July 2014

Bölüm 10

İman Görümü

Yaratılış 50:15-26

Yusuf’un öyküsündeki son iki olay, kardeşlerin imansızlığı ve Yusuf’un ölüm döşeğindeki imanı arasında mevcut olan çarpıcı bir karşıtlığı sunarlar. Eğer 15-21 ayetleri arasındaki kısımda tanımlanan ilk olay kardeşlerin imansızlığının üzücü bir örneğini sunuyor olsa da, aynı zamanda Yusuf’un gösterdiği mükemmel lütfu da gözler önüne serer. Kardeşlerin öyküsündeki bir kriz, onların Yusuf’un yüreğindeki bilgiyi gerçek anlamı ile bilmediklerini ve bu yüzden ona gerçek bir güven duymadıklarını ortaya çıkartır.

YENİDEN CANLANAN GEÇMİŞ

Yusuf, onların canlarını harika bir biçimde kurtardı (Yaratılış 45:7). Onlara Mısır’ın “en iyi yerinde”, Ramses bölgesinde mülk verdi ve onlara bol yiyecek sağladı (Yaratılış 47:12). On yedi yıl boyunca Yusuf’un cömertliğinden yararlanmışlar ve onun sevgi dolu bakımının objeleri olmuşlardı ve yine de – bir kriz ile karşılaştıkları zaman – tüm bunlara rağmen Yusuf’u gerçekten kişisel bir şekilde tanımamış oldukları ortaya çıkıyordu. Yusuf’un görkemi ve yüceliği hakkında bir şeyler biliyorlardı; onun başarmış olduğu büyük işten haberleri vardı; sahip oldukları her bereketin onun konumuna ve işine bağlı olduğunu anlamışlardı; ama Yusuf’un zihnine ve yüreğine ilişkin kişisel bir anlayışa sahip değillerdi. Sanki şöyle der gibi idiler: “BİZ onun bizim için yaptıklarını biliyoruz, ama bizim hakkımızda neler hissettiğini bilmiyoruz.”

Ve Yusuf’un düşüncelerini bilmedikleri için, kriz ortaya çıktığı zaman, ona güvenmediklerini ortaya koyarlar; bunun sonucunda Yusuf’un kendilerine bu kriz anında, kendilerinin Yusuf hakkında düşündükleri ve ona davrandıkları gibi düşünüp davranacağını sandılar.

AÇIKLANAN YÜREK

Kardeşleri, Yusuf on yedi yaşında bir delikanlı iken, “ondan nefret ettiklerini ve ona yaptıkları kötülüğü” hatırladılar ve şöyle bir sonuca vardılar, “belki bize kin besliyordur, ya bizden öç almaya kalkar ise?” Vicdan, Yusuf’a karşı ne kadar kötü hareket etmiş olduklarını onlara hatırlatır ve bu yüzden şimdi şöyle konuşurlar: “Ona yaptığımız kötülüğe karşılık şimdi bizden kesinlikle öç alacaktır.” Yusuf’un düşüncelerini kendi düşüncelerine, yüreğini kendi yüreklerine ve eylemlerini kendi eylemlerine göre yargılarlar.

FARKINA VARILAN DURUM

Ne yazık! Bizler de bazen Yusuf’un kardeşleri gibi davranmıyor muyuz? Mesih’in Kişiliğinin yüceliği hakkında bildiklerimiz var, yaptığı işin yeterliliği hakkında bilgi sahibiyiz, çarmıhta tamamlamış olduğu işten akan yararların keyfini çıkartıyoruz ve yücelikte yaptığı şimdiki hizmetinden zevk alıyoruz, ama yaşamlarımızda bazı küçük krizler ile karşılaştığımız zaman, O’nun yüreğini ne kadar az tanıdığımız ortaya çıkıyor ve bu yüzden O’na ne kadar az güvendiğimizin farkına varıyoruz. Mesih’i kişisel olarak tanıma mahremiyetinden yoksunuz, ama ancak bu şekilde O’nun düşüncelerini öğrenebiliriz ve o zaman yalnızca “O’nun benim için ne yaptığını biliyorum” demez, ama aynı zamanda “benim hakkımda neler hissettiğini de biliyorum” diyebiliriz. Yusuf’un kardeşleri gibi biz de özel bir deneme ile karşılaştığımız zaman, bunun sonucu, canımızda çok büyük bir sıkıntı duymamız olacaktır. Biri, söylemiş olduğu şu sözlerde haklıdır, “Kutsalların şu andaki dikkat dağılmasının tek nedeni, Rab ile kişisel bir ilişkiden yoksun olmalarıdır.” Kutsal Yazılar hakkında bilgi edinme konusunda her zaman büyük ve artan bir gayret söz konusudur, ama buna mukabil olarak Rab ile kişisel tanışmanın ardından gidilmez.”

KUTSAL YAZILAR HAKKINDA BİLGİ

Yusuf’un kardeşleri, Yusuf ile yalnız kaldıkları zaman, onun lütufkar sözlerini işitmişlerdi, ama yüreğini bilmedikleri için onun sözlerindeki tam ve derin anlamı kavrayamadılar. Bu nedenle bizim için Kutsal Yazılar’ın sözleri ile ilgili büyük bir bilgiye sahip olmamız mümkündür ve buna rağmen yine de bu sözlerin içeriğindeki önemli gerçekler konusunda habersiz kalabiliriz. Gerçek bir anlayış ancak Mesih’in bilgisi aracılığı ile elde edilebilir. Bu yüzden elçi, şu şekilde dua eder: “Rab İsa Mesihimizin Tanrısı, yücelik Babası bize, O’nu tanımamız için bilgelik ruhu ve açıklama versin.” Okullarda öğretilen bilgi – Grekçe ve İbranice bilgisi – her ne kadar yararlı olsa da bize hiçbir zaman bilgelik ruhu ve açıklama veremez. Bu tür bir bilgi açıklamanın yazılı hali ile bize açıklama verebilir, ama açıklama ruhu vermez. Mesih’in sözlerini anlamak için Mesih’in zihnini bilmemiz gerekir.

MESİH’İN BİLGİSİ

Kutsal Yazılar, kişinin duyduğu ya da gördüğü aracılığı ile elde edebileceği sonsuz bilgiden söz eder. Pavlus, bu bilgiden yazdığı şu sözler ile söz eder, “O’nu tanıyabilmemiz için”, ve genellikle eksikliğini duyduğumuz bilgi, işte bu bilgidir. O’nun yapmış olduğu görkemli işleri biliyor ve bunun için seviniyoruz, ama bizim için böylesine çok iş yapmış Olan’ın yüreğini biliyor muyuz? “O’nun benim hakkımda neler hissettiğini biliyorum” diyebiliyor muyuz?

GÜVEN EKSİKLİĞİ

Yusuf’un kardeşlerinin ona gönderdikleri mesajda açıklanan şudur: Yusuf’un yüreğinin neler hissettiği konusunda gerçek bilgi ve Yusuf hakkında duydukları güvenin eksikliği. Ve bundan daha da kötüsü, kardeşlerin, kendi imansızlıklarını ve Yusuf’a duydukları güvensizliği yalnızca Yusuf’un babasının ölmeden önce verdiği buyrukları yerine getiriyor gibi yapıp bu imansızlık ve güvensizliklerini saklama girişiminde bulunmalarıdır. Yakup’un bu tür herhangi bir buyruk verdiğine inanmak imkansızdır. Üzücü geçmişleri ile ilgili olarak Yusuf’un onları bağışladığını tamamen unutarak bağışlanmaları için dua ederler. Yusuf’un onlara göstermiş olduğu tüm lütuf ve sevgiye rağmen, huzursuz vicdanları onların şöyle düşünmelerine neden olur: Yusuf hala onlara kin beslemektedir. Ve böyle olduğu zaman, eğer Mesih’e yakın kalarak yaşamıyor isek – eğer O’nun yüreğini tanımıyor isek – günah, başarısızlık ve dikkatsizce yürümek gibi nedenlerden ötürü vicdan işlemeye başladığı zaman, şöyle düşünebiliriz: Mesih yaptığımız bir şeyden dolayı bize karşıdır ve aynı Yusuf’un kardeşleri gibi bağışlanma dileriz. Ama her şeye rağmen yine de gerçek bir imanlının başarısızlığı ne kadar büyük olur ise olsun, Kutsal Yazılar, onun bağışlanma istemesi gerektiğini hiç bir zaman önermez. Çünkü bu bağışlanma konusu, tamamen ve sonsuza kadar tamamen çözülmüştür. Gerçek bir imanlıya önerilen, Tanrı ile paydaşlığının yenilenmesi için günahını itiraf etmesidir.

GÜVEN DUYGULARI YENİLENEN KARDEŞLER

Yusuf’un tüm sevgisini kardeşlerinin üzerine boca etmesine rağmen, onların hala kendisine güvenmemesi Yusuf’un yüreğini yaralar. “Yusuf bu haberi alınca ağladı” (ayet 17). Bu üzücü dünyadaki en üzücü şey, karşılık görmeyen sevgidir. Gözyaşları, Yusuf’un ne kadar derin yaralandığını gösteriyor olsa da, Yusuf hiçbir sert söz sarf etmez. Döktüğü gözyaşları onların imansızlıklarını susturmak için kesinlikle yeterli olacaktır. Ama Yusuf yine de onlara şu bilgileri öğrenmelerine izin vererek kendisini kişisel olarak tanımalarına yardımcı olur: yüreğinde, onların kendisine karşı besledikleri kötülükten tamamen haberdar olmasına rağmen, onlara duyduğu sevgiden başka hiç bir şey yoktur.

UZAKLAŞTIRILAN KORKU

“Size gelince, siz bana kötülük düşündünüz” der, ama aynı zamanda konuşmasına şu sözleri de ekler: “Korkmayın!” Sanki şöyle demek ister gibidir: “Yüreklerinizde bana karşı beslediğiniz tüm kötülükten haberdarım, ama korkmanızı gerektirecek bir şey yok, çünkü benim yüreğimde size karşı yalnızca sevgi var.” Ve Yusuf böylelikle bir kez daha onların hem geçmiş hem de gelecek hakkında duydukları tüm kaygıyı ve korkuyu yok eder. Çünkü sözlerine şunları da ekler: “Korkmanıza gerek yok, size de çocuklarınıza da bakacağım.” Böylelikle kardeşlerinin yüreklerine dokunacak güzel sözler ile onlara güven vermiş olur. Mükemmel sevgi korkuyu dışarı atar.

YENİLENEN GÜVEN

Bu konuşma, kardeşlerin düşüncelerinde büyük bir farklılığa neden olur. Yusuf’un bu sözlerinden sonra, artık hiç biri Yusuf’un sevgisinden kuşku duymayacak ve kesinlikle şöyle diyeceklerdir: “Onun huzurunda bulunduk, onun kendisi ile kişisel tanışıklığımız oldu ve onun düşüncelerini biliyoruz. Sadece onun bizim için ne yaptığını değil, ama aynı zamanda bizim hakkımızda neler hissettiğini de biliyoruz.

YÜKSELEN İMAN

Yusuf ve kardeşleri arasında yaşanan son olayda Yusuf’un imanı bu geçici dünyanın tüm yüceliklerinin üzerine yükselir ve gelecek olan daha iyi ve daha parlak bir dünyayı görür. Yusuf artık çekmiş olduğu acılardan, kullanmış olduğu güçten, ya da yapmış olduğu iyilikten söz etmez. Geride kalan her şeyi unutur ve önünde bulunan şeylere uzanır.

GELECEK OLAN ŞEYLER

İshak yaşadığı dönemde “yaşlandığı ve gözleri seçemez hale geldiği” zaman, imanın verdiği net görüş ile başka bir dünyaya baktı ve “gelecek olan şeyler hakkında” konuştu. Daha sonraki bir dönemde Yakup ölmek üzere iken, aynı iman ile önündeki görkemlerin ışığını yakaladı ve değneğinin üstüne dayanarak tapındı. Ve şimdi ölüm vadisinden geçmek üzere olan Yusuf, bu vadinin ötesindeki tepeleri görür ve tüm geçici olan şeylerden uzaklaşarak gelecek olan yeni dünyaya iman eder.

VARILAN SON

Ve Tanrı ölmekte olan bu kutsalların imanlarını onaylamakta gecikmez, insan doğasının en büyük zayıflıklarının sergilendiği o anda güçlerin en büyüğü ile parlar. Önemli olan, aktif yaşamları sırasında yapmış oldukları büyük işler değildir, önemli olan, yaşlanmanın getirdiği zayıflığın ortasında ve onların yalan söyledikleri güçsüz anlarında parlayan iman, Tanrının diğer günlerin değerleri ile ilgili listesinde yer almaları sağlanmıştır. Diğer kutsalların imanı, yolun zorluklarına üstün gelişlerinde, düşmanın kurmuş olduğu tuzaklardan kaçışlarında ve dünyanın ayartmaları üzerinde zafer kazandıkları zaman parlamış olabilir, ama bu üç kutsalın imanlarındaki fark, iyi ya da kötü, büyük ya da küçük olsunlar, görülen ve geçici olan her şeyi unutmaları, ve bir başka dünyaya bakmış olmalarıdır. Ve bu durum Yusuf’un öyküsünde daha da çarpıcı olarak görülür; Yusuf yaşadığı dönemdeki dünyanın ve o dünyanın neslinin önünde çok önemli bir konumda yer aldığı anlaşılır. Yusuf, Mısır’ın tüm görkeminin sonunda Mısır’daki bir tabutta sona ereceğinin farkına varır. Yusuf bu dünyada haklı olarak büyük bir güç ve görkem konumunda bulunmuştur; daha önce hiç kimse ve daha sonra da hiç kimse böyle bir konuma sahip olmamıştır, ancak Mısır’ın tüm görkeminin sonuna şu önemli sözler ile varılır, “Onu Mısır’da bir tabuta koydular.”

DİRİ TANRI

Yusuf bu nedenle artık insandan ve insanın dünyasından söz etmez, bunların yerine Tanrı’dan söz eder – diri Tanrı’dan, Tanrının sadakatinden, Tanrının gücünden, ve Tanrının ülkesinden bahseder. Yusuf, “Ben ölüyorum” der. Büyük bir kurtuluş aracılığı ile diğer insanların yaşamlarını kurtarmış olan adamın yaşamı (Yaratılış 15:7), hızlı bir şekilde kayıp gitmektedir, ama eğer Yusuf ölür ise Tanrı yaşar; eğer Yusuf ayrılır ise, Tanrı kalır. Ve Yusuf diri ve değişmeyen Tanrının topraklarını kardeşlerine emanet eder. Onların arasından alınıyor olmasına rağmen, imanını verdiği mutlak bir güvence ile şöyle konuşabilir, “Tanrı kesinlikle size yardım edecek ve ziyaretinize gelecek.” Diri Tanrı, ölmekte olan Yusuf’un huzurundaki kardeşlerin tek hatasız kaynağıdır.

NET GÖRÜŞ

Ayrıca, Tanrı halkının yanında, büyük bir güç ile harekete geçecektir, çünkü Yusuf şöyle der: “Tanrı sizi buradan çıkartacak ve ant içerek söz verdiği topraklara götürecek”. Yusuf Mısır’da uzun zaman kalmıştı; üçüncü nesilden olan Efrayim’in çocuklarını gördü (ayet 23). İsrailliler Mısır ülkesine tam olarak yerleşmişlerdi. Doğal göz ile bakıldığı zaman bir gün gelip de hiç görmedikleri bir ülke için Mısır ülkesinden ayrılacakları hiç bir şekilde akıllarına gelmezdi, ama göz ile görülen şeylerin üzerine yükselen ve doğal gözün gördüğü ile muhakeme yapmayı reddeden iman, net bir görüş ile şunların farkına varır: Tanrı halkı bir süre için Mısır ülkesinde geçici konuklar olarak kalsa bile, bu ülke yine de Tanrının, halkına vaat etmiş olduğu huzur diyarı değildir. Mısır ülkesindeki yabancılık, Tanrının, halkı ile olan planlarından biri olabilir, ama halkı için Tanrının amaçlamış olduğu ülke değildir.

SADIK TANRI

Böylece Yusuf’un imanının vaat edilmiş ülkeye yönlendiğini görürüz. Tanrının, nasıl halkını Mısır’dan çıkartmak için lütuf ile halkını ziyaret edeceği kesin ise, Tanrının onları amaçladığı ülkeye getirmek için kudretli gücü ile elini uzatıp halkını kurtaracağı da aynı şekilde kesindir. “iyi ve büyük bir ülke…. İçinden süt ve bal akan bir ülke..” Ayrıca, ölmekte olan Yusuf’un imanı ile sergilenen bu tüm bereket ve görkemleri ile bildirilen iyi ülke Tanrının İbrahim, İshak ve Yakup’a vermiş olduğu koşulsuz vaat aracılığı ile garantilenmiştir. Yusuf ölmektedir, ama onun ölüm saatini karartan hiç bir gölge yoktur. Çünkü Yusuf, iman ile uzak bir gelecekteki tüm bereketin diri Tanrının sadakatine ve gücüne bağlı olduğunu görmüştür.

HATIRLANAN BİR ÖLÜM

Böylece diri Tanrının varlığını iman gücü ile gören Yusuf kemikleri ile ilgili talimatlar verir. Kemiklerinin Mısır’da kalmaması gerekmektedir. Yusuf’un tabutu İsrailliler’e uzun yıllar boyunca ne kadar büyük bir tanıklık olmuştur, bu tabut İsrailliler’e, diri Tanrı’ya isteğinin yerine gelmesi için ölümün bile engel olamayacağını ve halkı için amaçlamış olduklarını mutlaka gerçekleştireceğini sürekli hatırlatmıştır. Ve böylece Yusuf’a verilmiş olan ant ile uyumlu olarak İsrailliler sonunda Mısır ülkesinden ayrıldıkları zaman, “Musa, Yusuf’un kemiklerini yanına almıştı” (Mısır’dan Çıkış 13:19). Bu kemikler, çölde kırk yıl süren yolculuk boyunca Tanrı’ya duyulan imana tanıklık edeceklerdi. Ve sonunda vaat edilen ülkeye ulaştıkları zaman, “Yusuf’un kemiklerini Yakup’un Şekem’deki tarlasına gömdüler. Yakup bu tarlayı Şekem’in babası Hamor’un torunlarından yüz parça gümüşe satın almıştı” (Yeşu 24:32). Yusuf sonsuz yaşama uyanana kadar oradaki yeryüzü toprağında uyuyacak idi.

KURTARICI DİRİLDİ

Aynı şey bu gün için de Tanrı halkı için geçerlidir. İman, hala ölüm vadisinin gölgesinin ötesine, Tanrının sonsuz amacının yuvasına bakar. İman, eskiden de olduğu gibi, ölüm geldiğinde, diriliş Tanrısına güvenmeye devam eder, ama bu gün bu görüş daha da netleşmiştir, çünkü biz Mesih’in ölüler arasından dirildiğini, Tanrının sağındaki kudret yerinde oturduğunu ve ölümün ve mezarın anahtarlarını elinde tuttuğunu görürüz. İmanımız yücelikteki dirilmiş İnsan’a bakar iken, bu ölmekte olan dünyanın geçici görkemleri gözümüzde değerini kaybeder, öyle ki, arkada bıraktıklarımızı unutur ve Rabbin, halkını kesinlikle ziyaret edeceği anı bekler iken, önümüzde olan şeylere uzanırız. “Rabbin kendisi bir emir çağrısı ile baş meleğin seslenmesi ile, Tanrının borazanı ile gökten inecek. Önce Mesih’e ait ölüler dirilecek, sonra biz yaşamakta olanlar, hayatta olanlar, onlarla birlikte Rabbi havada karşılamak üzere bulutlar içinde alınıp götürüleceğiz. Böylece Rab ile sonsuza dek birlikte olacağız.”

Bu durumda, her şey Mısır’daki bir tabutta sona ermiş gibi görünüyor olsa bile, iman gözünün önünde her zaman şunu bulundurur: Rab ile sonsuza kadar birlikte olmak üzere alınıp götürüleceğimiz o görkemli an! “Bu nedenle, birbirinizi bu sözler ile teselli edin.”

SON

Mısır’dan Çıkış

Bölüm 1

Mısır’daki İsrail

Mısır’dan Çıkış 1

Mısır’dan Çıkış kitabının büyük konusu, bu kurtarış hakkındadır. Yaratılış kitabı, yaratılışı anlatır ve sonra ilk günaha düşülmesinden ve yılanın başını ezmesi gereken, kadının soyundan gelecek bir Kurtarıcı’nın ilan edilmesinden söz eder (Yaratılış 3:15) – açıklama aslında Adem’in örnek teşkil ettiği İkinci İnsan (Romalılar 5:14) ve Kendisinde Tanrı’nın tüm amaçlarının bina edilmesi gerekli olan Kişi hakkındadır – “sonraki kitaplarda kayıtlı olan Tanrı’nın insan ile olan ilişkilerinin tarihinde gelişme ortamı bulan tüm büyük temel ilkeler.” Bu yüzden Yaratılış kitabından Kutsal Kitap’ın tohum arsası olarak söz edilmesi gayet uygundur. Ancak Mısır’dan Çıkış kitabında konu bir tanedir – sonuçları ile birlikte kurtarış eylemi, lütuf konusundaki sonuçlar ve halk, koşulları konusundaki bilgisizliği ile birlikte lütufa karşı olan duyarsızlığını göstererek kendisini yasa altına koyduğu zaman yönetim sonuçları. Yine de, Tanrı’nın önündeki bir halkın O’nunla ilişki konusunda bina edilmesi anlamına gelen kurtarışın büyük sonucuna ulaşılır; ve kitap, üzerine çektiği bu büyük ilgiyi buna borçludur, ve kendisini bu özelliği ile Hıristiyan okuyucuyu yapılandırma konusunda çok etkin kılar.

İlk beş ayet, babaları ile birlikte Mısır’a gelen Yakup’un oğullarının adları konusunda kısa bir ifade içerir – onlar ve ev halkları, zaten Mısır’da olan Yusuf ve ailesi ile birlikte sayıca yetmiş can ederler.Bunun kısa bir özeti olan ayrıntılar Yaratılış 46. bölümde bulunurlar. Aniden Mısır’a inmelerinin nedeni, kıtlıktı; ama Tanrı, Yakup’un oğullarının erkek kardeşlerini İsmailoğullarına satarak (Yaratılış 37:28) yaptıkları kötülük aracılığı ile olduğu kadar bu kıtlık aracılığıyla da Kendi amaçlarının yerine gelmesini tamamlamaktaydı. Bundan uzun bir dönem önce Tanrı, İsmail’e şöyle demişti: “Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı görecek. Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığı ile çıkacak.” (Yaratılış 15:13,14) Mısır’dan Çıkış kitabının ilk on iki bölümünün öyküsü budur; ve bunu yansıtmak içimizi hayranlık ile doldurur, insanların kötülük eylemleri ve tahakküm eden başkaldırıları ne olursa olsun, lütufun ve sevginin tanrısal öğütlerinin bina edilmesi önünde boyun eğmek durumunda bırakılırlar. Aynı, Petrus’un Pentikost gününde Mesih ile ilgili söylemiş olduğu şu sözler gibi: “Tanrı’nın belirlenmiş amacı ve öngörüsü uyarınca elinize teslim edilen bu adamı, yasa tanımaz kişilerin eli ile çarmıha çivileyip öldürdünüz.” (Elçilerin İşleri 2:23) Böylelikle, insanın gazabı bile Tanrı’nın buyruklarının araba tekerleklerinin boyunduruğuna koşuludurlar.

Daha kitabın başlangıcında, Mısır’daki İsrailoğullarının bize gösterilmelerinin hiç kuşkusuz bir nedeni mevcuttur. Kutsal Yazılar’da Mısır, dünyayı temsil eder ve bu nedenle Mısır’daki İsrail, insanın doğal konumunun bir örneği haline gelir. Böylelikle, “Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o kuşağın hepsi öldü” (Mısır’dan Çıkış 1:6) ifadesinden sonra, anlatım, hızlı bir şekilde onların koşullarını ve durumlarını tanımlamaya geçer. Önce, hem sayı olarak çoğaldıkları hem de soylarının arttığı belirtilir. Onların “soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlar ile dolup taştı.” (ayet 7) Her ne kadar Mısır’da olsalar da, onlar vaadin çocukları idiler ve böyle oldukları için Tanrı’nın iyilikleri üzerlerindeydi. Bundan dolayı yersel soy ile ilgili bu örnek verilir. Tanrı, Kendi halkını hiç bir zaman unutmaz, halkı O’nu unutsa bile.

Şimdi sahnede başka bir figür belirir – sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan başka bir kral tahta çıktı” (ayet 8). “Yusuf hakkında bilgisi olmayan” ifadesi, çok önemli bir ifadedir. Mısır’daki Yusuf, yersel görkemi içindeki Mesih’in bir örneğiydi ve Yusuf’u tanımamak, ahlaki bir durum ile ilgili bir özelliği ortaya koyuyordu. Firavun, bu dünyanın tanrısını sembolize eder ve bu yüzden Rabbin halkının düşmanı olması gerekir. Bu gerçek ile uyumlu olarak kitabın hemen başında Rabbin soyunu yok etmek ve onları çaresiz ve umutsuz bir tutsak halk haline indirgemek amacı ile yaptığı hain planları ve kötü tasarıları okuruz (9-12 ayetler). Ve firavunun amacı neydi? “Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.” (ayet 10) Şeytan, bizlerin unutmaya eğilimli olduğumuz şeyleri, yani dünyanın Tanrı’nın çocuklarından nefret etmesi gerektiğini ve Tanrı’nın çocuklarının da, eğer sadık iseler, dünyaya düşman olmaları gerektiğini bilir ve bu nedenle savaş çıkartmak ve Rabbin halkının kurtuluşuna engel olmak için Firavun’un kişiliğinde uğraş verir gibi görünür. “Böylece Mısırlılar İsrailliler’in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.” 1 Böylelikle, dünyanın tutsaklığı altına kondular, “ve Mısırlılar İsraillileri amansızca çalıştırdılar; ağır işler ile yaşamı onlara zehir ettiler.” (13,14. ayetler) Ancak, olayın bir de diğer yanına bakalım, “Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar.” (ayet 12) Bunun nedeni, daha önce değinilen bir gerçek idi; koşulları ne olursa olsun, onlar Tanrı’nın vaatlerine sahip bir halk idiler ve Tanrı’nın amaçları için çağrılmışlardı ve böyle olduğu için kollanıyorlar, korunuyorlar ve bereketleniyorlardı; öyle ki, bu dünyanın tanrısı olan Firavun onları yok edecek gücü bulamasın. Konudan da anlaşıldığına göre asıl sorun, Tanrı ve Firavun arasında idi. Ve Mısır kralı, İsrail halkına karşı planladığı kötülükleri ile aslında Tanrı’ya karşı savaşıyordu. Bu nedenle de her alanda başarısızlığa uğruyordu. Öte yandan, İsrail halkının durumu, günahkarın içinde bulunduğu durumun – günaha ve Şeytan’a olan tutsaklığının demir boyunduruğunu hisseden günahkar - resmini çok çarpıcı bir şekilde çizer. Kaybolan Oğul örneğindeki, aklı başına gelmeden önce, giderek daha fazla düşen ve ölme noktasına gelinceye kadar alçalan küçük oğul gibi Tanrı da burada, aynı şekilde İsrail halkına, taşıdıkları yüklerin ağırlığını hissettirir ve onların lehine harekete geçmeye başlamadan önce, onların içinde kurtulmak için bir arzu uyandırmak amacı ile onlara ağır köleliklerinin acılığını tattırır. Alçalması karşısında duyarsız kalan ve mutlu olmasa bile Tanrı’dan uzak yaşamaya razı olan günahkar gibi bir konu mevcuttur; ama eğer bu günahkar kurtarılacak ise, İsraillilerin durumunu anlatan öyküde olduğu gibi bir deneyim yaşamalıdır. Böyle bir deneyimi yaşamadığı sürece, gerçek konumunun asla farkında olamaz ve kurtarılmayı arzu etmez.

Bölümün geri kalan kısmı (15-22.ayetler), halkı zayıf düşürmek ve zaman içinde onları yok etmek için başvurulan bir başka girişimin tanımlanması ile devam eder. Ama burada tekrar İsrail halkı lehine hareket eden birinin eylemleri mevcuttur. Firavun’un krallığı mutlak idi ve onun egemenliği altında olan hiç kimse onun iradesine karşı koymaya cesaret edemezdi.

Ama bu güçsüz ebe kadınlar bile firavuna itaat etmediklerinde korundular, çünkü ilk görevlerinin Tanrı’ya hizmet olduğuna karar veren bu kadınlar Tanrı korkusu ile hareket ettiler. Dünyadaki en güçlü krallık, Tanrı’nın önünde güçsüzdür ve Tanrı ve O’nun halkı ile bir tutulan kişilere önünde de aynı şekilde güçsüzdür. Böylece Şifra ve Pua adındaki İbrani ebeler “Mısır kralının buyruğuna uymadılar.” (ayet 17) Ve ebeler Kendisinden korktukları için Tanrı onlara iyilik etti ve onları ev bark sahibi yaptı. (17-21.ayetler) “Tanrı bizden yana ise, kim bize karşı olabilir?” (Romalılar 8:31) Bu nedenle, ilk önce öğreneceğimiz şey, Tanrı’nın tasarılarını bozmaya çalışan düşmanın tamamen güçsüz olduğudur; ikincisi, O’nun amaçlarına bağlı olan kişilerin yenilemez olduklarıdır; üçüncüsü, Tanrı’nın, en zayıf ve güçsüz kişiyi bile insan korkusundan kurtarıp yükseltebileceğidir; ve sonra son olarak, Şeytan’ın bu dünyanın tanrısı olarak egemenlik sürdüğü ve O’nun halkına baskı yaparak yok etmek istediği bir durumun ortasında, Tanrı’nın yüreğinin Kendisine olan bağlılığın her belirtisi için ne kadar memnun olduğunu görürüz.

Ama Firavun’un düşmanlığı artar ve “bütün halkına buyruk verir: ‘Doğan her İbrani erkek çocuk Nil nehrine atılacak ve kızlar sağ bırakılacak.” (ayet 22) Bir sonraki bölüm bize, kralın bu buyruğunu, Tanrı’nın, halkı için bir kurtarıcı hazırlamak üzere nasıl kullandığını gösterecektir.


1. Bugün bu kentlerin bulundukları yerler bile – pek çok tahminler ileri yürütülmesine rağmen – kesin bir şekilde belirtilemez.

Bölüm 2

Musa’nın Doğumu

Mısır’dan Çıkış 2

İlgi çekici pek çok konu ile dolu olan bu bölüm, İbraniler 11. bölümde temel olaylarından söz edilen tanrısal yorum aracılığı ile ruhsal zihinler için daha da çekici hale getirilir. Burada, eylemlerin insan yönünün sade bir anlatımı kayıtlıdır; orada ise daha çok eylemlerin Tanrı yönü ya da Tanrı’nın, Halkı’nı biçimlendirme değeri kaydedilmiştir. İşte yalnızca bu yüzden bu iki görünümün birleşimi aracılığı ile bu şekilde meydana getirilen eğitimi sabır ile seçip ayırabiliriz. Beytlehem’deki kutsanmış Rabbimizin doğumu ile buradaki olay aynıdır, Armam ve Yokevet ya da çevrelerindeki dünya, oğullarının doğumunun öneminin tam olarak farkında değildi. Tanrı, her zaman bu şekilde çalışır, amaçları ile ilgili temeli sessizce atar, karar vermeden önce, harekete geçeceği ana kadar araçlarını hazırlar ve sonra dünyaya Varlığı’nı gösterirken Kolunu sıvar ve gücünü sergiler.

Ama bizim şimdi bölümün olaylarını sıra ile izlememiz gerekiyor. “Levili bir adam kendi oymağından bir kız ile evlendi. Kadın gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce onu üç ay gizledi.” (1,2. ayetler) Bu doğal olay ne kadar sade bir güzelliğe sahip! Ve bizler bu Yahudi annenin duygularının aynısını ne kadar yakından hissedebiliriz! Kral, doğan her erkek çocuğun nehre atılmasını buyurmuştu (Mısır’dan Çıkış 1:22); ama hangi annenin yüreği çocuğunu ölüme teslim etmeye razı olabilirdi? Yüreğindeki her duygu bu tür bir davranışa isyan edecekti. Ama, çok yazık! Bu zalim kral, amansız bir buyruk vermişti; ve bu yoksul, zayıf ve aşağılanan bir ırkın güçsüz kadını mutlak bir kraliyet iradesine nasıl karşı koyabilirdi? Yeni Antlaşma’da, esinlenmiş olan şu yoruma bakalım: “Musa doğduğu zaman annesi ile babası, onu imanla üç ay gizlediler. Çünkü çocuğun güzel olduğunu gördüler ve kralın fermanından korkmadılar.” (İbraniler 11:23) Yersel egemenlerine sadakat borçlu olmaları doğru idi, ama aynı zamanda rablerin Rabbine de sadakat borçlu idiler ve O’na güvendikleri için kralın buyruğunun verdiği korkunun üstüne çıkarıldılar ve Tanrı’nın onlara verdiği çocuklarını üç ay gizlediler. Tanrı’ya güvendiler ve zihinleri karışmadı; çünkü O, Kendisine güvenenlerin hiç birini terk etmez, asla bırakmaz. Bu davranış, imanın en çok kutsanmış bir eylemidir, - ve iki şekilde olur. Gözlerini Tanrı’ya dikerek kralın kötü buyruğuna itaatsizlik etmeye cesaret ettiler ve bu davranışlarının sonucundan korkmadılar. Daha sonraki bir dönemde yaşayan Şadrak, Meşak, Abed-Nego gibi, kulluk ettikleri Tanrı’nın, kendilerini kralın elinden kurtaracağına inandılar (Daniel 3:16,17). Bu dünyanın egemenleri, iman uygulaması aracılığı ile Tanrı’yla bağlantıları olan kişilerin önünde güçsüzdürler.

Ama her şeye rağmen, bu “uygun çocuğun daha fazla gizlenemeyeceği” bir zaman geldi (ayet 3); Tanrı’nın düşmanının, Tanrı’nın halkının karşısındaki uyanıklığı artarak ortaya çıktı. Ama iman kaynaklarında asla eksiklik yoktur. Bu ifade ile uyumlu olarak, “çocuğun annesi hasır bir sepet alıp katran ve zift ile sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil nehri kıyısındaki sazlığa bıraktı.Çocuğun ablası, kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” (3,4.ayetler) İshak ve Samuel için olan, aynı şekilde Musa için de geçerliydi. En azından mecazi anlamda bile olsa ölümün bilinmesi gerekliydi; çocuğun Tanrı’nın hizmetinde bir araç olabilmesi için önce, ölüm hem anne babası hem de çocukları tarafından bilinmeliydi. Bu konu, bu bağlamda, fazlası ile dikkat çekicidir; burada sandık (sepet) için kullanılan sözcük, Kutsal Yazılar’da, Nuh ve evinin tufanda taşındıkları sandık sözcüğünün dışında hiç bir yerde kullanılmaz. Başka bir benzerlik daha mevcuttur. Nuh’un sandığı içerden zift ile sıvalıydı ve dışarıda zift yoktu. Yokevet, bu sandığı katran ve zift ile sıvadı. Nuh, tanrısal yönlendirme ile hareket etti ve bu yüzden orada zift olarak kullanılan sözcük aynı zamanda bir kefaret (Mısır’dan Çıkış 30:12; Eyüp 33:24) anlamına da gelir; yargının sularından kurtulmak için bir kefaretin bulunması gerektiği ile ilgili gerçeği üstü örtülü olarak ima eder. Ancak bu İbrani anne farklı türde bir zift kullandı ve bu nedenle tam gerçeği bilmedi – ama yine de bu davranışı ile kurtarılma ihtiyacını ifade etti, imanı buna sahipti ve böylece onun hasır sepetten sandığı, içindeki değerli yükü ile, bu ölüm nehrinin üzerindeki sazlıklar arasında güvenlik içinde yüzdü. Bu olayda belki tanrısal bir zeka yer almamıştı, ama gerçek iman mevcuttu ve bu iman Tanrı’nın yüreğinde her zaman bir karşılık bulur. Aynı zamanda, annenin değil de ablanın konu ile ilgilendiğine dikkat edin. Bu olay, insani bir zemin üzerinde kolayca açıklanabilirdi, ama bunun başka bir çözümü yok mudur? Anne inandı ve bunun sonucu olarak huzur içinde dinlenebildi; kendi yaşamından daha değerli olan çocuğunun nehrin üzerinde kalmasından rahatsızlık duymadı. Aynı şekilde Lazarus’un kız kardeşi Meryem de yücelik Rabbinin yattığı mezarda bulunmadı, çünkü O’nun ölümündeki gizemi kavramıştı. (Yuhanna 12:7)

Şimdi Tanrı’nın, Halkının imanına karşılık olarak nasıl hareket ettiği üzerinde düşünmeye geçelim. “O sırada firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, firavunun kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi.” (ayet 5) Tanrı’nın, bu olayın arkasında her şeyi kendi yüceliği için düzenlediğini görmek, çok güzel ve eğiticidir. Firavunun kızı kendi eğilimine ve keyfine göre hareket ediyordu ve tanrısal iradenin bir aracısı olduğunu bilmiyordu. Ancak her şey – yıkanmak için nehre inmesi, bunu yapmak için seçtiği zaman – Tanrı’nın, Halkının kurtarıcısı olacak olan çocuk hakkındaki amacı ile uyum içindeydi. Yine bu uyuma uygun olarak, sepeti gördü, yanına getirtti, açtı ve çocuğu gördü; “sepeti açtığında çocuk ağlıyordu.” (ayet 6) Bebeğin göz yaşlarının bile amacı vardı ve boşuna dökülmemişlerdi; bu .göz yaşları kraliyet soyundan gelen kadının şefkat duygularını harekete geçirdiler. Bebeğin, gizlenen bir bebek olduğunu anlayarak: “Bu bir İbrani çocuğu” derken, çocuğa acıyordu. (ayet 6) Bebek kardeşinin başına neler gelebileceğini görmek için kaygı içinde olanları izleyen abla, bu kritik anda bir bilgelik sözü alarak şöyle dedi: “Gidip bir İbrani sütnine çağırayım mı? Senin için bebeği emzirsin.” Firavunun kızı, “Olur” diye yanıtladı, “git, çağır.” Ve kız gidip çocuğun annesini çağırdı. (7,8.ayetler) Mısır kralının buyruğu üzerine nehre bırakılmış olan bebek Musa, böylece Firavunun kızının koruması altında annesine kavuştu. Ve büyüyene kadar orada kaldı ve sonra Yokevet, “onu firavunun kızına geri getirdi ve firavunun kızı çocuğu evlat edindi “Onu sudan çıkardım” diyerek adını Musa koydu.” (ayet 10) Musa’nın adı bile onu ölümden kurtarmış, egemen lütfu ve sevgisi ile yargı sularından dışarı çıkartmış Olan’ın gücünü ilan ediyordu. Böylece, Tanrı’nın, Halkını kurtarması için seçip belirlediği, Tanrı’nın, Halkı ile yaptığı antlaşmanın aracısı olmak üzere seçtiği kişi Firavun’un sarayının çatısı altında korunmaya alındı.

Bu dönem boyunca “Musa, Mısırlıların bütün bilim dallarında eğitildi. Gerek sözde, gerek eylemde güçlü biri oldu.” (Elçilerin İşleri 7:22)

Şimdi burada bize Musa’nın yaşamının başka bir dönemi sunulur. On birinci ayette ve onu izleyen ayetlerde bize tanımlanan olay meydana gelmeden önce kırk yıl geçmiştir. “Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyrederken bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. Çevresine göz gezdirdi; kimse olmadığını anladığı zaman, Mısırlı’yı öldürüp kuma gizledi. Ertesi gün gittiğinde, iki İbrani’nin kavga ettiğini gördü. Haksız olana, “Niçin kardeşini dövüyorsun” diye sordu. Adam, “Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?” diye yanıtladı. “Mısırlı’yı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” dedi. O zaman Musa korkarak, “Bu iş ortaya çıkmış!” diye düşündü. Firavun olayı duyunca Musa’yı öldürtmek istedi. Ancak Musa ondan kaçıp Midyan yöresine gitti ve bir kuyunun başında oturdu.” (11-15 ayetler; aynı zamanda bakınız Elçilerin İşleri 7:23) Bu öyküyü okurken şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: Musa’nın Mısırlı’yı öldürme eylemi, yapılan adaletsizlik karşısında cömert bir yüreğin hissettikleri ve bunun sonucunda verdiği bir tepkinin ötesinde bir şey değildi; intikam almak için duruma müdahale etmişti. Ama Tanrı’nın Ruh’u bu eylemi nasıl yorumladı? “Musa büyüyünce iman sayesinde firavunun kızının oğlu olarak tanınmayı reddetti. Bir süre için günahın sefasını sürmektense, Tanrı’nın halkı ile birlikte baskı görmeyi tercih etti. Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülü düşünüyordu. Kralın öfkesinden korkmadan imanla Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı. “(İbraniler 11:24-27)

Ama her şeye rağmen kendimizi korumamız gereken bir şey var: Tanrı’nın Ruhu’nun Mısır’dan Çıkış’ta kayıtlı olan tüm bu anlatımları onayladığı sonucuna varmaktan özenle kaçınmalıyız. Musa’nın benliğin enerjisi ile hareket ettiğine dair hiç bir kuşku yok. Ama şimdiye kadar kendi hiçliğini ve yetersizliğini henüz öğrenmemiş olmasına rağmen, yine de Tanrı için hareket etmeyi arzu etti. Ve Musa’nın Tanrı’nın önündeki eylemlerinin gerçek karakterini İbraniler mektubundan öğreniyoruz. Bir hata yapıldığı aşikardır, ama bu hata bir iman adamının hatası idi; bu iman adamının eylemleri Tanrı’nın gözünde değerli idi, çünkü doğal adamı ayartabilecek her şeyi reddetmek ve kendisini Tanrı’nın halkını ilgilendiren konular ile özdeşleştirmek için iman uygulaması ile ilgili olarak yetersizdi. Ancak Musa’nın yaşamındaki bu dönem daha özel bir dikkat gerektirir. Öncelikle, firavunun kızı olarak tanınmayı reddetmesi iman sayesinde oldu. Musa’nın böylesine görkemli bir konumdan vazgeçmesine sebep olabilecek başka hangi neden olabilirdi? Bunun yanı sıra böyle bir konuma insanı şaşırtan bir takdiri ilahi ile getirilmişti. Bu yüzden bu konumda kalması gerekmez miydi ve bu konum ile bağlantılı olan etkinliğini, aşağılanan kardeşleri yararına kullanması doğru olmaz mıydı? Üstünlük sağlayan böyle bir alandan vazgeçmek için ilahi takdirden kaçmak? Oysa ulusunun yararı uğruna tüm sarayı etkilemeyi garantileme konusunda başarılı olabilirdi. Ama genellikle dikkatlerin çekildiği bir konu olan İlahi Takdir, imana yönlendiren bir rehber değildir. İman, göz ile görülmeyen şeyler ile ilgilidir ve bu yüzden ilahi takdir ile ilgili olaylar ve koşullardan çıkartılacak sonuçlar ile çok ender olarak fikir birliği yapar. Hayır; bu dünyanın tanrısının (Firavun) etkisi, Rabbin halkının kurtarılması için hiç bir zaman kullanılamaz. Ve iman, bununla asla sığınak bulmaz ya da özdeşleştirilmez. İmanın nesnesi Tanrı’dır ve bu yüzden Tanrı’ya ait olan ile özdeşleştirilmesi ve Tanrı’ya karşı olan her şeye düşman olması gerekir. Bir başka kişinin dediği gibi, “Musa’yı, bulunduğu konumda kalması için teşvik eden ne kadar çok neden mevcut idi ve halkı için daha fazla şeyler yapabilme bahanesi altında bile konumundan vazgeçmeyebilirdi. Ama eğer bu şekilde davransaydı, bu, halk ve Tanrı arasındaki bağın farkına varması gerekirken bunu yapmayıp firavun’un gücüne dayanacağı anlamına gelirdi. O zaman bu durum, Tanrı’nın sevgisi ve gücü ile tamamlanmış olan Tanrı’nın sağladığı bir kurtarış ile değil, dünyanın ihsan ettiği bir özgürlük ile sonuçlanabilirdi. Musa böylelikle kendisini pek çok sıkıntıdan korumuş olurdu, ama gerçek görkemini de kaybetmiş olurdu. Firavunun gururu okşanmış olurdu, ve Tanrı’nın halkı üzerindeki yetkisinin farkına varırdı; ve Tanrı’nın, halkı ile olan değerli ve hatta görkemli ilişkisinin farkına varmak yerine firavunun gücüne dayanan İsrail, tutsaklık konumunda kalırdı. Tanrı, yüceltilmiş olmazdı; yine de tüm insan mantığı ve ilahi takdir ile ilgili yollar hakkındaki tüm muhakeme, Musa’yı, sahip olduğu konumda kalması için teşvik etmekteydi. Konumundan vazgeçmesine neden olan, iman idi.” Musa, konumundan vazgeçmekle, Tanrı’nın halkı ile birlikte sıkıntı çekmeyi tercih ettiğini gösterdi. Halkı ile özdeşleşmek, onun sadık yüreği için günahın zevklerinden daha çekici idi. Çünkü iman, her şeye Tanrı’nın varlığının ışığında bakar. Evet, Musa daha da yukarı çıktı; Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır’ın hazinelerinden – İsrail ile özdeşleştiği için aşağılanması – daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülün karşılığına saygı duyuyordu. İman, böylelikle, görünmeyende olduğu kadar gelecekte de yaşar. İman, ümit edilen şeylere güven duymaktır. Umut edilen şeylerin güvencesidir ve görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır; bu yüzden iman, Musa’nın yüreğini ve yolunu yönetti ve kontrol etti.

O zaman, “Soydaşlarının yanına gidip yaptıkları ağır işleri seyrederken” onu harekete geçiren, iman idi. (ayet 11) Ve hatta “soydaşlarından birine haksızlık edildiğini görerek onu savundu ve soydaşını döven Mısırlı’yı öldürerek ezilenin öcünü aldığı” zaman, “kardeşlerinin, Tanrı’nın, onun aracılığı ile kendilerini kurtaracağını anlayacaklarını” tahmin ediyordu.” (Elçilerin İşleri 7:24,25) Ve tahmin ettiği gibi olacaktı, ama henüz bunun zamanı gelmemişti. Musa’nın imanı, Tanrı’nın gözünde değerli olmasına rağmen, Tanrı onu henüz görevlendiremezdi. Aynı Petrus’un, yüreğindeki sevgi ne kadar büyük olur ise olsun, doğal enerji ile Mesih’i izleyemeyeceğini öğrenmesinin gerektiği gibi (Yuhanna 13:36), bu nedenle Musa’ya şu gerçeğin öğretilmesi gerekiyordu: İsrail’in kurtarılmasında Tanrı’nın gücünün dışında hiç bir silah görevlendirilemezdi. Bu nedenle, ertesi gün yine aynı yere gittiği ve iki İbrani’nin kavga ettiğini gördüğü zaman, onları barıştırmak istedi, ama Mısırlı’yı öldürmesi ile ilgili iğneli sözler işitti ve iki soydaşı tarafından reddedildi. ( 13,14. ayetler) Musa’nın ne yaptığını firavun da duymuştu ve Musa’yı öldürtmek istedi. Musa böylece, hem kardeşleri tarafından reddedildi, hem de dünya tarafından kendisine zulmedildi.

Bu noktadan itibaren Musa, reddedilişi nedeni ile Mesih’in bir örneği haline gelir; çünkü sevdiği kişiler tarafından reddedilir ve kaçmak zorunda kaldığından kardeşlerinden ayrı kalır. “İman ile Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı.” Musa iman yolunun kendisini çölde yaşayan yabancı bir halkın arasına yönlendirmesine rağmen, iman yolunu izlemeye devam etti. Ama Tanrı Hizmetkarına bir yuva sağladı ve ona Yitro’nun (Reuel) kızlarından birini eş olarak verdi. Böylelikle Sippora mecazi anlamda kilisenin bir örneği oldu, çünkü Musa’nın İsrail tarafından reddedilişi sırasında Sippora Musa ile ortak oldu. Ama Musa’nın yüreğinin hala halkı ile birlikte olduğu görülür ve Musa bundan dolayı doğan erkek çocuğuna Gerşom adını verdi ve şöyle dedi: “ Ben bu yabancı ülkede bir garibim.”(ayet 22) Öte yandan Yusuf, oğullarına, Manaşşe – “çünkü Tanrı çektiğim tüm sıkıntıyı ve baba evimi unutmamı sağladı;” ve Efrayim – “çünkü Tanrı sıkıntı çektiğim ülkede beni verimli kıldı” – adlarını verdi. Buradaki karşılaştırma çok eğiticidir ve Yusuf ve Musa’nın hangi özel görünümler aracılığı ile Mesih’in örnekleri olduklarını gösterir. Eğer Yusuf bizim için ölümü aracılığı ile tahtın sağ tarafına Ulusların üzerindeki bir konuma yükseltilen Mesih’i temsil ediyor ise, ve bu yüzden Kendisini açıklıyor ve Kardeşlerini kabul ediyor ise, Musa bizim için Mesih’i, İsrail’in Kurtarıcısı olarak daha yegane bir şekilde temsil etmektedir. Ve bundan dolayı reddediliş zamanı sırasında evlenmesine rağmen, ve böylelikle Mesih’in kilise dışında bir tür örneği olurken, yüreği hala İsrail halkı ile birliktedir ve bu nedenle Musa yabancı bir ülkede bir gariptir.

Son üç ayet önümüze halkın içinde bulunduğu koşulları koyar ve aynı zamanda Tanrı’nın sadakatini ve sevgisini açıklar. Bu konular aslında bir sonraki bölüme ait olan konulardır.

Bu bir kaç sözcük ile temeli attıktan sonra, şimdi bir sonraki olaya bakalım ve Tanrı’nın Musa ile nasıl ilgilendiğini görelim.

Bölüm 3

Musa’nın Görevleri

Mısır’dan Çıkış 3-4

MUSA çölde iken, kırk yaşlarında idi, gelecekteki görevi için ihtiyaç duyduğu dersleri öğreniyor ve Tanrı’nın halkının kurtarıcısı olarak Tanrı adına hareket etmek için yeterli kılınıyordu. Firavunun sarayındaki eski yaşamı ile karşılaştırıldığı zaman ne kadar zıt bir tablo! Sarayda iken çevresini saran, çağının tüm lüks ve zarafeti; burada çölde ise sadece kayınpederi Yitro’nun sürüsünü güden basit bir çoban. Kırk sayısı, görüldüğü gibi denenme sayısıdır, örneğin, İsrailoğullarının çölde geçirdikleri kırk yıl; aynı zamanda kutsanmış Rabbimizin kırk gün denenmesi. Bu yüzden, Musa’nın çöldeki bu yaşamı bir denenme süresi idi – hem Musa’nın ne olduğunun hem de Tanrı’nın Musa için ne olduğunun kanıtlanması için denenme; ve bu iki şey, hizmet için karakterimiz hazırlanmadan önce mutlaka öğrenilmesi gereken iki şey. Tanrı bu yüzden her zaman onları Kendi amaçlarının tamamlanması için görevlendirmeden önce çöle gönderir. Tanrı’nın huzuruna tam olarak getirilebileceğimiz tek yer, burasıdır. Ancak orada, Tanrı ile birlikte iken, insani güç kaynaklarının tamamen boş olduklarını ve O’na olan tam bağımlılığımızı fark edebiliriz. Kendimizi insanların usandıran meşguliyetlerinden geri çekmek ve Tanrı ile baş başa kalarak dünyaya kapanmak, kendimiz, ve Tanrı’nın istekleri ve hizmeti ile ilgili O’nun düşüncelerini O’nunla paydaşlık ederek öğrenmek, çok bereketlidir. Gerçekten de Tanrı ile birlikte kalarak uzun zaman geçirmek, her gerçek hizmetkar için sürekli bir gerekliliktir; ve bunun unutulduğu yerde genellikle Tanrı, yüreğinin yumuşaklığı ile Elinin disiplin eden işleri aracılığıyla hatırlatma yapar.

Tanrı’nın, halkının ihtiyaç duyduğu konuya müdahale etmeye başlayabildiği zaman, en sonunda gelir. Ama, bağlantıyı hatırlayalım. İlk bölümde halkın tutsaklık içinde olduğu görülür; ikinci bölümde Musa doğar ve Firavunun evine girer. Sonra Tanrı halkının kaderine bağlanır ve sevgisinin sıcaklığı nedeni ile Tanrı halkının hatalarına çözüm getirmek ister. Ama bu isteği reddedilir ve o da çöle kaçar. Kırk yıl sonra şimdi seksen yaşındadır, ve artık Mısır’a geri gönderilmesi gerekir. Üçüncü ve dördüncü bölümler Tanrı’nın ona verdiği görevin öyküsünü ve onun bu görev konusundaki isteksizliğini içerirler. Ama bu noktaya varılmadan önce, ikinci bölümün sonunda kısa bir önsöz vardır – bağlantısı ile ilgili olarak gerçekten üçüncü bölüme ait olan – bu önsöz Tanrı’nın, halkının kurtarılması için harekete geçtiği zamanı açıklar. Bize önce, Mısır kralının öldüğü söylenir, ama onun ölümü İsrailoğullarının durumuna herhangi bir teselli getirmedi. Öte yandan, İsrailliler “hala kölelik altında inliyor ve feryat ediyorlardı. Sonunda yakarışları Tanrı’ya erişti. Tanrı iniltilerini duydu; İbrahim, Yakup ve İshak ile yaptığı antlaşmayı anımsadı. İsrailliler’e baktı ve onlara ilgi gösterdi.” (Mısır’dan Çıkış 2:23-25) İçinde bulundukları durum Tanrı’nın yüreğine dokundu, onlara acıyan merhametini gösterdi, ama üzerinde hareket ettiği temel, onların ataları ile yaptığı antlaşmada ifade edildiği gibi, Tanrı’nın egemen lütfu idi. Meryem ve Zekeriya’nın, Kurtarıcı’nın habercisi Yahya’nın ve Kurtarıcı’nın doğumu ile ilgili olarak söyledikleri övgü şarkılarıyla kutladıkları Merhameti ve Sözü’ne olan Sadakati atalarına gösterdiğinin aynısı idi. “atalarımıza söz verdiği gibi, İbrahim’e ve onun soyuna sonsuza dek merhamet etmeyi unutmayarak kulu İsrail’in yardımına yetişti.” Ve yine, “Bizim için güçlü bir kurtarıcı (bir kurtuluş boynuzu) çıkardı … böylece atalarımıza merhamet ederek kutsal antlaşmasını anmış oldu; atamız İbrahim’e ant içerek söz vermişti,” v.b. (Luka 1:54, 55, 68-73) Tanrı’nın, verdiği sözü unutması imkansızdır ve eğer sözünü yerine getirmeyi geciktirir ise, bunun nedeni yalnızca değişmez lütfunun ve sevgisinin daha parlak bir şekilde gösterilmesi içindir.

“Musa kayınpederi Midyanlı kahin Yitro’nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı’na, Horev’e vardı. Rabbin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.” (Mısır’dan Çıkış 3:1,2)

Tanrı’nın, halkına göründüğü zamanları izlemek ve her birinin, durumun özel koşulları ile kurduğu ilişkinin nasıl olduğuna dikkat etmek çok ilgi çekicidir. (Bakınız Yaratılış 12, 18, 32; Yeşu 5 v.b.) Burada, Musa’nın gönderilmek üzere olduğu görev ile ilgili çarpıcı bir durum ile karşılaşırız. Burada ihsan edilen görüm ile ilgili üç bölüm mevcuttur – Rab, ateşin alevi ve çalı. Önce, Musa’ya Rabbin meleğinin göründüğünün söylendiğine dikkat edin (ayet 2); ve sonra Rab Musa’nın yan tarafa dönerek yaklaştığını gördü ve Tanrı çalının içinden ona seslendi. (ayet 4. Yaratılış 22: 15, 16 ile karşılaştırın) Böylelikle, Rabbin meleği, Yehova, yani Tanrı ile özdeşleşir; ve Eski Antlaşma Yazılarındaki Rabbin meleğinin tüm bu görünümlerinde Tanrı Oğlu’nun, gelecekte beden alması ile ilgili ön örneğe sahip olduğumuz konusunda hiç bir kuşkuya yer yoktur. Ve bu yüzden tüm bu olaylarda Rabbin meleği, kutsal Üçlü Birliğin İkinci Kişisi olan Tanrı Oğlu’dur. Yanan ateşin alevi, Tanrı’nın kutsallığını gösteren bir semboldür. Bu çeşitli şekiller ile, özellikle sunağın üzerindeki kurbanları yakıp tüketen ateş ile gösterilir; ve İbraniler mektubunda “Tanrımız’ın yakıp tüketen bir ateş” olduğu ifadesine rastlarız. Her şeyi Kendi kutsallığına uygun olarak denemeden geçirir ve böylece taleplerini karşılamayan her şeyi yakıp tüketir. Çalı, İsrail’in bir sembolü olarak düşünülmüştür. Ateşin en kolay yakıp tükettiği şey, bir çalıdır; ve bu öyküde İsrail ulusunu temsil etmek üzere seçildi – Mısır fırınında yanan İsrail ulusu – ateş, çalının çevresinde tüm gücü ile yanıyor ama onu tüketmiyordu. Bu nedenle, bu olay Musa’nın yüreği için – eğer doğru olarak anlayabildi ise - ateş ne kadar şiddetle yanarsa yansın ulusunun korunacağına dair teselli eden bir güvence idi. Bir başka kişinin ifadesine göre yorum şöyle idi: “bununla Musa’nın yüreğine sunulan bir imaj kast ediliyordu – çölde bir çalı, yanıyor ama tükenmiyor. Böylelikle, Tanrı’nın, İsrail halkı arasında çalışacağına dair hiç bir kuşkuya yer kalmıyordu. Musa’nın ve halkın bunu bilmeleri gerekiyordu. Zayıflık ve güçsüzlüklerinde O’nun gücünün seçilmiş kasesi olacaklar ve bu durum O’nun merhameti sayesinde sonsuza kadar böyle devam edecekti. Bizim Tanrımız’ın yaptığı gibi, onların Tanrısı, Kendisinin yakıp tüketen bir ateş olduğunu kanıtlayacaktı. Kutsal, ama sınırsız bir hak edilmeyen iyilik! Çünkü, bir yandan, O’nun yakıp tüketen bir ateş olduğu kesindir; çalı ise zayıftır ve yok olması kolaydır, ama her şeye rağmen Tanrı’nın kalbur içinde kalan çerçöpü ve adil yargıları ne olursa olsun, aynı şekilde insanın denemeleri ve arayışları neler olursa olsun, Tanrı onlara acıdığını, gücüne rağmen (ve böyle olduğu burada kesindi), onları desteklediğini ve denemeyi yalnızca iyilik için kullandığını kanıtlayan açıklamada bulunur. Denemeyi hiç kuşkusuz Kendi yüceliği için kullanır, ama aynı zamanda denemenin sonucunun Kendisine ait olanlara yarar sağlayacağı da kesindir.”

Bu dikkat çekici görünümden etkilenen Musa “döner ve görmek için yaklaşır” (ayet 4). Tanrı, onun yaklaştığını görünce çalının içinden ona adı ile seslenir. Ama Musa’ya, Tanrı’nın yüce huzurunun kutsallığının hatırlatılması gerekir. “Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar, çünkü bastığın yer, kutsal topraktır.” (ayet 5. Çölde Sayım 5:1-3; Yeşu 5:15, v.b. ile karşılaştırın) Tanrı’ya yaklaşan herkesin öğrenmesi gereken ilk ders budur – Tanrı’nın kutsallığının farkına varmak. O’nun bir lütuf ve merhamet Tanrısı olduğu ve aynı zamanda sevgi olduğu doğrudur; ama O, kutsal bir Tanrı olduğu için, lütufkar, merhametlidir ve sevgidir. Ve eğer Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhında merhamet ve gerçek karşılaşmasaydı ve doğruluk ve esenlik öpüşmeselerdi, Tanrı, Kendisini bu kutsanmış nitelikleri ile hiç bir zaman gösteremezdi. Ancak ayaklarımızdan ayakkabılarımızı çıkartmadıkça – ilişki kurduğumuz Kişi’nin kutsallığını hatırlayarak – O’nun zihninin ve iradesinin lütufkar iletişimlerini hiç bir zaman alamayız. Bu yüzden burada karşımıza çıkan diğer konu, O’nun Kendisini Musa’ya “babasının, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı” olduğunu açıklamasıdır.” (ayet 6) Bu açıklama, Musa’nın canını harekete geçirmek için hazırlandı ve hedefine ulaştı – çünkü Musa, önünde konuştuğu Kişi’ye yüreğinde eğilir.” (Bakınız 1 Krallar 19:13) Bunun üzerine Yehova, görünmesinin amacını Musa’ya bildirir.

“Rab, ‘Halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm’ dedi. ‘Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum. Bu yüzden onları Mısırlıların elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye,

Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim. İsrailliler’in feryadı bana erişti. Mısırlılar’ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum. Şimdi gel, halkım İsrail’i Mısır’dan çıkartmak için seni firavuna göndereyim.’” (7-10. ayetler)

Bu iletişimin düzeni çok eğiticidir. (1) Tanrı, Kendisini İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı olarak açıklar. Tüm eylemlerinin temeli, Tanrı’nın Kendi karakteridir. Bu dersi – Tanrı, motifini her zaman Kendi içinde bulur - öğrenmek, canı çok güçlendirir. Yaptıklarının temeli, bizim ne olduğumuz değil, O’nun ne olduğudur. (Efesliler 1:3-6; 2 Timoteos 1:9,10 ile karşılaştırın) (2)Tanrı’nın eyleminin nedeni, Halkı’nın içinde bulunduğu durumdu. “Halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm. Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum,” v.b. (ayet 7 ve sonra gelen) Ne kadar sonsuz bir şefkat! İsrailoğullarının Tanrı’ya feryat ettiklerini gösteren tek bir sözcük yoktur. Tutsaklıkları nedeni ile inlediler ve feryat etiler, ama bu, yüreklerinin Tanrı’ya dönüş yaptığını göstermiyor. Ancak onların sefil durumları, Tanrı’nın yüreğine dokunmuştu, “Acılarını biliyordu, bu yüzden onları kurtarmak için geldi.” Bu nedenle, “Tanrı ise bizi sevdiğini şunla kanıtlıyor: Biz daha günahkar iken, Mesih bizim için öldü.” (Romalılar 5:8) (3)Tanrı’nın amacı, halkını Mısır’dan kurtarmaktı, “ve onları geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götürmekti.” (ayet 8) Mısır ve Kenan arasında hiç bir şey yoktu. Çöl görünmüyordu. Aynı şekilde, Romalılar kitabında şu ifadeyi okuruz: “Akladıklarını da yüceltti.” Böylelikle, genellikle belirtilen bir şeyi, yani çölün, Tanrı’nın amacında yer almadığını öğreniyoruz. Çöl, O’nun yollarına aittir, amaçlarına değil; çünkü benlik, çölde denenir, öyle ki, Tanrı’nın ne olduğunu öğrendiğimiz gibi kendimizin de ne olduğumuzu öğrenelim. (Bakınız Yasa’nın Tekrarı 8) Ama konu Tanrı’nın amaçları ile ilgili olduğu zaman, kurtarış ve yücelik arasında hiç bir şey mevcut değildir. Bu nedenle gerçek şudur: Horev’den Seir Dağı yolu ile Kadeş-Barnea’ya gitmek on bir gün sürer. (Yasa’nın Tekrarı 1:2) Ama İsrailoğulları, imansızlıkları nedeni ile bu mesafeyi kırk yılda tamamladılar. (4) Musa, kurtarıcıları olarak görevlendirildi. Feryatları Kendisine yönelik olmasa da Rab halkın feryadını duydu ve sıkıntısını gördü. Ve bu yüzden halkını Mısır’dan çıkartması için Musa’yı firavuna gönderecekti. (9,10. ayetler)

Şimdi Musa’nın açısından başarısızlığın çok üzücü bir görünümüne bakacağız. Musa, Mısır’da iken, gönderilmeden önce kendi enerjisinin iradesi ile koştuğu zaman, kardeşlerini özgür kılabileceğini ya da en azından onların hatalarını düzeltebileceğini düşündü. Ama şimdi çölün “benliğe boyun eğdiren ıssızlığında” kırk yıl geçirdikten sonra, Rabbin kendisine emanet edeceği harika görev konusunda hizmet etmek için yalnızca isteksiz değildi, ve Yehova’nın yumuşak sabrını ve katlanışını bezdirinceye ve O’nu öfkelendirinceye kadar itiraz üstüne itiraz etti. (Mısır’dan Çıkış 4:14) Ama Musa’nın yaptığı her yeni hata, O’nun daha büyük lütuf gösterdiğini kanıtlaması için bir fırsat oldu – Rabbin sesine itaat etme konusunda geride kalması yüzünden Musa tüm yaşamı boyunca sıkıntı çekmesine rağmen bile. Benliğin sefil tarihçesi! Şimdi gereğinden fazla ilerde olmak ve şimdi gereğinden fazla geride kalmak. Tanrı’nın tüm isteğini her zaman yerine getiren yalnızca tek bir Kişi’dir – ve bu Kişi, mükemmel hizmetkar, Rab İsa Mesih’tir. Musa’nın çıkardığı zorluklara şöyle bir bakalım:

“Musa, ‘Ben kimim ki, firavuna gidip İsraillileri Mısır’dan çıkarayım?’ diye karşılık verdi. (ayet 11)

Ben kimim ki?” Bir hiç olduğumuz duygusuna sahip olmamız oldukça doğrudur. Çünkü herhangi bir şeyin bizden olduğunu düşünecek kadar yeterli olmadığımız kesindir. Ama aynı zamanda Tanrı ile her şey olduğumuzu düşünmemiz doğrudur. Çünkü O, göreve gönderdiği zaman, bizim ne olduğumuz değil, O’nun ne olduğu önemlidir. Ve O’nun yetkisi ve gücü ile kuşatılmak asla küçümsenecek bir şey değildir. Davut, Golyat’a yaklaştığı zaman bu dersi öğrenmişti; çünkü Golyat’ın sataşmalarına şu yanıtı verdi: “Meydan okuduğun İsrail ordusunun Tanrısı Her Şeye Egemen Rabbin adı ile senin üzerine geliyorum.” (1 Samuel 17:45) Musa’nın bu itirazı, bu yüzden güvensizlikten başka bir şey değildi. Bu ifade, kendisine verilen yanıtta açıkça görülür, “KUŞKUN OLMASIN, BEN SENİNLE OLACAĞIM: Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır’dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız.” (ayet 12). Tanrı’nın varlığı, Musa’nın görevi için hem koruyucu hem de Musa’nın gücünün kaynağı olacaktı. Rab, daha sonra Yeşu’ya aynı şeyi söyledi: “Seninle birlikte olacağım. Seni terk etmeyeceğim, seni yüz üstü bırakmayacağım. Güçlü ve yürekli ol.”(Yeşu 1:5,6) Rab, hizmetkarının ihtiyacını bilir ve ona güven sağlayan bir kanıt vererek güçsüzlüğü için tedarikte bulunur – yüreğinin hilekarlığı onu kuşku duymaya yönlendirir ise – şöyle diyebilecek gücü olsun, “Şimdi tanrısal görevim ile ilgili bir kanıta sahibim.” Tereddüt ve korkularının dağılması için bunun yeterli olacağı kesindi. Musa’nın yanıtına kulak verelim:

“Musa şöyle karşılık verdi: ‘İsraillilere gidip, ‘Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi’ desem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?’” (ayet 13)

Tanrı, Kendisini, Musa’ya daha önceden atalarının Tanrısı olarak açıklamıştı – ve bu açıklamanın yeterli olması gerekirdi, ama kuşkuları ve korkuları asla hiç bir şey tatmin edemez. Burada İsrail’in durumu ile ilgili olarak verilen dıştan gelen bir anlık göze ilişme mevcuttur; İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı’nın adını bilememe olasılıkları üzerinde durulur! Tanrı zayıf ve tereddüt eden hizmetkarına lütfu ile katlanır ve onu şöyle yanıtlar:

“BEN BEN’İM: İsraillilere de ki: ‘Beni size BEN BEN’İM diyen gönderdi.” (ayet 14.) Bu, Tanrı’nın öz varlığının ifadesidir – Adı, Kendiliğinden Var Olan’dır; ve bu Adı ile sonsuz varlığını onaylamış olur. İsa Mesih, inanmayan Yahudilere konuştuğu zaman ileri sürdüğü adı buydu “İbrahim var olmadan önce BEN VAR’IM.” (Yuhanna 8:58) Ancak hepsi bu kadar değil. Tanrı, öz varlığı hakkında açıklamada bulunduktan sonra sözlerine şunu ekler: ”İsrailliler’e de ki: ‘Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı Yahve gönderdi. Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.” (ayet 15) Bu Tanrı tarafından gösterilen saf lütuftur. O’nun kendi öz adı, “BEN BEN’İM’dir; ama yeryüzünü yönetmesi ve yeryüzü ile ilgili ilişkisi hakkındaki adı – tüm kuşaklar tarafından hatırlanması gereken – İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı’dır. Bu durumda Tanrı tarafından ziyaret edilmek ve O’nun adı ile anılmak İsrail’e çok özel bir ad sağlamış olur.” Bu ad, İsrail’in, gerçekten Tanrı’nın egemen lütfu tarafından seçildiğine işaret eder. Ve ataları uğruna sevildiklerini gösterir; ve aynı zamanda İsrail’in sonsuza kadar Tanrı’nın yollarının merkezi olacağına ilişkin gerçeği açıklar ve bu yüzden tüm dünyaya dağıtılmış olan yargı altındaki İsrail’in yersel bereket döneminin hala ertelendiğini ortaya koyar.

Sonuç olarak Tanrı’nın Mısır’a inip halkını kurtarması be ad ile oldu; çünkü Tanrı adını belirtir belirtmez, kendisi ile ilişki konumuna getirdiği halkına O’nun merhamet ve sevgisini talep etme hakkına sahip olması için lütfederek izin vermiş olur. Bu nedenle, şimdi Musa’ya verilen ayrıntılı talimatlar (16-22. ayetler), Tanrı’nın firavun ile olan çatışmasının tüm tarihini kapsarlar; son konu, Halkının kurtarılışıdır. Öncelikle, Musa İsrail’in ileri gelenlerini birleştirmek için emir alır, öyle ki, onlara atalarının Tanrısı RAB’bin kendisine görünmüş olduğunu ve onlara olan lütfunun amaçlarını onları Mısır’daki zulümden çıkartıp süt ve bal akan bir diyara götürmek ile göstereceğini ilan edebilsin. (16-22. ayetler) Halkın, Musa’yı dinleyeceği, Musa’ya önceden söylenir; ve Musa’nın ve halkın birlikte firavuna gidecekleri, Tanrıları Rabbe kurban sunabilmeleri için çölde üç gün sürecek bir yolculuğa çıkmak amacı ile firavundan izin isteyecekleri belirtilir. (ayet 18) Musa, sonra, firavunun bu isteğe inatçı bir şekilde karşı koyacağına dair önceden uyarılır; ama aynı zamanda kendisine, Tanrı’nın Mısır kralı ile bizzat ilgileneceği ve kralı onların gitmesine izin vermesi için zorlayacağı da söylenir.

Ayrıca, gittikleri zaman, elleri boş gitmeyecekler, ama Mısırlıları soyacaklardı.

(19-22. ayetler) 1 Bu eğitici bilgiler tüm zamanlar için önem taşırlar; çünkü Tanrı’nın ön bilgisinin kesinliği konusundaki tüm kuşkuların ötesine geçerler. Tanrı, karşısında kimin olduğunu ne gibi bir direniş ile karşılaşacağını ve nasıl üstün geleceğini biliyordu. O, her şeyi başlangıçtan sona kadar gördü. Tüm bunlar zayıf yüreklerimizi ne kadar da güzel teselli ediyor! Tanrımız tarafından önceden bilinmeyen hiç bir güçlük ya da deneme yoktur; O bu güçlük ya da deneme için önceden lütfu ile her şeyi tedarik etmiştir! Bizim nihai zaferimiz için gerekli olan her şey ve bu durumdan O’nun O’nun kurtaran gücünün sergilenmesi aracılığı ile zafer ile çıkmamız önceden tasarlanmış ve düzenlenmiştir. Musa’nın, kesinlikle şimdiye kadar razı olması gerekirdi.

“Musa, ‘Ya bana inanmazlar ise?’ dedi, ‘Sözümü dinlemez, ‘Rab sana görünmedi’ derler ise, ne olacak?’ (Mısır’dan Çıkış 4:1)

Bundan daha küstah bir inançsızlık olabilir miydi? Rab, ona, “Sözünü dinleyecekler” demişti. Musa, “Bana inanmayacaklar” diye karşılık verdi. Rab, Kendisine, böyle açıkça yüzüne karşı çıkmaya cesaret ettiği hizmetkarını tamamen reddetse idi, bu şaşılacak bir şey mi olurdu? Ama Rab öfkelenmekte yavaştır ve merhameti büyüktür; ve bu olay Tanrı’nın şefkatinin ne kadar derin olduğunu ve sabırlı yüreğinin ne kadar uzun süre katlandığını ortaya koyan bir güzellik ile doludur. Tanrı bu nitelikleri nedeni ile hizmetkarına katlanacak, daha fazla lütuf gösterecek ve hatta onun güçsüzlüğünde Gücünü göstermek için mucizevi belirtiler dahi verecek ve onun inançsızlığını yok edecektir. “Ve Rab ona, ‘Elinde ne var?’ diye sordu. Musa, ‘Değnek’ diye yanıtladı. RAB, ‘Onu yere at’ dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu: Musa yılandan kaçtı. Rab, ‘Elini uzat, kuyruğundan tut’ dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu. RAB, ‘Bunu yap ki, ataları İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un Tanrısı Rab’bin sana göründüğüne inansınlar’ dedi.” (Mısır’da Çıkış 4:2-5) Hatta, bu belirtiye başka iki belirti daha eklendi. Rab, “Sonra elini koynuna koy’ dedi. Musa elini koyuna koydu. Çıkardığı zaman eli, bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu. Rab, ‘Elini yine koynuna koy’ dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli yine eski haline dönmüştü.” (6,7.ayetler) Sonra, ilk ya da ikinci belirtiye inanmadıkları takdirde, ikna olmaları için bir üçüncü belirti daha eklendi. Musa Nil nehrinden biraz su alıp kuru toprağa dökecekti ve ırmaktan aldığı bu su toprakta kana dönecekti. (ayet 9) Bu belirtiler önemlidirler, özellikle konu ile olan ilişkiler açısından gözlemlendikleri takdirde dikkat çekicidirler. Kutsal Yazılar açısından bir değnek, yetkiyi, gücü sembolize eder. Yere atıldığı zaman, bir yılana dönüşür. Yılan, şeytanın çok iyi bilinen bir amblemidir; ve bu yüzden şeytani gücü temsil eder. İsrailoğullarının Mısır’da yaşadıkları zulmün nedeni de tam olarak buydu. Ama Musa, Rabbin sözünü dinleyerek elini ileri uzatır ve yılanı kuyruğundan tutar ve yılan tekrar değnek haline dönüşür. Böylelikle, şeytana ait olan güç Tanrı tarafından yeniden kullanılarak bir cezalandırma ya da yargılama değneği haline gelir. Bu yüzden bu değnek Musa’nın ellerinde, Tanrı’nın yetkisi ve adaletinin gücü haline dönüşür. Cüzam, benlikte ortaya çıkan, kirletici günahın bir örneğidir; bedenin tümünü kirletir. Bu yüzden ikinci belirti bizim için günahı ve bildiğimiz gibi yalnızca Mesih’in aracılığı ile gücü kırılan şifasını temsil eder. Tanrı Oğlu İsa Mesih’in kanı, tüm günahtan temizler. Su, tazelenmeyi temsil eder – Tanrı’dan gelen yaşam kaynağı ve tazelenme; ama yeryüzüne döküldüğü zaman yargı ve ölüme dönüşür. Bu tür belirtiler ile donatılmış olan Musa, Mısır’a kesinlikle geri dönebilir ve en kuşkucu kişiyi bile ikna edebilir. Ama hayır, Musa’nın kendisi hala ikna olmamıştır; ve bu yüzden de şimdi şöyle bir karşılık verir,

“Aman ya Rab! Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum, Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.” (ayet 10)

Bu itiraz, Musa’nın iman görüşüne engel olan benliğin onun gözündeki mertek olduğunu açık bir şekilde gösterir. Çünkü İsrail’in özgürlüğünü sağlayacak olan, Musa’nın güzel konuşması mı yoksa Rabbin gücü müydü? Musa sanki her şey onun insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine bağlı imiş gibi konuşur; sanki doğal insana gittiği zaman insan gücüne dayanarak konuşacaktı. Bu hata ne kadar da sık yapılır; hatta Tanrı’nın Kilisesi’nde bile bu hata mevcuttur! Güzel konuşmak Hıristiyanların bile arzu ettikleri bir şey olduğu için buna Tanrı gücünün ötesinde bir yer verilir. Bu yüzden Hıristiyanlık kürsüleri konuşmakta yavaş olmayan kişiler ile doludur ve hatta teorik olarak gerçeği bilen kutsallar bile göz kamaştıran armağanların çekiciliğine kapılırlar. Ve iletilen gerçeğin dışında kalan uygulamalardan keyif alırlar. Oysa Pavlus’un düşüncesi, onlarınkinden ne kadar farklıydı. “Kardeşler, Tanrı ile ilgili bildiriyi duyurmak için size geldiğim zaman, söz ustalığı ile ya da üstün bilgelik ile gelmedim. Sözüm ve bildirim, insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine değil, Ruh’un kanıtlayıcı gücüne dayanıyordu.” (1 Korintliler 2:1,4) Tanrı bu nedenle genellikle, güzel konuşanlardan çok, “yavaş konuşanları” kullanır; çünkü bu gibi durumlarda insan bilgeliğine dayanan hiç bir ayartma yoktur, her şey Tanrı’nın gücünden kaynaklanır. Yehova’nın, şimdi Musa’ya öğrettiği ders – aynı zamanda içeriğinde azara da yer veren bir ders – budur. “Kim ağız verdi insana? İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim? Şimdi git, ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim.” (11,12.ayetler) Kul, daha fazlasını talep edemezdi, ama Tanrı’nın bize verdiği görev konusunda kendimize yücelik getirmememiz çok önemlidir, bunu unuttuğumuz takdirde tehlike ortaya çıkacaktır. Kendimizi onurlandırmanın aksine, elçi Pavlus gibi bizim de” kişisel varlığı etkisiz, konuşma yeteneği de sıfır” olan kişiler olarak görülmemiz doğru olur. (2 Korintliler 10:10); ama eğer biz Tanrı gücünün araçları yapılıyor isek, bunun ne zararı olabilir? Kulun, yalnızca Rabbin yüceltilmesi için, kendisinin hiç bir şey olmadığını öğrenmesi gerekir. Ama görünen o ki, Musa bir şey olmayı arzu etti ve bu beklentisi onu sıkıntıya soktu ve bu davranışının nedeni aynı zamanda kendi yetersizliğinden de kaynaklanmış olabilir, Rabbin lütfuna ve alçakgönüllülüğüne karşı koymuyor; böylesine zor bir görevden azat edilmesini istiyor ve bu yüzden şöyle diyor:

“Aman, ya Rab! Ne olur, benim yerime bir başkasını gönder!” (ayet 13)

Bu ifadenin anlamı şudur: “Kimi gönderirsen gönder, ama beni gönderme.” Bu şekilde beş kez Rabbin buyruklarına karşı itirazlarda bulundu, O’nun katlanışı ve merhameti nedeni ile buna cesaret etti. Ama o zaman Rab Musa’ya öfkelendi ve şöyle dedi: “Ağabeyin Levili Harun var ya! Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek. Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim. O sana sözcülük edecek, senin yerine halk ile konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın. Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin.” (14-17. ayetler) Musa’nın duraksaması böylece yenilgiye uğratıldı. Ama Tanrı, Musa’nın, O’nun Sözü’ne itaat etmesi konusundaki isteksizliği nedeni ile yine de öfkelenmiş oldu. Musa çok şey kaybetti. Bu durum nedeni ile Harun Musa’nın yanına verildi ve böylelikle insanların önündeki en seçkin yere sahip olmuş oldu; çünkü Harun kardeşinin sözcüsü olacak idi. Ancak yine de Rab yumuşak lütfu ile kulu Musa’ya Kendi huzurundaki ilk yeri ayırır; ona Kendisi ve Harun arasındaki iletişimin aracısı olma onurunu ve ayrıcalığını verir. Harun, Musa için bir “ağız” olacak idi ve Musa ise Harun’a Tanrı gibi olacak idi; iletilecek mesajı Harun’a verecek olan Musa idi. Tanrı’nın amaçlarına engel olunamaz; ama bizler inatçılık ve itaatsizlik nedeni ile sıkıntı çekebiliriz. Aynı şey Musa için geçerli idi. Daha sonra, çölde kırk yıl kaldığı sırada, Rabbin yalnızca Kendi ellerine teslim etmesini arzu ettiği güveni reddetmesine neden olan inançsızlığı için sonradan kim bilir ne kadar çok kez hayıflanıp üzülmüştür! Sonunda yetki değneği Musa’ya verilir – görevinin onaylandığına dair mucizevi bir belirti olan Tanrı’nın gücünü bu değnek ile gösterecekti. Bu değnek, tüm kariyeri boyunca en önemli rolü oynar ve değneğin görünümünün ve kullanımının ne gibi fırsatlar sağladığını görüp incelemek çok eğiticidir. Burada, görevinin belirtisi olduğu gibi hizmetinin bir mührüdür de. Çünkü gerçekte, Musa, Tanrı’nın halkını Mısır’dan çıkartmak için Tanrı’nın yetkisi ile donatıldı.

Musa şimdi Mısır’a geri dönmek için kayınpederi Yitro’nun iznini ister. Tanrı, yolu hazırlamıştı ve bu yüzden Yitro Musa’nın gitmesine razı oldu ve ona, “Esenlikle git” dedi. (ayet 18) Rabbin gözü kulunun üzerindedir, onunla ilgilenir, yüreğindeki duygulara önem veriri ve hatta şu sözleri söyleyerek onun korkularını da yatıştırır, “Mısır’a dön, çünkü canını almak isteyenlerin hepsi öldü.” (Matta 2:20 ile kıyaslayınız) Böylece Musa karısını ve oğullarını yanına aldı; onları eşeğe bindirdi; Tanrı’nın buyurduğu değneği de eline alıp Mısır’a doğru yola çıktı.” (19, 20.ayetler) Daha sonra Rab ona başka bilgiler de verir ve hatta firavunun Halkının gitmesine izin vermek zorunda kalacağını ve nihai yargısının nasıl olacağını da açıklar. Hatta daha fazlasını bile: Tanrı, Musa’ya lütfu aracılığı ile İsrail’le sahip olduğu gerçek ilişki konusunda bile öğretiş verir. Şu açıklama ilk kez yapılır: “İsrail, benim ilk oğlumdur, hatta İlk Doğanım’dır,”; Mısır’ın üzerine inen yargının karakterini de belirleyecek olan işte bu açıklamadır. “Sana, bırak oğlum gitsin, bana tapsın, dedim. Ama sen onu salıvermeyi reddettin. Bu yüzden senin ilk oğlunu öldüreceğim.” (22, 23. ayetler; Çölde Sayım 8:14-18 ayetleri ile karşılaştırın)

Musa’yı görevine hazırlamak için şimdi geriye tek bir şey kalmıştır. Musa’nın, Tanrı’nın gücünün kanalı yapılabilmesinden önce, kendi sorumluluğunun dairesi içinde sadakatin mevcut olması gerekir. Gücün dünyaya gösterilmesinden önce evde itaatin sağlanması lazımdır. Bu gerçek, şu olayı açıklar: “Rab, yolda bir konaklama yerinde Musa ile karşılaştı, onu öldürmek istedi. O anda Sippora keskin bir taş alıp oğlunu sünnet etti, derisini Musa’nın ayaklarına dokundurdu. ‘Gerçekten sen bana kanlı güveysin’ dedi. Böylece Rab Musa’yı esirgedi. Sippora, Musa’ya, sünnetten ötürü ‘Kanlı güveysin’ demişti. (24-26. ayetler)

Bilmediğimiz bir nedenden ötürü, Musa, oğlunun sünnet edilmesi konusunda ihmalkarlık etmişti – karısının etkisi nedeni ile olabilir – ve bu yüzden Rab onunla kişisel bir çekişme içindeydi ve bu çekişme, Musa firavunun önünde tanrısal yetki ile durmadan önce ortadan kaldırılması gereken bir durum idi. Rab bu nedenle Musa’yı alçalttı, onunla ilgilendi, hatasını yargılayabilmek ve onu itaat yoluna geri döndürmek için Musa’ya bu hatasını hatırlattı.

Bu konuda, bir başka kişinin söylediklerini ödünç alıp sizlere aktaralım: “Tanrı, Musa’yı onurlandıracaktı, ama Musa’nın evinde daha önceden Tanrı’ya karşı yapılan bir saygısızlık vardı. Musa nasıl olmuş da oğullarını sünnet etmemişti? Musa’ya en yakın olan kişiler ölümlü benliği sembolize eden sünnetten nasıl olup da yoksun bırakılmışlardı? Bir babanın yüreğinde önceliğe sahip olması gereken Tanrı yüceliği nasıl unutulmuştu? Bu konuda Musa’nın karısının rolü olduğu akla gelir. Sonunda, oğlunun durumunda kendisinin de söylediği gibi, en çok nefret ettiği şeyi yapmak zorunda bırakılmıştı. Ama her şeyden önemlisi bu tutumu ile Musa’yı tehlikeye attı. Çünkü Tanrı Karısı ile değil, Musa ile tartıştı. Sorumlu olan kişi Musa idi, ve Tanrı, Kendi düzenine sadık kaldı. “ İtalik harfler ile yazdığımız sözcükler çok önemli bir ilkeye sahiptirler. Ve Tanrı’nın Musa’ya olan davranışındaki nedeni tam olarak açıklarlar. Ama Musa, O’nun cezalandıran elinin önünde eğilmek için lütuf aldı; ve Pavlus ile birlikte şu sözleri kabul edebildiğimiz zaman, çok bereketleniriz, “Ölüme mahkum olduğumuzu içimizde hissettik. Ama bu, kendimize değil, ölüleri dirilten Tanrı’ya güvenmemiz için oldu.” (2 Korintliler 1:9) O zaman, Musa’nın niteliklerinin iki tanesinin, tanrısal yetki ve kişisel durum olduğunu söyleyebiliriz ve bu iki niteliğin birbirlerinden asla ayrılmamaları gerekir. Çünkü Rabbin adı ile konuşacak olan ya da O’nun tarafından herhangi bir hizmet ile görevlendirilecek olan herkesin bunu hatırlaması çok ciddi bir önem taşır. Canın durumunun eksikliğini hiç bir şey telafi edemez. Hizmetimizdeki güçsüzlüğümüzün gerçeği burada yatar. Eğer yollarımız, ya da Musa’nın durumunda olduğu gibi evlerimiz yargılanmadı ise, Tanrı’nın Ruh’u kederlenir ve bunun bir sonucu olarak bereket için kullanılmayız. Bu yüzden, Tanrı’nın sözlerine ağzımızda sahip olmamız yeterli değildir; ama eğer Ruh’un ve gücün sergilenmesi ile konuşacak isek, o zaman canlarımızda da bu sözlerin gücü ile yürümemiz gerekir.

Artık her şey hazırdır; ve bunun ile uyumlu olarak bölümün sonunda güzel bir sahne görürüz – Musa’nın yüreğine sevinç vermiş olması gereken ve girmiş olduğu çetin yol ile ilgili ona kuvvet ve cesaret veren Tanrı’nın bereketinin göründüğü bir sahne. Öncelikle, Rab, her şeye rağmen Harun’u “çölde Musa ile karşılaşması için gönderdi. Harun gitti, Musa’yı Tanrı Dağı’nda karşılayıp öptü. Musa, duyurması için Rabbin kendisine söylediği bütün sözleri ve gerçekleştirmesini buyurduğu bütün belirtileri Harun’a anlattı. (27, 28. ayetler) Karşılaştıkları yerin önemi çok büyüktür. Karşılaştıkları yer, Tanrı Dağı idi (Mısır’dan Çıkış 3:1) Horev Dağı, Rabbin Musa’ya göründüğü dağ idi; şimdi burada Harun Musa ile karşılaşıyordu. Ve Musa’nın daha sonra Tanrı’nın parmağı ile On Buyruk’un yazılı olduğu iki taş levhayı aldığı yer. Ayrıca bu konuda bunun dışında çok pratik bir ders içeren şu noktaya dikkat çekmek yararlı olacaktır; akrabaların Tanrı Dağı’nda bir araya gelebilmeleri bereketlerin en büyüğüdür. Sonra, Musa ve Harun’un durumunda olduğu gibi, konuşmalar “Rabbin sözleri” hakkında olacaktır ve görüşme bereket ile son bulacaktır. Öte yandan, genellikle gereğinden fazla olduğu gibi, bizler daha aşağı bir seviyeye ineriz ve bunun sonucu ise, ne Tanrı’ya yücelik verir ne de bize bir yarar sağlar.

Göreve başladıkları yerin Tanrı Dağı olduğuna da dikkat edin. Tanrı’nın huzurundan ayrılır ayrılmaz görevlerine giden bu hizmetkarlar kutsanmışlardır. Musa ile Harun, Mısır’a vardıkları zaman, “İsrail’in bütün ileri gelenlerini topladılar. Harun, Rabbin Musa’ya söylemiş olduğu her şeyi onlara anlattı. Musa da halkın önünde belirtileri gerçekleştirdi. Halk inandı; Rabbin kendileri ile ilgilendiğini, çektikleri sıkıntıyı görmüş olduğunu duyunca eğilip tapındılar.” (29-31. ayetler) Böylece, Rabbin sözü yerine gelmiş oldu. Musa, “Bana inanmayacaklar, senin sözünü de dinlemeyecekler” demişti. Ama Rabbin söylediği ile uyumlu olarak halk inandı ve O’nun gösterdiği lütuftan etkilendiler; onları nasıl ziyaret ettiğini, ve sıkıntılarını görüp feryatlarını işittiğini duyunca başlarını eğdiler ve tapındılar. Ama kısa bir süre sonra sıkıntıları arttığı zaman, imansızlık ederek şikayetçi oldular; ama tüm bunlar önümüze konan resmin güzelliğini eksiltemez; bu resimde Rabbin sözünün tüm canlılığı ve gücü ile, halkın ileri gelenlerinin yüreklerine ulaştığını ve O’nun huzurunda hayranlık ile eğildiklerini görüyoruz.


1. Burada ve Mısır’dan Çıkış 11:2 ayetinde ifade ile ilgili bazı karşıtlıklar mevcuttur; Mısır’dan çıktıkları akşam İsraillilere, Mısırlıların değerli takı ve giysilerini ödünç almaları buyrulur;buradaki sözcüğün yanlış çevrildiğine işaret etmek uygun olacaktır. Burada kast edilen, “ödünç almak” değildir. Yalnızca “istemektir”. İçerikte belirtilen şudur: Tanrı’nın göz ile görülen müdahalesine borçlanmak, İsrailliler açısından “Mısırlıların gözünde lütuf bulmak” olacaktı ve İsraillilere, haksız yere Mısırlıların elinde acı çekmiş olduklarının hissettirilmesi sonucu Mısırlılar İsraillilere arzu ettikleri her şeyi memnuniyet ile verdiler – bir tür öfke yatıştırma olarak da adlandırılabilir – Mısırlılar, İsraillileri artık tekrar görmeyeceklerini de kesin olarak biliyorlardı. Bu nedenle, verdikleri her şey koşulsuz bir armağandı.

Bölüm 4

Firavun’a Verilen İlk Mesaj

Mısır’dan Çıkış 5-6

BU iki bölüm anlatımda özel bir yere sahiptirler. Gerçekten de bir önsöz niteliğindedirler, Yehova’nın Firavun ile olan çekişmesi sırasındaki yargılara giriş yaparlar.

Tanrı’nın yollarını resmettikleri gibi aynı zamanda büyük bir eğitici özelliğe sahiptirler. Mesaj, lütuf ile iletilir, itaat için fırsat teklif edilir. Tanrı, yargılamak için Elini kaldırmadan önce sabır ile katlanarak bekliyor. Aynı durum, günümüzdeki dünya için de geçerlidir. Şimdi Tanrı’nın katlanma ve lütuf zamanıdır, bu zaman sırasında O’nun merhameti her yana ilan edilir ve bu mesajı kim işitir ve inanırsa kurtulur. Ancak bu lütuf günü sonuna yaklaşmaktadır ve Rab İsa, Baba’nın sağında oturduğu yerden kalktığı an, kapı kapanacak ve yargılar yağmaya başlayacaktır. Bu anlamda bu iki bölüm Firavun için lütuf gününü tanımlar. Mısır kralı bir insandı, ama aynı zamanda sahip olduğu konumu nedeni ile, daha önceden de işaret edildiği gibi, bu dünyanın tanrısı olarak Şeytan’ın bir sembolüdür. Bu nedenle, bu konuda bu iki bölümden başka eğitici dersler de alınabilir ve bu konu en önemli yeri işgal eder. bu durum, konu ilerledikçe daha iyi anlaşılacaktır.

“Sonra Musa ile Harun firavuna gidip şöyle dediler: ‘İsrail’in Tanrısı Rab diyor ki, ‘Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın.’ Firavun, ‘Rab kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim?’ dedi. ‘Rabbi tanımıyorum. İsrailliler’in gitmesine izin vermeyeceğim.’ Musa ile Harun, ‘İbraniler’in Tanrısı bizimle görüştü’ diye yanıtladılar, ‘İzin ver, Tanrımız Rabbe kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım. Yoksa bizi salgın hastalık ya da kılıç ile cezalandırabilir.’ Mısır firavunu, ‘Ey Musa ve Harun, niçin halkı işinden alıkoyuyorsunuz? Siz de işinizin başına dönün’ dedi. ‘Bakın, halkınız Mısırlılar’dan daha kalabalık, oysa siz onların işini engellemeye çalışıyorsunuz.’” (1-5. ayetler)

Hatırlanacağı gibi, buradaki konu, İsrail’in kurtarılmasıdır. Ve bu yüzden halkın bu kurtuluşta bir rolü olamazdı. Tanrı onlar için hareket etmeliydi; ve sonuç olarak Firavun ile çekişen Tanrı idi. Bu dünyanın tanrısı olarak Şeytan, yani Firavun, halkı esaret altında tutar. Tanrı’nın amacı, halkı bu tutsaklıktan kurtarmaktır; bu nedenle Musa’ya emanet edilen mesaj, Mısır kralının işitmesi içindir. Ve Tanrı’nın, İsrail’i özgür kılmak konusundaki amacı nedir? “Çölde bana bayram yapsınlar.” Kendisinin sevinci içindir; kurtardığı Halkının sevinci ile sevinecektir. Kurtarışın amacı, Tanrı’nın Kendi yüreğinin doyuma ulaşmasıdır. Tanrı’nın bizim kurtuluşumuz ile ilgili olarak sevinmesi ne kadar harika bir şeydir! Mesajın iletilmesi, firavunun gerçek karakterini ortaya çıkarır. “Rab kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim? Rabbi tanımıyorum ve İsrailliler’in gitmesine izin vermeyeceğim. Firavun bu sözleri ile kendisini doğrudan ve tam olarak Tanrı düşmanı yerine koyar. Ciddi bir konum! Ve bu düşmanlık hiç bir zaman azalmadı, ve Firavun’un ve ordularının yenilmesine ve yok edilmesine kadar devam etti. Bu, elbette Tanrı ile henüz barışmamış olan herkes için uyarıcı bir derstir, ve aynı zamanda insan doğasının korkunç çürümüşlüğünün bir açıklamasıdır da. Bu insan doğası, böylece Tanrı’nın gücüne karşı inançsız bir davranış içindedir ve tanrı gücüne küstahça kafa tutar. Bu öfkeli, karışık bir zihnin geçici bir ifadesi de değildir. Çünkü Musa ve Harun’un süreli gelmeleri ve yanıt istemeleri üzerine firavun onları halkın çalışmasına müdahale etmek ile suçladı. Bu dünyanın tanrısı, bencilliğin beden almış halidir ve bu yüzden Tanrı’dan nefret etmek zorundadır. Bu, Filipi’de örnek olarak gösterildi. Elçinin vaazı ve eylemi, cine tutulmuş genç kızın efendilerinin çıkarlarına engel teşkil ettiği an, elçiye ve ona eşlik edenlere karşı şiddetli bir düşmanlık ortaya çıktı. Aynı şey, Firavun için de geçerli idi. Kölelerinin hizmetini kaybetme korkusu firavunun öfkeye kapılmasına neden olur. Ve buna halkın görevini zorlaştırarak karşılık verir, halkın üzerine koyduğu yükleri daha da ağır hale getirir. Ve onların tutsaklık zincirlerini daha da sıkı bir şekilde perçinler. Bu, her zaman böyledir. Ama Şeytan, gücüne ve sinsiliğine rağmen, her zaman yenilir. Şeytan’ın aslında ön görüşü yoktur. Geleceğe baktığı zaman, bizim gördüğümüzden daha fazlasını göremez ve bunun bir sonucu olarak da, sürekli aldatır. Firavun, halkın, tembel olduğunu söyledi, ve “bu yüzden ‘Gidelim, Tanrımıza kurban keselim’ diye bağrışıyorlar’” dedi (ayet 8) Böyle düşündüğü için onların yaptıkları işin ağırlaştırılmasını buyurdu. Meşgul oldukları takdirde yalan sözlere kulak asmayacaklarını bildirdi. Ah! Şeytan, zavallı kölelerin bir tek tanesinin bile hizmetinden kaçmasına engel olmak için tüm dünyanın çevresini dolaşır! Bir can, günah konusunda ikna olduğu takdirde, Mısır’dan kaçmak, kurtarılmak ve özgürlük ve Tanrı ile barışmak için özlem duymaya başladığı zaman, Şeytan bu canın çevresine binlerce tuzak, çekici şey, karışıklık ve engeller yerleştirecektir. Aynı firavunun İsrailoğullarına yaptığı gibi, onları daha fazla meşgul ederek, bir heyecan ve eylem döngüsünün tuzağına düşürmek, özgürlük ve kurtarılmak gibi bu tür arzuların tümünü zihinlerinden dışlamak isteyecektir. Eğer bu düşünceler içindeki bir kişi bu sayfaları okuyor ise, o zaman kötü olanın bu sinsi tuzaklarına karşı uyanık olsun ve onu yok etmek için kendisine çekici gösterilen bu kötülüklerden kararlı bir şekilde geri dönsün. Evet, tüm ihtiyacının ve tüm çaresizliğinin bilincinde olarak O’na baksın; O ölüm gücüne sahip olanı, yani İblis’i, ölüm aracılığı ile etkisiz kılmak üzere onlarla aynı insan yapısını aldı. Bunu, ölü korkusu yüzünden yaşamları boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak için yaptı. (İbraniler 2:14,15) Rab İsa Mesih’e inananların hepsi böylece karanlıktan ışığa ve Şeytan’ın gücünden Tanrı’nın gücüne dönecekler.

Firavunun görevlileri sadık kişilerdi ve acımasız görevlerini acımasızca yerine getirdiler. (10-14. ayetler) Zulüm demiri İsrailoğullarının canlarına sokuldu ve yüreklerindeki acılık içinde firavunun yanına varıp yakındılar, “Neden kullarına böyle davranıyorsun?” diye feryat ettiler. (15-18. ayetler) ama feryatları boşunaydı, çünkü Şeytan merhamet diye bir duygu tanımaz; o, kölelerinin acılarından keyif bile alır. Firavundan yardım göremedikleri için hayal kırıklığına uğradılar ve öfke içinde Musa ve Harun’un yanına giderek onlara çıkıştılar. İşlerindeki baskının artmasının nedeninin onlar olduğunu söyleyerek suçlamada bulundular. “Rab yaptığınızı görsün, cezanızı versin. Bizi firavun ile görevlilerinin gözünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.” (ayet 21) Bu durum, aynı zamanda bireysel deneyimler için de gerçektir. Vicdanı uyandırılmış günahkarın genellikle geçtiği acı deneyimlerde, suçluluk duygusu aracılığı ile bunalan günahkara, şeytanın eli aynı zamanda daha da ağır olarak hissettirilir; tüm bu çatışma ve üzüntülerden özgür olduğu zamanlardaki günlere geri dönmek için – bunların kurtuluşa götüren yol olduklarını görmeyerek – ne kadar da sık ayartmaya uğrar.

Musa bile fırtınadan önceki anda eğilir. Hiç kuşkusuz halkının refahı ve kurtulması için özlem duyarak ve onların azarlamalarına maruz kalarak, firavunun uyguladığı bu yeni politikadan dolayı sabrını yitirir ve şöyle der: “Ya Rab, niçin bu halka kötü davrandın? Beni bunun için mi gönderdin? Senin adına firavun ile konuşmaya gittim gideli, firavun bu halka kötü davranıyor. Sen de kendi halkını kurtarmak için hiç bir şey yapmadın?” (22, 23. ayetler) Musa, böylece halkının sabırsızlığını ve hayal kırıklığını paylaşmış oldu. Henüz göz ile görünene değil, imana dayanarak yaşamayı öğrenmemişti, Rab’de dinlenmeyi ve O’nu sabır ile beklemeyi de bilmiyordu. Ancak yine de, yaptığı hatanın nedeni, zulüm gören İsraillilere sempati duymasından ileri geliyordu; ve diğer insanlara yardım etmenin ilk özelliği, onların durumu ile özdeşleşmektir.

Musa, bu şekilde Rabbin zihni ile paydaşlık ediyordu; ve Rab de kulunun yüreğindeki düşünceleri anlıyordu. Bu nedenle onu yeniden görevlendirdi ve ona tekrar lütuf ve merhametinin amaçlarını bildirdi; Antlaşması’na duyduğu bozulması imkansız sadakati yine duyurdu. Tanrı, şimdiye kadar iki amacını tamamlamıştı; hem Musa’ya hem de halkına onlara zulmeden kişinin karakterini ve boyunduruklarının doğasını öğretmişti. Görünene göre, onları Tanrı’nın eline hapseden Tanrı idi ve bu şekilde onlarda, durumlarının umutsuz olduğuna ilişkin bir kanaat üretmişti. Bu, O’nun her zamanki Yöntemidir. İnsanlar suçlu, mahvolmuş ve perişan olduklarını bilene kadar Tanrı, Kendisini bir Kurtarıcı olarak asla sunmaz. Rab İsa, “Ben doğruları değil, günahkarları tövbe etmeye çağırmak için geldim” dedi. İnsanlar, kendilerinin kaybolmuş olduklarını kabul etme konusunda istekli olur olmaz, Kurtarıcı, onların canlarının önüne geçerek durur. Burada da aynı şey söz konusudur. Görünene göre, İsrailoğulları öncekinden daha kötü bir durum içindedirler. Umutsuzluğa kapılmışlardır. Ve Musa da aynı duygular içindedir. Bu andan itibaren Mısır’dan Çıkış 6. bölümde yer alan bereketli sunumu ve duyuruyu görürüz. Rabbin, halına, Mısır’dan Çıkış 5. bölümdeki gerekli disiplini uygulamasının nedeni budur. Bunu, iki nedenden dolayı yapar; halkını Mısırlılar’ın arasından çıkarmak ve aralarında telafi edilemez bir yarık oluşturmak; ve Kendi gücünü gösterecek yolu hazırlamak için, öyle ki, İsrailoğulları onları Mısır ülkesinden çıkartabilecek tek elin O’nun Eli olduğunu bilebilsinler. Önce, güçlü Elinden ötürü firavunun, halkı, ülkesinden kovacağını duyurur. (ayet 1) Sonra ise, daha büyük önem taşıyan bir açıklama alırız:

“Ben YAHVE’yim. İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a Her Şeye Gücü Yeten Tanrı olarak göründüm, ama onlara kendimi YAHVE adı ile tanıtmadım.” (2-3 ayetler)

Bu ifade, Yehova adının daha önce hiç bir şekilde kullanılmadığını ima etmez. Aksine, Yehova adı sık sık kullanılır. Ama şimdiye kadar bunu henüz kulları ile paylaşmamıştır. Şimdi resmi bir şekilde, adını, İsrail ile olan ilişkisi açısından dile getirir ve bunu yalnızca İsrail ile olan ilişkisinde kullanır. Bu düzene dahil olan imanlılar O’nu Tanrıları ve Babaları olarak bilirler. Ve bu yüzden bu durum, onların gerçek konumu ve ilişkisi ile ilgili bilgisizliği ortaya koyacak, aynı zamanda Yehova adını kullanmaları konusunda zihin karışıklığına da neden olacaktır. Yehova adı İsrail için ayrılmıştır. Ve sonunda bin yıllık dönemde Tanrı ile olan ilişkileri konusunda kendilerine bilgi verildiği zaman tekrar ortaya çıkacaktır. Eski Antlaşma’daki Yehova’nın Yeni Antlaşma’daki İsa olduğu bir başka sorundur; ama bu, anın ve önemin ötesinde bir konudur. O, İsrail’in arasında gerçekten Yehova idi ve böyle olduğu için onların kötülüklerini bağışladı ve hastalıklarını iyileştirdi (Mezmur 103: 3); ama Hıristiyanlar için hiç bir zaman Yehova değildir. O, Hıristiyanları Kendisi ile daha yakın bir ilişkiye getirmek için lütfetmiştir; Meryem’e, ve Meryem aracılığı ile O’nun öğrencilerine açıkladığı aslıda şu sözleri ile ifade edilir:

“Kardeşlerime git ve onlara söyle, benim Babam’ın ve sizin Babanız’ın, benim Tanrım’ın ve sizin Tanrınız’ın yanına çıkıyorum. (Yuhanna 20:17)

Tanrı, şimdi İsrailoğulları ile resmi bir şekilde ilişkiye girmiş olarak, halkının ataları ile yapmış olduğu antlaşmayı terimleri ile birlikte hatırlar (ayet 4; Yaratılış 17:7, 8 ayetleri ile karşılaştırın). Ve sonra antlaşmasını izleyerek (çünkü Tanrı sadıktır) şu ifadede bulunur: “Mısırlıların köleleştirdiği İsraillilerin iniltilerini duydum ve antlaşmamı hep andım.” (ayet 5) Tanrı’nın kurtarışı bu temel üzerinde olacaktır; ataları ile yaptığı antlaşmada Yehova olarak onlar için ne olduğunun ve şimdi gönderdiği mesajının temeline uygun olarak kurtarışı tamdır ve anlaşılabilirdir. Mesajı, ulus hakkındaki tüm amacını içerir. Öncelikle, adının Yehova olduğunu görürüz – “Ben Yehova’yım”; bu ad kurtarış beyan eder – halk özgür kılınacak ve kurtarılacaktır, O’nunla ilişki kurmaları sağlanacaktır, O’nun halkı olacaklar, ve O da onları Mısırlıların yükleri taşımaktan kurtaran Tanrıları olacaktır ve Tanrı’nın, İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a vermeyi ant içtiği ülkeye götürülerek bir miras olarak bu ülkeye sahip olacaklardı. Ve her şey O’nun ne olduğuna bağımlı olarak yapıldı; her şey “Ben Yehova’yım” duyurusunun tekrarı ile sonuçlanır. Böylelikle, O, kurtarılışımızın “Evet”i ve “Amin”idir, Alfa ve Omega’dır. Harika bir güzelliğin mesajı olduğu kesindir. Her şey, O’nun Kendi içinde ne olduğu temeli üzerindedir ve bu nedenle her şey eksiksizdir. Bu nedenle, O’nun olduğu her şey başlangıcı ve aynı zamanda halkının kurtarılmasının tamamlandığını garantiler.

Musa, kendisine verilen mesajı İsrailoğullarına taşıdı ve iletti: “ama umutları kırıldığı ve ağır baskı altında oldukları için onu dinlemediler.” (ayet 9) Böylece tüm umutlarını yitirmiş olarak, tüm canlarını karartan acı dertler içinde özgürlük ve bereket ilan eden lütufkar sese sağır kaldılar. Musa, halkının özgür bırakılmasını talep etmek için sonra tekrar firavuna gönderildi; ama İsraillilere verdiği hizmetin verili olmadığını, ürün vermediğini görünce hayal kırıklığına kapıldı ve şu yanıtı verdi: “İsrailliler beni dinlemedikten sonra, firavun nasıl dinler? Zaten iyi konuşan biri değilim (dudakları sünnetsiz bir adamım).” (ayet 12) Bu yüzden yalnızca başarısızlık oldu. Firavun, Rabbin isteğini reddetmişti; İsrailoğulları, üzerlerine konan ağır yük nedeni ile sersemlemiş ve uyuşmuş oldukları için lütfun sevinçli haberlerini dinlemediler ve Musa görevine devam etmeyi istemedi; çünkü eskiden ettiği itirazı hatırladı; kendi doğal yetersizliğini biliyordu, ancak tüm yeterliliğinin Rab’de bulunduğunu henüz öğrenmemişti. Hizmetin güçlüklerini ne olduğumuz ile ölçtüğümüz takdirde, ölümcül bir hata yaparız. Esas olan, Tanrı’nın ne olduğudur; ve imansızlığımızın sisleri arasında dağlar kadar büyük görünen zorluklar Tanrı için sınırsız olan gücünü göstermesi için bir fırsattan başka bir şey değildirler.

Göz ile görünenler ile ilgili olarak bölüm, tam bir başarısızlık ile son bulur. Ama Rab, insanın çaresizliği ya da direnişi tarafından etkilenmez; Kendi yüreğinden akan ve Kendi gücü ile yerine getirilen amaçları, değişmez. Bu nedenle, ayet 13’de kaydedilmiş olan eylemin farkına varmak çok hoştur. “Rab, Musa ve Harun ile İsrailliler ve Mısır firavunu hakkında konuştu. İsrailliler’i Mısır’dan çıkarmalarını buyurdu.” Halkının sağırlığından, hizmetkarının başarısızlığından ya da firavunun aşikar düşmanlığından etkilenmeksizin, Tanrı sakin bir şekilde halkının kurtuluşunu etkilemeye devam etti.

On üçüncü ayetten otuzuncu ayete kadar bir parantezin varlığı gözlemlenecektir. İki nedenden dolayı burada bir sunum yok gibi görünür. Burada öncelikle yeni bir başlangıç noktası göze çarpar. Açıklamış olduğumuz gibi, Mısır’dan Çıkış 5. bölüm ve Mısır’dan Çıkış 6. bölümlerde bir ön hazırlık mevcuttur – bir tür önsöz. Bu ön hazırlıktaki dönem bir yandan sadece bir insan olarak bakıldığı zaman firavun ile ilgili olarak bir tür lütuf gününü kapsar; öte yandan Yehova’nın girmek üzere olduğu çatışmanın gerçek karakterinin ışığa getirir ve ilgili tüm tarafların – Firavun, İsrailoğulları ve Musa – tam konumunu ve durumunu açıklar. Aynı zamanda, Yehova’nın, Halkı için eyleme geçmek üzere olduğu temeller üzerine Tanrı’nın karakteri ve antlaşmasının genişliği ve derinliği atılır. Bu dönem şimdi geride kalmıştır ve Rab yeni bir başlangıç yapar; bu yüzden Musa ve Harun’un hizmetlerinin nesnesini ve amacını içeren bir tekrar yapılır. Bu durum, ikinci olarak, kurtarılması gereken insanların soy ağacının sunumu için fırsat tanır. Burada bizim için ilgi çekici olan nokta, Musa ve Harun’un soyudur. “Armam halası Yokevet ile evlendi. Yokevet, ona Harun ile Musa’yı doğurdu.” (ayet 20) “Rabbin, ‘İsraillileri ordular halinde Mısır’dan çıkarın’ dediği Harun ve Musa bunlardır. İsraillileri Mısır’dan çıkarmak için Mısır Firavunu ile konuşanlar da Musa ile Harun’dur.” (26, 27. ayetler) Harun’un Musa’nın ağabeyi olduğunu görüyoruz. Ve kralın bildirisine rağmen, dindar Armam ve Yokevet’in çocuklarının korunması ile bereketlenmiş olduklarına dikkat etmek ilginçtir. Harun, doğal olarak Musa üzerinde önceliğe sahipti; ama lütuf hiç bir zaman doğanın düzenini izlemez. Tanrı’nın biçim verdiği tüm doğal ilişkileri kabul eder ve gerçeğe sıkıca bağlanılmadığı zaman, onursuzluk getirmese bile yalnızca üzüntü getirebilir; ama yukarıda da belirtildiği gibi, ve doğanın dışında kendi alanında ve kendi yasaları ile uyumlu olarak hareket eder. Bu yüzden Tanrı, Kendi egemen haklarına göre hareket ederek Harun’u değil, Musa’yı seçti; Musa’nın hatasının sonucuna ve yumuşak huyluluktan zayıflığa geçişine rağmen, Tanrı daha sonraki hizmetinde onu ağabeyi ile bir araya getirdi. Ancak tanrısal düzen, Musa ve Harun’dur, doğal düzen ise, soy ağacında ve 26. ayette görüldüğü gibi Harun ve Musa’dır. Son üç ayet, anlatımı sade bir şekilde 10.ayet ile bağlar. Çünkü Musa’nın 30. ayetteki itirazının, 12 ayetteki itirazı ile aynı olduğu açıktır. Ama yine de tekrarı için neden mevcuttur. Mısır’dan Çıkış 3 ve Mısır’dan Çıkış 4. bölümlerde Musa, Rabbe karşılık olarak, beş zorluk çıkartır. Buradaki altıncıda bulunan iki tane ile birlikte yedi yaparlar. Bu, bu yüzden Musa’nın zayıflığının ve imansızlığının mükemmel bir şekilde sergilenişidir. Tanrı’nın lütfu ve iyiliği nasıl da ön plana çıkar. Çünkü eğer Tanrı’nın huzurunda insan açıklanır ise, bu aynı zamanda O’nun lütfunun, sevgisinin, merhametinin ve gerçeğinin tüm mükemmelliğinde Tanrı’nın ne olduğunu da ışığa getirir. O’nun adı kutsansın!

Bölüm 5

Mısır’ın Üzerine Gelen Yargılar

Mısır’dan Çıkış 7-11

Sürekli bir anlatımı içerdikleri için bu bölümler birbirlerinden ayrılamazlar – bu anlatım çok önemlidir, çünkü birbiri ardına gelen yargıları içerir; Tanrı, Firavun İsrailoğullarını içinde tuttuğu demir esaretten özgür kılmak zorunda kalana dek, Mısır’ın üzerine şiddetleri artan ağırlıktaki yargılarını gönderir. Bu yüzden, başlangıçta Musa ve Harun’un, Yehova’nın amacına uygun hizmetleri yeniden bildirilir ve Tanrı’nın, Firavun’un karşı durmasına rağmen, halkını kurtarmak için nasıl etkin olacağı belirtilir.

“RAB, ‘Bak, seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım’ dedi. ‘Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak. Saa buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da firavuna İsraillileri ülkesinden salıvermesini söylesin. Ben firavunu inatçı yapacağım ki, belirtilerimi ve şaşılası işlerimi Mısır’da artırabileyim. Ama firavun sizi dinlemeyecek. O zaman elimi Mısır’ın üzerine koyacağım ve onları ağır biçimde cezalandırarak halkım İsrail’i ordular halinde Mısır’dan çıkaracağım. Mısır’a karşı elimi kaldırdığım ve İsraillileri aralarından çıkardığım zaman Mısırlılar benim Rab olduğumu anlayacaklar. Musa ile Harun, Rabbin buyurduğu gibi yaptılar. Firavun ile konuştuklarında Musa seksen, Harun ise seksen üç yaşındaydı.” (Mısır’dan Çıkış 7:1-6)

Rab böylelikle hizmetkarlarına ne yapmayı amaçladığını bildirdi ve bu planının nasıl yerine geleceğini açıkladı. Onları gelecek için hazırlamak ve imanlarını güçlendirmek için ilerde neler olacağını onların gözlerinin önüne serdi. Aynı şekilde bize de dünya tarihinin yönünü açıklamıştır, gelecek olan yargılar konusunda uyarmıştır ve O’nun sözündeki uyarıya kulak asmadıkları ve lütuf davetini kabul etmedikleri takdirde, dünyanın ve ona ait olan herkesin kesin olan yıkımını bildirmiştir; ve aynı zamanda Rab, halkını kendisine almak için geri döndüğü zaman, bizi gücü ile dünyadan kurtaracağına dair kesin bir şekilde cesaretlendirir. Aynı zamanda bizim için arzu ettiği gibi Musa ve Harun ile de dünya, bu dünyanın tanrısı ve onun yoksul ve sefil köleleri ile ilgili amaçları konusunda paydaşlık etmeyi arzular. Tanrı’nın düşünceleri ile dolmak, yüreği nasıl da güçlendirir ve canı tazeler! Ve bizler diğer kişilere yetki ve güç ile konuşabilelim diye bizimle iletişim kurması O’nun açısından, gösterilen ne kadar büyük bir lütuftur!

Bu bölümleri analiz etmeye devam etmeden önce üzerinde durulması gereken bir nokta vardır – bu nokta, imanlıya genellikle zorluk çıkartır, aynı zamanda da engel olunamayan düşman saldırılarını da ortaya çıkartır. Bu nokta, şu sözler ile ifade edilir: “Ve ben firavunun yüreğini sertleştireceğim (inatçı yapacağım)”. (Mısır’dan Çıkış 7:3) Şeytan2ın bununla bağlantılı olarak ileri süreceği kuşku şudur: Eğer firavunun yüreği inatçı yapılıyor ise, o zaman firavunun günahı nedir? Ya da, Tanrı, Kendisine karşı koyması için yüreğini setleştirdiği birisini adil bir şekilde nasıl yok edebilir? Eğer bu sözlerin bulunduğu yer özenli bir şekilde gözlemlenmiş olsa idi, zorluk ortadan kalkmış olurdu. Gerçek şudur; Kutsal Yazılar’daki ayetleri bulundukları çevre ve koşullardan tek tek dışarı çıkartma uygulaması o kadar yaygındır ki, eğer çevre ve koşullar özenle incelenmiş olsa idi, bir anda ortadan yok olabilecek zorlular yaratılmamış olurdu. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu ifade, firavun Yehova’nın isteklerini kibirli bir şekilde reddettikten sonra kullanılır. Firavun şöyle demişti: “Rab kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim?” (ayet 2) Firavun, Rabbin sözünü reddetti ve O’na ve O’nun halkına olan düşmanlığını açıkça gözler önüne serdi; ve şimdi yüreği tarafsız olarak setleşti. Ve Tanrı hala aynı ilke ile hareket eder. Böylelikle 2. Selanikliler kitabında Tanrı’nın bazı kişilerin üzerine bir yalana inanmaları için yanıltıcı güç göndereceğini okuruz. Ama neden? Çünkü kurtarılmaları için gerçeğin sevgisini kabul etmediler. (2.Selanikliler 2:9-11) Bu uyarı, gözleri bu sayfalara ilişebilecek olan tövbe etmemiş kişilerin yüreklerine ulaşsın. Onlar için bile bir zaman gelecektir, eğer Tanrı lütfunun iyi haberini reddetmeye devam ederler ise, kurtuluşu elde etmeleri imkansız olacaktır. Tanrı, lütuf günü için bile bir sınır belirlemiştir, firavun için belirlemiş olduğu gibi; ve eğer bu sınır aşılır ise, geriye yargıdan başka hiç bir şey kalmaz. “Bu gün, O’nun sesini duyarsanız, yüreklerinizi nasırlaştırmayın.” (İbraniler 3:15)

Hala bir duraklama mevcuttur. Musa ve Harun firavuna giderler ve – Rabbin Musa’ya Horev’de göstermiş olduğu mucizevi belirti aracılığı ile – delillerini sunarlar. “Harun değneğini firavun ile görevlilerinin önüne attı. Değnek yılan oluverdi.” (Mısır’dan Çıkış 7:10) Mısır’ın bilge adamları ve büyücüleri de değnekleri ile aynı şeyleri yaptılar, ama “Harun’un değneği, onların değneklerini yuttu.” (ayet 12) - Rab, böylelikle hizmetkarlarının görevlerini doğrulamış oldu. Ama her şeye Rağmen, Rabbin daha önce söylemiş olduğu gibi, firavun ikna olmadı; çünkü “Rabbin söylediği gibi firavun inat etti ve Musa ile Harun’u dinlemedi.” (ayet 13) Artık bundan sonra Tanrı’nın kendisi sahneye çıkar ve firavun ve ülkesinin üzerine peş peşe korkunç yargılar inmeye başlar – zaman içinde bu yargılar “Mısır belaları” olarak bilinecektirler. Sayıları on tanedir. Önce, Nil nehrinin suları kana dönüşür (Mısır’dan Çıkış 7:14-25), sonra kurbağa belası gelir (Mısır’dan Çıkış 8:1-15); sivrisinek (Mısır’dan Çıkış 8:16-19); at sineği (Mısır’dan Çıkış 8:20-32); hayvanların ölümü (Mısır’dan Çıkış 9:1-7); çıban (Mısır’dan Çıkış 9:8-12); dolu (Mısır’dan Çıkış 9:18-35); çekirge (Mısır’dan Çıkış 10:1---20); karanlık (Mısır’dan Çıkış 10:21-29); ve son olarak ilk doğan çocukların ölümü (Mısır’dan Çıkış 11, Mısır’dan Çıkış 12) Mezmur yazarı, şarkı ile Rabbin güçlü işlerini kutlarken grafiksel bir dil kullanarak bunları birden fazla kez sayar – “Mısır’da gösterdiği belirtileri, Soan bölgesinde yaptığı şaşılası işleri” tanımlar. (Mezmur 78:43; aynı zamanda bakınız Mezmur 105:26:36)

Bu çeşitli belaların ayrıntılı bir yorumunu vermek, imkansız olmasa da zor olacaktır. Tanrı’nın Firavun ile olan çatışmasının karakterini hatırlayacak olur isek, bu belaların genel nesneleri açıktır. Tanrı, firavun ile halkına zulmeden, bu dünyanın tanrısının bir figürü olarak uğraştı; ve çatışması bu yüzden firavun ve firavunun güvendiği ve dayandığı her şey ile idi. Bu nedenle, Tanrı’nın, Mısır’ın tanrıları üzerine yargı yağdırdığını okuyoruz. (Mısır’dan Çıkış 12:12; Çölde Sayım 33:4) Sonuç,Tanrı’nın, şeytanın kalesindeki zaferli Gücü’nün harika bir gösterisi oldu; çünkü eğer şeytan Tanrı ile çatışmaya kalkar ise, bunun sonucu yalnızca şeytanın kesin yenilgisi olacaktır. Bu nedenle, öncelikle Mısır’ın suları – özellikle Mısır için yaşam ve tazelenme kaynağı olarak kabul edilen kutsal Nil nehri ve kralından onun en alt tebasına kadar olan Mısır halkı – ölüm ve yargının sembolü olan kana dönüşür. Bunun sonucu olarak, “Irmaktaki balıklar öldü, ırmak kokmaya başladı. Mısırlılar ırmağın suyunu içemez oldular. Mısır’ın her yerinde kan vardı” (Mısır’dan Çıkış 7:21) Böylece Tanrı’nın bir simgesi olarak gurur ile yücelttikleri nehir, bir iğrençlik ve tiksinme nesnesi haline geldi.

Bu olayın ardından kurbağa belası geldi. Mısırlılar, kurbağayı kutsal hayvanlarının arasına dahil ederek ona saygı duyarlardı. Kurbağalar şimdi Tanrı’nın adil eli altında “çıkıp geldiler ve Mısır’ı kapladılar.” Irmak kurbağalar ile dolup taşacak. Kurbağalar çıkıp sarayına,yatak odana, yatağına, görevlilerin ve halkının evlerine, fırınlarına, hamur teknelerine girecekler.”

(Mısır’dan Çıkış 8:3-6) Böylece Mısırlıların kutsal hayvanlar olarak gördükleri kurbağalar birer baş belası haline geldiler – dehşet ve tiksinti uyandırdılar; ve firavunun yüreği o anda bu büyük sıkıntı altında öylesine eğildi ki, geçici olarak da olsa yalvarmak zorunda kaldı. (Mısır’dan Çıkış 8:8) Bundan sonra inen darbenin türü farklı idi - hedef olarak daha çok Mısır halkına yönelikti. Bu darbe, sivrisinek belası idi. Hem geçmişteki hem de günümüzdeki tarihçiler Mısırlıların temizlik konusunda ne kadar titiz olduklarına tanıklık ederler. Herodotus (2:37) kahinlerin bu konuda çok titiz olduklarını yazar; her üç günde bir başlarındaki ve bedenlerindeki tüyleri traş ederlerdi, çünkü kutsal görevleri ile ilgilenirlerken, başlarında ve bedenlerinde haşarat yerleşmesinden korkarlardı. 1 Bu yüzden böyle bir darbe onların gururlarını çökertecek ve yüceliklerini lekeleyecekti, kendilerini iğrenç ve tiksinti verici kişiler olarak göreceklerdi. Bundan sonra gelen yargı, at sineği belası idi. (Mısır’dan Çıkış 8:20-32) “At sineği” olarak tercüme edilen sözcüğe bu anlamı tam bir kesinlik ile vermek, imkansız gibi görünür; pek çok kişi bu sözcüğün “kınkanatlılar familyasından herhangi bir böceği” ima ettiğini düşünürler. Ne tür böcek olur ise olsun, neden olduğu kötü etkinin artan ciddiyeti bu yargının bir bela olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu noktada ilk kez olarak İsrailoğulları ve Mısırlılar arasında bir ayrım yapıldığını okuruz. (Mısır’dan Çıkış 8:22,23) Rab bundan sonra hayvanlar ile ilgilendi – toz halinde ocak kurumu gönderdi, öyle ki, “Mısırlıların hayvanları büyük çapta öldü. Ama İsraillilerin hayvanlarından hiç biri ölmedi.” (Mısır’dan Çıkış 9:6) Firavunun kendisi meydana gelen zararın doğruluğunu onayladı (ayet 7). Ancak yüreği hala sertti, inat etti ve halkı salıvermedi. Bu darbe, Mısır’ın refah ve zenginlik kaynaklarından birinin üzerine indi. Hem insanların hem de hayvanların bedenleri acı çekti – göğe doğru savrulan kurum “bütün Mısır’ın üzerinde ince bir toza dönüştü; ülkenin her yanındaki insanların, hayvanların bedenlerinde irinli çıbanlar çıktı. (Mısır’dan Çıkış 9:9) Rab, sonra gök gürlemeleri ve dolu gönderdi; yıldırım düştü, Dolu, Mısır’da insandan hayvana dek, kırdaki her şeyi, bütün bitkileri mahvetti, bütün ağaçları kırdı; ve bu belayı çekirgeler izledi: “Mısır’ın üzerinde uçuşan çekirgeler ülkeyi boydan boya kapladı. Öyle çoktular ki, böylesi hiç bir zaman görülmedi, kuşaklar boyu da görülmeyecek. Toprağın üstünü öyle kapladılar ki, ülke kapkara kesildi. Bütün bitkileri, dolunun zarar vermediği ağaçlarda kalan meyvelerin hepsini yediler. Mısır’ın hiç bir yerinde, ne ağaçlarda ne de kırdaki bitkilerde yeşillik kalmadı.” (Mısır’dan Çıkış 10:14,15) Bu darbe, bedensel ihtiyaçların kaynaklarına ulaştı. Mısır kralının ricası üzerine çekirgeler gittiler ama firavunun yüreği hala sert kaldı. Sonra, “Mısır üç gün koyu karanlığa gömüldü. Üç gün boyunca kimse kimseyi göremez, yerinden kımıldayamaz oldu. Yalnız İsraillilerin yaşadığı yerler aydınlık idi.” (Mısır’dan Çıkış 10:22,23) “Mısır’da, güneşe, Re ya da Ra adı verilerek tapılırdı; bu ad krallara verilen unvan olarak dikkat çekerdi; Firavun ya da Fira (Phra); ‘güneş’ anlamına gelirdi.” 2 Bu yüzden güneş, Mısırlılar için yalnızca ışık ve ısı kaynağından ibaret değildi; esas olan tapındıkları tanrının karanlığa gömülmüş olması idi – ve böylelile güçsüzlüğü ortaya kondu – görecek gözleri olan biri için güneşten daha güçlü Olan Biri, evet, güneşin Yaratıcısının onları yargıladığının bir kanıtı idi.

İlk doğan çocukların öldürülmesi son darbe idi. Ancak, bu konu ile ilgili yorumu on ikinci bölüme bırakıyoruz. Ama her şeye rağmen bu belalara bir bütün olarak bakıldığı zaman, daha sonraki bir gün, mesih karşıtının yönetimi sırasında dünyaya gelecek olan olaylar ile aralarında mevcut olan uyum aşırtıcıdır. (Bakınız Vahiy 16:1-14) Firavun, Tanrı’nın ve O’nun Mesihi’nin bu son düşmanının yerinde bir kinayesidir. Ama firavunun Tanrı ile çatışmasında Tanrı nasıl yüceliğini gösterdi ise, aynı şekilde diğeri de Tanrı yüceliği önünde boyun eğecektir; çünkü eğer firavun ve tüm orduları felakete uğrayıp Kızıl Deniz’in sularında boğuldular ise, küstahlık konusunda daha cüretkar olan mesih karşıtı, sahte peygamberi ve “canavar” ile birlikte “kükürt ile yanan ateş gölüne diri diri atılacaklar.” (Vahiy 19:20) O zaman Mezmur yazarı şöyle feryat edebilir: “oğlu öpün ki, öfkelenmesin. Yoksa izlediğiniz yolda mahvolursunuz. Çünkü öfkesi bir anda alevleniverir.” (Mezmur 2:12) Tanrı’nın firavun ile olan çatışmasında yüksek ses ile ilan edilen derslere kulak asmayıp sağır kalmak gerçekten de ahmakça bir davranıştır. “Çünkü benliğe dayanan düşünce Tanrı’ya düşmandır.” (Romalılar 8:7) Bu yüzden tövbe etmemiş olan herkes Tanrı ile açık bir düşmanlık içindedir – Tanrı’nın düşmanıdır. Tanrı ne kadar lütufkar ki, sürekli lütuf mesajları gönderiyor; müjde aracılığı ile günahkarların kendisi ile barışması için ateşli sevgi antlaşmaları yapıyor. Biricik Oğlu’nu ölmesi için göndermiştir ve ölümü aracılığı ile günah için sağladığı kefaretin temeli üzerinde iman eden herkesi adil kalarak kurtarabilir. Ama eğer Tanrı’nın lütfu reddedilir ise, “bu denli büyük kurtuluşu görmezlikten gelirsek, nasıl kurtulabiliriz?” (İbraniler 2:3) Bir günahkar için kurtarılmamış durumunda bir tek gün dahi geçirmesi bu durumda ne kadar büyük bir akılsızlıktır! Mısır kralının üzerine kaçınılmaz olarak inen yargıya kendisinin de çok yakın bir zamanda uğrayabileceği gerçeğini bilip de çağrıya karşılık vermemek ne kadar tehlikelidir.

Şimdi biraz firavunun huzurundaki Musa ve Harun’un yaptıkları mucizelere karşı çıkan Mısırlı büyücülerin neler yaptıklarını incelemek ilginç olabilir. Bu büyücülerin şefinden Yeni Antlaşma’da adı ile söz edilir. Şunları okuruz: “Yannis ve Yambris nasıl Musa’ya karşı geldilerse, bunlar da gerçeğe karşı gelirler.” (2.Timoteos 3:8) Bu referans çok önemlidir, çünkü büyücülerin yaptıkları işlerde cisim alan şeytanın bir ilkesini gösterirler. O zaman onun özel karakteri ne idi diye bir soru sorulabilir. Yanıt, tek bir sözcük ile, TAKLİTTİR. Böylece Harun değneğini yere atığı zaman, değnek bir yılana dönüştü, “Bunun üzerine firavun kendi bilgelerini, büyücülerini çağırdı. Mısırlı büyücüler de büyüleri ile aynı şeyi yaptılar. Her biri değneğini attı, değnekler yılan oldu. Ancak Harun’un değneği onların değneklerini yuttu. (Mısır’dan Çıkış 7:11,12) Aynı şekilde Nil nehrinin sularına Tanrı’nın değneği ile vurulduğu zaman, sular kana dönüştü, büyücüler “kendi büyüleri ile aynı şeyi yaptılar. (Mısır’dan Çıkış 7:22) Aynı durum kurbağalar için de gerçekleşti. (Mısır’dan Çıkış 8:7) Böylece büyücülerin eylemlerinin, Musa ve Harun’un eylemlerinin birer taklidi olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda Timoteos kitabında da gerçeğe karşı gelen Yannis ve Yambris gibi Musa’ya direnen kişiler “Tanrı yolunda imiş gibi görünür, ama bu yolun gücünü inkar ederler.” (2.Timoteos 3:5) Taklit, şeytanın en tehlikeli hilelerinden biridir. Eğer gerçeğe açıkça karşı gelmeyi başarabilir ise, kendisini gizlemeyecektir, ama düşmanlık ile ilgili bu yol kapalı ise, o zaman bir ışık meleği görünümüne bürünecektir. Pavlus’un günüde durum böyleydi; ve özellikle şu anda da durum aynen böyledir. Hıristiyan olduklarını ikrar edenlerin, şeytanın gücünün açıkça gösterilmesi ile yoldan saptırılmaları çok ender bir durumdur. Ancak, dışarıdan bakıldığı zaman tanrısal olanın bir taklidi olduğunda, pek çok kişi bu yüzden ayartılır. Bu konu ile ilgili en önemli örneklerden birini ele alalım: eğer Roma Katolizmi dış kıyafet olarak Hıristiyanlığı giyinmemiş olsaydı, gerçeğin kutsiyetini bozan tüm kötülükleri ile canları aldatması mümkün olabilir miydi? Ama, Mesih’in ölümü aracılığı ile güvence altına alınmış olan her bereketi dağıtabildiğini iddia etmek, binlerce insanın canını ayartır ve onları şeytanın sahteliklerinin ve yalanlarının tam baskısı altına sokar. Bu yüzden, taklit, bir sistem olarak şeytanın en başarılı silahlarından biridir. Ama bundan daha büyük tehlikeler de söz konusudur. Şeytan, Tanrı Ruhu’nun her işleyişini, O’nun her çalışma biçimini taklit eder. Onun sahtelikleri her alanda, içerden ve dışardan bizi kuşatır. Ama Tanrı’ya şükürler olsun ki, Tanrı bize yeterli nöbetçiler sağlamıştır ve onun kurduğu tuzakların hepsinin farkına varmamız için bize yardımcı olur. Yuhanna şunları söyler: “Bunları sizi saptırmak isteyenler ile ilgili olarak yazıyorum. Size gelince, O’ndan aldığınız mesh sizde kalır. Kimsenin size bir şey öğretmesine gerek yoktur. O’nun size her şeyi öğreten meshi gerçektir, sahte değildir. Size öğrettiği gibi, Mesih’te yaşayın.” (1. Yuhanna 2:26,27) Tanrı’nın Sözü ve Ruh’u, şeytanın canlarımıza sunabileceği gerçek ile ilgili en tehlikeli tuzaklardan bizi koruyacak yeterliliktedir.

Ayrıca, bundan da öte, Tanrı’ya ve O’nun gerçeğine sabit bir bağlanma mevcut ise, şeytanın işleri en kısa süre içinde ifşa edilecektir. Şeytan’ın bu tuzakları Musa’ya üç kez “karşı koydu.” Ama sivrisinek belası gönderildiği zaman, değneklerini uzatıp yere vurmaları ve yerdeki tozu sivrisineğe dönüştürmeleri istendiğinde büyücüler yetersiz kaldılar ve bu işte Tanrı’nın parmağının olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar. (Mısır’dan Çıkış 8:18,19) Yaşam, Tanrı’ya aittir; yaşamın tek kaynağı Tanrı’dır; ve bu yüzden burada şeytanın çabaları sonuç vermez ve bu olaydan sonra artık büyücülerin tanrısal belirtileri taklit etme girişiminden vazgeçerler. Bir sonraki bölümde, “büyücüler çıbandan ötürü Musa’nın karşısında duramaz oldular.” (Mısır’dan Çıkış 9:11) Tanrı’nın cezalandıran eli altına düşmüşlerdi. Bu nedenle bizler, şu anda kötünün başarısı gibi görünen herhangi bir olayda güvenlik içinde dinlenebiliriz; çünkü “esenlik veren Tanrı çok geçmeden Şeytan’ı ayaklarımızın altında ezecektir.” (Romalılar 16:20)

Eğer aynı zamanda firavunun zihnindeki bu adil cezaların etkilerinin farkına varılır ise, bu bölüm hakkındaki görüş tamamlanmış olacaktır. Kurbağalar aracılığı ile verilen şiddetli ceza tarafından anlık bir izlenim ortaya çıkar. “Firavun, Musa ile Harun’u çağırtıp, ‘Rabbe dua edin, benim ve halkımın üzerinden kurbağaları uzaklaştırsın, o zaman halkınızı Rabbe kurban kessinler diye salıvereceğim’ dedi.” (Mısır’dan Çıkış 8:8) Musa, bu isteğe karşılık verdi, ve anlaşma için zamanı belirledi; firavunun, sıkıntıya Rabbin yargılayan elinin neden olduğunu fark edebildi. Yüreği sertleşmiş bir günahkar tarafından bile Tanrı’nın lütfunun nazik yollarının farkına varılması güzel bir davranıştır. Bir yürek az da olsa O’na dönüş yaptığı takdirde, Tanrı bunun tam gerçek olmadığını bilse bile, onu dinlemeye hazırdır – Tanrı, günahkarın ölmesini istemez gerçeği ile ilgili çarpıcı bir tanıklık; “Rab, kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor. (2.Petrus 3:9) Böylece Rab işitti ve “Musa’nın isteğini yerine getirdi. Kurbağalar, evlerde, avlularda, tarlalarda öldüler.” (Mısır’dan Çıkış 8:13) Ama bunun sonucunda ne oldu? “Ancak firavun ülkenin rahatladığını görünce, Rabbin söylediği gibi inatçılık etti ve Musa ile Harun’u dinlemedi” (ayet 15) İnsanın kötü yüreği ile ilgili ne kadar etkileyici bir örnek! Sonuçlardan korkup Tanrı’nın eli altında eğilerek, kurtarılmak için feryat eder ve eğer kendisine ihsan edildiği takdirde, tanrısal buyruklara kesinlikle uyacağına dair söz verir. Kendisine rahatlık ihsan edilir ve kral hemen hem korkularını hem de verdiği sözleri unutuverir. Böyle davranan pek çok günahkar, aniden ölüm kapılarına getirilmişlerdir ve firavun yüksek ses ile merhamet diledi. Tanrı onun duasını işitti ve ona sağlığını geri verdi.

Ama o düşünüp amaçlamış olduğu gibi kendisini Tanrı’ya, Tanrı’nın hizmetine adamak yerine, önceki unutkanlığına ve günahına geri döner. Bu gibi tüm durumlardaki gerçek, vicdanın hiç bir zaman gerçekten uyanmamış olmasıdır; Tanrı’nın huzurunda suçluluk duygusu mevcut değildir, insanın kayıp ve mahvolmuş olduğu ile ilgili Tanrı tanıklığını kabul etmez. Ve bunun sonucu olarak, O’nun Kurtarıcı Mesih İsa’da açıklanan kurtarış lütfundan yardım dilemez; ve verilen sözler aslında, Tanrı’nın elinin uzaklaşmasını sağlamak amacı ile sunulan bir tür tövbedir. Bu nedenle, rahatladığı zaman, Tanrı’ya dönüş gibi bir değişiklik olmadığı için yaşamının bir an için yön değiştirmiş akıntısı, sonunda doğal olarak eski kanallarına geri döner. Ah, bu durum ne kadar da çok kişi için söz konusudur! Yargının ertelendiğini gördükleri zaman, yüreklerini tekrar sertleştiren çok kişi vardır. Eğer, bu sözcükler böyle birinin gözleri tarafından okunuyor ise, onun yüreğinin derinliklerine işlesin. Öyle ki, gerçek durumlarına gözleri açılsın ve fırsat henüz kaçmamış iken, Tanrı’nın huzurunda suçlu ve çaresiz günahkarlar olduklarını itiraf etsinler ve kurtulmak için yalnızca Rab İsa Mesih’e baksınlar. “Tanrı’nın sınırsız iyiliğini, hoşgörüsünü, sabrını hor mu görüyorsun? O’nun iyiliğinin seni tövbeye yönelttiğini bilmiyor musun? İnatçılığın ve tövbesiz yüreğin yüzünden Tanrı’nın adil yargısının açıklanacağı gazap günü için kendine (Firavunun yaptığı gibi) azap biriktiriyorsun.” (Romalılar 2:4,5)

Dördüncü bela - at sineği sürüsü – daha derin ve daha etkili bir izlenim bırakmış gibiydi. Firavun, Musa ve Harun’u çağırdı: “Çölde Tanrınız Rabbe kurban kesmeniz için sizi salıveriyorum” dedi. En sinsi teklif bu idi. Eğer Musa ve Harun, Tanrı’nın karakterini ve zihnini bilmiyor olsalar idi, bu tuzağa kolayca düşebilirlerdi. Şeytan, kulları hala onun yönetimi altında devam ettikleri takdirde, onların dindar olmalarına hiç bir itirazda bulunmaz. Onun yetkisini kabul ettikleri sürece, Tanrı’ya istedikleri kadar yüksek ses ile hizmet ettiklerini ikrar edebilirler. Ama eğer, kutsanmış Rabbimize çölde sunulan ayartmada olduğu gibi, yere diz çöker ve ona tapınırlar ise (Matta 4), onlara yüreklerinin tüm arzularını ihsan edecektir. Eğer dünyaya ait kalırlar ise, dünya ve onun değneği kendisine ait olanları sevecektir. Bu yüzden şeytan sürekli olarak şu öğüdü verecektir: “ Bana ve Tanrı’ya hizmet edin. Tanrınıza kurban sunun, ama ülkede kalın.” Kutsal Yazılardan alınan tek bir sözcük tüm bu saçma muhakemeleri gün ışığına çıkaracaktır. “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de paraya kulluk edemezsiniz.” (Matta 6:24) Tanrı’nın zihnine sahip olan Musa gerçeği ayırt edebiliyordu ve bu nedenle şu yanıtı verir: “Bu doğru olmaz. Çünkü Mısırlılar Tanrımız Rabbe kurban kesmeyi iğrenç sayıyorlar. İğrenç saydıkları b u şeyi gözlerinin önünde yapar isek, bizi taşlamazlar mı? Tanrımız Rabbe kurban kesmek için bize buyurduğu gibi üç gün çölde yol almalıyız.” (Mısır’dan Çıkış 8: 26,27) Musa aldanmadı; Mesih’in, Mısırlıların gözünde değersiz bir obje olduğunu ve olması gerektiğini “Yahudiler için yüz karası, öteki uluslar için de saçmalık olduğunu” biliyordu. (1.Korintliler 1:23) Ve onlar ve O’nun halkı arasında uzlaşması imkansız bir düşmanlık olması gerektiğinden haberdar idi. “Bana zulmettiler ise, size de zulmedecekler.” (Yuhanna 15:20) Mısır, bu yüzden Tanrı’nın halkı için doğru bir yer olamazdı. Böylece Musa, iki şey ekler: İlki, halkın çölde üç gün yol alması gerekmektedir. Buradaki üç sayısı, bu bağlamda önem taşır – ölüm uzaklığı olarak üç günlük yolculuk. ( Çölde Sayım 10:33 ayeti ile karşılaştırın.) O’nun kendilerine buyurduğu gibi, Tanrıları Rabbe kurban sunmaları gerekiyordu. Burada gerçekten temel ve büyük ilkelerden söz edilmektedir. Bizi Mısır’dan ancak ölüm – Mesih ile birlikte ölmek – ayırabilir.

Bu yüzden Pavlus şöyle der: “Bana gelince, Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhından başka bir şey ile asla övünmem. O’nun çarmıhı aracılığı ile dünya benim için ölüdür, ben de dünya [Mısır] için.” (Galatyalılar 6:14) Ne dışsal değişim ne de yenilenme bizi tutsaklık evinden çıkartmayacaktır – ölümden başka hiç bir şey – O’nun adına iman aracılığı ile bizim ölümümüz yapılan Mesih’in ölümü. İkinci olarak, Rabbe itaat edilmesi gerekir. Başka hiç bir yetkiye bir an için bile izin verilmemeli ya da hiç bir yetki kabul edilmemelidir. İtaat, ilk görevdir ve Hıristiyan’ın sorumluluğunun tüm zeminini teşkil eder. Bu yüzden, ölüm aracılığı ile dünyadan ayrılmak, yani dünya ile ilişkiyi tam olarak gerçekten kesmek lazımdır. Eğer Musa Mısır’da kalmaya razı olmuş olsaydı, Firavun’un yönetimini kabul etmiş olacaktı ve bu tutumu Yehova’nın tüm ve mutlak talepleri ile uyuşmayacaktı. Bu iki ilke – dünyadan ayrılmak ve Mesih’e itaat – Rabbin halkının yüreklerine kazınmalıdır. Çünkü bunlar Tanrı halkının gerçek konumunun ve sorumluluğunun temelidirler. Aslında her şey bu iki kaynaktan akar. Musa’nın bu sözlerinden öğrenilecek bir şey daha var. Tanrı’nın Sözü ile uyumlu olmadığı sürece hiç bir hizmet ya da sözde hizmet Tanrı tarafından kabul edilemez. Tapınmanın ve hizmetin Rabbin zihni tarafından yönetilmeleri gerekir. Bu nedenle, bizim iyi ya da dindar saydıklarımız, tapınma ya da iyi işler olarak adlandırdıklarımız değil, O’nun bu konulardaki düşünceleridir. Sonuç olarak, Tanrı Sözü her şeyi sınar, ve Hıristiyan’ın yüreğinde ve vicdanında en önemli ve en üstün yere sahip olmalı ve onun tüm yaşamını düzenlemelidir. Hıristiyanlıktaki tüm bozukluklar, kilisenin tüm başarısızlık ve hataları bu yaşamsal ilkenin ihmal edilmesi yüzündendir. Tanrı Sözü, adımlarımız için tek çıra, yolumuz için tek ışıktır. (Mezmur 119:105) Birey ya da kilise tarafından tek bir insan düzenlemesinin kabul edildiği an, bunu çökme ve çürüme izler; çünkü bir başka yetki Mesih’in yetkisi ile birleşmiş olur. Bunun bir sonucu olarak, her şeyi Tanrı’nın Sözü ile sınamak bizim sorumluluğumuzdur. “Kulağı olan Ruh’un kiliselere ne dediğini işitsin.” (Vahiy 2:11)

Firavun, Musa’nın talebini açık bir şekilde reddetmez; darbenin uzaklaştırılmasını mümkün kılmak için ayak uydurur, anlamazlıktan gelir. Feryadı, “Benim için dua edin” (Mısır’dan Çıkış 8:28) şeklindedir. Musa razı olur, ama kralın ikiyüzlülüğünü gördüğünü göstererek sözlerine şu ciddi uyarıyı ekler: “Rabbe kurban kesmek için halkın gitmesini önleyerek bizi yine aldatmamalısın.” (ayet 29) Ancak sıkıntı son bulduktan sonra, yine her zaman söylediği sözlerin kaydedildiğini görürüz: “Firavun bir kez daha inatçılık etti ve halkı salıvermedi.” (ayet 32) Bundan sonra bir başka yargı geldi; ama firavun darbeden etkilenmedi. En azından herhangi bir pişmanlık belirtisi göstermedi. Bu tutumu çok ciddi bir sonuca neden oldu ve bir sonraki sıkıntının önsözü olarak ifade edebileceğimiz gök gürültüsü ve dolu belasına ilişkin korkunç bir mesaj geldi. (Mısır’dan Çıkış 9:13-19) Kral, darbenin etkisi ile sersemledi ve tekrar kurtarılmayı istedi. Hatta günah işlemiş olduğunu ve Rabbin doğru ve adil olduğunu v.b. dahi itiraf etti ve bundan sonra tekrar güçlü gök gürültüsü ve dolu olmadığı takdirde, halkın gitmesine izin vereceğini bir kez daha vaat etti. (Mısır’dan Çıkış 9:27,28) Firavun’un günahı böylelikle ışığa çıkmış oldu. Günahını gördü ve açıkça söyledi, ama yine de kötü tutumunda devam etmekte direndi – Rabbe olan aşık düşmanlığını sürdürdü. Çünkü günahını itiraf etmesine rağmen, Rab Musa’nın ricasını yanıtlar yanıtlamaz firavun tekrar inatçılık etti ve yüreğini sertleştirdi. Ancak bize, firavunun bu tutumunun Tanrı için bir sürpriz olmadığı defalarca hatırlatılır. Her şey, “Rabbin Musa’ya söylediği gibi” oldu. (ayet 35) Tanrı, sonu başlangıçtan gördü; ama Musa Mısır kralı adına aracılık ettiği zaman, Elini uzaklaştırdı. Tanrı aşikar bir başkaldırı mevcut olduğu zaman bile asla sabırsız değildir. Kendi zamanını bekler – insanların kötülüklerine ve saygısızca davranışlarına tahammül eder ve lütfeder. Eğer O böyle katlanıyor ise, biz de böyle davranmayı kesinlikle öğrenmeliyiz – gözlerimizi O’na çevirerek, O’nun dünyanın gözlerinin önünde Kendi adil yönetimini Kendi zamanında haklı çıkaracağından emin olmamız gerekir. “Rabbin önünde sakin dur, sabır ile bekle.” (Mezmur 37:7)

Çekirge tehdidi ile bağlantılı olarak yeni bir eylem gerçekleşir. Olup bitenlerden paniğe kapılan firavunun hizmetkarları, bu noktada duruma müdahale ettiler ve ona şöyle dediler: “Ne zamana dek bu adam bize tuzak kuracak? Bırak gitsinler, Tanrıları Rabbe tapsınlar. Mısır harap oldu, hala anlamıyor musun?” (Mısır’dan Çıkış 10:7) Böylece, “Musa ve Harun’u firavunun yanına geri getirdiler. Firavun, ‘Gidin, Tanrınız Rabbe tapın’ dedi. ‘Ama kimler gidecek?’ “ (ayet 8) Bu sözleri, yine, sefil kralın sefil sözlerini açıklarlar. Zor durumda kalan kral baskısını gevşetecektir, ama yine de o zaman bile elinden geldiğince çok kişiyi alıkoymak isteyecektir. Sahip olduklarına inatçı bir şekilde yapışır ve öylesine inatçı bir şekilde pazarlık eder ki, mümkün olsa, kimin gidip kimin kalacağı ile ilgili Musa ile tartışacaktır. Ama, “Musa, ‘Genç, yaşlı hep birlikte gideceğiz’ dedi. Oğullarımızı, kızlarımızı, davarlarımızı ve sığırlarımızı yanımıza alacağız. Çünkü Rabbe bayram yapmalıyız.’ Firavun, ‘alın çoluk çocuğunuzu, gidin gidebilirseniz, Rab yardımcınız olsun!’ dedi. ‘Bakın, kötü niyetiniz ne kadar açık. Olmaz. Yalnız erkekler gidip Rabbe tapsın. Zaten istediğiniz de bu.’Sonra Musa ile Harun firavunun yanından kovuldular.” (9-11. ayetler) Bu, hiç kuşkusuz Şeytan’ın kurnazca bir hilesi idi – eğer gidebilirler ise gitmelerine izin vermeye istekli olduğunu söylemek, ama sonra çoluk çocuklarını Mısır’da bırakmalarını talep etmek. Böylelikle Rabbin kurtarmış olduklarının tanıklıklarını boşa çıkartmak ve doğal sevgileri nedeni ile onların üzerinde güçlü bir baskı yaratmak. Çünkü çoluk çocukları Mısır’da kaldıkları takdirde oradan nasıl ayrılabilirlerdi? Şeytan bunu biliyordu ve bu yüzden ayartmasındaki karakter böyle idi. Ve bu tür bir tuzağın içinde bulunan ne kadar çok Hıristiyan mevcuttur! Rabbe ait olduklarını ikrar etmekle birlikte Mısır’dan ayrılırken, ailelerinin arkalarında kalmalarına izin verirler. Bir diğer kişinin söylediği gibi: “Anne ve babalar çölde, çocukları Mısır’da. Tamamen kural dışı olan bir şey. Böyle bir durum, yalnızca yarım bir kurtuluş olurdu; İsrail’e hiç bir yararı olmazdı ve İsrail’in Tanrısı’na onursuzluk getirirdi. Böyle bir şey mümkün değildi. Eğer çocuklar Mısır’da kalırlar ise, anne ve babaların Mısır’dan ayrıldıklarını söylemek zor olurdu, çünkü çocukları onların bir parçaları idiler. Böyle bir durumda söylenebilecek tek şey, halkın bir kısmının Yehova’ya bir kısmının ise Firavun’a hizmet etmeleridir. Ama firavunun Yehova ile hiç bir bağı olamazdı. Rab ya her şeye sahip olmalıdır, ya da hiç bir şeye. Bu Hıristiyan anne ve babalar için önemli bir ilke teşkil eder … Çocuklarımız için Rabbe güvenmek bizler açısından mutlu bir ayrıcalıktır. “Çocuklarımızı Rabbin terbiye ve öğüdü ile büyütmemiz” bizim için bir imtiyazdır. (Efesliler 6:4) Bu h ayranlık uyandıran doğru sözler üzerinde Tanrı’nın huzurunda derin bir şekilde düşünülmelidir; çünkü ailemiz ile tanıklık etmemizin önemi çok büyüktür. Yürüyüşlerinde hatasız olan tanrısayar anne ve babalar, kendileri için bir an bile izin vermeyecekleri uygulamaları çocukları için de geçerli kılmalıdırlar; evleri Mısır’a ait iniltiler ve sesler ile dolu olmamalıdır. Aksi takdirde Musa’nın fark etmiş olduğu şeyin farkına varmamış olurlar; çocuklar, anne ve babaları ile birlikte Tanrı’ya aittirler ve Tanrı’nın yeryüzündeki halkını oluştururlar; bu yüzden, Tanrı’nın lütfu ve Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile kendilerinin kurtarıldıkları yerde çocuklarını bırakmaları, bu kutsanmış gerçeğin inkar edilmesi olur. Anne ve babaların tüm ailenin sorumluluğunu üstlenmesi, bu nedenle hiç bir zaman yeterince vurgulanamaz; anne ve babalar Tanrı’nın önünde çocuklarını Rabbe ait olarak korumalıdırlar, aksi takdirde çocuklarını asla yürümeleri gereken yolda eğitemezler; Tanrı’nın lütfu ve Ruhu’nun işleyişi aracılığı ile O’na ait olduklarını göstererek O’na güvenirler.

Firavun, bu talepler nedeni ile öfkeye kapıldı, ve Musa Harun ile birlikte firavunun huzurundan atıldılar. Bunun üzerine Tanrı’nın gücü aracılığı ile çekirgeler çağırıldı ve “toprağın üzerini öyle kapladılar ki, ülke kapkara kesildi.” (ayet 15) Bu ağır darbenin baskısı altında kalan firavun bir kez daha tekrar Musa ve Harun’u huzuruna çağırttı, onların Tanrıları Rabbe ve onlara karşı suç işlediğini itiraf etti – bağışlanma diledi ve “Tanrınız Rabbe dua edin; bu ölümcül belayı üzerimden uzaklaştırsın” dedi. (16, 17. ayetler) Rab, Musa’nın aracı duasını işitti ve rüzgar, çekirgeleri sürükleyip Kamış Denizi’ne döktü; “Mısır’da tek çekirge kalmadı.” (ayet 19)

O’nun dehşetini ve sözünü hemen unuttuğu için Mısır’ın üzerini üç gün boyunca koyu bir karanlık kapladı. (22,23.ayetler) Bir kez daha “Firavun Musa’yı çağırttı. ‘Gidin, Rabbe tapın’ dedi. ‘Yalnız davarlarınız ile sığırlarınız alıkonacak. Çoluk çocuğunuz sizinle birlikte gidebilir.Musa, ‘Ama Tanrımız Rabbe kurban kesmemiz için bize kurbanlık ve yakmalık sunular da vermelisin’ diye karşılık verdi. ‘Hayvanlarımızı da yanımıza almalıyız. Bir tırnak bile kalmamalı burada. Çünkü Tanrımız Rabbe tapmak için bazı hayvanları kullanacağız. Oraya varmadıkça hangi hayvanları Rabbe sunacağımızı bilemeyiz.’ “ (24-26.ayetler)

Konu, Rabbe hizmet etmek için Mısır’dan ayrılmak idi. Rab bu nedenle, yalnızca halkını değil, ama aynı zamanda onların sahip oldukları her şeyi de talep etti. Bu ifadesi ile Musa, firavunun ünvanını hiçe indirmiş oldu. Bunun aksi şekilde hareket etmek, firavunun yetkisini kabul etmek anlamına gelecekti. Firavun gerçekten de Tanrı halkının düşmanı idi; Tanrı’nın iradesine karşı çıkarak Tanrı’nın halkını tutsak ediyordu. Böyle olduğu için Musa onun taleplerini reddetti. Ayrıca, Tanrıları Rabbe kurban sunmak için gidiyorlardı ve Mısır’dan kurtarılana kadar Tanrı’ya ne ile hizmet etmeleri gerektiğini bilmiyorlardı. Bu yüzden firavunun taleplerine bir an için bile izin verilemezdi. Burada Musa’nın sözlerinde ilk sırayı alan önemli bir ilke bulunur; Tanrı, bizi olduğu kadar sahip olduğumuz her şeyi de ister. Bu konu ile ilgili her şeyin O’nun hizmetine sunulması gerekir. Bize O verir, ve bizden O talep eder. Aynı örneği, Davut tapınak için malzeme tedarik ederken de görürüz. “Her şey Sendendir. Biz ancak senin elinden aldıklarımızı sana verdik.” (1 Tarihler 29:14) Tanrı’nın halkı olarak dünyadan almamamız gerekir; İbrahim bile Sodom kralı tarafından zengin kılınmayı reddetti. (Yaratılış 14:22,23); aynı şekilde Rabbin bize vermiş oldukları üzerinde dünyanın her talebini de reddetmemiz gerekir. Bir tırnak bile arkada bırakılmamalıdır, çünkü Rabbin kurban olarak talep edeceği şey bu tek tırnak bile olabilir. Aynı zamanda, Musa’nın sözlerine rağmen, Mısır’da Tanrı’nın düşüncesinin ne olduğunun öğrenilememesi de çok şaşırtıcıdır. Halkın, ölüm ve diriliş aracılığı ile Mısır’dan kurtarılması ve oradan ayrı tutulması gerekiyordu; sonra O’nun hizmetinin doğası hakkında eğitileceklerdi. Böylelikle firavun Tanrı’nın halkı ile ilgili kendisinden talep edilen her şeye karşı çıkmasına rağmen, onun sinsi davranışları ile olup bitenlere ayak uydurduğunu görüyoruz; çünkü Yehova’nın eli yargılamak için kalkar ve bir biri ardına firavunun ve ülkesinin üzerine iner, öyle ki, firavun onların gücüne mecbur kalsın. Ama her şeye rağmen şimdi daha da büyük bir inatçılık gösterir; lütfa, uyarıya ve yargıya rağmen hızla felaketine sürüklenmektedir. “Ancak Rab firavunu inatçı yaptı, firavun İsraillileri salıvermeye yanaşmadı. Musa’ya, ‘Git başımdan’ dedi, ‘Sakın bir daha karşıma çıkma. Yüzümü gördüğün gün ölürsün.’ Musa, ‘Dediğin gibi olsun’ diye karşılık verdi, ‘Bir daha yüzünü görmeyeceğim.’” (27-29.ayetler)

Bunun üzerine Rab, Musa’yı Mısır’dan çıkmak üzere hazırlamak amacı ile eğitmeye başlar.

“Firavunun ve Mısır’ın başına bir bela daha getireceğim. O zaman gitmenize izin verecek, sizi buradan adeta kovacak. Halkına söyle, kadın erkek herkes komşusundan altın, gümüş eşya istesin.” Rab İsrail halkının Mısırlılar’ın gözünde lütuf bulmasını sağladı. Musa da Mısır’da firavunun görevlilerinin ve halkın gözünde çok büyüdü. (Mısır’dan Çıkış 11:1-3)

Böylece tüm hazırlıklar tamamlandı; ve Musa bunun ile ilgili olarak son mesajını bildirir – elçisi olduğu Tanrı’nın görkemine gerçekten yakışan vakar ve saygınlık dolu bir mesaj. Bu mesajın içeriği bir sonraki bölümde gözden geçirilecektir. Görevini tamamlamış olan Musa, “firavunun yanından büyük bir öfke ile ayrıldı.” (11:8) Musa, şimdi Tanrı’nın düşüncesi ile tam bir iletişim içinde idi; firavunun günahına karşı kutsal bir öfke ile dolu idi. (Markos 3:5 ayeti ile karşılaştırın) Tüm korkaklığı ve çekingenliği yok olmuştu ve kralın önünde sakin ve korku duymadan, Yehova’nın yetkisi ile bilinçli bir şekilde donanmış olarak duruyordu. Ama Rabbin daha önceden de söylemiş olduğu gibi, ve şimdi tekrar ettiği gibi, firavun boyun eğmeyecekti. “ “Mısır’da şaşılası işlerim çoğalsın diye firavun sizi dinlemeyecek. Musa ile Harun firavunun önünde bütün bu şaşılası işleri yaptılar. Ama Rab firavunu inatçı yaptı. Firavun, İsraillileri ülkesinden salıvermedi.” (9, 10. ayetler)


1. Dr. SMITH’in Dictionary of the Bible (Kutsal Kitap Sözlüğü)adlı eserinden alıntı. “Sivrisinek” konusuna ve diğer tanklılara bakınız.

2. WILKINSON’un Ancient Egyptians (Eski Mısırlılar (4. 287-289), Smith’in Kutsal Kitap sözlüğündeki “Güneş” başlıklı yazısından alıntı.

Bölüm 6

Fısıh Kuzusu

Mısır’dan Çıkış 12

On birinci bölümde bulunan iki şey tekrar hatırlanabilir. Öncelikle, ilk doğan çocukların üzerine gelecek olan yargının duyurulması; ve ikinci olarak “Mısırlılar ve İsrailliler arasında” görülen farklılık. (11:4-7) Bu iki şeyin bir araya gelmesi fısıh kuzusu ile mümkün olur. Çünkü Tanrı şimdi günah sorununu ortaya koyar ve böylelikle Kendisinde var olan Yargıç karakterini gereken şekilde sunar. Ama bunu yaptığı an, hem Mısırlılar hem de İsrailliler O’nun yargısı söz konusu olduğunda çirkin görünürler, çünkü her ikisi de O’nun gözünde günahkardırlar. Tanrı’nın, İsrail’i Mısır’dan kurtarma amacı gerçektir ve aynı zamanda Tanrı’nın Kendisine özgü egemen haklarının uygulanmasında Tanrı’nın biri ve diğeri arasında farklılık göz ettiği de aynı zamanda oldukça gerçektir. ama Tanrı, asla Tanrı olmaktan vazgeçemez. Ve O’nun tüm eylemleri Karakterinin nasıl olduğunu ifade etmelidir. Ve bu yüzden İsrail’i esirgediği takdirde – İsrailliler de Mısırlılar ile eşit derecede suçlu idiler, günahkarlıkları konusunda aynı idiler – Mısır’ı yok ederken, bunu ancak Kendi doğası ile uyumlu olarak yapabilirdi. Başka bir deyişle, O’nun doğruluğu diğerinin yok edilmesinde olduğu gibi, birinin kurtarılışında da gösterilmelidir. Ve işte tam bu noktada lütfun yalnızca doğruluk aracılığı ile egemenlik sürebileceği algılanır. (Romalılar 5:21) Şimdi bu bölümde çözülen sorun şudur – Tanrı Mısır’ın ilk doğanlarını öldürdüğü zaman, İsrail’i adil bir şekilde nasıl esirgeyebildi? Hem Mısırlılara hem de İsraillilere Yargıç olarak görünür; ve İsrail’in ahlak açısından Mısır’dan daha üstün olmadığı bilindiğine göre, farklılığın tek temeli bu değildi. Farklılığın TEK NEDENİ, FISIH KUZUSUNUN KANI İDİ. İbrahim, İshak ve Yakup ile antlaşma yapan lütuf idi; kuzuyu tedarik eden de lütuf idi. Ama kuzunun kanı – Tanrı Kuzusu, Fısıh Kuzumuz Mesih – günahları nedeni ile Tanrı’nın İsrail’den beklediği her isteği karşıladı ve bu yüzden Tanrı, ölüm meleği Mısırlıların her birinin ev halkına ölüm taşırken İsraillileri adil bir şekilde koruyabildi. Kuzu’nun kanında merhamet ve gerçek bir araya geldiler ve doğruluk ve esenlik birbirleri ile öpüştüler. Bölümdeki ayrıntıları incelerken bu gerçeği tam olarak inceleyeceğiz.

“Rab, Mısır’da Musa ile Harun’a, ‘Bu ay sizin için ilk ay, yılın ilk ayı olacak’ dedi. (1,2. ayetler)

Günahkar, günahlarının içinde olduğu sürece Tanrı’nın gözünde zamanın hiç bir değeri yoktur. Biz, Mesih’in kanı altında korunmaya başlayıncaya kadar O’nun gözünde yaşıyor sayılmayız. Otuz, kırk ya da elli yıl yaşamış olabiliriz, ama yeniden doğmadıysak bu yıllar zaman kaybıdır. Zaman kaybı? Tanrı ile ilgili olarak kayıp; ama ah, sonsuzluğun sonuçlarına gebe olarak bu koşulda devam etmek! Bu dönemin her günü suçlarımıza, günahlarımızın sayısına eklemede bulundu; büyük beyaz tahtın önünde yargı gününde açılacak olan kitapta hepsi kayıtlı bulunmakta. Sonsuzluğa kurtarılmış olarak geçmeliyiz. Dünyanın mücadeleleri ve eylemleri, insanların umutları ve hırsları üzerine gelecek olan bir hüküm! Bize yaşamın soyluluğunu anlatırlar, yücelik ve ün getiren işlerden konuşurlar ve adları tarih sayfalarında kalan isimlerin yaptıkları eylemleri yapmamızı teşvik etmek için gençliğimizi bu arzular ile esinlemenin peşindedirler. Ama Tanrı konuştuğu zaman, bu kişilerin henüz yaşamaya başlamadıklarını ilan ederek tek bir kelime ile bu aldatmacaları dağıtır. İnsanların gözlerinde ne kadar önemli görünürlerse görünsünler Tanrı’nın yaşamını almadıkları takdirde, ölüdürler, gerçek tarihleri henüz başlamamıştır. Aynı şey İsrailliler için de geçerlidir. Firavun’un, yani Şeytan’ın köleleridirler; henüz Rabbe hizmet etmeye başlamamışlardır ve bu yüzden kurtarılışlarının ilk ayı onlar için yılın ilk ayı olmalıydı. Gerçek yaşam öyküleri bu tarihten itibaren başladı.

“Bütün İsrail topluluğuna bildirin: Bu ayın sonunda herkes ailesine göre kendi ev halkına birer kuzu alacak. Eğer bir kuzu bir aileye çok geliyor ise, aile bireylerinin sayısı ve herkesin yiyeceği miktar hesaplanacak ve aile kuzuyu en yakın komşusu ile paylaşabilecek. Koyun ya da keçilerden seçeceğiniz hayvan kusursuz, erkek ve bir yaşında olmalı. Ayın on dördüne kadar ona bakacaksınız. O akşam üstü bütün İsrail topluluğu hayvanları boğazlayacak. Hayvanın kanını alıp, etin yeneceği evin yan ve üst sövelerine sürecekler. O gece ateşte kızartılmış et, mayasız ekmek ve acı otlar ile yenmelidir. Eti çiğ ya da haşlanmış olarak değil, başı, bacakları, bağırsakları ve işkembesi ile birlikte kızartarak yiyeceksiniz. Sabaha kadar bitirmelisiniz. Arta kalan olur ise, sabah ateşte yakacaksınız. Eti şöyle yemelisiniz: Beliniz kuşanmış, çarıklarınız ayağınızda, değneğiniz elinizde olmalı. Eti çabuk yemelisiniz. Bu, Rabbin Fısıh kurbanıdır.

O gece Mısır’dan geçeceğim. Hem insanların hem de hayvanların ilk doğanlarını öldüreceğim. Mısır’ın bütün ilahlarını yargılayacağım. Ben Rabbim. Bulunduğunuz evlerin üzerindeki kan sizin için bir belirti olacak. Kanı görünce üzerinizden geçeceğim. Mısır’ı cezalandırırken ölü saçan size hiç bir zarar vermeyecek. Bu gün sizin için anma günü olacak. Bu günü Rabbin bayramı olarak kutlayacaksınız. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürekli bir kural olarak bu günü kutlayacaksınız.

Yedi gün mayasız ekmek yiyeceksiniz. İlk gün evlerinizden mayayı kaldıracaksınız. Kim bu yedi gün içinde mayalı bir şey yer ise, İsrail’den atılacaktır. Birinci ve yedinci günler kutsal toplantı yapacaksınız. O günler hiç bir iş yapılmayacak. Herkes yalnız kendi yiyeceğini hazırlayacak. Mayasız Ekmek Bayramı’nı kutlayacaksınız, çünkü sizi ordular halinde o gün Mısır’dan çıkardım. Bu günü kalıcı bir kural olarak kuşaklarınız boyunca kutlayacaksınız. Birinci ayın on dördüncü günün akşamından yirmi birinci gününün akşamına kadar mayasız ekmek yiyeceksiniz. Evlerinizde yedi gün maya bulunmayacak. Mayalı bir şey yiyen yerli yabancı herkes İsrail topluluğundan atılacaktır. Mayalı bir şey yemeyeceksiniz. Yaşadığınız her yerde mayasız ekmek yiyeceksiniz.” (3-20. ayetler)

Tanrı, yargının ortasında merhameti hatırlar. Eğer onlar üzerindeki talepleri tam ve yeterli olarak karşılanmadıkça Mısırlılara vuracak ise ve eğer İsrail’i esirgeyemeyecek ise ( karakterinin nitelikleri açısından sürekli olarak yapamaz), Kendisi, Kendi yüreği ile hareket ederek Kendi egemen haklarını kullanıp, lütfunun zenginliklerine göre halkını adil bir şekilde darbenin dışında tutabileceği temeli şekillendiren kuzunun kanını sağlayacak ve onları esaret evinden dışarı çıkartacaktır. İsrail’in kurtarılışında olduğu kadar bizim kurtarılışımızda da konunun bizim ne olduğumuz değil, Tanrı’nın ne olduğunun esas olduğunu iyice kavramalısınız. Bu nedenle, kurtarılışımız, Tanrı’nın değişmez karakteri üzerinde bina edilmiştir; bu yüzden kefaret yerine gelir gelmez (bu öykünün devamında görüleceği gibi) Tanrı’nın karakteri, bizim güvenliğimiz için taahhüt edilmiştir.

Bu yazılarda farklı ve ayrı bir dikkat talep eden çeşitli özellikler mevcuttur. Öncelikle, kuzu. Daha önceden de işaret edilmiş olduğu gibi, bu fısıh kuzusunun tüm değeri Mesih’in bir örneği olmasından kaynaklanır. Pavlus bu nedenle şöyle der: “Fısıh Kuzumuz Mesih bizim için kurban edildi. Bunun için bayram edelim.” (1 Korintliler 5:7,8) Bu yüzden bize tanrısal yetki ile garanti edilir; bu ilginç örneğin gölgesi altında Tanrı’nın Kuzusu’nu görürüz ve bu bölümün her ayrıntısının böylesine büyük ilgi çekmesinin nedeni budur. Kuzu, ayın onuncu gününde alınmalı – bir yaşında ve kusursuz bir erkek kuzu – ve aynı ayın on dördüncü gününe kadar beslenmeliydi. Kuzunun Tanrı’nın öğütlediği şekilde seçilmesi gerekliydi. Örneğin, onuncu günde alınacak ve on dördüncü gününde kurban edilecekti. Ama okuyucunun yorumuna ve hükmüne bırakılmış olan bir başka öneride daha bulunulmuştur. Buna göre, onuncu gün Mesih’in, Vaftizci Yahya tarafından çok şaşırtıcı bir şekilde, “İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu!” olarak ilan edilişi ile Mesih’in görevine başlaması hakkındadır. (Yuhanna 1:29) Sonra eğer Rabbin hizmeti üç yıl ifadesini kapsadığı takdirde, iki tam yıl ve iki yarım yıl daha eklendiği zaman, Yahudilerin hesaplamasına göre bu dört yıl eder ve bu yüzden O’nun ölümünün zamanı on dördüncü güne rastlayacaktır. Ama şöyle bir soru sorulabilir: O zaman neden kuzunun ayrılması konusunda on sayısı esas alındı? Çünkü bu, Tanrı’ya olan sorumluluğun sayısıdır ve bu şekilde kutsanmış Rabbimize Tanrı’nın Kuzusu olarak sahip olunduğunu öğretir. O, Tanrı’nın önünde her türlü sorumluluğu yerine getirdi ve günah için kurban edilecek olan kusursuz kuzu olduğunu kanıtladı. O, Tanrı’nın Kuzusu idi ve insan hangi kurbanın kabul edilebilir olacağını hiç bir zaman bilemeyeceği için kuzuyu Tanrı’nın tedarik etmesi kutsanmış bir teselli idi. İsrail o güne kadar esaret altında alacaktı, çünkü günahları ile ilgili Tanrı taleplerini nasıl karşılayacağını, Tanrı’yı nasıl tatmin edeceğini bilemeyecekti. Böylece Tanrı merhameti ve lütfu ile dünyanın günahını ortadan kaldırmaya yetecek olan bir kuzu tedarik etti. Bu nedenle, günahtan arınmanın başka herhangi bir yöntemi asla olamaz; Tanrı’nın adil yargısından gizlenmek için başka bir aracı yoktur; Tanrı tarafından sağlanan Mesih’in kanı, tüm diğer yöntemlerin ötesinde, geçerli olan tek yöntemdir.

Kuzunun ayın on dördüncü gününde öldürülmesi gerekiyordu. “O akşam üstü bütün İsrail topluluğu hayvanları boğazlayacak.” (ayet 6) Her şeyin boğazlanacak kuzu ile özdeşleşmesi gerekiyordu. Aslına bakılacak olur ise, her ev halkının bir kuzusu vardı. Çünkü her aile kendi evinde kalacaktı; öte yandan “topluluğun bir arada olması”na bir bütün olarak bakılır. Bu iki birlik, Yahudi ekonomisi içinde her zaman korundu – topluluğun ve ev halkının

birlik olmaları. Ailenin soyu atalara dayanıyordu ve şimdi Tanrı, Kendisine ait olan bir halkı Mısır’dan dışarı çağırıyordu; ev halkının korunmasını sağlamak için de bütünün birliğini kurdu. Fısıh’ın buyruğu içinde bir araya getirildiler – aileler ayrı ve topluluk bir bütün olarak.

Bir sonraki kısımda kanın serpilmesinden söz edilir. Boğazlanmış kuzu, tek bir ev halkının korunmasını teminat altına almayacaktı. Eğer insanlar yalnızca kuzunun öldürülmüş olması gerçeği ile rahatlayacak olsalar idi, ölüm meleği onların evlerinden içeri girmek için bir engel ile karşılaşmayacaktı. Aynı Mısırlıların evlerinde olduğu gibi, İsraillilerin evlerinde de ölüsü olmayan hiçbir oymak bulunmayacaktı. Hayır, güvenliği garanti altına alan, kuzunun ölümü değil, kuzunun kanının serpilmesi idi (7, 13, 23. ayetler). Okuyucunun bu konu üzerinde derin düşünmesini öneriyorum. Korunma için Mesih’in ölümünün gerçeğinde dinlenmenin bir tehlikesi yok mudur? Kanın kutsanmış yeterliliği ve Tanrı’nın önündeki değeri sayesinde bir an için bile herhangi bir tehlike kaygısı yoktur. Mesih’in ölümü, O’na iman edilmediği takdirde tek bir canı bile kurtarmayacaktır (burada bebeklerden söz etmiyoruz) . O’nun günah için bir kefaret sağladığı oldukça gerçektir – bu kefaret Tanrı’ya, karakterinin her niteliği açısından yücelik vermiştir. Hem adil davranarak hem de Kendisine yücelik vererek iman aracılığı ile O’na yaklaşan her günahkara tam, eksiksiz ve sonsuz bir kurtarış ihsan eder. Çünkü Tanrı, “Mesih’i, kanı ile günahları bağışlatan ve imanla benimsenen kurban olarak sundu. Böylece adaletini gösterdi. Çünkü sabredip daha önce işlenmiş günahları cezasız bıraktı. Bunu, adil kalmak ve İsa’ya iman edeni aklamak için şimdiki zamanda kendi adaletini göstermek amacı ile yaptı.” (Romalılar 3:25,26) Ama iman aracılığı ile, dökülen kan ile kişisel bir şekilde özdeşleşmek gerekir, aksi takdirde dökülen kan bir yarar sağlamaz. O zaman İsrailliler, kanın koruması ve değeri altına nasıl girdiler? Çok basit, yalnızca iman itaati aracılığı ile. “Hayvanın kanını alıp, etin yeneceği evin yan ve üst kapı sövelerine sürecekler. Bir demet mercanköşkü otu alacaklar, leğendeki kana batırıp kanı kapılarının yan ve üst sövelerine sürecekler. Sabaha kadar kimse evinden çıkmayacak.” (7, 22. ayetler) Böylelikle görüyoruz ki, iman ve itaat etmelerinin dışında yapmaları gereken hiç bir şey yoktu. Kendilerine sağlanan yöntemi tartışmak onlara düşmüyordu, yöntemin makul olup olmadığı ya da olası değeri de onların sorunu değildi. Her şey Tanrı’nın öğüdüne kulak asıp asmamalarına bağlıydı. Böylece görüyoruz ki, Tanrı günahkardan yalnızca iman talep eder; başka bir şey talep etmez. Tanrı’nın, günahkarın durumuna ve suçluluğuna olan tanıklığına iman; günahkarın bu durumunun Tanrı’nın yargısını gerektirdiğinin farkında olmak ve Mesih’in ölümü aracılığı ile günahkarın ihtiyacına getirilen sağlayışa iman. Eğer bir İsrailli, hangi nedenden dolayı olsun, tanrısal buyruğu göz ardı ederse, ölüm meleğinin darbesinden kaçamayacaktı. Aynı şekilde eğer bir günahkar, çaresiz durumu ile ilgili Tanrı Sözü’ne ve aynı zamanda Mesih ile ilgili gerçeğe boyun eğmeyi reddeder ise, onu sonsuz yargının darbesinden hiç bir şey kurtaramaz. Ama eğer bir İsrailli sade bir şekilde boyun eğerek kanı evinin üzerine serptiği takdirde, o an o dehşet ve ölüm gecesinden kesinlikle korunur. Aynı şekilde bir günahkar Mesih’e iman ettiği an, sonsuza kadar kurtulur, çünkü O’nun değerli kanının tüm söz ile anlatılamayan değeri tarafından korunur.

O zaman sevinçli bir güvenlik duygusu ile şarkı söyleyebilir –

“Acımasız düşman suçlasa da,
Günahlar bir sel gibi yeniden hesaplansalar da;
Tanrımız her suçlamayı reddeder;
Mesih her suçlamaya kanı ile yanıt vermiştir.”

Aynı zamanda, insanların güvenliğinin kendi ahlak durumlarına bağlı olmadığı, düşünceleri, duyguları ya da deneyimleri ile bir ilgisinin olmadığını belirten bu gerçeğin daha fazla vurgulanmasına da dikkat edin. Tek soru, kanın, söylendiği şekilde serpilip serpilmediğidir. Eğer kan serpildi ise, güvenlikteydiler, eğer serpilmedi ise, Mısır ülkesinde dolaşan yargıya maruz kalırlardı. İsrailliler, çekingen, korkak ve umutsuz olabilirlerdi; tüm geceyi zihinlerinde sorular, yüreklerinde kaygılar ile geçirmiş olabilirlerdi; ama yine de eğer evlerinin üzerinde kan bulunuyor ise, ölüm meleğinin darbesinden korunacakları kesindi. Onlara koruma sağlayan, yalnızca kanın sahip olduğu değerdi. İnsanların ifadesine göre, eğer dünyadaki en iyi insanlar olmuş olsalardı bile, eğer serpilmiş kan olmasaydı, Mısırlıların en kötüleri ile birlikte, hiç bir fark gözetilmeksizin, mahvolmuş olacaklardı. Yine tekrar edelim, güvenliklerinin temeli, yalnızca Fısıh Kuzusu’nun kanından kaynaklanıyordu. Şimdi, bu ülkedeki herkes için bu durum geçerlidir. Mısır’ın üzerine inen yargılardan çok daha üstün olan yargılar bu dünyanın üzerine de çok yakında inecekler ve bunlar ikinci ölümün (Vahiy 20) kesin konusu olan, büyük beyaz tahtın önündeki herkesin son yargısının öncü yargılarıdır ve ancak Mesih’in kanı altında korunan kişiler bu yargılardan kurtulacaklardır. O zaman okuyucu, sorunun kendisine ciddi, hayır, hatta ateşli bir sevgi ile sorulup sorulmadığını merak etmeyecek mi? “Mesih’in kanı aracılığı ile güvenlikte misin? Bu sorun çözümlenene kadar gece gündüz kendine rahat edeceğin hiç bir fırsat tanıma. Tanrı’nın geri alınamaz Sözü’nün temeli üzerinde o karanlık ve dehşetli gecede üzerlerine kan serpilmiş evlerinde oturan İsrailliler kadar güvenlik içinde oluncaya dek rahat etme.

Ayrıca, serpilen kanın, öncelikle Tanrı’nın gözü için önemli olduğu dikkate alınmalıdır. Bir diğer kişinin gözlemlediği gibi: “Sen gördüğün zaman değil, Tanrı gördüğü zaman! Uyandırılmış bir kişinin canı, kendi doğruluğunda değil, genellikle kanı nasıl gördüğü üzerinde dinlenir. Yüreğin bu konu ile ilgili olarak derinden etkilenmesi önemlidir, ama esenliğin ya da huzurun temeli bu değildir. Huzurun temeli, Tanrı’nın kanı nasıl gördüğüdür. Günahı ortadan kaldıran kanın tam ve yetkin değerini takdir etme konusunda başarısız olmaz. Günahtan nefret eden ve gücenen O’dur. Günahı ortadan kaldıran kanın değerini O görür. “Ama kanın değerine iman etmem gerekmez mi?” diye sorulabilir. Bu, kanın değerine iman etmektir, Tanrı, günahı ortadan kaldırılmış olarak görür; sizin kana vereceğiniz değer, duygularınızın ölçüsünün bir meselesi olarak addettiğiniz bir değerdir. İman, Tanrı’nın düşüncelerini kabul eder.” Bu gerçek hatırlandığı takdirde, kaygılı pek çok kişinin zihin karışıklığı ve acılar ile dolu yorgun günleri ve geceleri son bulacaktır. Kanın değeri hakkında Tanrı’nın kendi tanıklığını kabul etmenin ötesinde hiç bir şey yoktur. “Kanı gördüğüm zaman, üzerinizden geçeceğim ve Mısır ülkesini vurduğum zaman, bela sizi mahvetmek için üzerinize gelmeyecektir.” Günaha karşı olan Tanrı, Mesih’in kanı ile tatmin olmuştur. Ya da hala günahı cezalandırmak zorundadır. Bu nedenle, Tanrı’nın, kanı gördüğü zaman esirgeyeceği beyanı, günah için tam ve mükemmel bir kefaret sağlandığı gerçeğine ilişkin kesin bir tanıklıktır. O zaman eğer Tanrı, Mesih’in kanı ile tatmin oldu ise, günahkar da aynı şekilde tatmin olamaz mı? Ve günahkarın değersizliğinin kanın yeterliliğine bir engel teşkil etmeyeceğini hatırlayın. Eğer teşkil edebilseydi, o zaman kan tek başına yeterli olmazdı.

Tanrı’nın gözleri kanı gördüğü anda, O’nun ahlaki doğasının tümü tatmin olur; ve Mısırlıları öldürür, ama kanın koruması ve değeri altında olanları adil bir şekilde esirger ve korur.

Ama yine de, “Şimdi biz Mesih’in kanının yeterliliği altına ne şekilde getirilebiliriz?” şeklinde bir soru tercih edilebilir. İsrailliler, iman aracılığı ile fısıh kuzusunun kanının korunması altına getirildiler. Mesajı aldılar, mesajın önemli olduğuna inandılar, kendilerine verilen talimatlara uygun olarak kanı serptiler ve böylelikle yargı darbesine karşı güvenlik altına alındılar. Şimdi durum daha basittir. Mesih’in kanı aracılığı ile kurtuluş hakkındaki sevinçli haberler ilan edilir; mesaj kabul edilir; ve hemen o anda kabul edilir, Tanrı’nın gözü kanın tüm yeterliliği ve değeri altındaki canı esirger. Ve bu nedenle, Rab İsa Mesih’e iman eden herkes gelecek olan gazaptan kurtarılır. Böylelikle, Tanrı ile barışın ve huzurun temeli Mesih’in kanıdır. Çünkü, “Tanrı’nın ahlak kavramını kan belirler ve O’nun varlığında olan her şeyi tam olarak tatmin eder. Adaleti, kutsallığı ve gerçeği içindeki böyle bir Tanrı o kan aracılığı ile korunan kişilere dokunamadı. Günah mevcut muydu? Tanrı’nın insanlara olan sevgisi adaletinin taleplerini yerine getirecek ya da tatmin edecek aracıyı bulmuştu. Varlığında mükemmel olan her şeye yanıt veren o kanın görünümü sayesinde Adaletini ve hatta Gerçeğini sürekli olarak yerine getirdi.” Bu yüzden, tekrar ediyoruz, Tanrı ile barışın ya da huzurun temeli, Mesih’in kanıdır.

Yine de bir başka konu daha vardır. İsrail’in evlerinin üzerine kanı serpilmiş olan fısıh kuzusunun, özel tarifler ile tanımlanan bir şekilde yenmesi gerekiyordu. “Eti çiğ ya da haşlanmış olarak değil, başı, bacakları, bağırsakları ve işkembesi ile birlikte kızartarak yiyeceksiniz.” (ayet 9) Ateş, yargı ile uygulanan Tanrı kutsallığının bir sembolüdür. Ve bu yüzden kızartılan kuzu, Başka Birinin onların yerine yargı ateşinden geçtiğini ve yargıyı üzerine alarak taşıdığını simgeler. “Ateşte kızartılmış”, ağaç üzerinde, bedeninde bizim günahlarımızı taşımış olan ve bizim yerimize geçerek, günah yapılmış olan Mesih’ten söz eder. Mesih, ateşin tam, esirgemeyen ve deneyen eylemine maruz bırakıldı – Tanrı’nın günaha karşı verdiği yargı. İşte bu yüzden eğer O, halkını esirgedi ise, bu yalnızca, halkın taşıması gerekenin Bir Başkası tarafından taşınması ile mümkün oldu. Tanrı’nın, Oğlu’nu böyle bir ölüme teslim etmesi, bize olan sevgisinin ne kadar büyük bir ifadesi idi! Tanrı’nın Ruh’u şöyle diyebilir: Tanrı, O, günahkarın yargısının darbesini üstlenmeye Kendisini adadığı zaman, O, Kendi Oğlu’nu esirgemedi.

“Günahlarımız yüzünden çaresiz kaldığımız zaman,
Tanrımız, bize sevgisini buyurur;
O, düşmanlarını esirgeyebilsin diye,
Kendi Oğlu’nu esirgemedi.”

Ve ateşte kızartılmış bu kuzuyu yiyen İsrailoğullarının ne kadar minnettar olmaları gerekir. Eğer gözleri açılmış olsa idi, kesinlikle şöyle derlerdi: “Bu kurbanın kanı Mısırlıların üzerine inen bu korkunç yargıdan bizi koruyor; yediğimiz kızartılmış et ateşten geçmiştir, aksi takdirde bu ateşe bizim maruz kalmamız gerekecekti.” Ve ifade ettikleri düşünce yüreklerini şükretmeye yöneltecek ve Lütfu aracılığı ile böylesine harika bir kaçış ve güvenlik Sağlayanı öveceklerdi.

Kuzunun yenmesine eşlik eden iki şey vardı – mayasız ekmek ve acı otlar ile yenmeliydi. Maya, bir kötülük örneğidir. Ve bu yüzden mayasız ekmek bir yandan kötülüğün olmayışını, öte yandan da saflık ve kutsallığı belirtir. Elçi Pavlus mayasız ekmekten içtenliğin ve gerçeğin ekmeği olarak söz eder. Bu konuya, fısıh ile birleştirilen mayasız ekmek bayramı ile ilgili olarak daha ayrıntılı değineceğiz. (14-20. ayetler) Şimdilik mayasız ekmeğin yalnızca karakterinden söz etmek yeterli olacaktır. “Acı otlar”, bizim uğrumuza acı çeken Mesih’in acılarına katılmamızın etkilerini temsil eder; Tanrı’nın önünde tövbe, ve kendini yargılama. Bu nedenle bu iki şey, yalnızca ateşte kızartılmış kuzu ile gerçekten beslenebilen canın durumunun portresini çizerler. Ve şu gerçeğin frakına varmak gerçekten hoştur: Halkının günahlarına karşılık Tanrı’nın adil yargısını üzerine alıp taşımış Olan, şimdi halkının yiyeceği olmuştur. Ertesi sabaha kadar geriye hiç bir şey kalmamasının gerektiğine de dikkat edin. Arta kalan olduğu takdirde, ateşte yakılması gerekiyordu. (ayet 10) Aynı buyruk, daha sonra yenilmesi gereken kurbanların pek çoğu için de verildi. (Bakınız Levililer 7:15) Bu buyruğun, ateşte kızartılmış etin sıradan bir yiyecek olarak tüketilmesine engel olmak için verildiğine hiç kuşku yoktur. Et, yalnızca içinden geçtiği yargı aracılığı ile yenilebilirdi. Mesih’in “bedeni”, ancak O’nun ölümünün frakına varılarak yenilebilir. Bu nedenle, burada fısıh gecesinde, yargı geçtikten sonraki sabah ateşte kızartılmış olan kuzunun anlamını ve önemini unutabilirlerdi. Ancak, arta kalanı yakma buyruğu onlara hem kuzunun anlamını ve önemini hatırlatacak hem de sıradan bir yiyecek olarak görülüp değerinden kaybetmesine engel olacaktı. Fısıh kuzusundan uygun bir şekilde yiyebilmeleri, ancak fısıh masasının çevresinde mümkün olabilirdi.

Tutumları, getirildikleri konum ile uyum içinde olmalıydı. “Eti şöyle yemelisiniz: Beliniz kuşanmış, çarıklarınız ayağınızda, değneğiz elinizde olmalı. Eti çabuk yemelisiniz. Bu, Rabbin Fısıh kurbanıdır.” (ayet 11) Her şey, kurtarılışlarının sonucuna uygun bir özelliği içermeliydi. Çünkü çölden geçerek vaat edilen miraslarına gitmek üzere Mısır’dan, bir daha geri dönmemek üzere yürüyerek ayrılmak üzereydiler. Belleri kuşanmıştı – hizmet için hazırdılar, artık çok uzun bir süre köle olarak tutsak edildikleri yerden ayrılıyorlardı, öyle ki, yolculuğu çıkma zamanı geldiğinde, ayaklarında çarıkları olmalıydı ki onlara hiç bir şey engel olamasın – yürüyüş için hazırdılar, değnekleri ellerinde idi – yolcu olduklarına dair sembol – çünkü çölde yabancılar olmak üzere evleri olarak bildikleri yeri bırakıp gideceklerdi ve kuzuyu acele ile yemeleri gerekiyordu; çünkü yola çıkma buyruğunun hangi anda verileceğini bilmiyorlardı ve bu yüzden hazır olarak beklemek zorundaydılar – uyanık ve hazır. Bu dünyadaki imanlının tutumunun gerçek bir örneği. Keşke daha çoğumuz böyle bir tutum içinde karşılık verebilseydik. Bize tekrar tekrar bellerimizin kuşanmış olması öğüdü verilir; ve ayaklarımız esenli müjdesinin hazırlığını giyinmiş olmalıdır (Efesliler 6), eğer Tanrı’nın tüm zırhını giyinmek istiyor isek bu gereklidir. Yolcu karakterine gerçekten sahip olmak, Hıristiyan yaşamımızın ilk derslerinden birine aittir. Bizim dinlenmemizin bu olmadığını görmeliyiz. Ve Mesih’i bekleme tutumuna sahip olmak, O’nun dönüşü ile ilgili beklentimizin bir parçasıdır. Bu gerçektir, ama bu şeylerin imanlıların sahip olmaları gereken özellikleri belirleyip belirlemediğini sormak, başka bir şeydir. İhtiyacımız olan şey, içinden geçmekte olduğumuz durumun daha derin bir anlam taşıyan özelliğidir – bu, bir yargı durumudur; Tanrı Mesih’in ölümü ile zaten yargılamıştır. O, “Bu dünyanın yargısı şimdidir” dedi. Canlarımızda bu anlama sahip olarak, bu yargının içinde zaman geçirme ayartmasına sahip olmayacağız; ama gerçek yolcular olarak, kuşaklarımız belimizde bağlı ve kandillerimiz yanar durumda, Rablerini bekleyen kişiler olarak hazır olmamız gerekir. (Luka 12:35,36)

Mayasız ekmek bayramı, fısıh ile bağlantılı olarak kutlanır. (14-20. ayetler) Mısır ülkesinde kutlanmadı, çünkü Tanrı’nın ilk doğanlara vurup öldürdüğü aynı gece İsrailoğulları yolculuklarına başladılar. Ancak bağlantı, gerçek karakteristik özelliğini göstermek için korunur. 1. Korintliler 5. bölümde aynı şeyi kuruz: “Yeni bir hamur olabilmek için eski mayadan arınıp temizlenin. Zaten mayasızsınız. Çünkü Fısıh kuzumuz Mesih kurban edildi. Bunun için eski maya ile – kin ve kötülük mayası ile – değil, içtenliğin ve dürüstlüğün mayasız ekmeği ile bayram edelim.” (7,8. ayetler) Daha önce açıklanmış olduğu gibi, maya, kötülüğün bir örneğidir – yayılan ve yayıldığı kütleyi kendi karakterine dönüştüren kötülük. “Azıcık mayanın bütün hamuru kabarttığını bilmiyor musunuz?” (1. Korintliler 5:6) Bu nedenle, mayasız ekmek yemek kötülükten ayrılmayı ima eder – uygulamaya özgü kutsallık. Aynı zamanda bayramın yedi gün sürmesi gerektiğine de dikkat edin – tam bir zaman dönemi. O zaman, buradaki dersten çıkarılacak yorum şudur: Yeryüzündeki yaşamlarının tüm dönemi boyunca Fısıh kuzusunun kanı altında korunan herkes için kutsallık zorunludur. Bayramın Fısıh ile olan bağlantısının anlamı budur. Eğer Mesih’in serpilen kanı aracılığı ile Tanrı’nın lütfu tarafından kurtarıldıysak, sefil yüreklerimiz şu mantığı yürütebilir; lütfun çoğalması için günaha müsamaha gösterebiliriz. Tanrı’nın Ruh’u şöyle der: “Hayır! Ama Mesih’in ölümünün değeri altına girer girmez, kötülükten ayrılma konusunda sorumluluk üstlenirsiniz.” Tanrı böylelikle, O’nun ne olduğuna ve bizim için ne yaptığına dair içimizde, yürüyüşümüzde ve konuşmamızda bir yanıt arayacaktır. İsraillilerin bu bayramı, “sonsuza kadar sürecek olan bir buyruk” olarak kutlamalarının istenmesinin nedeni bu gerçeği güçlendirmek içindi. Öncelikle, onlara şunun hatırlatılması gerekiyordu: Tanrı bu aynı günde onların ordularını Mısır’dan çıkartmıştı ve sonra yeni konumları ile uyumlu olarak yürüyebilmeleri için onları eğitmişti. Ve günümüzdeki imanlıların bu zorunluluğun zihinlerine hatırlatılmasına ihtiyaçları olduğunu sözlerimize ekleyebilir miyiz? Herkesin vicdanlarına şimdi öğretilmesi gereken şey, bu mayasız ekmek bayramını kutlamaları konusundaki sorumluluktur. Yürüyüşteki gevşeklik, kötü arkadaşlıklar ve dünyasallık, Tanrı halkının tanıklığını her yönden yıkıma uğratmaktadır. “Ben dünyadan olmadığım gibi onlar da dünyadan değiller. Onları gerçek ile kutsal kıl. Senin Sözün gerçektir.” (Yuhanna 17:16,17) Kutsanmış Rabbimizin bu duası, O’nun halkının çoğalan adanmışlığı ile daha çok görünerek yanıtlansın!

Yirmi birinci ayetten yirmi sekizinci ayete kadar olan bölümde Musa’nın İsrail’in tüm ileri gelenlerini çağırttığı ve onlara daha önceden bilinen buyrukları tekrar ettiği anlatılır. Ve İsrailoğulları “eğilip tapındılar. Sonra gidip Rabbin Musa ile Harun’a verdiği buyruğu eksiksiz uyguladılar.” (27,28.ayetler) Burada ilginç bir özel durumun eklendiğini görürüz. Çocukların Fısıh’ın anlamı hakkında eğitilmeleri için sağlanışta bulunulmuştur. (26,27.ayetler); ve böylece Rab Mısırlıları vurup öldürdüğü zaman O’nun kurtaran lütfu ve gücü ile ilgili öykünün kuşaktan kuşağa aktarılması gerektiği ortaya çıkar.

Böylece Rab, halkını lütfu ile işaretlemiş ya da belirlemiş olur ve ilan etmiş olduğu gibi Mısır’ı vurup öldürmeden önce halkının, serpilen kan aracılığı ile yargının dışında bırakılmasını garanti etmiştir.

“Gece yarısı RAB tahtında oturan firavunun ilk çocuğundan zindandaki tutsağın ilk çocuğuna kadar Mısır’daki bütün insanların ve hayvanların ilk doğanlarını öldürdü. O gece firavun ile görevlileri ve bütün Mısırlılar uyandılar. Büyük feryat koptu. Çünkü ölüsü olmayan ev yoktu.

Aynı gece Firavun Musa ile Harun’u çağırttı ve, ‘Kalkın!’ dedi, ‘Siz ve İsrailliler halkımı arasından çıkıp gidin, istediğiniz gibi Rabbe tapın. Dediğiniz gibi, davarlarınızı ve sığırlarınızı da alıp götürün. Beni de kutsayın!’ Mısırlılar, İsrail’in ülkeyi hemen terk etmeleri için direttiler. ‘Yoksa hepimiz öleceğiz’ diyorlardı. Böylece halk mayası henüz katılmamış hamurunu aldı giysilere sarılı hamur teknelerini omuzlarında taşıdı. İsrailliler Musa’nın dediğini yapmış, Mısırlılar’dan altın, gümüş eşya ve giysi istemişlerdi. Rab, İsraillilerin Mısırlıların gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler. Böylece İsrailliler onları soydular.” (29-36. ayetler)

Uzun zamandır devam eden, ama katlanış ve merhamet nedeni ile ertelenen darbe, sonunda indi ve tüm ülke üzerinde ezici bir etki yarattı. Çünkü “Rab tahtında oturan firavunun ilk çocuğundan zindandaki tutsağın ilk çocuğuna kadar Mısır’daki bütün insanların ve hayvanların ilk doğanlarını öldürdü.” Bu ağır ve acı darbenin altında kalan tüm yürekler acı ile feryat etti; ülkedeki her ev karanlığa gömüldü, “büyük feryat koptu, çünkü ölüsü olmayan ev yoktu.” Firavunun inatçı yüreğine ulaşıldı ve bu yürek bir an için Tanrı’nın yargısını görünce, O’nun önünde eğildi. O gece “firavun, görevlileri ve bütün Mısırlılar uyandı.”; ve Musa ve Harun çağrıldı, ülkeden gitmeleri rica edildi. Firavun artık hiç bir koşul getirmedi, aksine onlara, istedikleri her şeyi verdi ve hatta onların elleri aracılığı ile kutsanmayı dahi talep etti. Firavunun halkı daha da ileri gitti ve İsrail halkının bir an önce gönderilmesi için diretti; çünkü şöyle dediler: “yoksa hepimiz öleceğiz!” Aynı zamanda bu yüzden İsrailliler’e onlardan istedikleri her şeyi verdiler ve böylelikle Rabbin sözüne göre, “İsrailliler, Mısırlıları soydular.”

“İsrailliler kadın ve çocukların dışında altı yüz bin kadar erkek ile yaya olarak Ramses’ten Sukkot’a doğru yola çıktılar. Daha pek çok kişi de onlar ile birlikte gitti. Yanlarında çok sayıda davar ve sığır vardı. Mısır’dan getirdikleri hamur ile mayasız pide pişirdiler. Maya yoktu. Çünkü Mısır’dan kovulmuşlar, kendilerine azık hazırlayacak zaman bulamamışlardı.

“İsrailliler Mısır’da dört yüz otuz yıl yaşadı. Dört yüz otuz yılın sonuncu günü Rabbin halkı ordular halinde Mısır’ı terk etti. O gece Rab, İsraillileri Mısır’dan çıkarmak için sürekli bekledi. İsrailliler de kuşaklar boyunca aynı gece Rabbi yüceltmek için uyanık olmalıdır.” (37-42. ayetler)

Tanrı böylece Halkını, Mısır’daki kölelikten kurtardı; ve Ramses’ten Sukkot’a doğru olan yolculuklarının ilk aşamasına altı yüz bin kadar erkek ve bunun yanı sıra çoluk çocukları ile yaya olarak başladılar. Ama, eyvah! Ne yazık ki yalnız değillerdi. Kendilerine “karışık bir çoğunluk” eşlik ediyordu. Bu durum, her çağda Tanrı halkı için bir dert teşkil etmiştir; zayıflıklarının, başarısızlıklarının ve bazen inanç değişiklerinin kaynağı her zaman bu dert olmuştur. Pavlus, kendi döneminde imanlıları bu özel tehlike konusunda uyarır (1. Korintliler 10); aynı zamanda Petrus (2.Petrus 2) ve Yahuda da bu uyarıyı yaparlar. Şu andaki kilise de bu yanı derdin etkisi altındadır; hayır, kilisenin bu “karışık çoğunluğunun” düzeninin bir görünümü olduğunu söylemek abartılmış bir ifade olacaktır. Bu yüzden elçinin, timoteos’a söyledikleri çok önemlidir, “Ne var ki, Tanrı’nın attığı sağlam temel, ‘Rab kendine ait olanları bilir’ ve “Rabbin adını anan herkes kötülükten uzak dursun’ sözleri ile mühürlenmiş olarak duruyor. Büyük bir evde yalnız altın ve gümüş kaplar bulunmaz; tahta ve toprak kaplar da vardır. Kimi onurlu, kimi bayağı iş için kullanılır. Bunun gibi işi de kendini bayaı işlerden arıtır ise, onurlu amaçlara uygun,kutsal kılınmış, efendisine yararlı ve her iyi işe hazır bir kap olur.” (2.Timoteos 2:19-21) Mısır’dan acele ile ayrıldılar, çünkü Mısır’dan zorla, itilerek sürüldüler ve gecikemezlerdi, kendileri için hiç bir yiyecek de hazırlamamışlardı. Hayır! Tamamen Tanrı’nın gücüne dayanıyorlardı. Tanrı onları Mısırlılardan ayırmış, Kuzu’nun kanının koruması altına almıştı ve şimdi yolculuklarında onları yönlendirmek ve yolda iken onlara yiyecek tedarik etmek Tanrı’nın ilgisi sayesinde gerçekleşecekti. Mısır’dan ayrılır iken yanlarında maya götürmemeleri gerekiyordu.

“Ey canım, uyan; sana Tanrın yön veriyor,
Yabancı eller artık sana engel olmuyorlar;
Devam et, seni O’nun eleri koruyor,
Köleleri O’nun gücü özgür kıldı.
Önünde çöl mü var?
Kuraklığın bulunduğu kıraç ülkeler mi var?
Göksel kaynaklar orada seni yenileyecek
Ve Tanrı’nın tükenmez sularından tazeleyecekler.”

Tanrı’nın gözü yüz yıllar boyunca bu anın üzerinde idi (bakınız Yaratılış 15:13,14); ve o aynı günde – Tanrı’nın önceden düzenlemiş olduğu o günde – Halkı Mısır’dan çıktı. Henüz Kızıl Deniz’i geçmemişlerdi; ama “Rabbin tüm orduları Mısır’dan çıktılar” ifadesinde Tanrı’nın Ruh’u, onların eksiksiz ve mükemmel bir şekilde kurtarılmalarının beklentisi içindedir. Onları koruyan kan, eksiksiz kurtuluşlarının temeli idi. Mısır’dan çıktıkları gecenin bu yüzden Rabbin lütfu aracılığı ile gerçekleşmesi ve sürekli olarak hatırlanması şaşırtıcı değildir. Onları Mısır’dan çıkaran, kurtaran lütfun ve gücün kaynağının Rab olduğunu sürekli olarak akıllarında tutmaları için bu gecenin hatırlanması gerekiyordu. Şimdi bu nedenle aynı konuya başka bir açıdan bakalım. Rab İsa’nın ele verildiği aynı gece, O, ekmeği aldı ve şükretti, halkına ölümünün değerli ansına böyle yapmalarını öğretti; öyle ki, ekmeği ne zaman yer ve kaseden ne zaman içer isek, O tekrar gelinceye kadar Rabbin ölümünü ilan etmiş oluruz. O, yolculuğumuzun tamamı boyunca, O’nu hatırlamamızı ister – O’nu o “karanlık, ele verildiği gece” de anmamızı bekler, o gece Fısıh Kuzumuz olarak O kendini bizim uğrumuza feda etti

Bölüm, esas olarak iki noktayı kapsayan “fısıh düzeni” ile sona erer. İlk olarak, buna ortak olacak kişiler hakkında: “Rab Musa ile Harun’a şöyle dedi: ‘Fısıh bayramının kuralları şunlardır: Hiç bir yabancı fısıh etini yemeyecek. Ama satın aldığınız köleler sünnet edildikten sonra ondan yiyebilir. Konuklar ve ücretli işçiler ondan yemeyecek. Bütün İsrail topluluğu Fısıh Bayramı’nı kutlayacak. Yanınızdaki yabancı bir konuk Rabbin Fısıh Bayramı’nı kutlamak isterse, önce evindeki bütün erkekler sünnet edilmeli; sonra yerel halktan biri gibi İsrail halkına katılıp bayramı kutlayabilir. Ama sünnetsiz biri Fısıh etini yemeyecektir.” (43-45, 47, 48) Bu durumda Fısıh Bayramı’nı kutlayacak olan üç sınıf mevcuttu. (1) İsrailliler, (2)

Onların para ile satın alınan köleleri ve (3) Onlarla kalan yabancı konuklar. Ama tüm bu üç sınıf için de koşul, sünnetli olmalarıydı. Sünnetli olmayan kişinin fısıh masasında bir yeri olamazdı. Yalnızca bu şartlar altında Tanrı’nın İbrahim ile yapmış olduğu antlaşma koşullarının dahilinde masaya oturabilirlerdi (bakınız Yaratılış 17:9-14), ve esas olan, Tanrı’nın onları Mısır’dan dışarı çıkartması idi ve Kendisi için bir halk olarak ayırması idi. Sünnet, benliğe ölmenin bir sembolüdür ve ima edilen bir olaydır; Mesih’in ölümü ile tamamlanır. Pavlus bu konuda Koloselilere şöyle yazar: “Ayrıca Mesih’in gerçekleştirdiği sünnet sayesinde bedenin benliğinden soyunarak elle yapılmayan sünnet ile O’nda sünnet edildiniz. Vaftizde O’nunla birlikte gömüldünüz. O’nun ölümden dirilten Tanrı’nın gücüne iman ederek O’nunla birlikte dirildiniz.” (Koloseliler 2:11,12) Bu yüzden tüm bu sınıflar antlaşmanın temeli ile uyumlu hale getirilmedikçe bu çok kutsanmış bayramın ayrıcalığının tadını çıkartamazlardı – tüm anlamı ve önemi Fısıh Kuzusu’nun dökülen kanından kaynaklanan bir bayram. Bu iki sınıf için sağlanan özel tedarik dikkat çekecek kadar ilginçtir. Sünnetli oldukları takdirde İsrailliler Fısıh’ı kutlayabilirlerdi. Ama İsraillilerin dışında başka iki sınıf daha vardı. Kiralanan değil, ama satın alınmış bir köle sünnetli olduğu takdirde bayrama katılabilirdi. Bu bayramın özünde bir ev halkı özelliği taşıdığının hatırlanması gerekir. Bu yüzden para ile satın alınmış bir köle, aile ile birlikte olan ve ev halkına dahil biri bu şekilde bayramı kutlayabilirdi. Ancak kiralanan bir kölenin böyle bir yeri ya da konumu yoktu ve bunun sonucu olarak kutlamaya dahil edilmezdi. “Yanınızdaki yabancı bir konuk” ifadesinde Uluslara verilecek olan bir lütuf vaadi görebiliriz, kutlamaya engel olan ortadaki duvar yıkılmalı ve müjde tüm dünyaya ilan edilmelidir.

Sonra, son olarak, kuzunun kendisi hakkında bir sağlayış mevcuttur. Kuzu, tek bir evde yenecektir: “Fısıh eti evde yenmeli. Evin dışına çıkarılmamalıdır. Kemikleri kırmayacaksınız.” (ayet 46.) Hem örneğin hem de ev halkının ya da İsrail’in anlamı şudur: eğer tüm topluluk kast edilmiş olsa idi, bu emir göz ardı edildiği takdirde, tüm topluluk kaybedilmiş olurdu. Kan evin üzerinde idi ve fısıh kuzusu yalnızca kanın korunması altında olanlar için idi – başkası için değildi ve böylelikle et evin dışına çıkartılmamalıydı. Serpilen kan, kızartılmış et ile beslenmek için kaçınılmaz bir koşul idi. Aynı zamanda hiç bir kemik kırılmayacaktı; çünkü kuzu Mesih’in bir örneği idi. Yuhanna bu nedenle şöyle der: “Bunlar, ‘O’nun bir tek kemiği kırılmayacak’ diyen Kutsal Yazı’nın yerine gelmesi için oldu.” (Yuhanna 19:36) Bu nedenle Ruh’un zihnindeki Fısıh Kuzusu’nun Mesih olduğu aşikardır; ve biz bu öyküyü okurken, O’nun Kendi düşünceleri ile paydaşlık ettiğimiz ve Mesih’ten başka hiç bir şeyi düşünmediğimiz zaman, çok bereket alırız. O, şimdi gözlerimizi her zaman olduğundan çok daha fazla mesh etsin; öyle ki biz O’nun sözlerini okuduğumuz zaman, canlarımızın görüşünü yalnızca Mesih doldurabilsin!

Bölüm 7

Tanrı’nın Talep Ettikleri

Mısır’dan Çıkış 13

Mısır’dan çıkışın öyküsü, beraberinde, Mısır ülkesinden kurtarılışlarından kaynaklanan belirli sonuçların– İsrailoğulları için sorumlu tutulan sonuçlar – ortaya çıkmasını erteler. Çünkü onlar hala ülkede olmalarına rağmen, bölümde verilen öğretişin temeli, onların ülkeden çıkartılmaları ve Kenan’da bulunmaları üzerinde kuruludur. Eğer Tanrı, Halkı için lütuf ile hareket eder ise, o zaman Halkından talepleri olacaktır ve burada açıklanacak olan konu, O’nun bu talepleridir. Kurtarılmış bir halk, Kurtarıcı’nın malı olur. “Kendinize ait değilsiniz; bir bedel karşılığı satın alındınız.” (1 Korintliler 6:19-20) Rab, burada Musa ile konuşur iken aynı ilke ile hareket eder: “Bütün ilk doğanları bana adayın. İsrailliler arasında insan olsun hayvan olsun her rahmin ilk ürünü bana aittir.” (ayet 1) Ama bu bağlamda bir başka şey daha sunulur. Son bölümdeki mayasız ekmek bayramı, kan serpildikten sonra hemen kutlanırdı. Bunun amacı iki şeyin – kan aracılığı ile korunma ve kutsal bir yaşam sürme zorunluluğu – birbirlerinden hiç bir zaman ayrılamayacaklarını göstermek içindi. Mayasız ekmek bayramı kutlamasından burada tekrar söz edilir; ilk doğanların kutsanması ile bağlantılı olarak Rab onları Kenanlıların ülkesine getirdiği zaman mayasız ekmek bayramının kulanması ile ilgili buyruk verilir (ayet 5).

“Ve Musa halka, ‘Mısır’dan, köle olduğunuz ülkeden çıktığınız bu günü anımsayın’ dedi, ‘Çünkü Rab güçlü eli ile sizi oradan çıkardı. Mayalı hiç bir şey yenmeyecek. Bu gün Aviv ayında buradan ayrılıyorsunuz. Rab sizi, Kenan, Hitit, Amor, Hiv ve Yevus topraklarına, atalarınıza vereceğini ant içtiği süt ve bal akan ülkeye götürdüğü zaman, bu ay şu törelere uyacaksınız: Yedi gün mayasız ekmek yiyecek, yedinci gün Rabbe bayram yapacaksınız. O yedi gün içinde yalnız mayasız ekmek yiyeceksiniz. Aranızda ve ülkenizin hiç bir yerinde mayalı bir şey görülmeyecek. O gün, oğullarınıza, “’Mısır’dan çıktığımızda Rabbin bizim için yaptıklarından dolayı bunları yapıyoruz’ diye anlatacaksınız. Bu elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma işareti olacak; öyle ki, Rabbin yasası hep ağzınızda olsun. Çünkü Rab güçlü eli ile sizi Mısır’dan çıkardı. Siz de her yıl belirlenen tarihte bu kuralı uygulamalısınız.

Rab size ve atalarınıza ant içerek söz verdiği gibi sizi Kenan topraklarına getirecektir. Orayı size verdiği zaman, ilk doğan erkek çocuklarınızın ve hayvanlarınızın hepsini Rabbe adayacaksınız. Çünkü bunlar Rabbe aittir. İlk doğan her sıpanın bedelini bir kuzu ile ödeyin. Bedelini ödemezseniz, boynunu kırın. Bütün ilk doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz.

İlerde oğullarınız size, ‘Bunun anlamı ne?’ diye sordukları zaman, ‘Rab bizi güçlü eli ile Mısır’dan çıkardı’ diye yanıtlarsınız, ‘Firavun bizi salıvermemekte diretince, Rab Mısır’da insanların ve hayvanların ilk doğanlarını öldürdü. İşte bunun için hayvanların ilk doğan erkek

yavrularını Rabbe kurban ediyoruz. İlk doğan erkek çocuklarımızın bedelini ise bir hayvan ile ödüyoruz.’ Bu uygulama elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma işareti olacak; Rabbin bizi Mısır’dan güçlü eli ile çıkardığını anımsatacak.” (3-16.ayetler)

Burada ek olarak verilen kurallara dahil olması için mayasız ekmek bayramı kutlamasına iki ya da üç kural daha eklenebilir. Bunun nedeni, iki şeyin sonsuza kadar hatırlanması içindir. Birincisi, kurtarıldıkları gün ile ilgilidir: “Mısır’dan, köle olduğunuz bu ülkeden çıktığınız günü anımsayın.” (ayet 3) Rab, halkının kurtarıldığı bu günü her zaman hatırlamalarını istedi; bu günde karanlıktan ışığa geçirildiler; Tanrı’nın Mesih’te sergilediği yetkin iyiliği ile günahlarının neden olduğu yargının altından çıkartıldılar. İkincisi, kurtuluşlarının kaynağını unutmamaları gerektiği idi. “Çünkü Rab güçlü eli ile sizi oradan çıkardı. “ (ayet 3) Kurtuluşlarını borçlu oldukları kişi yalnızca O idi. Rabbin elinden başka hiç bir el onların zincirlerini kıramaz, onlara zulmedene vuramaz, onları ölüm meleğinden koruyamaz ve onlara kurtuluş sağlayamazdı. Bu yüzden Rab İsa şu sözleri okudu: “Rabbin Ruh’u üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara Müjde’yi iletmek için mesh etti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak ve Rabbin lütuf yılını ilan etmek için beni gönderdi.” (Luka 4:18,19) Bu yüzden, bu iki şeyin akıllarında tutulması çok önemli idi ve buna ek olarak “mayalı hiç bir şey yenmeyecekti.” Eğer Rab, Halkı için harekete geçerse, amacı, Halkını her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmaktı.” (Titus 2:14) Tanrı kutsal olduğu için, kurtardığı kişilerde de kutsallık arar ve bunu yaşamalarının tüm dönemi boyunca (yedi gün) yapar. Aralarında mayalı hiç bir şeyin görülmemesi gerekiyordu. Yalnızca bu kadar da değil; her babanın oğluna bu bayramın önemini hatırlatması gerekiyordu. Baba, çocuklarından sorumlu olduğu için, onlara mayaya neden izin verilemeyeceğini açıklaması gerekir. Maya ve üzerinde durdukları kurtuluş zemini arasında uyum olamazdı. “O gün, oğullarınıza, ‘Mısır’dan çıktığımızda Rabbin bizim için yaptıklarından dolayı bunları yapıyoruz’ diye anlatacaksınız. Bu, elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma işareti olacak; öyle ki, Rabbin yasası hep ağzınızda olsun.” (8,9. ayetler) İşte sır buradadır; hem kötülükten ayrılmak hem de Tanrı’ya ayrılmak. “Genç insan yolunu nasıl temiz tutar? Senin sözünü tutmakla.” “Aklımdan çıkarmam sözünü, sana karşı günah işlememek için.” (Mezmur 119: 9,11) İmanlılar şimdi böylelikle, Tanrı’nın Sözü’ne kulak vererek ve ona itaat ederek, mayasız ekmek bayramını gerçekten kutlayabilirler.

Bundan sonra ilk doğanların kutsanması ile ilgili buyruklar yazılıdır. Kurtarılanların bir belirtisi de aynı zamanda adanmışlıklarıdır. Ve adanmışlık her zaman gerçek bir ayrılmanın ürünü olacaktır; ve bu yüzden mayasız ekmek bayramı ilk doğanların ayrılmasından önce gelir. Önce, şu genel yasanın istisna olduğuna dikkat etmeliyiz. “İlk doğan her sıpanın bedelini bir kuzu ile ödeyin. Bedelini ödemezseniz, boynunu kırın. Bütün ilk doğan erkek çocuklarınızın bedelini ödemelisiniz. (ayet 13)

Bir sıpanın ilk doğanı ile bir insanın ilk doğanından bir arada söz edilmesi, çok çarpıcı bir ifadedir ve her ikisinin de aynı şekilde kurtarılması daha da şaşırtıcıdır. Aynı zamanda başka bir durum daha söz konusudur. İlk doğan sıpanın bedeli bir kuzu ile ödenmeli idi; İsrail’in ilk doğanının bedeli de fısıh gecesi bir kuzunun kurban edilmesi ile ödenmeli idi. Sıpa kurtarılmadığı takdirde, boynu kırılmalıydı. Aynı, Rabbin Mısırlılara vurduğu zaman İsraillilerin başına gelecek olanlar gibi, burada söz edilen benzerlik tamdır. Bu ifadelerden öğrendiklerimiz nelerdir? İnsan, dünyaya geldiği zaman bir sıpa yavrusu kategorisine dahil edilir; ikisi de aynı şekilde murdardır ve böyle oldukları için bir kuzu aracılığı ile kurtarılmadıkları takdirde mahvolmaya mahkumdurlar. Doğal insanın gururunu bundan daha fazla alçaltacak bir şey olabilir mi? Ne olduğu ve zihinsel kapasitesi ile övünmesi karşısında burada içinde bulunduğu duruma verilen tanrısal değeri görür. Bundan daha küçük düşürücü bir kıyaslama yapılamazdı ve bu kıyaslama yine de her imanlının tanrısal açıdan doğru bulmaya hazır olduğu bir kıyaslamadır. Çünkü doğal açıdan içinde bulunduğumuz durum bu idi – kaybolmuş ve çaresiz – ve eğer Tanrı’nın lütfunun zenginliği sayesinde Kuzu’nun kanı tarafından kurtarılmamış olsaydık, mahvolacağımız kesin idi. Öte yandan, içinde bulunduğumuz konumda iken, Tanrı’nın bize gösterdiği lütuf sayesinde bizi Kendisine getirmesi ve aracılığı ile kurtulduğumuz Kuzu ile bizi sonsuza kadar birleştirmesi ne kadar da büyük bir önem taşır! Eğer doğamız nedeni ile daha aşağı düşmemiş olsa idik, lütuf aracılığı ile daha yukarı yükseltilemez idik; çünkü O,”önceden belirlediği kişileri Oğlu’nun benzerliğine dönüştürmeden üzere önceden belirledi.” (Romalılar 8:29)

Tanrı’nın ilk doğan çocuğu talep etmesi ile ilgili temeli gözden geçirip değerlendirmek çok önemlidir. Bu talep, Mısır ülkesindeki ilk doğan çocukların öldürülmesi konusu ile bağlantılı olarak ifade edilir. (ayet 15) Daha önce görmüş olduğumuz gibi İsrail, o korkunç gece esnasında yalnızca boğazlanmış kuzunun serpilen kanı temel alınarak – başka birinin ölümü sayesinde - esirgendi. Bu yüzden burada söz konusu olan ilke, bir “yerine geçme” ilkesi idi. Ve aslında bu ilke Tanrı’nın bu bölümdeki talebinin temelini teşkil eder. Eğer Tanrı Fısıh Kuzusu nedeni ile ilk doğanı esirgedi ise, bu sayede halkının Kendisine ait olmasını talep etmiştir. Artık durum budur. Biz, bizi Kurtaran’a aitiz, çünkü O, bizim yerimize geçti ve ağaçta Kendi bedeninde bibim günahlarımızı taşıdı. “Mesih herkes için öldü. Öyle ki, yaşayanlar artık kendileri için değil, kendileri uğruna ölüp dirilen Mesih için yaşasınlar.” (2. Korintliler 5:15) O’nun bu talebinin farkında olup olmadığımızı kendimize sürekli olarak sormak yerinde bir davranış olur – bizi, tüm varlığımızı ve sahip olduğumuz her şeyi Tanrı’nın talep etmesi? Aynı zamanda bir babanın da aynı gerçeği kendi oğluna kabul ettirmesi gerekiyordu (14-16. ayetler); çünkü oğul da bu şekilde Rabbin babasından talep ettiklerinin aynısını kendisinden de talep ettiğini öğrenecekti. Kurtarılmış olanlar olarak her ikisi de, yani hem baba hem de oğul, Kurtarıcılarına hizmetlerini borçlu idiler. İmanlı, kendisine ve ailesine Rabbe ait olan kişiler olarak baktığı zaman, gerçek düşünceyi kazanmış olurlar. Bireysel olarak bu talebe karşılık verip vermeyecek olmaları, bir başka konudur; bireysel iman dışında kurtuluş olmayacağı ilkesi hiç bir zaman yeterince vurgulanamaz. Ama ev halkının başı, kendisinin ve tüm sahip olduklarının Rabbe ait olduklarını sürekli aklında tutması gerekir. Yalnızca bu şekilde çocuklarını Tanrı’nın bereketi aracılığı ile Rabbin yolunda ve O’nun öğüdü ile yetiştirebilir, Rab adına ve O’nun görüşüne göre çocuklarını yönetebilir. Ve çocukları ancak bu gerçeği algılayabildikleri takdirde, anne ve babalarının kurallarını Rabbin yetkisi ifade eden kurallar olarak kabul edebilirler. Bu nedenle, imanlılar Rabbin kurtarış ilkesinin taleplerini çocuklarına anlatmak konusunda bezginliğe düşmesinler.

Şimdi öykü devam ediyor.

“Firavun İsrailliler’i salıverdiği zaman, Filist yöresi yakın olmasına karşın, Tanrı onları oradan götürmedi.Çünkü, ‘Halk savaş ile karşılaşınca, düşüncelerini değiştirip Mısır’a geri dönebilir’ diye düşündü. Halkı, çöl yolundan Kamış Denizi’ne doğru dolaştırdı. İsrailliler Mısır’dan silahlı çıkmışlardı. Musa Yusuf’un kemiklerini yanına almıştı. Çünkü Yusuf İsrail’in oğullarına ‘Tanrı size kesinlikle yardım edecek, kemiklerimi buradan götüreceksiniz’ diye sıkı sıkı ant içirmişti. Sukkot’dan ayrılıp çöl kenarında Etam’da konakladılar. Gece gündüz ilerlemeleri için Rab gündüzün bir bulut sütunu içinde yol göstererek, geceleyin bir ateş sütunu içinde ışık vererek onlara öncülük ediyordu. Gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu halkın önünden eksik olmadı.” (17-22. ayetler)

Bölümümüzün bu ilk bölümünde bize sunulan ilk şey, halkı için çölden geçen yolu seçenin Tanrı olduğudur. Eğer halkını çöle doğru yönlendiriyor ise, o zaman onlar ile her konuda ilgilenecektir. Onlardan Sözü’ne itaat etmelerinden başka hiç bir şey beklemeyecektir. Ayrıca, onların gideceği yolu seçerken göstermiş olduğu şefkate de dikkat edin. Onların zayıflıklarına ve korkularına saygı duyuyordu. “Tanrı, onları Filist üzerinden götürmedi, çünkü savaş ile karşılaştıkları takdirde, düşüncelerini değiştirip Mısır’a geri döneceklerini düşünüyordu.” O’nun nazik şefkatinin ne kadar güzel bir sergilenişi – halkının zayıflıklarını ve korkularını ne kadar iyi anladığını ve hissettiğini bize açıklıyor. Halkı için başka amaçlarının olduğu bir gerçek idi, ama onları koşullarına uygun bir yoldan götürmek istediğini ve buna kararlı olduğunu fark etmenin güzelliği sözlere sığdırılamaz. “Bir baba çocuklarına nasıl sevecen davranırsa, Rab de kendisinden korkanlara öyle sevecen davranır. Çünkü mayamızı bilir, toprak olduğumuzu anımsar.” 1 (Mezmur 103: 13,14)

Yolculuklarının yönü ile ilgili konunun ifade edilmesinden sonra, Yusuf’un kemiklerinden söz edilir. Bu anlatım da çok anlamlıdır. Yusuf’un ölüm yatağına geri dönelim ve okuyalım: “Rab, sizi ant içerek söz verdiği topraklara götürecek. Tanrı size kesinlikle yardım edecek. O zaman kemiklerimi buradan götürürsünüz.” (Yaratılış 50:25) İbraniler’e yazılan mektupta, Tanrı’nın bu eyleme verdiği değer şöyle ifade edilir: “Yusuf ölürken, iman sayesinde İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkacaklarını anımsattı ve kemiklerine ilişkin buyruk verdi.” (İbraniler 11:22) Şimdiki bölümde Tanrı’nın, hizmetkarının imanına verdiği karşılığı buluyoruz. O gece Musa’nın zihni yeterinden fazla meşgul edecek konunun bulunduğu kesindi. Çok büyük bir kalabalığın yola çıkması ile ilgili düzenlemeler yapıyordu. Yusuf’un kemikleri ile ilgilenecek zihin rahatlığını nasıl elde edebilirdi? Ama Yusuf, İsrailoğulları’na, Tanrı’ya güvenerek bir ant içirmişti. İnandı ve bu nedenle konuştu; ve tüm güvenini Tanrı’ya bağladığı için utanması imkansız idi. Doğal göz ile bakıldığı zaman gerçekten de, Yusuf ölür iken, dileğinin – halkının Mısır’dan ayrılması - yerine gelme olasılığı çok düşüktü. Ancak ölmekte olan bu kutsal, Tanrı’nın kesin Sözü’ne ve vaadine güveniyor ve O’na dayanıyordu. Ve bu yüzden güvendi ve “kemikleri ile ilgi buyruk verdi.”

Aradan yıllar geçmişti – yaklaşık dört yüz yıl (çünkü İsrailliler Mısır’da tam olarak dört yüz otuz yıl kaldılar): (Mısır’dan Çıkış 12:41) – ve Tanrı halkını ziyaret etti ve içtiği andı hatırladı, öyle ki, atanın kemikleri, İsrailoğulları Mısır’dan çıkarlarken, onlara eşlik edebilsin. Bu durum, hiç kuşkusuz Tanrı’nın sadakatini gösteren dikkat çekici bir örnektir, aynı zamanda hizmetkarının imanının Tanrı’nın gözünde ne kadar değerli olduğunu görürüz.

Bundan sonraki ayet (20. ayet) kamp kurdukları ilk yerlerin adlarını bildirir. “Ramses’ten Sukkot’a doğru yola çıktılar. Çölün kenarındaki Etam’da kamp kurdular.” Önce Ramses’ten yola çıktılar (Mısır’dan Çıkış 12:37), sonra bu ayete tanımlandığı gibi, Sukkot’a geldiler. Bu yerlerin hepsi Mısır’da bulunuyorlardı ve konu ile ilgili pek çok öğretiş verilmesine ve araştırma yapılmasına rağmen, onların kimlikleri tahmini olasılığın sınırlarına çok az ulaşmıştı. Bundan daha da önemli olan, yolculuklarını Tanrı’nın yönlendirdiğinin farkına varmaktır. Onların yollarını seçen Kişi, onlara o yollarda rehberlik etti, gündüzleri bir bulut sütunu, geceleri ize bir ateş sütunu içinde onlara yol gösterip öncülük etti. Onlar ile birlikte olduğunu gösteren bu lütufkar sembollerini, halkı çölde bulunduğu süre içinde onlardan hiçbir zaman esirgemedi. Bu olay, Tanrı’nın, Kendi halkına her zaman rehberlik ettiğine ilişkin gerçeğin yalnızca bir örneğidir. Onları Mısır’dan çıkartıp yönlendiren Tanrı, girmiş oldukları yolda her zaman onlar ile birlikteydi ve önlerinden gidiyordu. O, hiç bir zaman “Git!” demez, ancak söylediği söz her zaman, “Beni izle!” dir. O’nun izinden yürüyebilmemiz için bize bir örnek bırakmıştır. (1. Petrus 2:21) O’nun Kendisi, Gerçek ve Yaşam olduğu gibi, aynı zamanda Yol’dur da. (Yuhanna 14:6) Bizlerin, İsrailoğulları’nın tadını çıkarttıkları göz ile görünen rehberliğe sahip olmadığımız oldukça doğrudur. Ama ruhsal göz için O’nun rehberliği fark edilen ve kesin bir gerçektir. Sözün adımlarım için çıra, yolum için ışıktır.” (Mezmur 119: 105)

Mısır’da ya da ülkede böyle bir rehberliğin mevcut olmadığını belirtmek ilginçtir. Bu ifade şu önemli gerçeği ortaya çıkartır; bir yola rehberlik edilmesi ancak çölde ihtiyaç duyulan bir gereksinimdir. Ve işte Tanrı sevecenliği ve merhameti ile Kendisine ait olan halkına öncülük eder – yürümeleri gereken yolu onlara gösterir – nerede ve ne zaman durup dinleneceklerini ve ne zaman nereye yürüyeceklerini, onların çabasına bırakmadan Kendisi üstlenir; istediği tek şey, halkının gözlerinin Rehberlerine dikili olmasıdır. Bu şekilde yönlendirilen kişiler mutludurlar ve O’nu izlemeye istekli kılınan ve bunu yapmaları için lütuf ile güçlendirilen kişiler şöyle konuşabilirler:

“Yalnızca sen bizim Önderimizsin,
Ve biz hep seni izleyeceğiz.”


1. İsrailoğulları’nın Mısır ülkesinden beygir takımı vurularak gittiklerine dair pek çok tartışma yapılmıştır. (ayet 18) - aslında bu sözün anlamı “savaşçılar olarak silahlanmış bir şekilde” dir. Ama bu bir hatadır. Bu söz, düzenli bir yürüyüş düzeni içinde gittiklerinden daha fazlasını ima ediyor gibi görünmez; çok büyük bir ordunun ilerleyişi gibi.

Bölüm 8

Halkının Kurtarıcısı Olarak Tanrı

Mısır’dan Çıkış 14

Bölüm 12’de, Tanrı bir Yargıç olarak görünür, çünkü günah sorunu bir kez ortaya atıldığı zaman, Tanrı’nın doğasının kutsallığı bu günah sorunu ile ilgilenmesini gerekli kılar – ve bu sorunu adil bir şekilde çözmesini gerektirir. Tanrı, bu yüzden halkının günahları nedeni ile onlara karşı idi, ama yine de adil taleplerini Fısıh Kuzusu’nun kanı aracılığı ile lütufkar bir şekilde Kendi taleplerine uygun olarak tedarik etti. Ama bu bölümde günahları nedeni ile halkına karşı olan Tanrı, şimdi kan sayesinde onlardan yanadır. Adaleti, doğruluğu, gerçeği ve yüceliği, ve evet her şeyi ile serpilen kan sayesinde tatmin olmuştur. Kanın değeri altında önüne getirilmiş kişilerin davasına bakabileceği bir temel üzerinde bir kefaret 1 sunulmuştur. Ve bunun sonucu olarak, Tanrı, bu bölümde bir Kurtarıcı olarak görünür. Tarihi açıdan bu iki karakter arasında bir ara dönem mevcuttur. Tanrı, Fısıh gecesinde bir Yargıç idi ve Kızıl Deniz’de ise bir Kurtarıcı idi. Ve uyandırılmış canların çoğunluğunun bu gerçeği anlama düzeni budur. Önce gerçekten yalnızca Kutsal Ruh’un işi olan günah konusunda ikna edilme gerçekleştiği zaman, Tanrı, suç nedeni ile kişinin canına bir Yargıç olarak görünür. Ama Mesih’in kanına iman aracılığı ile Tanrı’nın talepleri karşılandığı zaman, vicdan suçtan arınıp huzura kavuştuğunda, can, o zaman Tanrı’nın Kendisi’nin ondan yana olduğunu kavrar ve bu gerçeğin kanıtını Tanrı’nın, Rab İsa’yı ölümden diriltişi ile gösterdiğini görür. Bu iki aşama Romalılar 3 ve 4. bölümlerde açıkça ifade edilir. Böylelikle Romalılar 3. bölümün içeriği İsa’ya inanarak, kana imandır. (25, 26. ayetler); Romalılar 4. bölümün içeriği ise Tanrı’ya imandır. (ayet 24) Ve bu nedenle, sözü edilen ikinci aşamaya ulaşılıncaya dek, huzura kavuşulmaz. Ama bu iki şey İsrailoğulları ile bağlantılı olarak tarihi açıdan ve genellikle canların deneyiminde birbirlerinden ayrılırlar iken, hatırlanması gereken şudur: bir tek ve aynı olan işin iki kısmı mevcuttur. Bu yüzden bu görünüm açısından Kızıl Deniz’deki zafer, Tanrı’nın gücünün gösterilişinde daha çarpıcı etkiler sunar ve, gerçekleşmesi bir yandan Tanrı’nın halkının kurtarılışı ve öte yandan firavunun ve ordusunun yok edilmesi sonucu, fısıh gecesinde serpilen kan sayesinde mümkün olmuştur. Kan, Tanrı’nın İsrail lehine tüm yaptıklarının temelini teşkil eder. Oysa, Kızıl Deniz geçilene kadar kurtarılışın bilinmediği oldukça doğrudur, ancak kan dökülmesi daha derin ve önemli bir anlam taşır çünkü halkının günah sorunu ile ilgili Tanrı’yı yüceltti ve O’nun, karakterinin her niteliği ile uyumlu olarak halkının tam kurtuluşu ile ilgili işleyebilmesini sağladı. Bu bölümün anlaşılabilmesi ancak şu şekilde mümkündür: İki şey arasındaki bu farklılığın ve aynı zamanda aralarındaki bağlantının hatırlanması gerekir. Bu akılda tutulduğu takdirde yorum yapılabilecek anahtara sahip olunacaktır. Ve yazılmış olan her eylemin bu şekilde açıklanan gerçek ile ilişkisi olduğu görülecektir.

“Rab, Musa’ya, ‘İsrailliler’e söyle, dönsünler’ dedi, ‘Pi-Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon’un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar. Firavun şöyle düşünecek: ‘İsrailliler ülkede şaşkın şaşkın dolaşıyorlardır, çöl onları kuşatmıştır.’ Firavunu inatçı yapacağım. Onların peşine düşecek. Böylece firavun ile ordusunu yenerek yücelik kazanacağım. Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim.’ İsrailliler söyleneni yaptılar.”

Rabbin yaptığı ilk şey, halkını, bir insanın bulunabileceği en umutsuz durum içinde bırakmak oldu. Halk, deniz kıyısında kamp kurdu ve tüm çevresini çöl kuşatıyordu. Tanrı onları böyle bir konuma yerleştirdi, öyle ki firavun onların ardına düştüğü takdirde, önlerinde, insan gücü yardımı ile kaçabilecekleri hiç bir yol kalmasın. Tanrı bu planını, firavunun yıkıma uğraması için bir ayartma olarak tasarladı. Aynı zamanda bu şekilde İsrailoğullarını da tamamen Kendisine bağımlı hale getirecekti. Planını böylece ikili şekilde kurdu; çünkü Mısırlıların O’nun Rab olduğunu bilmeleri ve İsrailoğullarının da O’nun Kurtuluşları olduğunu anlamaları ve kabul etmeleri gerekiyordu. Aşağıdaki anlatımda bu iki konuyu okuyacağız.

“Halkın kaçtığı Mısır firavununa bildirildiği zaman, firavun ve görevlileri onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler; ‘Biz ne yaptık?’ dediler, ‘İsraillileri salıvermek ile kölelerimizi kaybetmiş olduk!’ Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı, seçme altı yüz savaş arabasının yanı sıra Mısır’ın bütün savaş arabalarını sorumlu sürücüleri ile birlikte yanına aldı. Rab, Mısır firavununu inatçı yaptı. Firavun zafer havası içinde ilerleyen İsraillilerin peşine düştü. Mısırlılar, firavunun bütün atları, savaş arabaları, atları, askerleri ile onların ardına düştüler ve deniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon’un karşısında konaklarken onlara yetiştiler.” (5-9. ayetler)

Firavunun olayında insan yüreğinin olasılıkları ile ilgili görülen açıklama çok önemlidir! Rab, birbiri ardına gönderdiği yargılar ile Elinin gücünü gösterdi ve Mısır ülkesindeki her ev halkından can çekişen feryatlar yükseldi, ama yine de buna rağmen, kralın ve aynı zamanda hizmetkarlarının onları üzüntüye boğan ve İsraillilerin bir an için özgür kalmasına izin veren pişmanlıklarından geri dönüş yapmaları ve onları eski köleliklerine geri getirmek için peşlerine düşmeye cesaret etmeleri, bu yargıların darbe izlerinden sıyrılmış olduklarını göstermektedir. Böylece İsraillilerin ardına düştüler, “Firavunun tüm atlıları ve savaş arabaları, ve sürücüleri ile bütün ordusu yola çıktılar; Baal-Sefon’un karşısında Pi-Hahirot yakınlarında deniz kıyısında kamp kurmuş olan İsraillilere yetiştiler.” Bu, daha önce açıklanmış olduğu gibi Rab tarafından açıklanmış bir durum idi. Firavun ve onun halkı için böyle bir durumda kalmak büyük bir akılsızlık olarak görünüyordu ve böyle düşünmeleri, tanrısal bilgelikten çok insan akılsızlığı tarafından yönlendirildiklerinin bir kanıtı olabilirdi. Bu nedenle, kolay bir zafer elde edeceklerinden tamamen emin olarak ilerliyorlardı. Çünkü aralarında kadınların ve çocukların da yer aldığı kaçak bir ulusu onların elinden ne kurtarabilirdi? Aynı zamanda imansız İsrail oğulları da aynı şekilde düşünüyorlardı. Oysa, kan tarafından bir kalkanla korunur gibi korunmaktaydılar, bulut sütunu kendilerine rehberlik ediyordu ve bu durumda kesinlikle, “Eğer Tanrı bizden yana ise, bize kim karşı olabilir?” diyebilirlerdi. Ama fiziksel görüş imandan daha güçlü idi. Önlerinde deniz ve arkalarında Firavun ve onun güçlü orduları bulunuyordu. Duruma doğal göz ile bakıldığı zaman kurtulmaları imkansızdı ve görebildikleri yalnızca tutsaklığın ya da ölümün kesin olduğu idi. İmkansız gibi görünen durumda zihinlerinde oluşan düşünce bu idi.

“Firavun yaklaşırken, İsrailliler Mısırlıların arkalarından geldiğini gördükleri zaman, dehşete kapılarak Rabbe feryat ettiler. Musa’ya, ‘Mısır’da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?’ dediler, ‘Bak, Mısır’dan çıkartmakla bize ne yaptın! Mısırda iken, sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.’” (10-12. ayetler)

Gözlerinin gördüklerine göre hüküm verdikleri için şikayet ediyorlardı ve söyledikleri her bir söz imansızlık ile dolu idi. Çok korktular; çölde öleceklerdi; böyle olacağını biliyorlardı ve şimdi kendilerini bekleyen ölüm ile karşılaştırdıkları zaman Mısır’da kulluk etme düşüncesi onlara daha iyi gibi görünüyordu. Yaptıkları hata, düşüncelerinde Rabbin gücünü ve sevgisini hesaba katmamaları idi – imansızlığın her zaman yaptığı gibi – ve bu yüzden kendileri ve Mısırlılar arasındaki durum karşısında paniğe kapıldılar. Musa, farklı düşünüyordu; imanı sarsılmadı ve bu nedenle onların yüreklerini hem cesaretlendirebildi hem de imansızlıklarından dolayı onları azarladı.

“Musa, ‘Korkmayın’ dedi, ‘yerinizde durup bekleyin, RAB bu gün sizi nasıl kurtaracak, görün. Bu gün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz. Rab sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter.” (13, 14. ayetler)

Gerçekten de o gün insan gücünün hiç bir şekilde katkıda bulunamayacağı bir iş gerçekleşmek üzereydi. Çünkü, kurtarılmaları gereken iki şey vardı – firavun ve onun ordusu tarafından temsil edilen şeytanın gücü ve Kızıl Deniz aracılığı ile mecazi olarak gösterilen ölüm ve yargı. Ve bu her ikisi birbirleri ile bağlantılı idiler. Çünkü insanın günahı aracılığı ile şeytan haklar elde etmiştir ve ölümü Tanrı’nın adil yargısı olarak kullanır.İsrail’in oğullarının, fısıh kuzusunun kanı altında oldukları için korundukları zaten kesindi ve bu nedenle mükemmel bir huzur içinde dinlenebilirlerdi. Ama onlar kanın değerini bilmiyorlardı. Kan, onları yargı darbesinden kurtarmıştı; Tanrı, Mısır’ın ilk doğan çocuklarını vurduğu zaman, kendi ailelerinin kurtulduğunu biliyorlardı; ama bu aynı kanın kendilerini her şeyden koruduğunu henüz öğrenmemişlerdi; onları düşmanlarından kurtaran, çölde rehberlik eden ve hatta vaat edilen mirasa sahip olmalarını sağlayan kan idi. Ama firavun ortaya çıktığı anda, “dehşete kapıldılar” ve “Rabbe feryat ettiler.” Rab ise, zayıflıklarında ve kuşkularında onlarla buluştu ve onlara Musa aracılığı ile verdiği mesaj ile halkını hem Mısır ülkesinin kralından hem de Kızıl Deniz’in dalgalarından kurtaracak Olan’ın Kendisinin işi olacağını hatırlattı. Korku ve kuşkularından arınmalı, sakin olmalı ve Rabbin kurtarışını görmeliydiler. Çünkü düşmanları bundan böyle artık sonsuza kadar gözlerinin önünden silineceklerdi, Rab onlar için savaşacaktı ve onlar sükunetlerini muhafaza etmeliydiler. Kutsanmış gerçek şudur: Kurtuluş Rabbe aittir! Ancak bu gerçek, hepimizin çok yavaş öğrendiğimiz bir derstir. Kendilerinin de bir şey yapmaları gerektiğini düşünen o kadar çok kişi vardır ki. Ama hayır! Fısıh Kuzusunu Tedarik Eden, kanı ile bizi günahımızdan Temizleyen, işin tamamını yerine getirecektir. Kurtuluş, O’nun mükemmel ve tamamlamış olduğu işidir. Kurtuluşa şu ya da bu şekilde kendi çabalarımız ve mücadelelerimiz ile ekleme yapmak, yalnızca kurtuluşun güzelliğini ve bütünlüğünü lekelemek olur. Hayır, şeytan ve ölüm söz konusu olduğu zaman insan ne yapabilir? İnsan, bu tür düşmanların karşısında çaresizdir. Bu düşmanlardan kaçamaz, onları yenilgiye uğratamaz ve bu yüzden zorunlu olarak – eğer bu dersi öğrenmek istiyor ise – sakin olmak ve Rabbin kurtarışını görmek zorundadır.

Ancak bu gerçek, korkulu ve kaygılı bir yüreği yatıştırabilir. Eğer ölüm konusunda şeytanın gücü karşısında dehşete kapıldılar ise, o zaman bu değerli mesajın tadını çıkarmak için huzur diyarına girsinler: “Rab sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter.”

Okumaya devam edelim ve Rabbin, kulu Musa’nın sözlerini nasıl doğruladığını algılayalım.

“Rab, Musa’ya, ‘Niçin bana feryat ediyorsun?’ dedi, ‘İsraillilere söyle, ilerlesinler. Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrailliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. Ben Mısırlıları inatçı yapacağım ki, artlarına düşsünler. Firavunu, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yenerek yücelik kazanacağım. Firavun, savaş arabaları ve atlılarından ötürü yücelik kazandığım zaman, Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim.” (15-18. ayetler)

Musa’nın, “Sakin olun!” ve “İlerleyin!” buyrukları arasında herhangi bir tutarsızlık yoktur. İsraillilere, kendilerinin gerçekten hiç bir şey yapamayacaklarının hatırlatılması gerekiyordu; ama imanın, işin tamamlandığını algılaması ve ilerlemelerine büyük bir engel gibi görünen denizin arasından geçmek için cesaret ile yürümeleri gerekiyordu. Ölüm ve ölümün gücü yenilmişti, kurtuluş tamamlanmıştı ve bu yüzden ileriye doğru yürümeye başlamaları gerekiyordu. Buyruğun düzeni ve öğretişi güzeldir. Rab, işi tamamlar ve kurtuluşun tamamlanan işi aracılığı ile şeytanın ölüm gücünden kaçmak için bir yol açılmıştır. Yol açıldığı için, imanlıya düşen bu yoldan yürümektir; önce Yargıçları şimdi ise Kurtarıcıları Olan’a tam güvenerek cesaret ile ilerlemek. Rab bunu daha sonra Musa’ya verdiği buyruğu ile daha açık bir şekilde anlatır. Halkının gözleri önünde, onların korkularını yok etmek için ve onlara Korumasının ve İlgisinin tam olduğuna dair güvence vermek için, deniz üzerinde sahip olduğu gücünü gösterecektir. Ama bunun daha ayrıntılı bir şekilde açıklanması gerekir. Musa’ya, İsrailoğullarının ilerlemesini söyleyen buyruk ile birlikte değneğini havaya kaldırması ve elini denizin üzerine uzatarak onu ikiye ayırması da söylendi, öyle ki, İsrailoğulları kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçebilsinler. Mısırlıların, onları izleme konusunda inatçı yapılmaları gerekiyordu ve böylelikle kendi yıkımlarının ardından gidecekler ve böylelikle Tanrı hem halkının kurtuluşu hem de halkının düşmanlarının yok edilmesi konusunda adını yüceltmiş olacaktı. Musa’ya bu buyrukları verdikten sonra, Rab harekete geçer.

“İsrail ordusunun önünde yürüyen Tanrı’nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrail ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı.

Musa elini denizin üzerine doğru uzattı. Rab bütün gece güçlü doğu rüzgarı ile suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü. İsrailliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar artlarından geliyordu.

Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde Rab ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorluk ile sürdüler. Mısırlılar, ‘İsraillilerden kaçalım!’ dediler, ‘Çünkü Rab onlar için bizim ile savaşıyor.’

Rab Musa’ya, ‘Elini denizin üzerine uzat’ dedi, ‘Sular Mısırlıların savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün.’ Musa elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken Rab onları denizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular, savaş arabalarını, atlıları, İsraillilerin peşinden denize dalan firavunun bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.

Ama İsrailliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. Rab, o gün İsraillileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücü gören İsrail halkı Rabden korkup O’na ve kulu Musa’ya güvendi.” (19-31. ayetler)

Şimdi bu mucizevi kurtuluştaki bir kaç noktayı dikkatle inceleyelim. Önce, Rabbin meleği harekete geçti ve Mısır ve İsrail ordularının arasına geldi. Tanrı böylelikle, kan ile satın alınan halkı ve onları kovalayanlar arasındaki yerini aldı. Çünkü O, karakterinin her niteliği ve kimliğinin tümü ile, halkının iyiliği için işliyordu. Panik içindeki bu kalabalık belki Mısır’ın gösterişi ve cesareti tarafından alaya alınmış olabilir. Ama İsrail halkı Gücü Her Şeye Yeten’in himayesi altındaydı ve İsrail halkına ulaşılması için önce Tanrı’nın Kendisi ile karşılaşılması ve O’nun yenilgiye uğratılması gerekiyordu. Ah, bu değerli gerçekte ne kadar büyük bir güç ve teselli bulunmakta! Tanrı’nın Kendisi, Mesih’in kanı altında olan bu zayıf ve güçsüz kişilerin davasını üstleniyor! Şeytan, ordularının hepsini savaş safı halinde dizebilir ve gücünü sergileyerek canı dehşete düşürmek isteyebilir. Ama onun övünmeleri ve tehditleri hiçe sayılmalıdır, çünkü savaş Rabbin’dir! Bu nedenle bizim ne olduğumuz değil, Tanrı’nın ne olduğu önemlidir. Ve dikkatle gözlenmesi gereken nokta şudur: İmanlıdan yana olan düşmana karşıdır. İsrailoğullarına ışık, firavuna ve onun ordusuna karanlığı veren, bir bulut idi. Tanrı’nın varlığı, değerli kan aracılığı ile günahtan temizlenmiş olanların dışındaki herkesi dehşete düşürür. Bu yüzden Mısır ordugahı İsrail ordugahından ayrılmıştı ve “bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı.” (ayet 20) Tanrı’nın bizden yana olduğuna dair bu gerçek, böylesine açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ise, o zaman bizlerin asla korkmaması gerekmez mi? Elişa, Tanrı’nın bizden yana olduğu gerçeğinin ve bu gerçeğin gücünün farkındaydı, ve bu nedenle uşağı, korkusunu dile getirdiği zaman, ona şu yanıtı verdi: “Korkma, çünkü bizim yandaşlarımız onlarınkinden daha çok.” Ve sonra peygamberin duası üzerine genç uşağın gözleri açıldığı zaman, “Elişa’nın çevresindeki dağların atlılar ile, ateşten savaş arabaları ile dolu olduğunu gördü.” (2.Krallar 6:15-17) Ancak yine de tekrarlayalım; bizim için Tanrı’nın koyduğu tek temel, Mesih’in değerli kanıdır. O zaman, burada öğretilen ilk şey, Tanrı’nın, halkını, Şeytan’ın gücüne karşı koruduğudur.

Üzerinde durulması gereken ikinci nokta, Kızıl Deniz’in sularının ikiye bölünmesidir. Musa’nın değneğini havaya kaldırması ve elini denizin üzerine doğru uzatması gerekiyordu. (ayet 16) Değnek, Tanrı’nın yetkisinin ve gücünün sembolüdür; ve bu yüzden O’nun önünde sular ikiye ayrıldı.

Güçlü doğu rüzgarı bir araç olarak kullanıldı, ama değneğin kullanılışında ifade edildiği gibi O’nun gücünün buyruğu ile bağlantılı idi. Böylece Tanrı, ölüm aracılığı ile halkı için bir yol açtı. Onlara bir yandan şeytanın gücüne karşı kalkan olurken, bir yandan da ölüm aracılığı ile onları ölümden kurtardı. Kızıl Deniz’in karakteristik önemi budur – ölüm ve aynı zamanda diriliş – halkın diğer kıyıya geçirildiğini göz önünde bulundurun. Bu nedenle, başka bir deyiş ile, “Ahlaki bir örnek olarak, Kızıl Deniz İsa’nın ölümünü ve dirilişini belirtir, kurtuluş aracılığı ile kefaretin kendi yeterliliği içinde ve O’nun halkının O’nda görülmesi ile yapılan iş gerçek etkinlik sağlamıştır; Bu eylem, Tanrı’nın işidir; halkını ölüm aracılığı ile günahın ve şimdiki dünyanın dışına çıkartmış, onlara Mesih’in ölümü aracılığı ile mutlak kurtuluş vermiş ve bunun bir sonucu olarak düşmanın, Kendi halkına ulaşma olasılığını ortadan kaldırmıştır.” Bu gerçek, iki konu ile uygun bir şekilde resmedilir. İsrailliler “kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler.” Neden? Çünkü – karakteristik öğretişten söz ediyoruz – Mesih alçalarak ölüme indi ve ölümün gücünü tüketti. İsa, ölüm aracılığı ile şeytanın tüm gücünü etkisiz kıldı. Bunu ölüm korkusu yüzünden yaşamları boyunca köle olanların hepsini özgür kılmak için yaptı. (İbraniler 2:14,15) Bu yüzden ölümün tüm etkisi ve gücü Mesih’in üzerinde harcanmış oldu ve bunun bir sonucu olarak imanlılar kuru toprak üzerinden geçerler. Sonra, bunun da ötesinde, “suların sağlarında ve sollarında onlara duvar oluşturduğunu” okuruz. (ayet 22) Ölümün onlar üzerinde gücü yoktur, ama buna ek olarak ölüm bir savunma haline bile dönüşmüş durumdadır. Böylelikle, “korktukları ve kendilerini firavunun önüne atacağını düşündükleri deniz, kurtuluşlarında kullanılan bir araç haline gelir.” Kızıl Deniz, onların Mısır’dan kurtuluşlarının yolu idi, ve onlara düşman olmak yerine onların dostu oldu. Her imanlının tüm bu bereketlerin Mesih’in ölümü ve dirilişi ile yerine geldiğini bilmesi gerekir. Serpilen kan aracılığı ile yalnızca yargıdan kurtarılmakla kalmayız, aynı zamanda Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile ve bizlerin O’nda ölmemiz ve dirilmemiz aracılığı ile Mısır’dan dışarı çıkartıldık ve şeytanın ve ölümün gücünden kurtarıldık. Daha şimdiden ölümden yaşama geçtik, eski konumumuzdan tamamen dışarı alındık ve İsa Mesih’teki eski konumumuza yerleştirildik. Bundan daha öteye bile gidebilir ve bu örneğin bir başka şekilde nasıl yerine getirilebileceğine işaret edebiliriz. Günahkarın düşmanı olan ölüm, imanlının dostu olmuştur ve Rab İsa geri dönmeden önce bedenden ayrıldığımız takdirde, onun huzuruna gideceğimizin kanıtıdır.

Dikkat edilmesi gereken son nokta, Mısırlıların yok edilmesidir. Küstahlıkları nedeni ile aşırı cüretkar davrandılar, “İsraillileri izlediler ve denizin orta yerine kadar onların ardından gittiler, hatta firavunun atları, savaş arabaları ve atlılarının hepsi de denize daldılar.” O ateş sütunu bile onları geride tutmadı, ama kendi güçlerine duydukları boş ve yararsız güven ile ilerlediler, ancak bu ilerleyişleri kesin felaketlerine neden oldu. “Sabah nöbetinde Rab ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı, öyle ki, arabalarını zorluk ile sürdüler.” Şimdi artık bulundukları durumun umutsuz olduğuna ikna oldular ve kaçmayı düşündüler; ancak bunun için artık çok geçti. Rabbin buyruğu üzerine Musa, elini denizin üzerine uzattı ve denizin geri dönen suları Mısır’ın tüm ordusunu yuttu, öyle ki, “onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.” (ayet 28) “İman sayesinde İsrailliler karadan geçer gibi Kamış Denizi’nden (Kızıl Deniz) geçtiler. Mısırlılar bunu deneyince boğuldular. (İbraniler 11:29) Ölümün gücü ile insana duyulan güvenle karşılaşmak, kesin yıkımdır; buradan alınacak ciddi ders budur.

Yalnızca kan ile satın alınmış olan kişiler güvenlik içinde geçebilirler. Tüm diğerleri kesinlikle yenilgiye uğrayacaklardır; ve ölüm ve yargı ile kendi gücüyle karşılaşmaya cesaret edebilecek kaç tane can vardır? Böyle kişiler firavunun ve onun ordusunun başına gelenlerden ders alarak uyarılsınlar. Mesih’in dışında başka hiç bir kaçış olamaz. Yalnızca O güvenlik yoludur, çünkü yalnızca O ölüm ile karşılaştığında ölümü yenmiştir; O ölmüş, tekrar dirilmiştir ve sonsuza kadar diri kalacaktır ve ölümün ve ölüler diyarının anahtarları O’nun elindedir.

Bölüm üç konu ile son bulur. Önce, İsraillilerin, denizi kuru toprak üzerinde yürüyerek geçtikleri ve suların sağlarında ve sollarında onlara bir duvar oluşturduğu gerçeği tekrarlanır. İsraillilerin kurtuluşu ve Mısırlıların ölümü arasındaki karşıtlık vurgulanır. O zaman yalnızca iki grup mevcuttur. Başka bir grup olamaz – kaybolanlar (Mısırlılar) ve kurtulanlar (İsrailliler). Öncekiler ölüm ve yargı tarafından yutuldular, sonrakiler ise güvenlik içinde karşı kıyıya geçirildiler, çünkü Kuzu’nun kanının değeri ile örtülü idiler. Sonra, “Rab, o gün İsraillileri Mısırlıların elinden kurtardı” ifadesini okuruz. (ayet 30) Onları önce yargıdan korumuştu, ama şimdi düşmandan kurtardı. Şeytan’ın gücü hiçe indirildi ve onlar sonunda kurtuldular. Bu ifadenin tam anlamı bir sonraki bölümde ortaya çıkacaktır. Ama “kurtardı” sözcüğünün tam öneminin talep edilmesi ilk kez burada dikkat çekebilir. Son olarak, zihinlerde sağlanan etkiye – İsrailoğullarının canında – dikkat çekilir. “Rabin Mısırlılara gösterdiği büyük gücü gören İsrail halkı Rab’den korkup O’na ve kulu Musa’ya güvendi.” Gücün bu şekilde gösterilmesi – bir yandan yıkıcı ve diğer yandan kurtarıcı – onların yüreklerine boyun eğdirdi ve canlarında saygılı bir korku doğurdu. Mısır’da iken hiç kuşkusuz Rab’den dehşete kapılarak korkarlardı – O kutsal bir Yargıç idi; ama şimdiki korkuları farklı türde bir korku idi – O’nun mucize yaratan gücünün sergilenmesinden kaynaklanan ve bu nedenle O’nu Rableri olarak görmeye yönlendiren türde bir korku. Yakın bir ilişkinin korkusu – hoşnut etmeyi arzu eden bir korku ve gücendirmek istemeyen bir korku. Bu korkunun kaynağı, kurtuluşlarındaki Tanrı kutsallığının fark edilmesidir. Aynı zamanda Rabbe ve O’nun kulu Musa’ya duydukları güven ile sergilenen bir korku. O’nun ne ve kim olduğuna ilişkin tanıklık gözlerinin önünde açıklanmıştı. Bu tanıklığı aldılar, ve şimdi onları Halkı olmaları için seçen yalnızca Yehova değildi, artık onlar da iman aracılığı ile O’nu Rableri olarak fark etmişler ve O’na sahip olmuşlardı. Aynı zamanda Musa’ya da güvendiler – Tanrı tarafından atanan önderleri olduğuna inandılar. “Musa’ya bağlanmak üzere hepsi bulutta ve denizde vaftiz edildi.” (1.Korintliler 10:2) Bu nedenle hem onlar için hem de onların içinde bir iş yapıldı. Ve bu her iki iş de Tanrı’nın gücünden ve lütfundan kaynaklandı. O, halkını öylesine büyük bir mucize ile Mısır’dan çıkarttı ve Kızıl Deniz’den geçirdi ki, bu mucize araclığı ile yüreklerinde O’nun ne olduğuna ve onlar için ne yaptığına bir karşılık verme durumu oluştu. Bu iki şey bir araya gelmedikçe kurtuluşa asla girilemez ya da kurtuluştan keyif alınamaz. Günahkarları yalnızca Tanrı’nın kurtarabileceği temeli üzerinde bina edilen iş böylelikle tamamlanmış oldu; ama günahkarın buna inandığı söylenmediği sürece günahkar kurtulmaz. “size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz, ölümden yaşama geçmiştir.” (Yuhanna 5:24)


1. “Bir kefaret” dediğimiz zaman, anlaşılacak olan, kanın karakteristik değerinden konuşuyor olmamızdır. Kefaret için kanın merhamet kapağının üzerine serpilmesi gerekirdi. (Levililer 16:14 ve Romalılar 3:25 ile karşılaştırın)

Bölüm 9

Kurtarılış Şarkısı

Mısır’dan Çıkış 15:1-21

Bu bölüm en önemli yeri işgal eder – İsrailoğullarının şimdi getirildikleri yeni konum ve duyguların ifade edilmesi – Kutsal Ruh tarafından onların içinde oluşturulduğuna hiç kuşku yoktur - yeni konumlarına uygun duygular. Gerçekten de bir kurtarılışın şarkısıdır ve karakteri içinde aynı zamanda peygamberlik özelliği de taşır – bin yıla kadar olan dönemde Tanrı’nın İsrail ile ilgili amaçlarını içerir – “Rab sonsuza dek egemen olacaktır.” (ayet 18) Bu nedenle iki yönlü bir karaktere sahiptir; öncelikle İsrail için uygulanır ve sonra Kızıl Deniz ile ilgili bölümün tipik karakterinde olduğu gibi, aynı zamanda imanlının konumu ile de ilgilidir. Bu nokta akılda tutulduğu takdirde yorumu çok daha kolayca kavranacaktır.

“Musa ile İsrailliler, Rabbe şu ezgiyi söylediler:

‘Ezgiler sunacağım Rabbe, çünkü yüceldikçe yüceldi; atları da atlıları da denize döktü. Rab, gücüm ve ezgimdir, O kurtardı beni. O’dur Tanrı’m. Övgüler sunacağım O’na. O’dur babamın Tanrısı, yücelteceğim O’nu. Savaş eridir Rab, adı Rab’dir.

Denize attı firavunun ordusunu, savaş arabalarını. Kamış Denizi’nde (Kızıl Deniz) boğuldu seçme subayları. Derin sulara gömüldüler, taş gibi dibe indiler. Senin sağ elin ya Rab, senin sağ elin korkunç güce sahiptir. Altında düşmanlar kırılır. Devrilir sana baş kaldıranlar büyük görkemin karşısında, gönderirsin gazabını, anız gibi tüketirsin onları. Burnunun soluğu karşısında, sular yığıldı bir araya. Kabaran sular duvarlara dönüştü, denizin göbeğindeki derin sular dondu.

Düşman böbürlendi: ‘Peşlerine düşüp yakalayacağım onları’ dedi, ‘Bölüşeceğim çapulu, dileğimce yağmalayacağım, kılıcımı çekip yok edeceğim onları.’ Üfledin soluğunu, denize gömüldüler, kurşun gibi engin sulara battılar. Var mı senin gibisi ilahlar arasında Rab? Senin gibi kutsallıkta görkemli, heybeti ile övgüye değer, harikalar yaratan var mı? Sağ elini uzattın, yer yuttu onları. Öncülük edeceksin sevginle kurtardığın halka, kutsal konutunun yolunu göstereceksin gücünle onlara.

Uluslar duyup titreyecekler, Filist halkını dehşet saracak. Edom beyleri korkuya kapılacak, Moav önderlerini titreme alacak. Kenan’da yaşayanların tümü korkudan eriyecek. Korku ve dehşet düşecek üzerlerine. Senin halkın geçinceye dek, ya Rab, sahip olduğun bu halk geçinceye dek, bileğinin gücü karşısında taş kesilecekler. Ya Rab, halkını içeri alacaksın, Kendi dağına, yaşamak için seçtiğin yere, ellerin ile kurduğun kutsal yere dikeceksin, ya Rab! Rab sonsuza dek egemen olacaktır.’

Firavunun atları, savaş arabaları, atlıları denize dalınca, Rab suları onların üzerine çevirdi. Ama İsrailliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçtiler.” (1-19. ayetler)

Bu coşkun sevinç gösterisi ile ilgili söylenecek ilk şey, Kutsal Yazılar’da, kurtuluş ile bağlantılı olanın dışında başka bir şarkıdan söz edilmediğidir. Hatta meleklerin şarkı söylediğinden bile asla bahsedilmez. Kutsanmış Rabbimizin doğumunda, “meleğin yanında göksel ordulardan oluşan büyük bir topluluk vardı.Tanrı’yı överek, ‘En yücelerde Tanrı’ya yücelik olsun, yeryüzünde O’nun hoşnut kaldığı insanlara esenlik olsun’ dediler.” (Luka 2:13,14) Vahiy kitabında Yuhanna şöyle yazar: “Sonra, tahtın, yaratıkların ve ihtiyarların çevresinde çok sayıda melek gördüm, seslerini işittim. Sayıları binlerce binler, on binlerce on binlerdi. Yüksek ses ile şöyle diyorlardı: ‘Boğazlanmış Kuzu, gücü, zenginliği, bilgeliği, kudreti, saygıyı, yüceliği, övgüyü almaya layıktır.’” (Vahiy 5:11,12) Şarkı söyleyebilenler yalnızca kurtarılmış olanlardır ve biz bu gerçekten, Hıristiyan şarkısının gerçek karakterini öğreniriz. Hıristiyan şarkısı, kurtuluş bilgisine sahip olan can tarafından üretilir; kurtuluş sevincini, övgü ve mutluluk vurgularını ifade etmelidir. Yakup şöyle der: “İçinizden biri sevinçli mi? İlahi söylesin.” (Yakup 5:13) Bunun anlamı şudur: Eğer biri gerçek sevinç ile – kurtulduğunu bildiği için duyduğu sevinç, Kurtarıcısı olan Rab’de sevinç – dolup taşıyor ise, bunu Tanrı’yı öven mezmurlar ile ifade etmelidir. “Sonra Musa ile İsrailliler şu ezgiyi söylediler.” Kurtulmanın ne olduğunu ilk kez anladıkları zaman, yüreklerinde duydukları sevinci şarkıya döktüler. Ve gerçekten de bir Hıristiyan için bunun dışında başka hiç bir şarkının olmaması gerekir. Bir başka şarkı söylemesi, gerçek karakterini olduğu kadar sevincinin tek kaynağını da unutmuş olması anlamına gelir.

Şarkının kendisi, iki görünüm açısından gözden geçirilebilir – şarkının genel konusu ve içerdiği gerçek. Genel konusu hakkında söylenecek olan, yalnızca Rab İsa’nın Kendisidir ve O’nun ne yaptığıdır. Ama bu, çok geniş bir konuyu içerir. Kurtuluş konusunda kavranması ve bilinmesi gereken Rabbin kendisidir. “Rab, gücüm ve ezgimdir. O, kurtardı beni.” (ayet 2) Çünkü O’nun bilinebilmesi yalnız kurtuluş ile olur. Bu nedenle Mesih’in çarmıhına kadar O, tam olarak açıklanmadı, açıklanamadı. O, İsrailoğullarına, kendilerine sağlanan ilişki içinde açıklandı, ama bu, kurtuluş tamamlanana kadar gerçekleşmedi; O’nun karakterinin tüm niteliklerini Kendisi bildirdi. Ancak birbirini izleyen her özeliğinin ölçüsü ne olursa olsun, kurtuluşun aracılığı olmaksızın bilinemezdi. İsrailoğulları, O’nu Yehova olarak tanıdılar; ve biz O’nu lütuf sayesinde Tanrımız ve Babamız olarak biliyoruz, çünkü O, Rabbimiz İsa Mesih’in Babası ve Tanrısıdır. Ama düzen ne olursa olsun, açıklandığı hali ile O’nun kendisi her zaman şarkının konusudur, çünkü O’nun halkı, her çağda yalnızca O’nda sevinir. Ama yine de, daha önce belirttiğimiz gibi başka bir şey daha vardır ve o da şudur: O’nun ne yaptığı ve bu konu Musa’nın ve İsrailoğullarının söylediği şarkıda tam olarak ifade edilir. Bunun için gerekli olan iki görünüm mevcuttur – halkının kurtuluşu, ve düşmanlarının yok edilmesi. Bu konular, çeşitli şekillerde mutlaka belirtilir ve onlar adına çalışan Rabbin görkemine uygun olan ifadeler ile Rab yüceltilir.

Söz konusu edilen, onların ne yaptıkları değil, Rabbin ne yaptığıdır. Kutladıkları kendilerinin değil, O’nun zaferi idi. Kurtarıcı gücün böyle şaşırtıcı bir şekilde sergilenişi karşısında kendilerini unutmuşlardı! “Ezgiler sunacağım Rabbe, çünkü yüceldikçe yüceldi. Atları da, atlıları da denize döktü.” (ayet 1) Böylece Rabbi yüceltirler, çünkü tanrısal bir esin olarak algıladıkları şey, Tanrı’nın Kendi yücelik ve görkemine yakışan bir işi başarmış olmasıdır. “Senin sağ elin, ya Rab, korkunç güce sahiptir;” ve tekrar “Var mı senin gibisi ilahlar arasında ya Rab? Senin gibi kutsallıkta görkemli, heybeti ile övgüye değer, harikalar yaratan var mı?” (6, 11. ayetler) İmanlıların, bu ilk kurtarılış şarkısından öğrenebilecekleri çok şey olduğu kesindir. Kutsal Ruh’un gücü ile tapınmak için bir araya geldikleri zaman, övgülerinin karakterinin ne olması gerekir? Bu ilk kurtarılış şarkısında olduğu gibi gelecekteki tüm kuşakların övgülerinin ilkelerini içerir. Bu noktada, her imanlının ibadetkar düşüncelerini hak eder.

Ama yine de, şarkının içerdiği gerçekler üzerinde düşündüğümüz zaman, onda var olan bütünlüğü ve çeşitliliği öğreniriz. İlk gerçek, şimdi kurtarılmış olmalarıdır. Burada da işaret edildiği gibi, şarkılarının konusu da kurtarılmış olmalarıdır. “Rab gücüm ve ezgimdir. O benim kurtuluşum oldu.” Ve tekrar, kurtardığın halkına Sen rehberlik ettin. Şimdiye kadar kurtarılmamışlardı, kurtuluşu bilmiyorlardı. Mısır’daki ölüm meleğinden mükemmel bir şekilde korunmuşlardı, ama Mısır’dan çıkartılana ve Firavun’un, yani Şeytan’ın gücünden kurtarılana kadar kurtarıldıkları söylenemezdi. Şimdi, canların yaşadıkları tecrübelerde aynı farklılık gözlemlenir. Mesih’in kanı aracılığı ile günahlarının bağışlandığını bilen pek çok kişi vardır; ama daha sonra kendilerini tanımadıkları – benliğin doğasının hala içlerinde olduğunu – ya da rahatsız ve huzursuz eden şeytanın gücünün – için yalnızca bağışlanmanın sevincini kaybetmek ile kalmazlar, her alanda kendilerini kuşatan zorluklar nedeni ile bazen bir umutsuzluk ve panik içine düşerler. Herhangi bir şey yapma ya da düşmana direnme gibi konulardaki mutlak yetersizliklerinin farkındalığına getirildikleri zaman, Romalılar 7. bölümdeki gibi feryat ederler: “Ne zavallı insanım! Ölüme götüren bu bedenden beni kim kurtaracak?” (ayet 24) İşte o zaman, kendilerine şu öğretilir: Rab İsa değerli kanı aracılığı ile onların yalnızca günahtan arınmalarını sağlamak ile kalmadı, ama aynı zamanda Ölümü ve Dirilişi aracılığı ile onları eski konumlarından çıkarttı ve ölüm ve yargının dışında bulunan, Kendisindeki yeni bir konuma yerleştirdi. Ve onların gözleri şimdi O’nda kendilerine karşı olan her şeyden tamamen kurtarıldıklarını görmek için açıldı ve bu nedenle şeytan tüm haklarını kaybetti ve bunun sonucunda onların üzerinde artık hiç bir yetkisi ya da talebi kalmadı. Onlar böylelikle özgür kılındılar; Mesih’in ölümünde kötü doğaları yargılanmış oldu ve şeytanın gücü yok edildi ve bu yüzden kurtarıldıkları i,çin yürekleri sevinç, hamt ve övgü ile doldu. Pek çok kişi kendilerine sağlanan bu tam bereketin farkında değilse de, bu tam bereket her imanlının payıdır. Ve bu tam kurtuluş bilininceye kadar, kurtuluşun güvencesi ile ilgili kesin ve sağlam huzur asla elde edilemez. Bu gerçeğin, tecrübe edilerek öğrenileceğine dair hiç kuşku yoktur, ama bunu öğrenmek, tamamen ve yalnızca Mesih’in ne olduğuna ve ne yaptığına bağlıdır; ve bunun ile uyumlu olarak bu tam bereket günahkarlara, Tanrı’nın lütfunun müjdesi içinde sunulur. Can önce günahların bağışlandığını öğrenebilir; ama tam bir kurtuluş sağlandığı gerçektir ve bu vaaz edilir, müjdenin mesajını alan herkes bu tam kurtuluşu da alacaktır. En önemli olan şey, bu gerçeğin bilinmesi gerektiğidir; çünkü bu gerçek konusunda bilgisiz kalındığı takdirde, binlerce kişi, Rab’de kurtuluşlarının Tanrısı olarak sevinmek yerine kuşkulara ve korkulara yem olurlar.

Böyle kuşkular ve korkular içinde olan canlar dua, tapınma ya da hizmet konusunda çok az bir özgürlüğe sahiptirler; ama kurtuluş gerçeğini bir kez kavradıkları zaman, önümüzdeki anlatımda yer alan İsrailoğulları gibi övgü şarkıları söylerken duydukları bu yeni sevinci yaşamamazlık edemeyeceklerdir.

Ancak, bundan fazlası da mevcuttur. Konumları değiştirilmiştir. “Gücün ile onlara kutsal konutunun yolunu gösterdin.” Şimdi bulundukları yeni konum içinde Tanrı’ya getirildiler. Çölde iken bu yola girmek üzere idiler – bu, onların yolcu karakterlerine işaret eder – şimdi ise Tanrı’nın kutsal konutuna getirildiler. Bu, bizim Rab İsa’daki imanlılar olarak sahip olduğumuz konum ile uyumludur. Adil Olan, doğru olmayanların günahları için ve onları Tanrı’ya getirmek amacı ile bir kez olmak üzere acı çekti. O’nun tarafından kurtarılan kişiler olarak yerimiz budur. Yani, O’nun yaptıkları sayesinde Tanrı’ya getirildik; O’nun tüm ahlak doğası Mesih’in ölümü ile bütünüyle tatmin oldu ve şimdi bizim içimizde mükemmel bir hoşnutluk duygusu ile konut kurabilir. İlahi, bu nedenle Kutsal Yazılar’daki şu düşünceyi ifade eder –

“Çok yakınım, Tanrı’ya öylesine yakınım ki,
Bundan daha yakın olamam,
Çünkü O’nun Oğlu’nda
Tanrı’ya, Oğlu kadar yakınım.”

Bu yer bize gerçekten de yalnızca lütuf sayesinde verildi, ama bununla beraber adalet de yerine getirildi; bu nedenle konu yalnızca bizi buraya getiren Tanrı’nın karakterinin nitelikleri ile ilgili değildir, aynı zamanda Tanrı’nın kendisi de lütfu aracılığı ile yüceltildi. Bu, yoğun bir düşünme gerektirir ve eğer bu düşünceye güç verilir ise, canlarımız hem kuvvet hem de enerji bulur. Bizim için günah yapıldığı zaman Mesih’in çarmıhtaki ölümü aracılığı ile ölçülen tüm uzaklık – aşılmıştır ve hata şimdi Tanrı’nın yanına götürüldük. Ve O’na ne kadar yakın olduğumuz ile ilgili konumumuz, Mesih’in Tanrı’nın yanında yücelmiş olarak durduğu yer ile ifade edilir. Cennetteki konumumuz bile şimdiki konumumuzdan daha yakın olmayacaktır, çünkü biz Mesih’teyiz. Bu gerçek sayesinde duyduğumuz sevinç, hatta gerçeği kavrayışımız bile bu pratik konumumuza bağlı olacaktır. Tanrı, durumumuz ile uyumlu bir konum arar – örneğin sorumluluğumuz ayrıcalığımız ile ölçülür. Ancak biz yerimizi bilinceye kadar, yanıt veren bir durum var olamaz. Eğer herhangi bir ölçü içinde konum ile uyumlu olarak yürüyecek isek, önce Tanrı’ya götürüldüğümüzü öğrenmemiz gerekir. Yer ve yürüyüş her zaman, bilinen bir ilişkiden ortaya çıkmalıdır. Bu yüzden, Tanrı’nın önündeki konumumuzun gerçeği bize öğretilmedikçe, canlarımızda ya da yürüyüş ve konuşmamızda ona asla yanıt vermeyeceğiz.

Üzerinde düşünülmesi gereken üçüncü nokta, onların şimdiki konumlarının gerçekleştiği konusunda ciddi bir yemindir. “Ya Rab, halkını içeri alacaksın. Kendi dağına, yaşamak için seçtiğin yere, ellerin ile kurduğun kutsal yere dikeceksin, ya Rab!” (17,18. ayetler) Tanrı’nın Kızıl Deniz’de göstermiş olduğu gücü, bir garanti idi; önce, İsrail ile ilgili tüm amaçlarını yerine getirecekti; ve ikinci olarak sonsuz egemenliğindeki gücü sonunda sergilenecekti. Kurtuluş bilgisi aracılığı ile doğan iman, bu gerçeğe yapışır – Tanrı’nın amaçlarının tüm alanlarını içine alır ve onlara daha şimdiden tamamlanmış ya da yerine getirilmiş olarak bakar. Romalılara mektupta bu gerçek şöyle ifade edilir: “Çünkü Tanrı önceden bildiği kişileri çağırdı, çağırdıklarını akladı ve yüceltti.” (Romalılar 8:30) Tanrı’nın amaçları eğer gerçekten bozulabilseydi, o zaman Tanrı, Tanrı olmazdı. Yol üstünde düşmanlar olabilir – ve bu düşmanlar Tanrı’nın beyan ettiği iradesinin yerine getirilmesine karşı koyabilirler. Ama iman şöyle der: “Eğer Tanrı bizden yana ise, kim bize karşı olabilir?” İsrail, iman sayesinde şu şarkıyı söyleyebildi: “Uluslar duyup titreyecekler, Filist halkını dehşet saracak. Edom beyleri korkuya kapılacak, Moav önderlerini titreme alacak. Kenan’da yaşayanların tümü korkudan eriyecek. Korku ve dehşet düşecek üzerlerine. Senin halkın geçinceye dek ya Rab, sahip olduğun bu halk geçinceye kadar, bileğinin gücü karşısında taş kesilecekler.” (14-16. ayetler) Elçi de aynı şekilde feryat eder: “Mesih’in sevgisinden bizi kim ayırabilir? Sıkıntı mı, elem mi, zulüm mü, açlık mı, çıplaklık mı, tehlike mi, kılıç mı? Yazılmış olduğu gibi, ‘Senin uğruna bütün gün öldürülüyoruz, kasaplık koyun sayılıyoruz.’ Ama bizi sevenin aracılığı ile bu durumların hepsinde galiplerden de üstünüz. Eminim ki, ne ölüm, ne yaşam, ne de melekler, ne yönetimler, ne şimdiki ne de gelecek zaman, ne güçler, ne yükseklik, ne derinlik ne de yaratılmış başka bir şey bizi Rabbimiz Mesih İsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir.” (Romalılar 8:35-39. ayetler) Kanın yeterliliği, Tanrı’nın tüm amaçlarının yerine getirilmesini garanti eder. O, halkının lehine her şeyini verir – Görkemini, Gerçeğini, Merhametini, Sevgisini, sınırsız Kudretini. Bu yüzden bu gerçeğin kabul edilmesi küstahlık değil, yalnızca imandır; kurtuluşumuzun yerine getirilmesini beklemek. Bu davranış, düşmanlarımızın gücünü ve karakterini görmezlikten gelmek değildir; tüm bunlar aracılığı ile Tanrı’nın ne olduğu ölçülür, can hemen bizi seven O’nun aracılığı ile galiplerden de üstün olma hakkını kullanır. Tanrı’nın kendi gücü aracılığı ile bizim dışımızda ve kendi yüceliği için işlediğine ilişkin tam ve kutsanmış gerçeği alır. Edom’un dükalıkları, Moav’ın güçlü adamları ve Kenan diyarında yaşayanlar, mirasa götüren yolda engeller çıkartmak isteyebilirler, ama kan serpilmiş ordusunun lehine Tanrı, gücünü göstermek için yükseldiği zaman, hepsi rüzgarın önündeki saman çöpü gibi dağılıp gideceklerdir. Böylece, daha başlangıçta son kesindir. Ve bu yüzden bizim zafer şarkımız daha çöl yoluna ilk adımımızı atarken söylenmeye başlayabilir. Ve bu şarkının konusu, bizi Kurtaran’ın yüceliği olacaktır. Rab sonsuza kadar egemenlik sürecektir. Bu nedenle, Filipelilere mektupta Tanrı’nın amacına ve buyruğuna uygun olan şu sözleri okuruz: “Tanrı, O’na her adın üstünde olan adı bağışladı. Öyle ki, İsa’nın adı anıldığı zaman, gökteki ve yerdeki ve yer altındakilerin hepsi diz çöksün ve her dil, Baba Tanrı’nın yüceltilmesi için İsa Mesih’in Rab olduğunu açıkça söylesin.” (Filipeliler 2:9-11. ayetler) Söz ile anlatılamayan berekete sahip olduğumuzu kavramak imanlının yüreğine büyük bir sevinç getirmelidir. Ama yine de kurtuluşun sonucu, Kurtarıcı’nın yüceltilmesi olacaktır. Bu ayette sözü edilen egemenlik, hiç kuşkusuz öncelikle yeryüzü için uygulanacaktır. Bu egemenlik, Yehova’nın sonsuza kadar sürecek olan krallığıdır – tüm düşmanları ayaklarının altına serilinceye kadar sürecek olan, Mesih’in bin yıllık egemenliği. Ama ilkesel açıdan bu durum daha da ileri gider – çünkü O sonsuza kadar egemenlik sürecektir; ve bu egemenlik de çarmıhın ürünü olacaktır. O, çarmıhta kendisini alçalttı ve çarmıh ölümüne bile boyun eğerek itaat etti ve bunun bir sonucu olarak O şimdi ve sonsuzluklar boyunca yüceltildi.

Dikkat etmemizi gerektiren bir başka nokta daha mevcuttur. Şu ana kadar gözden geçirilen her şey, Tanrı’nın amaçları ile bağlantılıdır. Ama ikinci ayette bir istisna bulunur. Bir süre sonra, “Rab gücüm ve ezgimdir ve O bana kurtuluş oldu” diyebilirler; sonra şu ifade

eklenir: “O, benim Tanrım’dır, ve ben O’nun için bir konut hazırlayacağım;1 babamın Tanrısı’dır ve ben O’nu yücelteceğim.” Buradaki konut sözcüğü, on yedinci ayetteki, Tanrı’nın elleri ile kurduğu kutsal yer ifadesinden farklıdır. Tanrı’nın, krallığı ve Yeruşalim’deki tapınağı bina etmesi ile ilgili amaçlarının yerine gelmesi hakkındadır. Ancak bu olayın hali hazırda meydana gelmesi gerekirdi: “O’na bir konut hazırlayacağım.” Aslında burada sözü edilen, çadırdır. Bu konu, daha uygun bir anlatım ile önümüzdeki bölümlerde karşımıza çıkacaktır. Ama yine de burada dikkat edilmesi gereken, Rabbe, halkı ile birlikte bir konut yapılmasından ilk kez söz ediliyor olmasıdır. O’nun bundan önce kutsalları vardı; bir halkı yoktu. Ve kurtuluş tamamlanıncaya dek O asla yeryüzünde konut kurmadı. Kutsallarını ziyaret etti, bir çok şekilde onlara göründü, ama onların arasında kaldığı bir konuta hiç bir zaman sahip olmadı. Ama kuzunun kanı aracılığı ile günah için kefaret edilir edilmez, ve halkı ölüm ve diriliş aracılığı ile kurtarılır kurtarılmaz, Tanrı o zaman onların yüreklerine Kendisi için bir konut bina etme esinini verdi. 2 Halkı, çıkış yolculuğuna başlar başlamaz, Tanrı onlara gündüzleri bulut sütunu ile ve geceleri ateş sütunu ile rehberlik etti; ama Mısır’da kalacağı bir yere sahip olamazdı; Mısır, düşmanın bölgesiydi. Ama halk, yeni bir toprağa getirildiği zaman Tanrı, Kendisini halkı ile özdeşleştirebilir, onların aralarında yaşayabilir ve onların Tanrıları olabilir ve onlar da O’nun halkı olabilirler. Tanrı, kefaret yerine getirilmeden ve Mesih ölümden dirilip yücelere alınıncaya kadar Ruh aracılığı ile yeryüzündeki hali hazırdaki konutunu bina etmedi. (Elçilerin İşleri 2; Efesliler 2) Bireysel imanlı için de durum böyledir. Mesih’in kanı ile temizlendiği zaman, bedeni Kutsal Ruh için bir tapınak yapılır. Bu yüzden gerçek şudur: Tanrı’nın yeryüzündeki konutu, tamamlanmış bir kurtuluş üzerine bina edilir. Ve bu, ne kadar büyük bir ayrıcalıktır! Çöl, Tanrı’nın, halkı ile ilgili amacının bir parçası olmamasına rağmen, İsrailliler kırk yıl çölde dolaştılar. O zaman bu yorgun yolcular için önlerindeki mirasa bakmak, aralarında Tanrı’nın konutuna sahip olmak ne büyük bir bereket idi. Atanmış kahinler, kurbanlar ve buhur aracılığı ile O’na yaklaşabilecekleri bir yer vardı; ve bu yer ordugahlarının merkezinde bulunuyordu. Tanrı’nın varlığının sembolü olan bulutun üzerinde bulunduğu bu çadırı görmek tanrısayarların yüreklerini nasıl da esin ile dolduracaktı. Musa, halk hata yaptıktan sonra bu yüzden can çekişir bir şekilde şöyle feryat etti; “eğer varlığın bize eşlik etmeyecek ise, bizi buradan çıkartma. Yoksa benden ve halkından hoşnut kaldığın nereden bilinecek? Bize eşlik etmenden, değil mi?” (Mısır’dan Çıkış 33:15,16) Tanrı’nın, aynı zamanda şimdi de yeryüzünde konuta sahip olduğunun unutulmaması gerekir. Hıristiyanlığın içinde bulunduğu zihin karışıklığı nedeni ile bu gerçek ihmal edilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Ama başarısızlığa rağmen Tanrı, bina ettiği evde konut kurar ve Rabbin dönüşüne kadar da bu evde konut kuracaktır. Bu gerçeğin bizleri aynı zamanda güç ve teselli ile esinlemesi gerekir; çünkü şeytanın gücünün bölgesinden çıkartılmak ve Tanrı’nın varlığının ve gücünün altına getirilmek, büyük bir ayrıcalıktır. Yeryüzündeki bereketin tek yeri burasıdır ve Kutsal Ruh’un gücü ile Tanrı’nın lütfu aracılığıyla bu bereket yerine paydaş edilen kişiler mutludurlar.

Bu coşkulu övgü şarkısında ifade edilen, sıradan bir sevinç değildi. Bu sevinci tüm topluluğun duyduğu kesindi. Çünkü “Harun’un kız kardeşi Peygamber Miryam tefini eline aldı, bütün kadınlar tefler ile dans ederek onu izlediler.” (ayet 20) Ve Miryam, şarkı söyleyen koroyu idare ederken, onlara şu ezgiyi söyledi: ‘Ezgiler sunun Rabbe, çünkü yüceldikçe yüceldi, atları ve atlıları denize döktü.’ (ayet 21) Burada Miryam’dan ilk kez adı ile söz edilir ve onun bir peygamber olduğunun farkına varmak çok ilgi çekicidir. Büyük olasılıkla erkek kardeşi bebek Musa’nın içinde yattığı hasır sepeti izleyen Miryam idi ve Musa’nın annesi ile buluşmasına aracı olan da yine o idi. Böylece aynı zamanda Miryam da, yalnızca Musa ile olan bağlantısı ile ilgili olarak değil, ama kendisine verilmiş olan farklı armağan nedeni ile İsrail’de seçkin biri haline gelmiştir. Öğüt verdiği kişi ile bağlantısı olan herkesi bereketlemek, Rabbin yollarından biridir; aynı zamanda böylece bize O’nun gözünde aile bağlarının ne kadar kutsal olduğu da açıklanmış olur. Ama önümüzde canlandırılan sahnede Miryam’ın, İsrailli kadınların sevincinin önderi ve ağzı olması, onun onurlandırıldığını ve ayrıcalıklı olduğunu belirtir. Herkesin yüreği mutluluk ile dolu idi ve bunu müzik, dans ve şarkı ile ifade ettiler. Kurtarılmışlardı ve bu gerçeği bu mutlu sabahta yaşıyorlardı; kurtuluşlarının sevinci ile dolu olarak bu sevinci şükran ve övgü ezgileri ile yüksek ses ile ifade ediyorlardı.


1. Burada, İbranice sözcüğün doğru olarak tercüme edilip edilmediğinden kuşku duyulabilir. (Bu ayetin çevirisi ile ilgili nota bakınız, sayfa 110.) İngilizce metin hakkında yapılan yorumlar, yine de doğru kabul edilirler; çünkü önemli olan tek şey, gerçektir.

2. Kutsal bir yer bina etme düşüncesi, İsrail’den değil, Tanrı’dan geldi. (Bakınız Mısır’dan Çıkış 25:8) Kurtardığı halkının arasında konut kurmak O’nun isteği idi.

Pages