March 2013

29 Aralık

“Ey Davut, seniniz biz! Ey İşay oğlu, seninleyiz! Esenlik olsun sana, esenlik!
Seni destekleyenlere de esenlik olsun! Tanrın sana yardım edecektir.” (1.Tarihler 12:18)

Davut’a duyulan sadakatin bu soylu ifadesi, tüm imanlılar tarafından Rab İsa Mesih’e olan adanmışlıklarının bir ifadesi olarak ödünç alınmalıdır. Kralların Kral’ına yarım yürek ile sadakat ya da bölünmüş bir bağlılık söz konusu olamaz. Kralların Kralı’nın yüreklerimizin tamamına sahip olması gerekir.

Ben her zaman, Napolyon’un yaptığı savaşlardan birinde ciddi şekilde yaralanan bir Fransız askerinin öyküsünden çok etkilenmişimdir. Doktorlar bu askerin yaşamının kurtulması için ameliyat edilmesinin gerekli olduğuna karar verdiler. O dönemde anestezi henüz yoktu. Cerrah askerin göğsüne cerrah mili ile müdahale ederken hasta cerraha şöyle dedi: “Biraz daha derine gir, doktor. O zaman orada İmparatoru bulacaksın.” Bu sözlerin anlamı imparatorun bu askerin yüreğinde taht kurmuş olması idi.

Elisabeth kraliçe olarak taç giydiği zaman henüz oldukça genç idi ve büyükannesi Kraliçe Mary ona bir sadakat mektubu yazdı ve mektubun altını şöyle imzaladı: “Seni seven büyükannen ve sana sadık tebaan.” Büyükanne böylece Taç’a olan bağlılığını ve onu taşıyana olan sadakatini ifade etmiş oluyordu.

Peki bizim durumumuza gelince? Tüm bunları kendi durumumuza nasıl uyarlarız? Matthew Henry bize şunu hatırlatır: “Amasai’nin bu ifadelerinden Rab İsa’ya olan sevgimize ve bağlılığımıza nasıl tanıklık edeceğimiz ile ilgili dersler alırız: biz hiç bir sınırlama ya da güç iptali olmadan O’na aidiz; O’nun tarafında olduğumuzu göstererek hareket etmemiz gerekir; O’nun uğruna yüreklerimizde iyi dileklere sahip olmamız gerekir. Hosanna, O’nun müjdesine ve krallığına refah olsun; çünkü O’nun Tanrısı O’na yardım etti ve yardım edecek, O tüm hükümranlıkları, yönetimleri ve gücü ele geçirene dek O’na yardım edecek.”

Spurgeon’un sözlerine göre yaşamlarımızın şöyle konuşması gerekir: “İsa, biz seniniz. Hiç bir şeyin bizim malımız olmadığını ya da bize ait olmadığını biliyoruz. Her şey yalnızca senin kraliyet kullanımın için ayrılmıştır ve buna adanmıştır. Ey sen Tanrı Oğlu, biz senin tarafındanız. Çünkü eğer biz Mesih’e ait isek, o zaman elbette bu taraf hangi taraf olur ise olsun- din, ahlak ya da politika açısından – biz Mesih’in tarafındayız. Sana esenlik olsun. Yüreklerimiz seni selamlar ve sana esenlik sunar. Ve senin yardımcılarına, seni destekleyenlere esenlik olsun. Tüm insanlar için esenlik arzu ediyoruz. Barış sağlamak isteyenlerin esenliği için dua ediyoruz. Çünkü senin Tanrın sana yardım etti. Doğanın Tanrısının tüm güçleri lütuf Rabbine yardım etmek için çalışırlar. Dirilmiş Mesih, gökler seni aldığı zaman yukarı baktık ve sana hayranız, sana tapıyoruz. Göğe yükselen Mesih, senin ayaklarının dibinde çöküyoruz ve söylüyoruz: “Biz seniniz. Ey Davut Oğlu, bir Prens ve Kurtarıcı olma üzere meshedilmiş Olan.” Gelecek olan Mesih, senin görünmeni bekliyoruz ve izliyoruz. Sana ait olanlara tez gel! Amin ve amin.”

30 Aralık

“Davut, ‘Saul’ün ailesinden daha sağ kalan, Yonatan’ın hatırı
için iyilik edebileceğim kimse var mı?” diye sordu.” (2.Samuel 9:1)

Mefiboşet, defalarca Davut’u öldürmeye çalışmış olan Kral Saul’ün büyük torunu idi. Bu nedenle Davut tahta çıktığı zaman, öldürülmesi gerekli görünen asi bir aileden geliyor idi. Ayrıca buna ek olarak Mefiboşet çocuk iken dadısı tarafından yere düşürülen ve bu yüzden iki ayağı sakat olan zavallı bir çaresiz idi. “Çayır ya da otlak yok” anlamına gelen Lo-Devar adlı bir kişinin evinde yaşıyor olduğu gerçeği, onun parasız da olduğunu gösteriyor idi. Lo-Devar adlı kişi Şeria’nın doğu kenarında yaşıyordu ve bu yüzden yeri, Tanrının konutu olan Yeruşalim’in “çok uzağında” idi. Davut’un ona iyilik etmesi için Mefiboşet’in hiç bir kendi çabası yoktu.

Tüm bu gerçeklere rağmen, Davut onunla ilgili araştırma yaptı ve onu bulup kraliyet sarayına getirmeleri için uşaklarını gönderdi; ona korkacağı hiç bir şey olmadığına dair güvence verdi. Atası Saul’ün tüm toprağını ona geri verdi, ona hizmetkarlar sağladı ve kralın sofrasında her zaman kralın oğullarından biri olarak yemek yiyeceğini söyledi.

Davut neden böylesine değersiz birine bu kadar çok merhamet, lütuf ve sevgi gösterdi? Yanıt, “Yonatan’ın hatırı için” dir. Davut, Mefişobet’in babası Yonatan ile bir antlaşma yapmış idi; bu antlaşmaya göre Davut Yonatan’ın ailesine asla sonra ermeyecek olan iyiliklerde bulunacak idi. Bu, koşulsuz bir lütuf antlaşması idi (1.Samuel 20:14-17).

Mefiboşet bu durumun farkına vardı, çünkü ilk kez kralın huzuruna getirildiği zaman, yere kapanıp şöyle demiş idi: “Kulun ne ki, benim gibi ölmüş bir köpek ile ilgileniyorsun?”

Bizler için kendimizi bu resmin içinde görmek zor olmamalıdır. Bizler ölümün mahkumiyeti altındaki günahkar bir soydan bir isyankardan doğduk. Ahlaki açıdan çürümüş idik ve günah bizi felç etmiş idi. Bizler de “çayır ya da otlak olmayan” bir yerde ruhsal açıdan ölmüş olarak yaşıyor idik. Sadece lanete uğramış değildik ama aynı zamanda çaresiz ve yoksul idik, Tanrı’dan “çok uzakta” idik, Mesih’siz ve umutsuz idik. İçimizde Tanrının bizi sevmesi ve ilgilenmesi için iyi olan hiç bir şey yok idi.

Ama Tanrı yine de bizi aradı, buldu ve bizi ölüm korkusundan kurtardı ve bizi göklerdeki tüm ruhsal bereketler ile bereketledi, bizi kendi sofrasına oturttu ve bize olan sevgisinin sancağını üzerimize yükseltti.

Tanrı bunu neden yaptı? İsa’nın hatırı için. Ve dünyanın temeli atılmadan önce bizi Mesih’te seçtiği lütuf antlaşması nedeni ile bunu yaptı.

Tanrının bu lütfuna vereceğimiz karşılık O’nun huzurunda yere kapanıp şöyle demek olacaktır: “Kulun ne ki, benim gibi ölmüş bir köpek ile ilgileniyorsun?”

31 Aralık

“İşte, kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim.
Ben onunla, o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz.” (Vahiy 3:20)

Yeni bir yılın çok yakınında durmaktayız. Ve sabırlı Kurtarıcı hala içeri kabul edilmesini bekleyerek insanın kapısında duruyor. Kurtarıcı çok uzun zamandır dışarıda bırakıldı. Başka biri olsa idi, çoktan vazgeçip evine geri dönmüş idi. Ama Kurtarıcı böyle değildir. O, hiç kimsenin mahvolmasını istemediği için sabırla bekler. Bir gün kapının sonuna kadar açılacağını ve içeri davet edileceğini ümit ederek bekler.

Bir kişinin Rab İsa’nın kapıyı çalışına yanıt vermemesi şaşırtıcıdır. Eğer kapıyı çalan bir komşumuz olsa idi, kapıyı hemen açardık. Eğer kapıyı çalan bir satıcı olsa idi, biri en azından nezaket gösterip kapıyı açar ve şöyle derdi: “Bir şeye ihtiyacımız yok.” Ya da eğer kapıyı çalan bir başkan ya da bir vali olsa idi, aile bireylerinin her biri onu içeri alan kişi olma ayrıcalığına sahip olmak için yarışırdı. O zaman Yaratıcının, her şeyin var oluşunu Sürdüren’in ve Kurtarıcının kapıda durup kapıyı çaldığı zaman, kendisine soğuk ve ilgisiz bir tutum gösterilmesi ne kadar gariptir!

Rab İsa çalmak için değil, aksine vermek için Gelen’dir. O, bol yaşam vermek için gelir.

İmanlı bir radyo spikeri bir kez kısa bir ziyaret için kendisine uğramak isteyen bir dinleyiciden gecenin geç bir vaktinde bir telefon aldı. Vaiz, bu kişinin gelmesini engellemek için her türlü bahaneyi öne sürdü, ama sonunda bu dinleyiciye yenik düştü. Sonunda ziyaretçinin neden gelmek için bu kadar ısrar ettiği ortaya çıktı; yanında radyo masraflarına yardımcı olmak için çok büyük bir para armağanı getirmiş idi. Ziyaretçi yanından ayrıldıktan sonra vaiz kendi kendine şöyle dedi: “Gelmesine izin verdiğim için çok mutluyum.”

Joe Blinco bu konu ile ilgili olarak hep şu sahneyi kullanırdı: bir evin oturma odasında canlı bir sohbet sürmektedir. Birden ön kapı çalınır. Aileden biri: “Kapıda biri var” der.

Bir diğeri hemen ayağa kalktı ve kapıyı açtı. Sonra oturma odasında bulunanlardan biri sordu: “Kimmiş?” Yanıt, kapıda duran kişiden geldi. Sonunda evin başı “Ona içeri girmesini söyle” diye bağırdı.

İşte müjde kısaca budur. Dinleyin! Kapıda Biri var. Bu Kim? Bu Kişi, yaşam ve yücelik Rabbinden başkası değil. Bizim yerimize geçerek ölen ve üçüncü gün tekrar Dirilen – Şimdi Babanın tahtının sağında oturan ve çok yakında Kendisi ile birlikte olmaları için Halkını yuvaya götürmeye geliyor. O’na içeri girmesini söyleyin!

MISIR’DAN ÇIKIŞ

Kitabı Hakkında

NOTLAR

Yazan

C. H. Mackintosh.

Onlara doğru yolda öncülük etti
Mezmur 107:7


ÖNSÖZ

Eserin al yazması metni ve matbaa provası aracılığı ile hazırlanan, çok geniş bilgi veren ve Tanrı Sözünün en ilginç bölümü olan MISIR’DAN ÇIKIŞ kitabında yolculuk etmekteyiz.

Bu kitapta kan aracılığı ile kurtulma konusu önemli bir yer tutar. Bu kitabın özelliği, kan aracılığı ile kurtuluştur. Tanrının, kurtardığı halkına gösterdiği pek çok merhameti, gücü, sabrının sevgisi ve lütfunun zenginliklerinin kaynağını kan aracılığı ile kurtuluş teşkil eder. İsrail’in Tanrısı ile olan ilişkisine dair büyük sorun kuzunun kanı aracılığı ile ortadan kalkar. Ve halkın içinde bulunduğu durumu tamamen değiştirir. İsrail halkı bulundukları evlerin üzerindeki kan ile Tanrının kurtardığı, kan ile satın alınmış olan Tanrı halkıdır.

Tanrı kutsaldır ve İsrail suçludur; bu durumda yargı yerine gelene kadar aralarında hiç bir mutlu ilişki var olamaz idi. Günahın yargılanması gerekir. Bir zamanlar masumiyet temeli üzerinde Tanrı ve insan arasında mutlu bir ilişki var idi; ama sonra günah girdi ve bu bağı kopardı; barışmanın gerçekleşebilmesi ancak Tanrının günaha karşı olan ahlak yargısının tam ifade edilmesi ile mümkün olacak idi. “Yaşama ancak ölüm aracılığı ile sahip olabiliriz.” Tanrı, kutsallık Tanrısıdır ve günahı yargılaması gerekir. Günahkarı kurtarır iken onun günahını yargılar. Çarmıh, bu gerçeğin tam ve mükemmel bir ifadesidir.

Sphinx and a Pyramid at Giza, Egypt
Sphinx and a Pyramid at Giza, Egypt

“Buradaki en büyük mesele, “ilk ayın on dördüncü gününün akşamı” ifadesi ile ilgilidir. Yani, Tanrı, kutsallığının mahkum ettiği kişileri hem nasıl yargıdan uzak tutabilir hem de onlara iyiliğini nasıl gösterebilir? Bu ciddi sorunu çözebilecek tek çare var idi; Tanrının kutsallığının taleplerini tatmin edebilecek olan bu tek çare, Tanrının Kendisinin sağlamış olduğu Kuzu’nun kanı idi. “Kanı gördüğüm zaman üzerinizden geçeceğim.” Bu ifade ile sorunların en önemlisine çözüm getirildiğini görüyoruz. Konu, yaşam ya da ölüm, kurtuluş ya da yargı idi. Kapı sövelerine sürülmüş olan kan kutsallığın tüm taleplerine ve topluluğun tüm ihtiyacına karşılık veren mükemmel bir yanıt idi. Artık sorun tamamen çözülmüş idi. Tanrı yüceltilmiş, günah yargılanmış ve ortadan kaldırılmış idi ve İsrail kuzunun kanı aracılığı ile kurtuldu.

Kutsanmış gerçek! İsrail artık esenlik içinde idi; hala ölüm ve yargı ülkesi olan Mısır’da bulunmasına rağmen sığınak bulmuş, kurtulmuş ve mutlu bir halk idi. Tanrı şimdi İsrail’i kurtarmak için ant içmiş idi. Mesih’in kanına güvenen herkes için mükemmel bir güvenliğin var olduğuna dair çok değerli bir örnek! Kızarttıkları kuzuyu güvenlik ve esenlik içinde yediler, ”Gece yarısı Rab tahtında oturan firavunun ilk çocuğundan zindandaki tutsağın ilk çocuğuna kadar Mısır’daki bütün insanların ve hayvanların ilk doğanlarını öldürdü. O gece firavun ile görevlileri ve bütün Mısırlılar uyandı. Büyük feryat koptu, çünkü ölüsü olmayan ev yoktu.” (Mısır’dan Çıkış 12.29,30.) “İsrailliler’e ya da hayvanlarına bir köpek bile havlamayacak. Ve o zaman Rabbin İsrailliler ile Mısırlılar’a nasıl farklı davrandığını anlayacaksınız.” (Mısır’dan Çıkış 11:7.)

Ama bazı kişiler bu farklı davranışı sorgularlar. İsrailliler de aynı Mısırlılar gibi günahkar kişiler idi. Bu açıdan bakıldığı zaman aralarında “hiç bir fark olmadığı” doğru idi. Ama Tanrının günaha karşı olan yargısı, kusursuz kuzunun ölümü örneği ile ifade edilmiş idi. Etin yeneceği “evin yan ve üst kapı sövelerine sürülmüş olan kuzunun kanı”, bu gerçeğin kanıtı idi. Bu kan, kuzunun boğazlanmış olduğunu, bedelin ödendiğini, tutsakların özgür bırakıldıklarını ve İsrail’in kurtuluş saatinin tam olarak yerine gelmiş olduğunu yüksek bir ses ile beyan etmiş oldu. Farkı yaratan yalnızca kuzunun kanı idi ve kuzunun kanından başka hiç bir şey değil idi. “Çünkü herkes günah işledi ve Tanrının yüceliğinden yoksun kaldı.” (Romalılar 3:23)

Ama, ah, nasıl da büyük bir farklılık! Biri, yargının kılıcından tanrısal bir şekilde korundu ve diğeri ise yargı kılıcına karşı savunmasız idi ve bu kılıç ile öldürüldü. Biri, lütfun zengin sağlayışlarının şölenini sürer iken diğeri yargı kasesinin acılığını tatmak zorunda kaldı. Ölüm meleği üzerine kan sürülmemiş olan tüm Mısır ülkesindeki her eve girdi. Taht üzerindeki firavunun ilk doğanı ve zindandaki tutsağın ilk doğanı birlikte öldüler.

Hiç bir sınıf, hiç bir yaş, ya da hiç bir karakter yargıdan kaçamadı. Tanrının uzun süren tahammül günü sona erdi ve O’nun yargısının saati geldi. O karanlık ve korkunç gecede ölüm meleğine rehberlik eden yalnızca tek bir şey var idi ve o da KAN OLMAYAN YERDE KURTULUŞ YOK İDİ.

Sevgili okuyucu, bu durum o zaman için nasıl gerçek ise şimdi için de gerçektir! Kanın olmadığı yerde kurtuluş yoktur. “Kan dökülmeden kurtuluş sağlanmaz.” Sizin için şu sorudan daha önemli başka bir soru olabilir mi? “Ben İsa Mesih’in kanı aracılığı ile korunuyor muyum? Ah, Golgota’da dökülen kana sığınmak için koştunuz mu? Orada, Golgota’da fısıh kuzumuz Mesih bizim için kurban edildi.” O’nun kanı “merhamet kapağının üzerine serpilmiş” olarak temsil edilir. Tanrının gözü, her zaman orada bizim gerçek fısıh Kuzumuzu görür. Bu değerli kana iman ettiniz mi? Suçunuz konusunda derin bir duyarlılığa sahip olmanıza rağmen gerçekten şu sözleri söyleyebilir misiniz? ‘Kan, benim sığınacağım tek yerdir; ben tamamen ve sadece kana bağımlıyım’ diyebiliyor musunuz?” eğer diyebiliyor iseniz, o zaman mükemmel bir şekilde güvenlikte olduğunuzdan emin olarak dinlenin. Dinlenin, çünkü sonsuza kadar kurtuldunuz. Tanrı bu konuda size Kendi sözünü verdi: “Kanı gördüğüm zaman üzerinizden geçeceğim.” “Tanrının tam bir bilgelik ve anlayış ile üzerimize yağdırdığı lütfunun zenginliği sayesinde Mesih’in kanı aracılığı ile Mesih’te kurtuluşa, suçlarımızın bağışlanmasına kavuştuk.” (Efesliler 1:7,8) “Ama bir zamanlar uzak olan sizler şimdi Mesih İsa’da Mesih’in kanı sayesinde yakın kılındınız.” (Efesliler 2:13.) “Tanrı Mesih’i, kanı ile günahları bağışlatan ve iman ile benimsenen kurban olarak sundu.” (Romalılar 3:25.)

Mesih’e güvenenler mutludurlar,
Payları tatlıdır ve kesindir.

Ama öte yandan eğer İsa’nın kanı ihmal edilir ya da küçümsenir ise o zaman hiç bir güvenlik, hiç bir esenlik ve hiç bir kurtuluş olamaz. “Bu denli büyük kurtuluşu görmezlikten gelir isek, nasıl kurtulabiliriz?” (İbraniler 2:3) Ölüm meleği kanı görmediği zaman günah yargılayıcısı olarak evden içeri girer. Her günahın, ya günahkarın kişiliğinde ya da günahkarın yerine geçende cezalandırılması gerekir. Bu, çok derin ciddiyet taşıyan bir gerçektir. Ama bizler için şu büyük gerçeği bilmek ne kadar büyük bir berekettir. “Mesih doğru kişi olarak doğru olmayan bizler için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü.” (1.Petrus 3:18) “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için günah sunusu – ya da günah – yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrının doğruluğu olalım.” (2.Korintliler 5:21) Bu tanrısal Yerimize Geçen’i  ve O’nun sağlamış olduğu sığınağı umursamamak, canı, tanrının acımasız yargısına maruz bırakmak demektir. Ne kadar küçük olur ise olsun hiç bir günah yargıdan kaçamaz; ya Mesih’in çarmıhında ya da ateş gölünde yargılanacaktır. Ah, “bizi TÜM günahtan temizlemiş olan o kanın” paha biçilmez değeri! O kan bizi cennet için yeterince temiz kılmış ve kardan beyaz yapmıştır!

Kurtuluş şimdi tamamlanmış ve yerine gelmiştir ve İsrail tanrısal bir şekilde hazırlanmış olarak yolculuğuna başlar. Ama yolculuğa nasıl başladıklarına dikkat edin. Vicdan ve Tanrı arasındaki her sorun tanrısal bir şekilde çözümlenmeden yolculuğun ilk adımı atılmamıştır. İsrail, Tanrının huzurunda bağışlanmış, aklanmış ve kabul edilmiştir. Bu nedenle ayette şunlar yazılıdır: “Çocukluğunda sevdim İsrail’i, oğlumu Mısır’dan çağırdım.” (Hoşea 11:1) Her gerçek imanlının Hristiyanlık yolculuğuna nasıl başladığına ilişkin gerçek durum ile ilgili kutsanmış bir örnek! İmanlı bu kutsanmış gerçeği görmeyebilir ya da aynı İsrail gibi bu konudaki kavrayışı çok zayıf olabilir, ama bunlar gerçeği değiştirmezler. Tanrı, ilişki hakkındaki kendi bilgisi ile uyumlu olarak hareket eder ve bu ilişkiye ait olan sevgisine göre davranır. Tüm bunları şu olaylarda görürüz: Tanrının çok sevdiği halkını Kızıl Deniz’deki görkemli kurtarışı, onlar için gökten man indirmesi, sert kayadan onlar için su çıkarması ve onlara tüm yolculukları boyunca gece gündüz eşlik eden Varlığının sütunu! Tanrı her zaman sevgisinin amaçlarına ve İsa’nın kanının değerine göre bu kanın paha biçilmez değeri ile uyumlu olarak hareket eder. Sevgili okuyucum size bir kez daha aynı soruyu sormama izin verin: Kurtarıcı’nın kanının güvenilir sığınağı, emin konumu ve kutsanmış gizlenme yerinde olduğunuzdan emin misiniz?

Ama şimdi okuyucum ile ilgilenmeyi bırakarak, ona, Tanrı ve kurtardığı halkı ile birlikte çöldeki yolculuğa eşlik ederek bu yolculuğu izlemesini hararet ile tavsiye ediyorum. Okuyucu, “NOTLARI” çok yararlı bulacaktır. Bu Notlar, gerçeği, kabul edilebilir ve zihinsel olarak yüreğe, vicdana ve anlayışa taşırlar. Pek çok kişi, bu Notlar’ın çölde gerçek bir vaha olduklarını görecektir. Eğer yüreklerimizdeki doğal imansızlık ve buna rağmen tanrının değişmeyen sadakati ile ilgili daha çok şey öğrenebilir isek yolculuk çok yararlı olduğunu kanıtlamış olacaktır. Tanrı asla değişmez, O’nun adına övgüler olsun ve boğazlanmış Kuzu’nunkanı etkinliğini ve yeterliliğini asla kaybetmez.

Kutsanmış Tanrı Kuzusu! Tanrının kefaret ile kurtarmış olduğu her kutsalı,
Bir daha günah işlememek üzere kurtulana kadar,
Senin değerli kanın gücünü asla yitirmeyecektir.

Rab lütfu aracılığı ile bu Notlar’a sahip çıksın ve onları Kendi yüceliği ve pek çok canın bereketi için kullansın!

Andrew Miller
Londra, İngiltere


Üçüncü Baskının Önsözü

Yazarın, bu kitabın yeni bir baskısında, Rabbe, lütfu için duyduğu derin şükranını bir ya da iki satır ile ifade etmeden geçmesi mümkün değildir; Rab, böylesine zayıf bir varlığı Gerçeğini duyurmak ve Halkını eğitmek için aracı olarak kullanmıştır.

O’nun adı kutsansın; O, bir kitap ya da yazıyı ele aldığı zaman, kendi lütufkar amaçlarının yerine getirilmesi için etkili olarak kullanabilir. Bizim gözümüze amaçsız ve güçsüz gibi görünebilecek olan sayfa ve paragrafları O, ruhsal kudreti ile donatabilir. Rab, bu hizmete sahip olmaya ve bu hizmeti bereketlemeye devam etsin ve tüm övgüler yalnız O’nun adına olsun.

C.H. Mackintosh
Dublin, İrlanda
Nisan, 1862

Mısır’dan Çikiş 1

Şimdi Tanrı’nın merhametine güvenerek, önde gelen konusu kurtuluş olan Mısır’dan Çıkış kitabını incelemek için kitabın ilk bölümüne yaklaşıyoruz. İlk beş ayet akla, bir önceki kitabın son bölümlerini getirebilir. Tanrı’nın seçici sevgisinin iyiliğini tadanlar ile karşı karşıya geliriz ve kendimizi bir anda, esin alarak bu kitabı kaleme almış olan yazar tarafından yönlendirilmiş olarak buluruz.

Statue at the Hatshepsut Temple in the Valley of the Kings in Egypt
Statue at the Hatshepsut Temple in the Valley of the Kings in Egypt

 

Yaratılış kitabı hakkındaki düşüncelerimizde, Yusuf’un kardeşlerinin ona olan davranışlarının sonucunda, İsrail halkının Mısır’a gelmiş olduğunu görürüz. Bu gerçeğe, iki değişik açıdan bakılabilir. Bize ilk planda, İsrail’in Tanrıya karşı olan davranışlarından ortaya çıkartılan derin anlamı olan bir ders gösterilir ve sonra ikinci olarak Tanrının İsrail’e olan davranışları aracılığı ile öğretilen teşvik edici bir ders ile karşı karşıya geliriz.

Önce, İsrail’in Tanrıya karşı olan davranışlarına bakacak olur isek, Rab İsa Mesih’in bir örneği olan Yusuf ve kardeşlerinin ona yaptıkları kötülük ve bunun sonucundaki olaylar dikkatimizi çekecektir. Kardeşleri, Yusuf’un canının nasıl büyük bir acı ile kıvrandığını dikkate almadılar ve hiç acımadan onu sünnetsizlerin eline teslim ettiler. Ve bunun sonucunda kendileri ne ile karşılaştılar? Sonunda kendileri de Mısır’a gitmek zorunda kaldılar. Orada çektikleri derin yürek acıları Yaratılış kitabının son bölümlerinde dokunaklı bir anlatım ile yer alır. Hepsi bu kadarla da kalmaz. Yusuf’un haksız yere zindana atıldığı o ülkede Yusuf’un kardeşlerini de uzun ve yorucu bir dönem beklemektedir.

Ancak bu noktada hatırlanması gereken, tüm bu olayların içinde yalnızca insanların değil, Tanrının da mevcut olduğudur. Ve Tanrının amacı, yapılan kötülüklerden iyilik çıkartmaktır. Yusuf’un kardeşleri onu İsmaililer ve İsmaililer da Yusuf’u Potifar’a satmış olabilirler ve Potifar da Yusuf’u zindana atmış olabilir; ama Yehova gerçekleşen tüm bu olayların üstünde idi ve Kendi güçlü amaçlarını erine getirmekte idi. “İnsanın gazabı, O’nun övülmesi için kullanılacaktır.” Mirasçıların miras için ve mirasın mirasçıları için hazır olacağı zaman henüz gelmemiş idi. Mısır’ın tuğla ocakları İbrahim’in tohumu için sağlam bir okul inşa edecekler idi; bu arada, vaat edilen toprakların “tepeleri ve vadileri” ortasında, “Amoritlilerin kötülüğü” tamamlanmak üzereydi.

Tüm bunların hepsi çok ilginç ve eğitici konulardır. Tanrının yönetimindeki “çarklar içinde dönen çarklara” benzetilebilirler. Tanrı, araştırılamaz tasarılarının yerine gelmesi konusunda sonsuz bir aracı çeşitliliğini kullanır. Potifar’ın karısı, Firavun’un uşağı, Firavun’un rüyaları, Firavun’un kendisi, zindan, taht, engeller, kraliyet mührü ve kıtlık – yaşanılan tüm bu durumların hepsi Tanrının kontrolü altındadır ve planlamış olduğu tasarılarının gelişmesi için araç olarak kullanılacaklardır. Ruhsal zihin bu konular üzerinde durmaktan çok hoşlanır. Bilgelik kaynağı olan ve Her Şeye gücü Yeten Tanrı’nın sevdiği halkını kurtarmak için yaptığı planlarını açıkladığını duymak keyif verici bir durumdur. Evet, Tanrının ve insanın düşmanı olan yılanın pek çok derin ve iyi tanımlanan ayak izlerini gördüğümüz doğrudur; açıklayamadığımız ya da hatta kavrayamadığımız pek çok şey vardır; masumların acı çekmesi ve kötülerin başarısı kuşku duyan bir zihin için görünürde makul bir mantığın temeli izlenimi bırakabilir, ama gerçek imanlı “tüm yeryüzünün Yargıcının adil olduğunun” güvencesine sahiptir ve çok iyi bilir ki,

“Kör imansızlığın hataya yol açacağı kesindir,
Ve O’nun yollarını incelemesi boştur;
Tanrı, kendi kendisinin yorumcusudur
Ve O her şeyi açıklayacaktır.”

Bunun gibi olaylardaki yansımalardan ortaya çıkan Tanrıya öğütleri ve teşviği için övgüler olsun! İçinde yaşadığımız bu kötü dünyadan geçerken, düşmanın ayartmaları ve hilelerinin ortasında insanların tutkuları acı ürünler üretir iken ve öğrenciler, insan tabiatının asla dayanamayacağı zor yollardan geçerken, Tanrının bu öğüt ve teşviklerine her saat ihtiyacımız vardır. Dünyanın görmediği ya da dikkate almadığı olayların arkasında iman güvencesi sayesinde biliriz ki, Tanrı vardır. Ve bu bilince sahip olarak iman ile sakin bir şekilde, “her şey iyi” ve “her şey iyi olacak” diyebiliriz.

Bu konudaki düşüncenin vardığı en yüksek nokta, kitabımızın ilk başlangıç satırlarında görülmektedir. “Tanrının öğüdü kalıcıdır ve O, isteğini yerine getirecektir.” Düşman buna karşı çıkabilir; ama Tanrı her zaman şeytandan güçlü olduğunu kanıtlayacaktır. Ve bizim tanrısal amaca uyum sağlama konusunda ihtiyaç duyduğumuz tek şey, bir çocuk gibi güvenen sade bir ruhtur. İmansızlık ise, Tanrının başarı sağlayacak olan gücüne bakmak yerine düşmanın Tanrının amaçlarına karşı çıkan çabalarına bakacaktır. İman ise gözlerini, Tanrının başarı sağlayacak olan gücüne diker. Zafer elde etmenin yolu budur; zafer sağlayan Tanrıdır ve O’nun asla başarısızlığa uğramayan sadakatidir. Tanrının sadakatinin temelinde insan ilişkilerinin her zaman kaydıran kumlarına ve dünyasal etkilerine yer yoktur. Tanrının sadakati, Tanrının sonsuz sözünün sarsılmaz kayasını temel alır; imanın dinlendiği kutsal ve sağlam yer, Tanrının sözüdür. Ne olur ise olsun, Tanrı Sözü gücünü kaybetmez. “Yusuf öldü ve aynı şekilde onun kardeşleri de tüm kuşak da öldüler.” O halde ne demeli? Ölüm, diri Tanrının vaatlerini mi etkileyecektir? Elbette ve kesinlikle hayır! Tanrı, yalnızca belirlediği uygun an için bekledi ve sonra amaçlarını gerçekleştirmek için en düşmanca etkileri bile kendi amacının iyiliği için araç olarak kullandı.

“Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral tahta çıktı. Halkına, ‘Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok’ dedi. ‘Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkar ise düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşırlar, ülkeyi terk ederler.” (ayetler 8-10) Tüm bu tür mantıklar, bir olayda Tanrıyı hesaba katmayı asla öğrenmemiş olan bir yüreğin yürüttüğü mantıklardır. Yenilenmemiş yürek Tanrıyı hiç bir zaman hesaba katamaz ve bu yüzden o yüreğe Tanrıdan söz ettiğiniz zaman, yürüttüğü tüm mantıklar paramparça olacaktır. Tanrıdan ayrı ya da O’ndan bağımsız düşünen kişiler çok bilge gibi görünebilirler, ama Tanrı hesaba katıldığı an, bilgeliklerinin tam bir akılsızlık olduğu kanıtlanacaktır.

Ama zihinlerimizin Tanrıdan ayrı ve bağımsız olarak mantık yürüten etkilere kapılmalarına neden izin verelim? Prensip olarak böyle ölçülerde mantık yürütmenin uygulamadaki adı ateizmdir. Firavunun konuşmasında kişilerin çoğalması, savaş çıkması, kişilerin düşman ile birlik olmaları ve ülkeyi terk etmeleri gibi düşüncelere yer verilmiştir. Onun söylediği tüm bu koşullar insani bir akıldan kaynaklanır. Firavun tüm bu koşullarda Tanrının planlarının var olduğunu düşünemez. Eğer düşünebilmiş olsa idi, o zaman tüm mantığı alt üst olurdu ve söylediklerinin akılsızlık olduğunun farkına varırdı.

Bu durumda anlıyoruz ki, insanın kuşkucu zihninin ürettiği mantıklar ancak bundan ibaret olabilir. Bu tür bir zihin Tanrıya tamamen kapanmıştır ve bu yüzden gerçek ve sürekliliği, Tanrıdan bağımsızdır. Kuşkucu ve sadık olmayan bir zihne inecek olan ölümcül darbe, Tanrının duruma müdahale etmesi ile gerçekleşecektir. Tanrı sahnede görününceye kadar kuşkucu zihin şaşırtıcı bir bilgelik ve akıl gösterisi ile sahnede kalabilir, ama gözler Kutsanmış Olan’ın en küçük bir ışığını yakaladığı anda kuşkucu zihnin maskesi düşer ve tüm çıplaklık ve çirkinliği ile gözler önüne serilir.

Mısır kralı ile ilgili konuda kral Tanrıyı tanımadığı ya da O’nun değişmez öğütlerinden haberdar olmadığı için, kralın “büyük bir hata” yaptığını söylemek kesinlikle doğrudur. Yıllarca önce, ölümlü yaşamın soluğunu almaya başlamadan önce, Tanrının sözünü ve içtiği andı bilmiyordu. Onun ezmeyi planladığı insanları Tanrının kesin ve görkemli bir kurtarışla özgür kılacağından haberi yoktu. Tüm bunları bilmiyordu ve bu yüzden, tüm düşünceleri ve planları bilgisizlik temeli üzerine kurulu idi; oysa tüm gerçeklerin gerçeği olan temel TANRININ VAR OLDUĞUDUR. Kral, Tanrının, halkı için “gökteki yıldızlar ve deniz kenarındaki kum taneleri gibi sayılamayacak kadar çok olacağını” söylediğini bilmiyordu. Bu nedenle kendince bilge olan mantığı aslında sadece çılgınlık ve akılsızlıktan ibaretti.

Bir insanın düşebileceği en büyük hata, Tanrıyı hesaba katmamaktır. Tanrının düşüncesi er ya da geç insanın üzerine inecektir ve o zaman insanın tüm planları ve hesapları korkunç bir şekilde ezilip gidecektir. Tanrıdan bağımsız olarak yapılacak olan her şey, yalnızca kısa bir süre için devam edebilir; sonsuzluğa kadar devam etme olasılığı gibi bir durum asla söz konusu dahi olamaz. Her ne kadar sağlam da görünse yalnızca insani olan her şey, ne kadar parlak ya da ne kadar çekici olur ise olsun, ölümün soğuk soluğunu tadacak ve karanlık sessiz mezarda kaybolacaktır. İnsanın en büyük üstünlükleri ya da en parlak başarıları ve görkemli planları eninde sonunda yıkılmaya mahkumdurlar. Ama Tanrıya bağımlı olan ve Tanrıyı temel alan her şey, bunun aksine, sonsuza kadar devam edecektir. “Onun adı sonsuza kadar sürecek ve tüm kuşaklar tarafından hatırlanacaktır.”

Bu nedenle, zayıf ve güçsüz bir ölümlünün sonsuz Tanrıya karşı durması ne kadar da üzücü bir hatadır. Mısır krallığı da bu üzücü hatayı yaptı ve Yehova’nın, halkı ile ilgili sonsuz amacına karşı çıktı. Mısırlılar İsraillilerin başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar, ama Tanrı halkı yine de çektiği sıkıntı artsa da, çoğaldıkça çoğaldı. Mezmur 2:4 bu konuda verilecek uygun bir örnektir. “Göklerde oturan Rab gülüyor, onlarla eğleniyor.” İnsanların ve şeytanın Tanrıya tüm karşı çıkmaları üzerlerine sonsuz bir zihin karışıklığı getirecektir. Bu gerçek, koşullar Tanrıya ve imana böylesine karşı bir durumda iken, insanın yüreğine tatlı bir rahatlık sağlar. “İnsanın gazabı bile Tanrıya övgüye dönüşecektir”; dünyadaki koşullar ve kötü etkiler çevremizi kuşatmış iken, Tanrıya şükürler olsun ki, “Gözlerimizi görünen şeylere değil, görünmeyenlere çeviriyoruz. Çünkü görünenler geçicidir, görünmeyenler ise sonsuza dek kalıcıdır” (2.Korintliler 4:18). Bu ayette yer alan gerçekten aldığımız güç ile şöyle diyebiliriz: “Rabbin önünde sakin dur, sabırla bekle; kızıp üzülme işi yolunda olanlara, kötü amaçlarına kavuşanlara.” (Mezmur 37:7) Bölümümüzde yer alan incelediğimiz konudaki zulüm gören ve zulmedenlerin durumunda bu ayet gerçeğe ne kadar da güzel ışık tutmaktadır! Eğer İsrail” gözle görülen şeylere bakmış olsa idi” o zaman ne görecekti? Firavunun gazabı, zalim angaryacılar, ağır yükler, sıkıntılı hizmet, katı esaret, harç ve kerpiç yapımı. Ama bir de, “gözle görülmeyen şeyler” vardı, bunlar neydiler? Tanrının sonsuz amacı, yerine gelecek olan vaadi, bir kurtuluş gününün yaklaşmakta olması, Yehova’nın kurtarışının “parlayan lambası”. Ne kadar büyük bir zıtlık! Yalnızca iman böyle bir durum ile başa çıkabilir. Ancak Tanrının güvenilirliği ve vaadi zulüm gören zavallı bir İsraillinin Mısır’ın dumanları tüten kızgın bir fırınına bakmak yerine Kenan ülkesinin verimli topraklarına ve bağlarla dolu dağlarına bakmasını sağlayabilir. Mısır’da zulüm gören bu baskı altındaki zavallı kölelerin kurtuluşun mirasçılar ve Tanrının ilgi ve iyiliğine mazhar olan cennet yolcuları olduklarını kim fark edebilirdi ki?

O zaman nasıl ise şimdi de aynen öyle. “Göz ile görülene değil, imana dayanarak yaşarız.” (2.Korintliler 5:7) “Ne olacağımız henüz bize gösterilmedi” (1.Yuhanna 3:2). “Şimdi bedendeyiz ve Rabden uzaktayız.” Evet, belki şimdi Mısır’dayız, ama ruhlarımız göksel Kenan diyarında. İman, yüreğe tanrısal güç sağlar ve gözle görülmeyene güvenerek yaşar ve bu şekilde yaşadığımız her engelin üstesinden gelmemizi sağlar, “ölüm ve karanlığın egemenlik sürdüğü bu yerde imanla zorlukları yenebiliriz. Oh! Bir çocuk gibi iman ederek gerçeğin saf ve sonsuz kaynağının yanında otururuz ve yeni yaratık devam etmek için güce sahip olur.

Kitabımızın bu kısmının son ayetleri, bize, Tanrıdan korkan Şifra ve Pua adındaki İbrani ebeler ile ilgili eğitici bir ders sunar. Bu kadınlar kralın zalim planını yerine getirmediler ve Tanrı onları ev bark sahibi yaptı. “Beni onurlandıranı ben de onurlandırırım. Ama beni saymayan küçük düşürülecek.” (1.Samuel 2:30) Bu gerçeği her zaman hatırlayalım ve her koşulda Tanrıdan yana hareket edelim!

Mısır’dan Çikiş 2

Kitabımızın bu kısmında tanrısal gerçeğin en önemli prensipleri – şeytanın gücü, Tanrının gücü ve imanın gücü – üç başlık altında sıralanırlar.

Karnak Temple area in upper Egypt
Karnak Temple in upper Egypt

Önceki bölümün son ayetlerinde şunları okuduk: “Firavun bütün halkına buyruk verdi: ‘doğan her İbrani erkek çocuk Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.” Bu ifade, şeytanın gücünü yansıtan bir ifadedir. Nehir ölüm yeri idi ve düşman ölüm aracılığı ile Tanrının planını bozmaya çalışıyordu. Yılan her zaman kötü bir göz ile Tanrının lütufkar amaçları için kullanmak üzere olduğu bu aracıları gözlemekte idi; Yaratılış 4.bölümde Habil’in öyküsüne bakın. Burada şeytanın yaptığı Tanrının aracını izlemek ve onu öldürmek aracılığı ile yolunun üzerinden kaldırmaya çalışmak değildir de nedir? Yaratılış 37.bölümde Yusuf’un öyküsüne bakın. Düşmanın bu öyküde de Tanrının, amacı için kullanmak istediği adamı öldürmek istediğini görürsünüz. 2.Tarihler 22.bölümde “kral soyu” nun gizlenerek ölümden kurtarılması, Matta 2.bölümde kral Herod’un eylemi ve Matta 27.bölümde Mesih’in ölümü. Tüm bu olaylarda düşmanın öldürmek aracılığı ile tanrısal eylemin akışına müdahale edişine tanık olursunuz.

Ama Tanrıya şükürler olsun ki, ölümün ötesinde bir şey de vardır. Kurtuluş ile bağlantılı olarak tanrısal eylemin tüm alanında tanrının ölümün egemenliğinin ötesinde bulunduğunu görürsünüz. Şeytan gücünü tükettikten sonra, Tanrı gücünü göstermeye başlar. Mezar, şeytanın eyleminin sınırıdır. Ama tanrısal eylemin başladığı yer de tam orasıdır. Bu çok yüce bir gerçektir. Şeytan ölüm gücüne sahiptir, ama tanrı dirilerin Tanrısıdır ve ölümün gücünün ulaşabileceğinin ötesinde bir yaşam sağlar. Tanrının sağladığı bu yaşama şeytan dokunamaz. Yürek böyle bir güç ile ölümün egemen olduğu bir olayın ortasında huzur bulur ve rahatlar. Şeytan gücünü bol bol sergiler iken, iman ayakta kalır ve direnir. Tanrının güçlü diriltme kudreti sayesinde dinlenir. İman, sevilen birinin henüz üzerini örtmüş mezarın başında ayakta kalır ve görkemli bir ölümsüzlüğün yüce garantisi olan Diriliş ve Yaşam Olan’a şükreder. İman, Tanrının şeytandan çok daha güçlü olduğunu bilir ve bu nedenle, bu üstün gücün tam olarak görünmesini sakin bir şekilde bekler ve bu bekleyiş içinde zaferini kazanır ve yerini elde eder. Bölümümüzün başlangıcında yer alan ilk ayetlerde imanın bu gücüne dair soylu bir örneğimiz bulunur.

“Levili bir adam kendi oymağından bir kız ile evlendi. Kadın gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce onu üç ay gizledi. Daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca hasır bir sepet alıp katran ve zift ile sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil kıyısındaki sazlığa bıraktı. Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” (Mısır’dan Çıkış 2: 1-4) Hangi açıdan değerlendirilir ise değerlendirilsin, burada dokunaklı bir duyguya yer verilmiştir. Aslında bu ifade doğa ve ölümün etkileri üzerinde etkili olanın yalnızca iman olduğunu ve diriliş Tanrısına kendisine uygun olan alan ve karakter içinde davranması için yer bıraktığını belirtir. Evet, düşmanın gücü göz ile görünmektedir; çocuğun böyle bir ölüm koşulu içine yerleştirilmiş olması prensipte, görünen bir gerçektir. Ve bunun da ötesinde değerli soyunu böyle bir ölüm koşuluna terk etmek zorunda kalan annenin yüreğine saplanan bir bıçak da vardır. Şeytan eylemde bulunabilir ve doğa bu eylemden dolayı gözyaşı dökebilir; ama ölümü Çabuklaştıran koyu renkli bulutun arkasında idi ve iman onu orada tutmakta idi; O’nun parlak ve yaşam veren cennet ışınları ile bu bulut engelleniyordu. “Musa doğduğu zaman annesi ve babası onu iman ile gizlediler, çünkü çocuğun güzel olduğunu gördüler ve kralın fermanından korkmadılar.” (İbraniler 11:23)

Böylece Levilinin bu onurlu kızı bize kutsal bir ders öğretir; ölüm sularına engel olabilecek güçteki gerçeğe duyduğu güveni beyan eder. Nuh’un öyküsünde de aynı durum geçerlidir. Bir an için Nuh’un bu gemisinin yalnızca bir doğa keşfi olduğunu varsaysak? Bu doğanın yalnızca düşüncesi miydi, yoksa oluşumu muydu? Anne bebeğini sepetin içine koyarken yüreğinde, böyle yapmakla bebeğini ölümün acımasız pençesinden kurtarabileceği umudunu taşıyor muydu? Yukarıdaki sorulara sanırım olumlu yanıt vermemiz gerekiyor. Hangi anne bebeğini boğularak ölmesi için bir sepete koyabilir? Böyle bir şey imkansızdır; böyle ciddi bir davranışın nedeninin yalnızca diriliş Tanrısına iman etmek olduğunu söyleyebiliriz. Niyet, merhametin bir aracı olan imanın eli ile güzel bebeği ölümün karanlık sularından kurtararak diri Tanrının vazgeçilmez amacına teslim etmekti. Levilinin bu kızının davranışına baktığımız zaman, onun atası İbrahim gibi iman adımları ile yürüdüğünü anlarız. İbrahim, ölüsünü gömmek için Hititlerden Makpela Mağarasını aldı (Yararılış 23). Musa’nın annesi kralın saldığı dehşetten korkmayan bir enerjiye sahip değildi. Hayır, ama onun ölümün soğuk akıntısının kenarında bile içindeki imanın enerjisi ile ayakta kalabildiğini görüyoruz. Yehova, nehrin diğer yanında seçilmiş hizmetkarını korumak üzere hazır beklemekte idi.

Evet, okuyucum, iman bu ölüm ülkesindeki yaygın umutsuzluğa karşı koyabilir. İmanın kartal bakışları mezarın arkasındaki hüzünlü bulutları delip geçer. Ve diriliş Tanrısının sonsuz öğütlerinin sonuçlarını görür ve hiç bir ölüm okunun ulaşamayacağı bir alanın ortasında güvende kalır. İmanın temeli, Çağların Kayasıdır ve kutsal bir zafere sahiptir.

Cennetten doğan bu prensibe sahip olan kişinin “kraldan aldığı buyruk” neydi diye sormama izin verin? Bu buyruğun imanla ayakta kalan ve ölümün yüzüne hiç korkmadan bakabilen kişi üzerindeki etkisi neydi? Kutsal Ruh bu soruya şu yanıtı verir: “Kralın buyruğundan korkmadılar.” Ölüleri dirilten Rab ile paydaşlıkta olan ruh, hiç bir şeyden korkmaz. Böyle bir ruh 1.Korintliler 15.bölümdeki zaferli dili kullanarak şöyle der: “Ey ölüm zaferin nerede? Ey ölüm dikenin nerede? Ölümün dikeni günahtır. Günah ise gücünü Kutsal Yasa’dan alır. Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile bizi zafere ulaştıran Tanrıya şükürler olsun!” Rab ile paydaşlıkta olan bir ruh, öldürülen bir Habil hakkında bu zafer dolu sözleri söyleyebilir, aynı sözleri kuyuya atılmış olan Yusuf, gemisindeki Nuh; Atalya’nın eli ile öldürülmek istenen “kraliyet soyu”, zalim Herod tarafından öldürülen Beytlehem’deki bebekler ve tüm bunların çok ötesinde olarak kurtuluş Kaptanımız Rab İsa Mesih için de konuşabilir.

Şimdi, bazen bazı kişiler imanın eylemleri ile hareket edemeyebiliyorlar. Pek çok kişi Musa’nın kız kardeşinin imanı ölçüsünde bir iman yürüyüşü yapamaz. ”Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” Musa’nın “kız kardeşinin”, Musa’nın “annesi” kadar büyük bir imanı olmadığı aşikardır. Ve kardeşi Musa için gerçek bir ilgi ve sevgiye sahip olduğu kesindir, aynı duygulara Mecdelli Meryem ve öteki Meryem’in de sahip olduğunu okuyoruz: “Mecdelli Meryem ile öteki Meryem ise orada, mezarın karşısında oturuyorlardı.” (Matta 27:61) Ama hasır sepet hazırlayan annenin bebeği Musa’ya duyduğu, ilgi ya da sevginin çok ötesinde bir şey idi. Evet, “çocuğuna ne olacağını görmek için uzaktan onu gözlemedi” , ama işte bu yüzden, genellikle olduğu gibi, imanının dinginliği, iman eden kişiyi aldırış etmeyen ya da  kayıtsız davranan bir kişi gibi gösterebilir. Ancak bu, asla kayıtsızlık değil, gerçek yükseliştir – imanın yükselişi. Eğer doğal insan sevgisi onun ölüm sahnesinin yanına yaklaşmasına neden olmadı ise, bunun tek sebebi imanın gücü ile donatılmış olması idi; diriliş Tanrısının huzurunda O’na tam güveniyordu. İmanı aracılığı ile O’nun sahnede olduğunu görmüştü ve Tanrı da ona en görkemli şekli ile Kendisini göstermişti.

“O sırada firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, firavunun kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi. Sepeti açınca, ağlayan çocuğu gördü. Ona acıyarak, “Bu bir İbrani çocuğu” dedi. O anda iman kulağına gelecek olan en tatlı ses duyuldu ve firavunun kızı tanrısal bir karşılık verdi. Tüm bu olup bitenlerde kontrol elbette Tanrının elinde idi. Akılcılık ya da kuşkuculuk ya da sadakatsizlik ya da ateizm böyle bir düşünce karşısında gülebilir. Ve aynı zamanda iman da gülebilir; ama bu iki gülüş birbirlerinden çok farklıdırlar. İlk gülüş, soğuk bir küçümseme ile, Tanrının, ırmağın kıyısında dolaşan bir kraliyet mensubunun işlerine müdahale etmesini saçma bulduğu için güler. İkinci gülüş, yani iman gülüşü ise, Tanrının her şeyi kontrol ettiği düşüncesinden kaynaklanan yürekte gerçekten hissedilen sevinçli bir gülüştür. Ve eğer Tanrı her şeyi kontrol ediyor ise, o zaman firavunun kızının bundan haberi olmasa bile, onun ırmağın kıyısında dolaşacağını bildiği kesindir.

Yenilenmiş zihin, koşullardaki tanrısal ayak izlerini ve düşüncesiz bir ruhun yalnızca önceden bilinmeyen bir tesadüf ya da yazgı olarak gördüğü olayların Tanrının planlarına dahil olduğu gerçeğini, tecrübelerin en tatlısı olarak görür ve bundan keyif alır. Bazen en önemsiz konu, bir olaylar dizisindeki en önemli bağlantı haline dönüşebilir; Her Şeye gücü Yeten Tanrı yüce planlarının gelişmeleri için onların ilerlemesini sağlar. Örneğin, Ether 4:1 ayetine bakalım ve bu ayette ne görürüz? Saraydaki putperest bir görevli, huzursuz bir zaman geçirmektedir. Bu durumun sıra dışı bir olay olmadığını sanabiliriz ve buna rağmen yine de bu durum aslında sonunda İsrail’in zulüm gören tohumunun harika kurtarılışını sağlayacak olan büyük bir zincirin içindeki bir halkadır.

Aynı durum, ırmağın kıyısında dolaşan firavunun kızı için de geçerli idi. Kendisi, “İbranilerin Rab Tanrısının amacının” ilerlemesine yardımcı olacağını belli ki aklından bile geçirmemekte idi. Hasır sepet içinde ağlayan bebeğin bir gün Mısır ülkesini köklerinden sarsacak olan Yehova’nın bir aracı olacağını düşünebilir miydi? O düşünemese de, olacak olan bu idi. Rab, insanın gazabını Kendisine övgü haline dönüştürebilir ve her durumu planını uygulamak için kullanabilir. Bu gerçeğin çok sade ve net bir şekilde bir sonraki bölümde nasıl ortaya çıkacağını göreceğiz!

“Çocuğun ablası, firavunun kızına, ‘Gidip bir İbrani süt nine çağırayım mı?’ diye sordu, ‘senin için bebeği emzirsin.’ Firavunun kızı, ‘Olur’ diye yanıtladı. Kız gidip bebeğin annesini çağırdı. Firavunun kızı, kadına, ‘bu bebeği al, benim için emzir, ücretin ne ise veririm’ dedi. Kadın bebeği alıp emzirdi. Çocuk büyüyünce onu geri getirdi. Firavunun kızı çocuğu evlat edindi. ‘Onu sudan çıkardım’ diyerek adını Musa koydu.” (Mısır’dan Çıkış 2:7-10) Musa’nın annesinin güzel imanının burada harika bir şekilde ödüllendirildiğini görürüz. Şeytan engellenmiş ve Tanrının harika planı sergilenmiştir. “Eğer doğan çocuk erkek ise, onu öldüreceksin” ya da “doğan her erkek çocuğu nehre atacaksın” diye buyruk veren kişinin tahtının önüne bu erkek çocuklardan birinin “bir evlat” olarak getirileceğini kim bilebilirdi? Şeytan kendi silahı ile vuruldu ve Tanrının amacını bozmak için uğraşan firavun Tanrı tarafından Musa’yı beslemek ve yetiştirmek için kullanıldı. Aynı Musa, Tanrının, şeytanın gücüne karşı aracı olarak kullanacağı kişi idi. Dikkat çekici bir tanrısal takdir! Hayran olunacak bir bilgelik! Yehova, gerçekten de, “öğütlerinde mükemmel ve işleyişinde üstün idi.” O’na çok doğal bir sadelik ile güvenmeyi öğrenebilsek, o zaman yollarımız daha parlak ve tanıklığımız daha etkili olur.

Musa’nın öyküsünü gözden geçirir iken, ona iki şekilde bakmamız gerekir, yani, kişisel ve genel olarak.

Önce, Musa’nın kişisel karakterinde bizim için öğrenecek çok şey olduğunu söyleyelim. Tanrı onu yalnız büyütmekle kalmadı ama aynı zamanda şu ya da bu şekilde seksen yıllık uzun bir dönem boyunca eğitti de. Önce firavunun kızının evinde ve sonra” çölün geri kısımlarında” eğitti. Bir Tanrı hizmetkarının eğitilmesi için böylesine uzun bir zaman harcanması bizim sığ düşüncelerimiz tarafından anlaşılamayabilir. Ancak hatırlayalım ki, Tanrının düşünceleri ve bizim düşüncelerimiz aynı değillerdir. Tanrı, seçtiği aracısını hazırlar iken, uzun yıllar süren bir eğitimin gerekli olduğunu biliyordu. Tanrı eğittiği zaman, Kendisine ve kutsal hizmetine layık bir şekilde eğitir. İşini bir çırağa yaptırmayacaktır. Mesih’in hizmetkarının çok şeyler öğrenmesi, çok şeyler tecrübe etmesi, pek çok sıkıntıdan geçmesi gerekir, öyle ki bu tanrı hizmetkarı insanların önünde hareket ederken gerçekten kalifiye bir şekilde hareket edebilsin. Doğa bundan hoşlanmaz. Özel bir öğrenim almak yerine insanların arasında öğrenimi tercih eder. Tanrının eli tarafından disiplin edilmek yerine insan gözü  tarafından izlenen ve hayranlık duyulan bir öğrenimi daha uygun bulur. Ancak bu tür bir eğitim iş görmeyecektir. Tanrının yolunu kabul etmemiz gerekir. Doğa, hemen çalışma sahnesine geçilmesini isteyebilir. Ama Tanrı sahnede eğitim istemez. Doğa, bükülmeli, ezilmeli ve bir kenara ayrılmalıdır; doğanın yeri, ölüm yeridir. Eğer aktif olunacak ise, Tanrı olayları değişmez sadakati ve mükemmel bilgeliği ile öyle bir şekilde düzenleyecektir ki, olaylardaki hareketlerin sonuçları, ölümün nihai yenilgisini ve karmaşasını kanıtlayacaktır. Tanrı, doğa ile ne yapacağını, onu nereye koyacağını ve onu nerede muhafaza edeceğini bilir. Ah, keşke hepimiz Tanrının zihni ile daha derin bir paydaşlık içinde olabilse idik; o zaman daha az hata yapardık. O zaman yolumuz düzgün ve dengeli, ruhumuz sakin ve hizmetimiz etkili olurdu.

“Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyreder iken bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. Çevresine göz gezdirdi, kimse olmadığını anlayınca, Mısırlı’yı öldürüp kuma gizledi.” Bu yaptığı kardeşleri için gösterdiği bir gayret idi; ama “bilgiye uygun” bir davranış değildi. Tanrının Mısır’ı yargılamak ve İsrail’i kurtarmak için belirlediği zaman henüz dolmamıştı ve zeki bir hizmetkar her zaman Tanrının zamanını bekleyecektir. “Musa büyümüştü” ve “Mısırlıların tüm bilgelikleri uyarınca eğitim görmüştü” ve ayrıca bunlara ek olarak, “kardeşlerinin kendilerini Tanrının eli aracılığı ile kurtaracak olan kişinin kendisi olduğunu anladıklarını sanıyordu.” Evet, tüm bunlar gerçekti; ama Musa yine de zaman dolmadan önce hareket etti ve böyle yapan birinin karşılaşacağı durum başarısızlıktır. (istefan’ın Yeruşalim’deki konseye hitap ederken Musa’nın bu davranışına benzer bir davranışta bulunduğunu söyleyebiliriz). Ve” Musa tam kırk yaşını doldurunca, yüreğinde öz kardeşleri olan, İsrailoğullarının durumunu yakından görme arzusu doğdu. Onlardan birine haksızlık edildiğini görünce onu savundu ve haksızlığı yapan Mısırlıyı öldürerek ezilenin öcünü aldı. ‘Kardeşlerim, Tanrının benim aracılığım ile kendilerini kurtaracağını anlarlar’ diye düşünüyordu. Ama onlar bunu anlamadılar.” (Elçilerin İşleri 7:23-25) İstefan’ın konuşmasının tamamında, kendisinden önce var olan kişilerinin vicdanlarının katlanmak zorunda kaldığı tarihin ön planda anlatıldığı aşikardır; Musa’nın Tanrı tarafından belirlenmiş zamanda hareket etmeyişi hakkında bir soru sorulması, Yeni Antlaşmadaki Kutsal Ruhun kuralı ile aynı şey değildir.

Ayrıca Musa için yalnızca şöyle denir, “yüreğinde kardeşlerini ziyaret etme arzusu doğdu.” Burada söylenen, Tanrının o zamanda onu göndermiş olduğu değildir. Bu durum, Musa’yı reddeden kişilerin ahlaki durumlarına da değinmez. “Onlar anlamadılar.” Musa’nın bu konu ile ilgili kişisel olarak öğrenmesi gereken şey, onlar açısından bir gerçek teşkil etmiyordu. Ruhsal zihin bu tür bir konuyu anlama konusunda zorluk çekmez.

Musa’ya genel olarak baktığımız zaman, Mesih’in İsrail için olan hizmetini ve İsrail’in O’nu reddetmesini ve kendileri üzerinde egemenlik sürmesini istemediklerini görebiliriz. Öte yandan Musa’ya kişisel olarak baktığımız zaman, onun da diğer kişiler gibi, hatalar yaptığını ve zayıflıklar sergilediğini anlarız. Bazı zamanlar çok hızlı, bazı zamanlar ise çok yavaş geçti. Tüm bunlar kolaylıkla anlaşılır ve Tanrının sınırsız lütfunu ve tükenmeyen sabrını ortaya koyar.

Sonunda görülen yalnızca başarısızlık değil, ama aynı zamanda belirsizlik ve sakinlik eksikliğidir; Tanrının zamanından önce başlayan bir işin süreci içinde kutsal bağımsızlık kendini gösterir. Musa bir o yana bir bu yana baktı. Eğer bir kişi Tanrı ile ve Tanrı için hareket ediyor ise ve O’nun zihnindeki düşüncelerin hepsini kullanıyor ise, hizmeti ile ilgili bir o yana bir bu yana bakması gerekmez. Eğer Tanrının zamanı gerçekten gelmiş olsa idi ve eğer Musa Mısırlıyı öldürme yargısı konusunda tanrısal olarak görevlendirilmiş olduğunun bilincinde olsa ve tanrısal isteğin onunla birlikte olduğundan kesin bir şekilde emin olmuş olsa idi, o zaman bir o yana bir bu yana bakmayacaktı.

Bu eylem, Tanrının tüm hizmetkarlarına önemli bir pratik ders verir. Burada eklenecek olan iki şey vardır: insanın gazabından korkmak ve insandan iyilik ummak. Diri Tanrının hizmetkarı ne insan gazabından korkmalı ne de insan iyiliğine umut bağlamalıdır. Tanrısal göreve sahip olan ve tanrısal beraberliğin tadını çıkartan birinin, zavallı bir ölümlünün gazabı ya da iyiliği ile ne gibi bir düşüncesi olabilir? Böyle bir düşünce, terazideki en küçük toz parçasından bile daha az değerdedir. “Sana güçlü ve yürekli ol demedim mi? Korkma, yılma. Çünkü Tanrın Rab gideceğin her yerde seninle birlikte olacak.” (Yeşu 1:9) “sen kalk, hazırlan. Sana buyuracağım her şeyi onlara söyle. Onlardan yılma! Yoksa onların önünde ben seni yıldırırım. İşte, bütün ülkeye – Yahuda krallarına, önderlerine, kahinlerine, ülke halkına – karşı bu gün seni surlu bir kent, demir bir direk, tunç bir duvar kıldım. Sana savaş açacaklar, ama seni yenemeyecekler. Çünkü seni kurtarmak için ben seninleyim. Böyle diyor Rab.”  (Yeremya 1:17-19)

Mesih’in hizmetkarı yukarda aktarılan ayetlerdeki sözleri yerine getirdiği zaman, “bir o yana, bir bu yana” bakmayacaktır; bilgeliğin göksel öğüdüne göre davranacaktır ve “gözleri ile ileriye bakacak ve göz kapakları sadece önüne yönelik olacaktır.” Tanrısal akıl bizi her zaman yukarı ve ileri doğru bakmamız için yönlendirir. Eğer çevremizdeki ölümlü birinin asık yüzüne ya da gülümsemesine bakacak olur isek, bir şeyin yolunda gitmediğinden emin olabiliriz; bu durumda tanrısal hizmet alanı dışına çıkmış oluruz. Tanrısal göreve sahip olduğumuz konusundaki güvencemiz eksilir ve tanrısal huzurun tadını alamayız; oysa bu her ikisi de mutlak gereksinim duyduğumuz şeylerdir.

Pek çok kişinin bilgisizlik ya da aşırı öz güven nedeni ile Tanrının kendileri için hiç bir zaman niyet etmediği ve bu nedenle kendilerine armağan vermemiş olduğu hizmet alanlarında görev yaparlar. Ve yalnızca böyle bir hizmet alanında görev yapmakla kalmazlar, aynı zamanda onların armağanları ve çabaları hakkında kısmen de olsa bir yargı oluşturabilecek kişilerin gözünde bir rahatlık ve öz mülkiyet duygusu sergilerler. Ama tüm bunların çok kısa bir süre içinde boş olduğu ortaya çıkar; tanrısal görev ve tanrısal huzurun bilinci dışında hiç bir şey bir kişiyi, “bir o yana bir bu yana bakma” eğiliminden kurtaramaz. Tanrısal görev ve tanrısal huzurun bilincine sahip olunduğu zaman, insan etkisinden ve bunun sonucu olan insan bağımlılığından tamamen kurtulmak mümkündür. Hiç kimse diğerlerinden bağımsız olarak onlara hizmet eden bir konumda olamaz. Ama uygun konumunu bilen bir kişi alçalabilir ve kardeşlerinin ayaklarını yıkayabilir.

Bakışlarımızı insanların üzerinden çeker ve gözlerimizi tek gerçek ve mükemmel olan Hizmetkar’a dikersek, O’nun bir o yana bir bu yana bakmadığını görürüz; bunun nedeni basittir, çünkü O hiç bir zaman insanlara bakmamış, yalnızca her zaman Tanrıya bakmıştır. Ne insanların gazabından korktu, ne de onlardan Kendisine iyilik yapmalarını bekledi. İnsanların ne övgüsüne ne de yergisine önem vermedi. Bu davranışı O’nun tüm söylediklerine ve yaptıklarına kutsal bir denge ve değer sağladı. O’nun hakkında gerçekten söylenebilecek olan yalnızca şudur: “Yaprağı asla solmayacak ve her ne yaparsa başarılı olacak. O’nun yaptığı her şey yararlı oldu, çünkü her şey Tanrı için yapıldı. Her eylem, her söz, her hareket, her bakış, her düşünce Tanrının yüreğini tazelemek için gönderilen güzel bir meyve hevenki gibiydi. O, yaptığı işin sonuçlarından asla korkmadı, çünkü her zaman Tanrı ile ve Tanrı için O’nun zihninin tam doluluğu ile hareket etti. Kendi isteği tanrısal açıdan mükemmel olmasına rağmen, yeryüzünde bir insan olarak yaptıkları ile asla birbirine karışmadı. O, şu sözleri söyleyebildi: “Ben kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmek için gönderildim.” Bu nedenle, meyvesini “mevsiminde” verdi. O her zaman Baba’yı hoşnut eden şeyleri yaptı ve bu yüzden “korkmaya”, “tövbe etmeye” ya da “bir o yana bir bu yana bakma” gibi konular için fırsatı olmadı.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da kutsanmış Efendi, en onurlu ve seçkin hizmetkarlarından tamamen farklı bir konumdadır. Bir Musa dahi “korktu” ve bir Pavlus “tövbe etti”; ama Rab İsa bunlardan hiç birini asla yapmadı. Geriye adım atması gereken bir olay yaşamadı, bir sözü hatırlaması ya da bir düşünceyi düzeltmesi asla gerekmedi. O’nun yaptığı her şey mutlak bir mükemmellikte idi. Her şey, “mevsiminde verilen bir meyve” idi. O’nun kutsal ve göksel yaşamının akışında bir hata ya da bir viraj yer almıyordu. O’nun isteği, Babasının mutlak isteği idi. En iyi ve en adanmış insanlar hata yaparlar; ama kendi isteğimizi lütuf aracılığı ile öldürdüğümüz takdirde daha az hata yapacağımız çok daha kesindir. Temel olarak söylemek istediğimiz, gerçek mutluluğun, yolumuz tam olarak Mesih’e iman ve tek düşüncede O’na adanmak yolu olduğu zaman oluşacağıdır.

Bu sözler Musa için de geçerli idi. Musa bir iman adamı idi – Efendisinin ruhundan bol bol içmiş ve O’nun ayak izlerinden harika bir sebat ile yürümüş olan bir adam. Daha önce de belirtildiği gibi, Rabbin Mısır’ı yargılaması ve İsrail’i kurtarması için kırk yıl bekledi. Ancak yine de İbraniler 11.bölüm ile ilgili esin ile yazılmış yoruma döndüğümüz zaman, bu konuda bir şey bulamayız. Orada bulduğumuz tek şey, onun yönünün temeli olan tanrısal prensiptir. “Musa büyüyünce, iman sayesinde firavunun kızının oğlu olarak tanınmayı reddetti. Bir süre için günahın sefasını sürmektense, Tanrının halkı ile birlikte baskı görmeyi yeğledi. Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülü düşünüyordu. Kralın öfkesinden korkmadan Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı.” (ayetler 24-27)

Bu alıntı, Musa’nın davranışlarına ilişkin çok büyük bir lütufkar görüşü ortaya koyar. Kutsal Ruh Eski antlaşma kutsallarının öyküleri ile böylesine yakından ilgilenir; bir kişinin öyküsünü yazdığı zaman, bize o kişiyi olduğu gibi sunar ve gayet sadık bir şekilde o kişinin tüm hata ve kusurlarını da ortaya koyar. Ama Yeni Antlaşmada bu tür bir öykü hakkında yorum yaptığı zaman, bir kişinin yaşamı ile ilgili yalnızca doğru prensibi ve ana sonucu verir. Bu yüzden biz her ne kadar Mısır’dan Çıkış’ta Musa’nın “bir o yana bir bu yana baktığını” – “korktuğu için bu şeyin elbette bilindiğini” söylediğini – ve son olarak “firavunun yanından kaçtığını” okusak dahi, bize yine de İbraniler kitabında Musa’nın yaptığı her şeyi “iman ile” yaptığı – “kralın öfkesinden korkmadığı” belirtilir ve onun Görünmez Olan’ı görür gibi dayandığı belirtilir.

Bu nedenle, “belirlenen zamandan önce hiç bir şeyi yargılamayın. Rabbin gelişini bekleyin. O, karanlığın gizlediklerini aydınlığa çıkaracak, yüreklerdeki amaçları açığa vuracaktır. O zaman herkes Tanrıdan payına düşen övgüyü alacaktır.” (1.Korintliler 4:5) Bu ifade, her doğru zihin ve her sadık yürek için değerli ve yararlı gerçeği içerir. Yüreğin amaçları için çeşitli nedenler olabilir, el bu amaçları yerine getiremeyebilir. Tüm bu amaçlar, Rab geldiği zaman açığa çıkacaktır. Bize bunu bildiren lütfa övgüler olsun! Yüreğin sevgi dolu amaçları Mesih’in gözünde, elin en yararlı işlerinden daha değerlidir. Elin yaptığı işler insan gözü önünde parlak görünebilir; ama yüreğin amaçları yalnızca İsa’nın yüreği için tasarlanmıştır. İnsanlar arasında el ile yapılan işler konuşulabilir, ama yüreğin amaçları Tanrının ve O’nun kutsal meleklerinin önünde ortaya çıkacaklardır. Mesih’in tüm hizmetkarlarının yürekleri bölünmez bir şekilde O’nunla meşgul olsun ve gözleri sürekli O’na bakarak O’nun dönüşünü beklesin diye dua ediyoruz.

Musa’nın yolu üzerinde düşünürken, onun bu imanının kendisini nasıl doğanın sıradan yönü üzerinde götürdüğünü gözlemliyoruz. Bu yol,  onu tüm zevkleri, çekici olan şeyleri ve firavunun sarayının onurlarını küçümsemesi yönünde götürdü. Ve yalnızca bu kadarla da kalmadı, aynı zamanda bilindiği gibi Tanrı onu çok yararlı bir konu için kullandı. İnsanın amaca ulaşmak için başvurduğu çare, Musa’yı tam aksi bir yola yönlendirecekti; etkisini Tanrının halkı yararına kullanacaktı – onlarla birlikte acı çekmek yerine onlar için harekete geçti. İnsan hükmüne göre, İlahi Takdir çok geniş ve çok önemli bir çalışma alanı açmış gibi görünüyordu ve eğer Tanrının elinin bir insanı farklı bir yere yerleştirdiğinden söz edilecek olur ise, Musa’nın durumunda bundan söz edilebilirdi. Koşullar zincirindeki her bir halka Her Şeye gücü Yeten Tanrının parmağına işaret etmekte idi; böyle bir olaylar dizisi bir insan tarafından düzenlenmiş olamazdı. Firavunun kızı Musa’yı sudan çıkartarak Musa “kırk yaşını doldurana kadar” ona bakmak ve onu eğitmekle Tanrının aracı olmuştu. Musa’nın konumundaki tüm bu yüksek, onurlu ve etkili koşullar sağduyu sahibi hiç bir hükmün onaylayamayacağı bir şekilde reddedildi, ama bu koşulları reddeden Musa Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı.

Böyle bir durum, doğal mantığı kör edebilir. Ama iman farklı düşündü, çünkü doğa ve iman her zaman birbirine karşıttır. Tek bir konuda dahi anlaşamazlar. Takdiri ilahinin açılışları olarak adlandırılan konularda da çok büyük farklılıklara sahiptirler. Doğa bu tür açılışları öz-düşkünlük için teminatlar olarak görür; oysa iman bu açılışları kendini inkar fırsatları olarak kabul eder. Yunus, takdiri ilahiyi Tarşiş’e giden bir gemi bulmak için fırsat olarak gördü; ama aslında bu, Yunus’un itaat yolundan kaydığı bir açılış idi. Bir Hıristiyanın ayrıcalığı hiç kuşkusuz her şeyde Babasının elini görmesi ve O’nun sesini duymasıdır. Koşullar tarafından yönetilmemesi gerekir. Eğer bir imanlıyı koşullar yönetirse, imanlı denizde pusulası olmadan yolculuk eden bir gemiciye benzer. Böyle bir gemici dalgaların ve fırtınanın merhametine terk edilmiş biridir. Tanrı, çocuğuna şu vaadi verir: “Gideceğin yolu sana göstereceğim.” (Mezmur 32:8) Tanrı şu uyarıda bulunur: “At ya da katır gibi anlayışsız olmayın; onları idare etmek için gem ve dizgin gerekir, yoksa sana yaklaşmazlar.” (Mezmur 32:9) Koşulların gem ve dizginleri yerine Babamızın gözleri tarafından yönlendirilmemiz çok daha iyidir. Ve ilahi takdir, koşullar üzerinde egemen olunduğunu belirtmek için kullanılan bir başka sözcüktür yalnızca.

Şimdi, imanın gücü, İlahi Takdirin görünürdeki açılışlarını sürekli olarak reddetmek ve terk etmek olarak anlaşılabilir. “Musa, iman ile firavunun kızı olmayı reddetti” ve “imanla Mısır’ı terk etti.” Eğer gözlerinin gördüğüne göre karar vermiş olsa idi, o zaman Mısır’dan ayrılmazdı ve firavunun sarayında kalırdı. Ama o iman ile yürüdü ve gözleri ile gördüklerine göre yürümedi ve bu nedenle her şeyden vazgeçti. Soylu bir örnek! Aynı şekilde hareket edebilmemiz için Tanrı bize lütuf ihsan etsin.

Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük bir zenginlik saydı. Mesih uğruna aşağılandı. “seni aşağılayanların aşağılamaları benim üzerime yüklendi.” Rab İsa mükemmel bir lütuf göstererek kendisini Halkı ile özdeşleştirdi. Gökyüzünden yeryüzüne geldi. Babasının bağrından ayrıldı ve tüm yüceliğinden soyundu, halkının yerine geçti, onların günahlarını üstlendi ve lanetlenmiş ağaç üzerinde onların yargısını üzerine aldı. O’nun gösterdiği gönüllü fedakarlık böylesine yüce idi. O yalnızca bizim için bizim işlerimizi yapmadı, aynı zamanda Kendisini bizimle bir yaptı ve böylelikle bize karşı olan ve olabilecek her şeyden bizi kurtardı.

Musa’nın, bu yüzden Mesih’in ruhu ve zihni ile Tanrı halkı için ne büyük bir sempati duyduğunu görüyoruz. Firavunun sarayında her türlü kolaylığa, saygınlığa ve refaha sahip idi, ancak aynı zamanda “günahın zevkleri” ve “Mısır’ın hazineleri” de en bol şekli ile elinin altında idi. Musa, eğer istese idi, tüm bu zevklerin tadını çıkartabilirdi. İstese idi, zenginliğin ve görkemin tam ortasında yaşar ve orada ölürdü. Eğer tercihini bu yönde yapmış olsa idi, başından sonuna kadar tüm yolu, kraliyet refahının güneş ışığı ile aydınlanmış olacak idi. Ama o zaman bu “iman” olmazdı; Mesih benzeri bir davranış olmazdı. Musa kendi yüce konumuna sahip iken, kardeşlerinin ağır yük altında nasıl ezildiklerini gördü ve imanı ona yerinin kardeşlerinin yanı olduğunu gösterdi. Evet; aşağılanan, küçük görülen, zulmedilen ve kölelik boyunduruğu altındaki kardeşlerinin yeri onun da yeri idi. Yalnızca yardımseverlik, insanlık ya da vatanperverlik duyguları ile hareket edecek olsa idi, kendi kişisel yetkisini kardeşlerine yardım etmek için kullanırdı. Kardeşlerinin yükünü hafifletmek için ve işlerini biraz daha kolaylaştırmak için kraliyet etkinliğini kardeşlerinin üzerinde kullanmak için firavunu ikna etme konusunda başarılı olabilirdi. Ama eğer böyle yapsa idi, Mesih’in yüreği ile birlikte atan bir yürek asla tatmin olmayacak idi. Musa, Tanrının lütfu aracılığı ile böyle bir yüreğe sahip idi ve bu yüzden böyle bir yüreğin tüm enerjisi ve sevgisi ile kendisini bütün bedeni, canı ve ruhu ile zulüm gören kardeşlerinin tam ortasına atmakta tereddüt etmedi.  Tanrının halkı ile birlikte acı çekmeyi tercih etti. Ve en önemlisi, bunu “iman” aracılığı ile yaptı.

Okuyucumun bu konu üzerinde derin düşünmesini rica ediyorum. Tanrının halkı için yalnızca iyi şeyler dilemek, onlara hizmet etmek ya da onlardan iyi bir şekilde söz etmekle yetinmemeliyiz. Ne kadar aşağılansak ve küçük görülsek de, onlarla tam olarak özdeşleşmemiz gerekir. Bu durum bir ölçüde, yardımsever ve cömert bir ruh açısından Hıristiyanlığı himaye etme konusu olarak görüldüğü zaman, kabul edilebilir bir durumdur. Ama Hıristiyanlar ile özdeşleşmek ya da Mesih ile birlikte aşağılanmak bundan çok farklı bir durumdur. Himaye altına almak ile şehit olmak konuları birbirlerinden tamamen ayrı konulardır. Bu farklılık, Tanrının tüm kitabı boyunca görülür. Obadiah Tanrının tanıkları ilen ilgilendi, ama İlyas Tanrının bir tanığı idi. Kral Darius, Daniel’e o kadar bağlı idi ki, Daniel’i düşündüğü için uykusuz bir gece geçirdi, ama Daniel aynı geceyi aslanların ininde Tanrının gerçeği uğruna tanık olarak geçiriyordu. Nikodimus Mesih lehine konuşmaya cesaret etti, ama ondan daha olgun bir öğrenci onu, kendisini Mesih ile özdeşleştirmesi için yönlendirirdi.

Üzerinde düşündüğümüz bu konular gayet pratik konular. Rab İsa himaye değil, paydaşlık ister. O’nunla ilgili konuların bize beyan edilmesinin nedeni, yeryüzünde O’nun amacını himaye etmek değil, ama göklerde O’nunla paydaşlık etmektir. O, Kendisini bizimle özdeşleştirdi. Ve bunu çok yüce bir sevginin ödediği ağır bir bedel aracılığı ile yaptı. Bunu yapmaktan kaçınabilirdi; Babasının bağrındaki sonsuz yerinin tadını çıkartarak orada kalmaya devam edebilirdi. Ama o zaman O’nun yüreğindeki o büyük sevgi seli, suçlu ve cehennemi hak eden biz günahkarlara nasıl akabilirdi? O’nun ve bizim aramızda bir birlik olmazdı. Ama O’nun yüce adına övgüler olsun ki, O bu teslimiyeti gönüllü olarak yaptı. “Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp, kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti.” (Titus 2:14) O, yüceliğinin tadını tek başına çıkartmayacak idi. Sevecen yüreği, o yüceliği pek çok başka “oğul” ile paylaşacak idi. “Baba, bana verdiklerinin de benim bulunduğum yerde benimle birlikte olmalarını ve benim yüceliğimi görmelerini istiyorum. Çünkü dünyanın kuruluşundan önce sen beni sevdin.” (Yuhanna 17:24) İşte, Mesih’in Kendi halkı ile ilgili düşünceleri böyle idi ve bizim de kolayca görebildiğimiz gibi Musa’nın yüreğindeki sempati de bu aynı değerli düşüncelere sahip idi. Hiç kuşkusuz Musa’nın ruhu, Efendisinin Ruhundan çok şey almış idi ve hiç bir şeyden kaçınmadan kendisini Tanrının halkı ile birleştiriyordu.

Tanrının bu onurlu hizmetkarının kişisel karakteri ve davranışları ile kitabımızın bundan sonraki bölümünde tekrar bir araya geleceğiz. Burada onu kısaca Rab İsa Mesih’in bir örneği olarak düşüneceğiz. Bir sonraki ayette yer alan ifadeye göre Musa’nın onun bir örneği olduğu aşikardır, “Tanrınız RAB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin.” (Yasanın Tekrarı 18:15) Bu yüzden Musa’yı bir örnek olarak görür iken, insana özgü bir hayalcilik ile bir değiş tokuş yapmıyoruz. Bu ifade ayetlerin kendi öğretişidir ve Mısır’dan Çıkış 2. Bölümün son ayetlerinde bu örneği ikili bir biçimde görürüz: birinci örnek, İsrail tarafından reddedilişi ile ilgilidir ve ikinci örnek ise Midyan ülkesinde olan bir yabancı ile beraberliğidir. Bu noktalar daha önce de bir ölçüde, kardeşleri tarafından reddedilen Yusuf’un öyküsünde geçen Mısırlı bir gelin ile yapılan evlilik konusunda geliştirilmiş olarak yer alır. Burada Musa’nın olayında olduğu gibi, Mesih’in de İsrail tarafından reddedilişini ve Kilise ile olan birliğinin farklı bir şekilde yansıtıldığını anlarız. Yusuf’un olayında onun kişiliğine karşı olumlu bir düşmanlık sergilenmiştir. Musa’nın olayında ise Musa’nın görevinin reddedilişi söz konusudur. Yusuf’un öyküsünde şunu okuruz: “Yusuf’tan nefret ettiler, ona tatlı söz söylemez oldular.” (Yaratılış 37:4) Musa’nın öyküsünde ise şunlar yazılıdır: “Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?” Kısaca belirtecek olur isek, Yusuf’a kişisel nefret duyuldu, Musa ise resmen reddedildi.

Böylece bu iki Eski Antlaşma kutsalının öyküsünde Kilisenin büyük gizeminin üslubunun açıklanışını görürüz. “Asenat”, “Sippora’nın” kişiliğindeki görünümden farklı bir görünüm sunar. Asenat, Yusuf ile, Yusuf’un yüceltilme döneminde evlenmiş idi; Sippora ise Musa’nın çöldeki yaşamının belirsizliği içinde Musa’nın eşi oldu. (şu ayetleri karşılaştırın: Yaratılış 41:41-45 ve Mısırdan Çıkış 2:15; 3:1)Hem Yusuf’un hem de Musa’nın bir yabancı ile evlendikleri dönemde kardeşleri tarafından reddedildikleri doğrudur; ama yine de Yusuf, “tüm Mısır üzerinde yönetici idi”; oysa Musa “çölün arka kısımlarında” birkaç koyun gütmekte idi.

Bu nedenle, Mesih’i yüceliği içinde ya da yüceliği dünyadan gizlenmiş olarak düşünsek bile, Kilise O’nunla çok yakın bir şekilde birleşmiştir. Ve şimdi de dünya O’nu görmediği gibi O’nunla bir olmuş olan Bedeni yani, Kiliseyi de görmemektedir. “Dünya Babayı tanımadığı için bizi de tanımıyor.” (1.Yuhanna 3:1) Mesih giderek yüceliği içinde göründükçe, kilise de O’nunla birlikte yücelik içinde görünecektir. “Yaşamınız olan Mesih göründüğü zaman, siz de O’nunla birlikte yücelmiş olarak görüneceksiniz.” (Koloseliler 3:4) “Bana verdiğin yüceliği onlara verdim. Öyle ki, bizim bir olduğumuz gibi bir olsunlar. Ben onlarda, sen bende olmak üzere tam bir birlik içinde bulunsunlar ki, dünya beni senin gönderdiğini, beni sevdiğin gibi onları da sevdiğini anlasın.” (Yuhanna 17:22,23)

Yuhanna 17:21,23 ayetlerinde iki farklı birlikten söz edilmektedir. İlk birlik, kilisenin elde etmekle sorumlu olduğu ama bu konuda tamamen başarısız olduğu birliktir. İkinci birlik, Tanrının başarısız olması imkansız bir şekilde tamamlayacağı ve yücelik içinde sergileyecek olduğu birliktir. Eğer okuyucu bölüme geri dönüp bakacak olur ise, hem karakter hem de sonuç açısından iki birlik arasındaki farkı hemen anlayacaktır.

Bu iki birlik arasındaki fark, kilisenin yüce ve kutsal konumudur. Kilise bu dünya tarafından reddedilmiş, ama göklerdeki yücelik tahtında Oturan ile birdir. Rab İsa kilisesi için çarmıhta sorumluluk üstlenmiştir, öyle ki, kilisesi O’nunla birlikte O’nun şimdiki reddedilişini ve gelecekteki yüceliğini paylaşabilsin. Böylesine yüce bir ayrıcalığa sahip olan beden aşağıdaki konumu ve karakteri açısından daha az etkileyici görünebilir! Şurası kesin ki, Tanrının tüm çocuklarının böyle bir sevgiye, böyle bir kurtuluşa ve böyle bir saygınlığa daha dolu ve daha kesin bir karşılık vermeleri gerekir. İmanlının yürüyüşü, yasal kuralların ya da antların sınırlı sonucu değil, her zaman farkına varılmış bu ayrıcalığın doğal bir sonucu olmalıdır; “yasanın işleri aracılığı ile” bir konum elde etmek için gösterilen çabaların meyvesinden değil, bilinen bir konumun uygun meyvesinden iman aracılığı ile keyif alınmalıdır. Tüm gerçek imanlılar Mesih’in gelininin bir üyesidirler. Bu nedenle, bu ilişkiyi Oluşturan’a sevgi borçludurlar. İlişki sevgi nedeni ile elde edilmez, sevgi, ilişkiden kaynaklanır.

Ey Rab, tüm sevdiğin ve kanınla satın aldığın insanlar için böyle olsun.

Mısır’dan Çıkış 3

Şimdi Musa’nın kişisel öyküsü ile ilgilenecek ve onun emeklilik zamanında geçirdiği gerçekten ilginç olan döneme bakacağız; bu dönem onun yaşamının en güzel yılları olan kırklı yaşlarını kapsamakta idi. Bunun anlamı çok derindir. Rab, lütfederek, bilgece ve sadakat ile değerli hizmetkarını insanların gözlerinden ve düşüncelerinden uzağa aldı, öyle ki onu Kendi eli altında eğitebilsin. Musa’nın bu eğitime ihtiyacı vardı. Evet, firavunun sarayında kırk yıl geçirmiş olduğu doğru idi, sarayda konuk olarak kaldığı dönem etkisiz ya da değersiz değildi, ama çöldeki konukluğu ile karşılaştırıldığı zaman hiç bir şey ifade etmiyordu. İlk konukluğu değerli olabilirdi; ama sonraki konukluğu kaçınılmaz idi.

Tanrı ile olan gözlerden gizli beraberliğin ya da O’nun okulunun eğitiminin ve disiplininin değeri hiç bir şey ile ölçülemez. “Mısırlıların tüm bilgeliği”, Musa’yı gelecekteki yolu için eğitemezdi. Musa, Mısır’ın okulları ve kolejleri aracılığı ile çok parlak bir yol izlemiş olabilirdi; zihni onurlu dünyasal eğitim ile ve yüreği gurur ve öz yeterlilik ile doldurulmuş olabilirdi. Diplomasını insanların okulundan almış olabilirdi, ama yine de Tanrının okulunda alfabeden başlayarak tekrar eğitim alması gerekliydi. Yalnızca insan bilgeliği ve eğitimi; kendi bakış açılarına göre ne kadar değerli olurlarsa olsunlar Tanrının bir hizmetkarını asla eğitemezler ve onu tanrısal hizmetin herhangi bir bölümü için donatamazlar. Bu tür şeyler yenilenmemiş doğayı dünyanın önünde biçimlendirebilirler, ama Tanrının kullanacağı kişinin bunlardan çok farklı özellikler ile donatılması gerekir – bu tür özellikler yalnızca Rabbin huzurundaki derin ve kutsanmış bir dönem içinde gelişebilirler.

Tanrının tüm hizmetkarlarına bu eğitim verilmiş ve bu eğitimin gerçeğini tecrübe etmeleri sağlanmıştır. Tanrı ile baş başa zaman geçirmenin yoğun önemi ile ilgili tüm çarpıcı örneklere Horev Dağındaki Musa, Kerit’teki İlyas, Kebar’daki Hezekiel, Arabistan’daki Pavlus ve Patmos adasındaki Yuhanna eklenebilir. Ve Tanrısal Hizmetkara baktığımız zaman, özel olarak geçirdiği zamanın halk arasında geçirdiği zamandan çok daha uzun olduğunu görürüz. O, anlayışı ve iradesi mükemmel olmasına rağmen Nasıra’daki bir marangozun evinin belirsizliği içinde yaklaşık otuz yıl geçirdi. Ve yine de halk arasındaki hizmetine başladıktan sonra bile, tanrısal beraberliğin tatlı ve kutsal zamanlarının tadını çıkartmak için insanların yanlarından ayrılıp tenha yerlere gitti!

Bu durumda aklımıza şöyle bir soru gelebilir: eğer bu şekilde, Tanrı ile bir arada diğer insanlardan gizlenerek eğitim gerekli ise, o zaman hizmetkarlar işlerini ne zaman yapacaklar? Bu konu Efendi’nin sorunudur- bizim sorunumuz değildir. İşçileri ancak Tanrı sağlayabilir ve aynı şekilde onları eğitecek olan da yalnızca Tanrıdır. Bu iş, insanın işi değildir. Yalnızca Tanrı gerçek bir hizmetkarı sağlayabilir ve hazırlayabilir, aynı zamanda böyle bir eğitim için ne kadar zaman gerekeceği konusunda da karar verecek olan, Tanrıdır. Eğer Tanrı bir işçiyi bir anda yetiştirmek istese idi, o zaman böyle yapardı. Burada belirgin olan tek bir şey vardır, o da Tanrının hizmetkarlarını halk arasındaki işlerine başlamadan önce ve sonra yalnızca Kendisi ile birlikte tuttuğudur, bu dönem olmadan hiç kimse göreve başlayamaz. Gizlide verilen eğitim ve disiplinin yokluğu, bizi kısır hale getirir, yapay ve teoretik bir konuma sokar. Halk arasında hizmet verecek olan biri kutsal tapınağın dengeleri içinde eğitilir ya da Tanrının huzurundaki ölçülerde yetiştirilir; aksi takdirde denize açılmaya hazır bir gemi gibi olamaz. Aksi takdirde ilk ufak rüzgarda batacağına kuşku yoktur. Oysa, Tanrının okulunda gerçek ve etkin bir Tanrı hizmetkarının karakterinin biçimi derin, sağlam ve dengeli bir şekilde oluşturulur.

Bu nedenle, Musa’yı kırk yaşında bir sarayın refahından ve görkeminden alarak bir çölün belirsizliğinde kırk yıl geçirmesi amacı ile yönlendirilmiş olarak gördüğümüz zaman, hayal kırıklığı yaşamak yerine, dikkat çekecek bir hizmet beklentisi içinde olmamız gerekir. Eğitilmiş kişi, yalnızca Tanrı tarafından eğitilmiş olandır, başka hiç kimse değil. Tanrıya hizmet etmesi için bir aracı hazırlamak, insanın elinde olan bir şey değildir. İnsan eli, Efendi’nin kullanacağı bir çömleğe asla şekil veremez. Yalnızca çömleği kullanacak olan Kişi, o çömleği hazırlayabilir. Ve şu anda bu konuyu incelerken, Tanrının eğitimi ile ilgili hazırlığına ilişkin elimizde eşi benzeri olmayan bir örneğe sahibiz.

“Musa kayınbabası Midyanlı kahin Yitro’nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı dağına, Horev’e vardı.” (Mısırdan Çıkış 3:1) Bu noktada, koşulların aniden harika bir şekilde değiştiğini görürüz. Yaratılış 46:31 ayetinde “Mısırlıların çobanlardan iğrendiklerini” okuruz; buna rağmen Mısırlıların tüm bilgeliği ile yetiştirilmiş olan Musa Tanrının hizmeti için eğitilmek üzere sürü güden bir çoban olarak çöldeki dağa getirilmiştir. Bu olayın, “insan eli ile” olmadığı kesindir. Böyle bir şey doğal açıdan mümkün değildir. Et ve kanın bunu anlaması mümkün değildir. Normal olarak bizim, Musa’nın eğitimini Mısır’da bilgelik ile tamamlamış olduğunu düşünmemiz gerekir ve ayrıca buna ek olarak bir sarayda mevcut olan refahın ve avantajların tümüne sahiptir. Böyle yüksek bir eğitimin sağlam bir eğitim olduğu beklentisi içinde olmamız gerekir. Ama sonra bu özelliklere sahip bir kişinin böylesine yüksek bir konumdan bir çöldeki dağ kenarında koyun gütmek için çağrılması insani düşünce ve duyguların çok ötesine geçen bir durumdur. İnsanın tüm gurur ve yüceliğini toz haline getirir. Bu dünyanın değerlerinin tanrısal değerler yanında bir hiç olduklarını ortaya koyar; evet dünyanın gözünde yüce ve görkemli olan şeyler yalnızca Tanrının gözlerinde değil, aynı zamanda Tanrının okulunda eğitilmiş olan kişilerin gözlerinde de sadece “pislik ve süprüntüdür.”

İnsani ve tanrısal eğitim arasında çok büyük bir fark vardır. İnsani eğitim, insanı yüceltir; tanrısal eğitim ise insani eğitimi bir kenara atar. “Doğal kişi, Tanrının Ruhu ile ilgili gerçekleri kabul etmez, çünkü bunlar ona saçma gelir, ruhça değerlendirildikleri için bunları anlayamaz.” (1.Korintliler 2:14) Doğal bir insanı istediğiniz kadar eğitin, onu yine de ruhsal bir insan haline getiremezsiniz. “Bedenden doğan bedendir. Ruh’tan doğan ruhtur.” (Yuhanna 3:6) Eğer eğitimli bir “doğal insan” Tanrının hizmetinde başarılı olmayı istemiş olsa idi, Musa bu konuda kendine güvenebilirdi; o “olgundu”, “eğitimli idi”, “söz söylemede ve eylemde kudretli idi” ve yine de “çölün arka kısımlarında” öğrenmesi gereken şeyler vardı ve bu öğrenmesi gereken şeylerin hiç birini Mısır’ın okulları ona öğretemezdi. Pavlus, Gamaliel’in dizlerinin dibinde öğrendiklerinden çok daha fazlasını Arabistan’da Kutsal Ruh’tan öğrendi.1   Hiç kimse Tanrı gibi öğretemez ve O’ndan öğrenen herkesin O’nunla baş başa kalması gerekir. “Tanrı, sana çölde öğretecektir.” Musa çölde, en tatlı, en derin, en etkili ve en kalıcı derslerini öğrendi. Hizmet için eğitilmek isteyenlerin hepsi yalnızca Tanrıdan öğrenebilir.

Sevgili okuyucu, “çölün arka kısmında” ifadesinin gerçek anlamını kendi derin tecrübeniz ile kanıtlamanızı dilerim. Bu kutsal noktada doğal kişi bir hiç olur ve yalnızca Tanrı yüceltilir. İnsanlar ve değerler – dünya ve benlik – çölün arka kısmındaki bu koşullarda ve etkilenişimde gerçek değerlerinin ne olduğunu fark ederler. Yalnızca ve yalnızca çölde içinizdeki ve çevrenizdeki her şeyi tanrısallığın uyarladığı bir denge içinde değerlendirebilirsiniz. Çölde sahteliğe, ödünç almaya ya da boş ön yargılara yer yoktur. Canınızın düşmanı bu yerdeki kumu parlak gösteremez. Tüm gerçeklik ortadadır, gizlenemez. Kendisini çölün arka kısmındaki Tanrının huzurunda bulan yürek, her konuda doğru düşüncelere sahip olur. Yürek, bu dünyanın heyecan verici etkilerinin çok ötesine yükselir. Mısırın karmaşası, gürültüsü ve neden olduğu zihin karışıklığı bu uzak yerde bulunan kulak tarafından işitilmez. Maddesel ve ticari dünyanın şiddetli sesi orada duyulmaz. Hırslı iç çekişlere orada yer yoktur. Bu dünyanın kalıcı olmayan çekicilikleri orada kimseyi ayartamaz. Orada altında duyulan susuzluk hissedilmez. Göz, tutkular yüzünden görme yeteneğini yitirmez ve orada yürek kibir ile kabarmaz. İnsanların alkışları etkileyici değildir ve insan baskısından bunalma diye bir şey yoktur. Ek bir kelime ile özetleyecek olur isek, tanrısal huzurun sessizliği ve ışığı her şeyi bir kenara fırlatıp atar. Duyulan tek ses, Tanrının sesidir, zevk alınan tek ışık O’nun ışığıdır, kabul edilen düşünceler yalnızca Tanrının düşünceleridirler. Hizmet için eğitilmesi gereken herkesin gitmesi gereken yer burasıdır. Ve eğer hizmette başarılı olmak isteniyor ise, bir süre orada kalınması gerekir.

Halk önünde hizmet etmek için öne çıkan herkes bu yerin koşullarında nefes almanın ne demek olduğunu öğrenmelidir. O halde hizmetteki girişimlerimizden çok Mesih’i onurlandıran hizmetin ne olduğunu etkili bir şekilde bilmemiz gerekir.

Şimdi, Musa’nın çölün arka kısmında ne gördüğünü ve ne duyduğunu araştıralım. Musa burada, Mısır’ın en usta hocalarının sahip oldukları bilgi ile kıyaslanamaz ölçüde bilgiler edindi. İnsan mantığının bakış açısına göre, Musa’nın çölde, kırk yıl boyunca koyun sürüleri gütmekten başka bir şey yapmaması, bir insan için çok büyük bir zamanı hiçe harcamasından başka bir şey değildir. Ama Musa çölde Tanrı ile birlikte idi ve bu nedenle çölde geçirdiği zaman asla boşa harcanmış zaman değildir. Gerçek bir hizmetkarın çaba harcayarak yalnızca iş görmesinden çok daha değerli şeyler olduğunu hatırlamamız gerekir. Her zaman çaba harcayan kişi, zamanla gereğinden fazla çaba harcamaya eğilim gösterecektir. Böyle davranan bir kişinin mükemmel Hizmetkarın şu sözlerine kulak vermesi yararına olur: “Eğitilenler gibi dinleyeyim diye kulağımı uyandırır her sabah.” (Yeşaya 50 4:b)

Bu durum, hizmetkarın işinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Hizmetkarın Efendisinin huzurunda sık sık durması gerekir, öyle ki ne yapması gerektiğini bilebilsin. Kulak ve dil arasındaki bağlantı çok belirgindir, çoğu zaman her ikisi de tek bir organ gibi hareket ederler. Ama bu konuya ruhsal ya da ahlaki açıdan baktığımız zaman, eğer kulağım kapalı iken dilim konuşuyor ise, o zaman akılsızca sözler edeceğim kesindir. “Sevgili kardeşlerim, şunu aklınızda tutun: Herkes dinlemekte çabuk, konuşmakta yavaş, öfkelenmekte de yavaş olsun.” (Yakup 1:19) Bu mantıklı öğüdün temel aldığı iki gerçek vardır, yani, iyi olan her şey yukarıdan gelir ve yürek dışarı taşmak için içinde kötülük barındırandır. Bu nedenle, kulağı açık ve dili sessiz tutmaya devam etme ihtiyacı hakkındaki sözler hayran olunacak öğütlerdir. Musa, bu öğütlerden, çölün arka kısmında iken çok büyük dersler aldı ve bunları başka hiç bir okulda öğrenmesi mümkün değildi.

“Rabbin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinden ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor ama tükenmiyor. ‘Çok garip” diye düşündü, ‘gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor?’” (Mısırdan Çıkış 3:2,3) Bu görüntü, gerçekten de “çok görkemli” bir görüntü idi – bir çalı yanıyor ama tükenmiyor. Firavunun sarayı böyle bir görüntüye asla sahip olamazdı. Ama bu görüntü hem görkemli hem de lütufkar bir görüntü idi. Çünkü bu görüntüde Tanrının seçilmişlerinin durumu çarpıcı bir şekilde sergilenmekte idi. Tanrının seçilmişleri Mısırın fırınında idiler ve Yehova Kendisini yanan bir çalıda açıklıyordu. Ama çalı nasıl yanmasına rağmen tükenmiyor ise, Tanrının halkı da aynı şekilde tükenmiyordu, çünkü Tanrı orada idi. “Her Şeye Egemen Rab bizimledir, Yakup’un Tanrısı kalemizdir.” (Mezmur 46:7) Buradaki ifadede güç ve güvenlik görüyoruz – zafer ve esenlik. Tanrı bizimledir, Tanrı içimizdedir ve Tanrı bizden yanadır. Bu gerçek her ihtiyacımız için yeterli sağlayışın mevcut olduğunu kanıtlayan bir örnektir.

Yukarıda verilen alıntıda görüldüğü gibi, Yehova’nın Kendisini Musa’ya açıklama şeklinden duyduğu hoşnutluk kadar ilgi çekici ya da eğitici başka hiç bir şey olamaz. Tanrı Musa’yı, Halkını Mısır’dan çıkartırken onlara önderlik etmesine dair hizmet için donatmakta idi. Öyle ki, Halkı çölde ve Kenan diyarında Tanrının topluluğu ve Konutu olabilsin. Ve tüm bunları konuştuğu yer yanan bir çalı idi. Yehova’nın seçtiği ve kurtardığı topluluğunun ortasında konut kuracağına dair uygun, ciddi ve güzel bir örnek! Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir, ama O bizi tüketmez; içimizde ve bizimle ilgili O’nun kutsallığına aykırı ve gerçek ve kalıcı mutluluğumuza engel olan her şeyi yakıp tüketmek ister. Ey Rab, tanıklıkların sonsuza kadar kesindir; kutsallığın senin evin olmuştur.

Bu durumlar, Tanrının, Kendisini, yakıp tüketen bir ateş olarak hem Eski hem de Yeni Antlaşmalar’da ortaya koyduğu çeşitli olaylarda görülür. Örneğin, Levililer 10. Bölümdeki Nadav ve Avihu’nun öyküsüne bakalım. Buradaki öykü gerçekten de ciddi bir anlatım içerir. Tanrı, Halkının ortasında konut kurmuştur ve onları Kendisine layık bir konumda koruyacaktır. Tanrı bundan farklı şekilde hareket edemez. Farklı hareket etmesi ne O’nun adını yüceltir ne de halkı için yararlı olur; Tanrı, Huzurundaki saflığı ile uyum sağlamayan bir şeyi hoş göremez. Tanrının konut kurduğu yerin kutsal olması gerekir.

Bu nedenle, aynı zamanda Yeşu 7. Bölümde de Akan’ın günahı ile ilgili öyküde, başka çarpıcı bir örnek ile karşılaşırız; Yehova’nın, Huzurunda, herhangi bir şekil ya da biçimdeki kötülüğe, bu kötülük ne kadar gizli ya da örtülü bir biçimde olur ise olsun, tahammülü yoktur. Tanrı “yakıp tüketen bir ateştir” ve böyle olduğu için ortasında konut kurmuş olduğu topluluğu kirletecek olan herhangi bir girişime karşıdır. Tanrının Huzuruna yargılanmamış bir kötülüğü getirmek istemek, kötülüğün en üst derecedeki özelliğidir.

YineElçilerin İşleri 5.bölümde Hananya ve Safira’nın öyküleri aracılığı ile bize aynı ciddi ders verilir. Kutsal Ruh Tanrı Kilisenin ortasında konut kurmuştur, Kutsal Ruh yalnızca bir etki değildir, O tanrısal bir Kişilik’tir, öyle ki, hiç kimse O’na yalan söyleyemez. Kilise O’nun konut kurduğu yerdi ve yerdir ve O bu nedenle onların ortasında egemenlik sürer ve yargılar. İnsanlar, birbirlerine aldatma, hile, oburluk ve iki yüzlülük ile davranabilirler; ama Tanrı böyle yapamaz. Eğer Tanrı bizimle birlikte yürüyecek ise, o zaman yürüdüğümüz yolları yargılamamız gerekir ya da Tanrı o yolları bizim için yargılayacaktır. (aynı zamanda bakınız 1.Korintliler 11:29-32)

Tüm bu durumlarda ve bunlara eklenecek olan diğer durumlarda şu ciddi sözün gücünü görürüz, “Ey Rab, kutsallık sonsuza kadar senin evindir.” Bu iradenin ahlaki etkisi, bölümümüzde de yer aldığı gibi, Musa’nın öyküsü ile benzerlik taşır. “Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır” (Mısırdan Çıkış 3:ayet 5). Tanrının Huzurunun yeri kutsaldır ve yalnızca çıplak ayak ile üzerine basılabilir. Halkının ortasında konut kurmuş olan Tanrı, topluluğuna kutsallığın ne olduğu konusunda örnek vermektedir; kutsallığın özelliği kutsal sevgi ve her kutsal davranıştır. Kutsal yer, özelliğini Kutsal Olan’ın karakterinden alır.

Şimdi Tanrının konutu olan Kiliseye bu karakterin Kutsal Ruh aracılığı ile uygulanması, uygulanacak olan şeyler içinde en önemli olandır. Tanrının, Kutsal Ruhu aracılığı ile kilisenin her bir üyesinde konut kurmuş olması ve bu şekilde bireye kutsallık karakterini vermesi çok bereketli bir gerçektir. Tanrının, topluluk içinde konut kurduğu da eşit derecede bir gerçektir; bu nedenle, topluluğun kutsal olması gerekir. Üyelerin, etrafında toplanmış olduğu merkez, elbette ki ancak dirilmiş, zaferli ve yüceltilmiş olan Mesih’in Kendisidir. Toplanmak için sahip oldukları enerji ise, tabii ki Kutsal Ruh Tanrıdır. Ve Her Şeye Gücü Yeten Rab Tanrı bireylerin içinde konut kurar ve onların içinde yürür. (bakınız Matta 18:20; 1 Korintliler 6:19; 1.Korintliler 3:16,17; Efesliler 2:21,22) Tanrının konut kurduğu yere ait olan kutsal seçilmişler olmak, açıkça şu durumu belirtir: prensipte ya da uygulamada kutsal olmayan hiç bir şeyi hoş görmemek gerekir. Kutsal Ruh ile birleşmiş olan herkesin şu sözlerin ağırlığını ve ciddiyetini hissetmesi gerekir. “Bastığın yer kutsal topraktır.” “Kim Tanrının tapınağını yıkarsa Tanrı da onu yıkacaktır.” (1.Korintliler 3:17) Bu sözlerin, Tanrı topluluğunun her bir üyesi için bir ağırlık taşıdığını görüyoruz. – çünkü her bir üye Tanrının kutsal tapınağının diri bir taşıdır. Her birimiz, Yehova’nın avlularına çıplak ayak ile girmeyi öğrenelim.

Ama her şeye rağmen yine de Horev dağındaki görüntüler İsrail Tanrısının kutsallığına olduğu kadar, lütfuna da tanıklık ederler. Eğer Tanrının kutsallığı sınırsız ise, aynı zamanda lütfu da sınırsızdır ve aslında Tanrının Kendisini Musa’ya açıkladığı şekil aynı zamanda O’nun lütfunu da ortaya koymaktadır. Tanrı aşağı indi, çünkü lütfeden Tanrı idi ve aşağı indiği zaman Kendisinin kutsal olduğunu açıklaması gerekiyor idi; ayrıca şu sözleri de ildirdi: “Ben babanın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısıyım.” (Mısırdan Çıkış 3:ayet 6) Tanrısal varlığın etkisi, her zaman doğal varlığın kendisini gizlemesine neden olmalıdır. Ve biz ayaklarımız çıplak ve başımız örtülü olarak Tanrının önünde durduğumuz zaman, güzel bir can davranışı sergilediği için bizler lütfun tatlı bereketinin iyi haberini almaya hazırlanmış oluruz. İnsan, kendisine uygun yerde durduğu ya da kendine düşeni yaptığı zaman, Tanrı saf merhametin dili ile konuşabilir.

“Rab, ‘halkımın Mısır’da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm’ dedi, ‘angaryacılar yüzünden ettiği feryadı duydum. Acılarını biliyorum.” (ayetler 7-9) Burada, İbrahim’in Tanrısının ve İbrahim’in tohumunun Tanrısının insan ruhunun “eğer”leri ve “ama”ları, yeminleri, sınırlamaları ve koşulları tarafından engellenmeyen mutlak, özgür ve koşulsuz lütfunun tüm parlaklığı ile ışıldadığını görürüz. Tanrı egemen lütfu ile Kendisini göstermek, kurtuluş işini tamamlamak, İbrahim’e verdiği ve İshak ve Yakup’a tekrar ettiği sözü yerine getirmek için yukarıdan aşağıya gelmiş idi. Tanrının aşağı gelmesinin nedeni, kurtuluş vaat ettiği kişilerin bu kurtuluşu gerçekten hak edip etmediklerini görmek değildi. Tanrı için onların bu kurtuluşa ihtiyaç duymaları yeterli idi. Baskı ve zulüm altında olmaları, üzüntüleri, gözyaşları, iç çekişleri ve altında bulundukları ağır esareti Tanrı yakından görmüştü, çünkü O, adına yücelik olsun ki, halkının kaç kez iç çektiğini sayar ve gözyaşlarını şişesinde biriktirir. Tanrıya çekici gelen halkının üstün özellikleri ya da erdemleri değildir. Tanrının, halkını ziyarete gelmesinin nedeni, onların içindeki görülen ya da görülmeyen iyilik değildi, çünkü Tanrı, halkının yüreğinde ne olduğunu çok iyi biliyor idi. Bu durumu tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, O’nun lütufkar davranışını bize söylediği şu sözlerde görebiliyoruz: “Ben İbrahim’in Tanrısıyım ve halkımın sıkıntısını yakından gördüm.”

Bu sözler, Tanrının Kendi yollarında uyguladığı büyük bir temel prensibi açıklarlar. O, her zaman Kendi karakterine uygun olarak davranır.”BEN’İM” ünvanı, “HALKIM” dediği kişilerin tek sağlam güvencesidir. Tanrının, Kendi halkını Mısır’ın her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işler ile onları bu işlere koşan firavunun angaryacılarının kırbaçları altında bırakmayacağı elbette kesindi. Onlar, Tanrının halkı idiler ve Tanrı onlara Kendisine yakışan bir davranış ile karşılık verecek idi. Yehova’nın seçici sevgisinin objeleri ve koşulsuz kurtuluş vaadine mazhar olan kişiler olmaları Tanrının onlara yardım etmesi için yeterli idi. Tanrının sonsuz amacı, halkına Kenan diyarını garantilemiş idi ve hiç bir şey O’nun halkı ile olan bu ilişkisini herkese göstermesine engel olamayacak idi. Tanrı, halkını kurtarmak için aşağı gelmiş idi ve yeryüzünün ve cehennemin bir araya gelmiş olan gücü, Tanrının, halkını kurtarmak için planladığı zamanı bir saat bile erteleyemez idi. Tanrı, Mısır’ı bir okul ve firavunu bir okul müdürü olarak kullanabilirdi ve kullandı da. Ama ihtiyaç duyulan iş tamamlandığı zaman, hem okul hem de okul müdürü bir kenara atıldılar ve Tanrı halkı, Tanrının yüce ve uzanmış kolu ile Mısır’dan çıkartıldı.

Musa’ya Horev dağında yapılan açıklamanın çifte karakteri işte böyle idi. Musa’nın gördüğü ve işittiği kutsallık ve lütfun iki unsurunu bir araya getiriyordu. Bu iki unsur bildiğimiz gibi, yüce Tanrının tüm yollarını ve ilişkilerini farklı bir şekilde karakterize ederler ve bu durum aynı şekilde O’nunla paydaşlık içinde olanların yollarını da karakterize etmelidir. Her gerçek hizmetkar tüm kutsallık ve tüm lütuf içinde Tanrının tahtının huzurundan gönderilir ve kutsal ve lütufkar olmaya çağrılır. Hizmetkarın tanrısal karakterin lütuf ve kutsallığının yansıması olmaya davet edilir. Ve böyle olabilmesi için hizmetkarın önce, yalnızca Tanrı tahtının huzurundan başlaması yeterli değildir, hizmetkar orada ruhta konut kurmuş olarak kalmalıdır. Etkin hizmetin gerçek sırrı buradadır.

“Bir çocuk gibi, git ve söylediğini yap,
Asla bir kenara çekilme.”

Yalnızca ruhsal kişi, “git ve yap” ve “asla bir kenara çekilme” şeklindeki bu iki ifadenin anlamlarını kavrayabilir. Tanrı için dışarıda hareket etmek istiyor isem, O’nunla birlikte içerde beraber olmalıyım. O’nun yüce huzurundaki gizli tapınakta olmadığım takdirde, başarısız olacağım mutlak şekilde kesindir.

Pek çok kişi bu noktada çökerler. İnsanlar ile olan ilişkinin karmaşasının ve aktif hizmetin heyecanının ortasında tanrısal huzurun heybetinden, ciddiyetinden ve sakinliğinden çıkması gibi olası çok büyük bir tehlike mevcuttur. Bu tehlikeye karşı çok dikkatli bir korunma gerekir. “Çarıksız, çıplak ayak ile” şeklinde ifade edilen ruhun bu kutsal tonunu kaybettiğimiz takdirde, hizmetimiz kısa süre içinde yavan, cansız ve yararsız hale gelecektir. Eğer, yaptığım hizmetimin yüreğimin ve Efendimin arasına girmesine izin verir isem, hizmetimin değeri düşük olur. Mesih’e etkili bir şekilde hizmet edebilmemiz yalnızca O’ndan zevk almamız ile mümkün olur. Ellerin, O’nun için en kabul edilebilir hizmeti sunması, yüreğin O’nun güçlü çekimlerinde kalması ile mümkün olur. Aksi takdirde hiç kimse, eğer kendi canının içinde Mesih’ten beslenmiyor ise, Mesih’e ve diğer kişilere mesh edilmenin sonucu gelen bir tazelik ve güç ile hizmet edemez. Evet, bir vaaz verebilir, bir öğretiş sunabilir, dua edebilir, bir kitap yazabilir ve dışsal hizmetin tam rutinini uygulayabilir ama yine de Mesih’e hizmet etmiş sayılmaz. Mesih’i diğerlerine sunacak olan kişinin, kendisi için Mesih ile meşgul olması gerekir.

Hizmetinin başarısı ya da karşılığı ne olur ise oldun, bu şekilde hizmet eden kişi mutludur. Çünkü hizmetinde dikkat çekmek, etki buyurmak ya da görünen sonuçlar üretmek gibi konularda başarısızlık olur ise, kişi yine de her zaman onu hiç bir şeyin mahrum edemeyeceği Mesih’te her daim mevcut olan payına ve tatlı çekilme yerine sahiptir. Oysa, yalnızca hizmetinin ürünleri ile beslenen, kendi çabası ile elde ettiği takdirden zevk alan kişi, ya da diğer kişilerin dikkat ve ilgisinden hoşlanan, diğerlerine su taşıyan ama kendi içinde paslanmış olan bir boruya benzer. Böyle bir koşul içinde bulunmak çok yıpratıcıdır. Ama ne yazık ki, Efendisi ve O’nun yüceliği yerine, kendi işi ile ve işinin sonuçları ile daha çok ilgilenen kişinin içine düşeceği durum budur.

Bu, katı bir ön yargı gerektiren bir konudur. Yürek aldatıcıdır ve düşman sinsi ve kurnazdır. Ve işte bu yüzden “ayık ve uyanık olun” öğüdüne kulak vermemiz çok gerekli bir ihtiyaçtır. Can, bir hizmetkarın yolundaki çeşitli ve çok yönlü tehlikeler konusunda uyanık kaldığı zaman, yani, ölçüsü ne olur ise olsun, Tanrı ile birlikte zaman geçirme ihtiyacının farkına vardığı zaman, yalnızca o zaman güvenlikte ve mutludur. Hizmetimiz biz ancak, hizmetimize Efendimizin ayaklarının dibinde başladığımız, devam ettiğimiz ve sona erdirdiğimiz zaman, doğru türde bir hizmet olacaktır.

Tüm bu söylenenlerden ortaya çıkan şudur: Her okuyucu için Mesih’in her hizmetkarının en kutsal havayı “çölün arka kısmında” bulacağı aşikar olmalıdır. Horev, gerçekten de, Tanrının Kendisi için hizmet etmek üzere göndereceği başlangıç yeridir. Musa’nın çarıklarını çıkartıp yüzünü gizlemesi gerektiğini öğrendiği yer, Horev idi. Musa, kırk yıl önce hizmete başlamıştı; ama başlangıcı, zamanından önce idi. Tanrının dağının benliğe boyun eğdiren inzivasının ve yanan ama tükenmeyen çalının bulunduğu yerde, tanrısal hizmet, hizmetkarın kulağına duyuruldu: “Şimdi gel, halkım İsrail’i Mısır’dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim.” (ayet 10) Burada söz konusu olan, gerçek yetki idi. Tanrının bir kişiyi hizmete göndermesi ve kişinin gönderilmeden kendisinin hizmete gitmesi arasında çok büyük bir fark vardır, ama Musa hizmet konusunda ilk kez kendi başına harekete geçtiği zaman, hizmet için olgun olmadığı çok aşikardır. Eğer Musa için gözlerden uzak kırk yıllık bir eğitim gerekli idi ise, hizmete nasıl başlayabilirdi? İmkansız! Musa’nın tanrısal bir şekilde eğitim görmesi ve yine tanrısal bir şekilde görevlendirilmesi gerekiyor idi. Ve bu, Mesih için hizmet yolunda yürümek isteyen ve Mesih’e tanıklık etmek için yola çıkan herkes için geçerli bir durumdur. Ah! Bu kutsal dersler hepimizin yüreklerine derinlemesine işlesin ki, her işimizde Efendimizin yetkisinin ve Efendimizin onayının mührü bulunsun.

Ancak yine de, Horev dağının eteklerinde öğrenmemiz gereken başka bir şey daha var. Can, bu yerde oyalanıp kalmayı uygun bulur; “burada olmak iyidir” der. Tanrının yüce huzuru her zaman derin bir uygulama yeridir; yüreğin burada tamamen açılacağı kesindir. Bu kutsal yerin içine parlayan ışık, her şeyi gözler önüne serer ve çevremizdeki ve içimizdeki kibir ve öz yeterlilik ortaya çıkar.

Musa’ya tanrısal hizmet verildiği an, onun, “buradayım, Rab!” ya da “Rab, ne yapmamı istiyorsun?” şeklinde bir karşılık vermesinin uygun olacağını düşünebiliriz. Ama hayır, Musa böyle bir karşılık vermedi; ama böyle bir karşılık vermeye yönlendirilecek idi. Musa’nın bu konuda daha önceki başarısızlığını hatırlayarak bundan etkilendiği ve bu nedenle böyle davrandığı konusunda hiç kuşkumuz yok. Eğer bir kişi herhangi bir konuda Tanrı olmadan hareket eder ise, onu Tanrı gönderiyor olsa bile cesaretinin kırılacağı kesindir. “Musa, ‘ben kimim ki, firavuna gidip İsraillileri Mısır’dan çıkartayım?” (ayet 11) Kırk yıl önce aynı Musa, “kardeşlerinin Tanrının, kendilerini Musa’nın eli ile kurtaracağını anladıklarını sanan” bir kişi idi. İşte insan böyledir! Bazen gereğinden fazla hızlı, bazen de gereğinden fazla yavaştır. Musa, Mısırlıyı öldürdükten sonra geçen uzun yıllar süresinde çok şey öğrenmiş idi. Kendisini tanıma konusunda ilerlemişti ve bu onda çekingenliğe ve korku duymasına yol açmış idi. Ama sonra Tanrıya olan güveninin eksik olduğunu gösterdi. Eğer ben yalnızca kendime bakar isem, “hiç bir şey” yapamam; ama eğer Mesih’e bakar isem “her şeyi” yapabilirim. “Mesih’in gücü aracılığı ile her şeyi yapabilirim.” Bu yüzden duyduğu çekingenlik ve korku Musa’nın şu sözlerine neden oldu: “Ben kimim ki?” Tanrının Musa’ya yanıtı ise şöyle oldu: “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım.” (ayet 12) Bu sözlerin yeterli olması gerekir. Eğer Tanrı benim ile ise, o zaman benim kim ya da ne olduğumun önemi azalır. Tanrı, “Seni göndereceğim ve seninle olacağım” dediği zaman, hizmetkar zaten tanrısal yetki ve tanrısal güç ile tam olarak donatılmıştır ve bundan dolayı yola çıkma konusunda eksiksiz bir doyuma sahip olmalıdır.

Ama Musa başka bir soru daha sorar. Çünkü insan yüreği sorular ile doludur. “Musa Tanrıya şöyle karşılık verdi:’İsrailliler’e gidip, beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi dersem, ‘Adı nedir?’ diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?” İnsan yüreğinin nasıl mantık yürüttüğünü ve sorguladığını görmek, harika bir şeydir. Tanrıya yakışan bir şekilde tereddütsüz itaat gösteren bir hizmetkar olduğu takdirde, tüm insan mantıklarına katlanan ve tüm sorulara yanıt veren lütfu sergilemesi ise, bundan daha da harikadır. Her soru, tanrısal lütfun bir yeni özelliğini ortaya koymak için sorulur gibidir.

“Tanrı, ‘Ben BEN’İm’ dedi, ‘İsrailliler’e de ki, beni size Ben BEN’İm diyen gönderdi.’” (ayet 14) Tanrının burada Kendisine verdiği unvan, çok harika bir önem taşımaktadır. Kutsal Yazıları araştırır iken, Tanrının sahip olduğu çeşitli adları okuruz; bu adların Tanrının Kendisi ile ilişkide olan kişilerin çeşitli ihtiyaçları ile yakından bağlantılı olduklarının farkına varırız. “Yehova-yire” (Rab sağlayacaktır). “Yehova-nissi” (Rab sancağımdır). “Yehova-şalom” (Rab esenliğimdir). “Yehova-Tsidkenu” (Rab doğruluğumdur). O’nun tüm bu lütufkar ünvanları halkının ihtiyaçlarını karşılamak üzere açıklanır. Ve O, Kendisine BEN’İM dediği zaman, bu adından anlaşılan tüm diğer ünvanlarının hepsidir. Yehova Kendisine bu ünvanı vermek ile halkı tarafından doldurulacak olan açık bir çek sunmaktadır. O, Kendisini BEN’İM olarak adlandırır. Ve iman, ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bu ada eklememizi sağlar. Tanrı en önemli olan tek figürdür ve insanın ekleyebileceği şey sadece sıfırdır. Eğer yaşam istiyor isek, Mesih,”Yaşam Ben’im” der. Eğer doğruluk istiyor isek, “O, DOĞRULUĞUMUZ OLAN RAB’DİR. Eğer esenlik istiyor isek, “O, esenliğimizdir.” Eğer bilgelik, kutsallık ve kurtuluş istiyor isek, O, bize tüm bunların hepsi olmuştur. Tek bir kelime ile, insan ihtiyaçlarının hepsini gözden geçirdiğimiz zaman, O’nun BEN’İM adındaki bu temel ve hayran olunacak olan adının şaşırtıcı derinliği ve doluluğu konusunda yine de tam bir algıya sahip olmamız mümkün değildir.

Böyle bir ada sahip Olan ile paydaşlık içinde yürümeye çağrılmak ne kadar büyük bir merhamete mazhar olmaktır! Bizler çöldeyiz ve bu çölde denemeler, üzüntü ve zorluklar ile karşılaşmamız gerekiyor, ama her zaman ve her koşulda çok yönlü lütfunu açıklamış olan Tanrı ile birlikte olma ayrıcalığına sahibiz; be nedenle her ihtiyacımız ve zayıflığımız ile bağlantılı olarak çölden korkmamıza gerek yoktur: Tanrı, bu derin ve değerli adını ifşa ettiği zaman, halkını bir kum çölünden geçirmek üzere idi. Evlatlık ruhu olan Kutsal Ruh’u almış olan imanlı, şimdi “Abba, Baba” diye seslenebilmesine rağmen, yine de Tanrının açıklamaktan hoşnut olduğu bu ünvanlarından her birini Tanrı ile paydaşlığın keyfine vararak değerlendirme ayrıcalığından yoksundur. Örneğin, “Tanrı” ünvanı O’nun sonsuz gücünü ve yaratılış işlerindeki Tanrılığını açıklar. “Rab Tanrı” ünvanı ise insan ile bağlantılı bir anlamı ortay koyar. Sonra, “Her Şeye Gücü Yeten Tanrı” olarak, hizmetkarı İbrahim’in yüreğine, tohum ile ilgili vaadinin yerine geleceği konusunda güvence vermek için İbrahim’e görünür. Yehova olarak O Kendisini İsrail’e şöyle bildirdi: halkını Mısır’dan kurtaran ve onları Kenan diyarına götüren Tanrı.

“Tanrı eski zamanlarda peygamberler aracılığı ile bir çok kez çeşitli yollardan atalarımıza seslendi” (İbraniler 1:1). Ve bu yüzden evlatlık ruhuna sahip olan imanlı, “Kendisini açıklayan, konuşan ve hareket eden benim Babam idi” diyebilir.

Tanrının bu yüce ünvanlarını incelemek kadar ilginç ya da uygulama açısından önemli olan başka hiç bir şey olamaz. Bu ünvanlar her zaman bulundukları koşullar içinde düzgün bir ahlak sürekliliği içinde kullanılırlar. Ama “BEN’İM” adında var olan yükseklik, derinlik, uzunluk ve genişlik insan algısının uzanabileceği noktanın gerçekten de çok ötesindedir.

“Tanrı insanlığa adını öğretmek istediği zaman,
Kendisini yüce “BEN’İM” olarak adlandırır
Ve bir boşluk bırakır  - imanlılar
Dua ettikleri her konuyu bu boşluğa yerleştirirler.”

Ve bu konu gözlemlendiği zaman, Tanrının bu adını, yalnızca Kendisine bağlı olan halk için açıklandığı anlaşılacaktır. Tanrı, firavun ile konuşur iken ona bu adını söylemedi; buyurgan ve görkemli bir ünvan olan “İbranilerin Rab Tanrısı” adını kullandı; Tanrı Mısır’a, egemen ve ezici gücü ile İbranileri kurtaracağını bildirmek istiyordu. Aslında O’nun bu adı firavun için, Tanrıya görkemli konumu nedeni ile saygı göstermesini sağlayacak kadar yeterli idi. Ama “BEN’İM” adı, sünnetsiz bir kulak ve tanrısal gerçeklikten habersiz olan imansız bir yürek için bir anlam taşımadı. Tanrı bedende iken, çevresindeki imansız Yahudilere, “İbrahim doğmadan önce Ben varım” dediği zaman, onlar Kendisini taşlamak istediler. “BEN’İM” adındaki gücü ve tatlılığı hissedebilecek olan, yalnızca gerçek imanlıdır. Gerçek bir imanlı, kutsanmış Rab İsa’nın ağzından çıkan bu tür beyanların hepsini işitmekten zevk duyar: - “Yaşam Ekmeği Ben’im,” “Dünyanın ışığı Ben’im,” “İyi Çoban Ben’im,” “Diriliş ve Yaşam Ben’im,” “Yol, Gerçek ve Yaşam Ben’im,” “Gerçek Asma Ben’im,” “Alfa ve Omega Ben’im,” “Parlak sabah yıldızı Ben’im.” Özetle, O, tanrısal üstünlüğün ve güzelliğin her adını alabilir ve bunu “BEN’İM” ünvanına ekleyebilir. Böylece İSA’ya bu ünvanın her şeklinde hayran olunabilir, tapılabilir ve ibadet edilebilir.

Görüldüğü gibi, BEN’İM adı, tüm ifade gücünün ötesinde bir güce sahiptir. Her imanlı, bu adın içinde her ne olur ise olsun, kendi ruhsal ihtiyacına tam olarak uyan bir sağlayışa sahiptir. İmanlının çöl yolculuğunda can tecrübesinin ihtiyaç duyacağı her çözüm bu unvan tarafından tanrısal bir şekilde karşılanacaktır. İman ile, “BEN’İM” adına çok basit bir şekilde her ne istiyor ise onu yerleştirebilir ve ihtiyaç duyduğu her şeyi İsa’da bulacaktır. Bu yüzden imanlı ne kadar zayıf ve güçsüz olur ise olsun, İsa’nın adında berekete sahiptir.

Ama Musa’ya, “Beni size BEN’İM olan gönderdi” diyen Tanrı, bu adını seçilmişleri için söyledi; ama yine de konuya imansızlar açısından bakıldığında bile bu adda derin bir ciddiyet, vakar ve gerçeklik mevcuttur. Eğer bir kişi hala günahları içinde ise, yine de bu hayret uyandıran ünvanı işittiği anda, kendisine şu soruları sormaktan kaçınamayacağı kesindir, “Kendisine “BEN, BEN OLAN’ım” diyen bu Varlığın önünde nasıl dururum. Eğer O, bu söylediği Kişi ise, o zaman benim için ne ifade ediyor? Bu ciddi “BEN’İM” adı hakkında benim ne yazmam gerekir?” Ben kendime ait herhangi bir sözcük ile bu karakteristik sorunun ağırlığından ve gücünden çalamam, ama bu konuyu gerçekten araştırma ihtiyacı duyan okuyucumun vicdanını Kutsal Ruh’un yönlendirmesi için dua ederim.

Bu kısmı sona erdirmeden önce imanlı okuyucunun dikkatine sunmak istediğim 15.ayette yer alan ve derin ilgi çeken bir beyana değineceğim: “İsrailliler’e de ki, ‘Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve Yakup’un Tanrısı Yahve gönderdi.’ Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.” Bu ifadede çok önemli bir gerçek yer alır – ağızları ile iman ikrarında bulunan pek çok Hıristiyan’ın unutmuş gibi göründüğü bir gerçek, yani, Tanrının İsrail ile olan ilişkisinin sonsuz bir ilişki olduğu. O, Mısır ülkesini ziyaret ettiği zaman nasıl İsrail’in Tanrısı ise, şimdi de aynı şekilde İsrail’in Tanrısıdır. Ayrıca o zaman İsrail ile nasıl olumlu olarak ilgileniyor ise, şimdi de aynı şekilde yalnızca biraz daha farklı olarak davranmaktadır. Tanrının sözü net ve güçlü vurguya sahiptir: “Sonsuza dek adım bu olacak.” Tanrı, “Adım bir süre için böyle olacaktır” demiyor. Hayır; “adım sonsuza dek bu olacak ve kuşaklar boyunca böyle anılacağım” diyor. Okuyucumu bu konu üzerinde derin düşünmeye davet ediyorum. “Tanrı, önceden bildiği kendi halkından yüz çevirmemiştir.” (Romalılar 11:2) Halkı, itaat etsin ya da etmesin, bir arada bulunsun ya da bulunmasın, sürgüne gönderilsin ya da gönderilmesin, ulusların önünde gizli tutulsun ya da tutulmasın hiç fark etmez; hala O’nun halkıdır. Onlar, O’nun halkıdır ve O, onların Tanrısıdır. Mısır’dan Çıkış 3:15 ayetine karşılık verilemez. İman ikrarında bulunan kilise, Tanrının sonsuza kadar süreceğini söylediği bir ilişkiye karşı bilgisiz kalamaz. Bu “sonsuza kadar” gibi bir ciddi sözcük üzerinde nasıl düşüneceğimiz konusunda uyanık olmamız gerekir. Bu sözün İsrail için uygulandığı zaman, eğer “sonsuza kadar” anlamına gelmediğini söyler isek, o zaman bizim için sonsuza kadar uygulanacağı anlamına geldiğini söyleyecek hangi kanıta sahibiz? Tanrı, ne söylediğini bilir; her zaman da bilecektir ve İsrail ile olan bağlantısının kuşaklar boyunca süreceğini sergileyecektir de. “Tanrının armağanları ve çağrısı geri alınamaz.” Tanrı, “bu ad, sonsuza kadar adım olacaktır” dediği zaman, mutlak bir ifade kullanmıştır. “BEN’İM”, Kendisinin sonsuza kadar İsrail’in Tanrısı olacağını beyan etti. Ve tüm diğer uluslara Tanrının bu beyanı açıklanacak ve bu beyana boyun eğmeleri sağlanacaktır. Ayrıca hepsi Tanrının kendileri hakkındaki ilahi takdirlerini ve yazgılarını bir şekilde öğreneceklerdir. “Yüceler Yücesi, uluslara paylarına düşeni verip insanları böldüğü zaman, ulusların sınırlarını İsrailoğullarının sayısına göre belirledi. Çünkü Rabbin payı kendi halkıdır ve Yakup soyu O’nun payına düşen mirastır.” (Yasanın tekrarı 32:8,9)

Bu ifadenin doğruluğu sona mı ermiştir? Yehova “payından” vazgeçmiş ve “payına düşen mirası” teslim mi etmiştir? O’nun harika sevgi ile dolu gözleri artık İsrail’in dağılmış oymaklarına bakmamakta mıdır? Yeruşalim’in duvarları artık O’nun gözünün önünde değil midir? Ya da halkı O’nun gözünde artık değerli değil midir? Bu sorulara yanıt vermek istediğimiz takdirde, Eski Antlaşma’nın çok büyük bir kısmını ve Yeni Antlaşma’nın büyük bir kısmını alıntı olarak kullanmamız gerekecektir. Ancak böyle bir konuya tam olarak değinmemiz burada mümkün değildir. Bu bölümü sona erdirir iken söyleyeceğim tek şey yalnızca şu olacaktır, “Kardeşler, bilgiçliğe kapılmamanız için şu sırdan habersiz kalmanızı istemem: İsraillilerden bir bölümünün yüreği, öteki uluslardan kurtulacakların sayısı tamamlanıncaya dek duyarsız kalacaktır. Sonunda bütün İsrail kurtulacaktır.” (Romalılar 11:25,26)


1   Okuyucum gerçekten yararlı bilginin değerinden ya da zihinsel güçlerin uygun kültüründen net bir anlayış elde edebilsin diye yukarıda belirtilen düşüncenin tasarısından bir an için etkilendi diye düşünelim. Bu, mümkün değildir. Örneğin, eğer bir anne baba çocuğunun zihnini yararlı bilgi ile doldurması için izin verir ise, ona mümkün olan her şeyi öğretebilir ve daha sonra Efendisinin hizmetine dönmesi için onu bırakır. Çocuk imanlı yolunda yürümek için her öğrendiğini “bir kenara bırakacaktır.” Işık ve karanlık arasındaki farkı anlaması için onu on yıl bir kömür madenine kapattığınızı varsayalım; bir işe yaramayacaktır. Mesih’in sürüsünü gütmek için hazırlanmak, Tanrının sözlerini yorumlamak için uygun hale gelmek, putperest mitolojinin çamurlu etkilerinden sıyrılarak temizlenmek, insan bilgisi ya da çabaları ile değil, ancak Tanrının sözü ve Kendisi ile baş başa kalmak ve Kutsal Ruh’un işleyişine teslim olmakla mümkün olacaktır.

Mısır’dan Çıkış 4

Bizden hala Horev dağının eteklerinde, “çölün arka kısmında dolaşmamız” istenmektedir. Ve bu yerin havası gerçekten de ruhsal gelişim açısından en sağlıklı havadır. İnsanın imansızlığı ve Tanrının bol lütfu, burada çarpıcı bir şekilde ortaya konmaktadır.

Musa, “Ya bana inanmazlarsa?” dedi. “sözümü dinlemez, Rab sana görünmedi derler ise, ne olacak?” İnsan yüreğinin imansızlığını yenmek ne kadar da zordur! İnsan Tanrıya güvenmek konusunda ne kadar da zorlanır! Yehova’nın kesin vaatlerine inanmakta ne kadar yavaş davranır. Doğal insan her zaman böyledir. İnsan gözünün görebildiği herhangi bir şey, göz ile görünmeyen “Çağların Kayası’ndan” daha güvenli görünür. Doğal kişi, Tanrının “diri sularının kaynaklarına” gitmek yerine, “çatlak su sarnıçlarının çamurlu sularına” gider.

Statue from Luxor, Egypt
Statue in Luxor, Egypt

Musa’nın korkularından kurtulması için gerekli olan yeterince şey gördüğünü ve işittiğini düşünebiliriz. Yanan ama çalıyı tüketmeyen ateş, bol lütuf, değerli ünvanlar, tanrısal görev, tanrısal varlığın onunla birlikte olacağı güvencesi; tüm bunların kaygılı her düşünceyi yok etmesi ve yüreğe güvence sağlaması gereklidir. Ama buna rağmen Musa yine de hala sorular sorar ve Tanrı da onu yanıtlamaya devam eder ve belirtmiş olduğumuz gibi, birbiri ardına sorulan her soruya sürekli olarak taze bir lütuf ile karşılık verir. “Rab Musa’ya, ‘elinde ne var?’diye sordu. Musa, ‘Değnek’ diye yanıtladı.” (ayet2) Tanrı Musa’yı olduğu hali ile alacak ve onun elindeki değneği kullanacaktı. Musa’nın Yitro’nun sürüsünü gütmek için kullandığı değnek, Tanrının İsrailini kurtarmak için kullanılacaktı. Mısır ülkesi cezalandırılacak ve Rabbin kurtardıklarının geçmeleri için derin sularda yol açılacaktı ve daha sonra çölde aynı değnek İsrailin susamış konuklarını tazelemek için bir kayaya vurularak kayadan su çıkartmak için işe yarayacak idi. Tanrı, en kudretli amaçlarını gerçekleştirmek için en zayıf ya da güçsüz araçları kullanır. Bu zayıf araçlar Tanrı tarafından kullanıldıkları zaman atandıkları görevi yerine getireceklerdir. İnsanlar, görkemli sonlara görkemli araçlar ile ulaşılacağını sanırlar. Ama Tanrı bu şekilde çalışmaz. O, bir bitki kurdunu, kızgın güneşi, doğudan esen rüzgarı ve her şeyi kendi amaçları için kullanabilir (bakınız Yunus).

Ama Musa’nın hem değnek hem de o değneği kullanacak olan el hakkında büyük bir ders öğrenmesi gerekiyordu. Hem onun öğrenmesi hem de insanların ikna olmaları gerekiyor idi. “Rab, ‘onu yere at’ dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı. Ve Rab Musa’ya, ‘elini uzat, kuyruğundan tut’ dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca, yılan yine değnek oldu. Rab, ‘bunu yap ki, ataları İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un Tanrısı Rabbin sana göründüğüne inansınlar’ dedi.” Bu, çok güçlü bir belirtidir. Değnek bir yılan oldu ve o zaman Musa yılandan kaçtı. Ama Yehova kendisine yılanı kuyruğundan tutmasını söylediği zaman yılan yine değnek oldu. Burada anlatılmak istenen gerçek, şeytanın gücünün kendisine karşı çevrildiği gerçeğidir. Bu konu, Tanrının tüm yollarında görülen bir gerçeğe değinmektedir. Bu, Musa için bile çarpıcı bir örnek oldu. Yılan kesinlikle Mesih’in elinin altındadır. Ve şeytan tüm kötülüklerinin en yüksek noktasına ulaştığı zaman, ateş gölüne atılacaktır ve orada sonsuzluğun sayısız çağları boyunca yaptığı kötülüklerin karşılığını görecektir. O eski yılan, suçlayıcı ve düşman Tanrının Meshettiği’nin değneği altında sonsuza kadar ezilecektir.

“Sonra, insanın son düşmanı O’nun değneğinin altında yenik düşecektir;
Hallelulja! Mesih Tanrı’da, Tanrı Mesih’te!”

“Ve sonra, Rab Musa’ya, ‘elini koynuna koy’ dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuş idi. Rab, ‘elini yine koynuna koy’ dedi. Musa, elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli yine eski haline dönmüştü.” Cüzamlı el ve cüzamlı elin temizlenmesi bize günahın ahlaki etkisini açıklar ve aynı zamanda Mesih’in tamamladığı mükemmel iş ile günahın nasıl ortadan kaldırıldığını da gösterir. Koyna konulan temiz el, cüzamlı ele dönüşür ve yine koyna konulan cüzamlı el temiz hale gelir. Cüzam hastalığı günah konusunda verilen iyi bilinen bir örnektir. Günah ilk insan ile dünyaya girdi ve ikinci İnsan ile ortadan kaldırıldı. “Ölüm bir insan aracılığı ile geldiğine göre, ölümden diriliş de bir insan aracılığı ile gelir.” (1.Korintliler 15:21) bir insan mahvetti,İkinci insan kurtuluş getirdi; bir insan mahkum etti, diğeri bağışlama getirdi; bir insan günahlı yaptı, Diğeri akladı; bir insan dünyayı ölüm ile doldurdu, Diğer insan ise ölümü yendi ve yok etti ve dünyaya yaşam, doğruluk ve yücelik getirdi. Bu nedenle, yılanın kendisi yalnızca sonsuza kadar yenilgiye uğratılmak ile kalmadı, ama aynı zamanda onun iğrenç planlarının hepsi bozuldu; Rab İsa, kefaret eden kurban oldu ve böylelikle  “şeytanın kötü planlarını çarmıhta bozguna uğrattı.”

“Rab, ‘eğer sana inanmaz ve ilk belirtiyi önemsemezler ise, ikinci belirtiye inanabilirler’ dedi. ‘Bu iki belirtiye de inanmaz ve sözünü dinlemezler ise, Nil’den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönüşecek.” (Mısırdan Çıkış 4:8,9) Bu olay, tanrısal tanıklığa boyun eğmeyi reddettikleri takdirde başlarına gelecek olan şeyin en ciddi ve etkili örneğidir. Bu belirti, yalnızca diğer ilk iki belirtiyi reddettikleri takdirde gerçekleşecek idi. Bu, önce İsrail için bir belirti ve daha sonra Mısır’ın üzerine gelecek olan belayı ima eden belirti olacak idi. (Mısır’dan Çıkış 7:17 ayeti ile kıyaslayın)

Ama her şeye rağmen tüm bu işittiği sözler Musa’nın yüreğini yine de tam olarak tatmin etmedi. Ve Musa Rabbe, “Aman ya Rab!’ dedi, ‘ben kulun ne geçmişte, nede benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.” Ne müthiş bir geri çekilme! Şükürler olsun ki, Yehova’nın sınırsız sabrı bu karşılığa katlandı. Tanrının Kendisi, “Ben, seninle olacağım” dedikten sonra, gerekli olan her ihtiyaç için destek, güvenli bir şekilde verilmişti. Eğer bu hizmet için iyi bir konuşmacı olmak gerekse idi, Musa, BEN’İM’den her tür gerekli vaadi almış idi. Tanrı, iyi ve güzel konuşma, bilgelik, kudret, enerji ve gerekli olan her iyi şeyin tükenmez kaynağıdır. “Rab, ‘Kim ağız verdi sana?’ dedi. Şimdi git! Ben sana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim.” İşte Tanrıya yakışan engin, hayran bırakan ve eşsiz lütuf! Rab Tanrımızın tüm zorlukları aşan sabırlı lütfu gibi bir lütfa sahip olan kimse olamaz! O’nun lütfu ve sabrı, bize pek çok ihtiyaç ve zayıflığımızda destek olmaya fazlası ile yeterlidir. “BEN RAB’BİM” ifadesi, dünyasal yüreklerimizdeki insan mantığını sonsuza kadar susturması gerekir. Ama heyhat! Bu mantığın düşüncelerinin susturulması çok zordur. Hiç durmadan esenliğimizi rahatsız etmek için tekrar tekrar yükselirler ve Kendisini özünün tüm doluluğu ile ihtiyaçlarımıza uygun olarak kullanılması için feda eden Tanrımızın onurunu lekelerler.

Rab bizimle beraber olduğu zaman, kusurlarımız ve zayıflıklarımız O’nun her konuda yeterli olan lütfunu ve mükemmel sabrını göstermesi için birer fırsat haline gelirler. Eğer Musa bunu hatırlamış olsa idi, iyi bir konuşmacı olmadığı için canını bu kadar çok sıkmazdı. Elçi Pavlus bu gerçeği öğrenmiş olduğunu şu sözler ile ifade eder: “Mesih’in gücü içimde bulunsun diye, güçsüzlüklerim ile sevinerek daha çok övüneceğim. Bu nedenle Mesih uğruna güçsüzlükleri, hakaretleri, zorlukları, zulümleri ve darlıkları sevinç ile karşılıyorum, çünkü ne zaman güçsüz isem o zaman güçlüyüm.” (2.Korintliler 12:9,10) Bu ifade, elbette ancak Mesih’in okulunda ileri bir sınıfa ulaşmış olan biri tarafından söylenebilir. Ve bu biri, iyi bir konuşmacı olmadığı için bundan rahatsızlık duymamayı öğrenmiş biridir; o, Rab İsa Mesih’in değerli lütfunda ihtiyacın her türlü tanımına yanıt bulmuş olan bir imanlıdır.

Bu gerçek ile bilginin Musa’yı korkaklığından ve çekingenliğinden kurtarması gerekir idi; Rab, Musa’ya ne söyleyeceğini öğreteceği konusunda böylesine lütufkar bir şekilde güvence verdiği zaman, Musa’nın zihninin ve yüreğinin bu konuda rahatlamış olması gerekir idi. İnsanın ağzını Yaratan, o ağzı, gerektiği takdirde en iyi sözler ile doldurabilir idi; bu çok basit bir şekilde ifade edilecek olur ise, imanın sağlayacağı hükümdür. Ama heyhat! Kuşku duyan, zavallı yürek, dilini Yaratan’a güvenmek yerine, yaratılmış olan bir dile güvenmeyi seçiyor. Eğer doğal yürek konusunda bilgi sahibi olmasa idi, o zaman, bu durumu anlayamaz idik. Doğal yürek, Tanrıya güvenemez ve bu yüzden Tanrının halkı bile, doğal benlikleri tarafından bir ölçüde de olsa acı çektikleri zaman, diri Tanrı’ya karşı, O’nu hor gören böyle bir güvensizlik eksiği gösterirler. Bu nedenle, önümüzdeki bu olayda Musa’nın hala söylendiğini görmekteyiz. “Aman ya Rab, benim yerime ne olur başkasını gönder!” Musa, bu sözleri ile, Yehova’nın İsrail için Mısır’a göndereceği tek elçi olma onurunu reddetmiş olmakta idi.

Hiç kuşkusuz Tanrı önündeki alçakgönüllülük lütfun kabul edildiğini gösteren bir davranıştır. “Alçakgönüllülük giyinmiş olmak” tanrısal bir özelliktir. Ve alçakgönüllülük hiç şüphesiz, lütfu hak etmeyen bir günahkarın giyebileceği en uygun elbisedir. Ama Tanrı tarafından atanılmış bir görevi reddetmek ya da O’nun bizim için çizmiş olduğu bir yoldan yürümeyi kabul etmemek, alçakgönüllülük olarak adlandırılamaz. “Rabbin Musa’ya öfkelendiğini” okuduğumuz için Musa’nın bu davranışının alçakgönüllülük olmadığı aşikar bir gerçektir. Alçakgönüllülük olmadığı gibi, aynı zamanda zayıflık sınırlarını dahi aşmış olan bir davranıştır. Yoğun bir korkaklık görünümündeki bu davranışa anlaşılması her ne kadar zor olsa da, Tanrının sınırsız lütfu ile karşılık verildi. Ve Musa’ya yenilenmiş güvenceler verildi. Ama konu imansızlık karakteri ve yüreğin yavaşlığı olduğu zaman, Yehova’nın adil hoşnutsuzluğu söz konusu oldu ve Musa, tanıklık ve kurtuluş işindeki tek aracı olmak yerine bunu kardeşi Harun ile paylaşmak zorunda kaldı.

Tanrıyı en çok hor gören ve bizim için en tehlikeli olan şey, sahte bir alçakgönüllülüktür. Belirli erdemlere ya da özelliklere sahip olmadığımız için Tanrı lütfunun bizim için atamış olduğu bir konum ile meşgul olmayı reddettiğimiz zaman, bu alçakgönüllülük değildir; bu konum ile ilgili bize verilmiş olan ünvanı kabul etmemiz gerekir. Örneğin eğer Musa, ihtiyaç duyduğu böyle bir iyi konuşmacı özelliğine sahip olmuş olsa idi, o zaman gitmek için hazır olduğunu söyleyeceğini düşünürdük. Şimdi sorulması gereken soru, onun bu görevi yerine getirmesi için ne kadar iyi bir konuşmacı olması gerektiğidir? Yanıt şudur: Tanrı olmaksızın hiçbir insanın iyi konuşması yeterli olamaz; ama kekeme olan bir kişi bile Tanrı ile etkin bir görevli haline geleceğini kanıtlamıştır.

Bu, uygulamada gerçekten doğru olan bir durumdur. İmansızlık alçakgönüllülük değildir, yalnızca gururdur. İnsan kendisinde inanmak için bir neden bulamadığından dolayı Tanrıya inanmayı reddeder. Bu, küstahlığın en yüksek derecesidir. Eğer, Tanrı konuştuğu zaman, O’na bendeki bir şeyden dolayı inanmayı reddeder isem, O’nu bir yalancı yapmış olurum. (1.Yuhanna 5:10) Tanrı, sevgisini beyan ettiği zaman ve ben kendimi buna yeterince layık biri olmadığımı düşünerek bu sevgiyi reddettiğim zaman, Tanrıyı bir yalancı durumuna sokmuş ve yüreğimdeki kalıtımsal gururu sergilemiş olurum. Oysa Tanrı beni sonsuz ölümden kurtarmak için biricik Oğlu’nu esirgemedi; Tanrı beni sevdiği için dünyaya geldi; benim çaresizliğim nedeni ile Kendi taleplerini Kendisi yerine getirdi; Tanrı beni sevdiği için Mesih çarmıhta benim yerime geçip bana kefaret etti; yasanın lanetini kırarak bana Kendi bereketlerini verdi. Ben bunları hak etmedim, ama Mesih benim yerime geçerek benim için hak etti. Mesih çarmıhta günahkarın yerini aldı, öyle ki, günahkar yücelikte O’nun yerini alabilsin. Mesih günahkarın hak ettiğini aldı, öyle ki, günahkar Mesih’in hak ettiğini alabilsin. Bu şekilde, benlik tamamen bir kenara bırakılmış olur ve gerçek alçakgönüllülük budur. Çarmıhın cennet tarafına ulaşmadığı sürece hiç kimse gerçekten alçakgönüllü olamaz; ama orada tanrısal yaşamı, tanrısal doğruluğu ve tanrısal iyiliği bulur. Kendisinden bir iyilik ya da doğruluk bekleme konusunda artık sonsuza kadar umudunu kesmiştir. Ve artık Rab İsa’dan beslenmeye başlar. Sonsuz çağlar boyunca tüm verende yankılanacak olan şu feryada artık ahlaki açıdan katılmak için hazırdır. “Bizi değil, ya Rab, bizi değil, Kendi adını yücelt!” (Mezmur 115:1)

Musa gibi çok onurlandırılan bir hizmetkarın hataları ya da zayıflıkları üzerinde fazla zaman geçirmek uygun bir davranış değildir; çünkü şöyle yazılmıştır: “Musa, gelecekte söylenecek sözlere tanıklık etmek için Tanrının bütün evinde bir hizmetkar olarak sadık kaldı.” (İbraniler 3:5) Musa’nın koşullarında bizim Musa’dan farklı davranmayacağımızı nereden bilebiliriz? Bu yüzden, onu eleştirmek yerine onun yaşadığı koşullardan ders almamız daha uygun olur. Kendimizi yargılamayı, O’nun bizim içimizde, aracılığımız ile ve bizim için çalışabilsin diye, benliği bir kenara bırakmayı ve Tanrıya güvenmeyi öğrenmemiz gerekir. Gücün gerçek sırrı, burada yatar.

Musa’nın Tanrının gerçekleştirmek üzere olduğu o görkemli kurtarış işinde tek aracı olmayı reddettiğini daha önce belirttik. Ama söylemek istediklerimizin hepsi bu değil idi. “Rab Musa’ya öfkelendi ve ‘ağabeyin Levili Harun var ya!’ dedi. Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.  Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim. O, senin yerine sana sözcülük edecek, senin yerine halk ile konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın. Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin.” (Mısır’dan Çıkış 4:14-17)

Bu bölüm, çok değerli bazı pratik eğitimler içeren zengin bir maden gibidir. Musa’nın korkaklığından ve tereddüdünden söz ettik; tanrısal lütfun kendisi için donatmış olduğu çeşitli vaat ve güvenceler önünde çekimser kaldı. Ve şimdi kendisi gibi bir insan olan kardeşi Musa’nın ağzından farksız bir ağza sahip idi ve Musa Tanrı ile işbirliğini kabul edip Mısır’a gitmek yerine kendisi gibi zavallı bir ölümlünün işbirliğine güvenip gitmeye oldukça hazır hale geldi; oysa Tanrı ona defalarca kendisi ile birlikte olacağını vaat etmesine ve ona yardım edeceğini garanti etmesine rağmen gitmeye hazır hissedememişti.

Ah, okuyucum, tüm bunlar, içinde sizin ve benim yüreklerimizin yansıtıldığı bir aynayı gözlerimizin önüne koymuyor mu? Gerçekten de bu ayna gözlerimizin önünde. Bizim gibi zayıf bir ölümlünün desteğine ve beraberliğine sahip olduğumuz zaman, cesaretli bir karar ile harekete geçeriz. Ama Efendimizin bize sevinç veren yüzünün ışığına ve destek sağlayan her şeye gücü yeten kolunun kudretine sahip olduğumuz zaman ise değişken davranıyor, tereddüt ediyor ve güvenmiyoruz. Bu durumun bize Rabbin önüne çok derin bir alçakgönüllülük sağlaması ve O’nu tam olarak tanıma arzusu uyandırması gerekir. Öyle ki, O’na daha net bir şekilde güvenebilelim ve kaynağımız ve payımız olarak yalnızca O’na sahip olarak daha sağlam adımlar ile yürüyebilelim.

Bir erkek kardeşin paydaşlığının çok değerli olduğuna hiç kuşku yoktur. “İki kişi bir kişiden iyidir” – çalışırken de, dinlenirken de, ya da çatışma halinde. Rab İsa öğrencilerini gönderir iken, onları ikişer ikişer gönderdi – çünkü birlik her zaman teklikten iyidir – yine de, eğer Tanrı ile olan kişisel tanışıklığımız, O’nun bizimle birlikte olduğuna dair deneyimimiz sadece O’nunla yürümemiz açısından daha iyidir; bir erkek kardeşin beraberliğinden Tanrının beraberliğine kıyasla çok daha az yarar görürüz. Burada küçük bir hatırlatma yapalım; Musa’yı tatmin etmiş gibi görünen Harun, daha sonra altın buzağı yapımına önderlik eden kişi olmuştur. (Mısır’dan Çıkış 32:21) sık sık başımıza gelen bu olaydan alınacak ders şudur: gelişmemiz ve başarımız için beraberliğine ihtiyaç duyduğumuz kişi, daha sonra yüreklerimizdeki en derin üzüntü kaynağı haline gelen kişi olduğunu kanıtlar. Bunu her zaman aklımızda tutalım!

Ama yine de Musa, gitmeye razıdır. Ama görevi için tam olarak donatılmadan önce, bir diğer derin uygulamadan geçmesi gerekir. Evet, Tanrının elinin onun doğası üzerine ölüm hükmü yazması lazımdır. Musa, “çölün arka kısmında” çok önemli dersler öğrenmiş idi, ama yine de “bir konaklama yerinde kalmak” aracılığı ile daha da önemli dersler öğrenmeli idi. Rabbin hizmetkarı olmak kolay bir iş değildir. Sıradan hiçbir eğitim bir insanı böyle bir konum için hazırlayamaz. Doğa, ölüm konumuna getirilmeli ve orada tutulmalıdır. “Ölüme mahkum olduğumuzu içimizde hissettik. Ama bu, kendimize değil, ölüleri dirilten Tanrıya güvenmemiz için oldu.” (2.Korintliler 1:9) Başarılı her hizmetkar bu konuda bir şeyler bilmeye ihtiyaç duyacaktır. Musa da kendi deneyimi içinde bu konuma çağrıldı; ahlaki açıdan göreve hazırlandı; derin bir ciddiyet taşıyan şu mesajı firavunun kulaklarına iletmek üzere idi, “RAB şöyle diyor:’ İsrail benim oğlumdur, ilk doğanımdır ve sana söylüyorum, bırak oğlumu gitsin, gitsin ki bana hizmet etsin ve eğer onun gitmesine izin vermezsen ben de senin oğlunu, ilk doğan oğlunu vuracağım.” Musa’nın, firavuna ileteceği mesaj böyle idi; bir ölüm mesajı, bir yargı mesajı. Ve aynı zamanda İsrail’e de bir mesajı vardı; bu mesaj bir yaşam ve kurtuluş mesajı idi. Ama tekrar hatırlayalım ki, mesajı iletecek olan kişi, ölümü ve yargıyı, yaşamı ve kurtuluşu Tanrı adına iletecek idi, bu nedenle tüm bu mesajları kendi canında uygulamalı olarak yaşaması gerekiyor idi.  Aynı şey Musa için de geçerli oldu. Olayın ilk başlangıcında onu ölüm konumunda gördük, ancak bu, kendi kişiliğinde ölüm deneyimine girmekten farklı bir şey idi. Bu nedenle, şunları okuruz: “Rab, yolda bir konaklama yerinde Musa ile karşılaştı, onu öldürmek istedi. O anda Sippora keskin bir taş alıp oğlunu sünnet etti, derisini Musa’nın ayaklarına dokundurdu. ‘Gerçekten sen bana kanlı güveysin’ dedi. Böylece Rab Musa’yı esirgedi. Sippora Musa’ya sünnetten ötürü ‘Kanlı güveysin’ demiş idi. Bu bölüm, bizi Musa’nın kişisel ve ailesi ile ilgili öyküsünde yer alan derin bir sırra ortak eder. Sippora’nın yüreğinin bu noktada bıçak kullanmaktan kaçınmadığı aşikardır; Sippora daha önce Tanrının İsrailinin her üyesinin bedeninde yer alması gereken bu belirtiden sakınmıştı, Musa ile olan ilişkisinin doğal olana ölmesini kapsadığından haberdar değil idi. Sippora çarmıhtan önce yaşamıştı. Bu yaptığı doğaldı. Ama bu konuda Musa Sippora’ya boyun eğmiş idi ve bu bize konaklama yerindeki gizemli olay hakkında açıklama verir. Eğer Sippora oğlunu sünnet etmeyi reddetse idi, o zaman Yehova’nın eli Sippora’nın kocasının üzerine uzanacak idi ve eğer Musa karısının duygularına göre hareket etse idi, Yehova “Musa’yı öldürmek isteyecek” idi. Ölüm hükmünün doğanın üzerinde yazılması gerekir ve eğer bir şekilde bundan kaçınmaya kalkar isek, bir başka durumda yine aynı olay ile yüz yüze geleceğimiz kesindir.

Daha önceden de belirtildiği gibi Sippora, kilisenin eğitici ve ilginç bir örneğini teşkil eder. Sippora, Musa’nın reddedilişi dönemi boyunca Musa ile birleşti ve biraz önce alıntı yapılan bölümde kilisenin, Kanı aracılığı ile bağlı olduğu Mesih’i tanımaya çağrıldığını öğreniriz. Kilise için O’nun kasesinden içmek ve O’nunla vaftiz olmak bir ayrıcalıktır. Kilise O’nunla çarmıha gerildiği için O’nun ölümüne benzemesi gerekir; bedenin üyelerini ölüme teslim etmek, her gün çarmıhı yüklenmek ve O’nu izlemek. Kilisenin Mesih ile olan ilişkisinin temeli O’nun kanıdır ve bu ilişkinin gücünün gösterilmesi için konuya doğanın ölümünün dahil edilmesi gereklidir. “Siz de her yönetimin ve hükümranlığın başı olan Mesih’te doluluğa kavuştunuz. Ayrıca Mesih’in gerçekleştirdiği sünnet sayesinde bedenin benliğinden soyunarak el ile yapılmayan sünnet ile O’nda sünnet edildiniz. Vaftizde O’nunla birlikte gömüldünüz, O’nu ölümden dirilten Tanrının gücüne iman ederek O’nunla birlikte dirildiniz.” (Koloseliler 2:10-12)

Kilisenin Mesih ile olan yeri hakkındaki öğretiş budur – kilisenin ve kilisenin her üyesinin sahip olduğu zengin ayrıcalıkları açıklayan bir öğretiş. Özetleyecek olur isek, dahil olanlar şunlardır: günahın tam bağışlanması, tanrısal doğruluk, tam kabul edilme, sonsuza kadar kalıcı güvence ve Mesih’in tam yüceliği içinde O’nunla tam bir paydaşlık. “O’nda doluluğa kavuştunuz.” Bu ifade, kesinlikle her şeyi açıklamaktadır. Doluluğa sahip, tam ya da eksiği olmayan bir kişiye ne eklenebilir ki? İnsanların geleneği, dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefe, boş ve aldatıcı sözler, yiyecekler, içecekler, kutsal günler, bayramlar, Yeni Ay ya da Şabat Günü gibi konularda hiç kimse onu yargılayamaz; “şunu elleme”, “şunu tatma”, buna dokunma” gibi insan buyrukları ve öğretişleri, günler, aylar, zamanlar ve yıllar.. tüm bunlardan bir tanesi ya da hepsi bir arada Tanrının “doluluğu kavuşmuş” olduğunu beyan ettiği birine hiç bir ekleme yapamaz. Aynı zamanda şunu da hatırlayalım; Tanrı insanı altıncı günün bitiminde yarattı ve yaratma işlemini tamamladıktan sonra onun “çok iyi” olduğunu söyledi.

Bu doluluğun hiç bir şekilde bir başarı konusu olarak görülmemesi gerekir ya da henüz ulaşamamış olduğumuz ama ulaşmak için gayret göstererek mücadele etmemiz ve sahip olmamız gereken bir şey değildir bu doluluk; bir ölüm döşeğinde yatar iken ya da bir yargı kürsüsünün önünde dururken de ona sahip olduğumuzdan emin olamayız. Bu doluluk, Tanrının en güçsüz en deneyimsiz ve en zayıf çocuğuna lütfedilmiş paydır. Kutsalların en düşkünü bile bu paya sahiptir. Tanrının tüm halkı “Mesih’te doluluğa kavuşmuştur. Elçi bu konuda, “doluluğa kavuşacaktır”, “kavuşabilir”, “umarım kavuşur”, ya da “kavuşması için dua eldim” gibi ifadeler kullanmamıştır. Hayır, Kutsal ruh aracılığı ile mutlak bir beyanda bulunur; “doluluğa kavuştunuz!” Bu, bir imanlının gerçek özelliğidir ve Tanrının insan için hedeflediği amaç budur: “Mesih’te doluluğa kavuşması!”

Ancak bu durumda bazı kişiler şu tür sorular sorabilirler: “Hiç günahımız, başarısızlığımız ya da günahımız yok mu?” Hiç kuşkusuz var. “Günahımız yok dersek, kendimizi aldatırız ve içimizde gerçek olmaz.” (1.Yuhanna 1:8) İçimizde günah vardır, ama üzerimizde günah yoktur. Ayrıca, kendimizde durmayız, Mesih’te dururuz. “Doluluk” halimiz O’nda olduğumuz içindir. Tanrı, imanlıyı Mesih’te, Mesih ile birlikte ve Mesih olarak görür. Bu imanlının değişmez konumu ve sonsuza kadar kalıcı olan duruşudur. Benliğin günahlarının bedeni, “Mesih’in elle yapılmayan sünneti ile kesilmiştir.” Her ne kadar benlik imanlının içinde olsa da, imanlı benliğin içinde değildir. İmanlı yeni ve sonsuz bir yaşamın içinde Mesih ile birleşmiştir ve bu yaşam, imanlının Tanrının önünde durduğu tanrısal doğruluk ile ayrılması imkansız bir şekilde bağlıdır. Rab İsa Mesih, bir zamanlar imanlıya karşı olan her şeyi kesip atmıştır ve O’nu Tanrı’ya  yaklaştırmıştır. Tanrı da imanlının bu konumundaki yakınlığından keyif alır. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, Mesih, imanlının doğruluğudur. Bu gerçek, her soruyu yanıtlar, her itirazı siler atar ve her kuşkuyu yok eder. “Çünkü hepsi – kutsal kılan da kutsal kılınanlar da – aynı Baba’dandır.” (Koloseliler 2:11)

Gerçeğin ön çizgisi, bize Musa ve Sippora arasındaki ilişkide sunulan çok ilginç bir örnekten ortaya çıkmıştır. Şimdi artık bu bölümü sona erdirmek ve önemli dersleri ve kutsal etkileri nedeni ile Mesih’in her hizmetkarı ve diri Tanrının her elçisi için çok elzem olmasına rağmen, “çölün arka kısmından” ayrılmak için acele etmeliyiz. Ya müjde yayma gibi önemli bir görevde ya da Tanrının evi, yani kilise ile ilgili çeşitli hizmetlerde etkili bir şekilde hizmet edecek olan herkesin Musa’nın Horev dağının eteklerinde ve “bir konaklama yerinde” öğrendiği değerli dersleri alması gerekecektir.

Eğer tüm bu yukarıda anlatılanlar imanlıların yaşamlarında uygun şekilde gerçekleşmiş olsalar idi, o zaman görev için asla uygun olmadıkları ve gönderilmedikleri halde hizmet alanlarına koşan imanlılar olmazdı. Vaaz etmek, öğretmek, öğüt vermek ya da herhangi bir şekilde hizmet etmek için istekli olanlar, lütfen ciddi bir şekilde uygun olup olmadıklarını, yeterince öğretişe sahip olup olmadıklarını ve Tanrı tarafından gönderilip gönderilmediklerini araştırsınlar. Eğer Tanrı tarafından gönderilmediler ise, o zaman imanlıların işine ne Tanrı sahip çıkacaktır ne de bu işin insanlara bir yararı olacaktır, böyle bir iş ne kadar erken bitirilir ise o kadar iyi olur, hem imanlı hem de onu dinleyen kişi ağır bir yükten kurtulmuş olurlar. Ne başka insanlar ne de insanın kendisi tarafından atanan bir hizmet Tanrının kilisesine uygun bir hizmet olmayacaktır. Her şeyin Tanrı tarafından verilen bir armağan, tanrısal bir öğretiş ve tanrısal gönderilme ile başlaması gerekir, ancak o zaman görev başarılı olacaktır.

“Ve RAB Harun’a, çöle gitmesini ve Musa ile buluşmasını söyledi. Harun gitti ve Tanrının dağında Musa ile buluştu ve onu öptü. Ve Musa Harun’a Rabbin, kendisine söylemiş olduğu sözlerin hepsini söyledi ve buyurmuş olduğu tüm belirtileri anlattı. Bu görüşme sahnesi çok sade ve güzeldi; tatlı kardeş sevgisini ve beraberliği yansıtıyordu. Daha sonra bu iki adamın çöldeki yaşamları sırasında tecrübe edecekleri ilişkiler bu sahnelerden oldukça farklı olacak idi. Çölde geçirilen kırk yılın insanlarda ve değerlerde büyük değişikliklere neden olacağı kesindir. Ama yine de çöl yaşamının katı gerçeklerine girmeden önce, imanlıların ilk günlerindeki rotalarının üzerinde zaman geçirmek hoştur. Çöl yaşamı her koşulda, sıcak ve cömert duyguların akışlarına engel olur ve aldatma, çürüme ve ikiyüzlülük yüreğin güven kaynaklarını kurutmadan ve tüm ahlaki varlık kuşku uyandıran huyların etkisi altına girmeden çölde bulunmak zaten imkansızdır.

Pek çok olayda yılların deneyimi aracılığı ile, bu tür sonuçlar ile karşılaşılmıştır; bu doğrudur. Doğayı, dünyanın sağladığı ışıktan daha net bir ışık ile görmesi için gözleri açılmıştır, ama buna rağmen Tanrının bağrından akan lütfun enerjisi ile kuşağına hizmet ettiği için mutludur. İnsan yüreğindeki derinlikleri ve fırtınaları kim İsa’nın bildiğinden daha iyi bilebilir? “ama İsa bütün insanların yüreğini bildiği için onlara güvenmiyordu. İnsan hakkında kimsenin O’na bir şey söylemesine gerek yok idi, çünkü kendisi insanın içinden geçenleri biliyordu.” (Yuhanna 2:24,25) O, insanı öyle iyi tanıyordu ki, ona güvenmesi mümkün değil idi. İnsanların sözlerine güvenemezdi, davranışlarını ciddiye alamazdı. Ama buna rağmen O’nun gibi lütufkar olan kimse var mıdır? Kim O’nun kadar sevecen, yumuşak huylu, şefkatli olabilir ve O’ndaki sempati duygularına kim sahip olabilir? Her şeyi anlayan bir yürek ile, herkesin duygularına yakınlık duyabiliyordu. İnsanlar hakkında sahip olduğu mükemmel bilgi, O’nu insan ihtiyacını karşılamaktan uzak tutmadı. “Her yanı dolaşarak iyilik yapıyordu.” Neden? Çünkü, Tanrı O’nunla birlikte idi. (Elçilerin İşleri 10:38) Bu, bizim verdiğimiz bir örnektir. Bu örneği izleyelim; bunu yaparken her ne kadar yolun üstündeki her adımda benliğin üzerine basmamız gerekse bile.

Herkese koyu kuşku dolu bakışlar ile bakan bir bilgeliği, doğal bilgiyi, insanları bencillikle yönlendiren bir yüreğin deneyimlerini kim arzu eder? Göksel ya da mükemmel bir doğanın bu tür bir sonucun peşinden gitmeyeceği kesindir. Tanrı, bilgelik verir, ama bu yüreği insan ihtiyacına ve üzüntüsüne karşı kilitleyen bir bilgelik değildir; doğal bilgi sağlar, ancak bu bilgi, yanlışlıkla bizim olarak adlandırdığımızı bencil bir gayret ile kavramamıza neden olan bir bilgidir. Tanrı tecrübe verir; ama bu tecrübe kendimi ön planda tutmam ile sonuçlanmaz. Eğer İsa’nın ayak izlerinden yürüyor isem, bu şekilde O’nun üstün ruhunu sergiliyor isem, kısaca, “benim için yaşamak, Mesih’tir” diyebilirim; sonra dünyanın ne olduğu hakkında bilgi sahibi olarak dünyada dururum; insan ile iletişim kurduğum zaman, ondan ne beklediğimi bilirim; lütuf aracılığı ile her koşulda Mesih’i sergileyecek güce sahibim. Beni harekete geçiren kaynaklar ve beni ilgilendiren değerlerin hepsi yukarıdadır; O’nun bulunduğu yerdedir; “O, dün, bugün ve sonsuza kadar aynıdır.” (İbraniler 13:8) O sevgili ve onurlu hizmetkarın yüreğini destekleyen öykü ile, bizi derin ve sağlam bilgi ile donatmıştır. Musa’nın çölün zor koşullarına rağmen dayanması aldığı dersler sayesinde mümkün olmuştur. Ve her şey sona erdiği zaman, kırk yılın bilgisi ve denemesi ile Musa Hor dağında durduğu zaman, erkek kardeşini aynı en başta kucakladığı sıcak duygular ile yine kucaklayabildi.

Evet, her iki olayın birbirlerinden farklı oldukları gerçektir. Onlar, “Tanrının dağında” buluştular ve kucaklaştılar ve birlikte Tanrı tarafından atandıkları hizmete başladılar. “Hor dağında” Yehova’nın buyruğu ile buluştular, öyle ki Musa erkek kardeşinin, katılmış olduğu bir hata nedeni ile kahin elbiselerini üzerinden çıkardığını ve atalarına katıldığını görsün. (Ne kadar ağır! Ne kadar dokunaklı!) Koşullar değişir: insanlar birbirlerine sırt çevirebilirler; ama Tanrıda değişkenlik ya da dönekliğin gölgesi yoktur. (Yakup 1:17)

“Musa ile Harun varıp İsrail’in tüm ileri gelenlerini topladılar. Harun, Rabbin Musa’ya söylemiş olduğu her şeyi onlara anlattı. Musa da halkın önünde belirtileri gerçekleştirdi. Halk inandı; Rabbin kendileri ile ilgilendiğini, çektikleri sıkıntıyı görmüş olduğunu duyunca, eğilip tapındılar.” (Mısır’dan Çıkış 4:29-31) Tanrı çalıştığı zaman her engelin çekilip gitmesi gerekir. Musa, “Halk bana inanmayacak” demiş idi; ama asıl konu halkın Musa’ya değil, Tanrıya inanıp inanmayacağı idi. Bir insan, kendisini sadece Tanrının bir aracısı olarak görebildiği zaman, mesajının kabul edilip edilmeyeceğine ilişkin bir kaygı duymaz; mesajı ilettiği kişilere hitap eder iken sakin ve yumuşak huylu kalabilir, onlardan çekinmez. Aksine, kaygı ruhundan korunduğu için sakin ve dengeli bir tanıklık yapmak için çok uygun bir ruh haline sahip olacaktır. Tanrının aracısının, Kimin mesajını ilettiğini her zaman hatırlaması gerekir. Zekeriya, meleğe, “Bundan nasıl emin olabilirim?” diye sorduğu zaman, melek onun bu sorusundan rahatsız olmuş muydu? Hiçbir şekilde rahatsız olmamış idi. Melek ona sakin bir tavır içinde şu karşılığı verdi. “Ben Tanrının huzurunda duran Cebrail’im. Seninle konuşmak ve bu müjdeyi sana bildirmek için gönderildim.” (Luka 1:18,19) Melek, kuşku duyan ölümlünün önünde, mesajını iletirken sakin ve saygın idi; sanki şöyle demek istiyor idi: “Göklerin Efendisinin huzurundan gönderilmiş bir aracıdan nasıl kuşku duyabilirsin?” Bu nedenle, Tanrının her aracısının böyle sakin bir ruh ile mesajını iletmesi gerekir.

Mısır’dan Çıkış 5 - 6

Firavun ile yapılan ilk görüşmenin sonucu, gereken teşvik edici etkiyi uyandırmamış gibi idi, zira firavun İsrail’i kaybedebileceğini düşündüğü zaman, onları daha büyük bir baskı altına aldı ve üzerlerine daha ağır çalışma koşulları yükledi. Şeytanın gücü ne zaman bir noktada kısıtlansa, hiddeti artar. Aynı şey burada da söz konusu oldu. Kurtaran sevginin eli aracılığı ile zulüm fırını söndürülmek üzere idi; ama bu durumda fırın daha yoğun ve kızgın bir ateş ile yanmaya başladı. Şeytan pençelerinin arasında sımsıkı tuttuğu birinin çekip gitmesine izin vermekten hoşlanmaz. Şeytan, “silahlı ve güçlü biridir” ve “sarayını ve mallarını korumak ister.” Ama Tanrıya övgüler olsun ki, ondan daha güçlü Olan Biri vardır ve şeytanın güvendiği silahlarını onun elinden almıştır. Ve şeytanın elinden aldığı ganimetlerin hepsini sonsuz sevgisine mazhar olan sevdikleri arasında bölüştürmüştür.

“Sonra Musa ile Harun firavuna gidip şöyle dediler: “İsrail’in Tanrısı Rab diyor ki, ‘Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın.” (Mısır’dan Çıkış 5:1) Yehova’nın firavuna ilettiği mesaj bu idi; İsrail halkı Kendisine ait olduğu için Tanrı halkının üzerinde hak talep etme yetkisine sahip idi. Halkının, çölde Kendisine bayram yapmasını istiyordu. Tanrı, halkı, esaret ve kölelik boyunduruğundan kurtulmadıkça ve seçilmişlerinin özgür kaldıklarını görmedikçe, asla tatmin olmayacak idi. Tanrı, şeytanın esareti altında bulunan sonsuz sevgisine mazhar olan seçilmişlerinin lütfu aracılığı ile kurtulmalarını istiyor idi, “halkımı bırak ve gitmesine izin ver”.

Egyptian bricks made with straw
Egyptian bricks made with straw

 

İsrail’i Mısır’ın tarla, harç ve kerpiç yapımı gibi işleri altında ezilir iken düşündüğümüz zaman, doğası itibarı ile Adem’in her çocuğunun bulunduğu koşullar aklımıza gelecektir. Ademoğulları işte orada idiler ve kendilerini kurtarmaktan aciz ve çaresiz bir şekilde düşmanın ağır boyunduruğu altında ezilmektedirler. Özgürlük sözcüğünden yalnızca söz edilmesi bile zalimin esirlerini daha ağır bir zincir ile bağlamasına neden oldu ve onların üzerine çok daha ağır yükler koydu. Kurtuluşun dışarıdan bir yerden gelmesinin gerektiği mutlak idi. Ama nereden gelmesi gerekiyor idi? Onlar için kefaret ödeyecek olan kaynak nerede idi? Ya da onları bağlayan zincirleri kıracak güç nerede idi? Kefaret ödeyecek kaynak ve zincir kıracak güç olsa bile istek nerede idi? Onları kurtarmak için kim zahmete girecek idi? Heyhat! Ne içeriden ne de çevreden herhangi bir umut görünmüyor idi. Sadece yukarı bakmak zorunda idiler; sığınakları yalnızca Tanrı idi. Tanrı’da hem güç hem de istek vardı. Tanrı hem bedel ödeyerek hem de gücünü kullanarak bir kurtuluş gerçekleştirebilir idi. Mahvolmuş baskı altındaki İsrail için kurtuluş yalnızca ve yalnızca Yehova’dan gelecekti.

Bu her alanda geçerli olan bir gerçektir. “Başka hiç kimsede kurtuluş yoktur. Bu göğün altında insanlara bağışlanmış, bizi kurtarabilecek başka hiç bir ad yoktur.” (Elçilerin İşleri 4:12) günahkar, onu zalim gücü ile yönetenin elindedir; “günah altında satılmış”, “şeytanın iradesi ile esir alınmış”, “umutsuz”, “ve Tanrısız.” İşte, günahkarın içinde bulunduğu durum. Bu durumda kendi kendisine nasıl yardımcı olabilir? Ne yapabilir? Başka birinin elinde esirdir ve her yaptığı bir esirin sahip olduğu dar kapasite içinde sınırlıdır. Düşünceleri, sözleri, hareketleri, bir esirin düşünceleri, sözleri ve hareketleridir. Evet, bu esir her ne kadar özgürlüğüne kavuşmak için gözyaşı döker ve iç çekişleri ile ağlar, buna rağmen gözyaşları ve iç çekişleri esaretinin melankolik kanıtlarıdır. Özgür kalmak için mücadele verebilir; ancak bu mücadelesi bile yani, özgürlük için duyduğu arzu bile esaretinin pozitif bir beyanıdır.

Günahkarın durumu budur; Adem doğası kökünden çürümüştür – bütünü ile şeytanın gücü altındadır. Bu nedenle ihtiyaç duyduğu tek şey yalnızca yeni bir konuma getirilmesi değildir, ama aynı zamanda kendisine yeni bir doğa ihsan edilmelidir. Doğa ve durum birlikte olmalıdırlar. Eğer günahkar durumunu daha iyi hale getirmek için çabalasa idi, doğası iyileşemeyecek kadar kötü olduğundan bunu gerçekleştirmesi asla mümkün değildi. Soylu bir adam sokaktaki bir dilenciyi alıp evlat edinebilir; ona bir soylunun varlığını bahşeder ve bir soylu konumuna yerleştirir. Ama yine de ona bir soylunun doğasını veremez ve bu yüzden bir dilencinin doğası kendisini bir soylunun evinde hiç bir zaman rahat hissedemez; orayı kendi evi gibi göremez. Koşullara uygun bir doğanın var olması gerekir ve doğanın kapasitesine, arzularına, duygularına ve eğilimlerine uygun bir koşulun var olması şarttır.

Şimdi Tanrı lütfunun müjdesinde bize, imanlının tamamen yeni koşullar içine konduğu öğretilir; yani, imanlı artık eski suçlu ve mahkum koşullarında değildir; sonsuza kadar aklanmıştır, mükemmel bir konumdadır ve beraat etmiştir; yani Tanrı şimdi imanlıyı yalnızca tüm günahları bağışlanmış biri olarak görmek ile kalmaz, ama aynı zamanda imanlıya üzerinde hiç bir leke bulunmayan sınırsız bir kutsallık da lütfedilmiştir. Daha önceki mahkumiyet konumundan çıkartılmış ve lekesiz ve sonsuza kadar kalıcı doğruluğun yeni ve sonsuz konumuna mutlak bir şekilde yerleştirilmiştir. Eski Adem tabiatının geliştirilmesi hiç bir şekilde asla mümkün değildir. “Eğri olan bir şey doğru hale getirilemez.” “Bir Etiyopyalı cildinin rengini ya da bir leopar beneklerini değiştirebilir mi?” günahkarın durumunda dereceli bir gelişme olasılığı teorisi kadar müjdenin temel gerçeğine karşı çıkan hiç bir şey olamaz. Günahkar belirli bir durumda doğmuştur ve “yeniden doğuncaya” kadar durumu değişemez. Gelişme konusunda çaba gösterebiliriz; gelecekte daha iyi olma kararı alabilir, yaşamımızda yeni bir sayfa açabilir ve farklı bir yaşam sürmek için gayretli olabiliriz; ama tüm bunları uygular iken bile günahkarın durumunda en ufak bir değişiklik söz konusu edilemez.Belki, “dindar” olabilir, dua etmeyi deneyebilir, toplantılara katılabilir ve bir ahlak reformu sergileyebilir ama tüm bunların hiç biri en küçük bir şekilde bile onun Tanrının önündeki durumunu etkilemez. 

Bu konu tabiat ile ilgili meseleye oldukça çok benzer. Bir insan tabiatını nasıl değiştirebilir? Onu baskı altında tutabilir, boyun eğmeye zorlayabilir, disiplin altına koyabilir; ama tabiatı hala aynı kalacaktır. “Bedenden doğan bedendir.” Yeni bir durum ile birlikte yeni bir tabiat da mevcut olmalıdır. Ve bu nasıl mümkün olacaktır? Tanrının, Oğlu ile ilgili tanıklığına iman ederek. “Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrının çocukları olma hakkını verdi, onlar ne kandan ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine Tanrıdan doğdular.” (Yuhanna 1:12,13) Burada, Tanrının biricik Oğlunun adına iman eden kişilerin Tanrının çocukları olma hakkına ya da ayrıcalığına sahip olduklarını öğreniyoruz. Tanrının çocukları yeni bir tabiata paydaş edildiler. Sonsuz yaşama sahip oldular. “Oğul’a iman edenin sonsuz yaşamı vardır.” (Yuhanna 3:36) “Size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz, ölümden yaşama geçmiştir.” (Yuhanna 5:24) “Sonsuz yaşam, tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.” (Yuhanna 17:3) “Tanıklık da şudur: Tanrı bize sonsuz yaşam verdi. Bu yaşam O’nun Oğlundadır. Kendisinde Tanrı Oğlu bulunanda yaşam vardır, kendisinde Tanrı Oğlu bulunmayanda yaşam yoktur.” (1.Yuhanna 5:11,12)

Koşul ve tabiatın sorularına yanıt veren referans, sade bir şekilde Söz’ün öğretişinde mevcuttur. Ama tüm bunların hepsinin temeli nedir? İmanlı tanrısal doğruluk durumuna ve tanrısal doğaya ortak olma konumuna nasıl getirilir? Bu sorunun yanıtındaki büyük gerçek şudur: “İSA ÖLDÜ VE YENİDEN DİRİLDİ.” Kutsanmış Olan, sonsuz sevginin, yücelik tahtının, sönmeyen ışığın konutlarının görkemini bıraktı ve göklerden aşağı inip bu suç ve felaket dolu dünyaya geldi; günahlı insan bedeninin benzerliğini üzerine aldı ve Tanrıyı mükemmel bir şekilde gösterdikten ve yücelttikten sonra burada yeryüzündeki kutsanmış yaşamında yaptığı her hareket ile bizim yerimize geçti ve işi tamamladı; halkının suçlarının tüm ağırlığı altında çarmıh üzerinde öldü. Bunu yaptığı zaman bize karşı olan ya da olabilecek her tür kötülüğü üzerine aldı. Yasayı yerine getirdi ve onu onurlandırdı ve bunu yapmakla ağaç üzerine asılan bir lanet oldu. Her talep yerine getirildi, her düşman susturuldu ve her engel ortadan kaldırıldı. “Merhamet ve gerçek bir araya geldiler ve doğruluk ve esenlik öpüştüler.” Sonsuz adalet yerine getirildi ve sonsuz sevgi tüm şifa ve tazeleyen erdemler ile günahkarın kırık yüreğinden içeri akabildi. Aynı zamanda çarmıha gerilmiş bir Mesih’in bedeninden ve yarılmış böğründen akan temizleyici ve kefaret eden kan ve su, suçlu ve suçluluğuna ikna olmuş bir vicdanın tüm ihtiyaçlarını tamamen karşıladı. Çarmıhtaki Rab İsa bizim yerimizi aldı. O, bizi temsil Eden oldu. “Doğru Olan, doğru olmayanlar için öldü”. “tanrı günah nedir bilmeyen Mesih’i bizim için günah yaptı.” (2.Korintliler 5:21; 2. Petrus 3:18) O, günahkarın ölümünü öldü, gömüldü ve tekrar dirildi ve yapılması gereken her şeyi yapıp tamamladı. Bu nedenle, artık imanlıya karşı olabilecek hiç bir şey kesinlikle yoktur. İmanlı Mesih ile birleşmiştir ve O’nun doğruluğuna sahiptir. “O bu dünyada nasıl ise biz de öyleyiz.” (1.Yuhanna 4:17)

Bu vicdanı rahatlatan bir esenlik sağlar. Ben artık bir suçluluk değil de bir aklanma konumunda isem ve eğer Tanrı beni yalnızca Mesih’te ve Mesih olarak görüyor ise, o zaman benim payımın mükemmel esenlik olduğu aşikardır. “Böylece iman ile aklandığımıza göre Rabbimiz İsa Mesih sayesinde Tanrı ile barışmış oluyoruz.”(Romalılar 5:1) Kuzunun kanı imanlının tüm suçunu iptal etti, onu ağır günah yükünü ortadan kaldırdı ve ona imanlıya sonsuza kadar kalıcı olan doğruluk sayesinde mükemmel bir boş sayfa lütfetti; kutsal olan Tanrı “günaha bakamaz.”

Ama imanlı yalnızca Tanrı ile barışmak ile kalmadı, aynı zamanda Tanrının çocuğu da oldu, öyle ki, Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile Baba ve Oğul ile tatlı paydaşlığın tadını alabilsin. Çarmıha iki görüş açısından bakılabilir: ilki, Tanrının adalet talebini Tanrının sevgisini ifade ederek tatmin etti. Eğer ben günahlarıma Tanrının bir yargıç olarak bulunduğu talepler ile bağlantılı olarak bakacak olur isem, çarmıhta bu taleplerin mükemmel bir şekilde yerine getirildiğini görürüm. Bir yargıç olarak Tanrı, mükemmel bir şekilde tatmin olmuştur; evet, çarmıhta yüceltilmiştir. Ama bundan daha da fazlası söz konusudur. Tanrının adalet talebi kadar sevgisi de önemlidir ve Rab İsa Mesih çarmıhta bu sevginin tamamını tatlı ve dokunaklı bir şekilde günahkarın kulağına duyurur. Aynı zamanda imanlıyı bu sevginin ve paydaşlığın tadını çıkartabilmesi için yeni bir doğaya da paydaş kılar. Nitekim Mesih de bizleri, Tanrıya ulaştırmak amacı ile doğru kişi olarak doğru olmayanlar için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü.” (1.Petrus 3:18) Böylece biz yalnız bir konuma değil ama aynı zamanda Tanrının Kendisi olan bir Kişi’ye getirildik ve bize Mesih’ten zevk alan bir doğa ihsan edildi. “Yalnız  bu kadar da değil, bizi şimdi Tanrı ile barıştırmış olan Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile Tanrının kendisi ile de övünüyoruz.” (Romalılar 5:11)

Bu nedenle, şu özgür kılan sözlerde ne kadar büyük bir güç ve güzellik görebiliyoruz: “Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın.” “Rabbin ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara müjdeyi iletmek için meshetti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak için ve Rabbin lütuf yılını ilan etmek için Beni gönderdi.” (Luka 4:18) Müjdenin verdiği sevinçli haberler her türlü esaretin boyunduruğundan tam kurtuluş geldiğini ilan eder. Tanrı, müjdeye iman edenlere esenlik ve özgürlük verdiğini beyan eder.

Ve bu ifadede dikkatimizi çekmesi gereken önemli nokta şudur: “çölde bana bayram yapsınlar.” Firavun ile işlerinin bitmesi gerekiyordu, öyle ki Tanrı ile başlayabilsinler. Bu çok büyük bir değişim idi. Firavunun angaryacılarının zulmü altında eziyet çekmek yerine Yehova ile bayram yapacaklardı. Ve Mısır’dan çıktıktan sonra çöle geçeceklerdi, ama yine de buna rağmen Tanrı huzurunun varlığı onlara refakat edecek idi. Çölün koşulları ağır ve tüketici idi, ama Kenan diyarına giden yol çölden geçiyor idi; Tanrının amacı şu idi: halkı çölde, Rabbine bayram yapacak idi ve bunu yapması için Mısırdan “çıkartılmasına izin verilmesi” gerekiyor idi.

Ama firavunun Tanrının bu emrine boyun eğecek bir itaat bilgeliği yok idi. “Firavun, RAB kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim?”dedi. Rabbi tanımıyorum, İsraillilerin gitmesine izin vermeyeceğim.” (Mısırdan Çıkış 5:2) Firavun bu sözleri ile gerçek düşüncesini tam olarak ifade etmiş oldu; bilgisiz ve itaatsiz idi. Bilgisizlik ve itaatsizlik el ele giderler. Eğer Tanrı tanınmıyor ise, O’na itaat edilemez. Çünkü itaat her zaman bilginin temeli üzerinde yer alır. Can, Tanrı bilgisi ile bereketlendiği zaman, bu bilgi, can için yaşam olur, (Yuhanna 17:3) ve yaşam güçtür ve güce sahip olduğum zaman harekete geçebilirim. Bir kişinin yaşam olmadan harekete geçmesinin mümkün olmadığı aşikardır ve bu nedenle, insanların tek başlarına bir şey yapamayacaklarını anlayabilmeleri için, tanrının gücüne muhtaç olduklarını bilmeleri gereklidir.

Ama firavun Rabbi tanımadığı gibi kendisini de tanımıyor idi. Firavun kendisinin yeryüzünde zavallı ve kötü bir solucandan farksız olduğunu bilmiyor idi, oysa Tanrı gücünü ona göstermek, Adını bütün dünyaya tanıtmak için firavunu ayakta tutmuş idi. (Mısırdan Çıkış 9:16; Romalılar 9:17) “Musa ile Harun, ‘İbranilerin Tanrısı bizimle görüştü’ diye yanıtladılar. ‘İzin ver, Tanrımız Rabbe kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım. Yoksa bizi salgın hastalık ya da kılıç ile cezalandırabilir.’ Mısır firavunu, ‘Ey Musa ve Harun, niçin halkı işinden alıkoyuyorsunuz? Siz de işinizin başına dönün’ dedi. ‘Bakın, halkınız Mısırlılardan daha kalabalık, oysa siz onların işini engellemeye çalışıyorsunuz. Firavun o gün angaryacılara ve halkın başındaki görevlilere buyruk verdi.’Kerpiç yapmak için artık halka saman vermeyeceksiniz. Gitsinler, kendi samanlarını kendileri toplasınlar. Önceki gibi aynı sayıda kerpiç yapmalarını isteyin, kerpiç sayısını azaltmayın. Çünkü tembel insanlardır; bu yüzden, ‘gidelim, Tanrımıza kurban keselim’ diye bağrışıyorlar. İşlerini ağırlaştırın ki, meşgul olsunlar, yalan sözlere kulak asmasınlar.’” (Mısırdan Çıkış 5:3-9)

Burada insan yüreğinin gizli kaynakları ile ilgili ne kadar büyük bir gelişim görüyoruz! İnsan tek başına tanrının bilgisine ulaşmak için yetersizdir. Firavunun gözünde tüm tanrısal ünvanlar ve tanrısal açıklamalar yalnızca “boş, yalan sözlerden” ibaret idiler. Firavun “çöldeki üç günlük yolculuk”  ya da Rabbe bayram yapmak” konusunda ne biliyordu? Böyle bir yolculuğun neden gerekli olduğunu ya da böyle bir bayramın doğasını ya da objesini nasıl anlayabilirdi? Bu imkansız idi! Firavun zulüm etmeyi ya da kerpiç yaptırmayı bilirdi, İbraniler üzerinde bu konularda hükmedebilir idi; ama Tanrıya hizmet etmek ya da Tanrıya tapınmak gibi konularda en ufak bir bilgiye bile sahip değil idi.

Bu dünyanın bilgeleri ve yöneticileri için durum her zaman aynıdır; tanrısal tanıklıklar konusunda her zaman akılsız olmuş ve boş davranmışlardır. Örneğin, “dünya gözünde çok soylu olan Festus’u” ele alalım vePavlus ve Yahudiler arasındaki şu önemli konunun kendisi tarafından nasıl değerlendirildiğine bir göz atalım: “ Ancak onunla çekiştikleri bazı sorunlar vardı. Bunlar, kendi dinlerine göre, ölmüş de Pavlus’un iddiasına göre yaşamakta olan İsa adındaki birine ilişkin konular idi.”(Elçilerin İşleri 25:19) Heyhat! Yahudiler söylediklerine ilişkin ne kadar da az şey biliyorlardı! İsa’nın “ölü” ya da “diri” olup olmadığı hakkında ne kadar az bilgi sahibi oldukları sordukları sorulardan anlaşılmakta idi. Festus, dostları Kral Agrippa ile Berniki’ye, Pavlus hakkındaki suçlamalar ile ilgili nasıl bir karar alacağını bilemediğini söylemiştir. Ama sonuç olarak, bu durum Festus’un, Pavlus’un tutuklu kalmaya devam etmesini buyurmasına engel olmamıştır. Festus ve dostları, Pavlus’u dinledikten sonra biraz daha bilgi sahibi olmuşlardır, ama bir değişim gerçekleşmemiştir. Evet, Adem’in her çocuğunun yazgısını belirleyen soru, kilisenin hali hazırdaki ve sonsuza kadar olan durumunu temel alır ve dünya, tüm tanrısal öğütler ile bağlantılı durmasına rağmen, Festus’un vardığı yargı aracılığı ile boş inançlarını yine ortaya koyar.

Aynı durum, firavunun olayı için de geçerlidir. Firavunun “İbranilerin Tanrısı”hakkında hiç bir bilgisi yok idi. Bu nedenle yüce “BEN’İM” in Musa ve Harun aracılığı ile söyledikleri, firavunun gözünde “boş sözler” idi. Kutsal kılınmamış insan zihni için Tanrı değerleri her zaman boş, yararsız ve anlamsız gibi görünecektir. Tanrının adı soğuk ve resmi bir dindarlık konusu ile ilgili olarak geçtiği zaman, belki bilinebilir; ama Tanrının Kendisi bilinmemektedir. Tanrının, bir imanlının yüreği için paha biçilmez değer taşıyan adı, o imanlının ihtiyaç duyabileceği ya da arzu edebileceği her şeyi ifade eder; ancak bir imansız için bu adın bir önemi, gücü ya da erdemi mevcut değildir. Bu yüzden Tanrı ile ilgili olan her şey, O’nun sözleri, öğütleri, düşünceleri, yolları, özetleyecek olur isek, O’nunla bağlantılı olan, O’na işaret eden her şey bir imansızın bakış açısından “boş ya da yalan sözler” olarak görülür.

Yine de buna rağmen, bu durumun değişeceği zaman hızla yaklaşmaktadır. Mesih’in yargı kürsüsünün, dünyaya gelecek olan dehşetlerin, ateş gölü gerçeğinin, kesinlikle “boş ya da yalan sözler” olmadıkları ortaya çıkacaktır. Şimdi lütuf aracılığı ile iman etmiş olan herkesin en büyük dayanağı olan bu sözlerin, zamanı geldiğinde firavun gibi kişilerin vicdanlarını sızlatacağı kesindir!

Heyhat! Bazen imanlılar bile tanrısal ve göksel değerlerin gerçekliği konusunda göz ile gördüklerine dayanarak yaşayabilirler; isteğimiz iman ve göksel değerler alanında daha çok yaşamaktır; bizler “yeni yaratık”larız. İmana dayanarak yaşadığımız zaman, değerleri Tanrının gözü ile görür, değerler hakkında Tanrının düşündüğü gibi düşünürüz ve böylelikle tüm yönümüz ve karakterimiz dünyadan ve dünyasal değerlerden uzaklaşır ve onlara ilgi duymaz hale gelir.

Ama Musa’nın denendiği konu, firavunun Musa’nın görevi hakkındaki yargısı ile ilgili değildi. Mesih’in içten ve tüm yüreği ile hizmet eden imanlısı, bu dünyanın insanlarından hiç bir zaman hiç bir şey beklememelidir. Bu dünyanın Mesih hakkındaki düşünceleri bizi ilgilendirmez. Göksel Efendisine sadık olan, O’nun yürüdüğü yoldan yürür. Giderek O’nun benzeyişine dönüştürülür. Bu yüzden   dünyadaki kişilerin bu durumu imanlıyı hayal kırıklığına uğratmamalı ve onun cesaretini kırmamalıdır. Aslında bundan daha çok acı veren bir başka durum vardır; imanlının hizmetinin ya da tanıklığının yanlış anlaşılması, kulak asılmaması ya da reddedilmesi. Bu söylediğimiz durumlar ile karşılaştığı zaman imanlı Tanrı ile daha çok beraber olmalıdır, O’nun düşüncelerini düşünmeli, daha güçlü paydaşlıkta bulunmalı ve böylelikle ruhunu yürüdüğü yol ve verdiği hizmetin kalıcı gerçekliğinde destekleyebilir. İmanlı, bu tür deneme koşulları altında eğer tanrısal hizmetinden ve tanrısal huzurun varlığından tam olarak emin değil ise, bir yıkıma uğrayacağı hemen hemen kesindir.

Musa da aynı durumu yaşadı; firavunun gücünün baskısı arttığı zaman İsrailoğulları Musa’ya, onun cesaretini kıran ve bunaltan şu sözleri söylediler: “Rab yaptığınızı görsün ve cezanızı versin. Bizi firavun ve görevlilerinin önünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.” (Mısırdan Çıkış 5:21) Olup bitenler yeterince hüzünlü idi ve Musa çok üzüldü, “RABBE döndü ve Niçin bu halka kötü davrandın? Beni bunun için mi gönderdin? Senin adına firavun ile konuşmaya gittim gideli, firavun bu halka kötü davranıyor. Sen de kendi halkını kurtarmak için hiç bir şey yapmadın” dedi.” Olayların görünümü çok cesaret kırıcı bir hal almış idi; tam da kurtuluşun gerçekleşecek gibi göründüğü bir anda! Günlük yaşamda da böyledir; gecenin en karanlık saatinden hemen sonra sabahın ışığı gelir. İsrail tarihinde daha sonraki bir günde bu gerçek ortaya çıkacak idi. En derin karanlığın ve bunaltan hüznün anı, halkının yarasını sonsuza kadar iyileştirmek üzere, ellerinde şifa ile bulutun arkasından çıkacak olan “Doğruluk Güneşi” ile son bulacaktır.

“Neden?” ya da “Niçin?” sorularının yanıtını verecek olan içten iman mıdır ya da öldürülmüş irade midir? Musa’nın yukarıdaki alıntısına karşılık verecek olan yanıt nedir? Ancak Rab yine de, o anın yoğun baskısı nedeni ile ortaya çıkan bu sorulara lütufkar bir karşılık verdi:”Firavuna ne yapacağımı şimdi göreceksin. Güçlü elimden ötürü İsrail halkını salıverecek, güçlü elimden ötürü onları ülkesinden kovacak.” (Mısırdan Çıkış 6:1) Bu karşılık, Rabbin şaşırtıcı lütfuna tanıklıktır. Yüce BEN’İM’in kavranamaz yollarının sorgulanmasına rağmen Rab, hizmetkarının rahatsız olan ruhunu yatıştırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, Rab Musa’ya yapmak üzere olduğu planlarını açıklar. Her türlü nimetin Kendisinden geldiği kutsal Tanrı, “mayamızı bilir, toprak olduğumuzu anımsar.” (Mezmur 103:14)

İnsanın yüreğini rahatlatmak için yalnızca hareketleri ile değil, adını ve karakterini de vurgulayarak davranır. Bu davranışı O’nun eksiksiz, tanrısal ve sonsuza kadar kalıcı mükemmelliğinden kaynaklanır. İnsanın yüreği, tatlı bir rahatlığı Tanrının Kendisinde bulabildiği zaman, O’nun adı ile sağladığı güçlü kulede saklanabildiği zaman, tüm ihtiyaçlarına mükemmel bir yanıt aradığında bu yanıtı Tanrının karakterinde bulabildiği zaman, işte o zaman, gerçekten yaratık alanının üzerine yükselir. Yeryüzünün sahte vaatlerine sırt çevirir ve insanın boş küstahlıklarına aldırmaz ya da değer vermez. Tanrı ile tecrübeler yaşayarak Tanrıyı tanıyan bir yürek, yalnızca yeryüzüne bakıp “her şey boş” demek ile kalmaz, ama aynı zamanda doğrudan Tanrıya da bakar ve “ihtiyaç duyduğum her şeyin kaynağı Sen’sin” der.

“Tanrı, ayrıca Musa’ya,’Ben Yahve’yim (Rabbim) dedi, ‘İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a Her Şeye Gücü Yeten Tanrı olarak göründüm, ama onlara kendimi Yahve adı ile tanıtmadım. Yabancı olarak yaşadıkları Kenan ülkesini kendilerine vermek üzere onlarla antlaşma yaptım. Mısırlıların köleleştirdiği İsraillilerin iniltilerini duydum ve antlaşmamı hep andım.” (Mısırdan Çıkış 6:2-5) Tanrı, halkının Kurtarıcısı olarak Kendisine “Yehova” ünvanını verir; saf ve egemen lütuf antlaşmasının temelinde Kendisini, kurtaran sevginin, kendiliğinden var olan yüce Kaynağı olarak açıklar. Öğütlerini bildirir, vaatlerini yerine getirir, seçtiği halkını her düşmandan ve her kötülükten kurtarır. İsrail’in bu önemli ünvan altında her zaman güvenli olarak kalmak gibi bir ayrıcalığı vardır. Bu ünvan, Kendi yüceliği için hareket eden ve onlarda Kendi yüceliğinin görünmesi için baskı gören halkını kurtaran Tanrıyı çok güzel açıklar.

“Onun için İsrailliler’e de ki, ‘Ben Yahve’yim. Sizi Mısırlıların boyunduruğundan çıkaracak, onların kölesi olmaktan kurtaracağım. Onları ağır bir biçimde yargılayacak ve kendi kudretli elim ile sizi özgür kılacağım. Sizi kendi halkım yapacak ve Tanrınız olacağım. O zaman sizi Mısırlıların boyunduruğundan çıkaran Tanrınız Yahve’nin ben olduğumu bileceksiniz. Sizi, İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a vereceğime ant içtiğim topraklara götüreceğim. Orayı size mülk olarak vereceğim. Ben Yahve’yim.” (Mısırdan Çıkış 6:6-8) Tüm bu sözlerde lütfun en saf, en karşılıksız ve en zengin derecesini görmekteyiz. Yehova, halkının yüreğine Kendisini, onların içinde, onlar için ve onlar ile birlikte hareket eden Rab olarak sunar; halkı perişan ve çaresiz durumda idi; O, lütfunu ve yüceliğini göstermek ve onları kurtarmak için göklerden aşağı geldi. O’nun yüceliği ve halkının kurtuluşu birbirlerinden ayrılamaz şekilde bağlantılıdırlar. Tanrı, halkına daha sonra tüm bunları hatırlattı; Yasanın Tekrarı kitabında şunları okuruz: “Rabbin sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni, öbür halklardan daha kalabalık olduğunuz için değil. Siz sayıca öbür halklardan azdınız. Rab size sevgisini göstermek ve atalarınıza ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için güçlü eli ile sizi Mısır’dan çıkarttı. Köle olduğunuz ülkeden, mısır firavunun elinden sizi kurtardı.” (Yasanın Tekrarı 7:7,8)

Tanrının bizi olduğumuz gibi sevip kabul ettiğine dair sahip olduğumuz bilgi, kuşku duyan ve korkudan titreyen bir yüreğin ihtiyaç duyduğu ne büyük güvencedir. O, bizim ne olduğumuzu bilir ve ayrıca buna rağmen bu durum O’nun sevgisinde ve karakterinde asla herhangi bir değişikliğe neden olmaz. “Dünyada kendisine ait olanları hep sevmişti. Sonuna kadar da sevdi.” (Yuhanna 13:1b) O’nun sevdiği kişileri sevme şekli her zaman sonuna kadardır. Bu gerçek, bize söz ile anlatılamayacak bir rahatlık sağlar. Tanrı, hakkımızdaki her şeyi biliyor idi – Bize olan sevgisini Oğlu’nu armağan ederek gösterdiği zaman, hakkımızdaki en kötü şeyleri dahi biliyordu. O, neye ihtiyacımız olduğunu biliyor idi ve bize bunu sağladı. Bedel ödenmesi gerektiğini biliyor idi ve bu bedeli ödedi. Ne yapılması gerektiğini biliyor idi ve yapılması gerekeni yaptı. O’nun Kendi taleplerinin karşılanması gerekiyor idi ve O bu talepleri bizim yerimize Kendisi yerine getirdi. Bu nedenle, O’nun İsrail’e yukarıdaki şu sözleri söylediğini okuruz: “Siz çıkartacağım”, “Sizi götüreceğim”, “Sizi kendime alacağım,” Size ülkeyi vereceğim,” “Ben Yehova’yım.” O’nun yaptıklarının hepsi, O’nun Kim olduğu temeli ile ilgili idi. Bu büyük gerçek tam olarak kavranıncaya kadar ve Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile can’dan içeri girene kadar kişi oturmuş bir huzur elde edemez. Yürek asla mutlu olamaz ya da vicdan tanrısal tüm taleplerin tanrısal bir şekilde yanıtlandığını bilene ve buna inana kadar esenliğe kavuşamaz.

Bitirmekte olduğumuz bu bölüm Musa ve Harun’un soy kütüğüne ilişkin bir kayda yer verir ve bize, Yehova’nın Kendisine ait olan halk halen düşmanın elinde olmasına rağmen, bu kayıt aracılığı ile onların sayıları ile ilgilendiğini göstermesi ilginçtir. İsrail Tanrının halkı idi ve O, burada üzerinde egemen olduğu halkın kayıt halinde soy dökümünü yapar. Şaşırtıcı lütuf! Mısır esaretinin tüm aşağılamasının altında bulunan bu kişilerin değerlerini ortaya koyar! Bu, Tanrıya yakışan bir davranıştır. Düşmüş meleklerden oluşan ordular tarafından kuşatılmış evreni yaratan Tanrı, kendisini hoşnut edecek şeyi yapmak için her zaman hazırdır. Adını vermek istediği köleleri kurtarmak amacı ile aşağı indi. Aşağı geldi ve Mısırın orta yerinde durdu ve orada angaryacıların kırbaçları altında inleyen bir halkı kurtarmak için şu unutulmaz sözleri söyledi: “Bırak halkımı, gitsin!” Ve bu sözleri ile halkında yer alan kişilerin teker teker adlarını yazdırarak adeta şöyle demek istedi: “Onlar benimdir; onları sayıp bir göreyim ki, Mısırdan çıkarlarken bir tanesi bile geride kalmasın.” “Tanrı, gübre yığını içindeki dilenciyi alıp çıkartır ve onu halkının önderleri arasına yerleştirir ve yücelik tahtını miras edinmesini sağlar.” (1.Samuel 2)

Mısır’dan Çıkış 7-11

Bu beş bölüm farklı bir kısmı oluştururlar. Ve içerikleri şu üç ayrı bölüm halinde, yani, Yehova’nın elinden çıkan on hüküm; Mısır’da Musa’ya karşı çıkan firavunun büyücüleri “Yannis ve Yambris” ve firavunun dört itirazı.

Tüm Mısır ülkesi Tanrının değneğinin birbiri ardına inen darbeleri altında dehşet ile inledi. Tahtında oturan kraldan değirmen taşında çalışan hizmetkarına kadar herkese bu değneğin korkunç ağırlığı hissettirildi. “Kulu Musa’yı, seçtiği Harun’u gönderdi aralarına. Onlar gösterdiler Rabbin belirtilerini, Ham ülkesinde şaşılası işlerini. Karanlık gönderip ülkeyi karanlığa bürüdü Rab. Çünkü Mısırlılar onların sözlerine karşı gelmişlerdi. Kana çevirdi sularını, öldürdü balıklarını. Ülkede kurbağalar kaynaştı krallarının odalarına kadar. Rab buyurunca sinek sürüleri, sivrisinekler üşüştü ülkenin her yanına. Dolu yağdırdı yağmur yerine, şimşekler çaktırdı ülkelerinde. Bağlarını, incir ağaçlarını vurdu, parçaladı ülkenin ağaçlarını. O buyurunca çekirgeler, sayısız yavrular kaynadı. Ülkenin tüm bitkilerini yediler ve toprağın ürününü yiyip bitirdiler. Rab ülkede ilk doğanların hepsini, ilk çocuklarını öldürdü.” (Mezmur 105:26-36)

Esin alarak yazan mezmur yazarı burada firavunun katı yüreği nedeni ile ülkesine ve halkına gönderilen bu sıkıntıları birer birer kaleme almıştır. Bu hain putperest krallık En Yüce Olan Tanrının egemen iradesine ve amacına karşı direnç göstermek küstahlığında bulunmuştur. Ve bu direncin bir sonucu olarak krallığa körlük ve yürek katılığı verildi. Ve Rab firavunun yüreğini katılaştırdı, çünkü rab Musa aracılığı ile firavuna konuşur iken firavun Tanrının sözlerine kulak asmamıştı. “Rab firavunu inatçı yaptı. Rabbin Musa’ya söylediği gibi, firavun Musa ve Harun’u dinlemedi. Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Sabah erkenden kalkıp firavunun huzuruna çık ve ona de ki, ‘İbranilerin Tanrısı Rab şöyle diyor: ‘Halkımı salıver, bana tapsınlar. Yoksa bu kez senin, görevlilerinin, halkın üzerine bütün belalarımı yağdıracağım. Öyle ki, bu dünyada benim gibisi olmadığını öğrenesin. Çünkü elimi kaldırıp seni ve halkını salgın hastalık ile vurmuş olsa idim, yeryüzünden silinmiş olurdun. Gücümü sana göstermek, adımı tüm dünyaya tanıtmak için seni ayakta tuttum.” (Mısır’dan Çıkış 9:12-16)

Firavunun ve yaptıklarının üzerinde düşünür iken, insanın zihni Vahiy kitabının olaylarına doğru yol alır; bu kitapta Tanrı halkına eziyet eden son kibirli diktatörü görürüz ve Her Şeye Gücü Yeten Tanrının yedi gazap kasesi bu diktatörün krallığına ve kendisinin üzerine boşaltılır. Tanrının amacı, İsrail’in yeryüzündeki üstünlüğü ve ayrıcalığıdır ve bu yüzden bu amaca karşı gelme küstahlığında bulunacak her bir kişi bir kenara atılacaktır. Tanrısal lütfun objesini bulması gerekir ve bu lütfun önüne bir engel olarak çıkacak olan her bir kişinin bu engellemesi ortadan kaldırılacaktır. Bu engel ne olursa olsun, ister Mısır ister Babil, ya da “canavar”, hiç fark etmez; tanrısal güç tanrısal lütfun akması için gerekli olan kanalı temizleyecektir ve engel olmak isteyen her kişi sonsuz bela ile ceza görecektir. İbranilerin Rab Tanrısına karşı kendilerini yüceltmek isteyen herkes sonsuz çağlar boyunca bu hatasının acı meyvesini tadacaktır. Tanrı, halkına şöyle dedi: “Sana karşı kalkan hiç bir silah işe yaramayacak,” ve Tanrının şaşmaz sadakati sonsuz lütfunun vaat etmiş olduğunu kesinlikle gerçekleştirecektir.

Bu nedenle firavunun öyküsünde Tanrının önünde inatçılığını sürdüren firavun, İsrail’in Tanrısının demir pençesi aracılığı ile üzerine dökülen gazap kaselerini tadacaktır. Ve Mısır ülkesinin her yanı boydan boya karanlık, hastalık ve dehşet ile örtüldü. Aynı şeyin, şeytanın gücü ile silahlanmış olan son büyük diktatör dipsiz kuyudan çıkartıldığı zaman, gerçekleştiğini de göreceğiz; Yehova’nın seçtikleri onun “kibir ayağını” ezeceklerdir. Şeytanın tahtı yıkılacak ve krallığı yedi bela tarafından alt üst edilecektir. Ve sonunda şeytanın kendisi de Kızıl Deniz’de değil, “ateş ve kükürt gölü”nde boğulacaktır.” (Vahiy 17:8 ve Vahiy 20:10 ayetlerini karşılaştırın.)

Tanrının İbrahim, İshak ve Yakup’a vaat etmiş olduğu sözlerden ne bir nokta ne de tek bir harf eksilmeyecektir. Tanrı tüm sözlerinin hepsini yerine getirecektir. Koşullar her ne kadar bunun aksini söylese de Tanrı vaatlerini hatırlar ve onları yerine getirecektir. Tanrının sözlerinin hepsi Mesih İsa’da “evet” ve “amin” dir. Bu dünya sahnesinde pek çok hanedan ortaya çıkmış ve egemenlik sürmüşlerdir; Kudüs’ün eski yüceliğinden kalan görünür harabeler üzerinde tahtlar dikilmiştir. Bir süre için imparatorluklar var olmuş ve sonra yok olup gitmişlerdir, hırslı kişiler vaat edilen ülkeye gitmek için rıza göstermişlerdir; tüm bu olayların hepsi gerçekleşmiştir. Ama Yehova Filisti ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir: “Tarlanız temelli olarak satılamaz, çünkü bana aittir.” (Levililer 25:23) Bu nedenle, Yehova’dan başka hiç kimse bu ülkeye sonsuza kadar sahip olamayacak ve ona İbrahim’in tohumu aracılığı ile asla miras almayacaktır. Kutsal Yazıların tek bir bölümü bile bu gerçeği zihinlere yerleştirmek için yeterlidir. Kenan diyarı İbrahim’in tohumu içindir ve İbrahim’in tohumu Kenan diyarı içindir ve yeryüzündeki hiç bir güç ya da cehennem bu tanrısal düzeni asla tersine çeviremez. Sonsuz Tanrı sözünü söylemiştir ve sonsuza kadar kalıcı antlaşmanın kanı akarak bu sözü mühürlemiştir. O zaman bu durumda bu sözün yerine gelmesini kim engelleyebilir? “Gök ve yer yok olacak, ama Tanrının sözü asla yok olmayacaktır.” Ey Yeşurun, sana yardım için göklere ve bulutlara görkem ile binen, Tanrıya benzer biri yok. Sığınağın, çağlar boyu var olan Tanrıdır, seni taşıyan O’nun yorulmaz kollarıdır. Düşmanı önünden kovacak ve sana ‘onu yok et!’ diyecek. Böylece İsrail güvenlik içinde yaşayacak; tahıl ve yeni şarap ülkesinde, Yakup’un pınarı güvenlikte kalacak. Gökler oraya çiy damlatacak. Ne mutlu sana, ey İsrail! Var mı senin gibisi? Sen Rabbin kurtardığı bir halksın. Rab seni koruyan kalkan ve şanlı kılıcındır. Düşmanların senin önünde küçülecek ve sen onları çiğneyeceksin.” (Yasanın Tekrarı 33:26-29)

Şimdi ikinci olarak, Mısırın büyücülerinin karşı koymaları üzerinde düşüneceğiz. Tanrının gerçeğine karşı koyan bu Yannis ve Yambris adlı Mısırlı büyücülerin adlarını bilmeyebilirdik, ama Kutsal Ruh aracılığı ile son günler ile bağlantılı olarak elçi Pavlus’un oğlu Timoteos’a uyarı olarak yazdığı kayıtlardan bu Mısırlı büyücülerin adlarını öğreniriz. İmanlı okuyucuların bu büyücüler tarafından Musa’ya yapılan baskının gerçek doğasını net olarak anlamaları gerekir. Ve imanlı okuyucunun konuyu tam olarak anlayabilmesi için ben burada elçi Pavlus’un Timoteos’a yazdığı mektuptaki bölümün tamamını alıntı olarak aktaracağım. Bu bölüm derin ve müthiş bir ciddiyete sahiptir.

“Şunu bil ki, son günlerde çetin anlar olacaktır. İnsanlar, kendilerini seven, para düşkünü, övüngen, kibirli, küfürbaz, anne baba sözü dinlemez, nankör, kutsallıktan ve sevgiden yoksun, uzlaşmaz, iftiracı, özünü denetleyemeyen, azgın ve iyilik düşmanı olacaklar. Hain, aceleci, kendini beğenmiş, Tanrıdan çok eğlenceyi seven, Tanrı yolunda imiş gibi görünüp bu yolun gücünü inkar edenler olacaklar. Böylelerinden uzak dur. Bunların arasında evlerin içine sokulup günah ile yüklü, çeşitli arzular ile sürüklenen, her zaman öğrenen ama gerçeğin bilgisine bir türlü erişemeyen zayıf iradeli kadınları adeta tutsak eden adamlar var. Yannis ile Yambris nasıl Musa’ya karşı geldiler ise, bunlar da gerçeğe karşı gelirler. Düşünceleri yozlaşmış, iman konusunda reddedilmiş insanlardır. Ama daha ileri gidemeyecekler. Çünkü Yannis ile Yambris örneğindeki gibi bunların da akılsızlığını herkes açıkça görecektir.” (2.Timoteos 3:1-9)

Şimdi, gerçeğe karşı gösterilen bu direncin doğasına işaret etmek büyük önem taşır. Yannis ile Yambris’in Musa’ya karşı koyma biçimleri yalnızca onun yaptıklarını taklit etmek şeklinde idi. Yapabildikleri tek şey bu idi. Yaptıkları büyüyü sahte ya da kötü bir enerjiye atfettiklerini okumuyoruz, bu, büyücülerin yapılanların aynısını yaparak güçlerini vicdanlar üzerinde göstermek istemelerinden ibaret idi. Musa’nın yaptığını onlar da yapabilirlerdi, yani ortada öyle büyütülecek bir durum yok idi, Musa onlardan farklı biri değil idi. Biri, diğeri kadar iyi idi. Bir mucize, bir mucizedir. Eğer Musa halkı Mısırdan çıkartmak için mucize yapar ise, onlar da halkı Mısırda tutmak için mucize yapabilirler idi. O halde ortada ne gibi bir fark vardı?

From Karnak in Egypt
Photo of a wall in Luxor, Egypt

Tüm bunlardan öğrendiğimiz ders şudur: dünyada Tanrının tanıklığına karşı gösterilen en büyük direnç gerçeğin etkilerini taklit eden kişiler tarafından gösterilir. Böylelikle tanrısal gücü inkar etmiş olurlar. Bu kategoriye dahil olan kişiler aynı şeyleri yapabilirler, aynı alışkanlık ve davranışları edinebilir ve aynı dili kullanabilir ve diğerleri gibi aynı düşünceleri ikrar edebilirler. Eğer Mesih’in sevgisi tarafından zorlanan gerçek imanlı, açları doyurup çıplakları giydiriyor ise, hastaları ziyaret ediyor ve Kutsal Yazıları okuyor ise, müjdeyi destekleyip dua ediyor ise, övgü ilahileri söyleyip müjdeyi vaaz ediyor ise, biçimci kişi de bu şeylerin her birini yapabilir ve bu davranışları son günlerde gerçeğe karşı gösterdikleri direnişin özel bir karakterini ortaya koyar – bu ruh, “Yannis ile Yambris’in” ruhudur. Bu gerçeği anlamaya ne kadar da çok ihtiyacımız var! “Yannis ve Yambris Musa’ya nasıl karşı koydular ise”, bu kendilerini seven, dünyanın ardından giden ve eğlence düşkünü imanlı olduklarını söyleyen kişiler gerçeğin gücünü inkar eder ve karşı çıkarlar! Gelenek haline gelmiş biçimi kendilerine uyarlarlar, öz-inkarı kapsadığı için “güç”ten nefret ederler. Tanrısallığın gücü, Tanrının talepleri konusunda farkındalığı kapsar. Tanrının egemenliği yüreğin içindedir ve bu nedenle bunun sonucu tüm yaşam ve karakterde görünür. Ama biçimci davranan kişinin bu konuda bilgisi yoktur. Tanrısallığın gücü, bir önceki alıntıda ortaya konan bu sinsi özellikler ile asla uyuşamaz. Ama “biçim” bu özelliklerin üstünü örter iken aynı zamanda onları tamamen boyun eğmez bir durumda bırakır ve biçimci kişi bundan hoşlanır; tutkularının boyun eğmelerini istemez, eğlenceden hoşlanır, duygularının yönetilmesini ve yüreğinin saflaşmasını istemez. “Her iki dünyanın da tadını çıkartacak” kadar inanç arzu eder. Gelecek olan dünyayı bulduğu için bu dünyadan vazgeçme konusunda bir şey bilmez.

Şeytanın Tanrının gerçeğine karşı çıktığı biçimlerden söz eder iken, onun bu yönteminin her zaman var olduğunu hatırlarız; önce açık bir vahşet aracılığı ile karşı çıkar ve sonra eğer bu konuda başarılı olamaz ise, bunu bir sahtelik üreterek bozar. Bu yüzden şeytan önce Musa’yı öldürmeyi denedi (Mısırdan Çıkış 2:15) ve bu amacında başarısız olduğu için onun işlerini taklit etmeye uğraştı.

Böylece, Tanrının Kilisesine adanmış olan gerçek ile bağlantılı olarak çabalar gösterdi; Şeytanın daha önceki gayretleri baş kahinlerin ve ihtiyarların, yargı kürsüsü, zindan ve kılıç gazabı ile ilgili olarak ortaya kondu. Ama biraz önce 2.Timoteos’tan alıntı yapılan bölümde bu konu hakkında bir bilgi görmeyiz. Vahşet genellikle güçsüz bir biçimin daha da kötü ve tehlikeli bir araç haline gelmesine yol açar; boş bir iman ikrarı ve insani sahtelik. Düşman elinde zulüm kılıcı ile görünmek yerine, etrafta omuzlarında iman ikrarı giysisi ile dolanır. Bir zamanlar karşı çıkıp zulmettiği şeyleri ağzı ile ikrar eder ve bunların taklidini yapar. Ve böyle yapmakla bir süre için sözde çekici avantajlar kazanmış gibi görünür. Ahlaki kötülüğün korkutucu biçimleri çağdan çağa insanlık tarihinin sayfasını lekelemiştir. Ve doğal olarak yalnızca onları aradığımız yerlerde bulmak yerine, insan karanlığının in ve mağaralarında saklanır; soğuk, güçsüz ve etkisiz görünümlere bürünür ve bu davranış, şeytanın büyük başyapıtlarından biridir.

Düşmüş ve çaresiz bir yaratık olarak insan, kendisini sevecek, açgözlü, övüngen ve kibirli olacaktır, çünkü doğal yaratıktır; ama tüm bu özellikleri ile “bir tanrısallık biçimi” ile örtüldüğü aşikardır ve “son günlerde” gerçeğe karşı yaptığı bu direnişle, şeytanın özel enerjisini ortaya koyar. Bu insan sınırsız kutsallık ve saflığın kaynağının harekete geçen gerekli sonuçlarını gösteremez; Kutsal Ruh’un gücü olmadıkça doğal insanın sinsi kötülük, tutku ve isteklerini kontrol etmesi mümkün değildir; kendisinden farklı davranması beklenemez. Ama öte yandan, Rab İsa Mesih’in kutsal adını insanın hainliği ve ölümcül kötülüğü ile bağlantılı olarak gördüğümüz zaman – kutsal ilkeleri kutsal olmayan davranışlar ile bağlantılı olarak bulduğumuz zaman – Romalılar mektubunun ilk bölümünde işaret edilen öteki ulusların tüm bozuk özelliklerine baktığımız zaman ve bunların bir “tanrısallık biçimi” altında gösterildiklerini incelediğimizde, işte o zaman gerçekten şöyle diyebiliriz: tüm bunlar “son günlere” ait olan korkunç özellikler – bunlar “Yannis ve Yambris”in direnişleri.

Ama yine de, Mısırlı büyücüler gerçek ve diri Tanrının hizmetkarlarının yaptıklarının yalnızca üç tanesini taklit edebildiler, yani değneklerini yılanlara dönüştürebildiler, (Mısırdan Çıkış 7:12), suyu kana çevirdiler, (Mısırdan Çıkış 7:21) ve ülkeye kurbağaları saldılar (Mısırdan Çıkış 8:7). Ama dördüncü harekette, yani yerdeki tozun sivrisineğe dönüşmesi olayında, kendi büyüleri ile aynı şeyi yapmak istedilerse de bunu başaramadılar ve “Bu işte Tanrının parmağı var!” dediler. (Mısırdan Çıkış 8:16-19) Aynı şeyi, son günlerde gerçeğe karşı direnen kişiler de yapmaktadır. Yaptıkları her şeyi şeytanın doğrudan enerjisi aracılığı ile yaparlar ve onun gücünün sınırlarının dışında hareket edemezler. Ayrıca burada söz konusu olan özel konu, “gerçeğe karşı koymaktır.”

“Yannis ve Yambris”in burada yapabildikleri üç şey, şeytanın enerjisi, ölüm ve murdarlık gibi özellikleri ile tanımlanır; yani, yılanlar, kan ve kurbağalar. Bu üç olayda Musa’ya karşı durdular ve aynı zamanda “gerçeğe de karşı” gelmiş oldular. Ve gerçeğin vicdan üzerindeki ahlaksal ağırlığını ve aksiyonunu engellemiş oldular. Gerçeğin etkisi altına girmeyi reddeden kişiler gerçeğin gücünü öldürmeye kalkışırlar. Şeytanın çalışma şekli böyledir. İmanlılar ile ilgili her şeye sahip olmak ister. Bizi, “imanlı bir dünya” tarafından çevrelendiğimize inandırmak ister. Ancak bu sahte bir Hıristiyanlık dünyasıdır; gerçeğe tanıklık etmekten çok uzak bir dünyadır; gerçeğin saf ve değerli etkisine karşı çıkmak için gerçeğin düşmanı tarafından tasarlanmıştır.

Kısaca özetleyecek olur isek, Mesih’in hizmetkarı ve gerçeğin tanığı her tarafından “Yannis ve Yambris”in ruhu tarafından çevrelenmiştir. Ve bunu hatırında tutması kendisi için yararlıdır; karşısındaki kötüyü her şekilde tanımalıdır; şeytanın Tanrının gerçekliğini taklit ettiğini her zaman aklında tutmalıdır. Kötü oldukları aşikar olan büyücüler sahte imanlıların yaptıkları gibi, “tanrısal bir biçime” sahiptirler, ama gerçeğin gücünü inkar ederler. Görünüşte doğru ve iyi hareket ederler, ama canlarında Mesih’in yaşamına, yüreklerinde Tanrının sevgisine ve vicdanlarında sözün gücüne sahip değildirler.

Esin alarak yazan elçi Pavlus daha sonra şu sözleri ekler: “Ama daha ileri gidemeyecekler. Çünkü Yannis ile Yambris örneğindeki gibi, bunların da akılsızlığını herkes açıkça görecektir. Yannis ve Yambris’in akılsızlıkları gerçekten de herkes tarafından açıkça görüldü; onlar yalnızca Musa ve Harun’un daha sonraki eylemlerini taklit etmek konusunda başarısız kalmadılar, ama aynı zamanda Tanrının gönderdiği yargılara da dahil oldular. Bu, çok ciddi ve önemli bir noktadır. Yalnızca biçimsel olarak hareket eden kişilerin tüm akılsızlıkları aynı şekilde herkes tarafından görülecektir. Tanrısal yaşam ve gücün tam ve uygun etkilerini yalnızca taklit etmek ile kalmayacaklar, ama aynı zamanda kendileri direniş gösterdikleri bu gerçeği reddettikleri için karşılarına çıkan bu yargıların konularına maruz kalacaklardır.

Güçsüz ya da sahte iman ikrarlarına dair söylenecek bir şey yok mudur? Elbette vardır; diri bir güç ile her vicdana konuşulması gerekir; konuşan bu ses her yürekte etki bırakan bir ciddiyet yaratmalıdır. Herkesi, gerçeğe tanıklık edip etmediğine ilişkin ciddi bir araştırmaya yöneltmelidir. Tanrısal güç ile mi yürüyor yoksa ona engel mi oluyor, ya da yalnızca biçimci olmak ile tanrısal gücün etkisini mi aşağılıyor? Tanrısallığın gücünün etkisi, “öğrendiğimiz şeyleri yapmaya devam edip etmememiz ile” anlaşılır. Tanrı tarafından öğretiş almış olan kişiler dışında, hiç kimse devam etmez. Ancak saf esin kaynağında tanrısal ilkeden içmiş olanlar Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile devam edebiliriler.

Tanrıya şükürler olsun ki, iman eden Kilisenin çoğu bölümünde böyle imanlılar mevcuttur. Vicdanları kefaret eden Tanrı Kuzusu’nun kanında yıkanmış, yürekleri İsa’ya içten bir bağlılık ile çarpan ve ruhları O’nu bir gün olduğu gibi görecekleri için kutsal umut ile sevinç bulan ve sonsuza kadar O’nun benzeyişine dönüştürülecek olan pek çok gerçek imanlı vardır. Böyle kişilerin var olduğunu düşünmek teşvik edicidir. Bu tür kişiler ile paydaşlıkta bulunmak söz ile anlatılamaz bir merhametin sağlayışıdır; onlar içlerinde taşıdıkları umut ve sahip oldukları konum için bir neden söyleyebilirler. Rab, bu imanlıların sayısını her gün daha çok arttırsın. Tanrısallığın gücü, bu son günlerde her yana yayılsın, öyle ki, tek layık Olan’ın adına sağlam tanıklıklar yükseltilebilsin.

Şimdi bölümümüzde incelenmesi gereken bir üçüncü nokta kaldı; bu da, firavunun Tanrı halkının Mısır ülkesinden tam bir kurtuluş ve kesin bir ayrılık ile çıkması için dört gizli itirazın varlığı. Bu itirazlardan ilkini, Mısırdan Çıkış 8:25 ayetinde görmüş idik: “Firavun Musa ile Harun’u çağırtıp, ‘Gidin, bu ülkede Tanrınıza kurban kesin’ dedi.” Burada büyücülerin karşı çıkması ya da firavunun itiraz etmesi konularına dikkat çekmek gereksizdir. Aslında olayların arkasında duran şeytanın kendisi idi ve firavunun bu sözlerinde Rabbin adına tanıklığın engellenmek istenmesi söz konusu idi – Tanrı halkının Mısırdan kesin ayrılması ile bağlantılı olan bir tanıklık.

Eğer Tanrı halkı Mısırda kalmış olsa idi, O’na kurban kesecek olsalar bile, böyle bir tanıklığın olamayacağı aşikar idi. O zaman sünnetsiz Mısırlılar ile aynı konumu almış ve Yahve’yi Mısırın tanrıları ya da putları ile aynı düzeye koymuş olacaklardı. Bu durumda ise, bir Mısırlı bir İsrailliye şu sözleri söylemiş olacak idi: “Sizinle bizim aramızda bir fark görmüyorum; siz de tapınıyorsunuz, biz de; hepsi aynı.”

Ve bunun doğal bir sonucu olarak, insanlar herkesin hangisi olur ise olsun, bir inanca sahip olmasının oldukça doğru olduğunu düşünürler. İçten olduğumuzu ve komşumuzun iman ikrarına müdahale etmediğimizi düşünecek olur isek, bu inancın biçimlerinin ne olduğu önemli değil şeklinde bir fikir gelişir. Bu tür düşünceler, insanların din diye adlandırdıkları düşüncelerdir. Ama İsa’nın adının bu tür düşüncelerde yücelik bulamayacağı kesinlikle aşikardır. Düşman, ayrılmak ile ilgili talebe ve insan yüreğinin anlayamadığına her zaman karşı çıkacaktır. Yürek dindarlık isteyebilir, çünkü vicdan olan her şeyin doğru olmadığına tanıklık eder; ama aynı zamanda dünyaya karşı da açlık duyar; “ülkede Tanrıya kurban kesmekten” hoşlanabilir ve insanlar dünyasal bir dini kabul ettikleri ve “çıkıp ayrılmayı” reddettikleri zaman, şeytan amacına ulaşmış olur. (2.Korintliler 6) Şeytanın başlangıçtan beri değişmeyen amacı, Tanrının yeryüzündeki adına tanıklık edilmesine engel olmaktır. “gidin, ülkede Tanrınıza kurban kesin” ifadesindeki önerinin karanlık eğilimi bu idi. Tanıklık için ne kadar korkunç bir engel, eğer kabul edilmiş olsa idi! Tanrının Mısırdaki halkı ve Tanrının Kendisi Mısırın putları ile bağlantıya geçmiş olacaklar idi. Ne kadar iğrenç bir küfür!!

Sevgili okuyucu, bu konu üzerinde derin düşünmemiz gerekir. İsrail’in, Tanrısına Mısırda tapınması için gösterilen bu kötü gayret ilk bakışta bizim düşünebileceğimizden çok daha derin bir ilkeyi ortaya koyar. Düşman dünya dini ile sahte bir tanrısallık üreterek her zaman, her şekilde ya da her koşulda sevinecektir. Şeytanın böyle bir dünya dinine asla itirazı olmaz. Aksine dindar dünya aracılığı ile de etkin olur. Ve bu yüzden eğer gerçek bir imanlıyı dünya dinine çekme konusunda başarılı olur ise, büyük bir zafer kazanmış olur. Bu kötü dünyadan ayrılma ile ilgili tanrısal ilke aslında en temel ilkedir. Bazı düşüncelere sahip olabilir, bazı öğretişleri vaaz edebilir ve aynı hizmeti yapabilirsiniz; ama eğer yalnızca “böyle kişilerden ayrılın” (2.Timoteos 3:5) ve “onların arasından çıkın” (2.Korintliler 6:17) gibi tanrısal buyruklar ile hareket etmeye kalkışır iseniz, o zaman en büyük karşıtlıklar ile yüz yüze geleceğiniz kesindir. Şimdi bu konunun nasıl düzenlenmesi gerekir? Bu dünyanın sahte dindarlığından ayrılarak yapılan tanıklık ve bu dünya ile bağlantıda kalındığı zaman yapılan tanıklık asla aynı değildir.

İnsan dini ve Mesih arasında çok büyük bir farklılık mevcuttur. Yoksul bir Hintli size kendi dininden söz edebilir, ama Mesih hakkında hiç bir bilgisi yoktur. Elçi, “eğer dinde bir teselli var ise” demez; yine de hiç kuşkusuz her inancın kendine göre bir teselli konusu vardır. Pavlus ise, öte yandan, tesellisini Mesih’te bulmuştur; dinin değersizliğinin tamamen farkına varmış ve bunu önce en doğru ve en etkileyici şekilde kendisine kanıtlamıştır. (Galatyalılar 1:13,14; ile Filipeliler 3:4-11 ayetlerini kıyaslayın.)

Tanrının Ruhunun bize, “saf dindarlık ve bozulmamış olmaktan” söz ettiği doğrudur; ama yeniden doğmamış kişi hiç bir şekilde bunu başaramaz; çünkü Tanrının Ruhundan doğmamış birinin “saf ve murdarlıktan uzak” olması mümkün değildir. Bu inanç göktendir ve kaynağının tamamı saf ve iyidir; Tanrının ve Baba’nın gözünde değerlidir: “Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrının çocukları olma hakkını verdi.” (Yuhanna 1:12,13; Yakup 1:18; 1.Petrus 1:23; 1.Yuhanna 5:1) Sonuç olarak bu gerçek, aktif hayırseverliğin ve kişisel kutsallığın iki önemli temeline dayanır. “Baba Tanrının gözünde kusursuz ve temiz dindarlık, kişinin sıkıntı çeken öksüzler ve dullar ile ilgilenmesi ve kendini dünyanın lekelemesinden korumasıdır.” (Yakup 1:27)

Şimdi eğer Hıristiyanlığın gerçek ürünlerinin tam listesini inceleyecek olur iseniz, bunların hepsinin şu iki temel üzerinde sınıflandırılmış olduklarını göreceksiniz. Ve ister Mısırdan Çıkış sekizinci bölüme ya da Yakup birinci bölüme dönün; ilginç bir şekilde gözlemleyeceğiniz şudur: Tanrıya gerçekten hizmet etme özelliğinin kaçınılmaz ilkesi, dünyadan çıkıp ayrılmaktır. Tanrının huzurunda kutsal olmayan hiç bir şey kabul edilemez. Kötü dünya ile temasta bulunarak kirlenmiş olan bir şey, Tanrının elinden asla “saf ve kusursuz dindarlık” mührünü alamaz. “Bu nedenle, imansızların arasından çıkıp ayrılın. Murdar olana dokunmayın, ben de sizi kabul edeceğim. Her Şeye Gücü Yeten Rab diyor ki, ‘Size Baba olacağım, siz de oğullarım, kızlarım olacaksınız.’ “ (2.Korintliler 6:17,18)

Yehova ve Mısırdan kurtardığı halkı için bir buluşma yeri yok idi; evet, onlar için kurtuluş ve Mısırdan ayrılık tek ve aynı şey idi. Tanrı şöyle demiş idi: “Halkımı kurtarmak için aşağı indim.” Ve Tanrıyı bundan daha azı ne tatmin edebilir ne de O’nu yüceltebilirdi. Halkını hala Mısırda bırakmak gibi bir kurtuluş asla Tanrının kurtarışı olamaz idi. Ayrıca, Yehova’nın İsraili kurtarma konusundaki amacının aynı zamanda firavunun yıkımını da planladığını aklımızda tutmamız gerekir. “O’nun Adı tüm yeryüzünde beyan edilecektir.” Ve eğer Tanrının halkın O’na Mısırda tapınmaya kalksa idi, Tanrının Adının ya da karakterinin nasıl bir beyanı söz konusu olabilirdi ki? Ya hiç bir beyan olmazdı ya da yapılan beyan sahte beyan olurdu. Bu yüzden, Tanrının karakterinin tam ve sadık bir şekilde beyan edilmesi için halkının tamamen kurtarılması ve Mısırdan çıkartılması gerekli idi ve aynı şekilde Tanrı Oğlu’nun kusursuz bir tanıklığının sağlanması için O’na gerçekten ait olan kişilerin hali hazırdaki dünyadan da ayrılmaları gerekir. Tanrının isteği budur ve Mesih Kendisini bu amaç için feda etmiştir. “Babamız Tanrıdan ve Rab İsa Mesih’ten sizlere lütuf ve esenlik olsun. Mesih Babamız Tanrının isteğine uyarak bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmak için günahlarımıza karşılık kendini feda etti. Tanrıya sonsuza dek yücelik olsun. Amin.” (Galatyalılar 1:3-5)

Galatyalılar insani ve dünyasal bir dine yakınlık duymaya başlıyorlar idi – bir düzenlemeler dini -  “günler ve aylar ve zamanlar ve yıllar” ve elçi mektubuna onlara Rab İsa Mesih’in onları lütfu ile çağırdığını ve tekrar insan çabasına dönmelerinin değişik bir müjdeye inanmaları anlamına geldiğini söyleyen bir uyarı ifadesi ile başlar. Tanrı halkı, Mesih’teki üstün kişisel ayrılmışlıkları ile kurtarılmışlardır. Tanrının halkı oldukları için O’nunla birleşmiş ve O’nun adını almışlardır. Hala Mısırın murdarlıkları ve iğrençlikleri arasında kalan bir halk, Kutsal Olan için bir tanık olamaz. Aynı şekilde hiç kimse, sahte ve çürümüş dünyevi bir dinin murdarlıkları ile karışamaz, bir araya gelemez. Bu durumda olan bir kişinin çarmıha gerilmiş ve dirilmiş bir Mesih için parlak ve düzenli bir tanıklıkta bulunması mümkün değildir.

Musa’nın firavunun ilk itirazına verdiği yanıt gerçekten de zihinlerden çıkmayacak bir yanıttır. “Musa, ‘bu doğru olmaz’ diye karşılık verdi, ‘çünkü Mısırlılar Tanrımız Rabbe kurban kesmeyi iğrenç sayıyorlar. İğrenç saydıkları bu şeyi gözlerinin önünde yapar isek, bizi taşlamazlar mı? Tanrımız Rabbe kurban kesmek için bize buyurduğu gibi üç gün çölde yol almalıyız.’” (Mısırdan Çıkış 8:26,27) Burada Mısırdan gerçek ayrılışı görürüz – “üç günlük yolculuk”! İmanı en çok tatmin edebilecek şey budur. İsrail’in Tanrısının dirilişin gücü ile ölüm ve karanlık ülkesinden ayrılması gerekir. Kızıl Denizin suları Tanrının kurtardıkları ve Mısırın arasında akacaktır ve böylece kurtarılanlar Yehova’ya uygun şekilde kurban sunacaklardır. Eğer Mısır’da kalmış olsalar idi, o zaman Rabbe, Mısırlıların iğrenç tapınmalarında kullandıkları objeleri kullanmak zorunda kalacaklardı.2 Böyle bir şey mümkün olamazdı. Mısırda tapınma çadırı, tapınak ve sunak yok idi. Mısırın hiçbir yerinde Tanrıya tapınacakları yer yok idi. Bu gerçeği göz önüne alarak, daha sonra da göreceğimiz gibi, İsrail hiç bir zaman Kızıl Denizin Kenan tarafında başarılı olarak tamamlanmış tam bir kurtuluşun gücü içinde bir arada toplanana kadar tek bir övgü şarkısı notası bile sunmadı. Bu durum bu gün için de aynen geçerlidir. İmanlı, Rab İsa Mesih’in ölümünün ve dirilişinin nerede olduğunu bilmeli ve sonsuza kadar önüne konmuş olan dönem süresince sağduyulu bir tapınan, kabul edilmiş bir hizmetkar ya da etkili bir tanık olarak yaşayacağının farkında olmalıdır.

Önemli olan Tanrının bir çocuğu ve böyle bir konumda aynı zamanda kurtarılmış bir kişi olmak değildir. Tanrı çocuklarının çoğu kendileri ile ilgili olarak Mesih’in ölümünün ve dirilişinin tam sonuçlarından haberdar olmaktan çok uzaktırlar. Mesih’in ölümünün, iman edenlerin günahlarını sonsuza kadar ortadan kaldırdığına dair değerli gerçeği kavrayamazlar ve günah ile ilişkilerini kesmiş olan O’nun diriliş yaşamının paydaşları olmanın mutluluğunu bilmezler. “Vaat edilen Ruh’u iman ile alalım diye Mesih bizim için lanetlenerek bizi yasanın lanetinden kurtardı.” (Yasanın Tekrarı 21:23; Galatyalılar 3:3 ayetlerini karşılaştırın.) Yasayı yerine getirmediğimiz için lanet altında idik, ama Mesih, Mükemmel İnsan yasayı yerine getirip onu onurlandırdı; başka bbir deyiş ile yasaya kusursuz olarak itaat etti ve bir ağaç üzerine asılarak bizim için lanetlendi. Böylece yaşamıyla Tanrının yasasını tamamladı ve ölümünde lanetimizi üstlendi. İşte bu yüzden artık imanlı için suçluluk, lanet, gazap ya da mahkumiyet yoktur ve evet, imanlı Mesih’in yargı kürsüsünün önünde görünecektir, ama bu yargı kürsüsü merhamet kürsüsü gibi dostane olacaktır. Bu kürsünün önünde imanlıya karşı olan hiç bir şeyin bulunmadığı gösterilecektir. İmanlı, her ne ise, Tanrının lütfu ile öyledir. İmanlı, tanrının başyapıtıdır; ölüm ve mahkumiyet konumundan alınarak Tanrı tarafından Mesih’in konumuna yerleştirilmiştir. Yargıç’ın Kendisi tüm günahları ortadan kaldırmıştır ve imanlıya Mesih’te tanrı doğruluğu vermiştir, öyle ki, yargı kürsüsü imanlı için dostane bir kürsü olabilsin. Evet, yargı kürsüsü, Kuzu’nun kanında tüm günahları yıkanmış olan imanlı için Tanrının onu kar gibi beyaz kıldığına dair gökte, yerde ve cehennemde herkesin önünde yetkin bir beyan olarak ilan edildiği yerdir. (bakınız Yuhanna 5:24; Romalılar 8:1; 2.Korintliler 5:5, 10,11; Efesliler 2:10) Yapılması gereken her şeyi Tanrının Kendisi yaptı. Tanrının Kendi yaptığı işi mahkum etmeyeceği kesindir. Talep edilen mutlak Tanrı doğruluğu Tanrının Kendisi tarafından sağlandı. Bu nedenle, Tanrının, Kendi doğruluğunda hiç bir hata bulamayacağı kesindir. Yargı kürsüsünün ışığı çarmıha ait olan eşsiz yücelik ve sonsuz erdemlere engel olmaya çalışabilecek her sis ve bulutu dağıtacak kadar parlak olacak ve imanlının “kar gibi ak” olduğunu gösterecektir. (Yuhanna 13:10; Yuhanna 15:3; Efesliler 5:27)

Bu temel gerçekleri, iman sadeliği ile atılmadıkları için pek çok Tanrı çocuğu huzur eksikliği duymaktadır. Ruhsal koşulları sürekli olarak değişmektedir, yaşadıkları tecrübelerde devamlı olarak iniş çıkışlara maruz kalırlar. Bir imanlının yüreğindeki her kuşku, Tanrı sözünü ve Mesih’in kurbanını hor görmektir. Daha şimdiden yargı kürsüsünden parlayan ışığı görmediği için her zaman bir kuşku ya da bir korku tarafından rahatsız edilmektedir. Ve tüm bunlar yaşadıklarını olumsuz etkilemektedir. Tapınması, hizmeti ve tanıklığı ile yaptığı etki, Rabbin onuru ile ilgili olduğu için ciddi olmanın ötesinde önem taşır. Ama heyhat! Genel konuşmak gerekir ise, kişisel kurtuluş en önemli konu olduğu için ağzı ile iman ikrarında bulunan imanlıların çoğu hedef ve sonuç olarak Rabbin onuru hakkında çok az şey düşünürler. Bizi etkileyen her şeye elzem olarak bakmaya eğilim gösteririz; oysa önemli olan, her şeyin, Mesih’in yüceliğini nasıl etkilediğidir ve biz yalnızca bunları elzem olarak görmeliyiz.

Ama yine de, can’a dingin huzur sağlayan aynı gerçeğin farklılıklar ile birlikte görülmesi iyidir; aynı zamanda zihinsel tapınma, kabul edilebilir hizmet ve etkin tanıklık da önemlidir. 1.Korintlilerin on beşinci bölümünde elçi Mesih’in ölümünü ve dirilişini her şeyin ana temeli olarak ortaya koyar. “Şimdi kardeşler, size bildirdiğim, sizin de kabul edip bağlı kaldığınız Müjdeyi anımsatmak istiyorum. Size müjdelediğim söze sımsıkı sarılır iseniz, onun aracılığı ile kurtulursunuz. Yoksa boşuna iman etmiş olursunuz. Aldığım bilgiyi size öncelikle ilettim: Kutsal Yazılar uyarınca Mesih günahlarımıza karşılık öldü, gömüldü ve Kutsal Yazılar uyarınca üçüncü gün ölümden dirildi.” (ayetler 1-4) işte, kısa ve anlaşılır bir ifade ile müjdenin tanımı budur. Ölmüş ve dirilmiş olan bir Mesih kurtuluşun temelidir. “O, suçlarımız için ölüme gitti ve aklanmamız için dirildi.” (Romalılar 4:25) Çarmıha gerilmiş ve tahtta oturan İsa’yı iman gözü aracılığı ile görmek, vicdana sağlam bir esenlik ve yüreğe mükemmel bir özgürlük vermelidir. Mezara bakabilir ve onun boş olduğunu görebiliriz; tahta bakabilir ve O’nun tahtta oturduğunu görebilir ve sevinç içinde yolumuza devam edebiliriz. Rab İsa halkının yerine geçerek halkı uğruna çarmıhta her şeyi çözüme ulaştırdı. Ve şimdi Tanrının sağında oturduğu için bu çözümün kanıtını da sergilemektedir. Dirilmiş bir Mesih tamamlanmış bir kurtuluşun sonsuz kanıtıdır. Ve eğer kurtuluş tamamlanmış bir gerçek ise, imanlının esenliği de oturmuş bir gerçektir. Esenliği biz sağlamadık ve asla sağlayamazdık. Aslında esenlik sağlamak için göstereceğimiz herhangi bir çaba, bizim esenliği bozan kişiler olarak görülmemize neden olacak bir durum arz eder. Ama Mesih çarmıhta kanı aracılığı ile barışı sağladığı için her düşman üzerinde bulunan yüce ve zaferli yerine oturmuştur. Tanrı, O’nun aracılığı ile esenlik vaaz eder. Müjdenin Rabbi bu esenliği taşır ve can müjdede esenlik olduğuna inanır. Tanrının huzurunda kesin esenlik, çünkü Mesih esenliğimizdir. (Bakınız elçilerin İşleri 10:36; Romalılar 5:1; Efesliler 2:14; Koloseliler 1:20) Bu şekilde Tanrı yalnızca Kendi taleplerini tatmin etmek ile kalmamıştır, ama böyle yapmak ile aynı zamanda Adem’in suçlu konumunu ortadan kaldıran adaleti sağlayan tanrısal çözümü sınırsız sevgisi ile çarmıhta sergilemiştir.

Şimdi tüm bunlar ile ilgili olarak pratik sonuca bakalım. Mesih’in çarmıhı yalnızca imanlının günahlarını ortadan kaldırmak ile kalmamış, ama aynı zamanda imanlının dünya ile olan ilişkisini sonsuza kadar kesmiştir. Ve bu temel üzerinde imanlı, dünyayı çarmıha gerilmiş bir şey olarak görme gibi bir ayrıcalığa sahiptir ve aynı şekilde dünyanın gözünde de çarmıha gerilmiş biridir. Böylece imanlı ve dünya, birbirlerinin gözünde çarmıha gerilmişlerdir. Bu durum, her içten imanlının gerçek saygın konumudur. Dünyanın Mesih hakkındaki yargısı, dünyanın O’nu kasti olarak yerleştirmiş olduğu konum ile ifade edildi. Bir katil ve günahsız İsa arasından halk çarmıha gerilmesi için İsa’yı seçti. Katilin serbest bırakılmasına izin verdi, ama Mesih’i iki haydut arasında bir çarmıha çiviledi. Şimdi eğer imanlı Mesih’in ayak izlerinden yürür ise, O’nun Ruhundan içer ise, dünyanın değerlendirmesinde Mesih’in aldığı yerin aynısını alacaktır ve bu şekilde yürüyüşünde ve her günkü tecrübelerinde Mesih’in çarmıhı ile yönlendirilecektir.

Ama çarmıh imanlı ve dünya arasındaki bağlantıyı etkin bir şekilde kesmiştir; diriliş imanlıya yeni bağlar ve birlikler sağlamıştır. Eğer, çarmıhta dünyanın Mesih hakkındaki yargısını görüyor isek, dirilişte Tanrının yargısını görüyoruz. Dünya, O’nu çarmıha gerdi; ama “Tanrı O’nu pek çok yüceltti.” İnsan İsa’ya en alçak yeri, Tanrı ise O’na en yüce yeri verdi. İmanlı Mesih hakkındaki düşünceleri ile Tanrı ile tam paydaşlığa çağrıldı. Mesih tapınaktaki masaları dünyanın yüzüne fırlattı ve dünyaya çarmıha gerilmiş bir şey olarak bakabildi. Bu nedenle, eğer imanlı, bir çarmıhta, dünya ise başka bir çarmıhta ise, her ikisi arasındaki ahlak farklılığı gerçekten de büyüktür. Ve eğer bu farklılık prensip olarak büyük ise, pratikte de büyüktür. Dünya ve imanlının kesinlikle ortak hiçbir paydaşlıkları olamaz; dünya Rabbini ve Efendisini inkar ettiği sürece olmayacaktır da. İmanlının dünya ile paydaşlığı ne kadar çok ise, Mesih ile paydaşlığı da o kadar az olacaktır.

Tüm bu konular yeterince açıktır, ama sevgili imanlı okuyucum, bu durum bizi dünya ile ilgili olarak nasıl bir konuma yerleştirir? Dışarıda bırakır ve hatta tamamen dışarıda bıraktığı kesindir. Biz dünyanın önünde ölüyüz ve Mesih’te diriyiz. O’nun yeryüzü tarafından reddedilişine ve gökyüzü tarafından kabul edilişine paydaşız ve göklerde kabul edilmiş olmanın sevinci bizim yeryüzü tarafından reddedilişimiz, denemelerde sevinmemizi sağlar. Göklerde bir paya sahip olduğumu bilmeden dünyadan dışarı atılmam dayanılmaz bir durum olur idi; ama göğün görkemleri canın görüşünü doldurduğu zaman, dünyanın tutumu beni ilgilendirmez.

Ama bazı kişilerin aklına şu soru gelebilir? “Dünya nedir?” Bu konuda dünya ya da dünyasal olma gibi tanımların dışında bir ifade bulmak zordur. Çünkü bizler genellikle dünyasallığı farklı algılarız; Ama Tanrının Sözü buna rağmen “dünya”yı mükemmel bir şekilde tanımlar, dünya, “Baba’dan olmayandır.” Bu nedenle, Baba ile olan paydaşlığım ne kadar derin ise, dünyasal olanı algılamam o kadar kesin olacaktır. Öğretişin tanrısal şekli budur. Baba’nın sevgisinden ne kadar çok zevk alıyor iseniz, dünyayı o kadar çok reddedersiniz. Ama Baba’yı açıklayan kimdir? Oğul! Nasıl? Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile. Kederli olmayan bir Ruh’un gücünden Oğul’un Baba’yı açıklamasını dinlemek, harikadır. Yürekteki Tanrı Egemenliği, dünyasallık ile ilgili yargıyı ortaya koyar; dünyasallığı tanımlamaya çalışmak zordur. Biri bu konuda, “beyazdan siyaha doğru dereceli olarak tonları olan” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Bu, yanlış bir ifade değildir. Bir yere bir sınır koyup şunu diyemezsiniz: “işte bu noktadan itibaren dünyasallık başlar;” ama tanrısal doğanın sağduyulu özellikleri dünyasallık karşısında geri çekilmez. “Kutsal Ruh ile yürü, o zaman bedenin tutkularını yerine getirmezsin.” Tanrı ile yürü ve o zaman dünya ile yürümezsin. Farklılıkların ve katı kuralların o zaman hiç bir etkileri kalmaz. İstediğimiz tanrısal yaşamın gücüdür. “Çöle yapılacak üç günlük yolculuğun” anlamını ve ruhsal uygulamasını anlamak isteriz. Ve bu şekilde yalnızca Mısırın kerpiç tuğlalarından ve angaryacılarından değil, aynı zamanda tapınak ve sunaklarından da uzak durmuş oluruz.

Firavunun ikinci itirazı, ilk itirazının karakter ve eğiliminden çok farklı idi. “Firavun, ‘çölde Tanrınız Rabbe kurban kesmeniz için sizi salıveriyorum’ dedi. ‘Yalnız çok uzağa gitmeyeceksiniz. Şimdi benim için dua edin.” (Mısırdan Çıkış 8:28) Firavun onları Mısırda tutamayacağını düşünerek hiç olmaz ise yakın bir yerde olmalarını istedi, öyle ki, değişen koşullar olduğu takdirde onlara müdahale edebilsin. Bu şekilde onları tekrar geri getirebilirdi ve böylece Mısırdan asla ayrılmadıkları takdirde tanrısal tanıklığı daha etkin bir şekilde ezmiş olurdu. Dünyadan vazgeçip ona tekrar geri dönen kişilerin davranışları aslında Mesih’in davasına her zaman daha büyük zarar vermiştir; çünkü bu şekilde göksel değerleri denemiş olduktan sonra yersel değerlerin daha iyi ve daha tatmin edici olduğunu düşündüklerini göstermiş olurlar.

Hepsi bu kadar da değildir. Tövbe etmemiş kişilerin vicdanları ile ilgili gerçeğin ahlaki etkisi, bırakmış gibi göründükleri değerlere sonradan tekrar geri dönen iman ikrarında bulunmuş kişilerin yarattığı ahlaki etkiden farklıdır, ama yine de bunlar birbirleri ile kıyaslandıkları için durum üzücüdür. Bu tür geri dönüşler tanrının gerçeğinin değerini azaltamazlar; herkes davranışından kişisel olarak sorumludur. Ve kendisi ile ilgili hesabı Tanrıya verecektir. Ama yine de her iki davranışın etkisi aynı şekilde kötüdür. “Rab ve Kurtarıcı İsa Mesih’i tanımak ile dünyanın çirkefliğinden kurtulduktan sonra yine aynı işlere karışıp yenilirler ise, son durumları ilk durumlarından beter olur. Çünkü doğruluk yolunu bilip de kendilerine emanet edilen kutsal buyruktan geri dönmekten ise, bu yolu hiç bilmemiş olmak onlar için daha iyi olur idi.” (2.Petrus 2:20,21)

Bu yüzden eğer kişiler, “çok uzağa gitmeyecekler” ise, hiç gitmemeleri daha iyi olur. Düşman bu gerçeği çok iyi biliyordu ve bu yüzden ikinci itirazını buna göre yaptı. Sınırdaki bir konum onun amacına tam olarak uymakta idi. Bu konumda bulunan kişiler aslında hiç bir konumda değildirler ve aslında yarattıkları etki ne olur ise olsun, tamamen yanlış yönde olduklarını gösterir.

Tüm bu itirazlarda yer alan şeytanın planının İsrail’in Tanrısının adı ile ilgili tanıklığa engel olmak olduğunu anlamak çok önemlidir. Ve bu tanıklığa “çölde yapılacak üç günlük bir yolculuk” ile leke sürülebilir idi. Bu nedenle, en doğrusu, “çok uzağa gitmek” idi. Firavun, üç günlük bir yolculuğa çıkan halkı yolda arkalarından giderek yakalayabilir idi. Ve ah! Keşke iman ikrarında bulunan herkes, zihinlerinin ruhunda ve karakterlerinin niteliğinde Mısırdan gerçekten ayrılabilse ve Mısırdan çok uzağa gidebilse ne kadar iyi olurdu! Keşke çarmıhın ve Mesih’in mezarının kendileri ve dünya arasında oluşturduğu sınırın farkına akıllı bir şekilde varabilselerdi! İnsan doğasının enerjisi aracılığı ile hiç kimse bunun farkına varamaz. Mezmur yazarı şöyle der: “Kulun ile yargıya girme, çünkü hiç bir canlı senin karşında aklanmaz.” (Mezmur 143:2) Bu sözler aynı zamanda dünyadan gerçek ve etkili bir ayrılış ile de yakından ilgilidir. “Hiç bir canlı” kendini aklayamaz. Tanrının önünde aklanmak ya da dünyadan tamamen ayrılmak için Tanrının tamamladığı işe iman etmek aracılığı ile “Mesih ile birlikte ölmek” ve “O’nunla birlikte dirilmek” gerekir, başka şekli yoktur. Bu duruma “çok uzağa gitmek” adını verebiliriz. İman ikrarında bulunan ve kendilerini imanlı olarak adlandıran herkesin çok uzağa gitmesini dileriz. O zaman lambaları düzenli bir ışığa boyun eğecektir. O zaman borazanlarının sesi gür çıkacaktır. Yürüdükleri yol yükselecek, tecrübeleri derinleşecek ve zenginleşecektir. Esenlikleri bir ırmak gibi akacaktır. Sevgilerinde göksel değerler olacak ve giysileri lekesiz olacaktır. Ve her şeyin ötesinde Rab İsa Mesih’in adı, Baba Tanrının isteği uyarınca Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile onlarda yüceltilecektir.

Firavunun üçüncü itirazı en çok dikkat etmemiz gereken itirazdır. “Böylece Musa ile Harun’u firavunun yanına geri getirdiler. Firavun, ‘gidin, tanrınız Rabbe tapın. Ama kim gidecek?” dedi. Musa, ‘Genç, yaşlı, hep birlikte gideceğiz. Oğullarımızı, kızlarımızı, davarlarımızı, sığırlarımızı yanımıza alacağız. Çünkü Rabbe bayram yapmalıyız’ dedi. Firavun, ‘Alın çoluk çocuğunuzu, gidin gidebilirseniz, Rab yardımcınız olsun!’ dedi. ‘Bakın, kötü niyetiniz ne kadar açık. Olmaz. Yalnız erkekler gidip Rabbe tapsın. Zaten istediğiniz de bu.’Sonra Musa ile Harun firavunun yanından kovuldular.” (Mısırdan Çıkış 10:8-11) Burada, yine düşmanın İsrail’in Tanrısının adının tanıklığına vurmak için ölümcül bir darbe hedeflediğini görüyoruz. Anne ve babalar çölde ve çocuklar Mısır’da! Olacak şey değil! Böyle bir kurtuluş ancak yarım bir kurtuluş olabilir idi; böyle yarım bir kurtuluş İsrail için yararlı olmayacak idi ve İsrail’in Tanrısı hor görülmüş olacak idi. Böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün değil idi. Eğer çocuklar Mısırda kalacak olsalar idi, o zaman anne ve babalarının da Mısırdan ayrıldıklarını söylemek mümkün olamazdı, çünkü çocuklar anne ve babalarının bir parçasıdırlar. Böyle bir durumda söylenebilecek en çok şey, anne ve babaların kısmen Yehova’ya ve kısmen de firavuna hizmet ediyor olacakları idi. Ama Yehova’nın firavun ile hiç bir payı olamazdı. Yehova bir şeye ya mutlak sahip olur ya da hiç sahip olmaz. Bu ilke imanlı anne ve babalar için ciddi bir ilkedir. Bunu yüreğimizin derinliklerinde tutalım ve hiç unutmayalım! Çocuklarımız için Tanrıya güvenebiliriz ve bu bizler için mutlu bir ayrıcalıktır ve “onları Rabbin terbiye ve öğüdü ile büyütelim.” (Efesliler 6) Tanrı nasıl bizim payımız ise, sevgili küçüklerimizin de payıdır.

Firavunun dördüncü ve son itirazı, halkın davarları ve sığırları ile ilgili idi. “Firavun Musayı çağırttı, ‘Gidin, Rabbe tapın’ dedi, ‘yalnız davarlarınız ve sığırlarınız alıkonacak. Çoluk çocuğunuz sizinle birlikte gidebilir.’” (Mısırdan Çıkış 10:24) Şeytan, İsrail’in Mısır ülkesinden çıkmasına engel olmak için nasıl da direndi! Önce onları ülkede tutmaya kalktı ve sonra da ülkeye yakın kalmalarında diretti, daha sonra onların bir parçası olan çocuklarını alıkoymak istedi ve şimdi de son olarak ilk üç isteğinde başarılı olamadığı zaman, onları Rabbe hizmet edemeyecekleri bir şekilde salıvermeye razı oldu. Eğer köleleri tutamıyor ise, o zaman onların hizmet etme güçlerine engel olmaya çalışacak idi, böyle yapmasının nedeni Rabbe tapınmalarına engel olmak idi; eğer Mısır ülkesinde kurban kesmiyorlar ise, o zaman onların Mısırdan kurban kesmelerine engel olacak şekilde gitmelerine izin verecek idi.

Musanın, bu son itiraza verdiği yanıtta, Tanrının, halkı üzerindeki isteğinin ne olduğunu görüyoruz. “Musa, ‘Ama Tanrımız Rabbe kurban kesmemiz için bize kurbanlık ve yakmalık sunular da vermelisin’ diye karşılık verdi. ‘Hayvanlarımızı da yanımıza almalıyız. Bir tırnak bile kalmamalı burada. Çünkü Tanrımız Rabbe tapmak için bazı hayvanları kullanacağız. Oraya varmadıkça hangi hayvanları Rabbe sunacağımızı bilemeyiz.’” (Mısırdan Çıkış 10: 25,26) Tanrının, halkı ile ilgili istekleri konusunda yeterli bir bilgiye sahip olabilmek için Tanrı halkının, ölüm ve dirilişin kendilerini yerleştirmiş olduğu bu seçilmiş yerde bir çocuk gibi iman ederek durmaları gerekir. “Oraya varmadıkça hangi hayvanları Rabbe sunacağımızı bilemeyiz.” Bu ifadedeki anlam şudur: “üç günlük yolculukları” sona erinceye kadar tanrısal isteğin ya da kendi sorumluluklarının ne olduğu konusunda bir bilgileri yok idi. Bu tür şeylerin Mısırın putperest ve çürümüş atmosferi içinde bilinmeleri mümkün değil idi. Kefaretin, herhangi bir algı ya da sorumluluk mevcut olmadan tamamlanmış bir gerçek olduğunun bilinmesi gerekir. Tüm bunlar yetkin ve iyidir. “Eğer bir kişi onun isteğini yerine getirecek ise, bu konudaki öğretişi bilmesi lazımdır.” Ölümün ve dirilişin gücü aracılığı ile Mısırdan dışarı çıkmam gerekir; Mısırdan çıkmadıkça Rabbin hizmetinin ne olduğunu gerçekten bilemem. İman ile, “o geniş odadaki” yerimizi, Mesih’in değerli kanının bize sunduğu o değerli yeri aldığımız zaman ve çevremize bakıp da kefaret eden sevginin geniş, ender ve çok yönlü sonuçlarını kavradığımız zaman, bizi bu yere getirmiş olan o Kişi’ye gözlerimizi diktiğimiz zaman ve kendimize ne gibi zenginlikler lütfedildiğini anladığımız zaman, işte o zaman aşağıdaki şu şiirde yer alan sözcükleri söylememiz kesin hale gelecektir:

“Doğanın hepsi bana ait olsa idi, bu çok küçük bir sunu olur idi;
Şaşırtan, tanrısal sevgi yüreğimi, yaşamımı her şeyimi talep eder.”

“Bir tırnak bile kalmamalı burada.” Soylu sözler! Mısır, Tanrının kurtardığı kişiler ile ilgili hiç bir şeyi alıkoyamaz. “Beden, can ve ruh” üzerinde O’nun hakkı vardır; tüm varlığımız ve tüm sahip olduklarımız O’na aittir. “Biz kendimize ait değiliz, bir bedel karşılığında satın alındık”; kendimizi ve sahip olduğumuz her şeyi, Kendisine hizmet etmeye çağrıldığımız, Sahibimiz Olan’a adamamız, bizim için mutlu bir ayrıcalıktır. Burada, yasaya bağlı bir ruhun varlığı söz konusu değildir. “Oraya varmadıkça” sözcükleri bu dehşetli kötülüğe karşı tanrısal bir koruma içerirler. Kurban konusunda tek bir sözcük dahi işitmeden ya da hiç bir şey anlamadan “üç günlük yolculuğa” çıkarız; diriliş yaşamına ve sonsuza kadar kalıcı doğruluğa tam ve kesin olarak sahip olduk. O ölüm ve karanlık ülkesinden ayrıldık; Tanrının Kendisine getirildik, öyle ki, bize bahşedilen o yaşamın enerjisi içinde O’ndan zevk alabilelim ve yerleştirilmiş olduğumuz doğruluk konumu içinde sevinç ile hizmet edebilelim. O, yürekteki her sevgiye layıktır, tüm sürüdeki her kurban O’nun sunağına layıktır. O’nunla ne kadar yakın yürür isek, O’nun kutsanmış isteğini yerine getirmenin yiyeceğimiz ve içeceğimiz olduğunu o kadar iyi değerlendirebiliriz. İmanlı, Rabbe hizmet etmeyi en büyük ayrıcalığı olarak kabul eder. Tanrısal doğanın her uygulamasından ve her görünümünden keyif alır. Boynunda sıkıntı veren bir boyunduruk ya da omuzlarında katlanılması imkansız bir ağırlık ile bir aşağı bir yukarı hareket etmez. Boyunduruk, Kutsal Ruh’un meshi sayesinde kırılmıştır; yük, çarmıhta akan yüce kan aracılığı ile sonsuza kadar kaldırılmıştır. Tanrı halkı için kefaret edilmiş ve yeniden doğmaları sağlanmıştır. “BIRAK HALKIMI GİTSİN” ifadesindeki sözcükler insanın canını coşku ile harekete geçirirler.

NOT: Mısırdan Çıkış 11. Bölümün içeriğini İsrail’in fısıh kuzusunun kanının sığınağı altında sahip olduğu güvenlik ile bağlantılı olarak gözden geçireceğiz.


2   The word "abominations" has reference to that which the Egyptians worshipped.

 

Pages