July 2014

Yaratılış 2

Bu bölüm bize iki önde gelen konuda dikkatimizi çekerek sunumda bulunur; yani, “yedinci gün” ve “ırmak.” Bunlardan ilk olan konu özel dikkat talep eder.

Şabat öğretişi, hakkında en çok yanlış anlaşılmanın ve çelişkinin bulunduğu ender birkaç öğretişten biridir. Aslında biri ya da diğeri arasında en küçük bir temel farklılığı yoktur, çünkü tüm konu ayetlerde olabilecek en sade ve basit şekilde yer almaktadır. Mısır’dan Çıkış adlı kitabımız üzerindeki düşüncelerimizde Rabbin izni ile önümüze gelecek olan “Şabat gününü kutsal olarak muhafaza etme konusunda verilen belirgin buyruğu inceleyeceğiz. Şimdi önümüzde olan bölümde insana bu konuda verilen bir buyruk yoktur. Yalnızca, “yedinci günde Tanrının dinlendiği” kaydedilmiştir. Böylece göklerin ve yeryüzünün ve orada yaşayan her şeyin yaratılmasının tamamlandığını görürüz. Tanrı yapmış olduğu işine yedinci günde son verdi ve yedinci günde yapmış olduğu tüm işlerden dinlendi. Ve Tanrı yedinci günü bereketledi ve onu kutsal bir gün olarak belirledi, çünkü Tanrı o yedinci günde yapmış ve tamamlamış olduğu tüm işi bitirip dinlendi.” Yaratılış 2: 1-3. Burada insana verilmiş olan bir buyruk yoktur. Bize söylenen yalnızca Tanrının bu dinlenmeden keyif aldığıdır. Çünkü yaratılış ile ilgili olan her şey bitmiş ve tamamlanmış idi. Yapılacak başka hiç bir şey kalmamış idi ve bu yüzden altı gün boyunca çalışmış Olan işine son verdi ve dinlenmenin tadını çıkardı. Her şey tama idi, her şey çok iyi idi, bunun nedeni yapılan her işi yalnızca Tanrının Kendisinin yapmış olması idi ve Tanrı dinlenmenin tadını çıkardı. “Sabah yıldızları birlikte şarkılar söylediler ve tüm Tanrı oğulları sevinçle haykırdılar.” Yaratılış işi sona ermiş idi ve Tanrı bir Şabat günü kutluyor idi.

Burada üzerinde durmamız gereken Şabat gününün gerçek karakteridir. Esin ile yazılmış olan kayıtların bize aktarmış olduğu kadarı ile bu Tanrının kutladığı tek Şabat idi. Bundan sonra Tanrının, insanın Şabat gününü kutlaması ile ilgili buyruğunu okuruz ve insan bu konuda ne yazık ki tam bir başarısızlığa uğrar, ama artık bir daha asla “Tanrı dinlendi” sözlerini okumayız. Aksine okuduğumuz sözler şunlardır: “Babam hala çalışmaktadır, ben de hala çalışıyorum.” Yuhanna 5:17. Şabat tam ve uygun bir ifade ile yalnızca yapılacak hiç bir şey olmadığı zaman kutlanabilir idi. Ve bu kutlama ancak murdar olmayan bir yaratılış tarafından yapılabilir idi; kutlayanların üzerinde tek bir günah lekesinin bile bulunmaması gerekir idi. Tanrı günahın mevcut olduğu yerde dinlenemez ve Tanrının şimdiki yaratılışta bir dinlenmenin tadını çıkarmasının tamamen imkansız olduğunu öğrenmek için çevremize şöyle bir bakmamız yeterli olacaktır. İnleyen bir yaratılışın dikenlerinin ve çalılarının ortasında ve diğer on binlerce melankolik ve hor görülen ürünlerin varlığı önümüzde yükselir iken söylenecek tek şey Tanrının dinleniyor değil çalışmakta olduğudur. Tanrı dikenlerin ve çalıların arasında dinlenebilir mi? Düşmüş, suçlu ve mahvolmuş bir dünyanın iç çekişleri, gözyaşları ve inleme ile üzüntüleri ile hastalıkların ve ölümün ortasında dinlenebilir mi? Tanrı bu tür koşulların orta yerinde oturup bir Şabat günü kutlayabilir mi?

Bu sorulara ne tür yanıtlar verilir ise verilsin Tanrının Sözü bize Yaratılış kitabının ikinci bölümünde kaydedilmiş olan Şabat gününden başka bir Şabat gününe sahip olmadığını öğretir. Şabat “yedinci gün” idi ve başka bir gün değil idi. Şabat günü yaratılış işinin tamamlandığını ortaya koydu, ama yaratılış lekelenmiş idi ve yedinci gün dinlenmesine ara verildi ve bu nedenle düşüşten beden almaya kadar Tanrı çalışıyor idi; beden almadan çarmıha kadar Tanrı Oğlu çalışıyor idi ve Pentikost gününden bu güne kadar Kutsal Ruh Tanrı çalışmaktadır.

Kesin olan şudur ki, Mesih yeryüzünde iken hiç bir Şabat günü kutlamadı. Evet, Mesih’in kendi işini bitirdiği doğrudur – bereketli ve yüce bir şekilde işini bitirdi ama Şabat gününü nerede geçirdi? Mezarda! Evet değerli okuyucu, bedende görünen Tanrı Rab Mesih , Şabat gününün Rabbi, göğün ve yerin Yaratıcısı ve Egemeni yedinci günü karanlık ve sessiz mezarda geçirdi. Bu gerçeğin bize anlatmak istediği nedir? Bunda nasıl bir öğretiş görmekteyiz? Eğer Şabat günü dinlenme ve esenlik içinde geçirilecek olsa idi, Tanrının Oğlu yedinci günde mezarda yapacağı tüm işler tamamlanmış gibi yatıyor olabilir miydi? Mümkün değil, imkansız! İsa’nın mezarda geçirdiği bir Şabat gününün kutlanmasına ilişkin imkansızlık hakkında bundan daha fazla bir kanıta asla ihtiyaç yoktur. Yedinci günü mezarda geçiren Rabbimizin yanında O’nun mezarda olduğuna şaşırmadan durabiliriz. Ama, ah! Bunun nedeni aşikardır. İnsan düşmüş, mahvolmuş ve suçlu bir yaratıktır. İnsanın suçluluk kariyeri yücelik Rabbinin çarmıha gerilmesi ile son bulmuştur. Ve O’nu yalnızca çarmıha germek ile kalmadılar, ama mezarın ağzına O’nun mezarı olası terk edişi düşüncesi ile mezardan çıkmasına engel olmak için kocaman bir taş da yerleştirdiler.

Ve Tanrı Oğlu mezarda iken insan ne yapıyor idi? Şabat gününü kutluyor idi. Ne garip bir düşünce! Mesih ihlal edilmiş bir Şabat’ı tamir etmek için mezarında yatıyor ve Şabat gününü ihlal eden insan sanki bu ihlali hiç yapmamış gibi Şabat gününü kutlama eğiliminde bulunuyor idi! Bu, insanın Şabat’ ı idi, Tanrının Şabat’ı değil! Bu Mesih’siz bir Şabat idi – boş, güçsüz, değersiz bir Şabat, çünkü Mesihsiz ve Tanrısız bir şekilde idi.

Ancak bazı kişiler şöyle diyebilirler: “Şabat gününe dair ilkeler aynı kaldı ama Şabat gününün kendisi değişmiştir.” Ben kutsal yazılarda böyle bir düşünceye temel olan bir kayda yer verildiğine inanmıyorum. Böyle bir ifadeye dair tanrısal gerçek nerede kayıtlıdır? Kutsal yazıların yetkisi sayesinde böyle bir ifadenin var olmadığını ortaya koymak çok kolaydır. Ve zaten gerçek de böyle bir kaydın var olmadığıdır. Aksine, bu konudaki ayrılığın Yeni Antlaşma’da net bir şekilde kaydını okuruz; kanıt olarak şu dikkat çeken ayeti okuyalım: “Şabat gününü izleyen haftanın ilk günü.” Matta 28:1. Buradaki ifade de aşikar olan şudur: “Şabat gününü izleyen yani Şabat gününden ‘sonraki’ haftanın ilk günü”! Haftanın ilk günü Şabat günü değildir, tamamen yeni bir gündür. Yeni bir haftanın ilk günüdür ve geçen eski haftanın son günü de değildir. Yedinci gün yeryüzü ve yeryüzünün dinlenmesi ile bağlantılı olarak durur; ve aksine haftanın ilk günün bize göğü ve göksel dinlenmeyi takdim eder.

Bu ilkesel açısından çok büyük bir farklılık yaratır. Ve konuya pratik bir bakış açısından baktığımız zaman, farklılık oldukça materyal olarak ortaya çıkar. Eğer ben yedinci günü kutluyor isem o zaman bu benim yersel bir insan olduğumun göstergesidir, çünkü o günün yeryüzünün ve yaratılışın dinlenme günü olduğu aşikardır. Ama eğer ben Tanrının Sözü ve Ruhu aracılığı ile haftanın ilk günün anlamını kavramak için öğretilir isem o zaman hemen onun yeni ve göksel şeyler ile olan bağlantısını kavrar ve Mesih’in ölümünün ve dirilişinin bu konu ile ilişkisini anlarım. Yedinci gün yeryüzündeki İsrail için idi. Haftanın ilk günü Kilise ve gökyüzü içindir. Ayrıca, İsrail’e Şabat gününü kutlaması emredilmiş idi. Kilise haftanın ilk gününün tadını çıkarmak ayrıcalığına sahip kılınmıştır. İlki, İsrail’in ahlak durumunun kontrolü ile ilgili idi; ikincisi ise kilisenin sonsuz kabul edilişinin en önemli kanıtlarındandır. İlki İsrail’in Tanrı için ne yapabileceğini gösteriyor idi, ikincisi ise Tanrının bizim için ne yaptığını mükemmel bir şekilde beyan eder.

Rabbin gününün (te kyriake hemera, τῇ κυριακῇ ἡμέρᾳ)değerini ve önemini takdire edememek imkansız olmalıdır; Vahiy kitabının ilk bölümünde de haftanın ilk gününden söz edilir. Bu gün Mesih’in ölümden dirildiği gün olarak yaratılışın tamamlandığını ortaya koyan bir kanıt değildir; aksine kurtuluşun tam ve görkemli zaferinin kanıtıdır. Haftanın ilk gününün kutlanmasına bir esaret konusu olarak ya da imanlının boynuna konan bir boyunduruk olarak bakamayız. İmanlı için o mutlu günü kutlamak bir zevktir. Bu yüzden haftanın o ilk gününün ilk imanlıların bir araya gelerek ekmek bölmek ile kutlamaları harikadır; ve kilise tarihin o döneminde Şabat günü ve haftanın ilk günü arasındaki farklılık bütünü ile muhafaza edilir idi. Yahudiler havralarda toplanarak “yasa ve peygamber kitaplarını okur” ve bu ilk günü kutlarlar idi, imanlılar ise ekmek bölmek için bir araya gelerek diğer ikinci günü kutlarlar idi. Kutsal yazıların tek bir bölümünde bile haftanın ilk gününden Şabat günü olarak söz edilmez; bu yüzden aradaki tüm farklılık ile ilgili en büyük yeterli kanıt burada görülmektedir.

O zaman neden Söz’de temeli olmayan bir konuya razı olalım? Rabbin gününü mümkün olan en iyi şekilde sevin, onurlandırın ve kutlayın. Elçi gibi bu konuda “ruhta” hareket edin. Elinizden geldiğince dünyasal konulardan ayrılıp dinlenin, ama yine de tüm bunları yapar iken, bu dinlenmeyi ya da kutlamayı uygun adı ile adlandırın; ona uygun yerini verin; uygun ilkelerini anlayın; uygun özelliklerine sımsıkı yapışın ve her şeyden önce haftanın ilk gününü kutlamak gibi yüce ve kutsal bir ayrıcalığa sahip olan imanlıyı yedinci günü kutlaması için demirden bir kural ile bağlamaya kalkışmayın. Onu dinlenebileceği gökyüzünden aşağı alıp lanetli ve kan lekesi dolu bir dünyaya indirmeye kalkmayın, imanlı bunu yapamaz. İmanlıdan Rabbinin mezardan ayrıldığı o bereketli gün yerine Efendisinin mezarda geçirdiği o günü kutlamasını istemeyin. (lütfen özenli bir şekilde bakınız: Matta 28:1-6; Markos 16:1-2; Luka 24:1; Yuhanna 20:1,19,26. Elçilerin İşleri 20:7; 1.Korintliler 16:2; Vahiy 1:10; Elçilerin İşleri 13:14; Elçilerin İşlseri 17:2; Koloseliler 2:16.)Ancak şu önemli gerçeği de hatırlayalım ki gelecekte bir gün İsrail ülkesinde ve tüm yaratılışta Şabat günü tekrar kutlanacak. Bu kesinlikle gerçekleşecek! “Tanrı halkı için bir Şabat günü rahatı (sabbatismos, σαββατισμὸς) kalıyor”. İbraniler 4:9. İbrahim Oğlu, Davut Oğlu ve insan Oğlu tüm yeryüzü üzerindeki yönetim konumunu ele aldığı zaman, günahın asla engel olamayacağı görkemli bir Şabat rahatı olacaktır. Ama şimdi İsrail Mesih’i reddetmiştir ve O’nu tanıyan ve seven herkes O’nun reddedilişinde O’nun ile birlikte yer almaya çağrılır; “öyle ise biz de O’nun uğradığı aşağılanmaya katlanarak ordugahtan dışarı çıkıp O’nun yanına gidelim.” İbraniler 13:13. Eğer yeryüzü Şabat günü kutlasa idi, o zaman paylanma olmayacak idi. Ama ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin Şabat gününü haftanın ilk gününde kutlaması çok derin bir ilkeyi açıklamaktadır. Kilise yersel konumuna dönmek için asla çaba göstermez ve yersel ahlaki kodlar ile ilgisi kalmamıştır.

Bir çok kişi bunun farkında olmayabilir. Pek çok gerçek imanlı Şabat gününü doğru şekilde kutlayabilir. Ve bizlerin onların vicdanlarını onurlandırmaya borçluyuz. Ama yine de onlara vicdanlarındaki bu kanaat konusunun temelinin ne olduğunu sormak için hakkımız vardır. Amacımız onların vicdanlarını sarsmak ya da yaralamak değildir, amacımız vicdanlarını bilgilendirmektir. Ama yine de şu anda ilgilendiğimiz konu vicdanı ya da vicdanın kanaatleri değildir; yalnızca Şabat konusu ile ilgili ifade edilebilecek şeyin kökeninde yatan ilke ile ilgileniyoruz. Ve bu noktada imanlı okuyucuya yalnızca tek bir soru soracağım. “Yeni Antlaşma’nın tüm içeriği ve ruhu ile daha çok uyum içinde olan hangisidir? Yedinci günün ya da Şabat’ın kutlanması mı? Ya da haftanın ilk gününün kutlanması ya da Rabbin gününün kutlanması mı? 1

Şimdi Şabat ve Aden bahçesinde akan ırmak arasındaki bağlantı üzerinde duracak ve inceleme yapacağız. Bu konuda çok ilginç noktalar yer alır. Burada Tanrının ırmağı ile ilgili gözümüze ilk çarpan şey onun Tanrının dinlenmesi ile bağlantılı olarak sunulmasıdır. Tanrı işlerinden dinlendiği zaman tüm dünya bunun bereketini ve tazeliğini hissetti. Tanrı dinlendiği zaman yeryüzünün bunun bereketini ve tazelemesini hissetmemesi imkansız idi. Ama ne yazık ki Aden bahçesinden akan ırmaklar çok çabuk kesildiler çünkü yaratılışın dinlenmesi günah tarafından lekelenmiş idi.

Earth as seen from space
Bahçe

Yine de Tanrıya övgüler olsun ki, günah Tanrının eylemlerini sona erdirmedi, ama yine de onlara yeni bir alan tanıdı. Ve Tanrının hareket ettiği her yerde ırmağın aktığı görülür. Bu nedenle biz O’nu güçlü bir el ile ve uzatılmış bir kol ile kurtardığı halkıyla çölde ilgilenir iken gördüğümüz zaman orada ırmağın Aden bahçesinden değil, ama vurulmuş Kaya’dan aktığını görürüz – günahkarların ihtiyaçlarına egemen lütfun hizmetlerini veren bu temelin uygun ve güzel bir ifadesi! Bu kurtuluş idi ve yalnızca yaratılış değil idi. “O kaya Mesih idi”, Mesih halkının ihtiyaçlarını karşılamak için vuruldu. Vurulan Kaya Yehova’nın buluşma çadırı ile bağlantılı idi ve gerçekten de bu bağlantının içinde ahlaki bir güzellik yer almakta idi. Tanrı perdelerin arkasında konut kuruyor ve İsrail vurulan bir kayadan su içiyor; bu, her açık kulağın işittiği bir ses ve her sünnet edilmiş yürek için derin bir derstir. Mısır’dan Çıkış 17:6.

Tanrının yollarının tarihinde öne doğru ilerler iken ırmağın bir başka kanaldan aktığını görürüz. “Bayramın son ve en önemli günü İsa ayağa kalktı ve yüksek ses ile şöyle dedi: ‘Bir kimse susamış ise bana gelsin ve içsin. Kutsal Yazıda dendiği gibi, ‘bana iman edenin içinden diri su ırmakları akacaktır.’” Yuhanna 7:37,38. O zaman burada ırmağın başka bir kaynaktan çıktığını ve başka bir kanal aracılığı ile aktığını görüyoruz; yine de bir anlamda ırmağın kaynağı her zaman aynıdır, çünkü ırmak Tanrının kendisidir ama sonra Tanrı yeni bir ilişki içinde ve yeni bir ilke uyarınca bilinir. Biraz önce alıntı yapmış olduğumuz bölümde Rab İsa değerlerin var olan tam düzeninin dışında, ruhta O’nun yerini alıyor idi ve Kendisini diri suların kaynağı olarak sunuyor idi. İmanlı kişi bu ırmağın kanalı olacak idi. Aden bahçesindeki eski ırmak tüm yeryüzüne verimli ırmaklar göndermek için borçlu konumuna düşmüş idi. Ve çöldeki kaya kendisine vurulduğu zaman İsrail’in susamış olan halkına borçlu hale geldi. Şimdi de aynı şekilde İsa Mesih’e iman eden herkes kendisinden diri su ırmaklarının akmasına izin vermek için çevresindeki herkese borçlu haldedir.

İmanlı kendisini bir kanal olarak görmelidir; bu kanal aracılığı ile Mesih’in çok yönlü lütfu ihtiyaç içindeki dünyaya akabilmelidir. Ve imanlı ne kadar özgür bir şekilde iletişim kurar ise o kadar özgürce alacaktır. “Verenin eline geçen artar ve vermeyen yoksulluğa meyilli olur.” Bu durum, imanlıyı çok tatlı bir ayrıcalık konumuna yerleştirir. Ve aynı zamanda en ciddi ve ağır bir sorumluluğu üstlenmesine de neden olur. İmanlı, iman ettiği Kişi’nin lütfunun sürekli bir tanığı ve sergileyicisi haline gelir.

Ve imanlı şimdi bu ayrıcalığa ne kadar çok sahip çıkar ise sorumluluğuna o kadar çok yanıt verebilecektir. Eğer imanlı Mesih’ten beslenmeyi bir ayrıcalık haline getirdi ise O’nu çevresine göstermekten kaçınamaz hale gelir. Kutsal Ruh imanlının gözlerinin İsa Mesih’e dikilmesini ne kadar çok sağlar ise imanlının yüreği İsa’nın hayran olunacak Kişiliği ile o kadar çok meşgul hale gelecektir ve yaşamı ve karakteri ile O’nun lütfuna harika bir şekilde tanıklık edecektir. İman her şeyden önce hizmet gücüdür, tanıklık gücüdür ve tapınma gücüdür. Eğer “Bizi seven ve uğrumuza kendini feda eden Tanrı Oğlu’na iman aracılığı ile” yaşamıyor isek, o zaman ne etkin hizmetkarlar, ne sadık tanıklar ve ne de gerçek tapınanlar olamayız. Pek çok şey yapıyor olabiliriz, ama bunlar Mesih’e hizmet olmayacaklardır. Pek çok şey söylüyor olabiliriz ama bunlar Mesih’e tanıklık olmayacaktır. Çok büyük bir inanç ve adanma gösteriyor olabiliriz ama bunlar ruhsal ve gerçek tapınma olmayacaklardır.

Sonuç olarak Vahiy kitabının son bölümünde bize sunulmuş olan Tanrının ırmağını görürüz. 2 “Melek bana Tanrının ve Kuzunun tahtından çıkan billur gibi berrak yaşam suyu ırmağını gösterdi.” Vahiy 22:1. Kentin ana yolunun ortasında akan ırmak en Yüce Olan’ın tahtından çıkıyor idi. Kutsal yazılarda ırmağı gördüğümüz en son yer burasıdır. Bu ırmağın kaynağına bir daha asla dokunulamaz- kanalı asla tekrar kesilmeyecektir. Tanrının tahtı sonsuz sağlamlığın ifadesidir. Ve Kuzunun varlığı tamamlanmış kurtuluşun hazır temelini teşkil eder. Burada söylenmek istenen Tanrının yaratılıştaki tahtı ya da ilahi takdiri değildir; burada söylenmek istenen, kurtuluştur. Kuzuyu gördüğüm zaman O’nun bir günahkar olan benimle olan bağlantısını bilirim. Böyle bir Tanrı tahtı bana engel olabilir ama Tanrı Kendisini Kuzunun kişiliğinde açıkladığı zaman, yüreğim O’na çekilir ve vicdanım sakinleşir.

Kuzunun kanı vicdanı her tür leke ya da günah kirinden arındırır ve vicdanı günahı hoş görmeyen bir kutsallığın huzurunda mükemmel bir özgürlük içinde korur. Çarmıhta tanrısal kutsallığın tüm talepleri mükemmel bir şekilde karşılık bulur, öyle ki sonuncusunu ne kadar çok anlar isem, ilkini o kadar çok takdir edebilirim. Kutsallığı ne kadar yüksek ölçüde değerlendirir isek çarmıhta tamamlanan işin değeri de o kadar yüksek olacaktır. “Lütuf Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile doğruluk sayesinde sonsuz yaşam için egemenlik sürer.” Bu yüzden Mezmur yazarı kutsalları Tanrının kutsallığını hatırlayarak teşekküre etmeye çağırır. Bu mükemmel kurtuluşun değerli bir ürünüdür. Her günahkar her zaman Tanrının kutsallığını hatırlayarak teşekkür sunmadan önce O’nun kutsallığına iman aracılığı ile çarmıhın diriliş tarafı açısından bakmalıdır.

Böylece Yaratılış kitabından Vahiy kitabına kadar ırmağı izledikten sonra kısaca Adem’in Aden bahçesindeki konumuna kısaca bakacağız. Biz Adem’i Mesih’in bir örneği olarak gördük ama o yalnızca bir örnek olarak değil kişisel olarak da görülmelidir. Adem yalnızca “gökten gelen Rabbin, İkinci İnsan’ın” mutlak bir ön gölgesi olarak değil, ama aynı zamanda kişisel sorumluluk konumunda duran biri olarak da görülmelidir. Yaratılış sahnesinin ortasında Rab Tanrı bir tanıklık oluşturur ve bu tanıklık aynı zamanda yaratılış için de bir denemedir. Bu denemede, yaşamın ortasında ölümden söz edilir. “O ağaçtan yediğin gün kesinlikle öleceksin.” Garip ve ciddi bir ses. Ama yine de ihtiyaç duyulan bir ses. Adem'in yaşamı kendisinin Rab Tanrı'ya olan kesin itaati üzerinde bağlı duruyor idi. Rab Tanrı 3 ile Adem'i ilişkide tutan bağ, Adem'in Rab Tanrı'ya itaat etmesi idi. Tanrı Adem’e bir saygınlık konumu vermiş idi, Adem’in itaati Tanrının gerçeğine güvenmesi ve O’nun sevgisinden emin olmasını temel almalı idi. Adem ancak bunlardan emin olduğu takdirde itaat edebilir idi. Bir sonraki bölümü incelemeye başladığımız zaman gerçeği ve gerçeğin gücünü daha tam bir şekilde göreceğiz.

Bu noktada okuyucuma önerim şu olacak: Aden bahçesinde ortaya konan tanıklık ile şimdi ortaya konan tanıklık arasındaki zıtlığa lütfen dikkat etsin. Tanrı o zaman Aden bahçesinde her yerde “yaşam” var iken “ölüm”den söz etmiş idi, şimdi bunun aksine her yerde “ölüm” var iken, Tanrı “yaşamdan” söz ediyor idi. O zaman söylediği söz, “ondan yediğin anda öleceksin” idi, şimdi söylediği söz ise “iman et ve yaşa”dır! Ve Aden bahçesinde şeytan meyveden yemenin sonucu hakkında Tanrının tanıklığını boşa çıkarmaya çalıştı; bu nedenle şimdi müjdeye inanmanın sonucu hakkında Tanrı yerine tanıklık yapmaya uğraşır. Tanrı şöyle demiş idi: “O ağacın meyvesinden yediğin gün kesinlikle ‘öleceksin.’” Ama yılan ise şu sözleri söyledi: “Kesinlikle ‘ölmeyeceksin.’” Ve şimdi Tanrı, Söz’ünde, “İman edenin sonsuz yaşamı vardır” (Yuhanna 3:16) gerçeğini açıkça duyurduğu zaman, aynı yılan, insanları sonsuz yaşama sahip olamayacakları konusunda kandırmaya çalışır ve onlara şu sözleri söyleyerek aldatma peşindedir: sonsuz yaşama sahip değilsiniz, önce bunu hissetmeniz ve tecrübe etmeniz gerekir; “hissetmediğiniz ve tecrübe etmediğiniz sürece böyle bir şeyi düşünmeye bile cesaretiniz olmasın.”

Sevgili Okuyucum, eğer tanrısal kayıtlara hala yürekten inanmadı iseniz size yalvarıyorum, şeytanın yalan tıslamalarına üstün gelmek için “Rabbin sesinin” üstün gelmesine izin verin. “size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz, ölümden yaşama geçmiştir.” Yuhanna 5:24.


1. Eğer Rab izin verir ise bu konu önümüze tekrar Mısır’dan Çıkış 20.bölümde gelecektir. Ama benim burada gözlemlediğim şudur: Şabat günü gibi önemli bir konu ile bağlantılı olan pek çok yanlış anlama ve hatanın nedeni içten vicdanların taleplerini görememek ve aynı zamanda Rabbin gününün Yeni Antlaşma içeriğindeki konumunu gözden kaybetmektir. Bazı kişiler bu konuda, yalnızca özgürlüklerini göstermek amacı ile gereksiz pek çok gücenikliğe neden olmuşlardır. Bu tür bir davranışı Mesih’in Ruhu asla önermez. Eğer ben kendi zihnimde her zaman net ve özgür isem o zaman kardeşlerimin vicdanlarına da saygı duymam gerekir. Ve bunun da ötesinde ayrıca bu şekilde davranmayan kişilerin Rabbin günü ile bağlantılı olan gerçek ve değerli ayrıcalıkları tam olarak anladıklarına inanmıyorum. Dünya ile ilgili tüm meşguliyet ve zihin karışıklıklarından kurtulduğumuz ve onlar ile işimiz olmadığı için özgürlüğümüzü gösterme uğruna müteşekkir olmamız gerekir. Tanrımızın harika takdiri Britanya İmparatorluğu dönemi boyunca öylesine uygun düzenlemeler yapmıştır ki, Tanrı halkı hiç bir kayba uğramaksızın çalışmaktan uzak kalmak zorunda bırakılarak Rabbin gününün dinlenmesinin tadını çıkartabilir. Bu durum her düzenli çalışan zihin tarafından bir merhamet olarak görülmelidir, çünkü eğer bu konu bu şekilde düzenlenmemiş olsa idi, insanın aç gözlü yüreğinin mümkün olduğu takdirde imanlının Rabbin günündeki topluluğa katılmak gibi tatlı bir ayrıcalığı nasıl da çalardı! Ve bu dünyanın gelgitleri ile kesilmeyen meşguliyetin öldürücü etkisinin ne olacağını kim söyleyebilir? Pazartesi sabahından Cumartesi gecesine kadar fabrika Pazar ve benzeri yerlerde yorucu atmosfer içinde çalışan kişiler bu konuda pek çok düşünce geliştirebilirler.

Rabbin gününün halkın önünde kutsiyetinin bozulması iyi bir işaret olarak görülemez, çünkü kesinlikle sadakatsizlik ve Fransız etkisinin sürecine işaret etmektedir.

Ama bazı kişiler kuriake emera (τῇ κυριακῇ ἡμέρᾳ) ifadesinin anlamını öğretirler; bu terimi yeterince doğru bir şekilde şöyle tercüme edebiliriz: “Rabbin günü”,  Rabbin gününe işaret eder ve sürgündeki elçi kendisini Rabbin gününün Ruhuna doğru ileriye taşınmış olarak bulur. Ben orijinal terimin böyle bir yoruma sahip olacağına inanmıyorum ve bunun yanı sıra 1.Selanikliler 5:2 ve 2.Petrus 3:10 ayetlerinde tam olarak “Rabbin günü sözcükleri yer alır. Bu sözcüğün orijinali yukarda ifade edilen sözcükten oldukça farklıdır; e kuriake emera (τῇ κυριακῇ ἡμέρᾳ) değil, e emera kurion (δὲ ἡμέρα Κυρίου) dur. Bu durum eleştiri ve yorum ile ilgili konuyu tamamen açıklar ve Vahiy kitabında yer alan en büyük bölümlerin “Rabbin Günü” ile değil, ama ondan önceki olaylar ile ilgilendiği aşikardır.

2. Aynı zamanda Hezekiel 47:1-12 ile Zekeriya 14:8 ayetlerini karşılaştırınız.

3. Okuyucu, “Tanrı” sözcüğünün “Rab Tanrı” sözcüğüne değiştiğini ikinci bölümde görecektir. Bu farklı ifadelerde yer alan önem büyüktür. Tanrı insan ile ilgili olarak hareket ettiği zaman, rab Tanrı ünvanını alır,” –(Yehova Elohim;) ama insan sahnede görünene kadar “Rab sözcüğü” kullanılmaz. Şimdi bu farklılığın çok çarpıcı bir şekilde sunulduğu üç bölümden bazı ayetlere işaret edeceğim: Gemiye giren hayvanlar Tanrının (Elohim) Nuh’a buyurduğu gibi erkek ve dişi idi. Rab (Yehova) Nuh’un ardından kapıyı kapadı.” Yaratılış 7:16. ELohim yaratmış olduğu dünyayı mahvedecek idi ama Yehova ilişkide bulunduğu insan ile ilgilendi. Yine bir başka ayete bakalım: “Böylece bütün dünya İsrail’de Tanrının (Elohim) var olduğunu anlayacak ve tüm bu topluluk savaşın zaten Rabbin (Yehova) olduğunu bilecek ve O’nun kurtardığını anlayacak,” 1.Samuel 17:46,47. Tüm yeryüzünün Elohim’in var olduğunu bilmesi gerekiyor idi, ama İsrail’e yapılan çağrı ilişkide olduğu Yehova’nın eylemlerinin farkına varması idi. Son ayete bakalım: “Yehoşafat yakarmaya başladı. Rab (Yehova) ona yardım etti ve Tanrı (Elohim)ona saldıranların yönünü değiştirdi.” 2.Tarihler 18:31. Yehova zavallı, çaresiz hizmetkarı ile ilgilendi, ama Elohim kendisini tanımayan yüreği sünnetsiz Suriyelilerin yönünü değiştirdi.

Yaratılış 3

Kitabımızın bu kısmında önümüze üzerinde durduğumuz konunun nasıl bozulduğunun açıklaması getirilir. İnsanın mahvolması ve Tanrının bu konuya getirdiği çözüm hakkındaki gerçeği ortaya koymayı arzu eden kişiler için bu konu her çağda haklı olarak en verimli konu olarak görülmüştür ve ilkeleri oldukça ağır ilkelerdir. Şeytan tanrısal açıklama ile ilgili konu hakkında cesur bir soru ile devreye girer – o günden bu güne ne yazık ki pek çok kişi bu sapık soruları örnek model alarak alıp kullanmıştır! Ancak kutsal yazıların üstün yetkisi ve görkemli yüceliği şeytandan örnek alarak soran dünyanın sorularını hiç edecek güce sahiptir.

“Tanrı gerçekten ‘bahçedeki ağaçlardan hiç birinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?” Yaratılış 3:1. Şeytan bu sorusu ile sinsi bir araştırma yapıyor ve Tanrının sözünün Havva’nın yüreğinde tam yerleşmiş olarak bulunup bulunmadığını anlamak istiyor idi. Havva’nın yanıtı doğrudan, basit ve kesin olabilir idi. Şeytanın sorularına ve önerilerine karşı koymanın doğru yolu hileli olduklarını bilmek ve onlara Tanrının Sözü ile karşılık vermektir. Şeytanın sözlerinin bir an için yüreğe yaklaşmalarına izin vermek, onları bozguna uğratmak için sahip olduğumuz tek gücü yitirmektir. Şeytan kendisini açıkça takdim etmedi ve şöyle demedi: “Ben şeytanım. Tanrının düşmanıyım ve O’na iftira etmeye, O’nu karalamaya ve seni mahvetmeye geldim.” Bu tür bir dürüstlük yılana yakışmaz idi ve bu nedenle her şeyi sinsice yaptı ve yaratığın zihninde sorular oluşmasına neden oldu. Tanrının gerçekten söylediğini bildiğim zaman, “Tanrı gerçekten dedi mi?” sorusunu kabul etmek tam bir sadakatsizliktir. Ve eğer ben bunu kabul eder isem bu benim bu soruya asla yanıt veremeyecek bir kapasitede olduğumun kanıtıdır. Bu yüzden Havva’nın durumunda verdiği yanıtın şekli onun yüreğinde şeytanın sinsi sorusunu kabul ettiği gerçeğinin kanıtıdır. Havva Tanrının kesin sözlerine sımsıkı yapışmak yerine verdiği yanıt ile aslında şeytanın sorusunu kabul etmiş oldu.

Tanrının sözüne eklemek ya da o sözden çıkartmalar yapmak O’nun sözünün yüreğimde konut kurmamış olduğunu ya da vicdanımı yönetmediğini çok belirgin şekilde kanıtlar. Eğer bir insan itaatten keyif alır ise eğer itaat o insanın yemeği ve yiyeceği ise ve eğer o insan Yehova’nın ağzından çıkan her söz ile yaşıyor ise O’nun sözüne canlı bir şekilde yapışacağı kesindir. Tanrı, sözüne kayıtsız kalamaz. Rab İsa şeytan ile yaşadığı çatışmada Rabbin sözü ile karşılık verdi çünkü O söz ile yaşıyor idi ve O’nun sözüne gerekli olan yiyecekten daha fazla değer veriyor idi. O, sözden yanlış alıntı yapamaz ya da sözü yanlış şekilde uygulayamaz idi ve aynı zamanda Söz hakkında kayıtsız kalması da mümkün değil idi. Ama aynı şey Havva için geçerli değil idi. Havva Tanrının sözlerine ekleme yaptı. Tanrının buyruğu ya da sözü yeterince basit idi: “Ondan yemeyeceksin.” Havva bu sözlere kendisine ait olan şu sözler ile ekleme yaptı: “Ona dokunmayın.” Bu sözler Havva’nın sözleri idi, Tanrının sözleri değil. Tanrı dokunma konusunda hiç bir söz söylememiş idi. Havva’nın neden böyle dediğini bilmiyoruz; yaptığı bu yanlış alıntının nedeni belki bilgisizlik, belki kayıtsızlık ya da Tanrıyı keyfi bir ışık içinde temsil etme arzusu idi ya da tüm bunların hepsi idi; burada önemli olan Havva’nın Tanrının kutsal sözündeki basit güvence ve ona boyun eğme temelinden tamamen uzak oluşu idi. “Ağzından çıkan sözler sayesinde kendimi mahvedicinin yollarından korudum.”

Tanrının sözü Kutsal Yazıların hepsinde ön plandadır ve onlara tam itaatin yoğun önemini her yerde ortaya koyar. Bizim için uygun olan Tanrının sözüne itaattir. Neden mi? Çok basit, çünkü o tanrının sözüdür. O konuştuğu zaman bir soru sormak küfürdür. Bizler yaratık konumundayız. O Yaratan’dır, bu yüzden O bizden haklı olarak sözüne itaati talep eder. İnanmayan bunu “kör itaat” olarak adlandırabilir ama imanlı bunu zekice itaat olarak adlandırır çünkü itaat ettiği Tanrı sözünün bilgisinin temeline sahiptir. Eğer insan Tanrının sözüne sahip olmasa idi, o zaman körlükte ve karanlıkta olduğu söylenebilir idi çünkü o zaman içimizde ya da çevremizde tanrısal ışığın tek bir ışını bile olmaz idi, ama tanrıdan çıkan söz saf ve sonsuz sözdür. Bilmek isteğimiz TÜM şey Tanrının konuşmuş olduğudur ve işte o zaman itaat zihinsel eylemin en yüksek düzeni haline gelir. Can Tanrıya yükseldiği zaman yetkinin en yüksek kaynağına ulaşmıştır. Ne bir insan ne de insanların bedeni onların sözüne itaat iddia edemez çünkü onlar kendi sözleridir. Ve bu yüzden Roma kilisesinin iddiaları kibirli ve inançsızdır. Bu tür itaat iddiaları ile kendilerini Tanrının yerine koyarlar ve bu tür iddialara boyun eğenler Tanrının haklılığından çalmaya kalkmış olurlar. Kibir kendisini Tanrı ve vicdan arasına yerleştirir. Ve bunu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur! Tanrı konuştuğu zaman insan itaat etmek için bağımlıdır ve eğer bunu yapar ise mutlu kişidir. Eğer yapmaz ise vay haline! İmansızlık Tanrı konuştuğu zaman sorgular; batıl inanç insan yetkisini vicdanım ve Tanrının söylemiş olduğu söz arasına yerleştirir. Her ikisi de Tanrı sözünün benden çalınmasıdır ve bunun bir sonucu  olarak itaatin derin bereketi çalınmış olur.

Her itaat eyleminde bereket vardır. Ama canın tereddüt ettiği anda düşman avantaj kazanmış olur. Ve düşmanın bu fırsatı canı yavaş yavaş Tanrıdan uzaklaştırmak için kullanacağı kesindir. Bu nedenle önümüzdeki, ‘Tanrı dedi mi?’ sorusuna “Kesinlikle ölmezsin!” yanıtının verildiğini okuyoruz. Yani, önce Tanrının söylediği ile ilgili olarak bir soru ortaya atıldı ve sonra Tanrının söylediğine karşı olan tam aksi bir yanıt geldi. Bu ciddi gerçek, tam doluluğu ve saygınlığı içindeki tanrısal açıklama hakkındaki bir soruyu yüreğin yakınlarına alarak kabul etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermesi açısından yeterlidir. Rafine bir akılcılık cesur bir sadakatsizliğe çok yakın bir durumdur. Ve Tanrının sözünü yargılama cüretinde bulunan sadakatsizlik Tanrının varlığını inkar eden ateistlikten çok farklı değildir. Eğer Havva Tanrı sözüne aykırı bir sözü işitmek için orada beklemese idi, Tanrının sözü hakkında gevşek ve kayıtsız davranma hatasına düşmese idi, bunlar olmayacak idi; Havva da “iman görünüşlerine” sahip idi, ya da daha doğru ifade edecek olur isek, imansızlık gösterdi: Tanrının, bir yaratık tarafından lekelenmesine neden oldu. Ve bunu yapmasının nedeni ne idi? Tanrının sözü, Havva’nın yüreği, vicdanı ve anlayışı üzerindeki gerekli yetkisini kaybetmiş idi.

Bu durum, Tanrı gerçeğine karşı olan bir akılcılık aracılığı ile tuzağa düşürülme tehlikesi içinde olan herkes için çok ciddi bir uyarıyı ortaya koymaktadır. “TÜM KUTSAL YAZILARIN” esini ve üstün yetkisine edilen derin bir iman dışında gerçek güvence yoktur. Bu gerçek ile dolmuş olan canın itiraz eden her kişiye verecek bir yanıtı vardır. İtiraz eden Roma ya da Almanya olabilir; hiç fark etmez. “Güneşin altında yeni olan hiç bir şey yoktur.” Şimdi inançlı düşünce ve duygunun kaynaklarını bozan ve Avrupa kıtasının hemen her tarafında görülen aynı kötülük Aden bahçesinde Havva’nın yüreğini enkaza çeviren kötülükle de aynı idi. Havva’nın kendisini aşağı çeken ilk adımı “Tanrı dedi mi?” sorusuna yanıt vermesi idi. Ve sonra o noktadan itibaren aşama aşama yılanın önünde eğilerek ve onu gerçeğin kaynağı ve tanrısı olarak kabul ederek aşağı düşmeye devam etti. Evet değerli okuyucu, yılan Tanrının yerine geçti ve yılanın yalanı Tanrının gerçeğinin yerine geçti. İşte düşmüş insanın durumu bu idi ve aynı durum düşmüş insanın soyuna da geçti. Yeniden doğmamış insanın yüreğinde Tanrı sözüne yer yoktur. Ama yılanın yalanına yer vardır. İnsan yüreğinin oluşumunu inceleyelim ve o zaman göreceğiz ki yüreğinde şeytanın yalanına yer vardır ama ne olur ise olsun Tanrının gerçeği için yüreğinde yer bulunmaz. Bu yüzden Nikodemus’a söylenen şu söz güç içermektedir: “Yeniden doğman gerek.”

Ama burada önemli olan yılanın nasıl olup da Havva’nın Tanrının sözüne olan güvenini sarstığı ve böylelikle onu sadakatsiz “mantık” gücü altına getirdiğidir. Yılan, Havva’nın Tanrının sevgisine duyduğu güvenini sarstı. Tanrının sözünün temelinde sevgi bulunmadığına dair tanıklık etti ve bunun için de Havva’ya Tanrı sözünü değiştirerek söyledi. “Çünkü tanrı biliyor ki o ağacın meyvesini yediğiniz zaman, gözleriniz açılacak ve iyi ile kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” Yaratılış 3:6. Başka bir deyiş ile, “Tanrının sizi mahrum ettiği o meyveyi yemek ile siz kendiniz için iyi bir avantaj elde edeceksiniz. Bu yüzden neden Tanrının tanıklığına inanmanız gerekiyor? Sizi sevmediğini gösteren birine güvenemezsiniz, çünkü eğer Tanrı sizi sevse idi o zaman sizin neden iyi bir ayrıcalıktan keyif almanızı yasaklaması gerekecekti ki?”

Havva’nın tüm bu mantığın etkisine karşı güvencesi yalnızca çok basit olarak, Tanrının sınırsız iyiliğine güvenmesi olacak idi. Havva’nın yılana şu sözleri söylemesi gerekiyor idi: “Benim Tanrının iyiliğine güvenim tamdır, bu yüzden benden gerçekten iyi olan bir şeyi esirgemesinin imkansız olduğuna inanıyorum. Eğer o meyve benim için iyi olsa idi, kesinlikle ondan yemem gerekir idi, ama o meyvenin Tanrı tarafından yasaklanmış olduğu gerçeği o meyveyi yemememin daha iyi olacağını kanıtlar, o meyveyi yediğim takdirde iyi değil daha kötü olacağım kesindir. Ben Tanrının sevgisinden eminim ve Tanrının sözünden/gerçeğinden eminim ve aynı zamanda senin kötü biri olduğuna ve benim yüreğimi iyiliğin ve kötülüğün gerçeğinden uzaklaştırmak için geldiğine de inanıyorum. Çekil önümden şeytan.” Bu tür bir karşılık soylu bir yanıt olur idi. Ama Havva bu yanıtı vermedi. Gerçeğe ve sevgiye duyduğu güven yok oldu ve bu yüzden her şey de yitirilmiş oldu. Ve böylece anlıyoruz ki, düşmüş kişinin yüreğinde hem Tanrının sevgisi hem de Tanrının gerçeği için çok az yer vardır. İnsanın yüreği, Kutsal Ruhun gücü ile yenilenene kadar hem Tanrının sevgisine hem de Tanrının gerçeğine yabancıdır.

Şimdi şeytanın yalanından Tanrının sevgisine ve gerçeğine dönüş yapmak çok derin bir ilginçlik içerir; Babanın bağrından gelen Rab İsa’nın görevi Babanın gerçekten nasıl olduğunu açıklamak için idi. İnsanın kaybetmiş olduğu bu iki şey yani Lütuf ve gerçek İsa Mesih aracılığı ile geldi.” Yuhanna 1:17. O, Tanrının nasıl olduğunu açıklayan “gerçek tanık” idi. Vahiy 1:5. Gerçek Tanrıyı O nasıl ise öyle açıklar ama bu gerçek mükemmel lütfun açıklanışı ile bağlantılıdır. Ve böylece günahkar söz ile anlatılamaz bir sevinç ile Tanrının nasıl olduğunun açıklamasını öğrenir ve bu açıklama onun mahvolması değil sonsuz kurtuluşunun temeli haline gelir. “Sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.” Yuhanna 17:3. Eğer Tanrıyı tanıyor isem sonsuz yaşamım vardır. Tanrıyı tanımamak ölüm idi ama tanrıyı tanımak yaşam idi. Bu durum zorunlu olarak, yaşamımızı tamamen kendimizin dışında olan bir şey haline getirir ve yaşamı Tanrıya bağımlı kılar. Hiç kimse kendisi hakkında sahip olduğu bilgisi ile “kendimizi tanımak sonsuz yaşamdır” diyemez. Ama her şeye rağmen yine de hiç kuşkusuz Tanrı bilgisi ve insanın kendisi hakkındaki bilgisi birlikte giderler; ama “sonsuz yaşam” insanın kendisini tanıması ile değil, Tanrıyı tanıması ile mümkündür. Tanrıyı olduğu gibi tanımak yaşamdır ve “Tanrıyı tanımayan herkes” O’nun varlığından uzak kalmak yüzünden sonsuza kadar kalıcı yıkım ile cezalandırılacaktır.

İnsanın karakterine ve durumuna gerçekten damga vuran şeyin Tanrı hakkındaki bilgisi ya da bilgisizliği olduğunu anlamak nihai bir önem taşır. Bu durum insanın buradaki karakterini belirler ve buradan sonraki yazgısını kesinleştirir. İnsan düşüncelerinde kötü mü, sözlerinde kötü mü ve eylemlerinde kötü mü? Bunların hepsi, kişinin Tanrı hakkındaki bilgisizliğinin sonucudur. Öte yandan, insan düşüncelerinde saf mı, konuşmalarında kutsal mı ve eylemlerinde lütufkar mı? Tüm bunlar da kişinin Tanrı bilgisine sahip olmasının pratikteki sonuçlarıdır. Gelecek hakkında da aynı şey geçerlidir; Tanrının sonsuz ışığın – sonsuza kadar kalıcı yüceliğin sağlam temeli olduğunu bilmek. O’nu tanımak, “sonsuza kadar kalıcı yıkımdan” kurtulmaktır. Bu nedenle, Tanrıyı tanımak, her şeydir. Tanrıyı tanımak canı diriltir, yüreği saflaştırır, vicdanı sakinleştirir, duyguları yükseltir ve tüm karakter ile davranışı kutsal kılar.

Bu yüzden şeytanın en büyük planının yaratıktan tek gerçek Tanrı hakkındaki doğru bilgiyi çalmak istemesi olduğuna şaşırmamız gerekir mi? Şeytan kutsal Tanrıyı lekeleyerek yanlış şekilde takdim etti: Tanrının iyi olmadığını söyledi. Tüm kötülüğün gizli kaynağı işte bu idi. Önemli olan mesele günahın hangi şekle girdiği değildir, hangi kanal aracılığı ile aktığı değildir, başını ne şekilde yükselttiği değildir ya da üzerine ne tür giysiler giymiş olduğu değildir; asıl önemli olan mesele Tanrıyı tanımamaktır. En rafine davranışlı ahlak yanlısı, en adanmış imanlı ve en hayır sever hümanist eğer Tanrıyı tanımıyor ise bir vergi memuru ve fahişe kadar yaşamdan ve gerçek kutsallıktan uzaktır. Babasının kapısının eşiğinden geçip giden kaybolan oğul uzak ülkede domuz yiyeceği ile beslendiği zaman bir günahkardan farksız idi. Luka 15:13-15. Bu nedenle, aynı durum Havva için de geçerlidir. Havva kendisini Tanrının ellerinden aldığı zaman O’na olan mutlak bağlılık konumundan çıktığı ve O’nun sözüne boyun eğmediği zaman, şeytanın onu tamamen alt etmek için kullandığı duygularının yönetimine kendisini terk etmiş oldu.

Altıncı ayet üç şey sunar; yani benliğin tutkusunu, gözün tutkusunu ve yaşam kibrini:” bu üç şey elçinin belirttiği gibi dünyada olan her şeydir. Tanrı dışarda bırakıldığı zaman bu şeyler yönetimi gerçekten de ele geçirirler. Eğer Tanrının sevgisinin ve gerçeğinin mutlu güvencesi içinde kalmaz isem, O’nun lütfuna ve sadakatine sarılmaz isem o zaman kendimi bir kişinin yönetimine terk etmiş olurum ya da tüm tanrısal ilkeleri yıkıp geçmiş olurum ve bunun da tek bir adı vardır; o da şeytanın yönetimi. Kesin konuşacak olur isek, insanın özgür iradesi gibi başka bir şey yoktur. Eğer kişi kendini yönetiyor ise o zaman şeytan tarafından yönetildiği kesindir ve eğer kendini yönetmiyor ise o zaman Tanrı tarafından yönetiliyordur. Şeytanın üç büyük aracı kanalı ile çalıştığını görüyoruz; “benliğin tutkusu, gözün tutkusu ve yaşam kibri.” Bu üç şey ayartma anında Rab İsa’ya şeytan tarafından sunuldu. Şeytan ayartma aracılığı ile İkinci İnsanı Tanrıya olan mutlak bağımlılık konumundan dışarı çıkartmak istedi; O’na ekmek olmaları için taşlara emretmesini söyledi. Buradaki amacı ilk insana uyguladığı plan değil idi; ilk insandan olmadığı şeyi olmasını istemiş idi, ama İkinci İnsan’dan Kim olduğunu kanıtlamasını istedi. Ondan sonra tüm görkemleri içindeki dünya krallıklarını sundu ve son olarak O’ndan tapınağın tepesine çıkmasını söyledi ve aşağı atlaması için ayartmaya çalıştı, amacı aşağıda toplanmış olan kişilerin aniden hayranlığını uyandıracak bir mucize yapması için O’nu kışkırtmaktı. (Matta 4:1-11 ile Luka 4:1-3 ayetlerini kıyaslayınız.) Her ayartmada yer alan basit amaç Yüce Olan’ı Tanrıya olan mutlak bağımlılık konumundan ve O’nun isteğine olan mükemmel itaatinden dışarı çıkması için kandırmak idi. Ama tüm çabaları boşa gitti. Yüceliğinden soyunmuş, kendini boşaltmış ve Tanrıya bağımlı “mükemmel insanın” yanıtları asla değişmedi: “YAZILMIŞTIR!” Kusurlu olan diğer insanlar kendileri için düzenleme yapmayı göze alabilirler; ama O’nun planlarını düzenlemiş olan yalnızca Tanrı idi.

Tüm zor koşullar altında bulunan sadık kişi için ne kadar önemli bir örnek! İsa ayetlere yakın kaldı ve böylece galip geldi; Kutsal Ruhun kılıcı dışında başka hiç bir silah kullanmadı. Çatışma anında ayakta kaldı ve görkemli bir zafer kazandı. İlk adem ile arasındaki karşıtlık ne kadar da büyük! Adem, ayartma sırasında her şeye sahip idi ve çok farklı konum içinde idi; Son Adem ise O’na karşı olan her şey ile yüz yüze idi. İlk insanın konumunda Aden bahçesinin keyifleri var idi ama Son Adem çölde her türlü mahrumiyet ile karşı karşıya idi. İlk insan şeytana güvendi, İkinci İnsan Tanrıya güvendi; ilki tam bir bozguna uğradı, ikincisi ise tam ve nihai bir zafer kazandı. Tüm lütfun Tanrısına sonsuza kadar övgüler olsun, O kudretli gücü ile bize yardıma geldi – O kurtaracak güce sahip Olan’dır; O, Kurtarıcı’dır!

Şimdi Adem ve Havva’nın yılanın vaat etmiş olduğu avantajın ne kadar çok farkına vardıklarını araştıralım. Rab Tanrı düşüşte ve düşüş aracılığı ile insanın daha önce sahip olmadığı şeyi yani vicdanı – hem iyilik hem de kötülük hakkında bilgiye sahip olmak – oluşacak şekilde bir düzen yapmış idi. İnsanın daha önce bu vicdana sahip olmadığı aşikar idi. Kötülüğün bulunmadığı bir yerde kötülük hakkında bilgisi olamaz idi; insan bir masumiyet konumu içinde idi, yani kötülük hakkında bilgisi olmayan bir durumda idi ve düşüş nedeni ile insanda vicdan oluştu. Ve vicdana sahip olmanın ilk etkisinin insanı bir korkağa çevirmek olduğunu görüyoruz. Şeytan kadını tamamen aldatmış idi; “meyveyi yediğin zaman gözlerin açılacak ve iyilik ile kötülüğü bilerek Tanrı gibi olacaksın” demiş idi. Ama gerçek ile ilgisi olan maddesel bir kısmı dışarda bırakmış idi; yani iyi olanı bilecekler idi ama onu yapacak güçleri olmayacak idi; kötülüğü bilecekler idi, ama ondan uzak duracak güçleri olmayacak idi. Ahlaki var oluş seviyelerinde kendilerini yükseltmek için gösterdikleri çaba gerçek yükselişi kaybetmelerine neden oldu. Düştüler, güçsüz kaldılar, şeytana tutsak oldular, vicdanlarına vuruldu ve dehşete düşmüş yaratıklar haline geldiler. Evet hiç kuşkusuz, her ikisinin de gözleri açıldı ama ne yazık oldu! Ne kadar kötü şeylere gözleri açıldı! Gözlerinin açılması çıplaklıklarının farkına varmalarına neden oldu; içinde bulundukları duruma gözleri açıldı ve bu durum “sefil, berbat, zavallı, kör ve çıplak” bir durum idi. “Çıplak olduklarını anladılar”, - iyiliği ve kötülüğü bilme ağacının üzücü meyvesi! Sahip oldukları tanrısal üstünlük ile ilgili taze bir bilgi almadılar; saf ve sonsuz kaynaktan çıkan sonsuz ışığın taze hiçbir ışınını görmediler. Ah, ne yazık ki, hayır! Bilgiyi elde ettikten sonra, yani ilk itaatsizlik çabalarının sonucunda çıplak olduklarını anladılar.

Şimdi burada şu noktayı anlamamız önemlidir; vicdanın nasıl işlediğini bilmek iyidir. Pek çok kişi bu konu hakkında bilgisizdir; vicdana sahip olmanın insanı Tanrıya götüreceğini düşünürler. Adem ve Havva’nın durumunda vicdan bu şekilde mi işledi? Kesinlikle hayır, asla da böyle işlemez; hiçbir günahkarın durumunda da bu şekilde işleyemez. Eğer Tanrının nasıl olduğuna dair imanım bana eşlik etmiyor ise ben kimim ki kendimi Tanrıya götüreyim? Bu imkansızdır; utanç, öz paylama, pişmanlık ve acı üretecektir. Bu aynı zamanda benim açımdan da belirli çabalara girişmeme neden olur ama sorunlu duruma çözüm getirmek için giriştiğim bu çabalar beni Tanrıya götürmekten çok uzaktır; aksine bu çabalarım sanki Tanrı körmüş gibi O’ndan saklanmam gibi saçma davranışlara neden olur. Böylece Adem ve Havva’nın durumunda onlar çıplaklıklarının farkına vardılar ve bunun sonucunda kendilerini örtmek için yine kendi çabalarına baş vurdular. “Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar.” Bu davranış, insanın içinde bulunduğu kötü koşula kendi çabası ile çözüm bulmaya kalkmasının ilk kaydedilişidir. Ve daha sonra bu insan çabasının sonucu tüm çağlarda insan dininin gerçek karakteri ile ilgili gelişmeler hakkında bize bilgi verecektir. Öncelikle gördüğümüz yalnız Adem’in durumunda değil ama her insanın durumunda bu din çabasının varlığıdır; durumuna çözüm bulmak isteyen insanın çabası onun çıplaklığını temel alır. İnsanın kendisinin de anladığı gibi tüm işleri onun çıplak olmasının sonucudur. Bu gerçek asla değişmez. Tanrının gözünde kabul edilebilir herhangi bir şey yapabilmem için önce giyinik olduğumu bilmem gerekir.

İşte en önemli mesele burada bulunur ve burada yaptığımız bu gözlem gerçek Hristiyanlık ve insan dini arasındaki farklılıktır. Gerçek Hristiyanlık insanın giyinik olduğu gerçeğini temel alır. Din ise insanın çıplak olduğu üzerine bina edilmiştir. Gerçek Hristiyanlığın temeli, dinin boş hedefidir. Gerçek Hristiyanın giyinmek gibi bir derdi yoktur, çünkü gerçekten mükemmel şekilde giyiniktir. Din yanlısı kişi ise her şeyi giyinik olabilmek için yapar. Arada çok ama çok büyük bir fark vardır. İnsan dininin zekasını onun her alanında ne kadar çok inceler isek, insanın durumuna çözüm getirmesi için ne kadar yetersiz olduğunu daha çok görürüz; bu çabalar belki bir süre için yolunda gidiyor gibi görünebilir; ölüm, yargı ve Tanrının gazabına uzaktan bakıldığı zaman işe yarıyor gibi görünebilirler ama insan bu gerçeklikler ile karşı karşıya kaldığı zaman anlayacağı gerçek şudur: din, insanın boyuna çok kısa gelen bir yatak ya da üzerini örtemeyecek kadar küçük bir battaniyeye benzetilebilir.

Adem Aden bahçesinde Rabbin sesini duyduğu anda “korktu”, çünkü kendisinin de söylemiş olduğu gibi, “çıplaktı.” Evet, önüne önlük bağlamış olmasına rağmen çıplak idi. Ama bu önlüğün onun vicdanını tatmin etmediği de aşikar idi. Eğer vicdanı tanrısal bir şekilde tatmin edilmiş olsa idi, o zaman korkmaz idi. “Eğer yüreklerimiz bizi suçlamaz ise o zaman tanrının önünde güvenimiz vardır.” 1.Yuhanna 3:20,21. Ama eğer insan vicdanı dindar çabaları ile bile huzur bulamıyor ise o zaman kutsal Tanrı bu dindar çabalardan nasıl tatmin olacaktır? Adem’in önlüğü onu Tanrının gözlerinden gizleyemedi ve Adem Tanrının huzurunda çıplak duramadı. Bu nedenle saklanmak için kaçtı. Vicdanın yapacağı şey her zaman bu olacaktır. Vicdan insanın kendisini Tanrıdan gizlemesine neden olur. Bunun da ötesinde kişinin tüm kendi dindarlığı ona Tanrıdan gizleneceği bir yer teşkil eder. Ama eninde sonunda insanın Tanrı ile karşılaşması gerekir ve din bu karşılaşma için çok yetersiz ve sefil bir sağlayıştır. Ve eğer insanın ne olduğu düşünülecek olur ise o zaman insanın vicdanın dışında da korkması gerekir – evet, din gerçekten de çok sefil bir sağlayıştır. Tanrı ile karşılaşması gerektiğini hisseden kişinin sefaletini tamamlamak için gerçekten de cehennemin dışında bir şey gerekli değildir ve insanın yapabileceği tek şey Tanrı ile karşılaşmak için uygun olmadığını bilmesidir.

Eğer Adem Tanrının mükemmel sevgisini bilse idi, o zaman korkmazdı. “Sevgide korku yoktur. Mükemmel sevgi korkuyu dışarı atar. Korkan kişi cezalandıracağını düşünen kişidir. Korkan kişi sevgide yetkinleşmemiştir.” 1.Yuhanna 4:17,18. Ama Adem bunu bilmiyor idi, çünkü yılanın yalanına inanmış idi. Adem, Tanrının sevgiden başka her şey olduğunu düşündü ve bu yüzden yüreğindeki en son düşünce O’nun huzuruna girmeye cesaret edebilmek idi. Adem bunu yapamadı. Ortada günah var idi ve Tanrı ve günah asla bir araya gelemezler; vicdanda günah olduğu sürece Tanrıya karşı bir uzaklık duygusu her zaman olacaktır. “Kötüye bakamayacak kadar saftır gözlerin, haksızlığı hoş göremezsin.” Habakkuk 1:13. Kutsallık ve günah bir arada duramazlar. Günah nerede ise orada yalnızca Tanrının gazabı ile karşılaşacaktır.

Ama Tanrıya övgüler olsun ki, ne olduğumu gösteren vicdandan başka şeyler de var ve bu sonuncusu insanın düşüşü ile tam olarak ortaya çıkmıştır. Tanrı kendisini yaratılışta tam olarak açıklamamış idi: sonsuz gücünü ve Tanrılığını göstermiş idi. 1 Theiotes (θειότης), ama doğasının ve karakterinin derin gizlerinin hepsini söylememiş idi. Ve şeytan Tanrının yaratılışını aldatmak amacı ile geldi ve büyük bir hata yaptı. Şeytanın bu davranışı ile kanıtlamış olduğu tek şey yalnızca kendi sonsuz yenilgisi ve zihin karışıklığı idi ve “onun vahşi davranışı” sonsuza kadar “kendi bindiği dalı kesmesi ile” nihayet bulacaktır. Şeytanın yalanları yalnızca Tanrının gerçeği ile ilgili doluluğun gösterilmesi için bir fırsat ortaya koymuştur. Tanrının nasıl olduğunu yaratılış asla kendi başına çözemez idi. Tanrıda güç ve bilgelikten çok daha fazlası sınırsız olarak mevcut idi. Tanrıda sevgi, merhamet, kutsallık, doğruluk, iyilik, yumuşak huyluluk ve tahammül var idi. Günahkarların bulunduğu bir dünyada Tanrıda olan bu değerler nasıl gösterilecek idi? Tanrı öncelikle yaratmak için geldi ve sonra yılan yaratılış ile ilgili hain planlarını gerçekleştirdiği zaman Tanrı kurtarmak için dünyaya geldi. İnsan düştükten sonra Rab Tanrının söylediği ilk sözlerde bu belirgin olarak anlaşılır. “Ve Rab Tanrı Adem’e, ‘Neredesin?’ diye seslendi.” Yaratılış 3:9. Bu soru iki şeyi kanıtlıyor idi: İnsanın kaybolduğunu ve Tanrının onu aramak için gelmiş olduğunu. İnsanın günahını ve Tanrının lütfunu kanıtlıyor idi. “Neredesin?” Şaşırtan sadakat? Şaşırtan lütuf. İnsanın durumundaki gerçek, Tanrının sadakatini gerektiriyor idi. Düşmüş insana bu soruyu soran Tanrı Kendi davranışı ve karakteri hakkındaki gerçeği yani, lütfunu sergiliyor idi. İnsan kayıp idi ama Tanrı onu aramak için aşağı gelmiş idi; onu bahçedeki ağaçların ardında gizlendiği yerden çıkarmak istiyor idi öyle ki, insan imanın mutlu güvencesi içinde kendisine Tanrıda gizleneceği bir yer bulabilsin. İşte lütuf – karşılıksız iyilik – bu idi. İnsanı toprağın tozundan yaratmak güç gerektiren bir iş idi, ama kaybolmuş insanı aramak lütuf idi. Ama kaybolanı arayan Tanrının düşüncesinde var olanları kim dile getirebilir? Tanrı, bir günahkarı arıyor? Kutsal Olan, insanı Kendisine geri getirmek için insanda ne görmüş olabilir idi? Çobanın kaybolmuş koyunlarda görmüş olduğunu ya da bir gümüş parasını kaybetmiş olan kadının görmüş olduğunu ya da babanın kaybolan oğlunda görmüş olduğunu. Günahkar Tanrı için değerlidir, ama bunun neden böyle olduğu yalnızca sonsuzlukta açıklanacak.

O zaman günahkar Kutsal Olan’ın sadık ve lütufkar Olan’ın arayışına nasıl karşılık verdi? Ah, ne yazık ki, onun karşılığı yalnızca içine düşmüş olduğu kötülüğün korkunç karanlığını açıklamaktadır. “Adem, ‘bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplak idim ve bu yüzden gizlendim’. Rab Tanrı, ‘çıplak olduğunu sana kim söyledi?’ diye sordu. ‘Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?’ Adem ’yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi ve ben de yedim’ diye yanıtladı.” Yaratılış 3:9-12. Burada Adem’in utanç veren düşüşü ile ilgili olarak kadını ve ona kadını veren Tanrıyı suçladığını görüyoruz. Düşmüş insan her zaman bu yolu seçer; Kendisinden başka her şey ve herkes suçludur. Gerçekten iman etmiş olan birinde ise bunun tamamen aksi görülür. Gerçekten alçak gönüllü bir canın yanıtı “Ben günah işledim” olacaktır. Eğer Adem kendisini tanımış olsa idi davranışı ne kadar da farklı olacak idi. Ama o ne kendisini ne de Tanrıyı tanımıyor idi ve yaptığı hatayı tamamen kendi üzerine almak yerine bu hatayı Tanrıya yüklemeye kalktı. O zaman burada gördüğümüz şey, insanın içinde bulunduğu konumun dehşetidir. İnsan her şeyi kaybetmiş idi – saygınlığını – mutluluğunu – saflığını – esenliğini – her şey ondan alınmış idi ve bundan daha da kötü olan insanın tüm bunların nedeni olarak Tanrıyı görmesi ve O’nu suçlaması idi. 2  İnsan orada öylece kaybolmuş, mahvolmuş, suçlu ve tüm bunlara rağmen yine de kendisini haklı hissediyor ve bu yüzden bir günahkar olmasına rağmen Tanrıyı suçluyor idi.

Ama hemen şunu belirtmemiz gerekir ki, Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile olmaksızın hiç kimsenin iyi habere inanamayacağı kesinlikle doğrudur ve aynı zamanda doğru olan bir başka şey daha vardır: İyi habere inanan kişiler Tanrının sonsuz planlarının mutlu özneleridirler. Ama tüm bunlar Tanrının sözünde insanın önüne konmuş olan net bir tanıklığa inanma konusunda insanın taşıdığı sorumluluğu bir kenara atabilir mi? Böyle bir şeyin mümkün olmayacağı kesindir, ama bu, insan yüreğinin üzücü kötülüğünü açıklamaktadır ve bu kötülük insanı çok net bir şekilde açıklanmış olan Tanrının tanıklığını reddetmeye yönlendirir. Ve bunu yapmasının bir nedeni olarak da derin bir sır olan ve yalnızca Tanrı tarafından bilinen Tanrı buyruğunu gösterir. Ancak bu iddiası geçerli değildir çünkü biz 2.Selanikliler 1:8,9 ayetlerinde şu sözleri okuruz: “Rabbimiz İsa Tanrıyı tanımayanları ve kendisi ile ilgili müjdeye uymayanları cezalandıracak; böyleleri sonsuza dek mahvolma cezasına çarptırılacaklar.” İnsanlar Müjdeye inanmak ile sorumludurlar ve ona inanmadıkları için cezalandırılacaklardır. Tanrı tarafından açıklanmadığı sürece O’nun planlarını bilmek konusunda sorumlu değildirler ve bu yüzden bu konudaki bilgisizlikleri nedeni ile suçlanamazlar. Elçi Selaniklilere şu sözleri söyleyebilir idi: “Kardeşlerin Tanrının seçtiği sevgililer olduklarını bilerek.” Elçi bunu nereden biliyor idi? Tanrının gizli ve sonsuz buyruklarının sayfasına girerek mi bunu öğrenmiş idi? Hayır, kesinlikle değil! O zaman nasıl? Çünkü (hoti)müjde size yalnız söz ile değil ama aynı zamanda güç ve kudret ile ulaştı.” 1.Selanikliler 1:4,5. Seçilmiş olan birini bilmenin yolu budur. Müjde kudret ile ulaştığı zaman bu, Tanrının seçimi olduğunun net kanıtıdır.

Ama ben tanrısal tanıklığı reddettikleri için tanrısal planlardan yardım isteyen kişilerin bunu yalnızca günah işlemeye devam etmek için bir bahane olarak istediklerine dair hiç kuşku duymuyorum. Onlar Tanrıyı gerçekten istemezler ve onlar hakkında daha dürüst olarak konuşmak gerekir ise istediklerinin yardım değil, küfür etmek olduğu söylenebilir. Hız ile yaklaşmakta olan yargı gününün dehşetlerinin ortasında böyle bir yardım isteği onlar için geçerli olmayacaktır.

Ama işte tam bu noktada Tanrı kendisini ve kurtaran sevgisinin amaçlarını açıklamaya başladı. İnsan kendi sonuna gelip tükendiği zaman Tanrı ne olduğunu gösterebilir, ama ancak insan tükendiği zaman bunu yapabilir. Sahne insandan ve onun boş fikirlerinden, kibirli övüngenliklerinden ve küfür niteliğindeki mantıklarından tamamen temizlenmelidir ki, Tanrı Kendisini açıklayabilsin ya da Tanrı ancak o zaman Kendisini açıklayacaktır. Aynı şey bahçede, insan ağaçların ardına gizlendiği zaman da olmuş idi, Tanrı o zaman kadından doğacak olan tohum aracılığı ile ilgili harika planını açıkladı. Burada bize gerçek ile ilgili çok değerli bir ilke öğretilir; bu ilke, bir insanın nasıl esenlik ve güvenlik içinde Tanrının huzuruna gelebileceği hakkındaki gerçektir.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi vicdan asla bunu sağlayamaz. Vicdan Adem’in bahçedeki ağaçların arkasına saklanmasına neden oldu, ama açıklama onu Tanrının huzuruna getirdi. Ne olduğu konusundaki bilinci Adem’i dehşete düşürdü, ama Tanrının ne olduğu ile ilgili açıklama Adem’i sakinleştirdi. Zavallı günah yüklü bir yürek için tek gerçek teselli budur. Benim ne olduğum hakkındaki gerçekliğe Tanrının ne olduğu konusundaki gerçeklik yanıt verir ve bu, kurtuluştur.

Tanrının ve insanın ya lütufta ya da yargıda bir araya gelmek zorunda oldukları bir nokta vardır ve bu nokta her ikisinin de oldukları gibi açıklandıkları yerde bulunur. Lütuf noktasına ulaşmış olanlar ane mutlu! Ulaşacakları noktanın yargı olduğu kişilere ise ne kadar yazık! Tanrı bizim ne olduğumuz ile ilgilenir ve bizim ile ilgilenir iken Kendisi olduğu gibidir. Çarmıhta, Tanrıyı lütuf aracılığı ile en alçak seviyelere inmiş olarak görürüm, ama yalnızca bir günahkar olan benim kötülüğüm yüzünden değil aynı zamanda bana vermek istediği iyi konum nedeni ile bunu yaptığını bilirim. Bunu bilmek mükemmel bir huzur verir. Eğer Tanrı benim ile gerçek durumumda karşılaşsa idi ve uygun bir çözüm sağlasa idi her şey sonsuza kadar çözümlenmiş olur idi. Ama iman aracılığı ile Tanrıyı çarmıhta lütuf noktasında görmeyenler O’nun yargısı ile karşılaşmak zorunda kalacaklardır.

Bir insan geçek durumunu fark etme seviyesine getirildiği an çarmıhtaki Tanrıyı buluncaya kadar huzura kavuşamaz, bulduğu zaman da Tanrının kendisinde huzur içinde dinlenir. Adına övgüler olsun ki O, iman eden canın huzuru ve gizlendiği yerdir. Bu gerçek fark edilir edilmez insan işleri ve insan doğruluğu uygun yerlerine geçmek zorunda kalırlar. Size doğrusunu söyleyelim ki insan işleri ve insan doğruluğunda huzur bulanlar kendileri hakkındaki gerçek bilgiye henüz ulaşmış değillerdir. Tanrısal bir şekilde canlandırılmış bir vicdanın Tanrı Oğlunun mükemmel kurbanı dışında bir yerde dinlenebilmesi mümkün değildir. Eğer bir insan kendi doğruluğunu bina etmek için çaba sarf ediyor ise tüm bu çabaları Tanrı doğruluğu konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanır. Adem tanrısal tanıklığın ışığında “kadından doğacak olan soy” hakkında öğrenebilir ve kendi incir yaprağından yaptığı önlüğün değersizliğini anlayabilir. Yapılması gereken şey, günahkarı bunu yapması konusunda tamamen güçsüz kıldığına kanıttır. Günahın ortadan kaldırılması gerekiyor idi ve insan bunu yapabilir miydi? İmkansız! Tanrının doğruluğuna sahip olması gerekiyor idi; yılanın başının ezilmesi gerekiyor idi. İnsanda Tanrı doğruluğu yok idi ve yılanın başını ezecek güce de sahip değil idi. Hayır, insan yılanın kölesi haline gelmiş idi. Tanrının taleplerinin karşılanması gerekiyor idi. İnsan bunu yapabilir miydi? Hayır, insan zaten Tanrının isteğini ayaklarının altında ezmiş idi. Ölümün ortadan kaldırılması gerekiyor idi; insan bunu yapabilir miydi? Hayır, insan günah aracılığı ile dünyaya ölüm girmesine neden olan kişi idi ve günahın dikeni ölümdü. Böylece görüyoruz ki, konuya hangi açıdan bakar isek bakalım, günahkarın tamamen güçsüz olduğunu görüyoruz ve bunun bir sonucu olarak kurtuluş işinde Tanrıya yardımcı olma girişiminde bulunmaya kalkanların kurtulmak için seçmeleri gereken tek bir yol vardır ve o da “lütuf aracılığı ile iman sayesindedir.”

Ama yine de Adem lütuf aracılığı ile yapılması gereken her şeyi kendisinin asla yapamayacağını görüp hissetmesine rağmen Tanrı ona kadından gelecek olan soyun kurtuluş için gerekli olan her şeyi başaracağını açıkladı. Özetleyecek olur isek, Tanrı lütufkar davranarak tüm meseleyi Kendi ellerine aldı ve her tür konuyu Kendisi ve yılan arasındaki bir mesele olarak gördü. Çünkü erkek ve kadın bireysel olarak günahlarının acı meyvelerini çeşitli şekillerde biçmeye çağrılmış olmalarına rağmen Rab Tanrı şu sözleri sadece yılana hitap ederek söyledi: “Bunu yaptığından ötürü!” Mahvoluşun kaynağı yılan idi ve kadının soyu kurtuluşun kaynağı olacak idi. Adem tüm bunları işitti ve iman etti ve bu imanın gücü ile karısına Havva (yaşam) adını verdi, çünkü Havva bütün insanların annesi idi. Doğal bakış açısından konuya baktığımız takdirde tüm insanların annesi Havva’yı “tüm ölenlerin annesi” olarak çağırabilir idik. Ama iman yargısına göre Havva “tüm yaşayanların” annesi olarak çağrıldı. “Annesi ona Ben-oni; (üzüntümün oğlu) adını verdi ama babası onu Benyamin (sağ elimin oğlu) olarak adlandırdı.

Adem yapmış olduğu şeyin korkunç sonuçlarına katlanacak gücü imanın destekleyici enerjisi sayesinde buldu. Tanrının kendisine söylemiş olduğu şeyi dinlemeye çağrılmadan önce Tanrının harika merhameti, onun Tanrının yılana söylemiş olduğu sözü işitmesine izin verdi. Eğer adem bu sözü işitmemiş olsa idi o zaman umutsuzluğa kapılmak zorunda kalacak idi. Kurtuluşum hakkında çarmıhta açıklanmış olduğu gibi umutsuzluk Tanrıya bakmamı engeller ve kendime bakmama neden olur. Düşmüş Adem’in çocukları çarmıhta sağlanan sığınağa girmedikleri sürece kim oldukları ve ne yapmış oldukları ile ilgili gerçekliğe umutsuzluğa kapılmadan katlanabilmeleri imkansızdır. Bu yüzden Mesih’e iman etmemiş kişiler ancak çarmıhtaki sığınak yerine girdikleri zaman umut gelebilir. İnsanların gözleri ancak çarmıhtaki sığınağa geldikleri zaman kim oldukları ve ne yapmış oldukları ile ilgili gerçeğe açılacaktır. Aksi takdirde çarmıhtaki kurtuluş ve sığınağa sahip olma güçleri olmayacaktır. Tanrının nasıl olduğunu ve ne yapmış olduğunu ancak çarmıha geldikleri zaman anlayacak ve sonsuz kurtuluşa kavuşacaklardır. O zaman Mesih’te sonsuza kadar Tanrının kutsallığına kavuşacak ve iman eden herkes sevinmeye çağrılacaktır. Şimdi tanrının kutsallığının ne kadar çok farkına varır isem güvencem hakkında o kadar daha çok bilgiye sahip olacağım. Ama kaybolmuş olanlar için bu kutsallık onlar için yalnızca sonsuz mahvoluşa işaret edecektir. Bu çok ciddi, söz ile anlatılamayacak kadar ciddi bir konudur.

Şimdi Tanrının Adem ve Havva için giysiler sağlaması konusunda bize sunulan gerçeğe kısaca bir göz atalım. “Rab Tanrı Adem ve karısı için deriden giysiler yaptı ve onları giydirdi.” Yaratılış 3:21. Burada sembolik olarak ortaya konan tanrısal doğruluğun çok önemli öğretişini görüyoruz. Tanrının tedarik etmiş olduğu giysi etkili bir giysi idi, çünkü bu giysiyi Tanrı sağlamış idi; incir yapraklarından yapılan önlük ise yetersiz bir giysi idi, çünkü insan tarafından yapılmış idi. Ayrıca Tanrının tedarik etmiş olduğu giysinin temelinde kan dökülmesi gerçeği var idi. Adem’in önlüğünde ise kan dökülmesi gerçeği yok idi. Bu nedenle aynı zamanda şimdi çarmıhta Tanrının doğruluğunun gerekli olduğu gerçeğini kavrarız. İnsanın doğruluğu işler ile ortaya konur ve bu işler insanın kendi ellerinin günah ile lekelenmiş işleridir. Adem deriden yapılmış giysiyi giydikten sonra “çıplağım” diyemedi ve kendisini gizlemeye de kalkışmadı. Günahkar iman aracılığı ile mükemmel bir huzur duyabilir, çünkü kendisini giydirenin Tanrı olduğunu bilir. Ama o zamana kadar huzur duyamamasının nedeni ancak küstahlık ya da bilgisizlik sonucu olabilir. Üzerimdeki giysinin ne olduğunu biliyor muyum ve hangi giysi içinde Tanrının önünde görünüyorum? Yüreğimin mükemmel huzura kavuşmasını sağlaması gereken giysi Tanrının Kendisinin tedarik etmiş olduğu giysidir. Bu gerçek ve kalıcı giysinin dışında başka hiç bir giysi mükemmel yürek ya da vicdan huzuru sağlayamaz.

Bu bölümün son ayetleri pek çok öğretici ders ile doludur. Düşmüş insana düşmüş konumunda yaşam ağacının meyvesinden yemesi için izin verilmemesi gerekir, çünkü o zaman insan bu dünyada sonsuz bir sefalete mahkum edilmiş olacaktır. Yaşam ağacının meyvesinden almak ve yemek ve böylece sonsuza kadar yaşamak hali hazırdaki konumumuz için içinden çıkması imkansız bir acı olacak idi. Yaşam ağacının meyvesi ancak dirilişte tadılabilir. Kırılgan bir tapınağın içinde, bir günah ve ölüm bedeninin içinde sonsuza kadar yaşamak tahammül edilmesi imkansız bir durum olur idi. İşte rab tanrı bu nedenle, “insanı kovdu.” Adem’i Aden bahçesinden çıkardı ve her yerinde düşüşünün üzücü sonuçlarının göründüğü bir dünyanın içine bıraktı. Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yaşam ağacına giden yolun denetlenmesi için Aden bahçesinin doğusuna kondu ve düşmüş insana yaşam ağacının meyvesinden koparıp yemesi yasaklandı. Ama bu arada Tanrının açıklaması aracılığı ile insana kadının soyundan gelecek olanın ölümü ve dirilişi bildirildi. Ölümün ötesine geçmiş olan bu yaşam kadının soyundan gelecek olan İsa Mesih tarafından sağlanacak idi.

Böylelikle Adem Aden bahçesinin sınırları dışında daha mutlu ve daha güvenli bir kişi oldu; böyle olmasının nedeni şu idi – Aden bahçesi içinde iken yaşamı kendisine bağlı idi, ama bahçenin dışında iken yaşamı kendisine değil, bir Başkasına, hatta vaat edilmiş olan Mesih’e bağlı idi. Ve Adem yukarı baktığı ve “Keruvlar ile her yana dönen alevli kılıca” gördüğü zaman onları oraya yerleştiren ele övgüler sundu. “Yaşam ağacının yoluna engel koyan” el böyle yapmak ile yaşam ağacına giden daha iyi, daha güvenli ve daha mutlu bir yol açmış idi. Keruvlar ve her yana dönen alevli kılıç Cennete giden yolu kapatmışlar idi, ama Rab İsa Mesih en kutsal yere giden “yeni ve diri bir yol” açmıştır. “Yol, Gerçek ve Yaşam Ben’im; hiç kimse Ben’im aracılığım olmadan Baba’ya gelemez.” (Yuhanna 14:6 ayetini İbraniler 10:20 ayeti ile kıyaslayınız.) İmanlı şimdi bunu bilerek lanet altında – günahın izlerinin her tarafta göründüğü -  olan bir dünyada bereket içinde ilerleyebilir. İmanlı, iman aracılığı ile Babasının kucağına giden yolu bulmuştur ve hem bu harika sığınakta korunabilir hem de sahip olduğu kutlu pek çok bereket – onu Kurtaran Rab İsa Babasının evinde ona yer hazırlamaya gitmiştir ve çok yakında tekrar gelecek ve onu Kendisine alarak Babasının krallığının yüceliğine götürecektir – için sevinç duymaktadır. Böylece Babanın kucağında, evinde ve krallığında imanlı şimdiki payına, gelecekteki yuvasına ve ödülüne sahip olmuştur.


1. Theiotes” (Θειότης) sözcüğü (Romalılar 1:20) “Theotetes” (Θεότητος) sözcüğü ile (Koloseliler 2:9) kıyaslandığı zaman ortaya çok ilginç bir düşüncenin konduğu anlaşılır. Her iki sözcüğün de anlamı “Tanrılıktır”; ama her ikisi de çok farklı bir düşünce sunarlar. Putperestler yaratılışta insan ötesi tanrısal bir şeyin var olduğunu görmüş olabilirler, ama saf, öz ve kıyaslanamaz Tanrılık yalnızca Oğlun hayran olunacak kişiliğinde mevcuttur.

2. İnsan Tanrıyı yalnızca düşüşünün nedeni olarak suçlamaz ama aynı zamanda O’nu kendisini iyileştirmediği için de suçlar. Tanrı kendilerine inanmak için güç vermediği sürece inanamayacaklarını ve ayrıca kendileri Tanrının sonsuz buyruğunun özneleri olmadıkça kurtulamayacaklarını söyleyen kişileri ne kadar da çok görürüz.

Yaratılış 4 — Yaratılış 5

Yaratılış kitabının her bölümü önümüze açıldığı zaman, son dönemlerin yazarlarından birinin çok iyi ifade etmiş olduğu gibi “tüm Kutsal Kitap’ta yer alan tohum planında” yolculuk ettiğimiz gerçeğinin taze kanıtları ile karşı karşıya kalırız; yalnızca bununla değil ama aynı zamanda tüm insanlık tarihinin tohum planı hakkında da bilgi sahibi oluruz.

Böylece dördüncü bölümde Kayin ve Habil’in kişiliklerinde hem dünyanın dindar bir adamı ile ilgili hem de imanın samimi bir adamı ile ilgili örnekler görürüz. Her ikisi de Aden bahçesinin dışında doğdular ve düşmüş Adem’in oğulları olarak birbirlerinden farklı olan doğal hiç bir şeye sahip değiller idi. Her ikisi de günahkar idi. Her ikisi de düşmüş doğaya sahip idi. Hiç biri masum değil idi. Bu konuda net bir anlayışa sahip olmak gerekir, öyle ki tanrısal lütfun gerçekliği ve imanın saygınlığı tam olarak ve farklılıkları ile birlikte görülebilsin. Eğer Kayin ile Habil’in arasındaki farklılık onların doğasını temel almış olsa idi o zaman kaçınılamaz bir sonuç olarak ortaya çıkacak olan şu olur idi; onlar hem babalarının düşmüş doğasına paydaş olmazlar idi hem de onun düşmesinin sonucu olan koşulların içinde bulunmazlar idi ve bu yüzden lütfun görünümü ve iman uygulaması için hiç bir şekilde yer olmaz idi.

Bazı kişiler bize herkesin doğru kullanıldığı takdirde kendisini Tanrıya geri götürecek güce sahip kılacak olan özellik ve kapasiteler ile doğduklarını öğretirler. Ancak bu öğretiş şimdi önümüzdeki bölümde gayet net bir şekilde ortaya konan gerçeğin açık bir inkar edilişidir. Kayin ve Habil Cennetin dışında değil içinde doğdular. Ve onlar masum değil, düşmüş bir Adem’in oğulları idiler. Dünyaya balarının doğasına paydaş olan kişiler olarak geldiler. Ve bu doğanın kendisini hangi yollar aracılığı ile göstereceği önemli değil idi; önemli olan, doğanın hala düşmüş, mahvolmuş ve düzeltilmesi imkansız bir doğa olması idi. “Bedenden doğan (yalnızca bedensel değil ama)bedendir. Ve Ruh’tan doğan (yalnızca ruhsal değil, ama) ruhtur.” Yuhanna 3: 6.

Eğer doğanın farklı özellikleri, kapasiteleri, kaynakları ve eğilimleri için dürüst bir fırsat var oldu ise bu fırsat Kayin ve Habil’in yaşadıkları dönemde verilmiştir. Kaybedilen masumiyet sonucu düşen doğa eğer yenilenebilse ve Aden bahçesinin sınırları içinde kendisini tekrar bina edebilecek olsa idi o zaman bunun görünmesi için uygun olacak olan zaman bu zaman olur idi. Ama böyle bir durum söz konusu değil idi; hem Kayin hem de Habil her ikisi de kaybolmuşlar idi. Onlar “bedendi.” Masum değildiler. Adem masumiyetini kaybetmiş idi ve onu asla geri kazanmadı. Adem yalnızca düşmüş bir soyun başı olarak görülebilir. Adem’in tek bir “itaatsizliği” yüzünden tüm insan soyu “günahkarlar” haline gelmiş idi. (Romalılar 5:19) Kişisel açıdan bakıldığı zaman Adem bozukluğun kaynağı haline geldi ve Adem’den suçlu insanlığın mahvolmuşluğu ve bozukluğunun kaynakları çıktı. Ölü bir ağaç gövdesinden ahlak ve ruhsallık açısından ölü olan ölü bir insanlığın dalları fışkırdı.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Adem’in lütfun bir öznesi yapıldığı doğrudur; Adem vaat edilen bir Kurtarıcıya duyulan diri bir imana sahip oldu ve bu imanı sergiledi. Ancak bu durum hiç bir şekilde doğal değil idi, aksine tamamen tanrısal bir şey idi. Ve doğal olmadığı için de onu iletecek bir doğa kapasitesinin sınırları içinde olamaz idi. Bu durum bir miras olarak soya geçti. Adem kendi imanını ne Kayin’e ne de Habil’e aktaramaz idi. Bu nedenle Adem’in sahip olduğu şey yalnızca tanrısal sevginin ürünü idi. İman, tanrısal güç aracılığı ile Adem’in canına ekilmiş idi. Ama Adem’de bu tanrısal gücü başkalarına iletecek tanrısal güç yok idi. Adem’in yapabileceği ne var ise doğal idi ve ancak doğal yollar ile iletişim kurabilir idi; bundan fazla hiç bir şey yapamaz idi. Ve biz onun bir baba olarak içinde bulunduğu mahvolmuş durumu görmekteyiz; bu yüzden Adem’in oğlu da ancak Adem gibi olabilir idi. Ondan doğan çocuklar da onun gibi olacaklar idi. Adem’den doğdukları için onun doğasına mecburen paydaş olmak zorunda idiler. “Topraktan olan insanlar nasıl ise topraktan olanlar da öyledir.” 1.Korintliler 15:48.

Federal baş olma öğretişi hakkında doğru bir anlayışa sahip olmaktan daha önemli hiç bir şey olamaz. Eğer şimdi değerli okuyucu bir an için Romalılar 5:12-21 ayetlerine dönecek olur ise esin ile yazan elçinin tüm insan soyuna iki ayrı baş altında olan soy olarak baktığını anlayacaktır. Bu bölüm üzerinde daha fazla durmayacağım ama sırası geldikçe konu ile bağlantılı olarak ondan yalnızca söz edeceğim. Birinci Korintlilerin on beşinci bölümü de benzer bir karakterin öğretişini verir. İlk insanda günah, itaatsizlik ve ölüm olduğunu görürüz. Ve İkinci İnsan’da doğruluk, itaat ve yaşama sahibiz. Nasıl ilk insana özgü bir doğa var ise, aynı şekilde İkinci İnsan’a özgü bir doğa da mevcuttur. Hiç kuşkusuz her doğa her özel durumda kendine özgü enerjileri gösterecektir. Her birey sahip olduğu doğaya ait o doğaya özgü güçler sergileyecektir. Ama yine de hala gerçek, soyut ve positif bir doğanın mutlak mülkiyeti mevcuttur.

Şimdi nasıl fiziksel doğum aracılığı ile ilk insandan almış olduğumuz bir doğa özelliği var ise, aynı şekilde İkinci İnsan’dan da almış – “yeniden” doğarak almış olduğumuz bir doğa özelliği vardır. Yeni doğmuş bir bebek düşünelim, bu bebek her ne kadar Adem’i düşmüş bir varlık haline getiren eylemi yerine getirme konusunda tamamen güçsüz olsa da yine de Adem’in doğasının bir paydaşıdır. Ve bu nedenle Tanrıdan aynı şekilde “yeniden” doğmuş bir çocuk da yani canı yenilenmiş olan biri de “insan İsa Mesih’in” mükemmel itaatine sahip olduğunu gösteren hiç bir şey yapmamış olsa da İsa Mesih’in doğasının bir paydaşıdır. Adem’in doğasında günahın yer ettiği doğrudur ve aynı şekilde İsa’nın doğasında da mükemmel doğruluk mevcuttur. İlk doğada insanın günahı vardır ve İkinci Doğa’da ise Tanrının doğruluğu vardır. Her iki durumda da –ekler ne olur ise olsun – gerçek, o doğaya olan paydaşlığın hilesiz olduğudur. (bona fide). Adem’in çocuğu insan doğasına ve onun özelliklerine paydaştır. Tanrının çocuğu ise tanrısal doğaya ve onun özelliklerine paydaştır. Adem’in doğası insan isteği ile uyum içindedir (Yuhanna 1), Mesih’in doğası ise Tanrının isteği ile uyum içindedir. Elçi Yakup Kutsal Ruh aracılığı ile bize şunu öğretir: “O, yarattıklarının bir anlamda ilk meyveleri olmamız için bizleri kendi isteği uyarınca gerçeğin bildirisi ile yaşama kavuşturdu. Yakup 1:18.

Tüm bu anlattıklarımız ile belirtmek istediğimiz nokta, Habil’in kardeşi Kayin’den herhangi bir doğal şey aracılığı ile farklı olmadığıdır. Bu iki kardeş arasındaki farklılık onların doğalarını ya da koşullarını temel almıyor idi, çünkü bu ikisi arasında “hiç bir farklılık yok idi.” O zaman o büyük farklılığın ortaya çıkmasının nedeni ne idi? Yanıt, Tanrı lütfunun iyi haberi sayesinde çok basit bir hale gelir. Farklılık onlarda, ya da onların doğasında veya koşullarında değil idi; farklılık tamamen sundukları kurbanlarda idi. Bu gerçek meseleyi daha da basit hale getirir. Çünkü gerçekten iman etmiş olan her günahkar yalnızca düşmüş bir doğaya paydaş olduğunu hissetmek ile kalmaz ama aynı zamanda kendisinin de bir günahkar olduğunu hisseder. Habil’in öyküsü Tanrı ile olan ilişkisinde ve O’nun önündeki duruşunda O’na yaklaşmak için tek doğru olan temeli ortaya koyar. Bu temel Habil’e kendi doğasının temeli üzerinde Tanrıya yaklaşamayacağını kesin olarak öğretir. Ve Habil Kutsal, Adil ve tek Gerçek Tanrı ile bağlantısının gerçek ve sonsuza kadar kalıcı temelinin kaynağını kendisinin “dışında” başka birinin kişiliğinde ve işinde araması gerektiğini öğretir. İbraniler kitabının on birinci bölümü bu konu ile ilgili her ayrıntıyı önümüze çok farklı ve kolay anlaşılabilir bir şekilde koyar. “Habil’in Tanrıya Kayin’in kurbanından daha iyi bir kurban (pleiona thysian, πλείονα θυσίαν) sunması iman sayesinde oldu. İmanı sayesinde doğru biri olarak Tanrının beğenisini kazandı. Çünkü tanrı onun sunduğu adakları kabul etti (marturountos, μαρτυροῦντος). Nitekim Habil ölmüş olduğu halde iman sayesinde hala konuşmaktadır.” İbraniler 11:4. Burada bize öğretilen şudur: konu, hiç bir şekilde insanlar ya da onların işleri değil, sundukları “Kurbandır.” Burada önemli olan sunan kişi değil, sunduğudur. Kayin ve Habil arasındaki büyük farklılık işte bu noktada idi. Değerli okuyucumun bu noktayı tam olarak kavrayabilmesi önemlidir, çünkü her günahkarın Tanrının önündeki duruşu ile ilgili gerçek bu noktada açıklanır.

Ve şimdi sözü edilen sunuların neler oldukları konusunda bir inceleme yapalım. “günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rabbe sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin ile sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi ve suratını astı.” Yaratılış 4:3-5. İşte bu sözler ile farklılık bize çok net olarak açıklanmaktadır. Kayin Yehova’ya lanetlenmiş bir toprağın ürününü sundu ve ayrıca bu laneti uzaklaştıracak bir kan da sunmadı. Kayin, kansız bir kurban sundu, böyle yapmasının nedeni basit idi, çünkü imanı yok idi. Eğer bu tanrısal ilkeye sahip olmuş olsa idi, hemen o anda bile “kan dökülmeksizin bağışlama olmaz” öğretişini bilecek idi. İbraniler 9. Burada sözü edilen gerçek çok önemli bir gerçektir. Günahın cezası ölümdür. Kayin bir günahkar idi ve böyle olduğu için kendisi ve Yehova arasında ölüm durmakta idi. Ama Kayin sunduğu sunu ile bu gerçeğin farkında olmadığını göstermekte idi. Tanrısal kutsallığın taleplerini karşılamak için ya da bir günahkar olarak kendi gerçek durumuna bir karşılık olarak kurban edilmiş bir yaşam sunması gerektiğinin farkında değil idi. Lanetli bir toprağın günah ile lekelenmiş ürününü kabul etmesi imkansız olan Yehova’nın önünde günahkar ve kusurlu olarak duramayacağını bilerek davranmadı.

Kayin’in kansız sunusunda tüm bunlar ve bunlardan daha fazlası mevcut idi. Tanrısal talepler ile ilgili olarak tam bir bilgisizlik sergiledi ve kaybolmuş ve suçlu bir günahkar olmasına rağmen durumundan haberdar değil idi; sunduğu sununun Tanrının huzurunda ne anlam ifade ettiğini bilmiyor idi. Hiç kuşkusuz mantık bu durumda şu sözleri söyleyebilir: “Bir insan Tanrıya ellerinin işi tarafından ve alnının teri ile üretilmiş olan bir sunudan daha fazla kabul edilebilecek hangi sunuyu sunabilir?” Mantık ve hatta insanın dindar zihni şu şekilde düşünebilir: Ama Tanrı oldukça farklı düşünüyor ve iman kesinlikle her zaman Tanrının düşüncelerini kabul edecektir. Tanrı, kurban edilmesi gereken bir yaşam olduğunu öğretir ve bu nedenle iman da buna inanır; kurban edilmiş bir yaşam sunmadan Tanrıya yaklaşılması mümkün değildir.

Bu durumda Rab İsa’nın hizmetine baktığımız zaman hemen gözümüze çarpan nokta şu olacaktır; eğer O çarmıhta ölmemiş olsa idi, yapmış olduğu tüm hizmetlerinin bizim Tanrı ile olan ilişkimizin bina edilmesi için yeterli olmayacağı kesin idi. Evet, O2nun tüm yaşamı boyunca “iyilik yaptığı” doğrudur ama perdeyi yukardan aşağı doğru yırtan yalnızca O’nun çarmıhtaki ölümü idi (Matta 27:61). O’nun ölümünden ve akıttığı kanından başka hiç bir şey bunu gerçekleştiremez idi. Şu ana kadar “iyilik yapma hizmetlerini” sürdürmüş olsa idi, “tapınanın en kutsal yere yaklaşmasına engel olan perde hala yırtılmamış olarak yerinde dururdu.” İşte bu yüzden Kayin’in sunu sunan biri ve bir tapınan olarak nasıl yanlış bir temel üzerinde durduğunu anlayabiliriz. Yehova’nın huzuruna bağışlanmamış bir günahkar olarak gelmek ve “kansız bir kurban” sunmak küstahlığın en yüksek derecesi olup yalnızca bir suç olarak görülür. Evet, sunusunu üretmek için zahmete girdiği doğrudur ama bunun yararı nedir? Bir günahkarın zahmetleri günahın lanetini ve lekesini ortadan kaldırabilir mi? Sınırsız kutsallığa sahip Tanrının taleplerini tatmin edebilir mi? Bir günahkarın Tanrının önüne kabul edilebilmesi için uygun bir temel teşkil eder mi? Günahın hak ettiği ölüm cezasını bir kenara atabilir mi? Ölümün dikenini ya da ölümün zaferi olan mezarı yok edebilir mi? Bunlardan herhangi birini ya da hepsini yapabilir mi? İmkansız! “Kan dökülmeksizin bağışlama olmaz.” Kayin’in “kansız kurbanı” diğer her kansız kurban gibi yalnızca değersiz değil, ama aynı zamanda tanrısal takdir açısından gerçekten iğrenç idi. Bu davranış yalnızca insanın kendi durumu ile ilgili tam bilgisizliğini ortaya koymak ile kalmıyor ama aynı zamanda tanrısal karakterin özelliklerini de sergiliyor idi. “Tanrıya, sanki O’nun ihtiyacı varmış gibi insan eli ile hizmet edilmez.” Ama Kayin yine de Tanrıya bu şekilde yaklaşabileceğini düşündü. Ve her dindar kişi bu konuda aynı şekilde düşünür. Çağlar boyunca Kayin’i izleyen ve O’nun yaptıklarını yapan milyonlarca kişi olmuştur. Kayin’in tapınması dünyanın her yerinde çoğalarak artmıştır. Bu tür tapınma yeniden doğmamış olan her çocuğun tapınma şeklidir ve güneşin altında var olan her sahte din sistemi tarafından muhafaza edilmektedir.

İnsan “veren” olan Tanrıyı “alan” Tanrı yapmak ister, ama bu mümkün değildir. Çünkü, “vermek almaktan daha bereketlidir.” Ve şurası kesindir ki Tanrı en bereketli konuma sahip olan tek Kişi’dir. Onlara ilk veren kim idi? Tanrı şu sözlerde açıklanmış olan derin gerçeği öğrenmiş olan bir yürekten gelen en küçük armağanı kabul edebilir: “Senden almadığımız ne var ki sana karşılığını ödeyelim?” Ama insan “ilk verenin” yerini almaya cüret ettiği anda Tanrının ona yanıtı şu olur: “eğer aç olsa idim, sana mı söylerdim?” Çünkü “O’na sanki bir şeye ihtiyacı varmış gibi insan eli ile hizmet edilmez.” “Tüm varlıklara yaşamı, soluğu ve her şeyi veren O’dur.” Her şeyi veren yüce Tanrının “herhangi bir şeye ihtiyacı olması” mümkün değildir. Tanrıya verebileceğimiz tek şey övgüdür ama bunu da yalnızca tüm günahlarımızın ortadan kaldırıldığına dair tam ve net bir düşünceye sahip olarak yapabiliriz. Ve bunu yapabilmek de ancak tamamlanmış bir kefaret bilgisine sahip olarak iman aracılığı ile mümkündür.

Değerli okuyucu, burada lütfen biraz dur ve şu verdiğim ayetleri dua ederek oku. Mezmur 1; Yeşaya 1:11-18; Elçilerin İşleri 17: 22-34; okuyucu bu ayetlerin hepsinde insanın Tanrının önündeki gerçek konumu hakkındaki gerçeği ayrıntılı olarak görecek ve aynı zamanda tapınmasının uygun temelinin ne olduğunu da anlayacaktır.

Şimdi de Habil’in sunusu üzerinde düşünelim. “Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de onların yağlarını getirdi.” Yaratılış 4.4. Başka bir deyiş ile Habil Tanrıya yalnızca kurban aracılığı ile yaklaşılabileceğine dair görkemli gerçeğe iman aracılığı ile sahip oldu. Kendisinin ve günahının sonucu arasında bir günahkar olarak kendisine bir başkasının ölümünün kefaret etmesi gerektiğinin farkına vardı; Tanrının doğasının talepleri ve Karakterinin özellikleri yalnızca lekesiz bir kurbanın kanı ile tatmin olabilir idi. Tanrının taleplerini karşılamak için sunulacak olan bir kurban ve günahkarın derin ihtiyaçları! İşte kısaca söz edecek olur isek bir günahkarın vicdanının tek huzur bulacağı yer çarmıhtaki kurbanın kanı sayesinde gerçekleşir, çünkü Tanrı orada, çarmıhta tam olarak yüceltilmiştir.

Tanrısal açıdan ikna edilmiş olan her günahkar önündeki ölüm ve yargıyı hissetmek zorundadır. Ölüm günahkarın işlerine uygun olan yargıdır ve günahkar bu yazgıyı ne yapar ise yapsın değiştiremez. Çok ağır çalışabilir ve iyi işler yaparak hizmet edebilir; sözler verip antlar içebilir; yaşam biçimini değiştirebilir; dışsal bir şekilde karakterini yenileyebilir; huylarını değiştirebilir, ahlak açısından gelişme gösterebilir ve insanların kabul ettikleri şekilde söyleyecek olur isek, dindar olabilir; tam bir imana sahip olabilir, Kutsal Kitap okuyabilir, dua edebilir ve vaaz dinleyebilir. Kısaca, insan gücünün sınırları içinde var olan her şeyi ya da herhangi bir şeyi yapabilir ama yine de tüm bunlara rağmen, “ölüm ve yargı” önünde olacaktır. Ufukta toplanmış olan bu iki ağır bulutu, ölümü ve yargıyı yok etmeye gücü yetmez. O bulutlar öylece orada dururlar ve insan ne yapar ise yapsın onları uzaklaştıracak güce sahip değildir; yalnızca ölüm ve yargı anının hüzünlü beklentisini yaşayabilir. Ölüm ve yargı her zaman onun suçlu başı üzerinde sallanan kılıçlar gibi olacaktır. Bir günahkar kendi işleri aracılığı ile kendisini yaşama ve zafere yerleştiremez. Ölümün ve yargının öte yanında onlardan kurtulmak için yapmış olduğu işleri ona yarar sağlamayacaktır; bu dehşet dolu iki gerçek için yaptığı hazırlıkların hepsi boştur!

Ama her şeye rağmen işte tam bu noktada çarmıh araya girer. İkna olmuş günahkar o çarmıhta tüm suç ve tüm ihtiyacı için tanrısal bir sağlayışa bakabilir. Çarmıhta ölümün ve yargının sahneden tamamen uzaklaştığını ve onların yerine yaşam ve yüceliğin yerleştiklerini görebilir. Mesih ölüm ve yargı sorununu çözüme ulaştırmıştır; gerçek imanlı buna ikna olduğu zaman yaşam doğruluk ve yücelik ile dolar. Kurtarıcımız Mesih İsa ölümü etkisiz kılmış yaşamı ve ölümsüzlüğü Müjde aracılığı ile açığa çıkarmıştır.” 2.Timoteos 1:10. Bizi Tanrının kutsal ve yüce huzurundan sonsuza kadar ayıracak olan günahı ortadan kaldırarak Tanrıyı yüceltmiştir. O, günahı ortadan kaldırmıştır ve bu nedenle günah gitmiştir. İbraniler 9:26. Tüm bunlar Habil’in “daha üstün kurban” örneğinde ortaya konmaktadır. Habil suçlu bir günahkar olarak gerçeği bir kenara koymak gibi bir girişimde bulunmadı – her yere dönebilen ateşli kılıca ya da yaşam ağacına giden yola girmeye kalkışmadı, kansız bir kurban gibi küstah bir sunu sunmaya cüret etmedi ve Yehova’ya lanetlenmiş bir toprağın ürününü sunmadı; bir günahkarın gerçek konumunu aldı ve kendisi ve kendisinin günahları arasındaki ve günahtan nefret eden bir Tanrının kutsallığı arasına konması gereken bir kurban öldürdü. Yaptığı basit idi. Habil ölüm ve yargı hak etmiş idi ama kendisinin yerine geçip ölüm ve yargıyı üstlenen bir kurban buldu.

Bu durum, her zavallı, çaresiz, kendini mahkum eden ve vicdanı huzursuz günahkar için geçerli olan bir iyi haberdir. Mesih Habil’in yerine geçerek ona kefaret eden en üstün Kurban ve onun HERŞEYİDİR. Habil gibi biri toprağın ürününün ona asla kefaret edemeyeceğini hissedecektir. Eğer Tanrıya yeryüzündeki en iyi ürünü bile sunmuş olsa idi yine de hala günah ile lekelenmiş bir vicdana sahip olmaya devam edecek idi. Çünkü “kan dökülmeksizin bağışlama olmaz.” En iyi meyveler ve en güzel kokulu çiçekler onun vicdanındaki lekelerden tek bir tanesini bile silemezler idi. Tanrının Oğlunun mükemmel kurbanından başka hiç bir şey yüreğe ve vicdana huzur veremez. Bu tanrısal gerçeğe iman aracılığı ile sımsıkı yapışan herkes dünyanın ne verebileceği ne de alabileceği bir huzurun tadını çıkartacaklardır. Canı, bu esenliğin varlığına yerleştiren imandır. “İman aracılığı ile aklandığımız için Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile Tanrıyla barıştık.” Romalılar 5:1. “Habil iman aracılığı ile Tanrıya Kayinin sunusundan daha üstün bir sunu sundu.”

Pek çok kişinin düşündüğü gibi bu konu bir hissetme meselesi değildir. Kutsal Ruh aracılığı ile bir günahkarın canında çalışan iman tamamlanmış bir gerçeğe olan imandır. Bu iman yüreğin duygusundan ya da zihnin düşüncesinden oldukça farlı bir şeydir. Duygu, iman değildir. Zihinsel düşünce iman değildir. Bazı kişiler imanı belirli durumlarda yalnızca bir zihin düşüncesi haline getirirler. Böyle bir tutum korkutucu bir hatadır. Çünkü iman konusunu insani bir konu haline getirir, oysa iman gerçekten tanrısaldır. İman insan seviyesine indirilemez çünkü iman gerçekten Tanrıdan gelir. İman bu günün ya da yarının bir konusu değildir. İman Tanrının Kendisine benzetebileceğimiz sonsuz bir kaynaktan çıkan bozulmaz bir ilkedir. Tanrının gerçeğini temel alır ve canı Tanrının huzuruna koyar.

Yalnızca duygu ve duygusallık çıkmış oldukları kaynağın üzerine asla yükselemezler ve bu kaynak benliktir. Ama iman Tanrı ve O’nun sonsuz sözü ile ilgilidir ve iman onu veren Tanrı ile birlikte sahip olduğu yüreği bağlayan diri bir hattır. İnsan duyguları ne kadar yoğun olur ise olsun, insan duygusallıkları ne kadar rafine olurlar ise olsunlar canı Tanrı ile birbirine bağlayamazlar. Onlar tanrısal olmadıkları gibi sonsuz da değildirler. Yalnızca insani ve gözden kaybolan şeylerdir. Yunus’un öyküsündeki bir gecede ortaya çıkan ve bir gecede kaybolan kene otuna benzerler. İman böyle değildir. Bu değerli ilke çıktığı kaynağın ve ilgisi olan objenin tüm değerine, tüm gücüne ve tüm gerçekliğine paydaş olur. Canı aklar; (Romalılar 5:1) yüreği saf kılar; (Elçilerin İşleri 15:9) sevgi aracılığı ile işler; (Galatyalılar 5:6) dünyayı yener (1.Yuhanna 5:4). Duygular ve duygusallık asla böyle sonuçlar başaramazlar; onlar doğaya ve yeryüzüne aittirler; iman ise Tanrıya ve gökyüzüne aittir. Duygular kendileri ile ilgilenirler, iman ise Mesih ile ilgilenir; duygular içe ve aşağı doğru bakarlar; iman ise dışarı ve yukarı doğru bakar; duygular canın karanlık ve kuşku içinde kalmasına neden olurlar, iman ise ışığa ve esenliğe götürür. Duygular insanın inip çıkan duyguları ile ilgilenirler; iman ise Tanrının değişmez gerçeği ve Mesih’in sonsuza kadar kalıcı doğruluğu ve kurbanı ile ilgilenir.

İman, hiç kuşkusuz ruhsal duygular ve gerçek duygusallıklar üretecektir. Ama imanın ürünlerinin “imanın kendisi” ile asla bir tutulmamaları gerekir. Ben ne duygular ne de iman duyguları aracılığı ile aklanmadım; yalnızca iman aracılığı ile aklandım. Ve bu neden böyle oldu? Çünkü Tanrı konuştuğu zaman iman O’na inanır, O’nun sözüne tam güvenir. O’nun, Rab İsa Mesih’in tamamladığı işi ve kişiliğinde Kendisini açıkladığını kavramıştır. Bu, yaşam, doğruluk ve esenliktir. Tanrıyı olduğu gibi kavramak mevcut ve sonsuz her bereketin özetidir. Can, Tanrıyı bulduğu zaman burada ve buradan sonraki olası her ihtiyacını bulmuştur. Ama Tanrı yalnızca Kendi açıklaması aracılığı ile bilinebilir ve Kendisini iman aracılığı ile bildirir, iman, ayrıca her zaman tanrısal açıklamayı kendi uygun objesi olarak görür.

Böylece şimdi bu yazdıklarımızdan sonra bir ölçüde şu ifadenin anlamını ve gücünü kavrayabiliriz: “Habil’in Tanrıya Kabil’den daha iyi bir kurban sunması iman sayesinde oldu.” İbraniler 11:4. Kayin’in imanı yoktu ve bu yüzden Tanrıya kansız bir kurban sundu. Habil imana sahip idi ve bu yüzden hem kan hem de yağ sundu; bunlar yaşamın sunumunu ortaya koyan örneklerdir ve Mesih’in kişiliğinin üstünlüğünü ortaya koyarlar. Kan yaşamın yağ ise Mesih’in üstün kişiliğinin örnekleridirler. Musa’nın düzeni altında hem kanın hem de yağın yenmesi yasaklanmış idi. Kan yaşamdır ve yasa altındaki insan yaşam ünvanına sahip değildir. Ama Yuhanna altıncı bölümde bize öğretilen şudur: Kandan yemedikçe içimizde yaşama sahip olamayız. Yaşam, Mesih’tir. O’nun dışında hiç bir yerde yaşam kıvılcımı mevcut değildir. Mesih’in dışındaki HER ŞEY ölümdür. “Yaşam O’nda idi ve başka hiç kimsede değil idi.

Ve O geldi ve çarmıhta Yaşamını verdi ve Kutsal Olan lanetli ağaca çivilendiği zaman günahı kendi bedeninde yüklendi.  Bu neden le yaşamını verir iken bedenine yüklenmiş olan günahı da ortadan kaldırdı; mezardan zafer ile dirilir iken günahı da mezarda bıraktı. Yeni bir yaşamın gücü ile dirildi ve kanı ve ile bizi akladı ve bize Kendi doğruluğunu verdi. Bu konu bize kutsal Rabbimizin dirilişinden sonra söylediği ifadeyi anlamamız için yardımcı olacaktır. “Gördüğünüz gibi, bir ruh ete ve kemiğe sahip değildir. Rabbimiz, “ete ve kana” demedi, çünkü dirilir iken kutsal kişiliğinde günah uğruna bir kefaret olarak çarmıhta akıtmış olduğu kan üzerinde değil idi. “Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Ben onu size sunakta kendinizi günahtan bağışlatmanız için verdim. Kan yaşam karşılığı günahı bağışlatır.” Levililer 17:11. Bu noktaya yakından bakacak olur isek Mesih’in ölümü aracılığı ile ortadan kaldırılmış olan günahın gücünden kurtarılmış olan canlarımızın derinliklerinde olumlu olarak etkilendiğini görürüz. Ve bu görkemli gerçeklik ile ilgili duygunun canlarımızda derinleşmesi aracılığı ile esenliğimiz de daha tam olarak bina edilir, çünkü aklandığımız ne kadar çok anlar isek esenliğimiz de o ölçüde artacaktır. Ve tanıklığımız ve hizmetimiz ile bağlantılı olan Mesih’in yüceliği de bu şekilde daha etkin hale gelecek güce kavuşacaktır.

Habil ve Kayin’in öyküsünde daha önce de çok ilginç ve değerli şu noktadan söz etmiş idik. Ve bu nokta her birinin sunmuş olduğu sunu ile kimliklerini ortaya koymuş olmaları idi. Değerli okuyucunun bu noktaya çok dikkat etmesi gerekir. Her iki durumda da mesele sunuyu sunan kişinin kişiliği hakkında değil idi; mesele tamamen sunduğu sununun özelliği ile ilgili idi. Bu yüzden Habil hakkında “Tanrının onun sunusunu kabul ettiğini” okuruz. Rab, Habil’i ayrı ve sunusunu ayrı olarak kabul etti. Ve bu durum çok belirgin bir şekilde bir imanlının Tanrının önündeki esenliğinin ve kabul edilişinin uygun zeminini kesin olarak ortaya koyar.

Yürekte sürekli olarak şöyle bir eğilim mevcuttur; esenliğimizi ve kabul edilişimizi içimizde ya da bizimle ilgili bir şey üzerine bina etmek. Ama yine de bu şeyin Kutsal Ruh aracılığı ile işlendiğini kabul ederiz. Bu yüzden Kutsal ruh her zaman dışarda bir şeylere bakmamızı söylemesine rağmen bizde sürekli içimize bakmak gibi bir eğilim vardır. Oysa her imanlının “ben neyim?” sorusuna değil, “İsa nedir?” sorusuna karşılık araması doğru olandır. İmanlı “İsa’nın adı ile” Tanrıya geldikten sonra O’nun ile tamamen özdeşleşir ve O’nun adı ile kabul edilir. Ve ayrıca Adı ile gelmiş olduğu Kişi sayesinde bir daha artık asla reddedilemez. En zayıf imanlı hakkında bile bir soru sorulmadan önce bu sorunun Mesih’in Kendisine sorulması gerekir. Ama elbette Mesih’in Kendisine herhangi bir soru sorulması imkansızdır ve bu sayede imanlının güvenliği hiç bir şeyin asla hareket ettirmesinin mümkün olmadığı mükemmel bir temel üzerinde bina edilmiştir. Kendi içinde zavallı ve çaresiz bir günahkar olan kişi Mesih’in adına sahip olmuş ve O’nun ile özdeşleşmiştir, Mesih’te kabul edilmiştir ve Mesih’in yaşamına sahiptir; Mesih nasıl ise imanlı da öyledir. Tanrı imanlıya bakmaz, ona armağan ettiği Kişi’ye bakar ve bu armağan söz ile anlatılamaz armağan olan Mesih’tir. TÜM BUNLAR son derece sakinleştiren ve rahatlatan gerçeklerdir. İmanın verdiği güvence ile her itiraza ve itiraz eden kişiye Mesih’i ve O’nun tamamladığı kefaret işini işaret edecek gücümüz olması bizim mutlu ayrıcalığımızdır. TÜM kaynaklarımız Mesih’tedir. Tüm gün boyunca Mesih ile övünürüz. Kendimize güvenmeyiz ve bizim için her şeyi tamamlamış olan O’na güveniriz. O’nun adına sımsıkı yapışırız, O’nun tamamladığı işe güveniriz, O’nun kişiliğine bakarız ve O’nun gelişini bekleriz.

Ama dünyasal zihin bir imanlının yüreğine böylesine büyük sevinç veren ve onun yüreğini böyle harika bir şekilde tatmin eden bu gerçeğin tümüne karşı büyük bir düşmanlık sergiler. İşte Kayin’in zihni de bu tür bir durum yaşadı. “Kayin çok öfke duydu ve suratını astı.” Habil’in yüreğini esenlik ile dolduran şey, Kayin’in yüreğini öfke ile doldurmuş idi. Kayin imansızlık etmiş ve bir günahkarın Tanrıya gelebileceği tek yolu küçük görmüş idi. Kan dökülmeden bağışlama olamaz idi, ama Kayin kan sunmayı reddetti. Ve sonra günahlarının içinde olduğu için Kayin kabul edilmedi, ama Tanrının armağanını alan Habil kabul edildi diye “öfke duydu ve suratını astı.” Ama başka türlü olması nasıl mümkün olabilir idi? Ya günahları ile kabul edilecek idi ya da günahları olmadan kabul edilecek idi. Ama Tanrının onu günahları ile kabul etmesi mümkün değil idi ve kendisine kefaret edebilecek tek şey olan kanı getirmemiş idi. Ve bu yüzden Kayin reddedildi ve reddedilmiş olarak bozuk dinin ürünleri olan yollar sergiledi. Kabul edilmiş ve aklanmış insan olan iman eden kişiye zulüm etti ve onu öldürdü. Ve böyle yapmasının sonucu olarak da her çağdaki tüm sahte inanç sahiplerinin ya da dincilerin bir modeli ve önderi olarak görülür. Tüm çağlarda ve tüm yerlerde insanlar kendilerini herhangi bir alandan daha çok din alanında zulüm etmeye hazır kişiler olarak göstermişlerdir. Aynı Kayin örneğinde olduğu gibi. Aklanma – tam, mükemmel ve kusursuz aklanma yalnızca iman aracılığı ile gerçekleşir ve Tanrıyı her şey, insanı ise hiç bir şey yapar. Ve insan bu durumdan ya da bu gerçekten hoşlanmaz. Yüzü asılır ve öfkesini ortaya koyar. Ancak öfkesi konusunda herhangi bir neden bulup da bunu söyleyemez; çünkü daha önce de görmüş olduğumuz gibi mesele insan ile ilgili bir mesele değildir; mesele yalnızca insanın Tanrının önünde hangi temel üzerinde göründüğüdür. Eğer Habil kendi temeli üzerinde kabul edilmiş olsa idi o zaman gerçekten de Kayin’in öfkesi ve suratının asılması için haklı bir neden var olmuş olacak idi, ama daha önce de görmüş olduğumuz gibi Habil’in kabul edilişinin temeli kendisi değil, Tanrıya götürdüğü sunu idi. Bu gerçek Yehova’nın Kayin’e söylediği şu sözler ile ortaya konur: “Eğer doğru olanı yapsan, (ya da eğer doğru sunu sunsan [orthos prosenegkes, ὀρθῶς προσενέγκῃς],”) seni kabul etmez miyim?” Yaratılış 4:7. Burada neyin doğru olduğu sunulan sununun ne olduğu ile ilgilidir. Habil kendisini kabul edilebilir bir kurban arkasına gizlemek ile doğru olanı yaptı. Kayin ise kanı dökülmeyen bir sunu ile yanlış olanı yaptı ve bundan sonraki tüm davranışları yalnızca yanlış sunusunun ya da tapınmasının sonucundan başka bir şey değiller idi.

“Kayin, kardeşi Habil’e, ‘Haydi, tarlaya gidelim’ dedi. Tarlada birlikte iken kardeşine saldırıp onu öldürdü.” Yaratılış 4:8. Ve bu durum o günden sonra hep aynı şekilde devam etti; Kayinler Habillere zulüm ettiler ve onları öldürdüler. Tüm çağlarda insan ve insanın dini aynı olmuştur. İman ve iman inancı aynıdır. Ve iman ve din nerede karşılaşırlar ise karşılaşsınlar, aralarında her zaman çatışma olmuştur.

Ama yine de Kayin’in cinayet eyleminin sahte tapınmasının sonucu olan sahte ürünün bir sonucu olduğunu görmekte yarar vardır. Kayin’in temeli kötü idi ve yanlış temel üzerine bina ettiği sunu da kötü oldu. Buna rağmen cinayet eyleminin ardından Tanrıya karşı içten davranmadı; bu yüzden Tanrının yargısını duyduğu zaman Tanrının nasıl olduğunu bilmediği için bağışlanma konusunda umutsuzluğa düştü ve O’nun bereketli huzurundan uzak kalacağını düşünerek O’nun huzurundan ayrıldı, Nod topraklarına yerleşti ve orada bir kent kurdu ve ailesi sürü sahibi göçebelerin atası, lir ve ney çalanların atası ve tunç ve demirden kesici aletler yapanların atası oldular. Kayin, tanrısal karakter hakkında bilgi sahibi olmadığı için günahının bağışlanamayacak kadar büyük olduğunu duyurdu.   1 Burada önemli olan nokta Kayin’in günahının ne olduğunu gerçekten bilmeyişi değil, Tanrıyı tam olarak tanımayışı idi. Tanrının yenmemesi için uyardığı meyvenin yenmesi sonucu ortaya çıkan düşüşü sergiledi. Bağışlanma istemedi, çünkü Tanrıyı istemedi. İçinde bulunduğu koşulların tam olarak farkında değil idi; Tanrının ardından gitmedi; bir günahkarın Tanrıya yaklaşma temeli hakkında doğru düşünceye sahip değil idi. Kayin kökten bozuk idi – temelden hatalı idi ve tüm istediği Tanrının huzurundan ayrılmak ve kendisini dünyada ve dünyanın ardından gittiği şeyler içinde kaybetmek idi. Tanrı olmadan da çok iyi yaşayabileceğini düşündü ve dünyayı elinden geldiğince daha saygın bir yer haline getirmek için onu dekore etmeye koyuldu ve aklı sıra kendisini bu şekilde saygın bir kişi haline getirebileceğini düşünüyor idi. Ama Tanrının bakış açısına göre Kayin lanet altında idi hem bir kaçak hem de bir aylak idi.

Kayin’in yolu böyle idi ve şu anda milyonlarca kişi aynı yolda hızla yürümekteler. Bu tür kişiler karakterlerindeki inanç unsurundan hiç bir şekilde mahrum kalmış değildirler. Tanrıya bir şey sunmaktan hoşlanırlar; O’nun için bir şey yapmak isterler. O’nun huzuruna kendi zahmetlerinin sonucu olan ürünü sunarak çıkmayı arzu ederler. Kendileri hakkında bilgileri yoktur ve Tanrı hakkında da bilgisizdirler. Ama yine de dünyayı geliştirmek için çok gayretli bir çaba sarf etmekten geri durmazlar ve yaşamı çeşitli şeyler yaparak kabul edilebilir hale getirmeye çalışırlar, sahneyi en uygun renklere boyamaya uğraşırlar. Tanrının sunduğu “temizleme” çözümünü reddederler ve dünyayı kendi çabaları ile geliştirmek isterler. İşte bu “Kayin’in yoludur.” Yahuda 11.

Ve değerli okuyucu, bu “yolun” hali hazırdaki zamanda ne kadar üstün olduğunu görmek için çevrenize bakmanız yeterlidir. Lekeli dünya Habil’in sunusunun kanından “çok daha üstün ve değerli” bir kan ile yıkanmış olmasına rağmen aynı Kayin’in zamanındaki gibi yanlış bir yoldan yürüyor olmak ve bu şekilde kabul edilmeye çalışmak ne kadar acıdır; “lir ve ney” enstrümanlarının sesleri hiç kuşkusuz insanın kulağına Habil’in kanının seslenişini işittirmektedir; bu yüzden artık insanın kulağı Golgota’daki çarmıhtan gelen sesler ile dolmalıdır ve insanın gözleri çarmıha gerilmiş Mesih’ten başka bir şey görmemelidir. İnsan zihninin düşünceleri insan benliğinin gayret ile özlem duyduğu tüm meyveleri üreten bir dünya ile ilgilidir. Ve bir insanın bir yaratık olarak gerçek ihtiyaçlarının yalnızca gözü ile gördüğü ve yüreği ile arzu ettiği olduğu zannedilir. Ve yaşamın bunlar olmadığı takdirde tahammül edilmez olduğu düşünülür. Bu nedenle, örneğin, birkaç yıl önce insanlar yüz elli kilometrelik bir yolculuğu tamamlamak için üç ya da dört gün ayırmaya razı iken, şimdi bunu çok daha kısa sürede yapabilmektedirler ve yalnızca bu kadar da değil, eğer yalnızca beş ya da on dakika geç kalacak olsalar üzülür ve şikayet ederler. Aslında insanın yaşama zahmetinden kurtarılması gerekir. İnsanın hiç yorulmadan yolculuk etmesi gerekir, haberleri sabretmeden hemen işitmesi gerekir. İnsan “artık denizin olmayacağı” 2 o parlak ve görkemli çağa ulaşmak için kendi yolları ile hareket ederek yeryüzüne demir raylar döşemiş ve denizin altına elektrik kabloları yerleştirmiştir, tüm bunları kendi beklentisine göre ve kendi yolu ile yapar.

Tüm bunlara ek olarak sözde inanç olarak adlandırılan din bolluğu mevcuttur. Ama ne yazık ki hayır severliğin kendisi bile dinin, insanın iç rahatlığı ve insanın yüceltilmesi için insan tarafından oluşturulmuş olan boş ve işe yaramaz bir makinenin vidası olmasına engel olamaz. İnsan düşüncesine göre insan dinsiz var olamaz; böyle bir durum saygın bir durum olmayacaktır. Ve bu nedenle insan zamanının bir bölümünü dine adamaya razıdır ya da düşündüğü ve konuştuğu şekilde dini dünyadan sonraki yaşamı için ilgilenmesi gereken bir olgu olarak kabul etmiştir. Dinden sonra kendisini ve zamanını kalıcı olmayan ilgi alanlarına adar. Ama şimdiki zaman ya da sonsuzluk için çalışıyor da olsa bunu aslında hep “kendisi” için yapar. İşte “Kayin’in yolu” budur. Okuyucum bu konu üzerinde lütfen iyi düşünsün. Bu yolun nerede başladığını, nereye doğru devam ettiğini ve nerede sona ereceğini anlasın.

Ama iman adamının yolu bu yoldan ne kadar da farklıdır! Habil laneti hissetti ve buna sahip çıktı, imanın kutsal enerjisi sayesinde günahın lekesini gördü ve sunuyu sunması gereken şekilde yani tanrısal talebe uygun olarak sundu. Sığınağını Tanrının Kendisinde aradı ve O’nda buldu. Ve yeryüzünde bir kent inşa etmek yerine yeryüzünün bağrında mezardan başka bir şey bulmadı. Yeryüzünün doğru bir adamın kanı ile lekelenmiş yüzeyinde Kayin’in ve ailesinin zekası ve enerjisi kendisini gösterdi. Dünya insanı bunu hatırlasın ve Tanrı insanı da bunu hatırlasın ve dünyasal zihne sahip imanlı da bunu hatırlasın. Bu gün üzerinde bulunduğumuz yeryüzü Tanrının Oğlunun kanı ile lekelenmiştir. Kiliseyi aklamış olan bu kan dünyayı mahkum etmektedir. İsa’nın çarmıhının karanlık gölgesi iman gözü aracılığı ile bu dünyanın tüm parlaklığı üzerinde hüküm sürmektedir. “Bu dünyanın görkemi yavaş yavaş sona ermektedir.” Çok yakında tamamen ortadan kaybolacaktır. İçinde yaşadığımız günlerde bu açıkça görülmektedir. “Kayin’in yolunu” “Balam’ın hatası” izleyecektir. “Vay onların haline, çünkü Kayin’in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Balam’ınkine benzer bir  yanılgıya kaptırdılar. Korah’ınkine benzer bir isyanda mahvoldular. Sevgi şölenlerinde sizin ile birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler birer kara lekedir. Onları sonsuza kadar sürecek koyu karanlık bekliyor.” Yahuda 13. “Dipsiz derinlikler” kötüleri yutmak için ağızlarını açacaklar ve onları bu koyu karanlık içinde hapsetmek için ağızlarını kapatacaklardır.

Bu satırların tam olarak onaylandığı önceki satırlarda gözlerimizi 5.bölümün içeriğine çevirebilir ve orada insanın zayıflığının ve ölümün egemenliğine boyun eğişinin aydınlatıcı kaydının içeriğini okuyabiliriz. İnsan yüzlerce yıl yaşayabilir ve kız ve erkek evlatlar dünyaya getirebilir, ama sonundaki kaydı her zaman “öldü” olacaktır. Ölüm Adem’den Musa’ya kadar hüküm sürmüştür. İnsanın ölümü bir kez olarak belirlenmiştir. İnsanoğlu bu durumun üstesinden gelemez. İcatları ile ya da zekasının herhangi yararlı bir sonucu ile günahın bu korkunç dikeni olan ölümden kendisini kurtaramaz. Kendi enerjisinin gücü ile ölüme olan mahkumiyetinden kurtulamaz; yaşamı için rahatlıklar ve lüksler üretebilse de ölüm karşısında yenik düşecektir.

Ama bu garip ve tehdit edici ölüm nereden gelmektedir? Bu sorunun yanıtını bize Pavlus yazmıştır: “Günah bir insan aracılığı ile ve ölüm de günah aracılığı ile dünyaya girdi.” Romalılar 5:12. Ölümün orijinini bu ayette görürüz. Ölüm günah aracılığı ile geldi. Günah yaratığı diri Tanrıya bağlayan hattı koparttı ve durum böyle olunca insan ölümün egemenliğine teslim edildi ve insanın bu boyunduruğu silkinip üzerinden atacağı gücü yok idi. Ve işte burada da gözlemlediğimiz gibi insanın Tanrı ile buluşmak için hiç bir gücü yok idi; burada bu gerçeğin pek çok kanıtlarından birini görüyoruz. Yaşam gücü dışında Tanrı ve insan arasında hiç bir paydaşlık mümkün olamaz. Ama insan ölümün gücü altındadır, bu yüzden doğal temeller üzerinde paydaşlık teşkil edilemez. Yaşam ölüm ile paydaşlık kuramaz, karanlık ışık ile paydaşlık kuramaz ya da kutsallığın günah ile paydaşlığı olamaz. İnsanın Tanrı ile tamamen farklı yepyeni bir alanda buluşması gerekir ve bu adı iman olan yeni bir ilke ile gerçekleşebilir. Ve bu iman kişinin “günaha tutsak” olduğu konumunun farkına varması için güçlü kılar, işte bu sayede insan ölüme mahkum iken aynı zamanda iman sayesinde Tanrının karakterini kavrayabilir, ölümün gücünün çok ötesinde bulunan yeni bir yaşamın farkına varabilir; bu yaşama düşman asla dokunamaz ve bu yaşam da Mesih’teki bizden asla geri alınmaz.

İmanlının yaşamının güvencesini kesin kılan dirilmiş ve yüceltilmiş Mesih’tir – bize karşı olabilecek her şeyin üzerinde zafer kazanmış olan yüce Mesih! Adem’in yaşamının temeli kendi itaati üzerinde idi; itaatsizlik ettiği zaman yaşamını kaybetti. Ama Mesih Kendisinde yaşam olduğu için ya da Kendisi Yaşam olduğu için bu dünyaya geldi ve insanın günahının tüm koşullarını mümkün olan her şekilde ölüme boyun eğerek ölümü yendi ve ölümün gücünü kırdı ve yok etti; dirilişi ile O’nun en üstün ad olan adına iman eden herkese yaşam ve doğruluk oldu.

Şimdi şeytan bu yaşamın ne kaynağına, ne kanalına, ne gücüne hiç bir şekilde dokunamaz, bu imkansızdır!

İşte bu nedenle bu harika yaşama yani Mesih’e sahip olan biri için yukarda belirtilen o korkunç karanlık sahne tamamen değişmiştir ve bunu bir anlamda şu sözler ile de ifade edebiliriz; “yaşamın ortasında ölümün içindeyiz.” Dirilmiş bir Mesih’in sunduğu halkı için ölüm hiç bir alanda mevcut değildir. Nasıl mevcut olabilir ki? Yaşam ölümü yutmadı mı? Yutulmuş olan ölüm aynı zamanda aynı kişiler için var olması imkansız bir şeydir. Çünkü Tanrının sözü bize yaşamın ölümü yuttuğunu söyler. Mesih ölüm sahnesini ortadan kaldırmıştır ve onun yerini yaşam ile doldurmuştur ve bu yüzden imanlının önünde bulunan ölüm değildir; ölüm sonsuza kadar imanlının arkasında kalmıştır, imanlının önünde yalnızca yücelik vardır. İmanlının geleceği bulutsuz yücelik ile, tam yücelik ile doludur. Evet, “İsa’da uyuyarak” uyuyacağı doğrudur- ancak bu asla ölüm değildir; “yaşamın ta kendisine kavuşmaktır.” Mesih ile birlikte olmak için bu dünyadan ayrılmak imanlının harika umudunu asla değiştiremez; imanlı sonsuza kadar O’nun ile birlikte ve O’nun gibi olmak üzere havada Mesih ile buluşacaktır.

Bu konu ile ilgili olarak Hanok örneğinde çok güzel bir açıklama vardır; Hanok Yaratılış 5.bölümdeki kural dışı olan tek kişiyi teşkil eder. Kural, “o öldü” dür ve istisna “o ölüm görmeyecek” tir. Hanok iman aracılığı ile ölümü tatmaması için yukarı alındı. Kimse onu bulamadı. Çünkü Tanrı onu yukarı almış idi. Yukarı alınmadan önce Tanrıyı hoşnut eden biri olduğuna tanıklık edildi.” İbraniler 11:5. Hanok “Adem’den sonra yedinci idi” . Ve ölümün yedinci üzerinde zafer kazanamadığını görmek çok ilginçtir. Ama bu olayda duruma Tanrı müdahale etti ve Hanok aracılığı ile Kendisinin ölümün tüm gücü üzerinde sahip olduğu görkemli zaferini sergiledi. Altı kez ard arda “öldü” cümlesini okuduktan sonra yedincinin ölmediğini okumak yüreği sevindirir. Ve bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğumuz zaman alacağımız yanıt “iman sayesindedir.” Hanok yukarı alınana kadar iman ile yaşadı ve üç yüz altmış beş yıl boyunca Tanrı ile yürüdü. Bu özelliği pratik olarak kendisini çevredekilerden ayrı kıldı. Tanrı ile birlikte yürümek insanı bu dünyanın düşüncelerinin dışına çıkartmak için gereklidir. Hanok bunun farkına vardı, çünkü onun zamanında dünyanın ruhu sergileniyor idi ve sonra aynı zamanda şimdi olduğu gibi Tanrıdan olan her şeye karşı olmak gibi bir tutum mevcut idi. İman adamı bu dünya ile sabırlı bir tanık olmaktan başka hiç bir işi olmadığını hissetti; o Tanrının lütfu altında idi ve gelecek olan yargıdan korunuyor idi. Kayin’in oğulları enerjilerini lanetlenmiş bir dünyayı geliştirmek uğruna boşu boşuna harcayabilirler idi, ama Hanok daha iyi bir dünya buldu ve onun gücü içinde yaşadı. 3 Hanok’un imanı ona dünyayı geliştirmesi için değil ama Tanrı ile yürümesi için verildi.

Ve, ah! Şu üç sözcüğün içinde ne kadar da çok anlam yer almaktadır. “Tanrı ile yürüdü!” Dünyadan tam bir ayrılık ve kendini inkar etmek! Nasıl bir kutsallık ve nasıl bir ahlak saflığı! Nasıl bir lütuf ve nasıl bir yumuşak huyluluk, nasıl bir alçak gönüllülük ve şefkat! Ve yine de nasıl da gayretli bir enerji! Nasıl bir sabır ve tahammül! Ve yine de nasıl bir sadakat ve ödün vermeyen bir kararlılık! Tanrı ile yürümek aktif ya da pasif olsun tanrısal yaşamın içindeki her şeyi içermektedir. Buna Tanrının Kendisi hakkında yapmış olduğu açıklama da dahildir. Aynı zamanda O’nun ile içinde bulunduğumuz ilişkiyi de kapsar. Tanrı ile yürümek yalnızca kurallar ve düzenlemelerden oluşmaz. Eylem planları ya da şunun veya bunun koşulları da Tanrı ile yürüme konusuna dahil değildir. Tanrı ile yürümek bu söylenenlerin herhangi birinden ya da hepsinden çok daha fazlasıdır. Ayrıca Tanrı ile yürümek bizi bazen eğer Tanrı ile yürümüyorlar ise insanlar ve hatta kardeşlerimizin düşüncelerine karşı olan bir konuma dahi getirebilir. Bazen böyle davrandığımız zaman gereğinden fazlasını yapma sorumluluğunu da üstlenebiliriz. Bazı zamanlarda ise bu yüzden gereğinden daha azını yaptığımızı düşünebiliriz. Ama kişiyi Tanrı ile yürüme konusunda güçlendiren iman, aynı zamanda kişiyi uygun değerli düşünceler elde etme yararı da sağlar.

Böylece Habil ve Hanok’un imanın temel olarak dayandığı kurban hakkında en değerli düşünceye sahip olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda umudun beklediği yücelik konusunda da bilgilerinin olduğunu anlıyoruz. “Tanrı ile yürümek” bu iki nokta arasındaki asıl yaşama ait tüm ayrıntıları içine alır. “Rab lütuf ve yücelik verecektir.” Ve var olan lütuf ve gelecek olan yücelik arasında şu mutluluk veren güvence yer alır. “Çünkü Rab Tanrı dürüstçe yaşayanlardan hiç bir iyiliği esirgemez.” Mezmur 84:11.

Bize kutsal yazılarda bildirilen şudur: “Çarmıh ve Rabbin gelişi kilisenin dünya üzerindeki varlığının sonunu teşkil edecek olan olaylardır ve bu son Habil’in sunduğu kurbanda ve Hanok’ın yukarı alınmasında ön örnek olarak ifade edilir. Kilise Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile tamamen aklandığını bilir ve O’nun geleceği ve kendisini yukarı alacağı günü bekler. “Ama biz aklanmanın verdiği umudun gerçekleşmesini Ruh’a dayanarak iman ile bekliyoruz.” Galatyalılar 5:5. Kilise sahip olduğu doğruluk için beklememektedir; bu doğruluğa lütuf aracılığı ile zaten sahiptir, ama kendisine sunulmuş olan koşula uygun bir şekilde ait olan umudu beklemektedir.

Okuyucumun bu konu hakkında net bir bilgiye sahip olmayı istemesi gerekir. Peygamberliğe özgü gerçek ile ilgili bazı açıklamalar kilisenin özel yerini, payını ve umudunu görmedikleri için üzücü hatalar yapmışlardır. Kilisenin uygun ve tek umudu olan “parlak sabah yıldızı” çevresinde pek çok koyu bulutlar ve kalın sisler oluşturmuşlardır ki, şu anda pek çok kutsal “kanatlarındaki şifa ile yükselecek olan Doğruluk Güneşini” (Malaki 4), İsrail’in Tanrıdan korkan halkı üzerinde yükseleceğini göremez gibidirler. Hepsi bu kadar da değil. Mesih’in kilisesine görüneceği anın gerçekleşmesinden önce vuku bulacak olaylar ve koşullar ile ilgili verilen yanlış öğretişler nedeni ile pek çok imanlı Mesih’in ikinci gelişi hakkındaki umudun ahlaki gücünden yoksun bırakılmışlardır. Yahudilerin yenilenmesi, Nebukadnezzar heykelinin gelişimi, insana günahın açıklanması ve tüm bu şeylerin Mesih’in gelişinden önce yer alması gerektiği gibi bir sanı muhafaza edilmiştir. Bunun doğru olmadığı Yeni Antlaşma’da yer alan pek çok bölümden kanıtlanabilir.

Kilise aynı Hanok gibi etraftaki kötüden ve gelecek olan kötüden uzaklaştırılacaktır. Hanok dünyadaki kötülüğün arttığını görmeden yukarı alındı ve Tanrının yargısı dünyanın üzerine indi. Hanok “ne gökyüzünün pencerelerinin açıldığını gördü” ne de büyük ve derin su kaynaklarının fışkırdığını! Tüm bu olaylar olmadan önce Hanok yukarı alındı ve aynı durumu yaşayacak olan kişilere güzel bir örnek olarak iman gözü ile gören herkesin önündedir. “İşte size bir sır açıklıyorum. Hepimiz ölmeyeceğiz, son borazan çalınınca hepimiz bir anda göz açıp kapayana kadar değiştirileceğiz.” 1.Korintliler 15:51,52. Hanok’un umudu ölüm değil, yukarı alınmak idi ve elçi de kilisenin umudu hakkında şu kısa ifade ile açıklamada bulunur: “Göklerden gelecek olan Oğul’u bekleyeceğiz.” 1.Selanikliler 1:10. Bu ifadeyi her imanlı kolayca anlayabilir ve bu nedenle sevinç duyabilir. Bu gerçeğin gücü bir ölçüde tecrübe edilebilir ve gösterilebilir. İmanlı bu konu ile ilgili peygamberliği çok derinlemesine inceleyemeyebilir, ama Tanrıya övgüler olsun ki kilise olan o göksel bedenin bir üyesi olarak uygun ve haklı bir şekilde kendisine ait olan o göksel umudun yücelten ve ayrıcalıklı kılan değerini, gerçekliğini, huzurunu ve gücünü tadabilir; umut bulunduğu yerde ne kadar kutsal olur ise olsun yalnızca “Doğruluk Güneşini” değil, ama “parlak sabah yıldızını” görmektir. Vahiy 2:28. Nasıl doğal dünyada güneş doğmadan önce onun doğuşunu izleyenler sabah yıldızını görüyorlar ise aynı şekilde Mesih de sabah yıldızı olarak İsrail’in geri kalan halkı Güneş’in ışınlarını göremeden önce Kilise tarafından görülecektir.


1. Kayin tarafından kullanılan “byaphethenai” sözcüğünün aynısının Mezmur 32:1 ayetinde de kullanıldığını görürüz; “suçu Rab tarafından sayılmayana= bağışlanana”.

2. Rabbin tüm bu şeyleri Kendi lütufkar amaçlarını kullanmak için uyguladığı doğrudur. Ve aynı zamanda Rabbin hizmetkarı da onları özgür bir şekilde kullanabilir ama bu durum onları ortaya çıkaran ve özelliklerini veren ruhu görmemize engel olmaz.

3. Burada aşikar olarak belirtilen şudur; Hanok “her iki dünyanın da tadını çıkartmak” hakkında hiç bir şey bilmiyor idi. Hanok için var olan dünya tek idi. Aynı şeyin bizler için de geçerli olması gerekir.

Yaratılış 6 — Yaratılış 9

Kitabımızda şimdi çok derin bir anlama sahip olan ve güçlü bir şekilde ifade edilen bir bölüme gelmiş bulunuyoruz. Hanok sahneden alınmıştır. Hanok’un bir yabancı olarak yeryüzündeki yürüyüşü göğe alınması ile sona ermiştir. Hanok insanların kötülüğü had safhaya alınmadan önce yukarı alındı ve bu nedenle Hanok gelecek olan tanrısal yargıdan etkilenmedi. Altıncı bölümün ilk iki ayetini okuduğumuz zaman Hanok’un dünya üzerindeki etkisinin ve yukarı alınmasının ne kadar küçük bir etki yarattığını görürüz. “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı. Kızlar doğdu. İlahi varlıklar (İbranice’de Tanrı oğulları) insan kızlarının güzelliğini gördükleri zaman beğendikleri ile evlendiler. “ Yaratılış 6: 1-2.

Tanrıdan olan ile insan dan olanın bu birleşimi kötülüğün özel bir biçimidir ve şeytanın elinde Mesih’in yeryüzündeki tanıklığını etkilemek için çok etkili bir araçtır. Bu karışım sık sık çok arzu edilen bir şeyin karışımı haline gelebilir ve genellikle Tanrıya ait daha geniş bir duyuru gibi görünebilir – tanrısal bir etkinin daha tam ve daha canlı bir dışa vurumu; üzülmekten çok sevinilecek bir şey. Ama bizim bu konu hakkındaki yargımız tamamen kutsal yazıların bakış açısına bağımlı olacaktır. Eğer bu konuya Tanrının huzurunun ışığında bakacak olur isek Tanrı oğullarının bu dünyanın çocukları ile birleşmelerinin ya da Tanrının gerçeğinin insan birleşmesi ile bozulmasının kazanılmış bir avantaj olduğunu düşünmemiz mümkün değildir. Böyle bir birleşim duyurulan gerçeğin tanrısal yöntemi değildir. Yeryüzünde O’nun tanıklarının yerini almak tanrısal bir konu olamaz. Tanrının ilkesi tüm kötülükten ayrılmaktır ve bu ilke gerçeğe her zaman mutlaka ciddi bir zarar verecektir.

Şimdi önümüzde bulunan öyküde Tanrı oğulları ile insan kızlarının birleşmesinin feci sonuçlara yol açtığını göreceğiz. Evet, insan yargısına göre bu birleşmenin görünürde doğru ürün verdiği söylenebilir. O dönemde “yeryüzünde eski çağ kahramanları ve ünlü kişiler” olduğunu okuruz. Ama Tanrının bu konudaki yargısı insan yargısından çok farklı idi; Tanrı insanın gördüğü gibi görmez. O’nun düşünceleri bizim düşüncelerimiz değildir. “”Rab baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok ve insanın aklı fikri hep kötülükte.” İnsanın Tanrının önündeki durumu böyle idi; “yalnızca kötülük” ve “sürekli kötülük”. Kutsal olanın kutsal olmayan ile birleşiminin sonucu bu idi. Ve bu her zaman böyle olacaktır. Eğer kutsal tohum saflığını muhafaza edemez ise o zaman yeryüzünde tanıklık ile ilgili her şey lekelenecek idi. Şeytanın ilk çabası kutsal tohumu öldürerek Tanrının amacını bozmak idi ve bu konuda başarısızlığa uğradığı zaman bunu bozma çabaları ile şeytan aslında kendi sonunu hazırladı.

Şu anda okuyucumun “Tanrı oğulları” ve insan kızları arasındaki bu birleşimin hedefini, karakterini ve sonucunu net bir şekilde anlaması gereken andır. Birleşme adına ödün verilen gerçeğin günümüzdeki durumu da büyük tehlike arz eder. Bu tehlikeye karşı kendimizi özenli bir şekilde korumamız gerekir. Gerçekten ödün verilmesine neden olan bir birleşmenin olmaması gerekir. Gerçek Hristiyan ilkesi her zaman şu olmalıdır: “Bedeli ne olur ise olsun gerçeği koru; eğer birleşmeye engel olunur ise daha iyi olur, ama gerçeği muhafaza etmek gerekir.” Yarar ya da amaca erişmek için başvurulan çarenin ilkesi bu şekilde beyan edilir ise bunun aksi olabilir. “Bedeli ne olur ise olsun birleşmeyi ilerlet; eğer bu şekilde gerçek korunabiliyor ise o zaman daha iyidir, ama birleşmeyi ilerlet.” Bu ikinci ilke yalnızca tanıklık yolunda her şeyin tanrısal olduğu bir durumda uygulanabilir. 1 Gerçekten vazgeçilen yerde gerçek tanıklığın olamayacağı aşikardır ve bu yüzden tufandan önceki döneme ait dünyada bu kutsal olan ve kutsal olmayanlar -biri tanrısal diğeri ise insani olan - arasındaki birleşmeyi görebiliriz. Bu durum kötülüğün artmasına ve bunun sonucu olarak da Tanrının yargısının dünya üzerine inmesine neden olmuştur.

“Rab, ‘insanı yeryüzünden silip atacağım’ dedi.” Bundan daha azı yeterli olmayacak idi. Yeryüzünde Tanrının yolunu bozmuş olan her şey tamamen silinip atılmalı idi. Aralarında hiç bir ayrım gözetilmeksizin eski çağ kahramanları ve ünlü kişilerin hepsinin silinip atılması gerekiyor idi. Benliğe ait olan her şey yani tanrının huzurunda uygun olmayan her şey bir kenara atılmalı idi. “Önümde tüm benliğin sonu gelecek.” Söz konusu  olan yalnızca bazı benliklerin sona erdirilmesi değil idi – iyileşmesi imkansız olan her kötü şey son bulacak idi. Çünkü Yehova’nın gözünde her şey kötü ve bozuk idi. Ve iyileşmesi mümkün değil idi. Tecrübe edilmiş idi ve yararı görülmemiş idi. Ve Rab şu sözleri ile Nuh’a bir çözüm beyan etti: “Kendine gofer ağacından bir gemi yap.”

Böylece Nuh çevresinde olup biten olaylar ile ilgili Tanrının düşüncesini öğrenmiş oldu. Tanrı sözünün etkisi insanın açgözlülüğü ve kibrinin tüm köklerini ortaya koymuş oldu. İnsanın yüreği gurur ile kabarabilir ve bağrı duygu ile şişebilir; bu durum eski çağ kahramanları ve ünlü kişiler için de geçerli idi. Lirin ve orgun sesi tüm cana bir titreşim gönderebilir, ama aynı anda lanetlenmiş bir toprak da mevcuttur ve insanın gereksinimleri yaklaşmakta olan yargı ile ilgili her düşünceye karşıt bir şekilde sağlanmaktadır. Ama ah! Şu ciddi sözler! “son vereceğim, silip atacağım.” Bu sözler gerçekleşmesi yakın olan olayların üzerine ne kadar ağır bir hüzün getirmekte idi. Bu noktada insan zekası bir kurtuluş ya da kaçış yolu icat edemez miydi? Güçlü kişi, kendisini kudreti aracılığı ile kurtaramaz mıydı? Ne yazık ki, hayır! Kurtuluş için TEK bir yol var idi, ama bu insan gözüne, insan mantığına ya da insan düşüncesine değil anacak imana açıklanabilir idi.

“İman sayesinde Nuh, henüz olmamış olaylar ile ilgili olarak Tanrı tarafından uyarılınca, Tanrı korkusu (eulabetheis, εὐλαβηθεὶς) ile ev halkının kurtuluşu için bir gemi yaptı. Bununla dünyayı yargıladı ve imana dayanan doğruluğun mirasçısı oldu.” İbraniler 11:7. Tanrı sözü insanın aldatılmış yüreğinin üstüne parlayan Işığını getirir. Yılanın boş ve aldatıcı sözlerini tamamen uzaklaştırır; Tanrı sözü tanrısal yargının kılıcı olarak geçici dünyanın üzerinde asılı durur. İnsan yalnızca iman yolu ile Tanrı sözü tarafından “uyarılır”; Tanrının söylediği sözler henüz fiziksel gözler ile görülmedikleri zaman doğa fiziksel gözleri ile gördüğü tarafından yönetilir – yani duyular aracılığı ile yönetilir. İman ise yalnızca Tanrının saf sözü (bu karanlık dünyada paha biçilemez değerdeki hazine) tarafından yönetilir. Dışsal görünümler ne olurlar ise olsunlar Tanrının sözü sağlamdır ve güvence verir. Tanrı Nuh’a gelmekte olan yargıdan söz ettiği zaman ortada bunun ile ilgili hiç bir belirti yok idi. “Henüz fiziksel göz ile görülen bir şey yok idi.” Ama Tanrı sözü, bu sözü iman ile birleştiren yüreğe bunu hali hazırdaki bir gerçeklik haline getirdi. İman inanmak için bir şeyi görmeyi beklemez, çünkü “iman işitmek ile ve Tanrının sözünü işitmek ile olur.”

İman insanının ihtiyaç duyduğu tek şey Tanrının konuşmuş olduğunu bilmesidir; bu bilgi cana mükemmel bir kesinlik sağlar. “Rab böyle dedi” ifadesi her şeyi yoluna koyar. Kutsal yazıların tek bir satırı bile insan zihninin tüm mantığına ve tüm düşüncelerine verilen yeterinden fazla bir yanıttır. Ve eğer bir kişi kanaatlerinin temeli olarak Tanrının sözüne sahip ise o zaman insan düşüncesinin ve ön yargısının tüm gelgitlerine karşı sakin bir şekilde karşı durabilir. Nuh’un yüreğini hizmet verdiği uzun yıllar boyunca destekleyen Tanrının sözü idi ve aynı şekilde aynı söz o günden bu güne kadar dünyanın tüm karşı koymalarına rağmen milyonlarca Tanrı kutsalını desteklemiştir ve desteklemeye devam etmektedir. Bu nedenle Tanrının sözünden daha yüksek bir değere sahip olabilecek hiç bir şey yoktur. Tanrı sözü olmadan her şey karanlık bir belirsizliktir, ama Tanrı sözü ile her şey ışık ve esenliktir. Tanrı sözünün parladığı her yerde Tanrı insana güvenli ve bereketli bir yolu işaret eder. Tanrının sözünün parlamadığı yerde kişi insan geleneğinin zihin karıştıran yollarında dolaşmaya terk edilir. Eğer Nuh vaazının temeli olarak Tanrının sözüne sahip olmamış olsa idi, 120 yıl boyunca nasıl olur da “doğruluk vaazı” verebilir idi? İmansız bir dünyanın alaylarına ve hor görmelerine nasıl katlanabilir idi? Dünya ufkunda henüz tek bir bulut bile görünmemiş iken Nuh nasıl olur da gelecek olan yargıya tanıklık konusunda böylesine bir sabır ile tahammül edebilir idi? Mümkün değil, bunları yapamaz idi! Nuh’un üzerinde durduğu temel Tanrının sözü idi ve “Mesih’in Ruhu” Nuh’un kutsal bir kararlılık ile kendisini yükselten ve sarsılmaz o temel üzerinde kalabilmesini sağladı.

Ve şimdi sevgili imanlı okuyucum, günümüzdeki gibi kötü bir günde Mesih’e hizmet eder iken bu temelden başka neye sahibiz ki? Elbette hiç bir şeye sahip değiliz; bu temelden başka bir şeye sahip olmayı zaten istemeyiz de. Yalnızca Kutsal Ruh tarafından açıklandığı takdirde anlaşılacak, uygulanacak ya da kullanılacak olan Tanrı sözü ya da kutsal yazıların tümü Tanrı esinlemesidir  ve öğretmek, azarlamak ve yola getirmek, doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde Tanrı adamı “her iyi iş” için donatılmış olarak yetkin olur. 2.Timoteos 3:16,17. Yüreğe huzur veren ne kadar güzel ve doğru sözler! Şeytanın tüm düşüncelerinden ve insanın düşüncelerinden yüreği  rahatlatan sözler! Tanrının saf, bozulmaz ve sonsuz sözü! Yüreklerimiz O’nun bu paha biçilmez sözlerindeki hazine için O’na hayran kalsın ve tapınsın! “Yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok ve aklı fikri hep kötülükte.” Ama Tanrının sözü Nuh’un yüreğinin sığındığı tek huzur veren yer idi.

“Tanrı Nuh’a, ‘İnsanlığa son vereceğim’ dedi. ‘Çünkü onlar yüzünden yeryüzü zorbalık ile doldu. Onlar ile birlikte yeryüzünü de yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap.” Burada insanın mahvoluşunu ve Tanrının bu konuya getirdiği çözümü görüyoruz. İnsana ilkelerini ve yollarını olgunluk yoluna getirmesi için kariyerini son sınırına kadar izlesin diye izin verildi. Maya çoğalmış ve kitleyi doldurmuş idi. Kötülük doruğuna ulaşmış idi. İnsanlığın tümü öylesine kötü bir hale gelmiş idi ki, daha kötüsü olamaz idi. Ve bu yüzden Tanrı için her şeyi tamamen yok etmekten başka bir yol kalmamış idi. Ama Tanrı var olan tek doğru adamı sonsuz amaçlarına uygun olarak diğer yedi akrabası ve yakını ile birlikte “sekizinci kişi” olarak seçti ve onun aracılığı ile herkesi kurtuluşa çağırdı. Bu olay çok canlı bir şekilde çarmıh öğretişini ortaya koyar. Orada Tanrının insan doğasını tüm kötülükleri ile birlikte yargıladığını görürüz; ve aynı zamanda da O’nun kurtaran lütfunun tüm doluluğu ile çarmıhta açıklandığına tanık oluruz. Çünkü Tanrımızın yüreği merhamet ile doludur. Luka 1:78. Yücelerden doğan Güneş yardımımıza gelmek için bizi ziyaret etti. Nerede? Günahkarlar olarak, tam olduğumuz yerde. Tanrı enkaz halinde olan insanın içinde bulunduğu durumun en dipteki yerine kadar gelmek için aşağı gelmiştir. Günahkarın durumunda o bereketli günün kaynağının ışığının nüfuz etmemiş olduğu tek bir nokta dahi mevcut değildir. Ama eğer ışık bu şekilde nüfuz etti ise o zaman bize gerçek karakterimizi açıklayacaktır. Işık kendisine karşı olan her şeyi yargılamak zorundadır. Ama bunu yapar iken aynı zamanda “günahların bağışlanması aracılığı ile gelen kurtuluş bilgisini de” verir. Çarmıh hem Tanrının “tüm insanlık” üzerindeki yargısını açıklar hem de kaybolmuş ve suçlu günahkara sağladığı kurtuluşu gözler önüne serer. Günah mükemmel bir şekilde yargılanmıştır- günahkar mükemmel bir şekilde kurtulmuştur – ve Tanrı çarmıhta mükemmel bir şekilde açıklanmış ve mükemmel bir şekilde yücelmiştir.

Eğer değerli okuyucum bir an için Petrus’un ilk mektubuna dönecek olur ise orada bu konunun tamamı hakkında pek çok aydınlatıcı bilgi görecektir. Üçüncü bölümün 18. ayetinde şu sözleri okuruz: “Nitekim Mesih de bizleri Tanrıya ulaştırma amacı ile doğru kişi olarak doğru olmayanlar için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü. Bedence öldürüldü ama ruhça diriltildi. Ruhta gidip bunu zindanda olan ruhlara da duyurdu. Bir zamanlar Nuh’un günlerinde gemi yapılır iken Tanrının sabır ile beklemesine rağmen bu ruhlar söz dinlememişler idi. O gemide birkaç kişi daha doğrusu sekiz kişi su ile kurtuldu: ya da «sudan (di hydatos, δι’ ὕδατος) sağ salim çıktı.» Bu olay vaftizi simgeliyor (antitypon, ἀντίτυπον). Bedenin kirden arınması değil, 2 Tanrıya yönelen temiz vicdanın dileği olan vaftiz, İsa Mesih’in dirilişi ile şimdi sizi de kurtarıyor. Göğe çıkmış olan Mesih Tanrının sağındadır. Bütün melekler, yetkiler ve güçler O’na bağlı kılınmıştır.” 1.Petrus 3:18-22.

Bu, çok önemli bir bölümdür. Çünkü gofer ağacından yapılan gemi öğretişini ve onun Mesih’in ölümü ile olan bağlantısını çok ayrıntılı bir şekilde önümüze getirir. Tufan anında olduğu gibi Mesih’in ölümünde de kendi içinde günahsız olanın üzerinden tanrısal yargının dalgaları ve selleri geçti. Yaratılış, Yehova’nın haklı gazabının seli altına gömüldü ve Mesih’in Ruhu şu sözleri yazdırmıştır: “Bütün dalgaların ve sellerin üzerimden geçiyor.” Mezmur 42:7. Burada bir imanlının yüreği ve vicdanı için çok temel teşkil eden bir gerçek ile karşı karşıyayız. “Tanrının tüm dalgaları ve selleri” Rab İsa çarmıhta asılı olduğu zaman O’nun lekesiz Kişiliğinin üzerinden geçti. Ve bunun çok bereketli bir sonucu olarak da bu dalga ve sellerin tek bir tanesinin bile imanlının kişiliğinin üzerinden geçmediğini görüyoruz. Golgota’da “enginlerin tüm kaynaklarının fışkırdığını ve göklerin kapaklarının açıldığını” görmekteyiz. Mesih kaseden içti ve Tanrı gazabına mükemmel bir şekilde tahammül etti. Tanrı halkının içinde bulunduğu lanetli konumun tüm sorumluluğunu üstüne aldı ve Kendisini adil yargının tüm ağırlığı altına bıraktı. Bu gerçeğe duyulan iman cana huzur sağladı. Eğer Rab İsa bize karşı olan her şeyi yendi ise, eğer yol üzerinde bulunan her türlü engeli ortadan kaldırdı ise eğer günahı ortadan kaldırdı ise ve eğer gazap ve yargı kasesini bizim yerimize sonuna kadar içti ise eğer güneşi örten her bulutu temizledi ise o zaman kesinleşmiş olan bu esenliğin tadını çıkartmamız gerekmez mi? Sormaya dahi gerek yok. Esenlik bizim kaçınılmaz payımızdır. Derin, söz ile anlatılamaz bereket ve kutsal güvence bize aittir; çünkü kurtaran sevgi bize Mesih’in mutlak bir şekilde tamamlamış olduğu işin doğru temeli üzerinde yer sağlamıştır.

Nuh, tanrısal yargının dalgaları ve selleri konusunda herhangi bir yargıya sahip miydi? Hiç bir zaman kaygı duymadı. Bunu nasıl yapabildi? Çünkü kendisinin bu dalgaların üzerinde yükseldiği zaman bulutsuz bir esenliğin diyarına götürüldüğünü biliyor idi. Tüm insanlığın yargılandığı anda derin suların üstünde esenlik içinde yüzen gemide durdu. Nuh yargının ulaşamayacağı bir yere konmuş idi ve onu oraya koyan Tanrının Kendisi idi. Nuh Romalılar 8.bölümde kullanılan zaferli ifade ile şu sözleri söyleyebilir idi: “Tanrı benden yana ise bana kim karşı koyabilir?” Yaratılış 7:1 ayetinde okuduğumuz gibi Nuh gemiye Tanrının Kendisi tarafından davet edilmiş idi. “Bütün ailen ile birlikte gemiye bin.” Ve Nuh gemideki yerini aldıktan sonra şu sözleri okuruz: “Rab, Nuh’un ardından kapıyı kapadı.” İfadeden de çok net bir şekilde anlaşılabileceği gibi geminin içinde olanlar için tam ve mükemmel bir güvencenin olduğu kesin idi. Yehova kapıyı kapadı ve O’nsuz olan hiç kimse ne gemiden içeri girebilir ne de gemiden dışarı çıkabilir idi. Gemide hem bir pencere hem de bir kapı mevcut idi. Rab her şeye gücü yeten eli ile kapıyı güvenli bir şekilde kapattı ve Nuh’a tüm yargının indiği yeri görebilmesi için bir pencere verdi Nuh bu pencereden bakarak yargının kendisinin üzerinde kalmadığını görüyor idi. Kurtarılan aile yalnızca “yukarı” bakabilir idi, çünkü pencere “yukarda” yapılmış idi. Yaratılış 6:16. Geminin içinde bulunan kurtarılmış olanlar tufanın neden olduğu yargı dalgalarını, ölümü ya da yok oluşu göremezler idi. Tanrının kurtarışı – “gofer ağacı” onların ve tüm yukarda belirtilmiş olanların arasında durmakta idi. Onların yapmaları gereken tek şey yukarı bulutsuz gökyüzüne, dünyayı mahkum edenin ve onları Kurtaran’ın sonsuz konutuna bakmak idi.

“Rab Nuh’un ardından kapıyı kapadı.” İmanlının Mesih’te sahip olduğu mükemmel güvenliği bundan daha iyi ifade edebilecek başka hiç bir söz yoktur. Tanrının kapatmış olduğunu kim açabilir idi? Hiç kimse. Nuh ve ailesi Tanrının mükemmel güvencesi altında idi. Tanrının kapattığı gemi kapısını açabilecek ve suların geminin içine girmesine neden olabilecek hiç bir güç, hiç bir melek, hiç bir insan ya da hiç bir şeytan olamaz idi. Enginlerin bütün kaynaklarının fışkırmasını ve göklerin kapaklarının açılmasını gerçekleştiren el, geminin kapısını kapatan el ile aynı el idi. Bu nedenle Mesih’ten “Davut’un anahtarına sahip olan, açtığını kimsenin kapayamadığı ve kapadığını da kimsenin açamadığı” Kişi olarak söz edilir. Vahiy 3:7. Mesih aynı zamanda “ölümün ve ölüler diyarının anahtarlarını da” elinde Tutan’dır. Vahiy 1:18.Mesih’in yetkisi olmaksızın hiç kimse ne mezarın kapısından girebilir ne de oradan çıkabilir. Mesih, yerde ve gökte tüm güce sahip Olan’dır. O, kilisenin Başıdır ve imanlı O’nda mükemmel güvenceye sahiptir. Matta 28:18; Efesliler 1:22. Nuh’a kim dokunabilir idi? “İçi ve dışı ziftlenmiş” olan o gemiye hangi dalga nüfuz edebilir idi? Aynı şekilde şimdi de iman aracılığı ile çarmıhın gölgesinde sığınmış olanlara kim dokunabilir? Her düşman ile savaşılmış ve her düşman susturulmuştur – evet, sonsuza kadar susturulmuştur. Mesih’in ölümü her itirazı zaferli bir şekilde susturmuştur ve aynı zamanda O’nun dirilişi ile Tanrının haklı talebi yerine gelmiş ve aklanmamız sağlanmıştır; aklanma bağışını alan bizlerin O’na güven içinde yaklaşacağımız kesindir.

Bu nedenle Tanrının Kendisinin eli tarafından güvenlik altına alınmış olan gemi kapısı sayesinde bizim yapacağımız tek şey yalnızca pencereden yukarı, göğe bakarak sevinmektir. Ya da başka bir deyiş ile O’nun ile mutlu ve kutsal bir paydaşlık içinde yürümektir; O bizi gelecek olan gazaptan kurtarmış ve bizi gelecek olan yüceliğinin mirasçıları ve bekleyenleri haline getirmiştir. Petrus, “uzağı göremeyen körlerden ve eski günahlarından temizlendiğini unutan kişilerden” söz eder. 2.Petrus 1:9.

Nuh’un öyküsü ile ilgili olarak ilerlemeden önce şimdi kısa bir süre için Nuh’un uzun süre doğruluk vaaz ettiği kişilerin durumuna biraz bakalım. Şu ana kadar “kurtarılmış” olan kişilere baktık, şimdi de “kaybolmuş” olan kişilere bakalım. “Geminin içinde” olan kişilerden söz ettik, şimdi de “geminin dışında” olan kişilerden söz edelim. Hiç kuşkusuz merhamet kapısı kapandıktan sonra gemi suların üzerinde yükselmeye başlar iken arkada kalan ve geminin yükselişine kaygı ile bakan gözler olmuştur. Ama ne yazık ki, bu bakışlar boşuna olmuştur. Lütuf günü sona erdikten sonra “kapı kapandı” – tanıklık zamanı sona erdi ve artık geminin ardından kaygı ile bakan bu gözler için umut yok idi. Nuh’u ve ailesini geminin içine koyup geminin kapısını kapatan el aynı şekilde bu kişileri geminin dışında bırakmış oluyor idi. İçerde olanların dışarı çıkmaları nasıl imkansız ise aynı şekilde dışarda olanların da içeri girmeleri imkansız idi. Gemi dışında kalanların kayboldukları kesin idi; geminin içinde olanlar ise yetkin kurtuluşa sahip olanlar idi. Hem Tanrının uzun süren sabırlı bekleyişi hem de O’nun Hizmetkarının tanıklığı, her ikisi de görmezlikten gelinmiş idi. Dünya değerlerine öncelik verilmiş idi. “Nuh’un günlerinde nasıl oldu ise, İnsanoğlu’nun günlerinde de öyle olacak. Nuh’un gemiye bindiği güne dek insanlar yiyip içiyor ve evlenip evlendiriliyorlar idi.” Luka 17:26,27. Soyut açıdan bakıldığı zaman tüm bunların hiç birinde yanlış olan bir şey yoktur. Yanlış olan yapılan şeylerde değil, onları yapan kişilerde idi. Yapılan tüm bu şeylerin hepsi Rab korkusu ile ve O’nun kutsal adının yüceliği için yapılmış olabilir idi, ama ancak iman ile yapılmış olsalar idi! Ama ne yazık ki, iman ile yapılmadılar. Tanrının sözü reddedildi. Tanrı yargıdan söz etti ama onlar buna inanmadılar. Tanrı günahtan ve mahvolmaktan söz etti ama onlar ikna olmadılar. Tanrı bir çözümden söz etti ancak onlar kulak asmadılar. Kendi planları ve spekülasyonları doğrultusunda yollarına devam ettiler. Ve yaşamlarında Tanrıya yer vermediler. Sanki yeryüzü sonsuza kadar kendilerine ait imiş gibi davrandılar. Bir teslimiyetin gerekli olduğunu unuttular. O “ciddi günün” geleceğini düşünmediler. Tanrıyı dışarda bıraktılar. Yüreklerindeki düşünce ve fikirler sürekli olarak yalnızca kötü idi. Ve bu yüzden hiç bir şeyi doğru yapamadılar. Kendileri için düşündüler, kendileri için konuştular ve kendileri için hareket ettiler. Kendi hoşlarına gideni yaptılar ve Tanrıyı unuttular.

Ve şimdi değerli okuyucum Rab İsa Mesih’in söylemiş olduğu şu sözleri hatırlayın: “Nuh’un günlerinde nasıl oldu ise, İnsanoğlu’nun günlerinde de öyle olacak.” Bazı kişiler şu düşünceye inanmamız gerektiğini sanırlar; İnsanoğlu göğün bulutları içinde göründüğü zaman bu yeryüzünün dört bir bucağı bir doğruluk örtüsü ile örtülecek. Şimdi işlemekte olan araçların sonucu olarak bize bir doğruluk ve esenlik egemenliğini aramamız gerektiğini öğretirler. Ama yukarda alıntısı yapılan bölüme kısa bir an için baktığımız zaman tüm bu öğretişlerin boş ve hayal ürünü beklentiler oldukları ortaya çıkar. Nuh’un günlerinde durum nasıl idi? Suların denizleri örttükleri gibi doğruluk da yeryüzünü örtüyor muydu? Egemen olan Tanrının gerçeği mi kabul edilmiş idi? Yeryüzü Rabbin bilgisi ile dolu muydu? Kutsal Yazılar bu sorulara şu yanıtı veririler: “Yeryüzü şiddet ve vahşet ile dolu idi.” Yeryüzünde yaşayan insanlığın TÜMÜ yollarında yanlış idiler. Aynı zamanda yeryüzü Tanrının önünde de bozulmuş durumda idi. O zaman aynı şey İnsanoğlu’nun günlerinde de böyle olacaktır. Bu yeterince açık bir bilgidir, anlaşılması kolaydır. Doğruluk ve şiddet birbirlerine hiç bir şekilde benzemezler. Evrensel kötülük ve evrensel esenlik arasında da aynı şekilde hiç bir benzerlik mevcut değildir. Gerekli olan tek şey Söz’e boyun eğen ve ön yargılı düşüncelerin etkisinden özgür kılınmış bir yürektir, öyle ki İnsanoğlu’nun yaklaşmakta olan gelişi ile ilgili günlerin gerçek özelliği anlaşılabilsin. Okuyucumun bu noktada lütfen dikkati dağılmasın. Saygı ile kutsal yazılara boyun eğsin. Tufandan önceki günlerde dünyanın durumuna baksın ve her zaman şunu hatırlasın: o zaman nasıl ise şimdiki çağın sonunda da aynı şekilde olacak. Bu, çok çabuk sonuca varılabilecek basit bir gerçektir. O zaman evrensel bir doğruluk ve esenlik konumu gibi bir durum yok idi, aynı şekilde son günlerde de böyle bir durum olmayacaktır.

Hiç kuşkusuz, insan dünyayı kendisi için rahat ve kabul edilebilir bir yer haline getirebilmek için çok bol bir enerji harcamıştır, bunu görebiliyoruz. Ancak bu çabası dünyayı Tanrı için uygun bir yer haline getirmesinden çok farklı bir çaba idi. Aynı zamanda insan bu yüzden de şimdiki zamanda insan yaşamının patikasında bulunan taşları temizleme konusunda da aynı şekilde elinden geldiğince meşguldür ve bu yolu mümkün olduğunca engelsiz bir hale getirmek ister. Ama bu” Tanrımız için çölde düz bir yol hazırlayın” ifadesi ile aynı şey değildir; Yehova’nın kurtarışını her insanın görebilmesi için “pürüzlü yerleri yok edip yumuşatmak” da değildir. Uygarlık üstün gelir, ama uygarlık doğruluk değildir. Temizlik ve donanım ilerlemektedir, ama bu Mesih’in evini uygun hale getirmek için değildir; bu yapılanlar Mesih karşıtı içindir. İnsan bilgeliği insanlığın leke ve kusurlarını kendi çabaları ile örtmek için ortaya konur, ama bu kusurlar örtülseler bile uzaklaştırılamazlar! Gizli hale getirilseler dahi bozuklukları her zaman vardır ve olacaktır. Gözlerden hataları gizleyen boyalar dökülecek ve sedir ağacından yapılan süslemeler yok olup gidecektir. İnsanın sefaletini saklamak isteyen her tür girişim çok geçmeden gücünü yitirecektir. Adem soyunun fiziksel, zihinsel ve ahlaki çöküşünü tanımlamak isteyen tüm çabalar insan hayır severliği ve içerdiği her iyilik geçici olduğunu zaman içinde kanıtlamak zorunda kalacaktır. Tanıklık ortaya konmuştur. “Rab baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok ve aklı fikri hep kötülükte.” İnsanlığın sonu insanın önüne gelmemiştir, ama Tanrının önüne gelmiştir. Ve şu sözleri söyleyen alaycı kişilerin sesleri kulaklara gelir. “Hani, O’nun gelişi ile ilgili vaat nerede? Çünkü atalar uyuduğundan bu yana her şey yaratılışın başında olduğu gibi hala devam ediyor, ancak bu alaycıların sorularına yanıt alacakları an giderek hızla yaklaşmaktadır. “Öncelikle şunu bilmelisiniz: Dünyanın son günlerinde kendi tutkularının ardından giden alaycı kişiler üreyecek. Bunlar, ‘Rabbin gelişi ile ilgili vaat ne oldu? Atalarımızın ölümünden beri her şey yaratılışın başlangıcında olduğu gibi duruyor’ diyerek alay edecekler. Ne var ki, göklerin çok önceden Tanrının sözü ile var olduğunu, yerin sudan ve su aracılığı ile şekillendiğini bile bile unutuyorlar. O zamanki dünya yine su ile ve tufan ile mahvolmuş idi. Şimdiki yer ve gökler ise ateşe verilmek üzere aynı söz ile saklanıyor, tanrısızların yargılanarak mahvolacağı güne dek korunuyorlar. Sevgili kardeşlerim, şunu unutmayın ki, Rabbin gözünde bir gün, bin yıl, bin yıl ise bir gün gibidir. Bazılarının düşündüğü gibi Rab vaadini yerine getirmekte gecikmez, ama size karşı sabrediyor. Çünkü kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor.” 2.Petrus 3:4-10.

İşte değerli okuyucum, bu yanıt bu dünyanın çocuklarının zihinsel alaylarının karşılığıdır. Ama Tanrı çocuklarının durumu ve beklentileri böyle değildir. Tanrıya şükürler olsun ki Tanrı çocukları bundan tamamen farklı bir hedefe sahiptirler; dünyadaki kötülük doruk noktasına ulaşmadan önce Tanrı çocukları havada göksel Damat ile buluşmayı beklemektedirler. Ve bu yüzden tanrısal yargıdan uzaktırlar. Tanrının kilisesi dünyanın ateş ile yanmasını değil, “parlak sabah Yıldızının” yükselmesini beklemektedir.

Şimdi gelecekteki hangi yöne bakacak olur isek olalım, bakmak için hangi bakış açısın seçersek seçelim dünya alevler içinde iken gelecek olan damadı ile bekleyen Kilise canında yücelik görür. Tanrı kaybolmuş günahkarlara lütfu aracılığı ile hala tanıklık etmektedir; O’nun şimdiki bu söz ile anlatılamaz tanıklığını hissetmek gerekir. “Uygun zaman işte şimdidir, kurtuluş günü işte şimdidir.” 2.Korintliler 6:2. “Tanrı insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih’te kendisi ile barıştırdı ve barıştırma sözünü bize emanet etti.” 2.Korintliler 5:19. Şimdi barıştırıyor, ama ilerde yavaş yavaş yargılayacağı dönem geliyor; şimdi her şey tamamen lütuf, o zaman her şey gazap olacak. Şimdi çarmıh aracılığı ile günahı yargılıyor, o zaman cehennemde günahı sonsuza k adar cezalandıracak. Şimdi lütfun en saf, en zengin ve en özgür mesajını göndermekte. Ve günahkarlara Mesih’in değerli kurbanı aracılığı ile tamamlanmış bir kurtuluştan söz ediyor. Ve her şeyin tamamlanmış olduğunu beyan ediyor. Lütufkar davranarak bekliyor. Rabbimizin sabırla tahammül etmesi kurtuluştur. “Bazılarının düşündüğü gibi Rab vaadini yerine getirmekte gecikmez, ama size karşı sabrediyor. Çünkü kimsenin mahvolmasını istemiyor, aksine herkesin tövbe etmesini istiyor.” Tüm bu ifadeler şu anki zamana çok ciddi bir önem vermektedir. Gelecek olan gazaptan kurtulunması için lütuf beyan ediliyor! Ne kadar vakur! Nasıl da derin bir ciddiyet!

Ve sonra tanrısal amaçların açıklanışına nasıl da derin bir ilgi ile işaret etmemiz gerekiyor! Kutsal yazılar tüm bu konular üzerine ışık tutar ve öyle bir ışık tutar ki, herhangi birinden bunları işitmeye ihtiyaç duymayız. Her şeyi tam olarak biliriz. Şimdi işlemekte olan tüm ilkelerin doğrudan eğilimini tam olarak anlamamız gerekir. Olayların gitmekte olduğu yöne karşı duyarlı ve uyanık olmamız lazımdır. İnsanlar altın bir çağ hayali kurarlar. Ve kendilerine sanat ve bilim alanında binlerce yıl sürecek başarı vaatlerinde bulunurlar. Ve kendilerini yarının bu gün ve bu günden daha da bol olacağı düşüncesi ile beslerler. Ama ah, bu düşünceler hayaller ve vaatler ne kadar da boşturlar. İman, dünya ufkunun çevresinde toplanmaya başlayan kalın bulutları görebilir. Yargı gelmektedir. Gazap günü kapıdadır. Kapı çok yakında kapanacaktır. Güçlü görünen hayaller dehşet veren bir yoğunluk içinde çökeceklerdir. O zaman bu durumda insanları uyaracak olan bir ses yükseltmek ne kadar da önemlidir. Sadık bir tanıklık aracılığı ile insanoğluna acınacak durumu ile ilgili uyarıda bulunmak gereklidir. Evet, belki böyle yaptığımız takdirde her zaman kötülük konusunda peygamberlikte bulunmak ile suçlanabiliriz, ama Ahav da Mika’ya karşı böyle hareket etmemiş miydi? Ancak şimdi bu konu üzerinde durmayacağız. Biz Tanrı sözünün peygamberlik ettiğini peygamberlik edelim ve bunu yalnızca insanları “ikna etmek” amacı ile yapalım. Tanrı sözü ayaklarımızın altından yalnızca yanlış temeli alsın ve bunu bu yanlış temelin yerine asla hareket etmeyecek olan sonsuz sabitliğe sahip bir temel koymak amacı ile yapsın. Bu doğru temel bizden saçma bir umudu alır ve bunun yerine bizi asla utandırmayacak olan bir umut verir. Bu doğru temel “ezilmiş fitili” alır ve yerine bize “çağların kayasını verir. İçinde su barındıramayacak çatlak bir su sarnıcını alır ve bizi içinden diri sular akan bir yere yerleştirir. İşte bu, gerçek sevgidir. Bu, Tanrının sevgisidir. O, esenliğin olmadığı yerde “esenlik, esenlik!” diye bağırmayacaktır. O, günahkarın yüreğinin O’nun güvenliğinin sonsuz gemisi içinde tatlı bir huzur ile dinlenmesini ister, kendisi ile zevkli bir paydaşlığın tadını çıkartmasını arzu eder. Mahvolma, yargı ve çaresizlik geçecektir; O’nun ile birlikte yenilenmiş bir yaratılışta dinlenmek umudu bize güç verir.

Şimdi tekrar Nuh’un öyküsüne geri dönelim ve onu yeni bir konum içinde görelim. Nuh’un gemiyi inşa ettiğini gördük, onun geminin içine girdiğini gördük ve şimdi onun gemiden çıktığını ve yeni dünyadaki yerini aldığını göreceğiz. 3 “Ve Tanrı Nuh’u hatırladı.” Bu garip yargılama eylemi sona erdikten sonra kurtarılmış olan aile ve onlar ile birlikte gemide bulunan her şey hatırlandı. Tanrı yeryüzünde bir rüzgar estirdi ve sular alçalmaya başladı. Enginlerin kaynakları ve göklerin kapakları kapandı, yağmur dindi. Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. Şimdi güneş ışınları yargı vaftizi ile vaftiz edilmiş olan bir dünya üzerinde hareket etmeye başlarlar. Yargı, Tanrının garip işidir. Tanrı, yargı aracılığılı ile yüceltilse bile yargıdan hoşlanmaz. Adına övgüler olsun ki, Tanrı yargı yerinden ayrılmaya ve merhamet yerine geçmeye her zaman hazırdır, çünkü Tanrı merhametten hoşlanır.

“Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı. Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya dek dönmedi ve uçup durdu.” Yaratılış 8: 7. Murdar kuş kaçtı ve hiç kuşkusuz su üzerinde yüzen bir ceset üzerinde durup döndü. Tekrar gemiye dönmek istemedi. Ama güvercin aynı şeyi yapmadı. “Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer su ile kaplı idi. Gemiye, Nuh’un yanına döndü.” Yaratılış 8:9. éNuh yedi gün bekledi ve sonra güvercini yeniden dışarı saldı. Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağı ile akşama doğru geri döndü.” Yaratılış 8: 10-11. Yenilenmiş zihin ile ilgili hoş bir örnek. Yenilenmiş zihin çevresini saran umutsuzluğa rağmen huzurunu ve payını Mesih’te bulmak ister. Ve yalnız bu kadarı ile de kalmaz. Aynı zamanda mirasına da gayret ile sahip çıkar ve yargının geçip gitmiş olduğuna ve yenilenmiş bir yeryüzünün tam bir şekilde ortaya çıktığına dair bereketli kanıta sahip çıkar. Dünyasal zihin ise bunun aksine Mesih dışında herhangi bir şeyde ya da her şeyde huzur bulmaya çalışır ve her türlü kirlilik ile beslenir. Dünyasal zihin için bir zeytin yaprağının hiç bir çekiciliği yoktur. Dünyasal zihin tüm ihtiyaçlarını göz ile görülen bir ölüm içinde bulabilir ve bu yüzden yeni bir dünya ve onun görkemleri ile meşgul olmaz. Ama Tanrının Ruhu tarafından öğretilen ve yönlendirilen yürek yalnızca Tanrının esenlik bulduğu ve sevindiği şeylerde esenlik bulabilir ve sevinebilir. Yenilenmiş zihin kurtuluş gemisinde dinlenebilir; “var olan her şeyin yenileneceği zaman” gelinceye kadar kurtuluşu ile esenlik bulur. Sevgili okuyucum, aynı şey sizin ve benim için de geçerli olsun. İsa Mesih yüreklerimizdeki kalıcı pay ve huzur olsun, öyle ki, esenliği ve payı tanrı yargısı altında olan bir dünyada aramayalım. Güvercin Nuh’a geri döndü ve dinlenme zamanını bekledi ve bizler de her zaman O’nun gelecek olan çağda yüceltilmesini ve görünecek olan görkemini bekler iken yerimizi her zaman Mesih’in yanında bulalım. “Gelecek olan gelecek ve gecikmeyecektir.” Bu konuda ihtiyacımız olan TEK şey biraz sabırlı olmaktır. Tanrı yüreklerimizi O’nun sevgisine ve “Mesih’in sabrına” yönlendirsin.

“Ve Tanrı Nuh’a, ‘yanındakiler ile birlikte gemiden çık’ dedi.” Yaratılış 8: 15. Gofer ağacından bir gemi yap ve gemiye bin diyen aynı Tanrı şimdi Nuh’a gemiden çıkmasını söylüyor. Ve Nuh gemiden çıktı ve Rabbin önünde bir sunak hazırladı. Tüm bu yaptıkları sade bir itaat örneğidir. Bir iman itaati ve bir de iman tapınması vardır ve her ikisi birlikte yürürler. Sunak hazırlanmıştır. Nuh sunakta bütün temiz sayılan hayvanlar ile kuşlardan Rabbe yakmalık sunular sundu. Gemi, Nuh’u ve Nuh’un ailesini yargı sularının üstünde güvenlik içinde taşımış idi ve onu eski dünyadan yeni dünyaya getirmiştir ve şimdi bu durumda Nuh yeni dünyada tapınan biri olarak yerini alır. 4 Ve burada dikkat edilmesi gereken nokta Nuh’un sunağı Rab için dikmiş olmasıdır. Batıl inanç bir kurtuluş aracı olduğunu düşünerek gemiye de tapınabilir idi. Tanrı yerine O’nun yarattıklarını koymak yüreğin her zaman eğilim duyduğu bir hata olmuştur. Evet, gemi çok belirgin ve görünen bir araç idi, ama Nuh’un imanı geminin ötesine geçerek geminin Tanrısına ulaştı. Ve bu nedenle Nuh gemiden indiği zaman gemiden ayrılma zamanını uzatmadı, ona özlem dolu bakışlar ile bakmadı ya da onu asla bir tapınma objesi olarak görmedi. Hemen Rab için bir sunak inşa etti ve Rabbe tapındı. Ve daha sonra da gemiden asla bir daha söz dahi edilmedi.

Tüm bu konular bize hem çok basit hem de çok önemli bir ders öğretirler. Yürek Tanrının gerçeğinden bir an için bile kayar ise yüreğin çökesine engel olacak bir sınır yoktur; çünkü putperestliğin en büyük şekillerinden birinin yoluna doğru adım atılmış olur. İman yargılanmasında iman, can için tek değerli olan diri güç kaynağını her zaman Tanrıdan alır. Yani kısaca şöyle açıklayalım: iman, Tanrının ataması ile ilgili olarak Mesih’te sevinç bulduğu sürece kaynağı her zaman Tanrı olacaktır. Bunun ötesindeki hiç bir şeyin değeri yoktur; eğer herhangi bir yaratık en düşük derecede bile yürek ve O’nun değerli işi ve görkemli Kişiliği arasına girecek olur ise, o zaman Tanrıya ait olan yüceliğe gölge düşürülür ve artık övülen tanrı olmaz, yaratık olur. Oysa övgü ve yüceliği hak eden yalnızca Tanrıdır; yaratığın şeytanın bir aracısı haline gelmesi konusunda ayık ve uyanık kalınmalıdır. Batıl inancın yargısına göre düzen her şeydir ve Tanrı dışarda bırakılır. Ve Tanrının adı yalnızca düzeni yüceltmek amacı ile kullanılır ve insan yüreğinin düşüncelerine derin bir bağlılığa ve insan zihni üzerinde kudretli bir etkiye neden olur. İsrail çocuklarının tunç yılana tapınmaları konusunda da durum aynı idi. Tanrı tarafından kullanıldığı için onlara bir bereket kanalı olan tunç yılan İsrail çocuklarının yüreği Rabden ayrıldığı zaman batıl inançlara göre tapınılan bir obje haline geldi. Ve Hezekiya tunç yılanı parçalar halinde kırmak ve onu “pirinçten bir parça” olarak adlandırmak zorunda kaldı. Tunç yılan kendi içinde yalnızca bir Nehuştan (İbranice’de hem tunç hem de yılan sözcüklerini çağrıştırır) idi, ama Tanrı tarafından kullanıldığı zaman, zengin bir bereket aracı olmuş idi. İman bu durumda elbette tanrısal açıklamanın gerçeğine sahip çıktı. Ancak batıl inanç her zaman yaptığı gibi tanrısal açıklamayı önemsemedi ve Tanrının bu olaydaki gerçek amacını kavrayamadı, bu gerçek amacı kaybetti ve aslında bu davranışı ile tunç yılanı bir tanrı yaptı. (Bakınız 2.Krallar 18:4)

Ve değerli okuyucum, tüm bu olaylarda şimdiki çağ için geçerli olan derin bir ders yok mudur? Ben derin bir ders olduğundan eminim. Bizler bir düzen çağında yaşıyoruz. Ağzı ile iman ikrarında bulunan kiliseyi sarıp sarmalayan atmosfer geleneksel bir dinin elementlerine gebedir ve bu durum Mesih’in canından ve O’nun tanrısal kusursuz kurtarışından çalar. İnsani gelenekler cüretkar bir şekilde Mesih olarak bir kişinin var olduğunu ya da Mesih’in çarmıhı gibi bir gerçeğin varlığını cüretkar bir şekilde inkar etmezler mi? Eğer böyle yapmasalar idi, pek çok kişinin gözleri açılabilir idi. Ama ne yazık ki, durum böyle değildir. Kötü, bundan çok daha dehşetli ve tehlikeli bir karaktere sahiptir. Düzenler Mesih’e ve Mesih’in işine göre oluşmuşlardır. Günahkar yalnızca Mesih aracılığı ile kurtulmaz, ama Mesih ve O’nun ile ilgili düzenler aracılığı ile kurtulur. Ama böyle düşünüldüğü takdirde Mesih’ten tamamıyla çalınmış olur çünkü bizi kurtaran Mesih ile ilgili düzenler değil, Mesih’in Kendisidir. Düzenler ile ilgili bir dinden yana olan herkesin bu konu üzerinde çok ciddi bir şekilde düşünmesi gerekmektedir. “Eğer yüreğiniz Mesih’te sünnet edilmemiş ise bunun size hiç bir yararı olmaz.” Kurtuluş için gerekli olan yalnızca ve tam olarak sadece Mesih’tir, ya da hiç bir şeydir. Şeytan insanları şu konuda ikna eder: “Mesih ile ilgili düzenlere önem verdikleri takdirde Mesih’i onurlandırmış olurlar.” Oysa şeytan çok iyi bilmektedir ki, Mesih ile ilgili düzenler Mesih’i tamamen bir kenara iterler ve düzenleri tanrı haline getirirler. Daha önceki bir yerde yapmış olduğum bir uyarıyı burada tekrar yapmak isterim: batıl inanç düzenleri Tanrı aleyhine kullanmaya çalışır; bu konudaki sadakatsizlik ve gizemcilik gibi silahları aşikardır; iman yalnızca tanrısal açıklamayı kullanır ve yalnızca Tanrı’yı yüceltir.

Ama şu anda bu kısım üzerinde daha önce planlamış olduğumdan daha fazla durduğumu görüyorum ve bu yüzden bu kısma Yaratılış 9.bölümün içeriğine geçiş yapmak için yavaş yavaş son vereceğim. Yaratılış 9. Bölümde tufandan sonra yaratılışın altına konmuş olduğu yeni antlaşmayı görürüz. “Tanrı, Nuh’u ve oğullarını kutsayarak, ’Verimli olun ve çoğalıp yeryüzünü doldurun’ dedi. “ Yaratılış 9:1. Tanrının yenilenmiş dünyaya giriş yapan insana verdiği buyruk üzerinde düşünelim. Yeryüzünün bazı bölümlerini değil, ama yeryüzünü doldurmalarını istedi. Tanrı yeryüzünün üzerinde çok sayıda insan olmasını arzu etti ve onların kendi enerjilerine bağlı olarak hareket etmemelerini istedi. Yaratılış 11.bölümde insanın bu buyruğu nasıl ihmal ettiğini göreceğiz.

Bu durumda her diğer yaratığın yüreğine insan ile ilgili bir korku yerleşti. Bu yüzden insan yaradılışının daha altında yer alan yaratıklar insandan korkmaya ve ondan dehşet duymaya başladılar. Yaşamda ve ölümde hayvanların insanın hizmetinde olmaları gerekiyor idi. Tanrının sonsuza kadar kalıcı antlaşması aracılığı ile TÜM yaratılış kurtulmuş idi. Bir daha asla bu şekilde bir yargı olmayacak idi. O zamanki dünya su ile kaplanarak yok edilmiş idi; ama şimdiki gökler ve yer tanrısız insanların yargılanacakları o günde ateş ile yok edilecekler idi. Yeryüzü bir kez su ile temizlenmiş idi ve daha sonra tekrar ateş ile temizlenecek idi. Ve bu ikinci temizlik döneminden Mesih ‘te kurtulmuş olanların dışında hiç kimse kaçıp kurtulamayacak idi; Mesih ölümün derin sularından geçmiş ve tanrısal yargının ateşini üzerine almış idi, bu sayede kurtulmak için Kendisine sığınanları kurtardı. Ancak O’na sığınmayan ya da iman etmeyenler derin suların altında kalacak ve tanrısal yargının ateşine uğrayacaklardır.

“Tanrı konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Sizinle ve bütün canlılar ile kuşaklar boyu sonsuza dek sürecek antlaşmamın belirtisi şu olacak: Yayımı bulutlara yerleştireceğim ve bu, yeryüzü ile aramdaki antlaşmanın belirtisi olacak.” Yaratılış 9: 13. Tüm yaratılış ikinci bir kez Tanrının antlaşmasının sağlamlığı altında huzur ve esenlik içindedir; Tanrı yayını bulutlara yerleştirmiştir. Gökkuşağı göründüğü zaman Tanrının esenlik antlaşmasını aklımıza getirmek bizi mutlu kılar ve insan olarak kendi kusurlu ve belirsiz hafızamıza değil, ama Tanrının kusursuz ve mükemmel hafızasının güvencesi altında olduğumuzu hatırlarız. Tanrı, “Anımsayacağım” der. Tanrının neyi hatırlayacağını ve neyi hatırlamayacağını düşünmek ne kadar hoş! Tanrı Kendi antlaşmasını hatırlayacaktır ama halkının günahlarını hatırlamayacaktır. Tanrının antlaşmasını sabit kılan çarmıh, halkın günahlarını ortadan kaldırmıştır. Buna duyulan inanç sıkıntılı ve huzursuz vicdana esenlik sağlar.

“Yeryüzüne ne zaman bulut göndersem, yayım bulutların arasında ne zaman görünse, sizin ile ve tüm canlı varlıklar ile yaptığım antlaşmayı anımsayacağım. Canlıları yok edecek bir tufan bir daha olmayacak.” Yaratılış 9: 14,15. Ne kadar güzel ve etkili bir ifade! Yargının tehdidinden sonra yansıyan güneşin ışınları Tanrının antlaşmasından, Tanrının kurtarışından ve Tanrının hafızasından söz eden bu cümleler yüreği sakinleştirir. Onları yansıtan bulutun arasından çıkan değerli, çok değerli güneş ışınları! Bulutun içinde görünen bu yay bize ne kadar güçlü bir şekilde Golgota’yı hatırlatır. Gerçekten de orada Golgota’da Tanrı Kuzusunun kutsal Başı üzerinde kendisini gösteren kalın ve koyu yargı bulutu öylesine koyu bir bulut idi ki, öğle vaktinde bile “tüm yeryüzüne karanlık hakim oldu.” Ama Tanrıya övgüler olsun ki iman, toplanmış olan en karanlık ve koyu bulutların içinde bulunan görkemli yayı görebilir. Çünkü iman Tanrının sonsuz sevgisinin parlak ışıklarının korkunç bir hüznün arasından çıktığını ve bulutta yansıdığını görür. Aynı zamanda o karanlığın orta yerinden yükselen şu sesi de işitir:” Tamamlandı!” Ve iman bu sesin söylediklerinde Tanrının sonsuza kadar sürecek olan amaçlarının farkına varır, bu sözler yalnızca yaratılış için değil, aynı zamanda İsrail’in oymakları ve Tanrının kilisesi için de söylenmiştir.

Bu bölümün son paragrafı çok alçaltıcı bir görünümü gözler önüne serer. Yaratılışın rabbi kendisini yönetme konusunda başarısız olur: “Nuh çiftçi idi, ilk bağı o dikti. Şarap içip sarhoş oldu ve çadırının içinde çırılçıplak uzandı.” Yaratılış 9: 20,21. Tek doğru adam olan ve doğruluk vaazı veren Nuh’un içinde bulunduğu bu durum üzücüdür! Ama insan dediğimiz zaten nedir ki? Bulunduğu her yerde insana bakın ve göreceğiniz tek şey yalnızca başarısızlık olacaktır. Aden bahçesinde başarısızlığa uğradı; yenilenmiş yeryüzünde başarısızlığa uğradı; Kenan diyarında hata yaptı; Kilisede hatalar yapar ve bin yıllık ışık ve görkem döneminde yine hatalar yapar. İnsan her yerde hata yapar ve her konuda hata yapar. İnsanda iyi olan hiç bir şey yoktur. İnsana verilen avantajlar ne kadar büyük olur ise olsun, sahip olduğu ayrıcalıklar ne kadar engin olur ise olsun ve bulunduğu konum ne kadar arzu edilebilir olur ise olsun, insanın ortaya koyacağı tek şey yalnızca başarısızlık ve günah olacaktır.

Ama yine de burada Nuh’a bakar iken onu iki şekilde görmemiz gerekir, yani, bir “örnek” olarak ve bir “insan” olarak. Ve örnek olarak baktığımız zaman tam bir güzellik ve anlam görmemize rağmen insan olarak baktığımız zaman o günah ve akılsızlık ile doludur. Ancak buna rağmen Kutsal Ruh yine de şu sözleri yazmıştır: “Nuh doğru bir insan idi ve çağdaşları arasında kusursuz biri idi ve Tanrı yolunda yürüdü.” Yaratılış 6:9. Tanrısal lütuf onun tüm günahlarını örtmüş idi ve ona Mesih’in lekesiz doğruluk giysisini giydirmiş idi. Nuh kendi çıplaklığını fark etmesine rağmen Tanrı onun çıplaklığını görmedi, çünkü onun içinde bulunduğu durumun zayıflığında ona bakmadı. Tanrısal ve sonsuza kadar kalıcı doğruluğun tüm gücü içindeki Nuh’a baktı. Bu nedenle bizim bu tanrısal gerçeği aklımıza getirmediğimiz zaman tamamen yanlış kişiye bakabileceğimizi anlıyoruz. Ham ise Tanrının düşüncelerinden tamamen habersiz olarak insana sağlanmış olan bereket konusunda bir bilgisi olmadığını gösterdi ve  çıplak babasını bir giysi ile örttü– Ham insanın zayıflıklarının bağışlandığını ve günahının örtüldüğünü bilmiyor idi; bunun aksine Sam ve Yafet davranışları ile tanrısal yöntemin insan çıplaklığına nasıl bir çözüm getirmiş olduğunu anladıklarını gösterdiler ve bu nedenle bir bereket miras aldılar, ama Ham bir lanet miras aldı.


1. Şu ayeti her zaman aklımızda tutmamız gerekir: “Ama gökten inen bilgelik her şeyden önce paktır, sonra barışçıldır ve yumuşaktır ve uysaldır.” Yakup 3:17. Dünyadan ya da insan doğasından gelen bilgelik kin, kıskançlık ve bencillik içerir ve bu yüzden asla saf olamaz.

2. Yukardaki dikkat çeken bölümde Kutsal Ruh’un vaftiz düzeni konusundaki bilgeliğini yeterince takdir etmek mümkün değildir. Vaftiz ile ilgili yapılmış olan kötü kullanımı biliyoruz – vaftizin bir çok insanın düşüncelerinde nasıl yanlış bir yere sahip olduğunu biliyoruz – yalnızca Mesih’in kanına ait olan yeterliliğin su vaftizine nasıl atfedildiğini biliyoruz – Kutsal Ruh’un yeniden doğum sağlayan lütfunun nasıl su vaftizine aktarıldığını biliyoruz ve tüm bu konular hakkında sahip olduğumuz bilgi ile Tanrının Ruhunun bu konuda özneyi nasıl koruduğuna hayran kalıyoruz; benliğin kirliliğinin su ile yıkanıp temizlenmesi mümkün değildir. Ama Tanrı önünde huzurlu bir vicdana sahip olmanın yanıtı krallığın düzenlerinden biri olarak ne kadar önemli olur ise olsun su vaftizi ile değildir, “yanıt”, “Bizi suçlarımızdan kurtarmak için ölen ve aklanmamız için tekrar dirilen İsa Mesih” tir.

Vaftiz tanrısal düzenin bir buyruğu olarak ve Tanrı tarafından belirlenmiş yeri içinde çok büyük bir öneme ve derin bir anlama sahiptir. Ancak insanları şu ya da bu şekilde örneği özün yerine koymuş olarak gördüğümüz zaman Tanrının sözünün ışığı aracılığı ile şeytanın işini ifşa etmemiz gereklidir.

3.  Burada okuyucumun söz edeceğim konu üzerinde dua ederek düşünmesini rica ediyorum; takdiri ilahi gerçeği olarak adlandırılan konuyu özellikle incelemek için kendini adamış olan bazı kişilerin zihinlerine çok yakın bir konudur bu konu. Hanok ve Nuh’a işaret eder. Hanok daha önce görmüş olduğumuz gibi yargı gelmeden önce yukarı alınmış idi. Nuh is yargının içinden geçmiş idi. Bu nedenle Hanok’un kilise ile ilgili bir örnek olduğu düşünülür. Kilise insan kötülüğü doruğuna ermeden ve insanların üzerlerine tanrısal yargı düşmeden önce yukarı alınacaktır. Öte yandan Nuh ise İsrail’in geri kalan bakiyesine ilişkin bir örnektir. İsrail derin sıkıntı sularından ve derin yargı ateşinden geçirilecek ve Tanrının sonsuza kadar kalıcı antlaşmasından dolayı bin yıllık parlak dönemin tam sevincine yönlendirilecektir. Burada eklemem gereken bir şey var; o da şudur: bu düşünce iki Eski Antlaşma atası aracılığı ile aklıma geldi. Ve bu düşüncenin kutsal yazıların genel düzenine ve içeriğine uygun olarak desteklendiğini biliyorum.

4. Bu gemi ile ilgili konuya vaftiz ile ilgili bağlantısı olan çok önemli ve derin bir buyruk olarak bakmak ilginç olabilir. Gerçekten vaftiz olmuş olan bir kişi elçinin de söylemiş olduğu gibi “kendisini kurtaran öğretiş örneğine yürekten itaat eder” ve bu kişi iman aracılığı ile ruhta ve prensip olarak eski dünyadan yeni dünyaya geçmiştir. Su, eski insanın gömülmüş olduğuna bir sembol teşkil ederek kişinin üzerinden geçer ve bu sembol o kişinin eski yaratık konumundan geçtiğini ve eski doğasının tamamen bir kenara ayrılmış olduğunu ima eder. Kısaca artık, eski yaratık ölü biridir. Kişinin suya gömülmesi ile ifade edilmek istenen şey, onun eski yaratık olarak adının yerinin ve varlığının gözden kaybolduğuna ilişkin bir gerçektir. Eski yaratık tüm günahları, zayıflıkları ve çaresizlikleri ile Mesih’in mezarına gömülmüştür ve bir daha asla Tanrının görüş alanına gelemeyecektir.

Ve kişi tekrar sudan dışarı yükseldiği zaman ifade edilen şey şudur: Mesih’in dirilişi sayesinde imanlı da artık yeni bir yaşamın sahibi olarak dirilir. Eğer Mesih ölümden dirilmemiş olsa idi, imanlı sudan dışarı çıkamaz ve haklı olarak eski doğasına ait olan yerde suyun altında kalması gerekir idi. Ama Mesih yeni bir yaşamın gücü aracılığı ile ölümden dirildiği için günahlarımızın hepsini tamamen ortadan kaldırmıştır ve bizler de bu sayede sudan dışarı çıkabiliriz ve böyle yapmak ile Tanrının lütfu aracılığı ile Mesih’in ölümü sayesinde yeni bir yaşama tam olarak sahip oluruz ve bu yeni yaşam ile birlikte Mesih bize sonsuza kadar kalıcı bir şekilde tanrısal doğruluğunu armağan eder. “ Babanın yüceliği sayesinde Mesih nasıl ölümden dirildi ise biz de yeni bir yaşam sürmek üzere vaftiz yolu ile O’nun ile birlikte ölüme gömüldük. Eğer O’nunkine benzer bir ölümde O’nun ile birleşti isek, O’nunkine benzer bir dirilişte O’nun ile birleşeceğiz.” (Bakınız Romalılar 6 ve Koloseliler 2. Aynı zamanda 1.1petrus 3:18-22 ayetleri ile de kıyaslayınız.” Tüm bunlar vaftiz olgusuna yoğun bir önem kazandırır ve onu anlam açısından gerçeğe gebe kılar.

Yaratılış 10

Kitabımızın bu kısmında Nuh’un soyundan gelen üç oğlunun adlarının kayıtlı olduğunu görürüz; burada özellikle Babil ya da Babilon krallığının kurucusu olan Nemrut dikkatimizi çeker. Babil krallığı esin ile yazılmış olan sayfalarda önde gelen bir yer tutar. Babil çok iyi bilinen bir isimdir ve etkisi de çok iyi bilinir. Yaratılış 10.bölümden Vahiy 18.bölüme kadar defalarca karşımıza çıkar ve her zaman Tanrının tanıklığı konusunda kararlı bir düşmanlık ile hareket eder. Burada söylemek istediğimiz Eski Antlaşmadaki Babil ile ilgili ayetlerin Vahiy kitabındaki Babil ile aynı oldukları değildir. Hiç bir şekilde benzerlik göstermezler. İlk Babil’in bir kent olduğuna ve ikinci Babil’in bir sistem olduğuna inanıyorum. Ama yine de hem kent hem de sistem Tanrı halkına karşı güçlü bir etkiye sahiptirler. İsrail Kenan diyarındaki savaşlarına başladığı zaman bir Babil düşman ordusu tarafından bozguna ve sıkıntıya uğratılmış ve yenilgi ve karmaşa ile yüz yüze kalmış idi. Babil’in Tanrı halkı üzerindeki kötü etkisi ile ilgili ilk kayıt budur. Ama Kutsal Yazıların her öğrencisi Babil’in, İsrail’in tüm tarihi boyunca İsrail halkı üzerindeki etkisinin ve oynadığı rolün ne olduğu konusunda bilgi sahibidir.

Burada bu kentin tanıtıldığı çeşitli bölümlere ayrıntılı olarak dikkat çekmeyeceğiz. Burada belirtmek istediğim tek şey yalnızca Tanrı ne zaman yeryüzünde doğru bir tanığa sahip oldu ise şeytan da her zaman bu tanıklığı lekelemek ve bozmak için bir Babil’e sahip idi. Tanrı ne zaman yeryüzündeki bir kent ile adını bağladı ise o zaman Babil o kentin biçimini alır ve Tanrı, adını kilise ile birleştirdiği zaman ise o zaman Babil yine “büyük fahişe” (tüm iğrençliklerin anası) olarak adlandırılan bir din sisteminin şeklini alır. Tek bir sözcük ile özetleyecek olur isek, şeytanın Babil’i her zaman kendi eli ile bir araç ya da kanal bularak hem eski İsrail’de hem de şimdiki kilisede tanrısal eylemlere karşı olan amaçlarını oluşturur. Eski Antlaşma’nın tamamı boyunca İsrail ve Babil her zaman karşıt durumlarda görülürler: İsrail yükseldiği zaman, Babil alçalır. Ve Babil yükseldiği zaman İsrail alçalır. Bu nedenle İsraİl Yehova’nın tanığı olarak tamamen başarısızlığa uğradığı zaman, “Babil kralı onun kemiklerini kırdı ve onu bozguna uğrattı. Yeruşalim kentinde kalmış olması gereken Tanrı evinin eşyaları Babil kentine götürüldüler. Ama Yeşaya üstün peygamberliği ile bizi tüm bunların karşıtı olan bir noktaya doğru yönlendirir. Ve çok görkemli örnekler ile İsrail’in yıldızının yükseldiğini ve Babil’in tamamen battığını bize gösterir. “Rab İsrail halkını acıdan ve sıkıntıdan ve yaptığı ağır işlerden kurtardığı gün Babil kralını alaya alarak, ‘Halkı ezenin nasıl da sonu geldi’ diyecekler, ‘zorbalığı nasıl da sona erdi!’ Rab kötülerin değneğini, egemenlerin asasını kırdı. O asa ki, halklara gazap ile vurdukça vurdu, ulusları öfke ile ve dinmeyen öfke ile yönetti. Bütün dünya esenlik ve barış içinde sevinç ile haykırıyor, Lübnan’ın çam ve sedir ağaçları bile kralın yok oluşuna seviniyor.” Yeşaya 14:3-8.

Eski Antlaşma’da Babil halkı ile ilgili yazılan bilgiler hakkında yazacaklarım şimdilik bu kadar. Babil’in karakterini ve sonunu öğrenmek için değerli okuyucumun Vahiy kitabının 17. Ve 18.bölümlerine dönmesi yeterli olacaktır. Babil, Kuzu’nun eşi olan gelin ile belirgin bir karşıtlık içinde takdim edilir. Ve Babil’in sonuna bakınca onun Kuzu’nun görkemli evliliğinden sonra değirmen taşına benzeyen büyük bir taş gibi kaldırılıp denize atıldığını görürüz.

Ama yine de bu çok ilginç konuyu burada izleme girişiminde bulunmayacağım: Burada bu konuya yalnızca Nemrut’un adı ile bağlantılı olarak değinmiş bulundum. Okuyucumun Babil adının geçtiği tüm bu kutsal yazılardan Babil hakkında bilgi sahibi olması için Vahiy 17 ve 18.bölümleri okumasını önerdim.

“Kuş’un Nemrut adında bir oğlu oldu. Yiğitliği ile yeryüzüne ün saldı. Rabbin önünde yiğit bir avcı idi. “Rabbin önünde Nemrut gibi yiğit avcı sözü” buradan gelir. İlkin Şinar topraklarında, Babil, Erek, Akat, Kalne kentlerinde krallık yaptı. Sonra Asur’a giderek Ninova, Rehovot-İr, Kalah kentlerini ve Ninova ile önemli bir kent olan Kalah arasında Resen’i kurdu.” Yaratılış 10:8-12. İşte Babil’in başlangıcı böyle oldu ve onun karakteri Tanrının tüm kitabı boyunca dikkat çekecek bir şekilde bu başlangıç ile uyumludur. Babil yeryüzünde her zaman güçlü bir etkiye sahip olarak görülür; başlangıcını göklere borçlu olan her şeye karşı tam bir düşmanlık tutumu içinde hareket eder. Ve göklerdeki Tanrı ordularının “Hallelulja!” diye bağırmaları ancak Babil’in tamamen yok olmasından sonra duyulur. “Hallelulja! Gücü Her Şeye Yeten Rab Tanrı egemenlik sürüyor!” Bundan sonra Babil’in tüm gücü sonsuza kadar yok olacaktır; koca kent Babil de işte böyle şiddet ile atılacak ve bir daha görülmeyecek; o Babil ki bir zamanlar hem yabani ayvanları hem de pek çok canı mahvetmiş idi. Babil’in tüm gücü ve görkemi, tüm gösterişi ve gururu, zenginliği ve lüksü, ışığı ve sevinci, parlaklığı ve ihtişamı, güçlü çekicilikleri ve dört bir bucağa yayılmış olan etkisi sonsuza kadar ortadan kalkacaktır. Artık onda hiç kandil ışığı parlamayacak ve hiç bir yaşam sesi duyulmayacak idi. Tanrı Babil’i yargılayacak ve kutsalların, elçilerin ve peygamberlerin hakkını alacaktır. “Ey Rab, tüm bunlar ne zaman gerçekleşecek?”

Yaratılış 11

Bu bölüm ruhsal zihinlerde çok derin ilgi uyandıracak bir bölümdür. Bu bölümde iki büyük gerçek kayıtlıdır, yani Babil kulesinin inşa edilmesi ve İbrahim’in çağrılması. Ya da başka bir deyiş ile, insanın kendisi için sağlama çabaları ve Tanrının imana bildirmiş olduğu sağlayış; insanın kendisini “yeryüzüne” yerleştirme girişimi ve Tanrının, insanın payını ve yuvasını göklerde bulması için onu “yeryüzünden dışarı” çağırması.

“Ve başlangıçta dünyadaki tüm insanlar aynı dili konuşur ve aynı sözleri kullanırlar idi. Doğuya göçerler iken Şinar bölgesinde bir ova bulup orya yerleştiler. ‘Kendimize bir kent kuralım ve göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” Yaratılış 11: 1,2,4. İnsan yüreği her zaman yeryüzünde bir isim, bir pay ve bir merkez arar. Göklerin ihtişamı, Tanrının göğü ya da göğün görkemi hakkında bir şey bilmez. İnsan kendi başına bırakıldığı zaman, objelerini her zaman bu alçak dünyanın içinde arayacaktır. Kuracağı her şey her zaman göklerin altında olacaktır. İnsanın Tanrının çağrısına, açıklamasına ve gücüne ihtiyacı vardır, öyle ki, yüreği hali hazırdaki dünyanın üzerine yükselebilsin. Çünkü insan gökyüzüne yabancılaşmış yersel bir insandır. Şimdi inceleyeceğimiz önümüzdeki olayda ne yukarı bakacak ne de O’nu yukardan bekleyecek bir bilgiye sahip değildir. Aynı zamanda insan yüreği, Tanrının konut kurabileceği bir yer bina etmek gibi bir düşünceye de sahip değildir; yine insan yüreğinin Tanrı için bir konut bina etmek amacı ile malzeme toplamak gibi bir niyeti de yoktur. Ne yazık ki, hayır! Tanrının adından bir kez bile söz edilmez. Şinar ovasındaki insanın amacı bir kent ve bir kule bina etmek idi. Ve o günden bu güne insanın amacı her zaman aynı kalmıştır. İster Şinar ovasındaki insan ister Tiber kıyılarındaki insan üzerinde düşünelim, insanı her zaman aynı kendi çıkarını arayan, kendini yüceltmek isteyen ve Tanrıyı dışarda bırakan insan olarak görürüz. İnsanın tüm amaçlarında, ilkelerinde ve yollarında devam edip giden bir melankolizm mevcuttur. İnsan her zaman Tanrıyı dışarda bırakıp kendini yüceltmek ister.

Şimdi bu Babil kulesi federasyonuna hangi ışığın açısından bakar isek bakalım onda Tanrıyı hiçe sayan insanın zeka ve enerjisinin kendisini gösterdiğinin farkına varmak çok eğiticidir. İnsan tarihinin akışından aşağı doğru baktığımız zaman onun konfederasyon ya da birleşme eğilimine sahip olduğunu kolayca algılayabiliriz. İnsan kendi büyük amaçlarına ulaşmak için genellikle bu yolda ilerler. Bu yol hayır severlik, din ya da politika olabilir, her ne yol olur ise olsun insanın düzenli bir organize birliği olmaksızın teşkil edilemez. Bu ilkenin –aynı zamanda onun nasıl işlediğinden de haberdar olmak - farkına varmak yararlıdır; bir insan birliğinin ortak çabalarını anlatan bu ilk örneği Şinar ovasındaki amacın tasarısını, objesini, girişimini ve bu girişimin nasıl bozulduğunu yazan sayfada okuruz. İçinde bulunduğumuz anda eğer çevremize bakacak olur isek, tüm sahnenin birleşmeler ile dolu olduğunu görürüz. Onları adlandırmak bir işe yaramaz, çünkü onlar insan yüreğinin amaçları kadar çokturlar, saymak ile bitmezler. Ama burada işaret etmek istediğimiz önemli nokta tüm bunların başlangıcının Şinar’da başlamış olmasıdır; insan amaçlarının bina edilmesi ve insan adının yüceltilmesi, içinde bulunduğumuz aydınlanmış ve uygar çağ ile kıyaslanacak olur ise ondan daha farklı değildir. Ve iman düşüncesi uyarınca her zaman mevcut olan tek kusur Tanrının dışarda bırakılmasıdır. Ve insanı Tanrı olmadan yüceltme çabalarıdır; insan başını döndürecek bir yüksekliğe ulaşmak ister ama bunun sonucunda karşılaşacağı tek şey umutsuz bir zihin karışıklığına düşmesi ve geri dönülmesi imkansız bir mahva sürüklenmesidir. Bir Hristiyanın bilmesi gereken tek bir birleşme vardır, o da Mesih’in yüceltilmesi için tanık olarak göklerden aşağı gelmiş olan Kutsal Ruh aracılığı ile bir araya getirilen diri Tanrının kilisesidir; Kutsal Ruh imanlıları tek bir bedende vaftiz eder ve onları Tanrının konutuna yerleştirir. Babil ise her şekilde bunun tam karşıtıdır. Ve bildiğimiz gibi sonunda Babil “şeytanların konutu” haline gelir. (Bakınız Vahiy 18.bölüm)

“Rab insanların yaptığı kent ile kuleyi görmek için aşağıya indi. ‘Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek hiç bir engel tanımayacaklar’ dedi, ‘gelin aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.’ Böylece Rab onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.” Yaratılış 11: 5-8. Böylece, insanın ilk birleşme denemesinin sonu gelmiş oldu. Ve bu son gelinceye dek böyle olacaktır. “Ey halklar, yıkıma ve bozguna uğrayacaksınız. Yeryüzünün en uç köşeleri, kulak verin. Savaşmaya ve bozguna hazırlanın. Evet, savaşa ve bozguna hazır olun.” Yeşaya 8:9. Tanrı, insanları birleştirdiği zaman durum ne kadar da farklıdır! Elçilerin İşleri ikinci bölümde Kutsal Olan’ın sonsuz lütfu içinde insan ile günahın onu yerleştirmiş olduğu koşullarda karşılaşmak için aşağı indiğini görürüz. Kutsal Ruh lütfun elçilerini mesajlarını iletir iken her bir kişinin ana dilinde iletmek için muktedir kıldı. Bu durum, Tanrının insan yüreğine lütfun tatlı öyküsü ile ulaşmayı arzu ettiğine dair çok değerli bir kanıttır. Ateşler saçan dağın yasası böylelikle geçerliliğini yitirdi. Tanrı insanın ne olması gerektiğini söylediği zaman tek bir dil ile konuştu ama Kendisinin ne olduğunu söylediği zaman pek çok dilde konuştu. Kentin kurulmasına ve kule dikme amacına insanın gururu ve ahmaklığı neden olmuş idi ve lütuf ise bu engelleri ortadan kaldırdı. Öyle ki, her insan kurtuluşun iyi haberlerini işitebilsin ve Tanrının harika işlerini anlayabilsin. Ve bu tutum ile ulaşılmak istenen sonuç ne idi? Yalnızca insanı Tanrının zemini üzerinde, Tanrının merkezi çevresinde ve Tanrının ilklerine uygun olarak birleştirmek idi. Aslında arzu edilen, insana tek bir dil, tek bir merkez, tek bir obje, tek bir umut ve tek bir yaşam vermek idi. Amaç, insanları öyle bir şekilde bir araya getirmek idi ki, bir daha asla dağılmasınlar ya da kendi başlarına birleşmeyi planlamasınlar. Amaç onlara sonsuza kadar kalıcı olarak devam etmesi gereken bir isim ve bir yer vermek idi. Ucu yalnızca göklere erişmesi gereken bir kent ve bir kule kurmak değil, ama onlara Tanrının her şeye gücü yeten Eli aracılığı ile çürümesi imkansız bir temel hazırlamak idi; Amaç, onları diri ve yüceltilmiş Mesih’in Kişiliğinin çevresinde bir araya getirmek ve hepsini O’na hayran olan ve O’na tapınan bir topluluk olarak tek bir amaç içinde bir araya getirmek idi.

Eğer değerli okuyucum Vahiy kitabının 7.bölümüne dönecek olur ise bu bölümün sonunda şu sözleri okuyacaktır: “ Bundan sonra gördüm ki, her ulustan her oymaktan her dilden oluşan ve kimsenin sayamayacağı kadar büyük bir kalabalık tahtın ve Kuzu’nun önünde duruyorlar idi.” Vahiy 7:9. Ve yüksek ses ile Tanrıyı övüyorlardı. Böylece buradaki ayetler çok ilginç ve yararlı bir bağlantı içinde okunabilirler. Yaratılış 11.bölümde Tanrı “yargısının” bir ifadesi olarak çeşitli diller verir. Elçilerin İşleri 2.bölümde “lütfunun “bir ifadesi olarak çeşitli diller verir ve Vahiy 7.bölümde tüm bu dillerin Kuzu’nun tahtının çevresinde toplanmış olduklarını görürüz. Bu nedenle, insan ile birleşmiş olduğumuz yer yerine Tanrı ile birleştiğimiz yerimizi bulmak ne kadar daha iyidir! İnsan ile birleşilen yer karmaşa ile biter ama tanrı ile birleşilen yer yücelik ile son bulur. Tanrı ile birleştiğimiz yerde Kutsal Ruh’un enerjisi ile ileriye doğru taşınırız; düşmüş insanın enerjisi ise insanı hep geriye taşıyacaktır. Tanrı ile birleştiğimiz yerdeki obje Mesih’in yüceltilmesidir. İnsan ile birleşilen yerde ise ya şu ya da bu şekilde obje insanın yüceltilmesidir.

Son olarak bu konuda söylemek istediğim şey şudur: insan birleşmelerinin gerçek karakterini, objesini ve konusunu bilmeyi gerçekten arzu eden herkesin Yaratılış 11.bölümün başlangıç ayetlerini okuması gereklidir. Ve diğer yandan tanrısal birleşmenin üstünlüğünü, güzelliğini, gücünü ve dayanan karakterini bilmeyi arzu eden herkesin Yeni Antlaşma’da diri Tanrının kilisesi, Mesih’in bedeni ve Kuzu’nun gelini olarak adlandırılan o kutsal, diri ve göksel birleşmeye bakması gerekir.

Dileğim odur ki, Rab bizi tüm bu şeylere bakmak ve onları anlamak için imanın gücü ile güçlü kılsın. Çünkü bu şeyler ancak bu şekilde canımıza yarar sağlarlar. Ama yine de gerçek ile noktalar ilginçtirler; ne kadar engin ve yoğun olsalar dahi kutsal yazıları bilmek, ne kadar titiz, ayrıntılı ve değerli de olsa Kutsal Kitap’a özgü eleştiriler, tüm bunların hepsi yine de yüreği kısır halde ve sevgiyi soğuk halde bırakabilirler. Söz’de Mesih’in Kendisini bulmak istiyoruz ve O’nu bulduktan sonra iman aracılığı ile O’ndan beslenmek istiyoruz. Günümüzün donduran şekilciliğinde bu tazeliğe, güce, canlılığa, enerjiye ve yoğunluğa duyduğumuz ihtiyaç çok derindir. Diri bir Mesih olmadan, O’nun tüm güçlü ve kişisel çekiciliklerini bilmeden yalnızca din değerleri içinde yaşamak ne kadar tüyler ürperticidir! Hiç kuşkusuz, sağduyulu öğretiş her zaman çok önemlidir. Mesih’in her sadık hizmetkarın kendisini bu sağduyu içeren sözlere sımsıkı sarılmaya çağrılmış olarak hisseder. Ama yine de her şeye rağmen diri bir Mesih candır, yaşamdır, iliktir, eklemdir, kirişlerdir ve damarlardır; sağduyulu öğretişin varlığı ve özüdürler. Diliyorum ki Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile Mesih’teki güzelliği ve değerliliği daha çok görebilelim ve böylece Babil’in ruhundan ve ilkelerinden uzak kalabilelim.

Yaratılış 11.bölümden geri kalanları Tanrının isteği ile bir sonraki kısımda gözden geçireceğiz.

Yaratılış 12

Yaratılış kitabında yer alan genellikle şu yedi kişinin öyküleridir; Habil, Hanok, İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf. Bu kişilerin her birisi ile bağlantısı olan özel bir gerçek çizgisinin var olduğundan kuşkum yok. Bu yüzden örneğin, Habil’in öyküsünde insanın kefaret yolu aracılığı ile Tanrıya gelişinin büyük temel gerçeğini görüyoruz – iman aracılığı ile kabul edilen kefaret. Hanok’da göksel aileye düşen uygun payı ve umuduna sahibiz. Nuh ise bize yersel ailenin yazgısını sunar. Hanok yargı gelmeden önce göğe alındı; Nuh yargının içinden geçerek yenilenmiş bir dünyaya taşındı. Böylece her birinde gerçeğin farklı bir özelliğini görüyoruz ve bunun bir sonucu olarak imanın farklı bir yanından haberdar oluyoruz. Değerli okuyucum bu konuyu İbraniler kitabının 11.bölümü ile bağlantılı olarak daha dolu bir şekilde izlemek isteyebilir ve ben böyle yaptığı takdirde daha çok ilgi duyup daha fazla yarar alacağına eminim, bu kanaatimi kesin olarak hissediyorum. Şimdi yazımıza şu anki konumuz olan İbrahim’in çağrılması ile başlayıp devam edeceğiz.

Yaratılış 12:1, Yaratılış11:31 ayetlerini Elçilerin İşleri 7:2-4 ayetleri ile kıyaslayarak can için çok pratik ve yoğun bir değer taşıyan bir gerçeği öğreneceğiz. “Rab Avram’a, ‘Ülkeni, akrabalarını ve baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git’ dedi. Yaratılış 12:1. İbrahim’e söylenen sözler bunlar idi – Tanrının tasarısı İbrahim’in yürek ve vicdanına göre hareket ederek çok kesin bir iletişimin varlığı idi. “Atamız İbrahim daha Mezopotamya’da iken, Harran’a yerleşmeden önce yüce Tanrı ona görünüp şöyle dedi: ‘Ülkeni ve akrabalarını bırak ve sana göstereceğim ülkeye git’.” Bunun üzerine İbrahim Kildanilerin ülkesini bırakıp Harran’a yerleşti. Babasının ölümünden sonra da Tanrı onu oradan alıp şimdi sizin yaşadığınız bu ülkeye getirdi.” Elçilerin İşleri 7: 2-4. Bu iletişimin sonucu Yaratılış 11:31 ayetinde verilir: “Ve Terah oğlu Avram’ı Haran’ın oğlu olan torunu Lut’u ve Avram’ın karısı olan gelini Saray’ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Kildanilerin Ur kentinden ayrıldılar. Harran’a gidip oraya yerleştiler. Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran’da öldü.” Yaratılış 11:31,32.

Bu bölümlerin hepsini bir araya getirecek olur isek, doğal benliğin bağlarının Tanrının İbrahim’in canına yaptığı çağrıya tam karşılık vermesine engel olduğunu öğreniyoruz. Terah Kenan ülkesine gitmek üzere çağrılmış olmasına rağmen yine de Harran’a yerleşti ve ölene dek orada kaldı. Ve sonra İbrahim Tanrının yüceliğinin kendisini çağırmış olduğu yere doğru yola çıktı. Bu ifade pek çok anlam yüklüdür. Doğal benliğin etkileri her zaman “Tanrının çağrısına” tam ve pratik bir güç ile düşmanlık duyarlar. Bizler ne yazık ki tanrı çağrısının önümüze koyduğu yer yerine daha aşağıda bulunan bir yeri almaya üzücü bir şekilde eğilim gösteririz. Canı, Tanrı düşüncelerinin yüksekliğine yükseltmek için güçlendirecek olan imanın büyük sadeliğine ve saygınlığına ihtiyaç duyarız. O’nun açıklamış olduğu bereketleri kendimize ait kılmak ya da onlara sahip çıkmak için imanın gücüne ihtiyacımız vardır.

Elçinin duası (Efesliler 1:15-22) Kutsal Ruh aracılığı ile bize tam olarak şunu sergiler: Kilise bir konuda güçlük çekmektedir; “Tanrının çağrısından doğan umudu ve kutsallara verdiği mirasın yüce zenginliğini ve iman eden bizler için etkin olan kudretinin aşkın büyüklüğünü anlamakta” zorluk çekmektedir. Çünkü eğer gerçekten çağrıyı kavramakta başarısız olur isek, bu çağrıya uygun değerde yürüyemeyiz. Daha ileri gitmeden önce nereye çağrıldığımı bilmem gerekir. Aksi takdirde ileri gidemem. Eğer İbrahim’in canı Tanrının onu Kenan’a çağırdığını ve mirasını alması gerektiğini bildiren gerçeğin tam gücü altında olsa idi, Harran’da kalamaz idi. Aynı şey bizim için de geçerlidir. Eğer Kutsal ruh tarafından gerçeği anlamaya yönlendirilir isek, göksel bir çağrı ile çağrıldığımızı bilir isek eğer yuvamızın, payımızın, umudumuzun ve mirasımızın hepsinin yukarda, Mesih’in Tanrının sağında oturduğu yerde olduğunu Kutsal Ruh’un desteği ve gücü ile anlayabilir isek, burada yeryüzünde bir konum elde etmek, bir isim aramak ya da bir mirasa sahip olmak gibi şeyler ile asla tatmin olamayız. Bu iki şey birbirine zıttır; konuya bakmanın doğru şekli budur. Göksel çağrı boş bir öğretiş, güçsüz bir teori ya da kaba ve acemi bir spekülasyon değildir. Bu, tanrısal bir gerçeklik midir ya da kesinlikle hiç bir şey anlamına mı gelir? İbrahim’in Kenan ülkesine çağrılması bir spekülasyon muydu? Bu, İbrahim Harran2da kalmaya devam eder iken aynı zamanda yalnızca üzerinde konuşulabilecek ya da tartışılabilecek bir teori miydi? Kesinlikle hayır! Bu bir gerçek, tanrısal bir gerçek ve güçlü ve pratik bir gerçek idi. İbrahim Kenan diyarına çağrılmış idi ve Tanrı onun geride kalmasını kutsayamaz idi. İbrahim için durum bu idi ve aynı şekilde bizim için de durum budur. Eğer tanrısal kutsama ve tanrısal huzurdan keyif alacak isek o zaman iman aracılığı ile tanrısal çağrıya uygun şekilde hareket etmeyi istememiz gerekir. Söylemek istediğim şudur: Tanrının bizi çağırmış olduğu noktaya deneyim, pratik ve ahlaki karakter ile ulaşmayı istememiz gerekir ve bu noktaya ulaşmak O’nun Oğlu ile tam bir paydaşlık içinde mümkündür – O yeryüzünde iken O’nun reddedilişi ile paydaşlık ve O göklerde iken O’nun kabul edilişi ile paydaşlık.

Ama İbrahim’in durumunda doğal benliğin onu Harran’a bağladığı noktayı kıran ölüm oldu. Bu nedenle bizim durumumuzda da bizi şimdiki dünyaya bağlayan doğal benliği kıracak olan nokta da ölümdür. Mesih ile- Başımız ve bizi temsil eden – ölmüş olduğumuz gerçeğinin farkına varmamız gerekir; yerimiz doğal benlikte ve dünyada değildir; İsrail için Kızıldeniz’in anlamı ne ise bizim için de Mesih’in çarmıhının anlamı odur. Yani çarmıh bizi ölüm ve yargı ülkesinden sonsuza kadar ayırmıştır. Bu nedenle çağrılmış olduğumuz her uygun yere “İsa Mesih’teki Tanrı çağrısına” uygun şekilde yüce, kutsal ve göksel çağrımıza doğru yürüyebiliriz.

Şimdi burada kısa bir süre için durmak ve Mesih’in çarmıhının iki büyük ve önemli temel konusu üzerinde durmak istiyorum; ya da başka bir deyiş ile çarmıhın tapınmamızın, esenliğimizin ve tanıklığımızın, Tanrı ile olan ilişkimizin ve dünya ile olan ilişkimizin temeli olduğunu kavramalıyız. Eğer ikna edilmiş bir günahkar olarak İsa Mesih’in çarmıhına bakacak olur isem orada göreceğim şu olmalıdır: çarmıh esenliğimin sonsuza kadar kalıcı temelidir, orada günahımın ortadan kaldırıldığını görürüm, tanrının benim adıma kazandığı zaferi anlarım ve ayrıca ikna edilmiş vicdanımın bulunduğu koşul bana Tanrının çocuğu olduğumu söyler; Çarmıh, Tanrıyı günahkarın Dostu olarak açıklar. Çarmıh O’nu tanrısaymaz günahkarı aklayan adil Aklayıcı olarak bu harika özelliği ile açıklar. Yaratık böyle bir şeyi asla yapamaz idi. İlahi takdir bunu asla yapamaz idi. Çarmıhta Tanrının gücünü, görkemini ve bilgeliğini görürüm. Ama tüm bunlara yalnızca bakmak ile günahım ortadan kalkamaz idi ve Tanrı da beni aklayarak kabul edemez idi.

Ancak çarmıhın sunuluşu her şeyin görünümünü tamamen değiştirir. Ben orada çarmıhta tüm tanrısal davranışların harika bir şekilde sunulmasını ve mükemmel uyumunu görürüm. Ben çarmıhta SEVGİYİ görürüm. Ve çarmıhta kanıtlanan bu sevgi yüreğimi esir alır ve ona güvence verir, onu teselli eder. Diğer tüm şeylerden çok bu sevginin farkına varmam gerekir. Çarmıhta bilgelik görürüm. Ve orada gördüğüm türdeki bu bilgelik şeytanı yere yıkar ve melekleri hayrete düşürür. Çarmıhta güç görürüm; bu muhteşem güç tüm düşmanları yere yıkar. Çarmıhta kutsallık görürüm ve bu kutsallık Tanrının günaha duyduğu yoğun tiksintiyi en yoğun şekilde ifade eder. Çarmıhta LÜTUF görürüm ve bu lütuf günahkarı alıp Tanrının huzuruna çıkartır – evet, onu alır ve Tanrının kucağına koyar. Tüm bu şeyleri çarmıhtan başka nerede görebilirim? Hiç bir yerde. İstediğiniz her yere bakın, şu iki noktanın böylesine bereketli bir şekilde birleştiği yeri hiç bir yerde bulamazsınız; yani, “Yücelerdeki Tanrıya görkem olsun” ve “yeryüzünde esenlik olsun.”

İşte bu yüzden çarmıh pek çok açıdan çok değerlidir; günahkarın esenliğinin temelidir; imanlının tapınmasının temelidir. Ve Tanrı ile olan sonsuz ilişkisinin temelidir. Tüm bunlar çarmıhtan başka hiç bir yerde böylesine bereketli ve böylesine görkemli bir şekilde nerede açıklanabilir? Tanrı için tüm eşsiz mükemmelliklerini ve zengin lütufkar davranışlarını günahkar ile adil bir temel üzerinde paylaşması ne kadar da değerli bir sevgiyi ortaya koymakta. Bir yazarın da çok güzel belirtmiş olduğu gibi, Tanrı için “zamanın başlangıcından beri tüm söylemiş olduklarını ve tüm yapmış olduklarını ve Yüreğinde her zaman en geniş yere sahip olduklarını belirtmek ne kadar değerlidir. Ve buna şaşırmamak gerekir! O’nun çok sevdiği biricik ve hoşnut olduğu Oğlu orada çarmıhta gök ve yer arasında asılacak idi. İnsanların ve kötülerin O’nun üzerine yükleyebilecekleri her tür utanç ve acı konusunu üstlenecek idi, çünkü O, Babasının isteğini yerine getirmeyi seviyor idi ve O’nun lütfunun çocuklarını kurtarmayı arzu ediyor idi. Çarmıh, tüm sonsuzluk boyunca O’nun sevgisinin en dolu ifadesi olarak tüm dikkatlerin ana merkezi olacak idi.”

Çarmıh ikinci olarak dikkatimizi şu açıdan talep eder; çarmıh pratik öğrenciliğimizin ve tanıklığımızın temelidir. Çarmıhın bu ikinci görünümünde ilki kadar dikkat talep ettiğini söylememe gerek yok. Beni Tanrıya bağlayan çarmıh aynı zamanda beni dünyadan ayıran çarmıhtır. Ölü bir kişinin dünya ile işi bittiği aşikardır ve imanlının Mesih ile birlikte öldüğü için dünya ile ilgisi kalmamıştır ve Mesih ile birlikte dirildiği için de yeni bir doğanın ve yeni bir yaşamın gücünde Tanrıya bağlanmıştır. Bu şekilde ayrılmaz bir şekilde Mesih ile bağlanan imanlı dünya aracılığı ile reddedilir ve Tanrının onu kabul edişine ortak olur. Bu kabul ediliş ve reddediliş birlikte yürürler. İmanlının kabul edilişi onu tapınan biri yapar ve onu göksel vatandaş haline getirir. İmanlının reddedilişi ise onu yeryüzünde bir tanık ve bir yabancı yapar. Bu gerçek imanlıyı perdeden içeri sokar ve aynı zamanda onu ordugahın dışına atar. Biri diğeri kadar mükemmeldir. Eğer çarmıh benim ve günahlarımın arasına girdi ise o zaman benim ve dünyanın arasına da gerçekten girmiştir. İmanlı olarak kabul edilişim ile Tanrının esenlik yerine yerleşirim. İmanlı olarak reddedilişim ile dünya ile düşmanlık yerine yerleşirim; örneğin, ahlaki bir bakış açısından -bir başka anlamda olmasına rağmen -çarmıhta ortaya konan o değerli, anlaşılması mümkün olmayan ve sonsuz lütfun sabırlı ve alçakgönüllü tanığı haline gelirim.

Şimdi imanlının yukarda Mesih’in çarmıhı ile ilgili belirtilen her iki durumun arasındaki farkı net ve doğru bir şekilde ayırt etmesi gerekir. Bir diğer duruma girmeyi reddeder iken diğerinden sevinç duyduğunu söylememesi gerekir. Eğer kulağı perdenin iç kısmındaki Mesih’in sesine açık ise o zaman aynı anda ordugahın dışındaki sesine de kulağının açık olması gerekir. Eğer imanlı çarmıhta başarılan ve tamamlanan kefaretin içine giriyor ise aynı zamanda buna dahil olan reddedilişin de farkında olması gerekir. İmanlının kabul edilişi Tanrının çarmıhta yapmış olduğu işten kaynaklanır; reddediliş yani ikincisi ise insandan kaynaklanır. Yalnızca günahlarımız ile değil ama aynı zamanda dünya ile de işimizin bitmiş olması bizim için mutlu bir ayrıcalıktır. Tüm bunların hepsi çarmıh öğretişinin içine dahildir. O zaman işte bu yüzden elçi şu sözleri söyleyebilir: “Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhından başka bir şey ile övünmem bana yasak olsun; çarmıh aracılığı ile ben dünyanın önünde ölüyüm, ben de dünyanın gözünde ölüyüm.” Pavlus, dünyaya çarmıha gerilmesi gereken bir şey olarak baktı ve Mesih’i çarmıha geren dünya aynı zamanda Mesih’e ait olan herkesi de çarmıha gerdi. Bu nedenle çifte bir çarmıha geriliş söz konusudur; biri imanlı ile diğeri ise dünya ile ilgilidir. Ve çarmıh her ikisini de kapsar. Sevgili okuyucu, bu konular üzerinde derinlemesine, içtenlikle ve dua ederek uzun uzun düşünelim. Ve dileyelim ki Kutsal Ruh bize Mesih’in çarmıhının her iki açısı için de tam ve pratik bir güç ile giriş yapabilmemiz için güç versin.

Şimdi kendi konumuza geri dönelim.

İbrahim’in Harran’da ne kadar kaldığı bize söylenmemiştir; ama yine de Tanrı lütufkar davranarak hizmetkarını benliğin pençesinden özgür kılınarak O’nun buyruğuna tam olarak itaat edebilmesi için bekledi. Ama yine de bu buyruğun benliğin koşulları bir bağlılığı yok idi. Tanrı hizmetkarlarını, onları tam itaatlerinin tüm bereketinden yoksun bırakmayı istemeyecek kadar çok sever. İbrahim’in canına Harran’da kaldığı süre içinde yeni bir açıklama gelmedi. Böyle olduğunu görmek iyidir. Tanrının bize verdiği ışığa göre hareket etmemiz gerekir ve Tanrı o zaman bize daha çok verecektir. “elinde bulunana daha fazlası verilecektir.” Tanrının ilkesi böyledir. Yine de hatırlamamız gereken bir şey vardır ve o da şudur: Tanrı hiç bir zaman bizi yürek ile adanmış bir öğrencilik yolundan çekip almayacaktır. Aksi takdirde Tanrının tüm yollarını karakterize eden ahlak üstünlüğünde büyük bir eksiklik ortaya çıkardı. Tanrı yoldan çekmez ama yoluna çeker ve O’nun yolu O’ndaki tarifsiz bereketlere yönlendirir ve eğer biz Tanrının çağrısına karşılık vermek için doğal benliğin tüm engellerini kırmayı bizim adımıza gerçek bir avantaj olarak göremiyor isek o zaman kendi merhametlerimizi terk etmiş oluruz. Ama ne yazık ki, yüreklerimiz bu gerçeği çok az kavrar. Çağrısı kulaklarımızda duyulan Tanrıyı bilerek ve severek canlarımız gayret içinde bu yolda yürümek yerine fedakarlıkları, engelleri ve zorlukları saymaya başlarız.

İtaatin her adımında can için çok ve gerçek bereket vardır. Çünkü itaat imanın ürünüdür ve iman bizi Tanrının Kendisi ile diri bir birliğe ve paydaşlığa yerleştirir. İtaate bu ışık aracılığı ile baktığımız zaman, itaatin yasacılığın her özelliğinden ne kadar farklı olduğunu kolayca görebiliriz. Yasacılık bir insanın günahlarının tüm ağır yükü üzerinde iken yasayı yerine getirmek amacı ile Tanrıya hizmet etmesidir; o zaman can sürekli bir işkence içinde tutulur ve itaat yolunda koşmak yerine ilk adım dahi atılamaz. Bunun aksi olan gerçek itaat ise lütuf ile birleşmiş olan yeni bir doğanın çok basit bir göstergesi ya da akışıdır. Tanrı bu yeni doğaya lütufkar bir şekilde rehberlik eder ve tanrısal buyruklar tarafından rehberlik edilen tanrısal doğanın yasacılığa dönüşmeyeceği mükemmel bir şekilde kesindir. Yasacılığı oluşturan şey Tanrının buyruklarını alıp onları kendi gücü ile yerine getirmeye çalışan eski doğadır. Tanrının saf ve kutsal yasası aracılığı ile insanın düşmüş doğasını düzenlemek için girişimde bulunmak olabilecek en saçma ve en yararsız şeydir. Düşmüş bir doğa böylesine düşmüş bir atmosferde nasıl soluk alabilir ki? İmkansız! Hem atmosferin hem de doğanın tanrısal olması gerekir.

Ama Tanrıya övgüler olsun ki O, imanlıya tanrısal bir doğa eklemek ile kalmamıştır, aynı zamanda bu tanrısal doğaya göksel buyrukları aracılığı ile hem rehberlik eder hem de güç verir. Aynı zamanda tanrısal doğanın önüne uygun umutlar ve beklentiler koyar. Böylece İbrahim’in durumunda olduğu gibi, “Tanrının yüceliği” imanlının önünde görünür. Ve bunun amacı nedir? İmanlının canının önüne çekici bir obje görümü yerleştirir – “sana göstereceğim bir ülke.” Bu zorlama değil, çekici kılmadır. Tanrının ülkesi yeni doğanın yargısının içinde idi – imanın yargısı, Ur kentinden ya da Harran’dan daha iyi idi; İbrahim ülkeyi “görmemiş idi”, ama bu ülke Tanrının verdiği bir ülke olduğu için iman bu ülkeye sahip olmaya değer bir ülke olarak bakar ve ona yalnızca sahip olmanın değil ama aynı zamanda şimdiki değerlerden vazgeçmeye değecek kadar değerli bir ülke olarak bakar. Bu nedenle ayette şunları okuruz: “İbrahim iman aracılığı ile daha sonra miras olarak alması gereken bir yere gitmeye çağrıldığı zaman, itaat etti ve gideceği yerin neresi olduğunu görmeden yola çıktı.” Bu cümlenin anlamı şudur: “İbrahim gözü ile gördüğüne göre değil iman ile yürüdü.” İbrahim gözleri ile görmemiş idi ama buna rağmen yüreği ile inandı ve iman canında büyük ve hareket eden bir kaynak haline geldi. İman duyularımızın kanıtlarından çok daha sağlam bir temele dayanır ve bu temel Tanrının Sözü’dür! Duylarımız bizi aldatabilir ama Tanrının Sözü asla aldatmaz.

Şimdi tanrısal doğanın tüm gerçeği, rehberlik eden buyruklar ve buna eşlik eden umutlar ile birlikte tanrısal öğretişin tamamına ilişkin bu değerleri, yasacılığın sistemi aracılığı ile tamamen ortadan siler. Yasacı kişi cennete gitmemiz için yeryüzüne teslim olmamız gerektiğini öğretir. Ama düşmüş bir doğa nasıl olur da yabancı olduğu bir doğaya teslim olabilir? İçinde kendisine çekici gelen bir şey olmayan bir doğayı nasıl çekici bulabilir? Cennet doğa için çekicilik içermez; evet, cennet eski doğanın içinde bulunmak isteyeceği en son yerdir. Benlik cennetin tadını bilmez, meşguliyetlerini ya da orada olanlar hakkında bilgi sahibi değildir. Eğer benliğin kendisini orada bulması mümkün olsa idi, kendisini orada çok sefil bir durumda hisseder idi. Bu yüzden benlik yeryüzüne teslim olma gücüne sahip değildir ve cennete gitmek için arzu duymaz. Evet, cehennemden ve onun korkunç işkencesinden, hüznünden ve ıstırabından kaçmanın hoşnut veren bir durum olduğu kesindir. Ama cehennemden kaçma arzusu ve cennete gitme arzusu birbirinden farklı iki kaynaktan çıkarlar. Cehennemden kaçmak istemek eski doğada var olabilir ama cennete gitmeyi istemek yalnızca yeni doğada mevcut olabilir. Eğer cehennemde “ateş gölü ve solucanlar” olmasa idi, eski doğa cehennemden bu kadar çekinmez idi. Aynı ilke eski doğanın izlediği tüm şeyleri ve onun arzularını da kapsar. Yasacının öğrettiği şudur: doğru olmak için önce günahtan vazgeçmek gerekir. Ama eski doğa günahtan vazgeçemez ve doğruluk konusuna gelince eski doğa doğruluktan tamamen nefret eder. Evet, eski doğanın bir miktar dinden hoşlanabileceği gerçektir ama buradaki düşünce yalnızca şudur: din, kendisini cehennem ateşinden koruyacaktır. Eski doğa dini sevmez çünkü dinin cana takdim edilmesi Tanrının şimdiki sevinci ve O’nun yollarından kaynaklanır.

Tanrıya övgüler olsun ki O’nun müjdesinin yüceliği yasacılığın bu sefil sisteminden tamamen farklıdır! Bu müjde, Tanrının Kendisinin mükemmel bir lütuf sergileyerek aşağı indiğini ve çarmıhtaki Kurban aracılığı ile günahı ortadan kaldırdığını çok kesin bir şekilde açıklar. Mesih bu amaç için sonsuz doğruluk temelinde acı çekmiş ve günah nedir bilmediği halde günah yapılmıştır. Ve Tanrı yalnızca günahı ortadan kaldırmak ile kalmaz, ama aynı zamanda imanlıya yeni bir yaşam verir ve bu yaşam O’nun Kendi dirilmiş, yüceltilmiş ve görkemli Oğlu’nun yaşamıdır. Her gerçek imanlı bu yaşama sahiptir. Tanrının sonsuz amaçlarına uygun olarak çarmıha çivilenen bu Oğul şimdi göklerde Tanrının tahtında oturmaktadır ve imanlı da daha şimdiden O’nun ile birlikte bu göksel yerlerde oturtulmuştur. Bu yeni doğa daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, kutsal sözünün buyrukları aracılığı ile lütufkar bir şekilde Kutsal Ruh’un sağladığı güç sayesinde rehberlik alır. Kutsal Ruh aynı zamanda imanlıya yıkılması imkansız olan umutlar da sunar. Ve imanlıya gelecekteki şu konuları açıklar: “Yücelik umudu, temelleri sağlam olan bir kent, göksel olan daha iyi bir ülke, Baba’nın evindeki pek çok yer, yücelerdeki altın lirler, yeşil palmiyeler ve bembeyaz giysiler, sarsılması imkansız olan bir krallık, üzüntünün ve karanlığın asla giremeyeceği bu görkemli ve ışık dolu yerlerde Tanrının Kendisi ile birlikte sonsuza kadar kalıcı beraberlik, sonsuzluğun sayısız çağları boyunca “sakin sulara ve yeşil otlaklara” yönlendirilmenin söz ile anlatılamaz üstün ayrıcalığı ve O’nun kurtaran eşsiz sevgisi!” Tüm bunlar yasacılık düşüncelerinden ne kadar da farklıdırlar! Sistematik dinin öğretileri aracılığı ile benim tedavi edilemez bozuk benliğimi eğitmeye ve yönetmeye çağırmak yerine O beni sonsuz lütfu ile sevdiğim bir yeryüzüne teslim olmam ve nefret ettiğim bir gökyüzüne gitmek yerine Mesih’in tamamlamış olduğu kurbanın temeli üzerinde bina eder; bana cennetten hoşlanacağım yeni bir doğa ihsan eder ve göksel vatandaşlığımın tadını çıkartmayı lütfeder. Ve aslında Tanrının Kendisi tüm göklerdeki tek sevinç kaynağıdır.

İşte Tanrının işlediği harika yol böyledir. İbrahim’e de aynı şekilde davranmıştır. Tarsuslu Saul’e de aynı şekilde hareket etmiştir. Ve yine bizimle de aynı şekilde ilgilenir. Tanrının yüceliği İbrahim’e Ur ya da Harran’dan daha iyi bir ülke gösterdi. Tanrı Tarsuslu Saul’e öylesine bir yücelik gösterdi ki onun gözleri yeryüzünün tüm parlak yüceliklerine kapandı. Ve bu dünyasal görkemlerin hepsini süprüntü olarak görmesine neden oldu. Öyle ki yalnızca ona görünen ve onun canının en derinlerine işleyen bir ses ile konuşan Kutsal Olan’ı görebilsin ve işitebilsin. O, yücelik içindeki göksel bir Mesih gördü. Ve bu dünyada yaşadığı sürece yersel kabın zayıflığını anlasın ve göksel Mesih’in ve O’nun göksel yüceliğinin canının tamamını doldurmasına izin versin.

“Avram ülke boyunca Şekem’deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyorlar idi.” Yaratılış 12:6. Tanrının ülkesindeki Kenanlıların varlığı İbrahim için bir deneme olacağını kanıtlar. Bu deneme İbrahim’in imanı ve umudu için talepkar bir nitelik taşıyor idi; yüreği bir uygulamaya tabi tutulacak ve sabrı denenecek idi. İbrahim Ur ve Harran’ı arkasında bırakmış idi ve Tanrının yüceliğinin ona bildirmiş olduğu ülkeye gelmiş idi ve orada “Kenanlıları” buldu. Ama orada Tanrıyı da buldu. “Ve Rab Avram’a görünerek, ‘bu toprakları senin soyuna vereceğim’ dedi.” İki ifade arasındaki bağlantı güzel ve dokunaklıdır. O günlerde ülkede Kenanlılar yaşıyorlar idi. Ve İbrahim’in gözü o günlerde ülkenin sahibi olan Kenanlılara bakıp korkmasın diye Yehova ona ve soyuna bu ülkeyi sonsuza kadar vereceğini söyledi. Bu nedenle İbrahim Kenanlılara değil Rabbe baktı. Bu tutum bizim için çok gerekli bir dersi ortaya koyar. Ülkede yaşayan Kenanlılar şeytanın gücünün ifadesi idiler. Ama biz bizi mirasımızdan alıkoymak isteyen şeytanın gücü ile meşgul olmak yerine bizi o ülkeye yerleştirecek Mesih’in gücüne bakmalıyız. “Bizler ete ve kana karşı değil kötülüğün göksel yerlerdeki gücüne karşı mücadele veriyoruz.” Çağrılmış olduğumuz bölge tam olarak bir çatışma bölgesidir. Bunun bizi dehşete mi düşürmesi gerekir? Hayır, hiç bir şekilde! Biz orada Mesih’e ve zaferli bir Mesih’e sahibiz ve bizler “Mesih’te galiplerden de üstünüz.” Bu nedenle bir korku ruhuna kapılmak yerine bir tapınma ruhu geliştirmemiz doğru olandır. Ve İbrahim orada kendisine görünen Rabbe bir “sunak” yaptı. Oradan Beytel’in doğusundaki dağlık bölgeye doğru gitti. Ve çadırını batıdaki Beytel ile doğudaki Ay kentinin arasına kurdu. Sunak ve çadır bize İbrahim’in karakteri ile ilgili iki önemli özelliği açıklar. Tanrıya tapınan biri ve dünyada yabancı olan biri! En bereketli özellikler! Yeryüzünde hiç bir şeye sahip olmamak ve sahip olduğumuz her şeye Rab’de sahip olmak. İbrahim ayağını üzerine yerleştireceği fazla bir şeye sahip değil idi. Ama tadını çıkartacağı bir Tanrı var idi ve bu onun için yeterli idi.

Ama yine de iman yanıtlara sahip olduğu gibi denemelere de sahiptir. Koşullar kıyısından dışarı çekilmiş iman adamının denizde iken her şeyin yolunda gideceğini ve kolay bir yolculuk yapacağını düşünmemesi gerekir. Asla, hiç bir şekilde kolay bir yolculuk yapmayacaktır. Dalgalı denizler ve fırtınalı gökler ile karşılaşmaya tekrar tekrar çağrılacaktır. Ama tüm bunların hepsi çok lütufkar bir şekilde şu amaç ile tasarlanmıştır: Tanrıya güvenen bir yürek için Tanrının ne ifade ettiğini daha derin ve daha olgunlaşarak tecrübe edebilmesi! Eğer göklerde her zaman tek bir bulut olmasa ve deniz bir göl kadar sakin olsa imanlı ilişkide olduğu Tanrıyı daha yakından tanıyamaz. Ama ne yazık ki biz yüreğin Tanrının esenliği yerine koşulların esenliğine eğilim gösterdiğini biliriz. Her şey güzel ve sakin bir şekilde devam ettiği zaman – malımız mülkümüz güvende iken, işimizde para kazanır ve başarılı olur iken, çocuklarımız ve hizmetkarlarımız bize itaat eder iken evimiz rahat ise ve sağlığımız yerinde iken kısaca her şey istediğimiz gibi yolunda gider iken, Tanrının her koşulun üzerinde olan esenliğini unutmak gibi bir hata yapmaya ne kadar da meyilliyizdir. Her koşulun üzerinde olan bu esenlik Mesih’in varlığının farkına varmamızdan kaynaklanan esenliktir. Rab bunu bilir ve bu yüzden şu ya da bu şekilde bize gelir ve yuvayı şöyle bir karıştırır, yani eğer O’ndaki yuvamızda esenliği bulmak yerine esenliği koşullarımızda buluyor isek bize gerçeği hatırlatmak için koşullara müdahale eder.

Ama sık sık bir deneme aracılığı ile bir yolun doğruluğunu yargılamaya yönlendiriliriz ya da tersi olur. Bu, büyük bir hatadır. Et ve kan için itaat yolu genellikle çok zordur. İbrahim’in durumunda olduğu gibi, İbrahim Tanrının kendisini çağırmış olduğu yerde yalnızca Kenanlılar ile karşılaşmaya çağrılmamış idi. Ülkede aynı zamanda “bir kıtlık” da vardı. İbrahim’in bu kıtlık yüzünden doğru yerde olmadığı sonucuna mı varması gerekiyor idi? Kesinlikle hayır. Eğer doğru yerde olmadığı sonucuna varsa idi, o zaman o zaman bu, imanın asla yapmayacağı bir şeyi yapmak yani gözler ile görülene göre karara varmak olur idi. Hiç kuşkusuz bu durum yürek için büyük ve zorlu bir deneme idi ve benliğin doğasının açıklayamayacağı bir bulmaca idi. Ama iman için her şey çok basit ve kolay idi. Pavlus Makedonya’ya çağrıldığı zaman yüzleşmesi gereken ilk şey hemen Filipe’deki zindan oldu. Tanrı ile paydaşlık içinde olmayan bir yürek için bu durum tüm göreve vurulan ölümcül bir darbe gibi görünüyor idi. Ama Pavlus konumunun doğru olup olmadığını asla sorgulamadı. Tüm zorlukların ortasında iken yine de her şeyin olması gerektiği gibi olduğundan emin olduğu için “övgü şarkıları” söylemeye güç buldu. Ve Pavlus gerçekten de bulunması gereken yerde idi. Çünkü Filipe’deki zindanda müjdeyi duymamış olan ve Tanrının merhametini göstermek istediği bazı kişiler vardı. Pavlus’un bulunduğu o zindanda daha önce hiç kimse müjdeyi duyurmamış idi. Şeytan bu olayda yine Tanrının seçmiş olduğu kişilerin kulaklarının müjdeyi işitmesi için araç olarak kullanılmış idi.

Şimdi İbrahim’in de bu kıtlık ile ilgili olarak aynı şekilde muhakeme yürütmesi gerekiyor idi. İbrahim tanrının onu yerleştirmiş olduğu tam uygun yerde idi. Ve Tanrının o yerden ayrılması gerektiğine dair bir çağrı almamış olduğu aşikar idi. Evet, orada kıtlığın var olduğu doğru idi ama ayrıca buna ek olarak Mısır ülkesi içinde bulunduğu baskıdan bir kurtuluş sunarcasına önünde durmakta idi. Ama her şeye rağmen Tanrı hizmetkarının yolu yine de açık idi. Eğer öyle olması gerekiyor idi ise Mısır’da lüks içinde yaşamaktansa Kenan’da açlıktan ölmek daha iyi idi. Şeytanın kolay koşullarında olmaktansa Tanrının yolunda acı çekmek çok daha iyidir. Mesih’siz zengin olmaktansa, Mesih ile yoksul olmak daha iyidir. İbrahim’in koyunları develeri ve öküzleri ve daha birçok hayvanı vardı. Kıtlık durumunda doğal benlik ile hareket edecek olan yüreğin adımları Mısır’a gitmek isteyecek idi. Ama, ah! Orada sunak da yok idi- paydaşlık da yok idi. Mısır, Tanrının huzurunun bulunduğu bir ülke ya da yer değil idi. İbrahim oraya gitmek ile kazanacağını umduğundan daha fazlasını kaybetti. Bu her zaman böyle olur. Tanrı ile paydaşlığın yerinin yitirilmesini asla hiç bir şey dolduramaz. Geçici olan bir baskıdan uzak kalmak ve en büyük varlığın çoğalması için doğru yoldan gitmemek asla kazandırmaz. İçimizden kaç kişi böyle bir şeyi kabul edebilir? Tanrının yolu ile bağlantılı olan bir deneme ya da uygulamadan uzak kalmak için kaç kişi hali hazırdaki dünyanın akışı içine kayıp gitmiş ve bu şekilde canlarına zayıflık ve verimsizlik, ağırlık ve hüzün getirmiştir? Genel anlamda konuşacak olur isek, para kazanmış ve varlıklarını büyütmüş olabilirler, dünyanın iyiliklerini elde etmiş ve dünyanın firavunları tarafından ilgi görmüş olabilirler, insanlar arasında bir ün ve bir unvan almış olabilirler, ama tüm bunların hepsi Tanrı’daki sevinç ile eşit olan şeyler midir? Yüreğin paydaşlıktaki özgürlüğü, saf ve suçlamayan bir vicdan, şükreden ve tapınan bir ruh, gayretli tanıklık ve etkin hizmet dünyanın iyilikleri ile kıyaslanabilir mi? Böyle düşünemeyen kişiye ne yazık! Ama yine de tüm yukarda sıralanan dünya bereketleri genellikle bir parça rahatlık, biraz çıkar ve etkinlik ve biraz para için satılmışlardır.

Değerli imanlı okuyucu, dar yoldan gitmeme eğilimimize karşı uyanık kalalım ve güvende olalım ve bazen zor ama yine de her zaman doğru olan yoldan tam yürekten gelen bir itaat ile yürüyelim. “İman ve saf bir vicdan” konusunda gayretli ve özenli olalım çünkü bu değerler ile kıyaslanabilecek başka değerler boştur. Deneme geldiği zaman Mısır’a dönmek yerine Tanrıyı bekleyelim ve böylece deneme bir sürçme fırsatı yaratamasın ve itaat için bir fırsat olduğunu kanıtlamış olsun. Dünyanın yönüne kaymak için ayartıldığımız zaman O’nu hatırlayalım: “Mesih Babamız Tanrının isteğine uyarak bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmak için günahlarımıza karşılık Kendini feda etti.” Galatyalılar 1:4. O’nun bize olan sevgisi işte böylesine büyüktür ve şimdiki dünyanın karakteri de böylesine gerçektir. O, bizi bu dünyadan kurtarmak için Kendini feda etti. O’nun bizi sonsuza kadar kurtarmış olan çarmıhını tekrar dünyaya dönerek inkar edemeyiz. Her Şeye Gücü Yeten Tanrı buna izin vermesin! Ve bizi İsa’yı olduğu gibi görene ve O’nun gibi olana ve sonsuza kadar O’nun ile birlikte oluncaya kadar ellerinde sımsıkı tutsun ve kanatlarının gölgesinde korusun.

Yaratılış 13

Bu bölümün başlangıcı bize yürek için yoğun ilgi taşıyan bir konuyu –yani tanrısal yenilemenin gerçek karakterini -  takdim eder. Tanrı çocuğu herhangi bir şekilde ruhsal durumunda geriler ve paydaşlığı konusunda sıkıntı çeker ise büyük bir tehlike ile karşılaşır; tanrısal lütfun kavranması konusunda zorluk çektiği ve tanrısal yenilenmenin uygun işaretlerinden yoksun kaldığı zaman vicdanı işlemeye başlayacaktır. Bizler artık Tanrının her şeyi tamamen Kendisine layık şekilde yaptığını biliyoruz. Tanrı yarattığı, kurtardığı, tövbeyi sağladığı, yenilediği ya da tedarik ettiği takdirde yalnızca Kendisi gibi hareket edecektir. Öncesizlikten sonsuzluğa kadar O’na yakışan Kendi eylem tarzının standardıdır. Bu bize söz ile anlatılamayacak kadar mutluluk verir. Bu nedenle, “İsrail’in Kutsal Olan’ını” sınırlamayı sevmeyiz. Ama yine de O’nun yenileyen lütfunu sınırlamaya her şeyden daha fazla eğilim gösteririz. Şimdi üzerinde duracağımız konuda İbrahim’in yalnızca Mısır’dan çıkarılıp kurtarılmadığını ama aynı zamanda “çadırının başlangıçta bulunduğu” yere getirildiğini de görürüz. İbrahim ilk kez sunak yaptığı ve orada Rabbin adını çağırdığı yere getirilmiştir. Yoldan çıkan ya da yoldan sapan birinin varlığının tamamen yenilenmesi kadar başka hiç bir şey Rabbi tatmin edemez. Bizler, kendi doğruluklarına inanan yüreklerimizin içinde böyle bir kişinin daha önce bulunduğu yerden daha aşağıda bir yere getirilmesi gerektiğini düşünürüz. Ama konu bu kişinin çabası ya da karakteri değildir; konu Tanrının lütfu ile ilgilidir; O’nun yenileme standardı sabittir ve bu standart bir sonraki bölümde ortaya konacaktır. “Ey İsrail, eğer dönecek isen, bana dön.” İşte Tanrı böyle yeniler ve bundan farklı bir şekilde hareket etmesi Tanrıya yakışmaz. Tanrı ya hiç bir şekilde yenilemeyecektir ya da lütfunun görkem ve zenginliklerini yüceltmek ve gözler önüne sermek için bu şekilde tam olarak yenileyecektir. Bu nedenle cüzamlı hasta geri getirildiği zaman buluşma çadırının kapısında yenilenecektir. Kaybolan oğul geri döndüğü zaman babası ile birlikte aynı sofraya oturdu. Petrus yenilendiği zaman İsrail halkının önünde durup şu sözleri söyleyebildi:” Sizler, Adil ve Kutsal Olan’ı reddettiniz.” Kendisi Rab ele verildiği zaman duyduğu korku nedeni ile aynı şeyleri yapmış ve Rabbi üç kez inkar etmiş idi. Tüm bu durumlarda ve bunlara eklenebilecek olan benzer durumlarda Tanrının yenilemesinin mükemmelliğini görürüz. Tanrı canı her zaman Kendisine geri getirir; bunu lütfunun tam gücü ve imanının verdiği tam güvence ile yapar. “Eğer dönecekseniz, bana dönün.” İbrahim’in gelmiş olduğu yer “başlangıçta” çadırının bulunduğu yer idi.

Sonra tanrısal yenilenmenin ahlaki etkisi hakkında konuşacak olur isek bunun çok derinden bir uygulama ile gerçekleştiğini görürüz. Eğer yasacılık yenilenme özelliğinde ya da karakterinde yanıtını buluyor ise antinomianizm (ahlak kurallarına karşı gelme)yanıtını yenilemenin etkisinde bulur. Yenilenmiş can kurtarılmış olduğu kötülüğün çok derin ve büyük bir anlamına sahip olacaktır ve bu durum gayretli, dua eden, kutsal ve dikkatli bir ruhun görülmesi ile kanıtlanarak ortaya çıkacaktır. Yenilenmemizin amacı hafiflemiş olarak gidip yine günah işlemek değildir. Yenilenmemizin amacı gidip artık günah işlemememizdir. Tanrısal yenilenmenin “lütfunun “duygusu ne kadar derin hissedilir ise, aynı zamanda kutsallık duygusu da daha derin hissedilecektir. Bu ilke kutsal yazıların tümünde öğretilir ve hepsinin temelinde bina edilmiştir. Ama bu ilkeyi özellikle çok iyi bilinen iki bölümde görürüz; bu bölümler Mezmur 23:3 ve 1.Yuhanna 1:9 ayetlerinde yer alırlar. “Canımı tazeler; Adı uğruna bana doğru yollarda öncülük eder.” “Ama günahlarımızı itiraf eder isek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her türlü kötülükten arındıracaktır.” Tanrısal biçimde yenilenmiş olan bir canın yürüyeceği yol “doğruluk yolu”dur. Başka bir deyiş ile Tanrının lütfunun tadını aldıktan sonra Tanrı’daki doğruluğun ardından yürürüz. Yanlış yolda yürür iken lütuftan söz etmek elçinin de söylediği gibi, Tanrının lütfunu hiçe saymaktır. Eğer lütuf Tanrı doğruluğu aracılığı ile sonsuz yaşam egemenliğini sağladı ise o zaman aynı zamanda kendisini doğru bir yaşamın akışı içinde doğruluk ile sergileyecektir. Günahlarımızı ortadan kaldıran lütuf bizi tüm kötülüklerden temizler. Bu iki şeyin birbirlerinden asla ayrılmamaları gerekir. Her ikisi birlikte ele alındıkları zaman insan yüreğinin yasacılığına ve ahlak kurallarına karşı gelmesine karşı zaferli bir yanıt teşkil ederler.

Ama aslında İbrahim’in yüreği için kıtlıktan daha derin bir deneme söz konusu idi. Yani, kişisel imanın enerjisi içinde ya da kişisel sorumluluğun farkındalığı içinde yürümeyen birinin kendisine eşlik etmesi yüzünden ortaya çıkan bir deneme. Lut’un en başından beri İbrahim’in Tanrıya olan imanı ve O’ndan etkilenmesi ile aynı şekilde hareket etmediği aşikar idi. Bu durum çok sık görülen bir durumdur. Eğer Tanrı halkının tarihi konusunda gerilere bakacak olur isek, kolayca görebileceklerimiz şunlar olacaktır: Tanrının Ruhu aracılığı ile yürütülen her büyük ve her önemli anda belirli bireyler kendilerini o anı üreten gücün kişisel katılımcıları olmayan insanlara bağlanmış olduklarını görürüz. Bu tür kişiler bir süre için tanıklıklarının üzerinde ölü bir ağırlık taşıyarak ya da buna engel olan bir yük üstlenerek yollarına devam ederler. Bu nedenle İbrahim’in öyküsünde de gördüğümüz gibi Rab ona yanına hiç bir akrabasını almamasını söylemiş idi. Ama İbrahim yine de bir akrabasını yanına aldı. Terah, ölümüne kadar geçen süre içinde İbrahim’in yola çıkma eylemini geciktirdi. Lut is İbrahim’i daha uzun bir süre izledi; dünya değerlerine olan tutkuları ona üstün gelene ve Lut sonunda tamamen mahvolana kadar İbrahim’in yanında oldu.

Aynı durum İsrail’in Mısır’dan çıkartılışı sırasında gerçekleşen büyük hareket anında da göze çarpar. İsraillilerin arasında Mısırlılardan oluşan karma bir kalabalık da vardı. İsraillileri izleyen bu karma kalabalık pek çok zorluğa, zayıflığa ve üzüntüye neden oldu, çünkü Çölde sayım kitabının 11.bölümünde şunları okuruz: “Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrailliler de yine ağlayarak, ‘Keşke yiyecek biraz et olsa idi’ dediler.” Ayet 4. Bu nedenle aynı zamanda kilisenin ilk günlerinde de ve yalnızca bu ilk günlerde de değil o dönemde gerçekleşen her uyanıştan günümüze kadar çeşitli etkiler yüzünden farklı hareket ettiler, bu etkiler elbette tanrısal değiller idi ve yanlış hareket eden kişiler er ya da geç vazgeçtiler ve kendi uygun seviyelerine indiler. Tanrıdan olan değerlerden başka hiç bir şey kalıcı değildir. Benim ve diri Tanrının arasındaki bağlantının farkına varmam gerekir. Tanrı tarafından çağrılmış olduğum biri olarak kendi konumumu bilmem gerekir. Aksi takdirde dengem olmaz ve bu konuda süreklilik gösteremem. Yalnızca bazı insanlar bir yoldan gidiyorlar diye bizim de onları izleyerek artlarından gitmemiz bize yarar sağlamaz. Tanrı lütufkar davranarak herkese içinde yürüyeceği bir yol, içinde hareket edebileceği bir alan ve yerine getireceği bir sorumluluk verecektir. İşte bu yüzden çağrımızın ne olduğunu ve onun işlevlerini bilmeye bağımlıyız. O, lütfu aracılığı ile canlarımıza her gün hizmet eder ve bizler de O’nun adının yüceliği için gösterdiği çağrıda etkin bir şekilde işleyebiliriz. Bu konudaki ölçümüzün ne olduğu önemli değildir, yeter ki bu çağrı bize tanrı tarafından tedarik edilmiş olsun. Beş talanta sahip olabiliriz, ya da bir talanta sahip olabiliriz. Ama eğer gözlerimizi Babamıza dikmiş olarak  yine de bir talantımızı kullanır isek, O’nun lütufkar dudaklarından sanki beş talant kullanmışız gibi şu sözleri işiteceğimiz kesindir. “Aferin!” Bu teşvik edici bir gerçektir. Pavlus, Petrus, Yakup ve Yuhanna; her biri kendine özel bir ölçüye ve özel bir hizmete sahip idi. Ve bu her imanlı için geçerlidir. Hiç kimsenin diğerine müdahale etmesi gerekmez. Bir marangozun bir testeresi, bir çekici, bir rendesi ve bir keskisi vardır ve bu marangoz her bir aleti o alete ihtiyacı olduğu zaman kullanır. Taklitten daha değersiz hiç bir şey olamaz. Eğer doğal dünyada yaratılışın değişik düzenlerine bakacak olur isek taklit olan bir şey asla görmeyiz. Hepsinin kendisine uygun alanı ve uygun işlevleri vardır. Ve eğer bu durum doğal dünyada böyle ise o zaman ruhsal dünyada böyle olacağı ne kadar daha kesindir. Alan herkes için yeterince geniştir. Her evde çeşitli büyüklükte ve çeşitli şekilde kaplar vardır. Efendi onların hepsini ister.

Bu nedenle değerli ve sevgili okuyucum tanrısal mı yoksa insansal bir etki altında mı yürüyoruz diye araştırma yapmamız ve anlamamız gerekir. İmanımız insan bilgeliğinde mi duruyordur yoksa Tanrının gücünde mi duruyordur? Yaptığımız şeyleri diğer insanlar yaptığı için mi yapıyoruz yoksa Tanrı bu şeyleri yapmamız için bizi çağırmış olduğu için mi yapıyoruz? Yalnızca bir başka kişinin örneği ya da etkisi ile mi yönlendiriliyoruz yoksa Tanrıya olan kişisel imanımız ile mi hareket ediyoruz? Bu sorular ciddi araştırmalar talep ederler. Kardeşlerimiz ile paydaşlıktan sevinç duymak hiç kuşkusuz mutlu bir ayrıcalıktır, ama eğer onların yanlışlarından etkilenir isek çok geçmeden gemimiz karaya vuracaktır. Bu yüzden aynı zamanda eğer ölçümüzün ötesine geçer isek, eylemimiz gergin, zorlayıcı ve sahte olacaktır. Bir insanın kendi yerinde ve kendi ölçülerine göre çalıştığını gördüğümüz zaman bunu anlamak kolay olacaktır. Tüm yapmacık davranışlar, sanılar ve taklitler aşırı çirkin olacaklardır. Bu yüzden sınırlarımızı bilerek dürüst olalım. Ve harika olamasak bile en azından içten olalım. Eğer bir kimse yüzme bilmemesine rağmen boyunu aşan sulara girer ise sürüklenip gideceği kesindir. Eğer denize dayanıklı bir kase iyi hali ile açık denize bırakılır ise dalgalar ile limana atılacağı ya da kaybolacağı kesindir. Lut, Kildanilerin Ur kentini terk etti, ama Sodom’un düzlüklerinde hata yaptı. Tanrının çağrısı Lut’un yüreğine ulaşmamış idi ve Tanrının mirası Lut’un görüşünü doldurmamış idi. Ne kadar ciddi ve ağır bir düşünce! Bu düşünce üzerinde daha derin düşünelim! Tanrıya övgüler olsun ki, Tanrı her çocuğu için bir yol hazırlamıştır; bu yol boyunca Tanrının yüzünün ışığı çocuğunu onaylayarak parlar. Ve bizim bu yolda yürümemizin en büyük sevincimiz olması gerekir. Tanrıyı tanıyan yürek için Tanrının onayı yeterlidir. Kardeşlerimizin her zaman onayını ve uygunluğunu sağlayamayacağımız doğrudur, sık sık yanlış anlaşılabiliriz. Ama bu tür konulara engel olamayız. Gelecek olan “o gün” tüm bunları düzene koyacaktır ve sadık yürek sakin bir şekilde o günü bekleyebilir, çünkü o gün “her kişi Tanrıya övgü sunacaktır.”

Ama burada özellikle üzerinde duracağımız yararlı konu Lut’un neden herkesin önünde gösterdiği tanıklığının yolundan ayrılmış olduğunu incelemek olacaktır. Herkesin hayatında hangi temel üzerinde durduğunu gösterecek olan bir kriz mevcuttur; bu krize neden olan motifler ve hangi objeler nedeni ile ortaya çıktığı önemlidir. Lut için de aynı konu geçerli idi; Lut Harran’da ölmedi ama Sodom’da düştü. Lut’un düşüşü ile ilgili “görünüşteki” neden kendisinin ve İbrahim’in sürü güden çobanlarının arasındaki çatışma idi. Ama gerçek şudur; bir kişi gerçekten tek bir görüş ve saf sevgi ile yürümediği zaman takılıp sürçeceği bir taşı kolayca bulacaktır. Eğer böyle bir taşı hemen çabuk bulamaz ise bir sonraki sefere bulacağı kesindir. Eğer burada bulamaz ise orada ya da şurada bulacağı kesindir. Bir anlamda yolundan ayrılmasının görünüşteki nedeni önemli bir mesele arz etmez. Gerçek neden görünüşteki nedenin altında ve çok uzaklarda yatar. Genel bir gözlem açısından neden yüreğin duygu ve arzularının gizli odalarının içinde bulunabilir ve neden bu arzuların şekli ve biçimi araştırıldıktan sonra ortaya çıkar. Çobanların arasındaki kavga İbrahim ya da Lut’a ruhsal bir zarar vermeden kolayca çözüme kavuşturulabilir idi. Bu durum İbrahim için yalnızca imanın harika gücünü ve ahlak yüceliğini ortaya koyan bir fırsat haline gelebilir idi; imanın temeli her zaman göksel Kralımız Rab İsa’dır. Ancak Lut için aynı durum yüreğinin dünyasallığını ortaya koyan bir fırsat olmuş idi. Çobanlar arasındaki çatışma Lut’ta dünyasallık üretmedi, aynı şekilde İbrahim’de de iman üretmedi. Her iki durumda da ikisinin gerçekte ne olduklarını ortaya koydu.

Bu konular her zaman aynıdır. Tanrının kilisesinde zıtlıklar ve bölünmeler ortaya çıkar ve bu yüzden pek çok kişi sürter ve şu ya da bu şekilde dünyaya dönüş yapar. Kişiler o zaman yaptıkları bu dönüşün suçunu zıtlık ve bölünmelere yüklerler. Oysa gerçek şudur; bu gibi şeyler canın gerçek durumunu geliştiren araçlar ve yüreğin eğilimlerini gösteren durumlardır. Yürekte var olan dünya idi ve yürek ya bir yoldan ya da bir diğer yoldan bu ayrılığa yürüyecek idi. Meselenin kökeni içerde yattığı zaman insanları ya da durumları suçlamak ahlak düşüklüğünün göstergesidir. Asıl konu zıtlık ve bölünmelerin derinlerde aranmaması gerektiğidir: derinlerde oldukları kesindir. Kenanlıların ve Perizlilerin önünde kardeşlerin çatıştıklarını görmek gerçekten üzücü ve alçaltıcıdır. Konuştuğumuz sözlerin her zaman şöyle olmaları gerekir: “Dua edelim ki senin ve benim aramızda hiç bir çatışma olmasın. Çünkü bizler kardeşiz.” Bu durumda İbrahim neden Sodom için bir seçimde bulunmadı? Çatışma neden İbrahim’in dünyaya dönmesine neden olmadı? Zıtlık ve bölünme neden İbrahim’in sürçmesi için bir fırsat olmadı? Çünkü İbrahim konuya Tanrının bakış açısından baktı. İbrahim’in yüreği de Lut’un yüreği gibi hiç kuşkusuz bol sulu otlakları arzu edecek bir yüreğe sahip idi. Ama o böyle bir durumda seçimi yüreğinin yapmasına izin vermedi. İbrahim önce bu konuda Lut’un seçim yapmasına izin verdi ve sonra Tanrının kendisi için seçim yapmasına izin verdi. İbrahim göksel bilgelik ile hareket etti. İmanın hareket şekli her zaman böyledir; iman Tanrının belirlemiş olduğu mirasa izin verir; iman aynı zamanda Tanrının her şeyi yapmasına da izin verir. İman Tanrının vermiş olduğu pay ile her zaman tatmin olur. İman her zaman, “Payıma harika yerler düştü, evet ben tanrısal bir mirasa sahibim” der. İmanın yargısına göre payının nereye düştüğü önemli değildir, tanrısal pay her zaman “iyi yerlere” düşer, çünkü Tanrı payı o yerlerden vermiştir.

İman insanı, gözü ile gören insana seçimini yapması için izin verme konusunda sorun yaşamaz. Çünkü “Bütün topraklar senin önünde. Gel, ayrılalım. Sen sola gider isen ben sağa gideceğim. Sen sağa gider isen ben sola gideceğim.” Yaratılış 13:9. Buradaki sakin ilgisizlik ve huzurlu ahlak yüceliği ne kadar hoştur! Ve yine de burada okuduğumuz ifadeye ne kadar harika bir güvenlik duygusu hakimdir! İman hazinesinin üzerine en ufak bir tehlike dahi asla dokunamaz; iman kendisine düşen tanrısal payı göz ile görünene oldukça karşıt bir yönde arayacaktır. İman, payını, benliğin asla incelemek için hayal dahi kuramayacağı bir yerin üstüne koyar ve böylece ona yaklaşmak isteyen olur ise yaklaşmasına izin vermez. İşte bu yüzden iman mükemmel bir şekilde güvenliktedir. Ve benliğe payı konusunda kendi seçimini yapması için izin verir iken hoş bir ilgisizlik içinde kalabilir.

O zaman Lut seçimini yapar iken neyi seçti? Lut, Sodom’u seçti. Tam da üzerine yargı gelecek olan bir yeri seçti. Ama bu nasıl oldu? Neden böyle kötü bir yer seçildi? Çünkü Lut dışsal görünüme baktı ve gelecekteki yazgı üzerinde durmadı. Burada belirgin olan karakter “kötülük” idi. Sodom’un geleceğinin yazgısı “yargı” idi – Rab Sodom’un üzerine gökten “ateşli kükürt” yağdıracak idi. Ama biri şöyle diyebilir: “Lut tüm bu olacaklardan haberdar değil idi.” Lut bundan belki haberdar değil idi, belki İbrahim de böyle olacağını bilmiyor idi; ama Tanrı bunu biliyor idi ve eğer Lut Tanrıya “kendi payını seçmesi için izin vermiş” olsa idi, Tanrı Lut için yok etmek üzere olduğu bir yeri seçmeyecek idi. Aslında bildiğimiz gibi yine de Lut’un seçimini Tanrı yapmadı; kararı Lut kendisi verdi. Sodom tanrı için uygun görünmüyor idi ama Lut’a uygun göründü. Lut’un gözleri bol sulu ovalara baktı ve yüreği bu ovalara çekildi. Ve Lut ovadaki kentlerin arasına yerleşti ve Sodom’a yakın bir yere çadır kurdu. İşte benliğin seçimi budur! “Demas şimdiki çağa olan sevgisi nedeni ile beni terk etti.” Lut aynı nedenden ötürü İbrahim’i terk etti. Ve tanıklık yerinden ayrılarak yargı yerine geçti.

“Lut Avram’dan ayrıldıktan sonra Rab Avram’a ‘bulunduğun yerden kuzeye, güneye, doğuya ve batıya dikkat ile bak’ dedi. ‘Gördüğün tüm toprakları sonsuza dek sana ve soyuna vereceğim.” Yaratılış 13:14,15. Kavga ve bölünme İbrahim’in ruhsal durumuna zarar vermedi, aksine onun göksel ilkelerini ortaya çıkardı ve canındaki iman yaşamını güçlendirdi. Ayrıca buna ek olarak Lut ile ilgili net bir düşünceye sahip oldu ve kendisine ölümcül bir ağırlık olacağını kanıtlamış olan Lut’un refakatinden de kurtarılmış oldu. Böylece her şey iyilik için işledi ve sonunda bereket hasadı biçildi. İnsanların geçen uzun süre zarfında uygun seviyelerini bulduklarını akılda tutmak çok ciddi ve aynı zamanda çok da teşvik edici bir noktadır. Tanrı tarafından gönderilmeden şu ya da bu yola dağılan kişiler ayrılmış olduklarını ağızları ile ikrar etmiş oldukları yolu bulurlar. Öte yandan Tanrı tarafından çağrılanlar ve O’na yaslananlar O’nun lütfu aracılığı ile desteklenirler. “Yolları parlak ışık ile doludur ve giderek öğle güneşinin ışığı kadar çok parlarlar.” Bu gerçek ile ilgili düşüncenin bizi alçakgönüllü, uyanık tutması ve duaya yönlendirmesi gerekir. “Ayakta durduğunu sanan dikkat etsin düşmesin” çünkü gerçekten de “Birinciler sonuncu ve sonuncular da birinci olacaklardır.” “Sona kadar dayanan kurtulacaktır.” Bu ilke hangi özel uygulamaya sahip olur ise olsun, geniş bir ahlak tahammülüne sahiptir. Limandan yelken açıp ayrılan pek çok gemi vardır ve yola çıkar iken donanımları hazır ve her şey yolundadır, ama ne yazık ki, fırtınalar, dalgalar, kayalıklar ve bataklıklar her şeyin görünümünü birden değiştirirler. Ve umut ile başlayan yolculuk felaket ile sona erer. Ben bu yazdıklarım ile yalnızca hizmet ve tanıklık yoluna işaret ediyorum ve hiç bir şekilde insanın Mesih’teki sonsuz kabul edilişi konusuna değinmiyorum. Tanrıya övgüler olsun ki, Mesih’teki sonsuz kabul edilişimiz hiç bir şekilde bizim ile ilgili değildir; Mesih’teki sonsuz kabul edilişimiz şu sözleri söyleyen Tanrı ile ilgilidir: “Ben koyunlarıma sonsuz yaşam veririm ve onlar asla mahvolmayacaklardır ve onları elimden hiç kimse kapamaz.” Ancak şu gerçeği de biliriz: pek çok imanlı hizmet ve tanıklık konularında belli bir yönde başlangıç yaparlar, çünkü Tanrının çağrısı aracılığı ile hareket ettiklerini düşünürler ve bir süre sonra başarısız olurlar? Bunu sorgulamak gereksizdir. Ve ayrıca yine pek çok imanlı tanrısal öğretiş almadan bazı özel eylem ilkeleri ile ya da Tanrının huzurunda olgun bir şekilde gözden geçirmedikleri sonuçlar ile başlangıç yaparlar ve bu eylemlerinin zorunlu bir sonucu olarak bir süre sonra kendilerini bu ilkeleri ihlal etmiş olarak bulurlar. Tüm bu sonuçlar mümkündür ve özenli bir şekilde bu durumlardan sakınılması gerekir. Bu tür sonuçlar Tanrının seçtiklerinin imanını zayıflatma eğilimi gösterirler ve gerçeğe düşman olan kişilerin paylayıcı konuşmalarına neden olurlar. Herkesin çağrısını ve görevini doğrudan Tanrının Kendisinden alması gerekir. Mesih’in özel herhangi bir hizmete çağırmış olduğu herkes Bu hizmet içinde düşmemesi için Mesih tarafından muhafaza edilecektir. Çünkü Mesih hiç kimseyi bir savaşa tek başına göndermez. Ama eğer bir hizmete O’nun tarafından gönderilmeden gider isek, yalnızca akılsızlığımızı öğrenmek ile kalmayız ama aynı zamanda akılsızlığımızı göstermiş de oluruz.

Ancak yine de hiç kimsenin herhangi bir ilkeyi kendine mal etmesi ya da kendisini hizmetin ya da tanıklığın herhangi bir özel karakterinin bir örneği olarak görmemesi gerekir. Tanrı böyle tutumlara engel olsun! Böyle bir tutum çok büyük bir akılsızlık ve boş bir aldanmadan başka bir şey değildir. Tanrının sözünü ortaya koymak bir öğretmene düşen görevdir. Ve Efendisinin isteğini yerine getirmek de imanlının görevidir. Ancak tüm bunların tam olarak anlaşılması ve kabul edilmesi için mal olacak büyük bir bedelin derin ihtiyacını her zaman hatırlamamız gerekir. Bunu hatırlar iken ne yaptığımız önemli değildir, ister bir kule bina etmeye kalkalım ister savaşa gitmeyi planlayalım bedeli aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Eğer bu konu üzerinde daha ciddi bir şekilde durulacak olsa idi o zaman aramızda o zaman aramızda çok daha az bir çatışma, karışıklık ve başarısızlık görülecek idi. İbrahim tanrı tarafından yaşadığı Ur kentinden Kenan diyarına çağrıldı ve bu nedenle Tanrı onu yolda yönlendirdi. İbrahim Harran’da kaldığı zaman Tanrı onu bekledi; İbrahim kıtlık zamanında Mısır’a indiği zaman Tanrı onu yine de bereketledi ve yeniledi; İbrahim yönlendirilmeye ihtiyaç duyduğu zaman Tanrı ona rehberlik etti; bir çatışma ya da bir bölünme olduğu zaman Tanrı İbrahim ile ilgilendi, ona ilgi gösterdi, öyle ki İbrahim yalnızca şu sözleri söyleyebildi: “ Ey Tanrım, senin iyiliğin Sana tapınanlar için ne kadar büyüktür; tüm insanların önünde sana güvenenlere yaptığın iyilikleri gösterirsin.” İbrahim çobanların kavgası nedeni ile hiç bir kayba uğramadı. İbrahim önceden de çadırına ve sunağına sahip idi ve sonradan da aynı şekilde çadırına ve sunağına sahip oldu. “Sonra Avram çadırını söktü ve gidip Hevron’daki Mamre meşeliğine yerleşti ve orada Rabbe bir sunak yaptı.” Yaratılış 13:18. Lut Sodom’u seçmiş olabilir idi, ama İbrahim öyle yapmadı ve her şeyini Tanrıda aradı ve O’nda buldu. Sodom’da sunak yok idi. Ne yazıktır ki, o yöne doğru yolculuk eden herkes bu sunaktan çok farklı arayışların peşinde idi. Tanrıya tapınmanın değil dünyaya olan sevginin ardından gidenler gittikleri yönde hayal kırıklığına uğrarlar. Ve hatta her şeye rağmen istedikleri objeyi elde etmiş olsalar bile sonuç nedir ki? Ellerine geçen ne olacaktır? Yalnızca şu: “Tanrı onlara istediklerini verdi ama canlarına zayıflık gönderdi.”

Yaratılış 14

Burada bize beş kral ile ilgili tarihsel bir kayıt sunulur: “Bu arada Şinar kralı Amrafel, Ellasart kralı Aryok, Elam kralı ‘Kedorlaomer’ ve Goyim kralı Tidal, Sodom kralı Bera’ya Gomora kralı birşa’ya, Adam kralı Şinav’a, Sevoyim kralı Şemever’e ve Bala- soar-kralına karşı savaş açtı.” Yaratılış 14:1,2. Tanrının Ruhu “kralların ve onların ordularının” Tanrının halkı ile herhangi bir şekilde bağlantılı olarak hareket ettikleri zaman bu kralların ve onların ordularının hareketleri ile meşgul olacaktır. Şu anda önümüzde bulunan konuda İbrahim’in kişisel olarak bu savaş ya da onun sonuçları ile hiç bir ilgisi yok idi. İbrahim’in çadırı ve sunağı bir savaş ilan edilmesi için herhangi bir fırsat yaratmıyor idi ya da böyle bir savaşın çıkması ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yok idi. Göksel bir insanın uygun payı asla hiç bir şekilde bu dünyanın krallarının ve fatihlerinin hırsını harekete geçiremez ve onları ayartamaz.

Ama yine de her şeye rağmen İbrahim dört kralın beş kral ile yaptığı savaştan etkilenmedi, ama Lut etkilendi. Lut’un bulunduğu konum tüm olup bitenlere kendisini de dahil etmiş idi. Lütuf aracılığı ile imanın sade yolunu izleme gücü bulabildiğimiz sürece bu dünyanın koşullarının sınırlarının tamamen dışına atılırız. Ama eğer “vatanı göklerde olan” kişiler olarak yüksek ve kutsal konumumuzu terk eder isek ve yeryüzünde bir isim, bir yer ve bir pay peşinden gider isek o zaman yeryüzündeki sarsıntılar ve olaylara paydaş olmayı beklememiz gerekir. Lut, Sodom’un ovalarında yerleşmek için seçim yapmış idi ve bu nedenle Sodom’un savaşları yüzünden derinden ve duyarlı bir şekilde etkilendi. Bu durum her zaman böyledir. Tanrı çocuğunun kendisini bu dünyanın çocukları ile karıştırması acı ve üzücü bir şeydir. Böyle yaptığı zaman canına ciddi bir şekilde zarar verecektir ve kendisine emanet edilen tanıklık da aynı şekilde zarar görecektir. Lut’un Sodom’da ne gibi bir tanıklığı oldu? Eğer bir tane olsa idi bile o da gerçekten çok zayıf bir tanıklık idi. Aslında Lut’un Sodom’a yerleşmesi onun tanıklığına vurulan ölümcül bir darbe oldu. Sodom ve onun yollarına karşı bir sözcük konuşmak ile Lut kendi kendini mahvetmiş olacak idi, çünkü Lut neden Sodom’a yerleşmiş idi? Gerçek şu ki, Lut’un çadırını Sodom’a yakın kurması ile Tanrıya tanıklık etmediği her şekilde görünüyor idi. Lut’un yüreğini harekete geçiren eylemlerin kaynağı kişisel ve ailevi açıdan ilgiler gibi görünüyor idi ve buna rağmen Petrus bize “onun doğru canının her geçen gün kötülerin kirli konuşmaları ile sıkıldığını” söyler, Lut’un yüreği aksini yapmaya eğilimli olsa dahi bunu yapmak için harekete geçecek gücü az idi.

Pratik bir bakış noktası açısından aynı anda iki obje tarafından yönetilemeyeceğimizi anlamak önemlidir. Örneğin, zihnimde hem dünyasal ilgilerimin konularını hem de Mesih’in müjdesi ile ilgili konuları bir arada düşünemem; eğer bir iş kurmak amacı ile bir kente gider isem o zaman konumun müjde değil de iş olduğu aşikardır. Hiç kuşkusuz kendime hem işim ile ilgilenmem gerektiğini hem de müjdeyi duyurmam gerektiğini söylerim. Ama her zaman ya birinin ya da diğerinin benim ilgilenmem gereken konu olması gerekir. Mesih’in bir öğrencisinin müjdeyi hem en bereketli hem de en etkin şekilde duyurması hem de aynı zamanda işi ile ilgilenmesi zor olur. Kesinlikle her ikisini de yapacaktır, ancak böyle bir durumda önceliği iş değil müjde olacaktır. Pavlus müjdeyi duyurdu ve aynı zamanda iş olarak da çadırcılık yaptı. Ama asıl konusu çadır yapmak değil müjdeyi duyurmak idi. Eğer işe öncelik verir isem, o zaman müjdeyi duyurma eylemi çok kısa sürede şekilci ve yararsız bir hale gelecektir. Evet, eğer açgözlülüğüme fırsat teşkil etmeyecek olur ise yararlı olabilir. Yürek çok aldatıcıdır. Ve genellikle özel bir şeyi elde etmeyi arzu ettiğimiz zaman, yüreğin bizi nasıl aldatabileceğini görmek gerçekten şaşırtıcıdır. Yürek bu konuda bulabileceği en makul nedenleri bol bol ortaya koyacaktır. Anlayışımızın gözleri kendimize olan ilgimiz ya da yargılanmamış isteklilik ile öylesine körleşmiştir ki, makul olanı seçme konusunda kusurlu hale gelmiştir. Sık sık insanların yanlış olduğunu kabul ettiklerini söylemelerine rağmen bulundukları konumda kalmak için kendilerini savunduklarını işitiriz. Oysa daha yararlı bir alanda bulunmanın tadını çıkartabilirler. Bu tür mantık muhakemeleri ile ilgili olarak Samuel bu konuya işaret eden güçlü bir karşılığı dile getirmiştir: “İtaat etmek kurbandan ve koçların yağlarına kulak vermekten daha iyidir.” Hangisi daha iyi olanı yapabildi? İbrahim mi, yoksa Lut mu? Bu iki adamın öyküleri sorgusuz sualsiz şu gerçeği kanıtlar: Dünyaya hizmet etmenin en etkin yolu hangisidir? Dünyaya sadık kalmak mı, dünyadan ayrılmak ve ona karşı tanıklıkta bulunmak mı?

Ama hatırlanması gereken bir nokta var: Dünyadan içtenlikle ayrılmanın tek yolu ancak Tanrı ile paydaşlık etmenin bir sonucu olarak mümkün olabilir. Kendimi bu dünyadan tamamen ayırabilir ve varlığımın merkezini kendim olarak oluşturabilirim; bir manastıra yerleşip inzivaya çekilebilirim. Ama Tanrı için ayrılmış olmak bundan tamamen farklı bir şeydir. Dünya üşütür ve karşı çıkar, ama Tanrı ısıtır ve bizden yanadır. Manastıra kapanmak kendi içimize dönmektir, oysa tanrı ile paydaşlık içinde yaşamak bizim diğer insanlara sevgi ve ilgi ile çekilmemizi sağlar. Manastır ve inziva benliği ve onun ilgilerini merkez haline getirir, oysa tanrı ile paydaşlık Tanrıyı ve O’nun yüceliğini merkez haline getirir. Böylece İbrahim’in öyküsünde şunu görüyoruz: İbrahim’in dünyadan ayrılışındaki gerçek onun dünyasal yollara girerek başını derde sokan ve tutsak alınan Lut’un sıkıntısına ortak olmasına neden oldu. “Avram yeğeni Lut’un tutsak alındığını duyduğu zaman, evinde doğup yetişmiş üç yüz on sekiz adamını yanına alarak dört kralı Dan’a kadar kovaladı. Adamlarını gruplara ayırdı ve gece saldırıp onları bozguna uğratarak Şam’ın kuzeyindeki Hova’ya kadar kovaladı. Yağmalanan tüm malı, yeğeni Lut ile mallarını ve kadınları ve halkı geri getirdi.” Yaratılış 14: 14-16. Lut her ne kadar İbrahim’in yeğeni de olsa kardeşi sayılır idi; kardeş sevgisinin ne olur ise olsun harekete geçmesi gerekir. “Bir kardeş zorluklarda yardımcı olması için doğmuştur.” Ve genellikle zor zamanlar yüreği yumuşatan zamanlardır ve sevgi gösterilmesini gerektirir. Bu kardeş bizden ayrı bir yerde yerleşmiş olsa bile 12.ayette okuduğumuz şu sözler çok dikkat çekicidir; “İbrahim’in kardeşinin oğlunu aldılar” ve yine 14.ayette şunları okuruz:” Avram yeğeninin tutsak alındığını duyduğu zaman.” Bir kardeşin sıkıntı içinde iken duyduğu ihtiyaçlara bir kardeşin yüreğinin sevgisi ile yanıt verilir. Bu tanrısal bir sevgidir. İçten iman bizi her zaman bağımsız kılar ama asla kayıtsız kılmaz. Kardeşi soğukta titrer iken o asla kendisini battaniyesine sarıp ısınmaz. İmanın neden olduğu üç şey vardır: “yüreği saf kılar”, sevgi aracılığı ile işler”, ve “dünyaya üstün gelir.” Ve işte imanın bu tüm üç sonucu bu olaydaki İbrahim’in davranışı aracılığı ile ortaya konmaktadır. İbrahim’in yüreği Sodom’un pisliklerinden temizlenmiştir; kardeşinin oğlu yeğeni ve aynı zamanda kardeşi Lut’a karşı duyduğu içten sevgiyi sergilemiştir. Ve sonuç olarak krallar üzerinde mutlak bir zafer kazanmıştır. Tüm bu davranışlar imanın değerli ürünleridirler, gökseldirler ve Mesih’i onurlandıran ilklerin temelidirler.

Ama yine de her şeye rağmen iman adamı düşmanın saldırılarından muaf değildir ve genellikle bir zaferin hemen ardından iman adamının yeni bir ayartma ile karşılaşması sık görülen bir durumdur. Aynı şey İbrahim için de geçerli oldu; “Avram Kedorlaomer ile onu destekleyen kralları bozguna uğratıp döndüğü zaman, Sodom kralı onu karşılamak için Şave vadisine gitti.” Yaratılış 14: 17. Düşmanın bu hareketi ile çok derin ve sinsi bir planı olduğu aşikar idi. Sodom kralı burada çok farklı bir düşünce sunmaktadır ve düşmanın gücünün çok farklı bir alanını sergilemektedir. “Kedorlaomer ve onu destekleyen krallar” ifadesinden bunu sezmekteyiz. Sodom kralından söz edilir iken yılanın tıslamasını işitiriz ama Kedorlaomer ile aslan kükreyişi ima edilir; ama yılan da olsa aslan da olsa Rabbin lütfu fazlası ile yeterli idi ve bu lütuf Rabbin hizmetkarı ve dostu İbrahim’e tam zamanında tam ihtiyaç anında hizmet etti. “Yüce Tanrının kahini olan Şalem kralı Melkisedek ekmek ve şarap getirdi ve Avram’ı kutsayarak şöyle dedi: ‘Yeri göğü yaratan yüce Tanrı Avram’ı kutsasın, düşmanlarını onun eline teslim eden yüce Tanrıya övgüler olsun.’” Yaratılış 14: 18-20. Bu olayda dikkat çekilmesi gereken ilk nokta Melkisedek’in devreye girdiği garip andır ve ikinci olarak onun hizmetinin çifte etkisi dikkat çeker. Melkisedek İbrahim, Kedorlaomer’i kovaladığı zaman ortaya çıkmadı, Sodom kralı İbrahim’in ardından gittiği zaman ortaya çıktı. Bu ayrıntı çok önemli bir ahlaki farklılığı ortaya koyar. Çatışmanın daha derin karakterine karşılık verilmesi gerektiği zaman paydaşlığın daha derin karakterine ihtiyaç duyuldu.

Ve sonra “ekmek ve şarap” hizmeti sayesinde Kedorlaomer ile yaşadığı çatışmadan sonra İbrahim’in ruhu tazelendi. Ve kutsama da İbrahim’in yüreğini Sodom kralı ile çatışma için hazırlamış oldu. İbrahim bir galip idi ama yine de savaşan biri olmak üzere idi ve kraliyet kahini galibin ruhunu tazeledi ve savaşçının yüreğini güçlendirdi.

Melkisedek’in İbrahim’in düşüncelerini Tanrıya sunarken edindiği tutumu gözlemlemek oldukça hoştur. Melkisedek Tanrıyı “yeri göğü yaratan yüce Tanrı” olarak adlandırır ve yalnızca bununla da kalmaz ama aynı zamanda İbrahim’in aynı Tanrı tarafından “kutsandığını” ilan eder. Bu kutsama İbrahim’i Sodom kralı ile yapacağı karşılaşma için etkin bir şekilde hazırlar. Tanrı tarafından kutsanmış olan birinin düşmana aldırmaya ihtiyacı yoktur. Ve eğer “yerin ve göğün sahibi” onun görüşünü tamamen doldurdu ise Sodom’un boş değerlerinin o kişi için en ufak bir çekicilikleri olmayacaktır. Bu nedenle beklendiği gibi Sodom kralı Avram’a ‘adamlarımı bana ver, mallar sana kalsın’ dediği zaman, İbrahim ona şu yanıtı verir: “Yeri göğü yaratan yüce Tanrı Rabbin önünde sana ait hiç bir şey, bir iplik ve bir çarık bağı bile almayacağıma ant içerim. Öyle ki, Avram’ı ‘zengin ettim’ demeyesin.” Yaratılış 14:21-23. İbrahim Sodom kralı tarafından zenginleştirilmeyi reddeder. Eğer İbrahim dünya tarafından yönetilmiş olsa idi o zaman Lut’u dünyanın gücünden kurtarmayı nasıl düşünebilir idi? Bir başkasını kurtarabilmenin tek gerçek yolu önce insanın kendisinin tamamen kurtarılmış olmasıdır. Ben kendim ateşin içinde bulunduğum sürece bir başkasını ateşin içinden dışarı çıkarmam mümkün olamaz. Ayrılma yolu gücün yolu olduğu gibi aynı zamanda esenlik ve kutsanmanın da yoludur.

Tüm çeşitli şekilleri ile birlikte dünya şeytanın Mesih’in hizmetkarlarının ellerini zayıflatmak ve sevgilerini soğutmak için kullandığı büyük bir aracıdır. Ama Tanrıya övgüler olsun ki yürek Tanrıya gerçekten bağlı olduğu zaman Tanrı daima neşelendirmek ve güçlendirmek için doğru zamanda yardıma gelir. “Rabbin gözleri tüm yürekleri ile Kendisine bağlı olanlara güç vermek için her yeri görür.” 2.Tarihler 16:9a. Bu gerçek bizlerin zavallı, korkak, kuşku duyan ve kaygılanan yüreklerimiz için cesaret verici bir gerçektir. Gücümüz ve kalkanımız Mesih olacaktır. O, “savaş gününde başlarımızı koruyacaktır.” O, “ellerimize savaşmayı ve parmaklarımıza kavga etmeyi öğretecektir.” Dünya, benlik ve şeytana karşı bir yoldan yürümeyi içtenlik ile arzu eden bir yürek için tüm bunlar söz ile anlatılamayacak kadar rahatlatıcıdır. Rab, çevremizin tuzaklar ile kuşatılmış olduğu bu dünyada yüreklerimizi Kendisine bağlı tutsun.

Yaratılış 15

“Bundan sonra Rab bir görümde Avram’a ‘korkma Avram’ diye seslendi. Senin kalkanın Ben’im. Ödülün çok büyük olacak.” Yaratılış 15:1. Rab hizmetkarı ve dostu İbrahim’in bu dünyanın sunduklarını reddetmesi nedeni ile kaybeden biri olarak sıkıntı çekmesine izin vermeyecek idi. İbrahim için en iyi olan kesinlikle kalkanı olan Rabbin arkasında gizlenmesi idi, Sodom kralının egemenliği altına girerek ona sığınması ahmakça bir davranış olur idi. Sodom’un mallarını kabul etmek yerine “çok büyük ödülünü” beklemesi makul ve doğru olan davranış idi. Bölümümüzün ilk ayetinde İbrahim’in içine yerleştirildiği konum her canın Mesih’e iman aracılığı ile yerleştirilmiş olduğu konumun güzel bir ifadesidir. Kalkanı Yehova idi, öyle ki İbrahim O’nda dinlenebilsin, Yehova onun “ödülü” idi, öyle ki İbrahim O’nu bekleyebilsin. Aynı durum şimdi imanlı için de geçerlidir. İmanlı şimdiki huzurunu, şimdiki esenliğini ve şimdiki güvenliğini, kısaca ihtiyacı olan her şeyi Mesih’te bulur. Düşmanın hiç bir oku İsa’daki en güçsüz imanlıyı örten kalkanı delemez ve imanlıya dokunamaz.

Ve sonra eğer gelecekten söz edecek olur isek geleceğimizi Mesih doldurur. Değerli pay! Değerli umut! Asla tükenmeyecek olan bir pay! Asla hayal kırıklığına uğratmayacak olan bir umut! Her ikisi de Tanrının vaatleri ve Mesih’in tamamlamış olduğu kefareti kanalı ile mutlak bir şekilde garanti altındadırlar. Bu nedenle şimdi içimizde konut kurmuş olan Kutsal Ruhun hizmeti sayesinde seviniriz. Durum bu olduğu için eğer imanlı dünyasal bir kariyer izliyor ya da dünyasal ya da dünyevi arzulara kendini bırakıyor ise ne “ödülden” ne de “kalkandan” keyif alamayacağı ortadadır. Eğer Kutsal Ruh kederlenir ise bizim uygun payımız – uygun umudumuz- sayesinde duyacağımız sevince hizmet etmeyecektir. Bu nedenle şimdi önümüzde olan İbrahim’in öyküsü kısmında onun kralları bozguna uğrattıktan sonra geri döndüğü ve Sodom kralının önerisini reddettiği zaman Yehova’nın onun canı önünde iki karakterini ortaya koymak için yükseldiğini görürüz; Yehova İbrahim’in “kalkanı ve çok büyük ödülü” olduğunu söyleyerek ondan korkmamasını ister. Yüreklerimiz bu konu üzerinde derin düşünsün, çünkü bu konu çok derin pratik bir gerçeği kapsar. Şimdi bölümün diğer kısımlarını incelemeye geçelim.

Bu kısımlarda bize evlat ve mirasçı olma gibi iki büyük ilke açıklanır. “Avram,’Ey egemen Rab, bana ne vereceksin?’ dedi. ‘Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer’e kalacak. Bana çocuk vermediğin için evimdeki bir uşak mirasçım olacak.’ Rab yine seslendi: “O mirasçın olmayacak. Öz çocuğun mirasçın olacak.” Yaratılış 15:2-4. İbrahim bir oğul arzu etti, çünkü tanrısal yetki nedeni ile kendi soyunun ülkeyi miras alacağını biliyor idi. Yaratılış 13:15. Evlat ve mirasçı Tanrının düşüncelerinde birbirleri ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdırlar. “Öz çocuğun mirasçın olacak.” Evlat olmak her şeyin en uygun temelidir ve ayrıca bunun da ötesinde evlat olmak Yakup kitabında okuduğumuz gibi Tanrının egemen planının ve işleyişinin sonucudur. Sonuç olarak evlat olmanın Tanrının diriliş ile ilgili sonsuz ilkesinin temeli üzerinde bulunur. Zaten nasıl daha başka türlü olabilir idi? İbrahim’in bedeni ölüden farksız, ya da “ölü” idi. Bu yüzden yalnız bu durumda değil her durumda olacağı gibi evlatlığın dirilişin gücü ile olması gerekir. İnsan doğası ölüdür ve Tanrının gücü olmadan ne doğurabilir ne de gebe kalabilir. İbrahim’in gözleri önünde tüm harika boyutları ile uzanmakta olan mirası dirilişe bağlı idi. Ama mirasçı nerede idi? İbrahim’in bedeni ve Sara’nın rahmi! Her ikisi de ölü idi. Ama Yehova diriliş Tanrısıdır ve bu yüzden bu iş tam Tanrıya göre idi, zira O ölü bedenler üzerinde harekete geçebilir. Eğer doğa ölü olmamış olsa idi, Tanrı Kendisini tam olarak gösterebilmek için doğayı ölüme koyması gerekir idi. Diri Tanrı için en uygun durum doğanın tüm övüngen güçleri ve boş yargılarının ölüm aracılığı ile tamamen yok olmalarıdır. Tanrı bu nedenle İbrahim’e şu sözleri söyledi. “Göklere bak, yıldızları sayabilir misin? İşte soyun o kadar çok olacak.” Yaratılış 15:5. Diriliş Tanrısı kişinin görüşünü doldurduğu zaman canın bereketlenmesi için hiç bir sınır yoktur. Çünkü ölüleri dirilten Tanrı her şeyi yapabilir.

“Ve Avram Rabbe iman etti ve Rab bunu ona doğruluk saydı.” Yaratılış 15:6. Burada İbrahim’in imanının ona doğruluk sayılmasının temeli O’na ölülere can veren Rab olarak inanmasıdır. Tanrı ölümün egemenlik sürdüğü bir dünyada Kendisini bu özelliği ile açıklar. Ve bir can O’na bu şekilde iman ettiği zaman Tanrının gözünde bu can doğru sayılır. Böylece insanın doğruluk konusunda bir iş birliği yapamayacağını ve zorunlu olarak bu konunun dışında kaldığını görüyoruz. Çünkü bir insan bir ölüm olayının orta yerinde ne yapabilir? Ölüyü diriltebilir mi? Mezarın kapılarını açabilir mi? Kendisini ölümün gücünden kurtarabilir ve yaşam ve özgürlük içinde kendi sınırlı çaresizliğinin ötesine geçip yürüyebilir mi? Kesinlikle hayır, yürüyemez. O zaman insan eğer bunu yapamıyor ise, ne kendi doğruluğunu üretebilir ne de kendisi için bir evlat ilişkisi bina edebilir. “Tanrı ölülerin değil, dirilerin Tanrısıdır” ve bu yüzden bir insan ölümün gücü ve günahın egemenliği altında olduğu sürece ne bir evladın konumunu ne de doğruluk koşulunu bilebilir. Böylelikle yalnızca Tanrı insana evlatlık ihsan edebilir ve yine yalnızca Tanrı insana doğruluğunu armağan edebilir ve bunların her ikisi de Mesih’i ölüler arasından Dirilten’e olan iman ile bağlantılıdırlar.

Elçi Romalılar kitabının 4.bölümünde yazılmış olan şu sözleri ile İbrahim’in imanı ile ilgili konuya değinir: “ ‘Aklanmış sayıldı’ sözü yalnız onun için değil, aklanmış sayılacak olan bizler – Rabbimiz İsa’yı ölümden dirilten Tanrıya iman eden bizler – için de yazıldı. Romalılar 4:23-24. Burada diriliş Tanrısı aynı zamanda bize de doğruluğun tek temelinin iman objesi ve O’na olan imanımız olarak bize de sunulmaktadır. Eğer İbrahim gökyüzüne bakıp sayılamayacak kadar çok yıldızları gördü ise ve sonra hali hazırda ölü olan kendi bedenine baktı ise nasıl olup da yıldızlar kadar çok bir soyun düşüncesini kavrayabilir idi? İmkansız, böyle bir düşünceyi kavrayamaz idi. Ama İbrahim kendi bedenine bakmadı ve Tanrının diriltme gücüne baktı; Tanrı böyle bir soyu üretecek güce sahip idi; gökteki yıldızlara ve deniz kenarındaki kumlara baktığımız zaman onların gerçekten güçsüz figürler olduklarını kolayca anlayabiliriz. Çünkü ölüleri dirilten o gücün etkisini hangi doğal obje mümkün bir şekilde resmedebilir idi?

Bu nedenle aynı şekilde bir günahkar müjdenin iyi haberlerine kulak verdiği zaman tanrısal varlığın şaşılacak ışığına baksa ve sonra aşağı yani kendi keşfedilmemiş doğal benliğinin kötülüklerine baksa söyleyecekleri şunlar olacaktır: “O ışığa nasıl ulaşabilirim? O ışığın huzurunda uygun bir şekilde nasıl durabilirim? Yanıt nerededir? Kendisinde mi? Hayır, Tanrıya övgüler olsun ki yanıt o Kutsal Olan’dadır. Babasının bağrından aşağı çarmıha ve mezara indi ve mezardan göğe, tahtına yükseldi; böylece Kişiliği ve tamamladığı iş ile tüm bu aşırı noktalar arasındaki boşluğu tam olarak doldurdu. Tanrının bağrından daha yüce hiç bir yer olamaz. Tanrının bağrı Oğlun sonsuz konutudur. Ve çarmıh ve mezardan daha aşağıda hiç bir yer olamaz. Ama, şaşırtan gerçek! Ben Mesih’i her iki yerde de bulurum. O’nu hem tanrının bağrında hem de mezarda bulurum. O, aşağıya, ölüme kadar indi, öyle ki Halkının günahlarının ve suçlarının tüm ağırlığını arkasında bırakabilsin. Mesih, mezarda insan olan herkesin sonunu sergiler – günahın sonu – şeytanın gücünün tam üst sınırı. İsa’nın mezarı ölümün nihai sonuna şekil verir. Ama diriliş bizi bunun ötesine götürür ve Tanrının yüceliğinin ve insanın bereketinin sonsuza kadar sürdüğü çürümez temelin üzerine bina eder. İman gözü dirilmiş bir Mesih’e baktığı anda günah, yargı, ölüm ve mezar ile ilgili her soru için zaferli bir yanıt mevcuttur. Tüm bu sorunlara tanrısal bir şekilde karşılık veren Kişi ölümden dirilmiştir. Ve göklerdeki Krallık tahtının sağındaki yerine oturmuştur. Ve yalnız bu kadar da değil, O dirilmiş ve yüceltilmiş Olan’ın imanlıdaki Ruhu imanlıyı bir evlat haline getirir. İmanlı da Mesih ile birlikte mezarın dışına çıkıp dirilmiştir. Bu konuda yazılmış olan bir ayet okuyalım: “Sizler suçlarınız ve benliğinizin sünnetsizliği yüzünden ölü iken Tanrı sizi Mesih ile birlikte yaşama kavuşturdu. Bütün suçlarımızı O bağışladı.” Koloseliler 2:13.

İşte bu yüzden evlat olma diriliş üzerinde temellenmiş olduğu için mükemmel aklanma – mükemmel doğruluk (Tanrı doğruluğu) – herhangi bir şekilde bize karşı olabilecek mükemmel özgürlük, tüm bu kavramlar birbirleri ile bağlantılıdırlar. Günah üzerimizde iken Tanrı bize huzurunda yer veremez. Tanrı, oğullarının ve kızlarının üzerindeki herhangi bir günah lekesine ya da kirine dayanamaz. Kaybolan oğul adlı öyküdeki baba oğlunu üzerindeki kirli giysileri ile masasına oturtamadı, o kirli giysiler içindeki oğlunu karşılamak için ona doğru koştu ve kirli giysiler üzerinde iken onun boynuna atıldı, onu kucakladı ve öpücüklere boğdu. Böyle davranması lütfunun değerli ve güzel bir özelliği idi. Ama sonra oğlunu asla o üzerindeki o kirli giysiler ile masasına oturttuğunu görmedik. Çünkü bunu yapamaz idi. Babayı kaybolan oğluna götüren lütuf kaybolan oğlu babaya getiren doğruluk aracılığı ile egemenlik sürer. Eğer baba, oğlunun kendisine temiz giysiler tedarik edip giyinmesini bekleyecek olsa idi o zaman lütuf, lütuf olmaz idi. Ve aynı zamanda oğlu kendi giysileri içinde getirmek de doğru olmaz idi. Ama hem lütuf hem de doğruluk baba dışarı çıkıp oğlunun boynuna sarıldığı zaman en saygın parlaklık ve güzellikleri ile ışıldadılar. Ama yine de kaybolan oğula masada bir yer vermediler. Oğul babasının masasına oturmak için uygun bir şekilde giyinene kadar o yüce ve mutlu konuma geçmedi. Mesih’teki Tanrı insanın ahlak noktasının en düşük konumuna kadar inmiştir, öyle ki, alçalarak insanı bereketin en yüce noktasına yükseltebilsin ve Kendisi ile paydaşlık konumuna geçirebilsin. Tüm bunlardan anlaşıldığı üzere bizim tüm saygınlıklarımız ve ayrıcalıklarımız ile evlatlığımız bizden tamamı ile bağımsız olabilsin. İbrahim’in ölü bedeni ve Sara’nın ölü rahmi gökleri süsleyen sayılamayacak kadar çok yıldızlar gibi ya da deniz kenarındaki kumlar gibi bir soy üretemez idi; böyle bir şey asla mümkün olamaz idi. Her şeyi mümkün kılan yalnızca Tanrıdır. Baba Tanrı planı hazırladı, Oğul Tanrı planın temelini attı ve Kutsal Ruh Tanrı doğaüstü yapıyı yükseltti. Ve bu doğaüstü yapının üzerinde şu yazılar okunabilir: “LÜTUF ARACILIĞI İLE, İMAN İLE, YASAYA DAYANAN İŞLERİN YERİNE GETİRİLMESİ İLE DEĞİL!”

Ama sonra bölümümüz dikkatimize bir diğer çok önemli konuyu sunar, yani mirasçı olmayı. Evlatlık ve doğruluk meselesi tamamen halledildikten sonra – tanrısal bir şekilde ve hiç bir koşulsuz halledildikten sonra, Rab İbrahim’e şöyle dedi: “Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildanilerin Ur kentinden seni çıkartan Rab Ben’im” dedi. Yaratılış 15:7. Burada mirasçı olmak ile ilgili önemli konu ortaya çıkar. Ve seçilmiş mirasçılar vaat edilen mirasa ulaşana kadar yolculuk edecekleri garip yol hakkında bilgi verilir. “Eğer çocuklar isek o zaman mirasçılarız, Tanrının çocukları olduğumuz için Tanrının mirasçılarıyız ve Mesih ile birlikte ortak mirasçılarız; eğer O’nun ile birlikte acı çekiyor isek o zaman O zaman O’nun ile birlikte yüceltileceğimiz de kesindir.” Krallığa giden yolumuz acı çekme, sıkıntı ve zulüm görme patikalarından geçer. Ama Tanrıya şükürler olsun ki iman aracılığı ile şu sözleri söyleyebiliriz: “Şimdiki çağın sıkıntıları bize açıklanacak olan yücelik ile kıyaslanmaya değmezler. Ve ayrıca şunu biliriz: “Şimdi çektiğimiz hafif sıkıntılar bir an içindir ve bizlerde çok üstün ve sonsuz bir yüceliğin kanıtları olarak işlerler.” Son olarak, “sıkıntılar ile övünürüz, çünkü sıkıntıların sabır oluşturduğunu ve sabrın tecrübe ve tecrübenin de umut oluşturduğunu biliriz.” Efendimizin kutsanmış kasesinden içmek ve O’nun vaftizi ile vaftiz olmaya izinli olmak bizim için yüce bir onur ve gerçek bir ayrıcalıktır. Doğrudan görkemli mirasa yönlendiren yol boyunca O’nun ile paydaşlıkta bulunarak yolculuk etmek güven vericidir. Mirasçı ve ortak mirasçılar bu mirasa sıkıntı yolu aracılığı ile ulaşırlar.

Ama şunu hatırlamamız gerekir ki, ortak mirasçıların paydaş oldukları bu sıkıntının içinde ceza veren bir unsur yer almaz. Bu sıkıntı günah yüzünden sınırsız adaletin eli ile gelen bir sıkıntı değildir. Kurban, gelen darbeler altında kutsal Başını öne eğdiği zaman bu sıkıntının tamamı çarmıhta O’nun üzerine yüklenmiştir. “Mesih, günahlar için yalnızca bir kez acı çekmiştir ve bu “bir kez” yalnızca ağaç üzerinde olmuştur; buradan “başka hiç bir yerde” olmamıştır. O, günahlar için asla önceden acı çekmedi ve günahlar için asla tekrar acı çekemez. “Çağların sonunda (tüm benliğin sonu) günahı ortadan kaldırmak için Kendisini Kurban olarak feda etmek için göründü.” “ Mesih “tek kez” kendini sundu.

Acı çeken bir Mesih’e bakar iken mevcut olan iki şekil vardır. İlki, Yehova tarafından ezilmiş ve ikincisi insanlar tarafından reddedilmiş olan Mesih. Yehova tarafından ezilen Mesih tek başına durdu; insanlar tarafından reddedilen Mesih’te O’nun ile birleşmiş olma onuruna sahibiz. Yehova tarafından ezilen Mesih için “tek başına durdu” ifadesini kullandım, çünkü O’nun ile birlikte kim durabilirdi ki? O, Tanrının gazabını tek başına yüklendi; o, tek başına ölüm vadisine indi ve orada günahlarımız ile ilgili sorunu sonsuza kadar çözüme ulaştırdı. Tüm borçlarımızı sonsuza kadar ödemiş olduğu bu eylemi ile bizim hiç bir ilgimiz yok idi. O tek başına savaştı ve aynı şekilde zaferi de tek başına da kazandı. Ama savaş ganimetlerini bizimle paylaşır. O dehşet verici tecrübe içinde tek başına idi. Ama ayakları doğrudan sonsuza kadar kalıcı diriliş “kayasının” üzerinde idi; bizi Kendisi ile birleştirdi. Çarmıhta feryat eder iken tek başına idi; şimdi herkes ile birlikte yeni bir ezgi söylemektedir. (Mezmur 40: 2,3)

Şimdi mesele şudur; Tanrının eli aracılığı ile “bizim için” acı çekmiş Olan ile birlikte insanın eli aracılığı ile acı çekmiş Olan’ı red mi edeceğiz? Ruh’un “eğer” sözcüğünü bununla bağlantılı olarak sürekli kullanışı meselenin belirgin şekilde aşikar olduğunu ortaya koyar: “Eğer O’nun ile birlikte acı çekiyor isek”; “eğer acı çekiyor isek, egemenlik süreceğiz.” Evlatlık konusu ile ilgili olarak böyle bir mesele söz konusu değildir. Evlatların yüce saygınlığına acı çekerek ulaşmayız. Bu yüce saygınlığa Tanrının sonsuz amacı ile uyumlu olarak Mesih’in tamamladığı işi temel alan Kutsal Ruh’un dirilten gücü aracılığı ile ulaşırız. Bu gerçek asla değişemez. “Aileye” acı çekmek aracılığı ile ulaşmayız. Elçi, “aynı zamanda uğruna acı çektiğiniz Tanrı “ailesi” için değerli sayılabilesiniz diye” gibi bir ifade kullanmaz. Onlar zaten aile içinde idiler, ama krallığa bağlı idiler ve bu krallığa giden yolları acı çekmekten geçiyor idi ve yalnızca bu kadar da değil, ama krallık uğruna acı çekme ölçüsü onların Kral’a olan adanmışlıklarına ve bağlılıklarına göre olur. O’na ne kadar bağlı isek O’nun ile birlikte o kadar acı çekeceğiz. Ve acı çeker iken O’nun ile olan paydaşlığımız ne kadar derin olur ise O’nun ile yücelikteki paydaşlığımız da o kadar derin olacaktır. Babanın evi ve Oğulun krallığı arasında bir farklılık mevcuttur: Babanın evindeki konu bir kapasite meselesidir. Oğulun krallığındaki konu ise bir atanma konumu meselesidir. Tüm çocuklarım benim soframın çevresinde olabilirler, ama benim varlığımdan ve konuşmamdan aldıkları keyif tamamen onların kapasitelerine bağlı olacaktır. Çocuklarımdan biri benim ile olan ilişkisinden büyük keyif alarak dizlerimin üstünde ya da kucağımda oturmak isteyebilir, buna rağmen bir çocuk olduğu için söylediğim bir sözü tam olarak anlayamayabilir; bir diğer çocuğum konuşmamız sırasında sıra dışı bir zeka sergileyebilir; ama ilişkimizden kucağımda oturan küçük çocuğumun duyduğu mutluluğu duyamaz. Ama bu konu benim için bir hizmet konusu ya da benim ile ilgili bir özdeşleşme haline geldiği zaman durumun farklı olacağı aşikardır. Ama bu ifadeler, Babanın evindeki kapasite ve Oğlun krallığındaki atanmış konum düşüncesine dair zayıf bir örnektir.

Ama hatırlamamız gereken nokta şudur: Mesih ile birlikte acı çekmek bir esaret boyunduruğu değil, bir ayrıcalık konusudur. Bozulmaz bir kural değil, lütufkar bir armağandır. Zorla yapılan bir hizmet değil, gönüllü bir adanmışlıktır. “Çünkü Mesih uğruna size yalnız Mesih’e iman etmek değil, daha önce bende gördüğünüz ve hala sürdürdüğümü duyduğunuz zorlu çabanın aynısını göstererek Mesih uğruna acı çekmek ayrıcalığı da verildi.” Filipeliler 1:29. Ayrıca Mesih uğruna acı çekmenin gerçek sırrının yürekteki sevgilerin O’nu merkez alması olduğuna dair en ufak bir kuşku bile yoktur. Mesih’in bana olan sevgisini ne kadar çok bilir isem ben de O’nu o kadar çok severim ve O’nun ile daha yakından yürürüm ve O’nun ile daha yakın yürüdüğüm zaman O’na daha sadık olurum ve O’na ne kadar sadık olur isem O’na daha çok benzerim ve O’nun ile birlikte daha çok acı çekerim. Böylece her şey Mesih’in sevgisinden kaynaklanmış olur ve yine O’na geri döner. Ve burada çok önemli ve çok temel bir gerçeği hatırlayalım: “O’nu seviyoruz çünkü önce O bizi sevdi.” Her konuda olduğu gibi bu konuda da yasal bir ruha karşı uyanık duralım. Çünkü boynundaki boyunduruk yasa olan bir kişinin Mesih uğruna acı çektiğinin düşünülmemesi gerekir. Ne yazık! Böyle bir kişinin Mesih’i tanımadığından korkulması gerekir; böyle bir kişi evlat olmanın bereketinden haberdar değildir; henüz lütufta temellenmemiştir. Acı çekme yolu ile krallığa ulaşmak yerine yasanın işleri aracılığı ile aileye ulaşmak için boşuna çaba sarf ermektedir.

Öte yandan Efendimizin kasesinden ve vaftizinden uzak kalmamaya dikkat edelim. Çarmıha dahil olan şeyleri reddetmeyi kabul etmez iken O’nun çarmıhının garantilediği yararlardan keyif almaktan da geri kalmayalım. Krallığa giden yolun bu dünyanın iyiliklerinin güneş ışığı ile aydınlatılmadığından ya da dünya malının gülleri ile donatılmadığından emin olarak dinlenebiliriz. Eğer bir imanlı dünyada ilerliyor ise Mesih ile birlikte yürümediğini anlaması için çok neden vardır. “Eğer biri bana hizmet etmek istiyor ise beni izlesin ve ben nerede isem bana hizmet eden de benim ile birlikte olacaktır.” Mesih’in dünyasal kariyerinin hedefi ne idi? Konumu, bu dünya için yüce ve etkin bir konum mu idi? Hayır, hiç bir şekilde değil idi. O zaman O’nun konumu bu dünyada ne idi? O, yerini, çarmıhta iki haydudun arasında asılarak buldu. Şimdi, “ama Tanrı bu işin içinde idi” denilecektir. Evet, doğru, ama yine de insan da aynı şekilde işin içinde idi. Ve bu ikinci gerçek eğer yalnızca Mesih ile birlikte olmaya devam eder isek dünya tarafından reddedilmemizin kaçınılmaz olduğunu ortaya oymaktadır. Mesih ile olan beraberliğim beni göklere çıkartır ve yeryüzünden dışarı atar. Ve eğer benim yeryüzünün beni dışarı attığı konusunda bilgim yok ise ve göklere çıkartıldığımdan söz ediyor isem o zaman bu durumum bir şeylerin hatalı olduğunu kanıtlar. Eğer Mesih şimdi yeryüzünde olsa idi, hangi yoldan yürürdü? Hangi yoldan giderdi? Yolu nerede son bulur idi? O’nun ile birlikte yürümekten hoşlanır mıydık? Tüm bu soruları Her Şeye Gücü Yeten’in bakışları altında araştırarak yanıtlayalım. Ve Kutsal Ruh bizi yeryüzünde olmayan – reddedilmiş –çarmıha gerilmiş bir Efendiye sadık kalmamız için güçlendirsin. Kutsal ruh ile yürüyen kişi Mesih ile doldurulacaktır; acı çekmek ile meşgul olmayacaktır, uğruna acı çektiği Mesih ile meşgul olacaktır. Eğer gözler Mesih’e dikili ise o zaman acı şimdiki sevinç ve gelecekteki yücelik ile asla kıyaslanamaz.

Mirasçı olmak ile ilgili konu beni niyet ettiğimden çok daha ileri noktalara yönlendirdi. Ama böyle olduğu için pişman değilim. Çünkü yazdıklarımın hepsi üzerinde düşünülecek kadar önemlidirler. Şimdi bölümümüzün son ayetlerinde ortaya konan İbrahim’in önemli görümüne kısa ama derin bir inceleme yaparak bakalım. “Ve güneş batar iken Avram derin bir uykuya daldı. Üzerine dehşet verici zifiri bir karanlık çöktü. Rab Avram’a şöyle dedi: ‘Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı altında yaşayacak. Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığı ile çıkacak. Sen de esenlik içinde atalarına kavuşacaksın. İleri yaşta ölüp gömüleceksin. Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. Çünkü Amorluların yaptığı kötülükler henüz doruğa varmadı. Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangal ile alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti.” Yaratılış 15: 13-17.

İsrail tarihinin tamamı şu iki örnek ile özetlenir: “mangal” ve “alevli meşale”. Mangal bize İsraillilerin sıkıntı ve deneme içinde bulundukları dönemleri sunar, örneğin, Mısır’daki esaret ile ilgili uzun dönem, Kenan krallarına boyun eğmeleri, Babil’deki tutsaklıkları ve içinde bulundukları her zorlu ve düşük seviyedeki koşullar. Tüm bu dönemler sırasında onların dumanlı bir mangal arasından geçtikleri düşünülebilir. (Bakınız Yasanın Tekrarı 4:20; 1.Krallar 8:51; Yeşaya 48:10.)

Ve sonra alevli meşale ile şu noktalar üzerinde düşünebiliriz: Yehova İsrail’in olaylı tarihinde onları kurtarmak için her zaman lütuf ile davrandı ve onlara göründü; Musa’nın eli aracılığı ile onları Mısır esaretinden kurtardı; Kenan krallarının baskısından çeşitli hakimlerin hizmetleri aracılığı ile özgür kıldı; Babil kralının buyruğu aracılığı ile sürgünden geri dönmelerini sağladı ve onları nihai kurtarışı Mesih’in yüceliği içinde gelmesi aracılığı ile sağlanacaktır. Mirasa dumanlı mangal aracılığı ile ulaşılması gerekir ve mangalın dumanı ne kadar koyu renkte ise Tanrının kurtarışının alevli meşalesi o kadar aydınlık ve sevinç verici olacaktır. Bu ilke bir bütün olarak yalnızca Tanrı halkı için uygulanmaz, aynı şekilde bireylere de tam olarak uygulanır. Önce hizmetkar olarak bir konuma ulaşmış olanlar alevli meşalenin keyfini çıkarmadan önce dumanlı mangala tahammül etmiş olan kişilerdir. “dehşet verici ve zifiri bir karanlık” İbrahim’in ruhundan geçti. Yakup Lavan’ın evinde yirmi bir yıl boyunca ağır önce “denenmeleri” lazımdır, sonra sadık oldukları görüldükten sonra “hizmete yerleştirilirler.” Tanrının Kendisine hizmet eden kişiler ile ilgili prensibi elçi Pavlus’un şu sözleri aracılığı ile ifade edilir: “Gözetmen yeni iman etmiş biri olmamalı. Yoksa gurura kapılıp İblisin uğradığı yargıya uğrayabilir.” 1.Timoteos 3:6.

Tanrının çocuğu olmak bir şeydir ve Tanrının hizmetkarı olmak başka bir şeydir. Ben çocuğumu çok sevebilirim, ama yine de eğer onu çalışması için bahçeme bırakır isem bahçeye yarardan çok zarar verebilir. Neden? Sevgili çocuğum olmadığı için mi? Hayır, çünkü henüz tecrübesi olmayan bir hizmetkar olacaktır. İşte farklılığın tümü bu noktadadır. İlişki ve görev farklı konulardır. Bir kraliçenin çocuklarından hiç biri o anda kraliçenin başbakanı olacak tecrübeye sahip değildirler. Bu örnek, Tanrının tüm çocuklarının yapacakları bir şey olmadığı, çekecekleri bir sıkıntı bulunmadığını ve öğrenmeyecekleri bir şeyin mevcut olmadığı anlamına gelmez. Hiç kuşkusuz yapacakları şeyler, çekecekleri sıkıntılar ya da öğrenecekleri şeyler vardır. Ama burada önemli olan onların halk hizmeti ve özel disiplin konularında tamamen Tanrının yollarına bağlı bulunduklarıdır. Halkın önünde önder olacak kişinin o paylanmış ruha, o olgunlaşmış yargıya, o boyun eğen düşünceye, o kırılmış iradeye, o yumuşak ses tonuna ihtiyacı olacaktır. Bunların hepsi Tanrının gizli disiplinin kesin ve güzel sonuçlarıdırlar. Ve yukarda sıralanan ahlak özelliklerine ya çok az ya da hiç sahip olmayan önder kişilerin er ya da geç başarısız olacakları genellikle yaşanan bir durumdur.

Rab İsa, zayıf ve güçsüz hizmetkarlarını senin en Kutsal Kişiliğine çok yakın tut ve onları ellerinin avuçlarında muhafaza et!

Pages