiyi, ayaklanmaya katılmak ve adam öldürmekten hapse atılan kişiyi salıverdi" (Luka 23:14-19, 24, 25). Ayaklanma çıkarmayan, isyancı olarak öldü; ayaklanma çıkaran özgür bırakıldı. Bu, İsa öldüğü için oldu. İsa ölmeseydi, Barabba çarmıha gerilecekti. Fakat İsa'nın ölümüyle özgürlüğünü kazanan tek kişi Barabba değildi. Tanrı'nın lütfuyla İsa her insan için ölümü tattı (İbraniler 2:9). Bütün bunlar, isyan eden, yaratılmış  insanın Tanrı'yla barışması için oldu.

Bazen insanlar Tanrı'yla barış yapmaya çağrılırlar. Kutsal Kitap'ta bu sözleri destekleyen hiçbir ayet yoktur. Aslına bakarsanız, "Mesih'in kendisi barışımızdır" ve düşmanlığı kendi bedeninde yıktığı ifadeleriyle çelişmektedir (Efesliler 2:14, 15). İnsan Tanrı'yla barış yapamaz. İnsanın yapabileceği tek şey, İsa Mesih tarafından çarmıhta insan adına gerçekleştirilen ve Tanrı tarafından karşılıksız olarak sunulan barışı kabul etmektir. Barıştırma ancak Tanrı'nın işidir.

Barıştırma sayesinde insan Tanrı'nın düşmanı olmaktan çıkıp O'nunla barış içinde oluyor. Tanrı'nın oğlu, Beytlehem'de bebek olarak doğduğunda melekler, "Esenlik olsun!" (Luka 2:14) dediler. Bunun anlamı, doğmuş olanın, insanı Tanrı'yla barıştıracağıydı.

Tanrı'yla barıştırılanlar artık Tanrı'dan uzakta değil, O'na yakındır. Ruh aracılığıyla Baba'yla iletişim kurabilirler. Tanrı'dan korkmak yerine, sevgi ve cesaretle yaklaşabilirler. "Böylece artık yabancı ve garip değil, kutsallarla birlikte yurttaş ve Tanrı'nın ev halkı" sayılırlar (Efesliler 2:19). Tanrı'nın ev halkından olmak, O'nun iyiliği ve her şeye gücü yeter olmasından yararlanabilmek demektir.

İnsan, Tanrı'yla barışı sağlayamayacağı halde, İsa Mesih'in kendisi için sağladığı barışı kabul edebilir. Tanrı, İsa Mesih'in ölümü aracılığıyla düşmanlık ve yabancılığa neden olan şeyleri uzaklaştırmıştır. Bununla birlikte, her insanın Tanrı'ya karşı yaklaşımını değiştirmesi gerekir. Bir yandan isyankâr tutumunu koruyup bir yandan da Tanrı'yla barıştırılması mümkün değildir. Elçi Pavlus şöyle söylemişti: "...Tanrı aracılığımızla çağrıda bulunuyormuş gibi Mesih'in adına elçilik ediyor, O'nun adına yalvarıyoruz: Tanrı'yla barışın" (2. Korintliler 5:20). İnsan, ancak kendisine bağımlılığını ve Tanrı'dan bağımsızlığını bir kenara bıraktığında Tanrı'yla barışabilir.

Pages