February 2012

İslam’a göre, peygamberlere duyulan ihtiyacın iki temel nedeni vardır: 1) insanlar zayıftırlar, ve 2) Tanrı yarattıkları ile ilgilenir. Ve insanları kendine geri çağırmak istediği için peygamberler gönderir. Bu yüzden, Tanrı’nın, dik başlı yaratığına gösterdiği egemen ilgiye duyulan inanç, peygamberlerin tanrısal mesajın taşıyıcıları oldukları inancına neden olur. Bu inanç İslam teolojisi içinde var olan doğal bir sonuçtur. Aslında, peygamberlere ve onların yazdıklarına duyulan inanç, İslam öğretişindeki beş koşuldan (şartından) iki tanesidir (diğerleri: Tanrı’ya, O’nun meleklerine ve Kıyamet Günü’ne inanmak).

Bu bölümde, peygamberlerin rolü ve önemi hakkındaki Müslüman anlayışını İsa üzerinde özel bir şekilde odaklanarak gözden geçireceğiz. Tanrı, ayetleri peygamberlere vahiy yolu ile verdiği için, aynı zamanda Müslüman düşüncesinin, Kutsal Kitap’ta da yer alan ayetleri ve Yahudiler’in ve Hristiyanlar gibi diğer ayetlerin sahibi olan kişileri nasıl gördüğünü de inceleyeceğiz.

Peygamberlerin Anlamı ve İşlevi

İslam teolojisinde İngilizce’deki “peygamber” sözcüğü ile aşağı yukarı eşdeğer olan iki özel sözcük mevcuttur. Kuran’a özgü resul ifadesi “gönderilmiş kişi” (Grekçe’deki apostolos sözcüğünün Arapça çevirisi) anlamına gelir ve Arapça nebi ifadesi, “Tanrı’dan insana bilgi taşıyan ve bildiri beyan eden kişi” (bu sözcük, İbranice’deki nabi, peygamber sözcüğü ile aynıdır) anlamına gelir. Bu iki ifade bazen birbirlerinin yerini tutacak şekilde kullanılırlar, pek çok Müslüman teolog, resul ifadesinin tanrısal Kutsal Yazılar verilerek gönderilen kişi anlamına geldiğini düşünürler, nebi ifadesini ise, Tanrı’nın mesajını belki daha küçük bir dinleyici topluluğuna söz ile duyuran ve daha önce gönderilmiş olan Kutsal Yazılar’a bağlı olan kişi olarak anlarlar. 1

İslam’da bir peygamberin kimliği hakkında yapılan temel vurgulama, peygamberin insani bir varlık olması gerektiği gerçeği üzerindedir. Ajijola şöyle yazar:

Kuran’a göre peygamber, insani bir varlık olmak zorundadır ve bundan dolayı Kuran, beden alma ya da bedendeki Tanrı öğretişini kabul etmez. İnsan nefsinin ıslahı, kendilerine Tanrısal isteğin açıklandığı insanlara emanet edilir, çünkü yalnızca bir insan diğer insanlara örnek olarak hizmet edebilirdi… Bedendeki Tanrı, yüzlerce ayartma ile karşılaşmak zorunda olan ve kolayca günah işleyebilecek insanlara bir örnek olarak nasıl hizmet edebilirdi? Oysa Tanrı için olası hiçbir ayartma mümkün değildir. 2

Cragg, belirttiği şu sözleri ile konuya, çok yarar sağlayan bir anlayış ekler: “İslam düşüncesine özgü peygamberlik kavramı, Beden alma kavramının dahil edilmemesi ve reddedilmesi gerektiği konusunda ısrarla talepte bulunur; oysa Hristiyanlar’ın görüşüne göre peygamberlik ‘Beden Alan Söz’ü’ derinleştirir ve doruğa çıkartır. Böylelikle, “İslam’da sözcülük etmek, bu dünyada Tanrı için yapılabilecek her şeyi kapsar.” 3

İnsani bir varlık olmanın yanı sıra, bir peygamber olmak için hizmet eden özellikler olarak başka önemli nitelikler de mevcuttur. Abdalati şunları yazar: “Tanrı’nın tüm peygamberleri iyi karaktere ve yüksek onura sahip kişilerdi… Peygamberlerin içtenliği ve dürüstlüğü, zekaları ve saygınlıkları, kuşkuya yer vermeyecek şekilde doğrudur. Günah işlemek ya da Tanrı’nın Yasası’nı ihlal etmek gibi hatalar yapmazlardı.” 4

Müslüman bilginler, peygamberlerin ya tamamen günahsız ya da en azından tüm büyük günahlar ya da hatalardan uzak oldukları görüşüne sahiptirler. Hatta bazı Müslümanlar peygamberlerde günah işleme gibi bir gücün var olmadığını dahi iddia ederler. Örneğin, klasik Müslüman bilgin İbn Haldun (d. 1406) şu iddiada bulunur: “Peygamberlerin niteliklerini belirten, kendilerine vahiy gelmeden önce hepsinin iyi, akıllı ve anlayışlı insanlar olduklarıdır, bu tür insanlar utanç verici eylemlerden ve murdar olan her şeyden uzak dururlardı.” İbn Haldun, bu durumun “peygamberlerin kusursuz oldukları anlamına geldiğine” inanır (ismet). Bu yüzden, peygamberler utanç verici olan şeylere üstün gelme konusunda içgüdüsel bir eğilime sahip gibi görünürler ve hatta bu utanç verici şeylerden doğuştan sahip oldukları tabiata iğrenç gelen şeylermiş gibi uzak dururlar.” 5

Peygamberlerin amaçlarının ne olduğu konusunda Kuran ve İslam teolojisi iki anlam taşıyan görüşlere sahiptirler: “Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onların peygamberi geldiği (tebliğini yaptığı) zaman, aralarında adalet ile hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez” (10:47). “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan (Kötü’den) kaçının’ diye peygamber gönderdik” (16:36). “O, dereceleri hakkı ile yükseltendir, Arş’ın sahibidir. Buluşma günü hakkında (insanları) uyarmak için, iradesi ile ilgili vahyi kullarından dilediğine, kendi indirir” (40:15).

Yukarıdaki ayetlerde peygamberliğin önde gelen iki görünümü net bir şekilde ifade edilir. İlk görünüm, Tanrı’nın, halkını uyarmak için belirli her toplum için bir birey ortaya çıkardığı inancıdır. İkinci görünüm ise, her peygamberin aynı temel mesajı duyurduğuna ilişkin varılan Müslüman kanaatidir. Bu temel mesaj şudur: “İnsanları Tanrı’nın tek olduğu gerçeğini kabul etmeye, O’nun yasalarına boyun eğmeye ve bundan sonraki dünyayı düşünerek iyi işler yapmaya davet etmek. Kateregga şöyle yazar:

Adem’in soyundan gelen bazı doğru kişiler, Allah’ın öğretişinin ardından gittiler, ama diğerleri kötü eylemlere sürüklendiler. Allah’ı diğer tanrılar ve nesneler ile bir tutarak doğru rehberlikten ödün verdiler. Tanrı, insana doğru ve yapıcı rehberlik sağlamak için her halkın arasına peygamberler gönderdi. Tüm peygamberlerin duyurduğu temel mesaj aynıydı. Onlar, insana, Tanrı’nın tek olduğunu, iyi ve dindar bir yaşam sürmenin ödüllendirileceğini ve imansızlara verilecek olan korkunç cezayı öğrettiler ya da hatırlattılar. Tüm peygamberler, Allah’ın bu aynı mesajını (İslam) ilettiler. 6

Rahman, bu görüşü onaylar ve şu düşünceyi ileri sürer: “Tüm Elçiler, temelde aynı mesajı, yani yalnızca Kendisine hizmet edilmesi ve tapınılması uygun olan tek ve eşsiz bir Tanrı bulunduğunu vaaz etmişlerdir.” 7 Rahman, sözlerine şunları ekleyerek devam eder: “Farklı peygamberler, farklı insanlara ve uluslara, farklı zamanlarda geldiler. Bu mesajların tümü tek bir kaynaktan çıkar: ‘Ana Kitap’ (Levh-i Mahfuz)” (43:4; 13:39). 8   

Yukarıda belirtilen görüşleri kabul eden Abdalati, “İslam, Tanrı’nın İyi İsteğine ve Yararlı Yasası’na itaat etmeye teslim olmak anlamına geldiği ve bu teslim oluşun, Tanrı tarafından seçilen tüm elçilerin mesajlarının özünü teşkil ettiği için bir Müslüman Muhammed’den önce gelen tüm peygamberleri aralarında ayırım yapmaksızın kabul eder.” Bu nedenle, “bir Müslüman tüm bu peygamberlerin Müslüman olduklarına ve dinlerinin İslam, yani Tanrı’nın tek gerçek evrensel dini olduğuna inanır.” 9

Klasik İslam teolojisi, elçilerin gelişi ile ilgili olarak tüm bu peygamberler tarafından paylaşılan ortak göreve ek olarak, şu diğer işlevleri de tayin etmiştir. Orta Çağ döneminde yaşayan Müslüman bir bilgin, şu sözleri ile bu konuyu çok iyi özetlemiştir:

Elçi şu amaçlar ile gelebilir: 1) Yeni bir Yasa düzenlemek ve ondan öncekini iptal etmek; 2) Önceki bir Yasayı kısmen onaylamak ve kısmen iptal etmek için; 3) İnsanları kendisinden önce gelen Yasayı gözden geçirmeye çağırmak; 4) Tanrı’nın tekliğinin açıklanması ve kendisinin peygamberliğinin kabul edilmesini düzenlemek; 5) Ek yasal uygulamaları ve yapıcı yasaları ve aynı zamanda onların yerine getirilmelerini düzenlemek; 6) İnsanları, yaşadıkları dönemdeki bir peygamberin Yasasını uygulamaları için teşvik etmek. 10

Peygamberler Kimdir?

Müslümanlar’ın, Tanrı’nın peygamberleri olarak tarih boyunca kabul etmiş oldukları bu kişiler kimlerdir? Peygamberlerin tam sayısı Kuran’da belirtilmemiştir (40:78), ama bu sayı, her toplumun bir elçiye sahip olduğu inancını temel alır. Hadislerde peygamberlerin sayısından 124.000 olarak söz edilir. Kuran’da sözü edilen peygamberlerin çoğunun Kutsal Kitap’ta yer alan kişiler olmaları ilginçtir. Örneğin, 6:84-86 ayetlerinde Tanrı, İbrahim hakkındaki öyküyü tekrar anlattıktan sonra, şu beyanda bulunur: “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik. Daha önce Nuh’u hidayete erdirmiştik. Zürriyetinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u da. İyilik yapanları da işte böyle mükafaatlandırırız. Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi Salih kimselerden idi. İsmail’i, Elyasa’yı, Yunus’u ve Lut’u da doğru yola erdirmiştik. Her birini alemlere üstün kılmıştık.”

Bu listeye benzeyen bir başka listeyi 4:163-165 ayetlerinde okuruz:

Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyet­miştik. Davud’a da Zebur’u vermiştik. Daha önce kıssalarını sana anlattığımız peygamberler gönderdik. Anlatmadığımız (nice) peygamberler de gönderdik. Allah, Musa ile doğrudan konuştu. Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.

Yukarıda belirtilen isimlerin yanı sıra Kuran’da aynı zamanda diğer başka peygamberlerden de isimleri ile söz edilir: Adem, Hud, Salih, İdris, Lukman, Zül-karneyn, Şu’ayb, Zu’lkif, Üzeyir ve son olarak, peygamberliğin mührü olarak Muhammed. Kuran’daki bazı bölümlerin belirsizliği nedeni ile Müslümanların birçoğu yirmi sekiz peygamber adından söz edildiğine inanırlar, 11 ama bazıları da bu isimlerden yalnızca yirmi beş tanesinin peygamberlere ait olduğunu kabul ederler. 12

Aynı zamanda Adem ve Üzeyir (Ezra) dışında kalan diğer isimler, Kutsal Kitap’taki karakterler ile hiçbir uyum sağlamamaktadırlar. Bazı bilginler bu isimlerin hepsini Kutsal Kitap’taki karakterler ile özdeşleştirmeye çalışırlar,13 ama yine de çoğu bu isimlerin bazılarının büyük olasılıkla Arap peygamberlere ve çevredeki komşu yörelerde yaşayan reformcular olduklarını kabul ederler.

Bu bölümün amacı, ya doğrudan Eski Antlaşma öykülerini temel alan ya da Yahudi apokriflerinden (Eski Antlaşma’ya bağlı olup İbranice metinleri bulunmadığı için herkes tarafından Kutsal Kitap’ın metnine dahil edilmeyen ve bazı kiliselerce kutsal kabul edilen bir takım kitaplar) uyarlanmış olan çeşitli Eski Antlaşma öykülerini yeniden anlatan Kuran’ın pek çok bölümünü ayrıntılı olarak tartışmak değildir. Ama yine de, Kuran’daki sekiz bölümden daha fazlasının başlıkları, Eski ve Yeni Antlaşma’daki karakterleri hatırlatırlar. Yusuf (Yakub’un oğlu) suresi, Kuran’da yer alan en uzun öyküdür. Musa, Kuran’da en çok sözü edilen peygamberdir. Davud ve Süleyman’dan otuz üçten fazla yerde söz edilir ve Nuh’un öyküsü yaklaşık otuz kez anlatılmıştır. 14

Peygamberler arasında, beş peygamber en önemli kabul edilenlerdir ve kendilerine ulu’l-Azim (kararlı ya da dayanma gücü olan kişiler) unvanı verilir. Bu beş peygamber şunlardır: Muhammed (Tanrı’nın elçisi), Nuh (Tanrı’nın vaizi), İbrahim (Tanrı’nın dostu), Musa (Tanrı ile konuşan) ve İsa (Tanrı’nın Sözü). 15 Bazı kişiler bu listeye altıncı kişi olarak Adem’i de (Tanrı’nın seçilmişi) dahil ederler. Yalnızca Kuran’daki kanıtlar temel alındığı zaman bile, İbrahim’in peygamberler arasında en üstün yere sahip olduğunun görüldüğünü söylemek güvenilir bir tutum olacaktır. Muhammed’in, Yahudiler ve Hristiyanlar ile olan ilişkisi bozulduğu zaman, İsa ve Musa figürlerini bırakarak İbrahim’e dönüş yaptı. Bu şekilde davranırken beklentisi şuydu: İbrahim’e, Müslümanlar’ın babası olarak başvurmak aracılığı ile İslam’ın üstünlüğünü göstermeyi ümit ediyordu. Kuran’da bu konu ile ilgili yer alan ifade şöyledir: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslüman idi. Allah’a ortak koşanlardan da değildi” (3:67). Tüm bunlara rağmen İslam teolojisinde en büyük peygamber ve tüm peygamberlerin sonuncusu Muhammed idi. Aynı zamanda bu elçilerin her birinin tanrısal bir yazı getirdiklerine inanılır, ama Müslümanlar Nuh’a ve İbrahim’e vahyedilen kitapların artık mevcut olmadıklarına inanırlar.

Peygamberlerin Mesajı

Peygamberlerin öykülerinin ayrıntılarının çoğu Kutsal Kitap’taki anlatımdan oldukça farklıdır, ama buna rağmen Kuran’da yer alan öykülerin çoğunun konusu Kutsal Kitap’ta yer alan öyküler ile neredeyse aynıdır. Burada verilmek istenen önemli mesaj şudur: Tanrı, tarih boyunca, her halkın içinden bir peygamber ya da elçi çıkarmıştır. Peygamber, insanları Tek ve gerçek Tanrı’ya tapınmaya çağırır (çoğu zaman mucizevi işler yaparak görevinin Tanrı tarafından verildiğini doğrular). Ama yine de, çoğunluk genellikle peygamberi dinlemeyi reddeder ve üzerlerine sel, yangın ya da deprem gibi tanrısal yargılar getirirler, bu felaketlerin hiçbiri sadık olanların üzerine gelmez, onlar esirgenir, korunur ve ödüllendirilirler.

Peygamberlerin görevlerinin ve mesajlarının aynı olması İslam teolojisinde önemli bir rol oynar. İslam’a göre, ilk peygamber olan Adem ile başlayarak ve son olarak gönderilen peygamber Muhammed ile biterek, peygamberlerin tümü kırılmaz bir zincir halkası oluştururlar. Peygamberlerin hepsi tüm çağlar boyunca Tanrı’nın aynı temel mesajını vaaz etmişlerdir: Tanrı’nın isteğine boyun eğme; “İslam” sözcüğünün anlamı, boyun eğmektir. Örneğin, 2:136 ayetinde şunları okuruz: “Deyin ki, ‘Biz Allah’a, bize indirilene (Kuran’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz’” (aynı zamanda bkz. 2:132; 5:114).

İslam ve Diğer Dinler Arasındaki Gerginlik

Muhammed Arabistan’daki görevine başladığından beri, diğer inançlar ile arasında bir gerginliğe neden olmuştur. Açıklanmış olan tüm dinlerin teorik olarak bakıldığı zaman birbirlerine uygun olmaları gerekir, çünkü hepsi de kaynaklarını tek Tanrı’dan alırlar. Ama gerçekte, büyük dünya dinleri arasında ciddi boyutta farklılıkların bulunduğu da pek çok kişinin gözünden kaçmamıştır. Faruki, bu durum ile ilgili tipik bir analizi İslam bakış açısından yapar:

Eğer tüm peygamberler tek ve aynı mesajı ilettilerse, tarihteki tüm dinler neden ortaya çıktı? Tarihteki tüm bu dinlerin doğru olduğunu kabul eden İslam bu soruya peygamberlerin mesajlarında hiçbir farklılık olamayacağı yanıtını verir ve bu dinlerin hepsinin kaynağının tek, yani Tanrı olduğunu söyler… Ama, İslam’ın bu konuda öne sürdüğü şudur: yer ve zaman farklılıkları, bir kültürün kendisine yabancı başka bir kültürden etkilenmesi ve insana özgü kaprisler ve tutkular insanın gerçekten sapmasına yol açtı. Bunun sonucunda tarihteki dinlerin hepsi gerçek konusunda az ya da çok hatalar yaptı, çünkü hiçbir din kendisine ait açıklamanın orijinal metnini korumadı. 16

İslam konusunda inceleme yapan bir başka bilgin, benzer bir analizi şu ifadesi ile yapar: “Müslüman görüşüne göre, insanlığın başlangıcından beri var olmuş olan tek ve son bir din vardır… Dinler arasındaki farklılıklar, verilen açıklamalardaki farklılıklar nedeni ile değil, özel tarihi unsurlar ve özellikle farklı insanların peygamberlerinin temelde aynı olan öğretişlerini çarpıtmaları sonucu ortaya çıkar.” 17

Muhammed’in Mekke’de ilettiği mesajlar, Yahudiler ve Hristi­yanlar ile ilgili olumlu ifadeler içerir. Peygamber, Mekke’deyken Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın, kendisini tanrısal görevi ve Tanrı’nın birliği hakkındaki duyurusu ile ilgili olarak sıcak bir şekilde karşılamalarını bekledi. Ama her şeye rağmen zaman geçtikçe ve Muhammed, Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın çoğunluğu tarafından bir sahtekâr muamelesi gördükçe Muhammed’in bu insanlara karşı olan davranışı çarpıcı bir şekilde değişti. Ve Muhammed’in davranışlarındaki bu değişiklik, yalnızca Kuran’ın daha sonraki ayetlerine ve Yahudiler’e olan davranışlarına açıkça yansımak ile kalmadı, aynı zamanda İslam teolojisini ve kültürünü de önemli ölçüde etkiledi. Gerçeği söylemek gerekirse, bu durumun ardından ortaya bir Cihat (Kutsal Savaş) dahi çıktı (bkz. Bölüm 8).

Mekke’deki ve hatta Medine’deki bazı ilk açıklamalarda, Yahudiler’e ve Hristiyanlar’a yönelik çok dostane bir tutumun yer aldığını görebiliriz: “Şüphesiz, (Kuran’a) inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabilerden (her bir grubun kendi şeriatında) ‘Allah’a ve ahiret gününe inanan ve Salih emeller işleyenler için Rableri katında mükafat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır’ (diye hükmedilmiştir)” (2:62). Aynı zamanda 29:46’da “İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel yoldan mücadele edin.”

Muhammed, Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından reddedildikten sonra, Kitap ehline karşı farklı bir tutum içine girdi: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçakgönüllüdürler” (5:54). “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (3:85). Kuran’da yer alan bir bölümden anlaşıldığına göre Muhammed’in Hristiyanlar’ı Yahudiler’den daha çok sevdiği hissedilir gibi görünmektedir. “(Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah’a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onlara iman edenlerin sevgi bakımından en yakınının da ‘Biz Hristiyanlarız’ diyenler olduğunu mutlaka görürsün” (5:82). Ama Richard Bell’in de işaret etmiş olduğu gibi, “Hristiyanlar ile olan ilişki, Yahudiler ile olan ilişkinin sona erdiği gibi, yani savaş ile sona erdi. 18 Bu nedenle 9:29’da şunları okuruz: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam’ı din edinmeyen kimseler ile, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleri ile cizye’yi verinceye kadar savaşın.”

Kitap ehline, özellikle Yahudiler’e karşı bu tür bir davranış değişikliğinin nedeni Kuran’ın bakış açısına göre şöyle açıklanır: Kitap ehli, özellikle Yahudiler, Rab’den pek çok bereket almış olmalarına ve kendilerine, rehberlik eden pek çok peygamber verildiği gerçeğine rağmen, Rab’bin elçilerini sürekli reddettiler (4:155-61). Verilen çok canlı bir örnekte şunu okuruz: “Tevrat ile yükümlü tutulup da onun ile amel etmeyenlerin durumu, ciltler ile kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini inkâr eden topluluğun hali ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez” (62:5).

Yahudiler’e karşı yöneltilen garip bir suçlama vardır: Üzeyr’i (Ezra) Allah’ın bir oğlu olarak adlandırırlar (9:30). Hristiyan­lar’a karşı yapılan en belirgin suçlama, İsa’yı Tanrı ile eşit görmek gibi küfür niteliğini taşıyan bir şekilde yüceltmeleridir. Ayrıca, kendi aralarında çeşitli mezheplere bölündüler ve her mezhep, kendi bilinen Kutsal Yazıları’nın ışığını önemsemedi. Sonuç olarak, Tanrı’nın nihai elçisini reddettikleri zaman onun mesajının gerçekliğine gizlice kanaat getirmiş olmalarına rağmen, isyanları had safhalara vardı (3:110;  45:16-17; 5:14; 57:16).

Tanrı ile olan antlaşmaları Yahudi ve Hristiyanlar tarafından bozulduğu için Kuran şu iddiada bulunur: Tanrı, önceki iman topluluklarını (ümmet) bir kenara bıraktı ve buyruklarını şimdi yeni halkı olan Müslümanlar’a emanet etti. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz” (3:110; 6:89).

Önceki ümmetler ile ilgili bu düşünce değişikliği ile birlikte, aynı zamanda Kuran’ın daha önceki Kutsal Yazılar ile ilgili duyurularında da belirli bir değişiklik (kesin bir reddetme olmasa bile) meydana çıkarabiliriz. Örneğin, pek çok olayda, özellikle Mekke’de inen ilk surelerde Yahudi – Hristiyan Kutsal Yazıları’na “Tanrı’nın Kitabı,” “Tanrı’nın Sözü,” “insana bir ışık ve rehber,” “tüm konularda verilen bir karar,” “kolay anlaşılır Kitap,” “aydınlatma (el-furkan),” “rehberliği ve ışığı ile önceki Yasayı onaylayan müjde,” ve “Tanrı’dan korkanlar için bir rehber ve uyarıcı” gibi unvanlar verilmiştir. 19 Hristiyanlar’a, Tanrı’nın kendileri için hükmünün ne olduğunu bulmaları için kendi Kutsal Yazıları’na bakmaları söylenir (5:50), ve hatta Muhammed’in kendisine bile kendi mesajının doğruluğunu, Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın önceki tanrısal açıklamalarının içeriğine bakarak emin olması öğütlenmiştir (10:94).

Ama yine de diğer başka durumlarda, özellikle daha sonra Medine’de inen surelerde Kuran, önceki Kutsal Yazılar (özellikle Eski Antlaşma) ile ilgili daha az lehte bir görüş sunar, bunun nedeni Yasa öğretmenleri tarafından onlara empoze edilen tahrif iddialarıdır. Kitap ehli ve kendi Kutsal Yazıları’nı değiştirip bozmaları hakkında yapılan suçlamalar, Tanrı’nın sözünü gizlediklerine yönelik suçlamalardır (2:42; 3:71), kitaplarındaki mesajı tahrif ettikleri (3:78; 4:4), Kutsal Yazıları’nın hepsine inanmadıkları (2:85), ve kendi Kutsal Yazıları’nın gerçekte ne öğrettiğinden haberdar olmadıkları (2:78) ile ilgili olarak suçlanırlar. Bu suçlamaların çoğu tarihi çevre ve koşulları içinde Yahudiler’e karşı yöneltilmiş olmalarına rağmen, Müslümanlar ima aracılığı ile Hristiyanlar’ı da bu suçlamalara maruz tutmuşlardır. İslam tarihinde ve hatta çağdaş Müslümanlar arasında bile Kutsal Kitap, Yahudiler ve Hristiyanlar ile ilgili çeşitli çelişkili görüşler bulmamızın nedeni Kuran’daki öykülerin bu belirgin çatışmasından kaynaklanır.

Örneğin, ünlü reformcu Muhammed Abdüh (d.1905) şöyle yazar: “Kutsal Kitap, Yeni Antlaşma ve Kuran birbirleri ile uyum içinde olan üç kitaptır; dindar kişiler her üç kitabı da çalışır ve üçüne de eşit derecede saygı duyarlar. Böylelikle tanrısal öğretiş tamamlanmış olur ve gerçek din yüzyılar boyunca parlar.” 20 Bir başka Müslüman uzman ise, üç büyük dünya dini arasında şu şekilde uyum sağlamaya çalışır: “Yahudilik, Adalet ve Hakkı, Hristiyanlık, Sevgi ve Yardımseverliği; İslam, Kardeşlik ve Barışı vurgular. Ama aslında bu üç inanç arasındaki temel benzerliklerin ayrıntıların çok titiz bir sınanması içinde değerlendirilmeleri gerekir.” 21

Öte yandan, bu konuya en tipik İslami yaklaşım, Müslüman savunucusu Ajijola’nın yaptığı yorumlar ile karakterize edilir. Ajijola şunları yazar:

Eski Antlaşma’nın ilk beş kitabı, orijinal Tevrat’ı oluşturmazlar, ama Tevrat’ın bölümleri insani varlıklar ve Rab’bin orijinal rehberliği aracılığı ile yazılan diğer öyküler ile birbirlerine karıştıkları için Tevrat bu bataklık içinde kaybolur. Mesih’in dört müjdesi de benzer şekilde Peygamber İsa’dan gelen orijinal Müjdeler değillerdir… orijinal ve kurgu, Tanrı’dan ve insandan olan birbirlerine öylesine karışmışlardır ki, tohum samandan ayrılamaz. Gerçek şudur ki, Tanrı’nın orijinal Sözü, ne Yahudiler ne de Hristiyanlar tarafından korunmadı, ama Kuran tamamen korundu ve içinde yer alan en ufak bir noktası bile hiçbir şekilde değişmedi. 22

Yusuf Ali adındaki Kuran yorumcusu, Ajijola’nın görüşüne benzer bir bakış açısına sahiptir. Yeni Antlaşma ile ilgili olarak “Kuran’da sözü geçen İncil’in Yeni Antlaşma olmadığını” ileri sürer. “Hristiyanlar tarafından şimdi doğru olarak kabul edilen dört Müjde Yeni Antlaşma değildir. İslam öğretişine göre tek Müjde, İsa’ya açıklandı ve İsa da bu Müjdeyi öğretti. Bu Müjdenin parçalara ayrılmış kısımları doğru kabul edilen Müjde’de bozulmadan kaldılar ve diğer bazı kısımlarda bozulmadan kalanlar ise Müjde’nin yalnızca kalıntılarıydı.” 23

Kutsal Yazılar’ın Bozulması (Tahrif)

Bu tarz suçlamalar bizi, İslam öğretişindeki Yahudi-Hristiyan Kutsal Yazıları’nın tahrif edilmesi ya da bozulması konusuna getirir. Yukarıdaki bazı Kuran ayetleri temel alındığı ve daha da önemlisi, diğer Kutsal Yazılar’ın gerçek içeriği açığa çıkarıldığı zaman, Müslüman teologlar genelde iki farklı karşılığı formül halinde ifade etmişlerdir.

Nazir Ali’ye göre, “İlk Müslüman yorumcuları (örneğin, El-Tabari ve Er-Razi) değişikliğin tahrif bi’al ma’ni olduğunu, yani metnin kendisi değiştirilmeksizin metnin anlamının bozulduğu yorumunu yaparlar. Bu baskın görüş yavaş yavaş tahrif bi’al-lafz, yani metnin kendisinin bozulması şeklinde değişmiştir.” 24 İbn Hazm ve El-Biruni adlı İspanyol teologlar Müslümanlar’ın çoğunluğu ile birlikte bu görüşü desteklerler.

Bir diğer Kuran bilgini ise şu iddiada bulunur: “Kutsal Kitap’taki Tevrat, görünüşe göre Musa’ya bir açıklama olarak verilen saf, bozulmamış Tevrat ile aynı değildir, ama eski kutsal yazıların hangi ölçüde bozulduklarına dair soru hakkında üzerinde düşünülmesi gereken fikir çeşitlemesi vardır.” Diğer yandan, tebdil sorununu sistematik bir şekilde değerlendirme düşüncesi ilk kez, İbn Hazm adlı düşünüre aitti. İddia edilen şuydu: “Metnin kendisi değiştirilmişti ya da ağır ve sürekli bir şekilde ilerletilmişti (taghir), ve külliyat içinde kendilerine bir yer bulan ahlaksız öykülere dikkat çekilmişti.” Ancak İbn Haldun, metnin kendisinin ağır ve sürekli bir şekilde ilerletilmediğini, ama Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın Muhammed’in görevini ve İslam’ın gelişini duyuran ya da önceden bildiren bu metinleri yanlış yorumladıklarını ileri sürdü. Şimdi Müslüman bir bilginin Kutsal Kitap’a daha çok ya da daha az saygı gösterip göstermediği ve Kutsal Kitap’tan alıntı yapıp yapmayacağı ya da alıntı yaparsa nasıl yapabileceği onun tebdil ile ilgili özel yorumuna bağlı oldu. Örneğin, İbn Hazm, Eski Antlaşma’nın neredeyse tamamını sahte olarak niteler, ama Yahudiler’e ve dinlerine karşı kanıtlar olarak Beni İsra’il’in imanı ve davranışına ilişkin kötü haberler verildiği zaman, Tevrat’tan, büyük zevkle alıntılar yapar.” 25

Yukarıda belirtilen Yahudiler’e karşı yapılan suçlamalara ek olarak aynı zamanda Hristiyanlar’a ve onların Kutsal Yazıları’na karşı da doğrudan ve çeşitli suçlamalarda da bulunulmuştur. Suçlamalar şunlardır: 1) Metin ile ilgili tanrısal açıklamada bir değişiklik ile ağır ve sürekli bir ilerleme meydana gelmiştir; 2) Mesih’in beden alması, Tanrılığın üçlü birliği ve ilk günah hakkındaki öğretiş ile ilgili inanç konusunda verilen öğretişte hatalar yapılmıştır; 3) Kutsal törenler, tasvirlerin kullanımı ve diğer kilise yasaları gibi dini uygulamalarda hatalar yapılmıştır. 26

Aynı zamanda süreç içinde verilen açıklamalar ile ilgili İslam öğretişini esas alan Müslümanlar Kuran’ın önceki daha az tamamlanmış açıklamalarını tamamladığını ve hatta bir kenara koyduğunu iddia ederler. Müslüman bir teolog, bir Müslüman’ın Tevrat’a, Zebur’a (Davud’un Mezmurları), ve İncil’e (Müjde) inanması gerektiğini belirterek bu kanaati destekler. Ama daha sonra şu iddiada bulunur: “En seçkin teologların görüşüne göre” “kitaplar şimdiki durumlarında” “değiştirilerek bozulmuşlardır” ve sözlerine şöyle devam eder, “Kitapların en önemlisinin Kuran olduğuna inanılması gerekir…”

Kuran, Tanrı tarafından verilen kitapların sonuncusudur, kendisinden önce gelen tüm kitapları iptal eder… Kuranın değiştirilmesine ya da tahrif edilmesine izin verilmesi imkansızdır. 27

Bu konuda Müslüman teologlar arasındaki önemli bir diğer tartışma Kitap ehlinin sonsuz yazgısı ile ilgili tartışmadır. Ortalama Müslüman kitlesinin çoğunluğu “iyi insan” olan birinin sonsuz kurtuluşu hak ettiğini düşünse bile, bu konu hakkındaki tüm Kuran ile ilgili kanıtların nedenini izah etmek büyük bir belirsizliğin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Müslüman teologlar arasında Yahudiler ve Hristiyanlar, Muhammed’i gerçek bir peygamber olarak reddettikleri için genellikle imansızlar (kafirler) olarak görüldüler. Örneğin, tüm zamanların en çok saygı gören Müslüman yorumcusu olan Tabari’nin bile (d. 923), Kitap ehli ile çoktanrıcıları (müşrikler), eşit tutmaz ve Kitap ehlinin daha saygın olduğu görüşünü ifade etmekle beraber Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın çoğunluğunun, Muhammed’in gerçekliğini kabul etmeyi reddetmeleri nedeni ile imansızlık içinde bulunduklarını açıkça beyan eder. 28

Bu karışıklığa Mesih’in tanrılığı ile ilgili Hristiyan inancına karşı yapılan suçlama eklenir; Hristiyan inancı bağışlanması imkansız günah olan şirk koşma günahına bulaşmış bir inanç olarak görülür ve bu günah tüm Kuran’da yargı görür. Kuran’ın Hristiyanlar ile ilgili suçlaması, 5:72 ayetinde özel bir şekilde dikkat çeker: “Andolsun, ‘Allah, Meryem Oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kafir oldu …Kim Allah’a ortak koşarsa, artık, Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”

Öte yandan, çağdaş Müslüman teologlarından Fazlur Rahman, “Müslüman yorumcuların büyük çoğunluğuna” karşıdır. Savunduğu fikir şudur: Kurtuluş, resmi olarak Müslüman imanına katılmak ile değil, Kuran’da belirtildiği gibi Tanrı’ya, ahiret gününe ve sevap işlemeye inanmak ile kazanılır. 29 Tartışma devam eder ve her Müslüman bireysel olarak bu konunun Kuran’daki kanıtları ile ilgili kendi anlayışı üzerinde bina edilmiş olan farklı bir yanında yer alabilir. Hindu, Budist ve Zerdüştler gibi diğer grupların kurtuluşu ile ilgili Müslüman düşüncesi değişiklik gösterir. Bazı Müslümanlar bu dinleri orijinallerinde İslam’a benzer ve Tanrı’dan olan dinler olarak görürler, ancak bu dinlerin artık orijinlerine sadık olmadıklarını düşünürler. Diğerleri bu dinleri en başından beri sahte olan dinler olarak görürler.

İslam’da Peygamber İsa

Peygamberler ile ilgili İslam görüşü hakkında hiçbir bölüm, özelikle Hristiyan okuyucu için İsa Mesih’in Müslümanlar tarafından nasıl anlaşıldığından söz edilmeksizin, tam olamaz.

Peygamberlerin Kuran ve Eski Antlaşma arasındaki görüşleri arasında (İslam’ın, peygamberlerin günahsız olduklarını iddia eden büyük bir istisna ile) genel bir fikir birliğine yer veren bazı alanların varlığına dayanarak İsa Mesih’in kişiliği hakkındaki görüşler arasında küçük ama önemli bir uygunluk mevcuttur. Kuran’a göre İsa yalnızca, Tanrı tarafından bir peygamber olarak seçilen ve İsrail halkına rehberlik etmesi için gönderilen bir peygamberdi.

Mesih’in Doğası

Kuran’ın, İsa’nın insan olmasını vurgulamasına rağmen, O’nu, pek çok konuda tarihte yer alan eşsiz bir peygamber olarak resmeder gibi görünmesi ilginçtir. Kuran’da İsa’dan tam on beş surenin doksan üç ayetinde söz edilir, İsa, toplam olarak doksan yedi ayette yer alır (kendisinden çoğu kez kısaca ve yalnızca peygamberler listesindeki bir ad olarak söz edilmesine rağmen). İsa, büyük bir İbrani peygamberi olarak görülür ve İbrahim ile birlikte yalnızca O’nun adı her peygamberler listesinde görülür. Kuran İsa’dan, “Mesih” (on bir kez kullanılmıştır) olarak, yani O’nu onurlandırıcı unvanlar kullanarak bahseder, örneğin, “Tanrı’nın Sözü”, ve “Tanrı’nın Ruh’u” (4:169-71), “Hak sözü” (19:34-35), “İnsanlara bir mucize,” ve “Tanrı katından bir rahmet” (19:21).

Yukarıdaki unvan ve eylemler, Hristiyan teolojisinde büyük öneme sahip olmalarına rağmen, Mesih’in tanrısal karakteri hakkında “bir Müslüman’a O’nun tanrılığının içeriğini tam olarak aktarmazlar”; bu noktanın üzerinde durulması gerekir. 30 Pek çok Hristiyan yazar, bazı Kutsal Kitap öğretişlerini Kuran aracılığı ile kanıtlama girişimleri nedeni ile, bu bölümlere gereğinden fazla anlam vermeye çalışmışlardır. 31 Ama eğer Kuran metnine adil davranacak olursak, yukarıdaki unvanların önemi ile ilgili karar verme konusunda İslam teolojisinin kendisi hakkında kendisinin konuşmasına izin vermemiz gerekir. 32 Bir İslam bilgini şu uyarıda bulunur:

İsa’nın Kuran’da belirtilen rolüne gereğinden fazla önem verenler, öncelikli olarak Hristiyan misyonerler, ya da Doğu dilleri, edebiyatı ve tarihi uzmanları ya da Hristiyan teolojisine iyi niyet ile eğilim duyan kişilerdir. Bu kişiler, Hristiyan Geleneklerinden tanıdıkları İsa’yı anlama şekli nedeni ile yanlış yola sevk edilmişlerdir. Bu koşullar altında bu kişilerin yanlış sonuçlara ve değerlendirmelere varmaları şaşırtıcı değildir. 33

O zaman İsa’nın Kuran’daki bu resmi tam olarak nedir? Ve İsa, Müslüman görüşü içinde eğer bir role sahip ise, hangi role sahiptir? İsa’nın yaşamının olağanüstü mucizeler ile dolu öyküsü ve İsa’nın övgü dolu unvanlara sahip olduğu gerçeğine rağmen, Kuran’ın O’nun kimliği ile ilgili hükmü net olarak 5:75 ayetinde özetlenir: “Meryem oğlu Mesih, sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. Onun annesi de dosdoğru bir kadındır. (Nasıl ilah olabilirler?) İkisi de yemek yerlerdi.”

Bu durum aynı zamanda Kateregga tarafından da ifade edilir. Kate­regga şunları yazar: “Müslümanlar Mesih’e, İsa’ya derin bir saygı duyarlar, ama bu yüzden O’nun tüm peygamberlerden üstün olduğuna inanmazlar. Aslında, Kuran, İsa’nın, Peygamberlerin Mührü’nün [Muhammed’in] geleceğini önceden bildirdiğini onaylar.” 34

Ayrıca, hem Kuran hem de Müslümanlar’ın evrensel düşüncesi, İsa’nın Tanrı’nın Oğlu olduğu konusunda şiddetle itirazda bulunurlar. Kuran, Tanrı’nın bir oğul doğurduğu düşüncesine karşı ifadelere yer veren ayetler ile doludur. 19:35 ayetinde şunları okuruz: “Allah’ın çocuk edinmesi düşünülemez. O, bundan yücedir, uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece ‘ol!’ der ve o da oluverir.” Ve yine 10:68 ayetinde yazılanları okuyalım: “‘Allah bir çocuk edindi’ dediler. O, bundan uzaktır. O, her bakımdan sınırsız zengindir. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. Bu konuda elinizde hiçbir delil de yoktur. Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” Bir başka ayette bize özellikle söylenen, İsa’nın yaratılışının Adem’in yaratılışı gibi olduğudur. Her ikisinin de Tanrı’nın ‘ol’ buyruğu ile yaratıldıkları ifade edilir (3:59).

Tanrı’nın bir çocuk edinmesi fikri, Tanrı’nın yüceliğine ve görkemine ilişkin gerçeğe karşı olduğu hakkında Kuran’ın bulunduğu suçlamanın yanı sıra, öyle görünüyor ki, Kuran ve Müslümanlar, Tanrı’nın bir Oğul edindiği düşüncesini genelde oldukça birebir bir anlam ile değerlendirmektedirler. 72:3 ayetinde şu ifadeleri okuruz: “Doğrusu Rabbimiz’in şanı çok yücedir; ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.” Bu ayet ile ilgili yorum yapan Yusuf Ali, İslam’ın, “Tanrı’nın bir oğul edindiği öğretişinin aynı zamanda bir eş edindiğini” de ima eden bir öğretiş olarak gördüğünü ve bu öğretişi de inkâr ettiğini gözlemler. 35 Ve bu fiziksel oğulluk anlayışını muhakeme eden dünya çapında üne sahip Ahmad Deedat şu fikri ileri sürer: “Eğer İsa Tanrı ise, ve Tanrı’nın biricik Oğlu ise, yersel bir babası olmadığı için, Adem Tanrı’dan daha büyüktür, çünkü Adem’in annesi ve babası yoktu! Konu basittir, temel sağduyu bu tür bir sonuca varmayı talep eder.” 36

Kuran, İsa’nın bir bakireden doğduğunu onaylar (19:16-21; 3:37-45) ve İsa’nın mucizevi eylemlerinin pek çoğu, örneğin, insanları iyileştirmesi ve ölümden diriltmesi, Yeni Antlaşma’da kayıtlı olan mucizelerdir. Kuran, Yeni Antlaşma’da doğruluğu kabul edilmeyen kitaplarda yer alan İsa’nın mucizelerine, örneğin, İsa’nın çamurdan kuşlar yaratması ve henüz beşikte bir bebekken peygamberliğini ilan ederek konuşmasına da işaret eder (19:29-31; 5:110). Kuran, bu ayetlere ek olarak Tanrı’nın, “onu göğe, kendisine yükselttiğini” de (4:158) onaylar. 37

Kuran’daki bu öykülere ek olarak hadislerde de İsa’ya karşı saygılı bir tutum olduğunu görüyoruz. Buhari’nin bir hadisinde peygamber Muhammed’in şunları söylediğini okuyoruz: “Ortak koşulmaksızın Tanrı’dan başka tanrı olmadığına, Muhammed’in O’nun elçisi ol­duğuna, İsa’nın, Tanrı’nın kulu ve elçisi olduğuna, Meryem’e Sözü’nü üflediğine ve O’ndan bir ruhun hasıl olduğuna inanan herkes, Tanrı tarafından Cennete kabul edilecektir. 38 Ve yine Buhari tarafından bize aynı zamanda peygamberin bir defasında şöyle dediği söylenir: “Ben, insanlar arasında Meryem’in Oğlu’na en yakın olanım. İsa ve benim aramda hiçbir peygamber olmamıştır.” 39 Yine hadislere göre İsa’nın (bazı öykülerde Meryem’in adı da eklenir) dışındaki her çocuğa Şeytan tarafından dokunulmuştur.

Ama yine de, yukarıdaki bölümleri temel alarak İslam’ın Mesih’i, peygamberden daha üstün biri olarak resmettiği fikrini kabul edebileceğimizi düşünmek bir hata olur. Örneğin, İslam’ın, ‘bakireden doğma’ olgusunu anlamasına ilişkin olarak Cragg konunun iç yüzünü kavrayan şu yorumunu yapar:

İslam’da insanı hayran bırakan durum, ‘bakireden doğum’un tek başına duruyor oluşudur; Beden Alma’ya hizmet etmez ya da onu uygulama mevkiine koymaz, aksine onu dışarıda tutar. Meryem peygamber İsa’nın bakire annesi olarak görülür. Meryem, İsa’yı, insan müdahalesi olmadan dünyaya getirir, öyle ki, İsa ve kendisi ‘belirtiler’ olabilsinler ve onun peygamberliği… dünyaya girebilsin. 40

Mesih’in Görevi

Pek çok Müslüman, İsa’nın hizmetinin İsrail ulusu ile sınırlı olduğuna ve açıklamasının temel olarak Musa’nın antlaşmasının bir onayı ve yeniden gözden geçirilişi olduğuna inanır (5:46-47). Örneğin, Yusuf Ali Kuran ile ilgili yaptığı yorumunda şunu belirtir: “İsa gibi bazı elçilerin görevi farklıydı – Mustafa’nın (Muhammed) görevinin faaliyet alanından daha az yaygın bir görevdi.” 41

İsa’nın yaşamı ve mesajının esas içeriği ile ilgili olarak Kuran bize çok az bilgi verir. Bize, müjdenin İsa’ya Tanrı tarafından, halkına, insanları tek bir Tanrı’ya tapınmaya davet eden bir rehberlik (5:72), olarak verildiği ve İsa’nın Yahudiler’in önceki yasa tarafından yasaklanan bazı şeyleri bundan sonra yapmalarına izin verdiği ve öğrencileri ve etrafındaki insanlar için pek çok mucize yaptığı söylenir. Cragg bu hüküm ile yanı fikirdedir ve şunları yazar:

Sıradan bir okuyucunun, Kuran’ın, kendisine İsa hakkında söylediklerinden edindiği ilk izlenim, anlatılanların kısaca ifade edilmiş olduklarıdır… Toplam doksan ayetin bazılarının sınırları içinde en az altmış dört tanesinin genişletilmiş ve kısmen aynı olan İsa’nın doğumu ile ilgili öykülere ait olması ayrıca şaşırtıcıdır…Bu durum, yalnızca yirmi altı ya da bu sayı civarındaki ayeti geri kalan bölümü sunmak için yer bırakır ve buradaki bazı tekrarlamalar bütünü daha da fazla azaltır. Yeni Antlaşma Müjdelerinin genişletilmiş bir sunum ile gerçekten güçlü duygular içeren öykülere yer verdikleri sık sık gözlemlenmiştir. Kuran’daki İsa döneminin azalan bir devamlılık ile İsa’nın doğuşu ile ilgili öykülere yer verdiğini rahatlık ile söyleyebiliriz. 42

Cragg sözlerine şöyle devam eder: “İsa’nın Musevi halkı için üstlendiği görevin özel bir görev –bazıları sınırlı bir görev olduğunu söyleyeceklerdir– olduğu düşüncesi Kuran’da vurgulanır. ‘Peygamberlerin mührü’ olarak yalnızca Muhammed, tüm zamanlara ve yerlere aittir. Böylece, Hristiyanlık, bu daha aşikâr Yahudi hizmetini ihlal ederek ‘evrenselliği’, İsa ‘olarak yorumlamayı’ iddia etmek zorunda kaldığı, ilk Diğer Uluslardan Oluşan Kilise’ye atfedildiği İsa’nın Müjdesinin Samileştirilmeden yoksun bir kısmı olarak görülür.” 43

Mesih’in Ölümü

İsa Mesih’in kişiliği ve görevi ile ilgili temel Müslüman ve Hristi­yan anlaşmazlığının yanı sıra, aynı zamanda İsa’nın çarmıha gerildiği gerçeğinin Kuran tarafından kabul edilmemesi hakkında da yüzyıllar süren bir tartışma mevcuttur. Tanrı ile olan antlaşmalarını sürekli olarak bozan Yahudiler’i şiddet ile suçlayan Kuran’daki bir bölümde (4: 157-59) çok çekişmeli bir öykü ile karşılaşırız:

“Bir de inkârlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve ‘Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa O’nu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. O’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. O’nu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah O’nu kendisine yükseltmiştir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce, O’na (İsa’ya) iman edecek olmasın. Kıyamet günü, O (İsa) onların aleyhine şahit olacaktır.”

Yukarıdaki bölüm hakkında yorum yapan Yusuf Ali, şunları yazar: “İsa’nın yeryüzündeki yaşamının sonu, aynı doğumundaki gizeme sahiptir… Ortodoks Hristiyan kiliseleri, İsa’nın yaşamının çarmıhtayken alındığını, O’nun öldüğünü ve gömüldüğünü, üçüncü gün bedeni içinde dirildiğini, öğretişlerinin en temel noktası yaparlar… Kuran’ın öğretişi ise, İsa’nın bazı düşmanlarının zihinlerinde bu hayali ürettiklerini ve görünürdeki belirli koşullara rağmen onlara bakmayarak Mesih’in çarmıha gerilmediğini ve Yahudiler tarafından öldürülmediğini bildirir; bu tür konular üzerinde yapılan bu tartışmalar, kuşkular ve tahminler, ve Allah’ın O’nu kendisine yükselttiği varsayımları boştur.” 44

İsa’nın yaşamının yeryüzündeki son saatleri ile ilgili olarak Müslüman yorumcular arasında kendini gösteren çeşitli spekülasyonlar mevcuttur. “Onlara öyle gibi gösterildi” ifadesini esas alan Müslümanlar bu ifadeyi, İsa’nın çarmıha gerilmediği, ama Tanrı’nın başka birini İsa’nın görünümünde gösterdiği ve bu kişinin Mesih olarak yanlışlıkla çarmıha gerildiği anlamında geleneksel biçimde yorumlamışlardır. “Allah onu kendisine yükseltti” sözcükleri çoğu zaman İsa’nın, ölmeden, diri olarak gökyüzüne alındığı anlamında kabul edilmiştir.

“O’nun yerine geçen” bu kişinin kimliği ve nasıl olup da İsa’nın benzerliğine dönüştürüldüğü ile ilgili soru hakkında tartışan Müslüman yorumcular aralarında bir fikir birliği oluşturamamışlardır. İsa’nın yerine geçen kişinin kim olduğuna ilişkin gösterilen adaylar arasında Yahuda İskariyot, Pilatus, Kireneli Simun ve İsa’nın kendisine yakın öğrencilerinden biri gibi kişiler bulunur. Bazı kişiler, efendisinin Yahudiler’in elinden kurtulabilmesi için İsa’nın görünümünü üstlenmeye gönüllü olan öğrencilerden birinin İsa’nın yerine geçtiğini iddia etmişlerdir, ama diğerleri, Tanrı’nın, İsa’nın düşmanlarından birinin İsa gibi görünmesini sağladığı konusunda ısrar etmişlerdir. 45 Sünni Müslümanlar tarafından yorumu neredeyse kutsal bir kitap olarak görülen, on üçüncü yüzyılda eğitim görmüş hukuk ilmi uzmanı ve tefsirci Beyzavi’nin görüşünü bu konuda bir örnek olarak aktarıyoruz:

Yahudiler arasından bir grubun İsa’ya [Yeşu] sövdüğü söylenir… sonra Yahudiler onu öldürmek için toplandılar. Bunun üzerine Allah ona, kendisini gökyüzüne alacağını bildirdi. O zaman İsa öğrencilerine, “Aranızdan hanginiz benim benzerliğime bürünmeye ve öldürülmeye ve çarmıha gerilmeye ve Cennete girmeye isteklisiniz?” diye sordu. Aralarından biri gönüllü oldu ve Allah İsa’nın görünümünü bu öğrencinin üzerine koydu ve bu öğrenci öldürüldü ve çarmıha gerildi. Aynı zamanda bu öğrencinin kimliği ile ilgili şöyle bir söylenti vardır: Bu öğrenci, İsa’ya ihanet eden ve onu Yahudiler’in eline teslim eden öğrenciydi. Ama Allah İsa’nın görünümünü onun üzerine koydu ve o yakalandı, çarmıha gerildi ve öldürüldü. 46

Mesih’in, çarmıhtaki yerine geçen kişinin Yahuda İskariyot olduğuna ilişkin görüş, Barnabas İncili’nde de (Ek 3’e bakınız) ileri sürülmektedir. Bu durumda Müslümanlar, İsa’nın kendisine ne olduğu hakkındaki soruya ilişkin tartışmalarında genellikle şunu ileri sürdüler: İsa gökyüzüne alınarak çarmıhtan kurtarıldı ve bir gün yeryüzüne geri dönecek ve gelecekte meydana çıkacak olaylarda en önemli role sahip kişi olacak. Muhammed’in ileri sürdüğü bazı sözleri temel alınarak zaman sona ermeden kısa bir süre önce İsa’nın yeryüzüne geri geleceği, Mesih Karşıtını (Deccal), öldüreceği tüm domuzları yok edeceği, çarmıhı kıracağı, havraları ve kiliseleri yıkacağı, İslam dinini kuracağı, kırk yıl yaşayacağı ve sonra Medine’de peygamber Muhammed’in mezarının yanındaki bir mezara gömüleceğine inanılır. 47

Elbette, ortodoks İslam tarafından yüzlerce yıl boyunca benimsenen bu görüşlerin varlığına rağmen, günümüzde, bazı Müslüman düşünürlerin kendilerini bu tür teolojik ifadelerden (her ne kadar bu eğilim, geleneksel Müslüman düşüncesinin taraftarları topluluğuna ya da ortalama kitlelere hala uygulanamıyorsa da) uzaklaştırmaya başladıklarına işaret etmemiz gerekiyor. Büyük saygı gören Mısırlı yazar Hüseyin Haykal şunları yazar:

Mesih’in yerine başka birinin geçtiği fikri, Kuran metnini açıklamanın çok kaba bir yoludur. İnsan kitlelerine açıklamaları gereken çok şey oldu. Günümüzde yaşayan hiçbir kültürlü Müslüman buna inanmaz. Metin, Yahudiler’in Mesih’i öldürdüklerini düşündükleri, ama Tanrı’nın onu açıklayamayacağımız bir şekilde Kendisine yükselttiği anlamına gelir; bu durum yalnızca iman ile kabul edebileceğimiz çeşitli gizemli durumlardan biridir. 48

Kuran’daki çeşitli ayetler, Mesih’in ölümü hakkında yazılı ifa­delerde ya da imalarda bulunurlar (2:87; 3:55; 4:157-58; 19:33). Böylece, günümüzde çeşitli Müslüman gruplara göre, 4:157-59 ayetlerinin, Kuran içeriğinin tamamı içinde ele alındıkları takdirde, şu şekilde anlaşılmaları gerekir: Çarmıhta işkence gören İsa idi, ama İsa çarmıhta ölmedi. Bu durum, İsa’nın ölümünün, ikinci gelişine işaret etmesi gerektiğini öne süren daha belirsiz ayetlerdeki (iki anlama çekilebilecek) geleneksel görüşün karşıtıdır. Bu görüş tarafından benimsenen açıklama, genellikle İsa’nın baygınlık geçirdiği teorisinin bir çeşitlemesidir. Bu görüşün en kalabalık taraftarları Ahmediyyeler’dir (çıkış noktaları Pakistan’dır). Ahmediyye grubu, dini inançlarına sadık Müslümanlar tarafından genellikle sapkın bir mezhep olarak (Ek 1’e bakınız) görülen, Batı’da yaşayan çok aktif bir Müslüman gruptur. Bu özel grup aynı zamanda İsa’nın sonunda Hindistan’da öldüğüne ve mezarının bugün de hala orada bulunduğuna inanır.

Müslümanlar’ın büyük çoğunluğu İsa’nın çarmıhta ölmediğine, ama bedende olarak gökyüzüne alındığına inanırlar. Bu inançlarının temelini şu bildiride bulunan Kuran bölümüne dayandırırlar: “Hani Allah şöyle buyurmuştu: ‘Ey İsa,’ şüphesiz senin hayatına ben son vereceğim ve seni kendime yükselteceğim’” (3:55). 49

Kuran’ın, Mesih’in ölümünü neden kabul etmediği konusu zihin karıştırıcı gibi görünebilir; Mesih’in ölümü insanlığın büyük çoğunluğu tarafından karşı konulması imkansız tarihi bir gerçek olarak kabul edilen bir olaydır. Sir Norman Anderson, bu inkâr ile ilgili Kuran motivasyonu hakkında şu açıklamada bulunur:

Bu inkârın mantığı, Kuran’ın düzenli olarak, ilk peygamberlerin önce direniş ile karşı karşıya geldikleri direniş, imansızlık, düşmanlık ve zulümden söz etmesidir; ama peygamberler sonunda haklı çıkarılmışlar ve düşmanları utandırılmışlardır. Tanrı onların adına duruma müdahale etmiştir. Bu nedenle, Kuran’da, peygamberlerin en büyüklerinden biri olarak kabul edilen İsa, düşmanlarının eline terk edilmiş olamazdı. Aksine, Tanrı’nın, onun düşmanlarının kötü amacına müdahale etmesi ve bu kötü amaca engel olması gerekir. Muhammed’in kendisi bir peygamber olarak –hatta peygamberlerin ‘mührü’ olarak– tanrısal yardımın kesinliğine kişisel bir ilgi duydu. Eğer Mesih’in bu zalim ve utanç verici ölüm şekli ile ölmesine izin verildiyse, o zaman Tanrı’nın kendisinin başarısızlığa uğramış olması gerekir – ama böyle bir şeyi düşünmek imkansızdır. 50

Sonuç

Bu bölümün son kısmında dikkatimizi Müslümanlar’ın İsa hakkındaki görüşü üzerinde odakladık. Bunun başlıca nedeni, bu konunun Hristiyan okuyucu için önem taşıyor olmasıdır. Ancak yine de, peygamberler hakkında konuşulduğu zaman Müslümanlar’ın son ve en büyük peygamber olarak inandıkları Muhammed üzerinde odaklanmamız nihai derecede önemlidir. Muhammed’in peygamberliğine inanmak, İslam şahadetinin ikinci kısmıdır, “Allah’tan başka tanrı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir.” Ayrıca, Müslümanlar’ın, peygamberlerin tarih içinde oynadıkları roller konusundaki anlayışlarına göre, Muhammed’in gelişinden önceki tüm peygamberler görevleri açısından sınırlanmışlardı. Peygamberlerin öğretişleri ya tamamı ile kaybolmuş ya da ciddi biçimde tahrife uğramışlardır ve yaptıkları açıklamalar kısmi ve eksik olduğu için 51 İslam’a göre Muhammed’in bir peygamberin görevini nasıl yerine getirdiğini ve tamamladığını anlamak, mutlak bir gereklilik haline gelir. Bu nedenle, dikkatimizi Muhammed’in kişiliği ve İslam teolojisinde sahip olduğu önemli rolünü tarihi açıdan incelemeye yönlendirmek gerekir.


1. Kateregga ve Shenk, 34’e bakınız; Muhammed Abdül Rauf, İslam: Creed and Worship (Washington, D. C. The Islamic Center, 1974). 5.

2. Ajijola, 233.

3. Kenneth Cragg, Jesus and the Muslim (London: George Allen ve Unwin, 1985), 287.

4. Abdalati, 27, aynı zamanda Rauf, 5’e bakınız.

5. Jeffery, Islam: Muhammad and His Religion, 135-36.

6. Kateragga ve Shenk. 36.

7. Rahman, 83.

8. Aynı kitapta, 163.

9. Abdalati, 9.

10. El-Baqillani, Miracle and Magic, ed. Richard J. McCarthy (Place de l’Etoile: Librairie Orientale, n.d.), 17.

11. Bakınız Ajıjola, 119.

12. Bakınız Rauf, 8; Kateregga ve Shenk, 35.

13. Geoffrey Parinder, Jesus in the Quran (New York: Oxford University Pres, 1977), 40.

14. Chris Waddy, The Muslim Mind (London/New York: Longman, 1976), 17.

15. Bakınız Rauf, 8.

16. El-Faruqi, Islam, 10.

17. Jacques Waardenburg, “World Religions as Seen in the Light of Islam,” in Islam: Past Influence and Present Challenge, ed. Alford T. Welch ve Pierre Cachia (New York: State University of the New York Pres, 1979), 246.

18. Aynı kitapta, 159.

19. John Takle, “Islam and Christianity,” in Studies in Islamic Law, Religion and Society, ed. H. S. Bhatia (New Delhi: Deep and Deep Publications, 1989), 217.

20. Emile Dermenghem, Muhammad and the Islamic Tradition (Westport: Greenword Pres, Poblishers, 1974), 138.

21. Bakınız Waddy, 116.

22. Ajijola, 79.

23. David Sox, The Gospel of Barnabas (Lodon: George Allen & Unwin, 1984), 33.

24. Nazir-Ali, 46.

25. Waardenburg, 257.

26. Aynı kitapta, 261-63.

27. Jeffery, 126-28.

28. Peter Antes, “Relations with the Unbelievers in Islamic Theology,” in Schimmel ve Falaturi, 104-5; aynı zamanda bakınız Islamochritiana, 1980, 6, 105-48.

29. Bakınız Rahman, 16,67.

30. Takle, 218.

31. Abdül-Hak, 67-68,

32. Bakınız Cragg, 32-33.

33. İsmail Balik, “Çağdaş İslam Teolojisindeki İsa İmajı”, Schimmel ve Falaturi, 3.

34. Kateregga, 47.

35. Yusuf Ali, 1625.

36. Anis A. Shorrosh, Islam Revealed (Nashville: Thomas Nelson, 1988), 266.

37. İsa ile ilgili Kuran’da yer alan tüm referanslar üzerinde harika bir çalışma için Parrinder’e bakınız.

38. Understanding Islam and the Muslims, İslam’a Özgü İlişkiler Bölümü., Suudi Arabistan Elçiliği, Washington, d.c., tarihi belirtilmemiş.

39. Bakınız Parrinder, 39.

40. Bakınız, Cragg, 67.

41. Yusuf Ali, 96.

42. Cragg, 25-26.

43. Aynı kitapta, 27.

44. Yusuf Ali, 230.

45. Bakınız Sox, Bölüm 6; Parrinder, 108-11.

46. Bakınız Sox, 96.

47. Aynı kitapta bakınız., 116-17. Aynı zamanda Bölüm 6’da yer alan bu konu ile ilgili tartışmamıza da bakınız.

48. Haykal’ın City of Wrong adlı eserinin 222. sayfasına bakınız, alıntı Parrinder’den yapılmıştır, sayfa 112.

49. Çoğunluğun görüşünün aksine olarak, Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’nin sabık rektörü Mesih’in bedende olarak göğe yükseltildiğini inkâr etti. İleri sürdüğü iddia şuydu: Ne Kuran ne de Peygamberin kutsal sünnetleri İsa’nın bedeni ile birlikte göğe alındığını ve bu nedenle son günlerde yeryüzüne ineceğini hiçbir şekilde bu inancın doğruluğuna yetki vermezler” (Parrinder, 124).

50. Norman Anderson, Islam in the Modern World, (Leicester: Apollos, 1990), 219.

51. Bakınız Ajijola, 117-18.

İslam, peygamber Muhammed’in üstlendiği rol üzerinde düşünülmeden anlaşılamaz. Muhammed, hem İslam’ı büyük bir dünya dini olarak başlattığı hem de son on dört yüzyıldır İslam teolojisine ve uygarlığına biçim verdiği için önemli bir rol oynar. Muhammed’in sahip olduğu büyük önem nedeni ile bu bölümü kendisine ayırdık. Önce on yedinci yüzyıl dönemindeki Arabistan’da yaşayan Muhammed’in yaşamına ve kariyerine bakacağız. Daha sonra ise onun İslam teolojisinde ve kültüründeki yerine ve yaptığı etkiye odaklanacağız.

Muhammed’in Yaşamı
Doğumu ve Gençliği

Muhammed’in yaşamı ve Mekke’li bir genç olarak büyüdüğü yıllar hakkında sahip olduğumuz güvenilir tarihi bilgi çok azdır. Ama yine de, bildiklerimizi sıralayalım: Arap yarımadasında büyük bir ticaret kenti olan Mekke’de M.S. yaklaşık 570 yılında, güçlü Kureyş kabilesinin Haşim ailesinde dünyaya geldi. Muhammed’in babası Abdullah, oğlu dünyaya gelmeden önce öldü ve annesi Emine öldüğü zaman, Muhammed yalnızca altı yaşındaydı. Muhammed sekiz yaşındayken, çevrede sözü geçen biri olan büyükbabası Abd el-Muttalib’i kaybetti. Büyükbabası, Muhammed’in doğumundan beri ona bakmış olan biriydi. Muhammed, büyükbabasının ölümünden sonra müşfik amcası Ebu-Talib’in bakımına verildi.

Bir söylentiye göre, bir melekler ordusu Muhammed’in doğumuna sevinç ile refakat etti. 1 Bebek dünyaya gelir gelmez, yere kapandı, eline bir avuç dolusu toprak aldı ve gözlerini gökyüzüne dikti ve şu beyanda bulundu, “Tanrı Yücedir.” Dünyaya geldiği zaman temizdi, göbek kordonu kesilmiş ve sünnet edilmiş olarak doğdu. 2 Bu olayı pek çok başka küresel belirtinin izlediği söylenir; örneğin, Suriye’deki Bostra saraylarını aydınlatan bir ışığın görünmesi, 3 “Khosroes’in (Pers Kralı) sarayının çatırdamasına ve Zerdüştlerin ateşinin sönmesine 4 neden olan bir gölün taşması gibi.

Muhammed soylu ve zengin bir ailenin üyesiydi, ama buna rağmen o sıralar Ebu Talib’in ev halkı yine de bir şekilde yoksulluk çekmekteydi; genç Muhammed bir çoban ve bir tüccar olarak çalışmak ve kendi geçimini sağlamak zorundaydı. Bir çocuk olan (takriben on iki yaşlarında) Muhammed amcasının kervanı ile Suriye’ye giderken, tüm biyografilerinde yer alan önemli bir olay oldu. Söylentiye göre, Buhayra adlı Suriyeli bir keşiş henüz on iki yaşında olan Muhammed’in önceki tüm Kutsal Yazılar’da geleceği bildirilen son peygamber olduğunun farkına vardı. Ve bu keşiş o zaman Muhammed’in amcasına şu öğütte bulundu: “Allah adına onu Yahudiler’den koru ve ona çok dikkat et! Eğer Yahudiler onu görürlerse, ve benim onun hakkında bildiğim şeyi bilirlerse, ona kötülük edecekler.” 5

Muhammed hakkında İslam kaynaklarının başından sonuna kadar yaptığımız incelemeden toparlayabildiklerimize göre, Muhammed bir yetim olmasına rağmen oldukça normal bir çocukluk yaşadı. Haykal bu konuda şu yorumu yapar: “Muhammed, Mekke kentinde yaşayan herhangi bir çocuk gibi büyüdü.” 6 Muhammed’in durumunda elbette İslam geleneği ile uyumlu olan önemli bir istisna vardır; o da, Muhammed’in Mekke yaşamındaki putperest eylemlere katılmaktan esirgendiği gerçeğidir. 7 Muhammed aynı zamanda içten ve dürüst biri olarak tanınırdı ve peygamberlik için çağrılmadan önce bile unvanı El-Emin (sadık olan) idi.

Evliliği ve Yaşamı

Muhammed yirmi beş yaşındayken adı Hatice olan zengin bir dul için ticari bir kervana başarı ile önderlik ettikten sonra, Hatice’nin, kendisi ile evlenme isteğini kabul etti. Hatice’nin Muhammed’den on beş yaş daha büyük olduğu gerçeğine rağmen, her ikisi de bu evlilikte mutlu oldular. Dört tane kızları ve bebek iken ölen iki oğulları oldu. Muhammed’in bir yetişkin olarak sürdürdüğü yaşamının bu aşaması hakkında bilinen tek şey, halkı arasında sahip olduğu iyi unvanın ve gördüğü saygının sürekli büyüdüğüdür.

Bu zaman dönemi içinde pek çok kişi Muhammed’in bulunduğu toplumdaki dinsizlik ve putperestlik yüzünden duyduğu hoşnutsuzluğun giderek daha da arttığını mütalaa etti. Bu hoşnutsuzluğu duyan yalnızca Muhammed değildi, çünkü o tarihlerde Mekke’nin ileri gelen diğer vatandaşları da daha önceden ülkelerindeki dinsizliği reddetmişlerdi ve Yahudiler ve Hristiyanlar ile birlikte tek gerçek Tanrı’ya inandıklarını beyan etmişlerdi. 8 Muhammed, dindar canların geleneği ile uyumlu olarak “her yılın bir döneminde bir tapınma, çilecilik ve dua inzivasına” çekilme uygulamasına başladı. 9 Bazı kişiler Ramazan ayının tamamını Mekke kentinin iki mil kuzeyindeki Hira Dağı’nda bulunan bir mağarada çok az yemek yiyerek ve sessizlik ve yalnızlık içinde derin düşüncelere dalarak geçirdiğini söylerler. 10

Peygamberlik Çağrısı

Muhammed tek başına kalıp derin düşüncelere dalarak geçirdiği yıllardan sonra, M. S. 610 yılında, kırk yaşında iken, melek Cebrail aracılığı ile Tanrı’dan peygamberlik çağrısını aldığına inandı. İbn İshak, Muhammed’in ilk biyografisini yazan kişidir ve bu konu ile ilgili öyküyü şu şekilde yazar:

Tanrı’nın, Muhammed’i, ona verdiği görev ile onurlandırdığı ve böylelikle kullarına olan merhametini gösterdiği gece, Cebrail ona Tanrı’nın buyruğunu getirdi. Tanrı’nın elçisi şöyle dedi: ‘Cebrail bana geldi, ben uyuyordum; yanında bir örtü vardı ve örtünün üzerinde bir şey yazılıydı, Cebrail bana, ‘Oku!’ dedi. Ben ise, ‘Neyi okuyayım?’ diye sordum. Örtüyü üzerime öyle sıkı bastırdı ki bir an bunun ölüm olduğunu düşündüm; sonra beni bıraktı ve tekrar, ‘Oku!’ dedi. Ben de yine, ‘Neyi okuyayım?’ dedim. Örtüyü üzerime tekrar öylesine güçlü bastırdı ki, bunun ölüm olduğunu düşündüm; sonra beni bıraktı ve, ‘Oku!’ dedi. Ben yine ‘Neyi okuyayım?’ diye sordum. Örtüyü üçüncü kez üzerime bastırdı ve ben yine bunun ölüm olduğunu düşündüm, Cebrail tekrar, ‘Oku!’ dedi. ‘Neyi okuyayım?’ dedim. – ve bunu ona söylememin tek nedeni, aynı şeyi bana tekrar yapmaması için kendimi ondan kurtarmaktı. Cebrail bu kez şöyle dedi: “Yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı ‘alak’dan (erkeğin spermi ile döllenmiş dişi yumurtadan bir hafta zarfında oluşan hücre topluluğunun rahim cidarına asılıp gömülmüş şekli) yarattı. Oku! Rabbin en cömert olandır. O, kalem ile yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir” [96: 1-5]. Böylece söylediğini yaptım ve okudum, Cebrail o zaman benden ayrıldı. Ve uykumdan uyandım, sanki bu sözcükler yüreğime yazılmış gibiydiler. 11

Yukarıdaki öykünün ayrıntılarının çeşitliliği hakkında Müslüman tarihçiler arasında birbirleri ile çelişen düşünceler mevcuttur. 12 Ama her şeye rağmen bu olay, Muhammed’in peygamberlik kariyerinin başlangıcı ile ilgili en çok kabul göreni olarak görülür.

Muhammed, başlangıçta kendisine yeni verilen açıklamanın kaynağından ölümden korkar gibi korktu, çünkü bir cin ya da kötü bir ruh tarafından tutsak alındığına inanıyordu. Ama Hatice onun için büyük bir rahatlık ve teşvik kaynağıydı. Aynı zamanda Hatice’nin bu olayı Hristiyan kuzeni Varaka’ya naklettiği de söylenir. Varaka, Hatice’nin söylediklerini dinledikten sonra, onu tekrar, Muhammed’e verilen açıklamanın kaynağının Musa’ya verilen açıklama ile aynı kaynak olduğu konusunda teminat verdi ve Muhammed’in kendi ulusunun bir peygamberi olacağını söyledi. İbn İshak bu konu hakkında şu öyküyü nakleder:

Ve Hatice’nin yanına geldim ve uyluğunun yanına oturarak ona yaklaştım. Hatice şöyle dedi: “Ey Abü’l-Kasım [Muhammed], nerelerdeydin?” ...Ona şöyle dedim: “Vah başıma gelenlere, şair mi yoksa cine mi tutulmuş?” Hatice, “Böyle bir kötülük karşısında Tanrı’ya sığınıyorum… Tanrı sana bu şekilde davranmaz… Böyle bir şey mümkün olamaz canım. Belki de sen bir şey gördün” dedi. Ben, “Evet, gördüm” dedim. Sonra ona ne gördüğümü anlattım; ve o da şöyle dedi: “Ey amcamın oğlu, sevin ve gönlünü ferahlat. Hatice’nin canını elinde tutan Tanrı’ya, senin bu halkın peygamberi olacağına dair gerçekten umut bağladım.” Sonra Hatice ayağa kalktı ve giysilerinin eteklerini toparladı ve kuzeni Varaka B. Naufal’ın bulunduğu yere doğru yola koyuldu… Varaka Hristiyan olmuş ve Kutsal Yazılar’ı okumuştu; Tevrat’ı ve Müjde’yi izleyen bu kutsal yazılar hakkında bilgisi vardı. Ve Hatice ona Tanrı’nın elçisinin gördüklerini ve işittiklerini söylediği zaman, Varaka, “Kutsal! Kutsal! Eğer bana söylediklerin gerçek ise, Varaka’nın canını gerçekten elinde tutan Tanrı’ya göre …o bu ulusun peygamberidir.” 13

İlk açıklamanın gelmesinden sonra, sessiz geçen uzun bir zaman aralığı oldu; bazı anlatılanlara göre, bu sessiz zaman aralığı yaklaşık üç yıl sürdü. Muhammed bir kez daha derin umutsuzluklara kapıldı, Tanrı tarafından terk edildiğini hissediyor ve hatta aklından intihar etme düşünceleri daha geçiyordu. Ama aynı zamanda bu zaman aralığı da sona erdi ve peygamber melekten mesajlar almaya devam etti.

Muhammed hizmetine görevini vaaz ederek başladı – görevini önce dostları ve akrabaları arasında gizlice duyurdu ve daha sonra kentte herkesin önünde vaaz etmeye devam etti. Bu yeni imanı, İslam (teslimiyet) olarak adlandırdı ve kendisinin halkı için yalnızca onları uyaran biri olduğunu ileri sürdü. Temel mesajı, tek egemen Tanrı’ya, kıyamet gününde dirilişe ve son yargıya ve yoksul ve yetimlere yardım etme uygulamalarına olan inancı içeriyordu. Kendisine ilk inananlar, sadık eşi Hatice, kuzeni Ali, evlat edindiği oğlu Zeyd ve hayatı boyunca kendisine sadakat ile yoldaşlık eden Ebu Bekir’dir.

İnsanların Verdiği Karşılık

Muhammed, yavaş yavaş çoğu gençlerden oluşan ve sosyal konumları önemli olmayan küçük bir inananlar grubunu kendisine çekiyordu, ama buna rağmen, güçlü ve etkileyici Mekkelilerin büyük çoğunluğu kendi kendisini peygamber olarak ilan eden bu yeni peygambere karşı çıktılar.

Bu yeni imana karşı alınan tavır önce kayıtsızlık idi, ancak daha sonra bu kayıtsızlık düşmanlığa dönüştü. Bu düşmanca ilişkiyi hareket ettiren güçler ve yasalara dahil olan çeşitli unsurlar bulunmaktaydı.

Güçlü Mekkeliler, Muhammed’in, Tanrı’nın tekliği ile ilgili öğretişine dini bir seviyede karşı çıktılar, çünkü Muhammed’in öğretişi onların putların, tanrıların ve tanrıçaların güçlerine duydukları inanca karşıydı. Bazı modern tarihçiler Muhammed’in zamanındaki Mekkelilerin artık kendi dini kurumlarına etken bir imana sahip olmadıklarına inanır ve Mekke’nin ana kutsal mabedini, bu kutsal yeri ziyaret amacı ile gelenler için yararlı bir hedef olarak korumak ile ilgilendiklerini düşünürler. Mekkeliler aynı zamanda Muhammed’in bu dünyadan sonraki yaşam konusunda gelecek olan son yargı ile ilgili olarak yaptığı sürekli uyarılardan hiç hoşlanmadıklarını da gösterdiler. Mekkeliler, Muhammed’i sosyal ya da kültürel açıdan reddettiler, çünkü olağan yaşam biçimlerine saldırıda bulunulduğunu ve bunun yok edildiğini düşündükleri için Muhammed’in öğretişinden korku duyuyorlardı. Atalarının tapmakta olduğu eski şeylerin yeni bir öğretiş ile tehdit edilmesi hoşlarına gitmiyordu; bu durum, insanlık tarihinde bilinen bir senaryodur (34:43).

Kuran’daki kanıtlardan ortaya çıkan bir diğer ilginç anlayış ise şudur: “Yönetimi elinde bulunduran çevreler, doğal hiçbir yetkiye ve prestije sahip olmayan sıradan bir adamın, kendisini bir peygamber olarak ilan etmesi ile diğer kişiler üzerinde yetki sahibi olma iddiasında bulunmasına öfke duyuyorlardı.” 14

Tüm bu unsurlar Muhammed’e ve onun izleyicilerine karşı yeni bir zulüm dalgasının yükselmesine neden oldu. Mekke’de bulunan Müslümanlar’a edilen zulmün yaygınlığı konusunda kesin bilgiye sahip değiliz. Özellikle, toplumun çok zengin olmayan bireylerine karşı bazı doğrudan fiziksel şiddet mevcuttu. Ama her şeye rağmen Muhammed’in yaşamı Ebu Talip ile olan yakın bağları sayesinde iyi korunmaktaydı. Ama yine de kendisi ile alay eden düşmanlarının sözlü tacizlerine maruz kalıyor (örneğin, onu gaipten haber veren bir kâhin, deli, hatta cine tutsak biri olmakla suçluyorlardı), ya da bazen evine pislik atılması gibi sıkıntılı durumlar yaşıyordu. İzleyicilerinin sürekli rahatsız edilmeleri yüzünden, çok sayıda Müslüman’ın sığınmak amacı ile, Mekke’den kaçarak Habeşistan’ın Hristiyan kralının koruması altına girdikleri bilinir.

Peygamberin ilk biyografilerini yazanlar bu orta-Mekke’deki dönem sırasında meydana gelen ilginç bir olaydan söz ederler. Bu olay, Muhammed, kendisine düşman Mekkeli önderlerin önünde verdiği vaazlardan biri sırasında gelişti; düşmanlarının desteğini kazanmak isteyen Muhammed şu beyanda bulundu: En çok ilgi gören el-Lat, el-Uzza ve Menat gibi putlar tanrısal varlıklar olarak görülebilirlerdi, Tanrı’ya başkaları hesabına yalvarmaları kifayet ediciydi. Ama peygamber çok geçmeden bu sözlerin Şeytan’ın eklediği sözler olduklarına inandı ve bunları şimdi 53:19-23 ayetlerinde yer alan sözler ile değiştirdi (aynı zamanda 22:51 ayetine de bakınız). Bu ayetler “Şeytan ayetleri” olarak tanındılar. Muhammed’in hayatını yazan, Haykal gibi bazı modern biyografi yazarları bu öykünün değerini düşürmeye çalışırlar. Ancak, Müslümanlar’ın daha sonraki kuşaklarının kendi peygamberleri hakkındaki bu konuyu uydurmuş olmaları gerektiği, pek çok kişiye inanılmaz bir durum gibi görünür. Rahman gibi diğer çağdaş Müslümanlar, bu olayı mükemmel bir şekilde anlaşılır olarak görürler. Watt, bu konuya şu şekilde işaret eder:

Öykü hakkında söylenmesi gereken ilk şey, onun tamamıyla bir uydurmadan ibaret olamayacağıdır. Muhammed’in, bir zamanlar, daha sonra orijininin şeytani olduğu söylenerek reddedilen ayetleri Kuran’ın bir parçası olarak ezberlemiş olması gerekirdi. Hiçbir Müslüman Muhammed hakkında böyle bir öykü uydurmuş olamazdı ve iyi bir üne sahip olan hiçbir Müslüman bilgin, bu öykünün gerçek olduğundan tamamen emin olmadıkça bu öyküyü kabul etmezdi. Günümüzdeki Müslümanlar bu öyküyü reddetme eğilimindeler, çünkü bu öykü onların Muhammed hakkında sahip oldukları resim ile zıtlık içindedir; ama öte yandan bu öykü Muhammed’in kendileri gibi insani bir varlık olduğuna dair bir kanıt olarak görülebilir (41:6; v.b.) 15

Müminler ve Mekkeli aristokratlar arasındaki gerilim arttığı zaman, Muhammed, görevinin Mekke’de başarılı olamayacağını çok iyi anladı; görevini sürdüreceği yeni bir yer bulması gerekiyordu. Ayrıca, 619 yılında aynı zamanda hem sadık eşi Hatice’yi hem de inanmamış olan ama güvenilir koruyucusu Ebu Talip’i kaybetti. Ebu Talip’in vefatından sonra Muhammed’in güvenliği artık garanti altında değildi. 16

Mekke döneminin bu son kısmı hakkında sık sık tekrar edilen bir diğer öykü, Muhammed’in göğe yaptığı yolculuk ile ilgilidir. İslam geleneğine göre bir gece peygamber, melek Cebrail tarafından alınıp önce Mekke’den Yeruşalim’e (İslam’da Yeruşa­lim’e verilen önemin nedeni bundan dolayıdır), ve sonra da daha önceki tüm peygamberler ile birlikte (İsa ikinci gökte, Musa altıncı gökte, İbrahim ise yedinci gökte bulunuyorlardı) yedi kat göğün bir başından öbür başına götürüldü. Son olarak, kendisine günlük dualar ile ilgili İslam tapınması hakkında özel uygulama usullerinin verildiği yere, yani Tanrı’nın huzuruna götürüldü. 17 Pek çok çağdaş Müslüman yazarı, bu öykünün tamamen ruhsal bir olay olduğunu düşünürler. 18

Muhammed’in yaşadığı bu müthiş gizemli deneyim ile ilgili haberler, Mekkelilerin kendisine duydukları düşmanlığı ve karşı koymayı arttırmalarına neden oldu ve hatta kendisine sadık olan kişilerin çoğu peygamberin dürüstlüğü hakkında kuşku duymaya başladılar. Muhammed’in durumu daha da kasvetli bir hal aldı, özellikle komşu Arap kentlerinin ve oymaklarının bazıları arasında destek sağlamak için bir zemin bulma konusundaki tüm çeşitli girişimler başarısızlık ile sonuçlandı. Ama Muhammed yine de kısa bir süre içinde, sonradan Medine olarak adlandırılan Yathrib kentinin temsilcileri aracılığı ile, kendisini canlandıran bir rahatlamaya kavuştu. M.S. 621 yılının yaz döneminde, o zamanlar Mekke’de putperest bir türbe olan Kabe’ye yapılan yıllık kutsal yolculuklara iştirak eden bir düzine erkek, Muhammed’in önünde gizlice İslam’ı kabul ettiler.

Bir sonraki yılın kutsal yolculuğu sırasında Medine’den gelen yetmiş beş kişilik bir temsilciler grubu, yalnızca İslam inancını kabul etmek ile kalmadılar, ama aynı zamanda Muhammed’i kendi kentlerine de davet ettiler ve Muhammed’i yakın akrabalarıymış gibi savunacaklarına dair ant içtiler. 19

Hicret (Göç)

Muhammed, kendisine yapılan bu davetten sonra izleyicilerine, Mekke’den yaklaşık iki yüz mil uzaklıkta bulunan bir kent olan Medine’ye doğru yola çıkmalarını buyurdu. Müslümanlar, hiç kimseye belli etmeden küçük gruplar halinde yola çıktılar ve aralarından yaklaşık 150 kişi hicret (göç) etti. Mekkeli önderler Müslümanlar’ın göç ettikleri haberini aldıkları zaman, Medine’deki izleyicilerine katılmak için kentten ayrılmayı başaramadan önce Muhammed’i öldürmek için tuzak kurdular. Ama, katliam planının yapıldığı gece, peygamber ve her zaman yanında olan refakatçisi Ebu Bekir, Medine’ye giden sapa yolları kullanarak kentten kaçmayı başardılar ve 24 Eylül’de (M.S. 622) Medine kentine sağ salim ulaştılar.

Bu yolculuk, İslamiyet’in gelişmesinde bir dönüm noktası oluşturuyordu. Shorter Encyclopedia of İslam’ın işaret ettiği gibi, “Peygamberin göç etmesi… Müslümanlar tarafından haklı olarak kronolojilerinin başlangıç noktası yapılmıştır, çünkü bu göç, dünya tarihinde, kısa sürede önemli hale gelen bir hareketin ilk aşamasını meydana getirir.” 20

Muhammed, Medine’de Mekke’den çok farklı bir muamele gördü ve hoşnutluk ile karşılandı. Medine, pek çok konuda Mekke’den farklı bir kentti. Dini bakış açısı ile ele alındığı zaman, Medine’de yaşayan kişiler tektanrıcılık inancına daha eğilimli kişilerdi, çünkü bölgede pek çok temeli güçlü Yahudi oymaklarının güçlü kültürel etkisi hüküm sürmekteydi. Aynı zamanda Hadislere göre Medine yerlileri Yahudiler’den bir peygamberin çok yakında kendi bölgelerine geleceği haberini almışlardı. Bu nedenle Medineliler, Muhammed’i, gelecek olan peygamber ve kendi peygamberleri olarak kabul etmeye istekliydiler.

Muhammed’in Medine’de kabul edilmesi konusunda aynı zamanda toplumsal unsurlar da önemli bir rol oynadılar. Medine, zengin bir ziraat kentiydi; ama buna rağmen yine de önderlik eden oymakları arasında kanlı kavgalar ve ihtilaflar sürüp gidiyordu. Bu nedenle, “Muhammed’i Medine’ye davet etmek ile Araplar’ın çoğu onun düşman taraflar arasında bir hakem olarak yarar sağlayacağını umuyor olabilirlerdi,” 21 ve onun, kente bir huzur ve denge dönemini tekrar geri getirebileceği ümidini taşıyorlardı.

Muhammed’in yaratıcılığı, koşulların bu şekilde hızlı bir gelişme göstermesi ile kendini açıkça ortaya koyar. Oysa Muhammed, Mekke’de yalnızca dini bir figür kimliğine sahipken, Medine’de derhal yetenekli bir diplomat ve politikacı haline geliverdi.

Muhammed şimdi dinleyicilerine yalnızca Kuran açıklamalarını öğüt vermek ile kalmıyor, ama aynı zamanda yeni kazandığı politik güçler aracılığı ile ideallerini de yerine getirebiliyordu.

Muhammed’in öncelikli görevinin içeriği çeşitli Arap kabilelerini birleştirmekti. İki Müslüman grup olan Muhacirun (Muhammed ile birlikte göç eden Mekkeli Müslümanlar) ve Ensar (İslam’ı benimsemiş olan yerli Medineliler) ve hatta etki sahibi olan Yahudi oymaklar birleşmiş tek bir cephe haline getirilmeliydiler. Muhammed, çeşitli tarafları Medine kenti için yeni bir kurum oluşturarak bir araya getirme konusunda dikkat çeken bir başarı elde etti; her grup esenlik içinde bir arada var olmak ve yabancıların saldırılarına karşı birbirlerini desteklemek zorundaydılar. Aynı zamanda bu yasal belgede Muhammed, sivil mücadeleleri yatıştırmak için nihai yetkiye sahip olan peygamber olarak kabul edildi.

Muhammed’in başarısı, üç Yahudi kabilesinin desteğini kazanma konusundaki başarısızlığı ile bir şekilde bir denge meydana getirdi. Başlangıçta peygamber, Yahudiler’in gözüne girmek için bazı önemli konuları kabul etmiş gibi göründü. Örneğin, Yahudi adetleri ile uyumlu olarak öğrencilerine, dua ettikleri zaman Yeruşalim yönüne dönmelerini emretti. Ve Yahudiler’in kefaret günü olan Aşura gününü bir bayram günü olarak İslam’a uyarladı. Aynı zamanda o dönemde büyük olasılıkla öğle duasının temeli de Musevilikten kaynaklanmaktaydı. Ama Yahudiler tüm bunlara rağmen yine de Muhammed’in mesajını ve peygamberliğini Kuran’ın açıklamaları ve kendi Kutsal Yazıları arasındaki karşıtlıklar nedeni ile reddettiler.

Sonunda Muhammed, Yahudiler’e uyguladığı politikasını değiştirdi. Kuran’ın bir açıklamasını destek alarak namaza durma yönünün Yeruşalim değil, Mekke’deki türbe olması gerektiğini söyleyerek eski uygulamayı değiştirdi (2:142). Aynı zamanda Aşura bayramındaki oruç zamanını iptal ederek, Ramazan ayının tamamında oruç tutulması gerektiğini bildirdi (Arap takvimindeki dokuzuncu kameri ay). Kuran’da Yahudiler ile ilgili yer alan eleştirilerini de daha ciddi olarak beyan etti (9:29; 98:6). Kuran’ın, İbrahim üzerindeki vurgulamasını daha farkına varılır hale getirdi; İbrahim, İslam tarihindeki ana figür haline getirildi (4:125; 3:89; 6:89). Bu yaklaşım, Museviliğin Musa ve Hristiyanlığın İsa üzerindeki odaklanması ile zıtlık teşkil eder. Aynı zamanda, İslam teolojisinde Arap karakterine daha yakın bir değişimi sergiler. 22 Kabilelerin birleştirilmesi ile ilgili önemli göreve ek olarak Muhammed’in karşı karşıya kaldığı bir meydan okuma şuydu: Medine’ye giden peygamberlerini izlemek amacı ile fedakârlıkta bulunarak kentlerini ve kendilerine ait her şeyi terk eden Mekkeli inananlar için kazanç sağlayacak geçim yolları bulmak. Göç edenler arasındaki bir azınlık Pazar ticareti işine devam edebiliyordu ve bazı Mekkeli inananlar ortak iş kurdular. Ama bu kişilerin çoğunluğu, çok geçmeden Muhammed’in onayı ile Mekke’den gelen ticari kervanlara baskınlar yapmaya başladılar. Peygamberin kendisi ilk yıl, bu tür baskınların üçüne önderlik etti. Bu saldırıların amacı hiç kuşkusuz yalnızca parasal bir gelir elde etmek değildi, bu baskınları düzenlerken amaçları aynı zamanda büyümekte olan Müslüman gücü ile Mekkelileri etkilemekti.

Kuran aynı zamanda Muhammed’in bu yeni politikasını “[cihada] izin vererek onayladı: “Çünkü onlar haksız yere… – yurtlarından çıkarılmış kimselerdir, yurtlarından çıkarılmalarının tek nedeni, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demeleridir (22:39-40). Daha sonra gelen bir açıklamada şu buyruk yer alır: “Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah hakkı ile işitendir ve hakkı ile bilendir” (2:244). Bazı inananların savaşma konusundaki isteksizlikleri nedeni ile Kuran’a, savaşmaya razı olan kişilere (“evde oturmayan ve yaralanmaktan kaçınmayan kişilere”) “özel ödüller” ve Cennete girme ayrıcalığı verileceği gibi bazı teşvik edici yeni açıklamalar eklendi (4:95-96; 3:194-95). 23

İlk on sekiz ay içinde meydana gelen Müslüman saldırılarının tümü, ganimet ele geçirmek konusunda çeşitli nedenlerden dolayı başarısız oldu ve iki grup arasında herhangi bir temas neredeyse yoktu. Müslümanlar ve putperest Kureyşliler arasındaki ilk gerçek kavga Ocak 624’de, küçük bir Müslüman grubu, bir Mekke kervanına tuzak kurduğu ve kervandakilerden birini öldürüp ikisini esir alarak bir ganimet gibi zorla Medine’ye getirdiği zaman ortaya çıktı. Bu hareket, büyük ses getirdi, çünkü Muhammed’in talimatları uyarınca Müslümanlar, kutsal Recep ayında kan dökmüşlerdi. Putperest Araplar, yılın dört ayının kutsal olduğuna inanırlardı – bu düşünce aynı zamanda Kuran tarafından da onaylanır (9:36).

Muhammed olayın başında ganimeti izleyicileri arasında bölüştürmek konusunda tereddüt etti, ama sonunda bir Kuran açıklaması, peygamberin bu konudaki kuşkularını sona erdirdi:

Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki, ‘O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür (2:216-217).

Bedir Savaşı

Düşmandan daha fazla ganimet elde etmek konusu, Müslüman maneviyatına öylesine destek oldu ki, “bir sonraki seferi için Muhammed, 300 adam toplayabildi; bu rakam daha önceki herhangi bir sefere katılan adam sayısından epey fazlaydı.” 24 Muhammed, geriye güvenlik içinde dönmeyi planlayan, Mekkeli tüccarların önerliğinde yola çıkan ve daha sonradan söylendiğine göre elli bin dinar değerinde olan büyük bir kervan ile ilgili haberi aldığı zaman bu seferi kendisi yönetti.

Kervandan sorumlu olan kişi Mekkeli büyük önder Ebu Sufyan idi. Ebu Sufyan, yapacağı ticaret ile ilgili başına gelecek tehlikenin farkına vardı, ve Mekke’den kendisine destek verecek birlikleri tam zamanında talep etti. Mekkeliler, onun bu talebine hemen karşılık verdiler ve Müslüman saldırısına karşı koyacak yaklaşık 950 savaşçıdan oluşan bir ordu gönderdiler. Gücün büyüklüğü aracılığı ile Mekkelilerin bu kez Muhammed’i gerçekten korkutmayı düşündüklerini kolayca anlayabiliriz; Mekkeliler, Muhammed’den kervanlarına yapılan bu saldırılara artık son vermesini istiyorlardı.

Mart 624’de Bedir olarak adlandırılan bir yerde, iki ordu karşılaştı. Müslümanlar’ın sayıları fazla olduğu için üç kişiye bir kişi düşüyordu. Muhammed’in üstün askeri stratejisi ve izleyicilerinin İslam uğruna savaşma konusundaki gayretleri nedeni ile Muhammed, kendisine çok güvenen Mekkeli önderi bozguna uğrattı; Müslüman ordusu düşmanlarına ciddi bir darbe vurdu. Savaş sırasında karşı tarafın yaklaşık kırk beş adamı öldürüldü, öldürülenler arasında Mekke’nin bazı ileri gelenleri de vardı ve yetmiş kişi esir alındı; Müslümanlar ise yalnızca on dört adam kaybettiler.

Muhammed, Bedir savaşındaki zaferi Tanrı’nın, onun peygamberliğini haklı çıkarttığına (Tanrı’nın aynı kendisinden önceki peygamberleri, duyurdukları mesajın doğruluğunu kanıtlamak için mucizevi bir şekilde kurtarmış olduğu gibi) dair kesin bir belirti olarak yorumladı. Muhammed’e verilen bilgi şuydu: Kazandığı zafer, “bir karar günü” idi ve Müslümanlar’ın yanında savaşanlar, Tanrı’nın kendisi ve O’nun melekleri idi. “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü” (8:17). Ve inananlar şu ayet aracılığı ile esin aldılar: “Ey Peygamber! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter… Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler” (8:65).

Bedir Savaşı’ndan sonra Muhammed’in gördüğü itibar çok arttı. Yeni bir değer kazanan bu konumuna güvenen Muhammed, aklında her zaman İslam topluluğunun dengesi için gerçek bir tehdit teşkil eden Medine’deki düşmanlarını sistemli bir şekilde yok etmeye başladı. İmha, şiirlerinde peygamberi hicvetmiş olan bazı şairlerin katledilmesini ve aynı zamanda Medine’de bulunan üç Yahudi oymağının bir tanesinin kovulmasını da içeriyordu. 25 Muhammed bu dönem sırasında topluluğun başı olarak konumunu daha da güçlendiren, uzun süre devam edecek olan çok sayıdaki evliliklerine de başladı. 26

Uhud Savaşı

Mekkeliler kendilerinin küçük düşmesine neden olan yenilgilerinin çok iyi bilincindeydiler. Ve bir kez daha yine Ebu Suf­yan’ın önderliğinde Müslüman güçleri ile tekrar karşılaşmak üzere kendilerini hazırladılar. Bedir savaşından tam bir yıl sonra iki ordu yine Medine yakınlarında, Uhud Dağı’nın yanında karşı karşıya geldiler.

Mekkelilerin üç bin adamına karşılık Müslümanlar’ın bin adamı vardı. Bu kez Muhammed’i destekleyenlerin her birine üç adam düşmekteydi. Mekkelilerin sayısal üstünlüğüne rağmen, savaş önce Müslümanlar’ın lehinde ilerledi ve Kureyşliler kaçmaya başladılar. Ama buna rağmen Müslüman okçular bulundukları yeri değiştirdikleri zaman, durum çabucak değişti ve Muhammed’in aksi yöndeki buyruklarına rağmen, Müslümanlar ganimeti paylaşmak için ileri doğru hızla fırladılar. Mekkeli süvariler, bu fırsatı Müslümanlar’a arkadan saldırmak için değerlendirdiler. O zaman Müslümanlar dört ayrı yönde koşmaya başladılar. Karargahta, düşmanın peygamberi öldürdüğüne dair yanlış bir söylenti yayılmaya başladığı zaman, karmaşa daha da büyüdü. Ancak Muhammed ve güçlerinin büyük kısmı sonunda güvenli bir yere kaçtı ve zafer sevinci içindeki Mekkeliler evlerine doğru yola koyuldular.

Muhammed’in yenilgisi, bölgedeki itibarına büyük bir darbe indirdi. İkiyüzlüler (münafıklar), Muhammed’in Medine’deki düşmanları, Muhammed’e düşman olan Yahudiler ile birlikte Muhammed’in talihsizlikleri karşısında duydukları sevinci gizlemediler. Çeşitli Müslüman gruplara tuzak kuruldu ve Muhammed’in düşmanları tarafından öldürüldüler ve bir defasında bir bedevi kabilesi kırk Müslüman misyonerini kılıçtan geçirerek peygamberin yetkisine kafa tutmaya dahi cesaret ettiler.

Bu aksiliklere rağmen Muhammed, konumunu güçlendirme çabalarına devam etti. Çevredeki kabilelere daha çok saldırıda bulundu, bu saldırılara önderlik etti ya da bu saldırılara yetki verdi. Bu kabileler “onun ittifaklarını arttırmayı hedeflemiş ve diğer kişilerin Mekkelilere katılmalarına engel olmaya gayret eder gibi görünüyorlardı.” 27 Aynı zamanda, Uhud’da yenilginin üzerinden daha bir yıl geçmeden, Muhammed ikinci Yahudi oymağını Medine’den kovdu ve onların tüm mal ve mülklerini istimlak etti. Müslümanlar’ın yağmaladıkları o kadar fazlaydı ki, Haykal, Muhammed’in biyografisini yazarken bu konudan şöyle söz etmiştir: “Bu ganimet, Müslümanlar’ın şimdiye kadar gasp ettikleri ile kıyaslanamayacak kadar büyüktü.” 28

Medine Kuşatması

Uhud’da kazandıkları zaferden sonra, Mekkeliler Muhammed’in büyümekte olan gücünü bir an önce bir daha canlanamayacak şekilde ezmeleri gerektiğinin farkına vardılar. M.S. 627 yılının ilkbaharında Ebu Sufyan, Medine’deki Müslümanlar’a karşı on bin kişiden oluşan büyük bir Arap ittifakına önderlik etti. Muhammed bu kez ürünün hasadını elde etmeye karar verdi ve –bir hadiste belirtildiği gibi– Pers vatandaşı olan bir öğrencisinin öğüdüne uyarak kentin içinde kaldı, Müslümanlar kentlerinin korunmayan kısımlarının önünde bir hendek kazdılar. Mekkeliler yaklaşık iki hafta boyunca Medine’yi kuşattılar. Ama kazılan hendeği aşmak için gösterdikleri çaba boşuna oldu, Muhammed’in çeşitli kabileler ile yaptığı gizli pazarlıklar yüzünden bu kabileler ile anlaşmalarının bozulması ve uygun olmayan hava koşulları nedeni ile kuşatmacılar kararlılıklarını kaybettiler ve çekilmeye başladılar.

Bu sessiz zaferin ardından Muhammed’in konumu büyük ölçüde güç kazandı. Kuşatmadan kısa bir süre sonra Mekkeli düşmanlar ile birleşerek Müslümanlar’a karşı tuzak kurmuş olduklarından kuşkulandığı için Muhammed Medine’deki son Yahudi oymağına saldırdı. Ancak bu oymak kentten uzaklaştırılan önceki iki Yahudi oymağı kadar kolayca sürgün edilecek bir oymak değildi. Bu kez, oymağın tüm erkekleri öldürüldüler ve kadınlar ve çocuklar esir olarak satıldılar. Bu acımasız hüküm hakkında Tor Andrae şunları yazar:

Muhammed’in Yahudiler’e karşı gösterdiği zulmün arkasında yatan gerçeğin anlaşılması gerekir. Bu Yahudiler Muhammed ile alay ederek ve onu reddederek ona hayatındaki en büyük hayal kırıklığını yaşatmışlar ve uzun bir süre onu, peygamberlik yetkisini tamamen yok etmek ile tehdit etmişlerdi. Bu nedenle Yahudiler Muhammed için Allah’ın ve O’nun açıklamasının ezeli hatta can düşmanlarıydılar; yok edilmeleri önceden düzenlenmiş ve kabul edilmiş bir gerçekti. Onlara hiçbir şekilde merhamet gösterilemezdi. 29

Mekke’nin Fethi

Muhammed’in gücü, bu olaydan sonra iki yıl içinde hızla yükseldi. Peygamber, topluluğuna daha büyük parasal yararlar sağlayan, başarılı başka birçok sefere daha önderlik etti. Bunun bir sonucu olarak İslam sürüsüne katılan kişilerin sayısı düzenli bir şekilde artış gösterdi. 30

Bu arada Mekke’nin ekonomik ve askeri gücü hızla geriliyordu. Ayrıca Mekke’nin önderlerinden birçoğu Muhammed’in tarafına iltica ederek onun safına kaymışlardı. Mart 628’de Mekkeliler Muhammed ile bir barış Antlaşması (Hudeybiye Antlaşması) yaptılar. Bu antlaşma, artık Muhammed’i baş kaldıran bir kaçak olarak değil, kendileri ile eşit saflarda bir muhalif olarak düşündüklerini açıkça belirtmiş oluyordu.

Barış antlaşmasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra Mekkeli müttefiklerin Muhammed’in birliklerine yaptıkları bir saldırı antlaşmanın feshedilmesine neden oldu. Muhammed bu antlaşmanın ihlalini çok iyi değerlendirdi ve Ocak 630’da on bin kişiden oluşan bir ordu ile çok sevdiği Mekke kentini hiçbir direniş ile karşılaşmadan ele geçirdi. Önce, Kabe’yi putlarından temizledi, ve yalnızca birkaç istisna dışında Mekkeli tüm önderlere genel bir af vaat etti. Ve hatta Ebu Sufyan dahil olmak üzere Mekke’nin ileri gelenlerinden her birine, kendisine boyun eğdikleri için cömert davranarak değerli armağanlar ve ödüller verdi. Böylelikle uzun zamandır kendisine düşman olan kişileri yalnızca yenilgiye uğratmak ile kalmadı, aynı zamanda onların saygısını ve hayranlığını da kazanmış oldu. Andrae’nin ileri sürdüğü düşünce şudur: “Zafer kazanan birinin zaferinden, Muhammed’in yaptığı gibi kendini tutarak ve tahammül ederek yararlanması çok ender görülen bir davranıştır.” 31

Muhammed’in Son Yılları

Mekke, Muhammed’e teslim olduktan sonra, Arap yarımadasındaki kabilelerin pek çoğu bu takıma uydular ve peygambere olan bağlılıklarını açıkça bildirdiler. Diğerleri Müslüman orduları tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonra teslim oldular. Genel bir kural olarak putperest kabileler putperestliği reddetmek ve İslam’ı kabul ettiklerini bildirmek zorundaydılar, ama Hristiyanlar ve Yahudiler ancak haraçlarını ve vergilerini ödedikleri takdirde kendi imanlarının gereğini yerine getirebilirlerdi. Muhammed’in en büyük başarılarından biri hiç kuşkusuz pek çok Arap kabilelerinin tümünü birleştirebilmesi ve İslam bayrağı altında bulunan güçlü bir ulus haline getirebilmesidir.

Mart 632’de, Muhammed, Mekke’ye yapılan İslami kutsal yolculuğa (Hac) kendisi önderlik etti ve veda söylevini on binlerce izleyicisinin önünde verdi. Bundan üç ay sonra Haziran 632’de altmış üç yaşında olan İslam peygamberi aniden ama doğal bir ölüm ile bu dünyadan ayrıldı.

 

Muhammed’in İslam’daki Yeri

Muhammed’i şimdiye kadar tamamen tarihi bir bakış açısından anlatmış bulunuyoruz. Ama her şeye rağmen yine de tüm diğer dini kişilikler gibi, İslam peygamberi bir başka önemli görünüme sahiptir: Dünyanın her yerinde, kendisine adanmış milyonlarca izleyicisinin yaşamlarında ve imanlarında sahip olduğu can alıcı yer. Bu bölümün son kısmını Muhammed’in İslam kültürünü ve teolojisini biçimlendiren büyük etkisini incelemeye ayıracağız.

Muhammed’in İslam Kültürü Üzerindeki Etkisi

“Müslümanlar Allah’a yapılan saldırıları hesaba katacaklar: Ateist ve ateist yayıncılar ve rasyonalist (mantık ile açıklama getiren, akılcı) topluluklar mevcuttur; ama Muhammed’in itibarını sarsmaya çalışmak, toplumun en ‘liberal’ kısımlarını dahi tahrik edecek ve alevli bir hiddetin fanatizmine neden olacaktır.” 32 Wilfred Cantwell Smith’in peygamberleri ile ilgili Müslüman toplumunda var olan derin ve yaygın hiddetin iç yüzünü ortaya koyan analizi bugün de, yazıldığı 1946 yılında olduğu kadar gerçektir ve geçerlidir.

İbn-i Teymiyye’nin fetvasından (peygambere iftira ederek onun itibarı zedeleyen herhangi birine tövbe etmesi için imkan tanımadan öldürülmesi gerektiğini ileri süren on dördüncü yüzyılda yaşamış bir Müslüman teologu) 33 başlayarak Ayetullah Humeyni’nin İngiliz yazar Salmon Rüştü’nün öldürülmesi ile ilgili fetva’sına kadar Müslüman dünyasının Muhammed’e duyduğu fanatik sevginin canlı bir örneğini görürüz. Yirminci yüzyılın en büyük Müslüman düşünürü olan Hintli İkbal, verdiği iki güçlü örnek ile milyonlarca Müslüman’ın duygusunu şu şekilde özetlemiştir: “Peygambere duyulan sevgi onun toplumunun damarlarında akan bir kan gibidir.” Ve “Tanrı’yı inkâr edebilirsiniz, ama Peygamberi inkâr edemezsiniz!” 34

Peygambere duyulan hayranlık, yalnızca İslam sanatı ve edebiyatında değil, aynı zamanda Muhammed öldükten sonra Müslüman yaşamı ve uygarlığının birçok ayrıntısını biçimlendirme konusunda temel bir unsur haline geldi. Kuran’ın 33:21 ayetinde bulunan buyruk aracılığı ile bu biçimlendirme için teşvik alındı: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (aynı zamanda bakınız, 4:80; 7:157; 14:44). Muhammed’in sözlerinin (hadis) ve eylemlerinin (sünnet) kayıtları bir sonraki kuşaklar tarafından faal bir şekilde toplandı. Bu hadisler hiçbir zaman Kuran ile eşdeğer olarak görülmediler, ama buna rağmen vahyedilmiş sözlerin ve eylemlerin vahyedilmemiş birer kaydı olarak görüldüler. Sonunda, İslam döneminin ikinci ve üçüncü yüzyıllarının Müslüman teologları tarafından bu hadislerin ve bu hadisleri nakledenlerin ölçü zincirlerinin metinleri titizlikle gözden geçirildi ve sonra bugün elimizde bulunan kitap biçimlerine kondular. 35

Kuran, tüm Müslümanlar arasında tek kutsal ve vahyedilmiş kitap olarak kabul edilir, ama buna rağmen peygamberin hadisleri aynı zamanda bir temel de oluştururlar, çünkü Müslüman yaşamının ve uygulamasının hemen hemen her görünümü ile ilgili ayrıntılı tutanaklar sağlarlar. Ajijola şöyle yazar: “Muhammed’in yaşamı, izleyicileri için bir esin kaynağı haline geldi. Sözleri ve eylemleri, kendisine eşlik edenler ve çağdaşları tarafından tutanaklar halinde kaydedildi.” 36 Müslüman yazar Kateregga, bu konuda şunları belirtir:

Hadis, Kuran ve önceki Kutsal Yazılar gibibir kutsal kitap (açıklama) değildir. Ama yine de, Hadis’in Müslümanlar için önemi, Kuran’dan sonra ikinci sırada yer alır. Kuran’ın açıklanmasına ve netleştirilmesine ve Kuran’ı daha uygulanabilir bir şekilde sunulmasına yararlı olur …. Müslümanlar olarak Hadis’i öğrenmez ve izlemezsek, İslam hakkındaki bilgimiz eksik ve zayıf olur. Benzer şekilde bir yabancı, Hadis’i önemsemediği takdirde İslam’ı anlaması mümkün olamaz. 37

Tüm zamanların en büyük Müslüman teologu sayılan El-Gazali (d. M.S. 1111), klasik bir eser olan İhya ulum ed-din (Dini Bilimlerin Uyanışı) adlı kitabında peygamberin sünnetini gözlemlemenin önemini şu şekilde açıkladı:

Mutluluğun anahtarının sünneti izlemek ve Tanrı’nın Elçisinin tüm yaptıklarını, gelişlerini, gidişlerini, çalışmasını ve dinlenmesini, yemek yerken, uyurken ve konuşurken nasıl davrandığını incelemek ve aynısını yapmak olduğunu bilin… Tanrı şöyle demiştir: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin!” (59:7) Bunun anlamı şudur: Pantolon giyerken oturmanız, ve bir türban bağlarken ayakta durmanız ve ayakkabılarınızı giyerken sağ ayağınızın ayakkabısını önce giymeniz gerekir. 38

Peygamberin sünnetini izleme konusunda gösterilen Müslüman dindarlığına dair ilginç bir örnek verelim: On dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Hintli reformcu Seyyid Ahmet Han, peygamber, Hindistan’ın en çok rağbet gören meyvesi olan mangoya hiçbir zaman dokunmadığı için, mango yememenin daha iyi olacağına kesinlikle inanırdı. Aynı zamanda, büyük mistik Beyazıt Bistami altmış yıl boyunca hiç karpuz yemedi, çünkü Muhammed’in karpuzu nasıl keseceği konusunda bilgi edinemedi! 39

Bu yazılanlar elbette peygamberin yaşam biçimini taklit ederek ona benzeme gayreti ile ilgili köklü örneklerdir. Dindar Müslümanlar’ın çoğunluğu bu tür aşırılıklara kaçmazlar, ama buna rağmen yine de günlük yaşamlarının pek çok ayrıntısında Muhammed’i örnek olarak izlemek için ellerinden geleni yaparlar. Harvard Üniversitesinin İslam konusunda önde gelen bilginlerinden biri olan Schimmel, İslam kültürünü bir araya getirme hakkındaki peygamberlik sünnetinin etkisini gözlemler:

Fas’tan Endonezya’ya kadar tüm Müslümanlar’a böyle bir eylem birliği sağlayan, işte bu ‘Muhammed’e benzemeye çalışma’ idealidir: kişi nerede olursa olsun, bir evden içeri girerken nasıl davranacağını, uygulayacağı selam verme biçimini, bir topluluk içinde nelerden kaçınması gerektiğini, nasıl yemek yiyeceğini ve nasıl yolculuk edeceğini bilir. Müslümanlar, çocuklarını yüzlerce yıl boyunca bu şekilde büyütmüşlerdir. 40

Peygamber sünneti, inanan bireyi yaşamının her ayrıntısını yalnızca büyük ölçüde etkilemek ile kalmamış, aynı zamanda İslam yasasının ve toplum yönetiminin temelini de oluşturmuştur. İslam yasası, ya da şeriat, temelini Kuran’dan alır, hadis, icma (toplumun ortak fikri), ve kıyas, yeni kuralların sonucunu çıkarmak için kıyaslanabilen muhakemenin diğer üç kaynağa uygulanmasıdır. İslam’da dört mezhep mevcuttur, “Öyle ki, bugün Müslümanlar bu dört mezhepten birini izleyebilsinler, dini ve sosyal yaşamlarını, bu mezheplerden birinin hukukçuları tarafından belirlenmiş talimatlarına uygun olarak düzenleyebilsinler.” 41

Müslüman dünyasını bir stereotip klişesini yapmaktan sakınmak için, burada belirtmemiz gereken şudur: İslam sünneti ve şeriati Müslüman ülkelerin kültürlerinde temel bir rol oynarlar, geçen yüzyılda, bu ülkelerde Batı kültürünün yoğun etkisi nedeni ile geleneksel ve dini adetlerin çoğu gücünü yitirmiştir. Örneğin, İslam içindeki reformcu gruplar pek çok olayda peygamberin hadislerine tam olarak bağlı kalmayı reddederler. Aynı zamanda İslam ülkelerinde Kuran ve peygamber tarafından belirlenen rehberlik çizgileri ile uyumlu olmayan yaşam biçimlerine sahip çok sayıda ismen Müslüman kişiler bulunmaktadır. Aynı şey, İslam şeriatindeki mutlak itaate karşıt olarak pek çok şekilde daha demokratik ve daha Batılı yönetim örneklerini izleyen yönetim yasaları için de söylenebilir. 42

Muhammed’in İslam Teolojisindeki Yeri

Müslümanlar Muhammed’e her ne kadar büyük saygı duysalar da, standart İslam teolojisinin onu hiçbir şekilde tanrısal olarak görmediğine işaret etmek çok önemlidir. Schimmel’in kusursuz bir şekilde yaptığı uyarıyı aktaralım: “Muhammed, ne teolojik ne de doğal olayları inceleme bilimine özgü terimler ile Hris­tiyanlığın Mesi­hi’ne benzetilemez – çünkü Müslümanlar, ‘Hris­tiyanlar’ kavramına sahte bir benzerlik ima etmek için kullanıldığını düşündükleri ‘Mu­hammedciler’ teriminden nefret ederler.” 43 İslam ikrarının ikinci kısmında açıkça belirtildiği gibi Muhammed yalnızca Tanrı’nın peygamberidir.

Ama yine de bu noktayı belirttikten sonra işaret etmemiz gereken bir diğer nokta şudur: Muhammed’in kişiliğinin önemi ile ilgili olarak çeşitli Müslüman gruplar farklı ve bazen birbirine zıt tutumlar içindedirler. Bu tutumlar, onun yalnızca tanrısal bir açıklama alan doğru bir insani varlık ile yarı tanrısal bir sonsuz varlık olduğu arasında değişen düşüncelerden kaynaklanırlar.

Kuran’a ve Müslümanların çoğuna göre Muhammed, Tanrı’nın, insanlığa son elçi olması amacı ile seçtiği ve en saf ve en yetkin din olan İslam’ı dünyaya sunmak için bir aracı olarak kullandığı, yalnızca insani bir varlıktı. “Tanrı’nın Muhammed’den önceki her peygamberi, belirli bir halka gönderildi, ama Muhammed Kıyamet Gününe kadar dünyada var olacak olan tüm insanlara gönderildi.” 44 6:50 ayetinde şunları okuruz: “De ki: ‘Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.”

Muahmmed’e, “Andolsun, dileseydik biz sana vahyettiğimizi tamamen ortadan kaldırırdık; sonra da bu konuda bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın” dendi (17:86). Ve 29:50 ayetinde, Muhammed’in şu net itirafını okuruz, “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Müslüman yazar Abdalati, yukarıdaki Kuran ifadeleri ile uyumlu olarak şöyle yazar:

Müslümanlar yalnızca Tanrı’ya tapınırlar. Muhammed Tanrı tarafından, Tanrı sözünü öğretmek ve örnek bir yaşam sürmek için görevlendirilmiş olan, yalnızca ölümlü bir varlıktı. O, dindarlık ve mükemmellik konularında insanlara tarihteki en iyi örnek olarak durur. O, insanın ne olabileceğinin ve mükemmellik ve erdem alanlarında neler başarabileceğinin canlı bir kanıtıdır. Ayrıca, Müslümanlar İslam’ın temelinin Muhammed tarafından atıldığına inanmazlar, İslam’ın onun tarafından dinsel evrimin en son aşamasında restore edildiğini düşünürler. 45

İslam, Muhammed’in yalnızca insan olduğunu ifade etmekten çekinmez, çünkü mutlak bir tektanrıcılık düşüncesine sahiptir (bakınız Bölüm I ve Bölüm II). Ama daha önce de söz etmiş olduğumuz gibi, İslam’a göre peygamberlik, Tanrı’nın dünya üzerindeki hareketinin doruk noktasıdır. Ve Tanrı, Muhammed ile peygamberlik görevini sona erdirmiş olduğu için Muhammed’e verilen peygamberlik, Tanrı’nın, insani bir varlığın üzerine boca edebileceği en büyük onurdur. Bu nedenle Muhammed Müslümanlar için tüm peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğüdür. Muhammed’in büyüklüğü iyi bilinen bir hadis’te şu şekilde ifade edilir:

Bana tüm diğer peygamberlere ihsan edilenden üstün olan altı şey ihsan edildi: dünya benim için saf ilan edilen toprağı ile bir cami haline getirildi; ganimet, benim için yasal kılındı; bir ay süren bir yolculuk mesafesinde vahyedilen huşu aracılığı ile zaferli kılındım; bana aracılık etmek için müsaade verildi; ben tüm insanlığa gönderildim; ve peygamberler benim ile birlikte mühürlendi. 46

Kemal ud Din ad Damiri adlı rağbet gören bir yazar, klasikler arasına giren eserinde bize, Muhammed hakkında aşağıdaki şu tanımı verir:

Muhammed, insanlığın en gözde kişisidir, tüm elçiler içinde en çok onurlandırılanıdır, merhamet peygamberidir, sadık olanların başı ya da İmamı’dır, övgü sancağının taşıyıcısıdır, aracıdır, yüksek konumun sahibidir, Cennet Irmağı’nın sahibidir, Kıyamet Günü’nde tüm Adem oğulları bu sancağın altında olacaklardır. O, peygamberlerin en iyisidir ve onun halkı halkların en iyisidir… ve onun iman ikrarı tüm iman ikrarlarının en soylusudur. Muhammed, gözle görünür mucizeler yaptı ve büyük niteliklere sahip oldu. Zihinsel açıdan mükemmeldi ve soylu bir başlangıca sahipti. Mutlak lütufkâr bir tarzı vardı, çok cömertti, cesareti mükemmeldi, aşırı alçakgönüllüydü, yararlı bilgiye sahipti… Tanrı korkusu kusursuzdu ve dindarlığı yüceydi. O, her alandaki mükemmelliğinde insanlığın en güzel ve en etkili konuşan, en yetkin kişisiydi. 47

Geleneksel İslam savunucuları Muhammed’in kendisinden önceki peygamberlerden üstün olduğunu kanıtlamak için çeşitli muhakeme açıları sağladılar. Mizan’ül Hak adlı kitaba göre, “bu kanıtların en önemlileri şunlardır:

  1. Hem Eski hem de Yeni Antlaşma onun ile ilgili açık ve net peygamberlikler içerirler.
  2. Kuran’ın dili ve öğretişi benzersizdir, ve böylelikle yalnızca Kuran Muhammed’in iddialarının gerçekliğini kanıtlayan yeterliliktedir.
  3. Muhammed’in mucize(leri), En Yüce Olan Tanrı aracılığı ile onun iddialarını mühürler(ler).
  4. Muhammed’in yaşamı ve karakteri, onun peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olduğunu kanıtlar.
  5. İslam’ın hızla yayılması En Yüce Olan’ın Muhammed’i insanlara nihai açıklama olarak göndermiş olduğunu gösterir. 48

Çağdaş İslam savunucuları yukarıdaki klasik konular üzerinde çeşitlemeler sunarlar, ama genel olarak konulduğu zaman bu çeşitlemeler Muhammed’in lehindeki beş ana unsur olarak hala mevcutturlar (bu konu ile ilgili daha fazla bilgi için 8. Bölüme bakınız).

Tüm peygamberlerin en büyüğü olarak kabul edilmesine rağmen, Muhammed’in yalnızca bir elçi olarak sahip olduğu rolün, aşırı Müslümanların bir kısmı tarafından kısa bir süre sonra Kuran’daki sınırlamaların ötesine geçen başka inançlar geliştirildi. Bu inançlardan önemli bir tanesi, Muhammed’in Tanrı’nın önünde Müslümanlar için bir aracı (şefaatçi) olarak görev yaptığıydı.

Kuran, Kıyamet gününde yapılacak bir aracılık olasılığını reddeder (2:48, 254). Ama 2:255 ayetinde “Tanrı izin vermediği sürece” hiç kimsenin Tanrı için aracılık edemeyeceği belirtilir. Pek çok Müslüman, bu nedenle, bu aracılık yapma (şefaat etmek) konusundaki özel iznin Kuran’ın insanlık için bir merhamet olarak adlandırdığı Muhammed’e kesin olarak ihsan edildiği şeklinde bir inanca sahiptir.

Kuran’ın bu olası yorumuna ek olarak, aynı zamanda İslam’ın başlangıcında bu öğretişi destekleyen pek çok hadis üretildi. Rağbet gören sünnetlerden biri, tüm insanlığın, son günde kendisine aracılık etmesi için bir peygamberden diğerine gideceğini belirtir.

İsa’dan Adem’e kadar olan tüm peygamberler değersizlikleri nedeni ile bu rolü kabul etmeyi reddederler. Ama sonunda Muhammed aracılık rolünü üstlenmeyi kabul eder, çünkü o topluluğunu Cennete başarılı bir şekilde sokabilir.

Güzel yazılmış binlerce İslam şiiri ve duyguları harekete geçiren dualar Müslümanlar’ın, kurtuluşları için Muhammed’e ümit bağladıklarını ifade ederler. Örneğin, Kuzey Afrikalı büyük düşünür İbn Haldun peygamber Muhammed’e hitaben şunu yazdı:  “Bana ümit bağladığım aracılığını ihsan et, senin aracılığın benim çirkin günahlarım için güzel bir sayfadır!” Bir diğer Müslüman düşünür dinleyicilerine şu sözler ile öğüt verdi: “Eğer biri Diriliş Gününde dünyadaki tüm diğer insanlar gibi pek çok sevap sunarsa, ve bu sevaplar ile birlikte peygamberin üzerine bereket getirmezse, sevapları kendisine, kabul edilmemiş olarak geri dönerler.” Müslüman şair Tilimsani, Muhammed’e şu sözlerle dilekte bulundu: “Günahlarım çok – ama belki senin aracılığın beni Cehennem ateşinden kurtarabilir.” Urdu’nun en büyük lirik şairi olan Mir Taki Mir şöyle yazar: “Ey Mir, neden kara kitabını düşünüp de kaygılanıyorsun? Peygamberlerin Mührü olan kişi senin kurtuluş garantindir!” 49

Bu inancın temeli Kuran’da şu şekilde yer alır: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salat ediyorlar. Ey, iman edenler! Siz de ona salat edin, selam edin.” (33:56). Aynı zamanda pek çok hadiste, Muhammed’e bu bereketi sık sık söylemenin yararlarının neler olduğu da açıklanır. Bir hadis peygambere söylenen her bereket için Tanrı’nın bu bereketi, söyleyen kişiye on kat olarak geri vereceğini vaat eder. Bir diğer hadis inananları, peygamberi Cuma günleri sık sık bereketlemeleri için teşvik eder, çünkü edilen dualar onun önüne Cuma günleri konur. 50

Ortodoks İslam tarafından elbette yargılanan ama bazı Müslümanlar arasında rağbet gören bir diğer eğilim ise, Muhammed’e neredeyse tanrılaştırma derecesinde saygı göstermektir. Bu konumu desteklemek için kaynak gösterilen bol sayıda hadis mevcuttur. Bir hadis Muhammed’in, zamandan önce var olduğundan söz eder, ve bir başka hadis ise onun, Tanrı’nın evreni yaratma amacı olduğunu ifade eder. “Adem daha çamur ve su arasındayken, ben peygamberdim.” Ben (Tanrı) dünyayı senin için yaratmadım mı?” 51 İranlı Müslümanlar arasında rağbet gören bir hadis Tanrı’nın şöyle dediğini yazar: “Ben ‘m’ olmadan bir Ahmad’ım.” Ahmad Muhammed için kullanılan bir başka addır. Eğer ‘m’ harfi sözcükten kaldırılırsa, o zaman sözcük Ahad (tek) halini alır ve bu sözcük, Tanrı’nın bir başka adıdır.

Bu hadis Tanrı ve Muhammed’in kişiliği arasında var olan önemli farkı göstermek açısından gereklidir. Muhammed’in bu insanlıktan “tanrılaştırılma” süreci, rağbet gören bir öğretiş olan Nur-i Muhammedi, ya da Muhammed’in Işığı adlı ek bir doktrine dönüşmüştür. Pek çok İslam sünnet kitabına göre Tanrı önce Muhammed’in ışığını yarattı ve daha sonra bu ışıktan yaratılışın geri kalan kısmını meydana getirdi. 52 Böylece Muhammed’in tüm yaratılış için yalnızca bir hedef ya da neden değil, aynı zamanda yaratılışın maddi nedeniydi. Muhammed’in bu ışığı aynı zamanda her peygamberin belirli bir derecede yansıtabildiği ışıktı. 53

Aynı zamanda peygambere en onurlu doksan dokuz ismi bulmak fikri de Peygamberi yüceltmenin bir başka aşamasıydı. İslam konusundaki anlayışı yüksek bir bilgin olan Nazir-Ali ibadete ait yazmış olduğu rağbet gören bir kitabında “Muhammed’in 201 (Tanrı’nın doksan dokuz ismine karşılık!) adından oluşan bir listeye” yer verir. Bu isimlerin çoğu, diğer tanrısal isimlerin aynısıdır… Ayrıca, sanki bir rekabeti teşvik etmek ister gibi Tanrı’nın isimlerinin peygamberlerin isimlerinden kısa bir süre önce verilmiş olmaları dikkat çekicidir!” 54 Schimmel, İslam’ın oldukça erken bir döneminde peygamberin doksan dokuz adının bile yeterli gibi görünmediğini yazar; “çok geçmeden adlarının sayısı iki yüze hatta daha sonra bine dahi ulaşmıştır. Hatta revaçta olan bir inanca göre peygamber, her tür yaratık tipi tarafından özel bir ad ile çağrılır.” 55

Rağbet gören İslam’da Muhammed’in konumu ile ilgili olarak Nazir-Ali’nin gözlemi şöyledir:

Modern Pakistan toplumu içinde peygambere duyulan bu saygının derecesi şaşırtıcıdır. Toplum, ismen Sünni akidenin doğruluğuna bağlanmıştır. Ama Muhammed saygısı, kitle medyası, okul kitapları ve Arap Peygamberinin tanrılaştırılmasına katkıda bulunan tüm kültürel olaylar aracılığı ile dışa yansıtılır. Aşağıdaki örnekler bu konuyu resmederler: “Tanrı’nın Tanrılığı ile olan bağımın ciddi olmasına rağmen, elim hiçbir zaman Seçilmiş Olan’ın (Muhammed) eteğinden ayrılmasın.”

Yukarıdaki ifade, bazı Müslüman okullarında öğretilen bir şiirden yapılmış bir aktarmadır. İnsan aklından üstün Tanrı ile ilişki uzak gibi görünür, kişinin onun tahtına yaklaşmaya cesaret edebilmesi yalnızca Muhammed aracılığı ile mümkündür. Kavvalis’de (herkes tarafından sevilen bir kültürel olay), Muhammed beyitler ile övülür. Bu övgü genellikle tanrılaştırma biçimini alır: “Eğer Muhammed olmasaydı, Tanrı’nın kendisi var olmazdı!” Bu, Muhammed’in Tanrı ile sahip olması gerektiği yakın ilişki ile ilgili bir imadır. Medyada Muhammed’e sık sık “Dünyanın Kurtarıcısı” ve “Evrenin Efendisi” gibi unvanlar yakıştırılır. 56

Sonuç

Muhammed’in, rağbet gören İslam dindarlığında, Kuran’a uygun olmayan bir şekilde yüceltilmiş konumuna rağmen İslam teolojisindeki konumu, Mesih’in Hristiyan teolojisindeki kişiliği ile kıyas kabul etmez. İslam’ın nihai temeli Muhammed’in kişiliği değil, Tanrı’nın yaratılmamış ve sonsuz Sözü’dür. Schimmel bu konuda bize şunu hatırlatır:

Muhammed parlak yükseklikler ile yüceltildi ve bazı şekillerde Hristiyan teolojisindeki Logos (Söz) ile kıyaslanan bir konuma ulaştı, ama buna rağmen yine de Mükemmel İnsan olarak abduhu, yani Tanrı’nın kulu ve O’nun bir yaratığı olarak kaldı   –Tanrı’nın, yarattıklarının içinde en çok sevdiği– Hristiyan teolojisindeki beden alma fikri, İslam geleneği içinde imkansızdı ve kesinlikle imkansız olacaktır… bundan emin olmak gerekir… İslam’ın ekseni, Peygamberin kişiliği değil, onun aracılığı ile açıklanan ve Kuran’da yer alan Tanrı Sözü’dür. 57

Bu nedenle, İslam’ı düzgün bir şekilde anlamak için dikkatimizi İslam’ın köşe taşı olan Kuran’a yöneltmemiz gerekir. Bir sonraki bölümün konusu budur.


1. Annemarie Schimmel, And Muhammad is His Messenger: The Veneration of the Prophet in Islamic Piety (Chapel Hill: The University of North Carolina Pres, 1985), 150-51.

2. Tor Andrea, Mohammed, the Man and his Faith, çeviren: Theophil Menzel (New York: Harper & Row, Publishers, 1955), 35; Ali Daşti, Twenty Three Years (London: George Allen & Unwin, 1985), 2.

3. Bakınız, Schimmel, 150-51.

4. Mahmud, 39.

5. İbn İshak, Sirat Rasul Allah [The Life of Mohammed], çeviren: A. Guilaume (New York: Oxford University Press, 1980), 81.

6. Muhammed Hüseyin Haykal, The Life of Mohammed (North American Trust Publications, 1976), 55.

7. Aynı kitapta, 59.

8. Bu kişilerin üçü daha sonra Hristiyan oldular. Bakınız Haykal, 67-68.

9. Bakınız, Haykal, 70.

10. İslam’ın pek çok Batılı tarihçisi bu uygulamayı Suriyeli Hristiyan keşişlerin bıraktığı etkinin bir sonucu olarak görür.

11. İbn İshak, 106.

12.Bakınız, Andrea, 44-47; ve Jeffery, Islam, Mohammed and His Religion, 15-21.

13. Bakınız, İbn İshak, 106-7. Muhammed’in orijinal açıklaması ve sonraki kuşkusu ve tekrar temin edilmesi konusunda aynı zamanda El-Buhari’ye de bakınız, cilt 1., 2-4.

14. Andrae, 122.

15. W. Montgomery Watt, Mohammed’s Mecca, 86.

16. Ailenin korunması ile ilgili Arap adetleri hakkında bilgi edinmek için aynı kitaba bakınız., 15-20.

17.Andrew Rippin ve Jan Knappert, editör ve çevirmen., textual Sources for the Study of Islam (Manchester: University Press, 1986), 68-72; Jeffrey, 35-46; ve Williams, 66-69.

18. Bakınız Haykal, 139-47).

19. Bunlar, El-Akaba’nın iki yemini olarak bilinirler.

20. H. A. R. Gibb ve J. H. Kramers, editörler., Shorter Encyclopedia of Islam (Ithaca, Cornell University Press, 1953), 397.

21. The New Encyclopesia Britannica, 15. baskı., 22:3.

22. Bakınız Andrae, 137-39.

23. Cihat ile ilgili daha ayrıntılı tartışma konusunda bkz. Bölüm 8 ve Ek 5.

24. W. Montgomery Watt, Muhammad at Medine (Oxford Clarendon Press, 1956), 10.

25. Bakınız, Watt, Muhammad at Medina, 14-16, ve Haykal, 243-44.

26. Muhammed’in eşlerinin bir listesi için bakınız Watt, Muhammed at Medina, 393-99.

27. The New Encyclopedia Britannica, 15.baskı., 22:4.

28. Bakınız, Haykal, 278.

29. Bakınız Andrae, 155-56.

30. Bazı eleştirmenler bu davranışın “İslam’ın dini çekiciliğine maddesel motiflerin ilave edilmesinden” kaynaklandığını söylerler. Bakınız the New Encyclopedia Britannica, 4.

31. Bakınız Andrae, 166.

32. Wilfred Cantwell Smith, Annemarie Schimmel’in “Müslüman Yaşamının ve Düşüncesinin Merkezi Olan Peygamber Muhammed” adlı eserinden alıntı yapmıştır, Schimmel ve Falturi, 35.

33. İbn-i Teymiyye, A Muslim Theologian’s Response to Christianity, editör ve çevirmen Thomas F. Michel (Delmar, N. Y.: Caravan Books, 1984). 70. İbn-i Teymiyye’nin kendisinin rağbet gören, belirli Kuran dışı abartmalara karşı konuştuğu zaman, peygambere yeterince saygı duymadığı için ağır bir şekilde cezalandırıldı.

34. Bakınız Schimmel, 239, 256.

35. Sünni İslam’da hadis ile ilgili doğru kabul edilen altı tane koleksiyon mevcuttur, bunlardan en çok saygı gören iki tanesi El-Buhari’nin Sahih’i ve El-Müslim’in Sahih’idir. Hadis edebiyatı ile ilgili kısa ve özlü bir tartışma için Encyclopedia Britannica’ya bakınız, 10-12.

36. Ajijola, 217.

37. Bakınız, Katereega ve Shenk, 31.

38. Bakınız Schimmel, 31.

39. Aynı kitapta, 44.

40. Aynı kitapta, 55

41. Bakınız Jeffery, xiii. Aynı zamanda bakınız Goldziher, “Yasa’nın Geliştirilmesi”; Introduction to Islamic Theology and Law.

42. Orta Doğu’nun son durumu için Schimmel’in analizi şudur: “İslam geleneğinin şimdi yüz yüze kaldığı tehlikenin farkına varılması, hiç kuşkusuz aşırı tutucu Müslümanlığın ani bir şekilde büyümesine katkıda bulunmuştur; bu ani büyüme hazırlıksız Batı dünyası için tam bir sürpriz olmuştur” (55)

43. Aynı kitapta, 24.

44. Muhammed Abül Kazım, Salvation of the Soul and Islamic Devotions (London: Kegan Paul International 1983), 32.

45. Abdalati, 8

46. Bakınız, Schimmel, 62.

47. Joseph Gudel, To Every Muslim An Answer (Thesis, Simon Greenleaf School of Law, 1982). 72.

48. C. G. Plander, The Mizanu’l Haqq (Balance of Truth – Gerçeğin Dengesi) (Villach, Austria: Light of Life, 1986). 225-26.

49. Bakınız Schimmel, 88, 96.

50. Aynı kitapta, 92-93.

51. Bakınız Gudel, 73.

52. Abdül-Hak, 128-29.

53. Bakınız Daşti, 62-63.

54. Nazir-Ali, 133.

55. Schimmel, 111-12. Doksan dokuz adın listesi için Schimmel’in ekine bakınız., 257-59.

56. Nazir-Ali, 130-31.

57. Bakınız Schimmel, 142.

Kuran, İslam’ın temelidir. 1 Kuran hakkında temel bir anlayışa sahip olmadan İslam ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmak imkansızdır. Tüm tanrısal Kutsal Yazılar’a inanmak, temel bir İslam öğretişidir, ama buna rağmen Kuran, diğer vahyedilen Kutsal Yazılar arasında Müslümanlar için öylesine kıyaslanamaz bir yere sahipti ki, kendisine farklı davranılmasını talep eder. Önce tarihsel geçmişi, edebiyat tarzını ve Kuran’ın bazı ana konularını inceleyecek ve sonra Kuran’ın tanrısal bir açıklama olarak önemi üzerinde odaklanacağız.

Kuran Hakkında Bir İnceleme
Kuran Derlemesi

Muhammed açıklamalarını yazmadı, onları sözlü olarak bildirdi. Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra, onun açıklamalarının tüm dağılmış kısımlarını ve bölümlerini Müslüman toplumunda kullanmak amacı ile bir kitap halinde toplamak gerekli hale geldi. Muhammed hayatta olduğu sürece toplum içinde Tanrı’nın ağzı olarak hareket etti ve o zamanlar onun tüm tanrısal açıklamalarını bir kitap halinde toplamak için acil bir ihtiyaç duyulmadı. Ama Muhammed ölünce, Müslümanlar Tanrı’nın insanlığa yaptığı açıklamaların son bulduğuna kanaat getirdiler. 5:3 ayeti bu konuda şunları yazar: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” Böylece, Muhammed’in ölümü ile birlikte bu nihai açıklamayı yazıya dökerek toplamak ve derlemek isteği yoğun bir talebe dönüştü.

Kuran’ın derlenmesi ile ilgili süreç, Müslüman tarihçiler tarafından bildirilir. İslam geleneğine göre Kuran’ın farklı parçaları melek Cebrail aracılığı ile Muhammed’e yirmi üç yıldan (25:32; 17:106) fazla süren bir dönem içinde kelimesi kelimesine açıklandı.

Peygamber, karşısına çıkan bu tür her fırsattan sonra yanında bulunanlara açıklamanın sözlerini naklederdi (“Kuran sözcüğünün anlamı okumak ya da nakletmektir). 2 Adanmış inananların pek çoğu bu Kuran kısımlarını, özellikle daha kısa olan Mekke’de verilen sureleri açıklandıkları anda ezberlediler ve bu sureleri özel meditasyon ya da toplu tapınma amacı ile kullandılar. 3 Geleneğe göre Muhammed’in yazıcıları açıklamaları “kağıt parçaları, taşlar, palmiye yaprakları, kürek kemikleri, kaburgalar ve deri parçaları üzerine yazdılar.”

Muhammed’in ölümünden yaklaşık bir yıl sonra, özellikle Yamame Savaşı’nda (M.S. 633) 4, Kuran’ı ezberleyerek belleklerine yerleştiren bu kişilerin (hafız) çoğu öldürüldü. Muhammed’e eşlik edenlerden bazıları, özellikle daha sonra İslam’ın ikinci halifesi olacak olan Ömer’in, “Kuran’ın bir araya getirilmesi” hakkındaki ısrarlı buyruklarına uydular, çünkü Kuran’ın bilgilerinin kaybolup gideceğinden korkuyorlardı. Bu görev, Muhammed’in en çok güvendiği sekreterlerinden biri olan Zeyd ibn Tabit’e verildi. Zeyd, tanıklığında şunları belirtir: “Peygamberin yaşadığı sürece Kuran’ın tamamı yazılmıştı, ama henüz tek bir kitap haline getirilmemiş ve sureler birbirlerini izleyen bir sıra halinde düzenlenmemişlerdi.” 5 Zid’in kendi kişisel anlatımı, El-Buhari’nin Sahihi’nde bizler için muhafaza edilmiştir:

Nakleden Zeyd bin Tabit: Ebu Bekir Es Sıdık, Yamame halkı (Musaylem’e karşı savaşan Peygamber’in Refakatçilerinden bazıları) öldürüldüğü zaman, bana gönderildi. (Ona gittim) ve kendisini ‘Ömer bin El-Hatap ile otururken buldum. Sonra Ebu Bekir (bana) şöyle dedi, ‘Ömer bana geldi ve şöyle dedi: ‘Yamame Savaşı sırasında Kuran’ın Kurra’sı (Kuran’ı ezbere bilen kişiler) olan kişilerin çoğu şehit oldu ve ben diğer savaş alanlarında da Kurra’dan olan pek çok kişinin şehit edileceğinden korkuyorum; o zaman Kuran’ın büyük bir kısmı kaybedilmiş olacak. Bu nedenle ben (Ebu Bekir) size, Kuran’ın toplanmasını buyuruyorum.” Ben ise Ömer’e şunları dedim: “Sen, Allah’ın Elçisinin yapmadığı bir şeyi nasıl yapabilirsin?” Ömer şu yanıtı verdi: “Bu söylediğim, Allah’ın gözünde iyi bir hizmettir.” Allah benim yüreğime bu konuda bir anlayış verene kadar ve ben Ömer’in aklına gelen fikrin iyi bir fikir olduğunun farkına varıncaya kadar Ömer bana bu konuda ısrar etmeyi sürdürdü. Sonra Ebu Bekir (bana) şöyle dedi: “Andolsun ki, eğer bana bu dağlardan birinin yerini değiştirmemi buyurmuş olsalardı, bu işi yapmak en az Kuran’ı bir araya toplama buyruğu kadar ağır ve zor olurdu… Bu nedenle Kuran’ı aramaya başladım ve onu (üzerinde yazılı olduğu nesneleri) palmiye yapraklarının saplarından, ince beyaz taşlardan ve aynı zamanda onu ezberlemiş olanlardan toplamaya başladım. 6

İslam’da en çok güvenilen hadisci olan El-Buhari (d.870), yukarıdaki öyküsüne rağmen, revaçta olan Müslüman teorisi, bugün elimizde bulunan Kuran’ın, Muhammed ve Cebrail’in doğrudan nezaret ettikleri aynı içerik ile düzenlendiğini savunur. 7

Bir süre sonra üçüncü Müslüman halifesi olan Osman’ın yönetimi sırasında, Müslümanlar Kuran ile ilgili bir başka kriz ile karşı karşıya kaldılar. Osman’a iletilen bilgiler şunlardı: çeşitli Müslüman toplulukları Kuran’ın farklı çeşitlerini kullanıyorlardı ve hangi Kuran’ın okunacağı ile ilgili baş gösteren bu belirsizlik nedeni ile kişilerin, sonradan hangi Kuran’ın doğru olduğu konusunda öğretişe ilişkin büyük bir zihin karışıklığı ile karşılaşmalarından korkuluyordu. Buhari’nin raporuna göre, bu haberleri Osman’a ileten kişi, Ermenistan’a yapılan seferdeki ordunun generalliğini üstlenen Huzayfa idi; Huzayfa, kendi bölüklerinin arasında bu tür tartışmaların yapıldığının farkına varmıştı.

Zeyd, bir kez daha Kuran’ın resmi olarak gözden geçirilmiş olan çevirisinin düzeltilmesi ile ilgili yeni projeye başkanlık etmek için çağrıldı. Kureyşlilerin lehçesine göre düzenlenen, yeniden gözden geçirilmiş Kuran ortaya çıktıktan sonra, bu yeni yetkin Kuran’ın yetki kopyaları İslam imparatorluğunun tüm ana merkezlerine gönderildi ve Kuran’ın tüm diğer kopyaları Halife Osman’ın buyruğu ile toplatılarak yakıldı.

Enes bin Malik’in naklettikleri: Huzayfa bin El-Yaman, Şam halkı ve Irak halkı Ermenistan ve Azerbaycan’ı fethetmek için savaş ilan ettikleri zaman, Osman’ın yanına geldi. Huzayfa, onların (Şam halkı ve Irak halkı) Kuran’ı nakletme ile ilgili farklılıklarından çekiniyordu, bu nedenle Osman’a şöyle dedi: “Ey inananların başı! Bu ulusu daha önce Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın yaptıkları gibi, onlar Kitabı (Kuran) değiştirmeden kurtar.” Bu nedenle, Osman, Hafsa’ya bir mesaj göndererek şöyle dedi: “Kuran’ın içeriğini mükemmel kopyalar halinde toplayabilmemiz ve sonra el yazmalarını sana geri gönderebilmemiz için bize Kuran’ın el yazmalarını gönder.” Hafsa bu mesajı Ömer’e yolladı. Sonra Osman Zeyd bin Tabit’e şu buyruğu verdi: ‘Abdullah bin Az-Zübeyr, Sa’id bin al-As ve Abdur-Rahman bin Haris bin Hişam, belgeleri mükemmel kopyalar halinde yeniden yazsınlar.’ Osman üç Kureyşli adama şunları söyledi: “Eğer Zeyd bin Tabit ile Kuran hakkında herhangi bir noktada anlaşmazlığa düşerseniz, o zaman, Kuran’ın onların dilinde açıklandığı gibi, anlaşamadığınız noktayı Kureyş lehçesi ile yazın.’ Onun söylediği gibi yaptılar ve birçok kopyayı yazmayı tamamladıkları zaman, Osman, orijinal el yazmalarını Hafsa’ya geri gönderdi. Osman aynı zamanda her Müslüman eyaletine hazırlanan kopyalardan birer tane yolladı ve tüm diğer Kuran belgelerinin, hem parçalar halindeki el yazmalarını hem de tüm kopyalarını yakmalarını emretti. 8

Tüm Kuran bilginleri Kuran’ın Osman’a özgü çevirisinin, değişmeden, günümüze kadar ulaştığı konusunda hemfikirdir.

Kuran’ın Düzenlenmesi

Kuran, Yeni Antlaşma’dan biraz daha kısadır. Sure olarak adlandırılan 114 bölüme ayrılmışlardır, surelerin uzunlukları birbirlerine eşit değildirler. Bölümlerin seksen altı tanesi Mekke dönemi sırasında, ve yirmi sekiz tanesi ise Medine dönemi sırasında açıklanmışlardır. Her bölüm ayetlere (ayat) ayrılır. En kısa üç surenin her birinde üç ayet bulunur (103, 108, 110). En uzun sure olan ikinci sure, 286 ayet içerir. Her sure (bir istisna dışında) bir bismillah ile başlar. ‘Bismillah’ İngilizce’ye ‘En Lütufkâr, En Merhametli Tanrı’nın adı ile’ çevrilir. Her sure aynı zamanda genellikle bölüm içindeki bir sözcük ya da bir terimden türetilen bir ifadeyi (“İnek”, “Yunus”, “İncir” ve “Hiddetli Bakan” gibi) de içerir. Ancak yine de pek çok durumda bu ifadeler tüm bölümün konusunu ifade etmezler.

Kuran’ın alışılmamış bir özelliği bulunur; Kuran’ın sureleri kronolojik ya da mantıksal bir düzen içinde dizilmemişlerdir. Genel olarak konuşulacak olursa, bölümler en uzundan en kısaya doğru düzenlenmişlerdir. Kısa bir giriş duası olarak işlev gören ilk bölüm, bir istisna teşkil eder. Bu durum, “kronolojik düzenlemenin tersine döndürülmesi gibi bir sıralamanın ortaya çıkmasına neden olur; şöyle ki, temelde en son sırada yer alan en uzun Sureler önce gelirler, ve en kısa ve en başta yer alan Sureler ise en sona yerleştirilir.” 9 Daha uzun olan bölümlerin çoğu Muhammed’in görevinin çok farklı dönemlerinden gelen ayetlere yer verirler. Böylece bölümlerin bileşik sureleri ya da kısımlarını titizlik ile değerlendirmek dahi daha zor hale gelir. Ali Daşti adlı bir Müslüman eleştirmen bilgin şu iddiada bulunur: “Kuran ne yazık ki çok kötü bir şekilde telif edilmiştir ve içeriği çok geniş bir açıdan düzenlenmiştir.” 10 Ama yine de, tutucu Müslümanlar’ın çoğu bu düzenlemenin uygunluğunu savunurlar. 11

Kuran’ın Edebi Tarzı

Kuran Arap şiiri ve düz yazısı şeklinde yazılmıştır. The Shorter Encyclopedia of Islam Kuran’ın edebi tarzını şu şekilde tanımlar:

Kullanılan tarz Kuran’ın ilk ve daha sonraki kısımlarında oldukça farklıdır, ama buna rağmen her yerde aynı bireyin damgasını inkâr edilemez bir şekilde taşır... Daha önceki açıklamaları okuyan biri, vahşi hayal ve heyecan ve duygu içeren sunumdan büyülenir, aynı zamanda bazen de sıcak duygular hisseder… daha sonraki kısımlarda daha yükseklere de çıkılır… ama genellikle çok geçmeden peygamberin hayalleri, yerlerini düz yazı bölümlerine bırakırlar… ve Peygamber böylece çoğunlukla uzun öykülerin ya da psikolojik açıklamaların tekrarına ya da tartışmalara (polemiklere) önem verir. 12

Konu ile ilgili bir başka yetkili Kuran’ın yazılış tarzını şöyle açıklar: “En kısa ayetler genellikle ilk surelerde meydana çıkarlar; bu ilk surelerde Muhammed’in tarzının açıklaması, yaşadığı dönemdeki Kâhinler ya da gaipten haber veren kimselertarafından kullanılan kafiyeli düz yazıya (saj) çok yakınlaşır.” Ayrıca, “ayetler ilerledikçe uzunlaşır ve konunun ayrıntıları hakkında bilgi verir hale gelirler, o zaman kafiyeler giderek birbirlerinden uzaklaşırlar. Aynı zamanda kullanılan dilin biçiminde de bir değişiklik meydana gelir: ilk sırada bulunan sureler kısa cümleler, canlı ifadeler ve şiirin gücü ile karakterize edilirler; ve daha sonra gelen sureler giderek daha ayrıntılı, daha karışık bir şekle girerler ve bazı durumlarda görünüm ve dil açısından şiirin güzelliğinden ayrılarak düz yazı biçimine dönüşürler.” 13

Müslümanlar için elbette “Kuran’ın dilinin mutlak mükemmelliği kazanılamaz bir doktrindir.” 14 Bu nedenle ilk ve daha sonraki Surelerin edebi kalitesi arasında bulunan herhangi bir karşıtlık bir Müslüman için tartışılabilir bir noktadır. Müslüman, Kuran’ı, Kuran’ın en başından en sonuna kadar sahip olduğu yaklaşılamaz güzelliği nedeni ile Tanrı esininin nihai kanıtı olarak düşünür (bakınız Bölüm 9).

Tarz ile ilgili bir diğer önemli nokta “Kuran genelde, kendisinden çoğu zaman birinci çoğul şahıs zamiri (“Biz”) kullanarak söz eden Tanrı’nın konuşması olarak görünür.” 15 Ve hatta “Muhammed yurttaşlarına konuştuğu zaman, söylediği sözler şu buyruk aracılığı ile sunulur, ‘De ki’, böylelikle yalnızca tanrısal buyruklar hakkında konuştuğunu vurgulamış olur. Bazen tarz aynı zamanda Muhammed’in düşmanlarına itirazlarda bulunarak ve onlara karşı deliller ortaya sürmesi ile dramatikleşir.” 16 Doğrudan tanrısal hitabın bu tarzını belirten Müslümanlar Yeni Antlaşma’nın ve Eski Antlaşma’nın çoğunun bu şekilde, Tanrı’nın Söz’ü olmanın dışına çıktığına inanırlar.

Kuran’daki Ana Konular

Tanrı, insan, günah, peygamberler ve tanrısal Kutsal Yazılar gibi Kuran’ın ana konularının bazıları hakkında daha önce incelemeler yapmıştık. Bir sonraki bölümde kurtuluş ile ilgili İslami görüşe değineceğiz. Bu kısımda Kuran’ın ana öğretişlerinin bazıların kronolojik düzen içinde, Kuran’ın, Muhammed’e açıklandığı yirmi üç yıllık dönemi kapsayan bir şekilde kısaca gözden geçireceğiz.

Batılı bilginler, Kuran’ı dört aşamaya göre sınıflandırma konusunda görüş birliği içindedirler: İlk, orta-, ve sonraki Mekke ve Medine dönemi. Bu yapılandırma, Batılı bilginler tarafından Nolde­ke’nin Kuran’ın Tarihi adlı eseri yayınlandıktan sonra rağbet gören bir yapılandırma olmuştur (1860). 17 Bu noktada orta ve sonraki Mekke aşaması arasındaki bir tür teknik farklılığa değinmeyeceğiz ve yalnızca ilk ve sonraki Mekke ve Medine’ye ilişkin önde gelen özelliklerden söz edeceğiz.

Mekke Dönemi

Muhammed’in görevinin ilk dönemi sırasında, Kuran’ın ilk surelerinde “belirli bir kavram sadeliği” mevcuttur. 18 Muhammed, öncelikle bir “uyarıcıdır” (87:9). İlk açıklamaların içeriği genellikle şöyleydi: Yaratıcı’nın önünde hesap vermeleri gerektiği gerçeğine bir karşılık olarak insanları ahlak reformuna çağırmak. Gelmesi yakın olan yargı gününü önceden bildirirler ve kaybolanların Cehennemdeki yazgılarını ve kurtulanların Cennet’teki geleceklerini tasvir ile tanımlarlar.

Bundan kısa bir süre sonra gerçek Tanrı ve Yaratıcı’nın bu tekliği ve üstünlüğü, bir “heyecanlı tutkular, parlak hayaller ve önemsenecek kadar çok şiir gücü ile dolu kısa hitaplar dizisi” şeklinde, en baskın konu haline gelir. 19 Eski bir Müslüman geleneğine göre Muhammed, görevinin başlangıcında Mekkelilerin putperest tanrılarına açıkça saldırıda bulunmadı. Bu konudaki ilk yetkililerden biri olan El-Zuhri (d. M.S. 713), bize aşağıdaki öyküyü anlatır: 20

Allah’ın Elçisi, gizlice ve herkesin önünde insanları İslam’a çağırdı. Ve gençler ve vasat insanlar arasında istekli olan kişiler Allah’ın çağrısını kabul ettiler… Kureyşli inanmayanlar ise onun söylediklerine karşı çıktılar ve böyle yapmayı Allah’ın yanı sıra hizmet ettikleri tanrılara, Allah saldırmaya başlayıncaya ve onlara imansızlık içinde ölen atalarının kaybolduklarını duyuruncaya kadar devam ettiler. Sonra da peygamberden nefret etmeye ve ona olan düşmanlıklarını göstermeye başladılar.

Muhammed, Kuran’daki açıklamalara yeni bir vurgulama ile sonuçlanan imansız Mekkelilerin çoğunluğu tarafından güçlü bir reddetme ile yüz yüze kaldı. Sureler giderek uzamaya ve nitelik olarak tartışmaya daha yönelik hale geldiler. Açıklamalar, giderek çoğalan ayrıntılar ile doğa ve insan yaşamında Tanrı’nın varlığını ve gücünü gösteren kanıtları ve delilleri açıkladılar.

Aynı zamanda, Eski ve Yeni Antlaşma peygamberlerinin uzun ve tekrarlanan Kutsal Kitap öyküleri ile tanıştırıldığımız zaman da bu zamandır. Kuran’a göre, Eski Antlaşma kişiliklerinin çoğu Tanrı’nın peygamberleri olarak işlev gördükleri için İslam bilginleri bu peygamberlik öykülerinde önemli bir psikolojik (ve hatta öğretiş ile ilgili) unsur görürler. Muhammed’in açıklamalarının doğası hakkında yorum yapan Schimmel şunları yazar:

Kriz ve zulüm zamanları sırasındaki orta dönemde sık sık ilk peygamberlerin Muhammed gibi acı çektiklerinden ve sıkıntı içinde yaşadıklarından söz eder ve Muhammed gibi o peygamberlerin de yurttaşlarından anlayış görmediklerini ve Tanrı kendilerine düşmanları üzerinde zafer verinceye kadar çok uğraştıklarını söylerler. Bu açıklamaların, Muhammed’e, Mekkelilerin büyüyen düşmanlıklarına rağmen, kendi seçilmiş yolunda yürümeye devam etmesine yardımcı oldukları kesindir.21

Medine Dönemi

Kuran’ın bu kronolojik bölünmesi tüm Müslümanlar tarafından kabul edilen tek bölünmedir ve aslında neredeyse İslam’ın başlangıcından beri kabul edilen bir konudur. Medine surelerinde yalnızca edebi tarz değil ama aynı zamanda içerik de Mekke dönemindeki edebi tarza ve içeriğe büyük bir karşıtlık içindedir. Muhammed’in kişiliğinde bir vaizden bir prense çarpıcı bir geçiş mevcuttur. Muhammed’in kendisini farklı koşullara etkin bir şekilde uyarlama konusunda gösterdiği büyüklüğü bu geçişte gören bir Müslüman bu geçiş nedeni ile kaygı duymaz.

Muhammed, Medine’de, “güzel örnek” haline gelir. O, Tanrı ile birlikte itaat edilmesi gereken ikinci kişidir; o, “tüm yaratıklar için bir Merhamet” olarak gönderildi ve Tanrı ve melekler peygamberi bereketler ile anarlar (33:21; 4:80; 21:107; 33:56). Muhammed’in rolündeki bu değişim aynı zamanda Kuran’daki açıklama içinde de bir değişiklik haline gelir. Mekke ile ilgili sorunlar artık geçmişte kalmıştır ve yeni ortaya çıkan İslam topluluğunun yeni bir yöne ihtiyacı vardır. Schimmel aynı konuda bir kez daha şunları yazar: “Medine’de, İslam bir kurum haline geldi ve Peygamber’in daha sonraki açıklamalarının içeriği, mukabil olarak, genellikle sivil sorunlar ile ilgilidir ve Muhammed’in politik topluluğun bir önderi olarak nasıl hareket ettiğinden kaynaklanan, politik ve topluma dair sorular ile ilgilenir.” 22

İslam ahlakı, şeriatı ve hukuk ilminin bütün yapısı, temelini daha çok bu dönemin açıklamalarından alır. 23 Medine açıklamalarının önemli bir özelliği peygamberin zamanındaki Yahudi ve Hristiyan inançlarını sona erdirmesidir. 24 Açıklamalar, giderek Yahudi ve Hristiyanlar’ı daha ağır bir şekilde suçlamaya başlarlar ve İslam’ı, Arap karakteri ile daha fazla aynı sıraya getirmek için aşikâr bir girişim mevcuttur. Muhammed’in Mekke ve Medine’deki açıklamalarında İbrahim’e olan davranışındaki farka bir örnek olarak dikkat çekebiliriz. Mekke’de Araplara Muhammed’den önce hiçbir peygamberin gönderilmemiş olduğu genellikle ileri sürülen bir iddiadır. Muhammed, peygamberler arasında önce gelen bir konuma sahiptir ve çoktanrıcılar ile karşılaştırıldığı zaman bir hanif (orijinal bir tektanrıcı) olarak adlandırılır. Ama yine de, daha sonra Medine’de İbrahim’in Mekke’de yaşadığını ve oğlu İsmail’in (Arapların atası) yardımı ile Mekke’nin kutsal yerini bina ettiğini anlamamız gerekir. Şimdi Muhammed, İbrahim’e bir hanif olarak işaret ettiği zaman, amacı aradaki farkı göstermek için onu Yahudiler ve Hristiyanlar ile karşılaştırmaktır. İbrahim’in dini (Yahudilik ve Hristiyanlıktan önce gelir) Muhammed’in yenilemek ve tamamlamak için gönderildiği saf ve orijinal dindir. 25

İlerleyen açıklama ile ilgili İslam kavramı ile yakından bağlantılı olan, yetki kullanarak feshetme hakkındaki önemli Kuran öğretişi bu ilişki içinde yükselir. Kuran’ın kendisi de bu konuya şöyle değinir: “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz” (2:106; aynı zamanda bakınız 16:101; 13:39). Kuran bilgini Arthur Jeffrey, bu öğretişi aşağıda şu şekilde açıklar:

Kuran, kutsal yazılar arasında yetki kullanarak feshetme konusunda eşsizdir. Bu feshetme, peygamberin daha sonraki duyuruları ile uyumludur ve daha önceki duyurularını değersiz ya da geçersiz hale getirir. Diğer ayetleri hangi ayetlerin feshettiklerini bilmek önemli olduğu için Nesih ve Mensuh, yani ‘Feshedenler ve Feshedilenler’ olarak bilinen Kuran bilimine neden olmuşlardır. 26

Bu öğretişe ilişkin imalar, Mekke ve Medine sureleri arasındaki geçişi göz önüne aldığımız zaman, ayrıntılı olabilirler. Müslüman teolog İbn Salam, Kitab en-Nasık wa’l Mensuk adlı kitabında şunları yazar: “Allah’ın kitabında yetki ile yapılan feshetmeler üç şekilde yapılırlar. Bu üç şekilden bir tanesinde hem metin hem de buyruk feshedilmiştir. İkinci şekilde metin feshedilir, ama buyruk kalır. Ve üçüncü şekilde buyruk feshedilir, ancak metin kalır.” 27

İlk sınıflandırmada yazar, sünnetlerden alınan çeşitli olayları nakleder; bu sünnetlerde metin ve metnin ilkesi günümüzde mevcut olan Kuran’dan uzaklaştırılmıştır. İkinci sınıflandırmada bize, zina yapana verilen bir ceza şekli olarak “taşlamak” hakkındaki ayetten söz edilir. Metnin feshedildiği ileri sürülür, ama buyruk (zinaya karşı olan) kalır. İbn Salam, üçüncü sınıflandırma hakkında şunları yazar: “Buyruğun feshedildiği ama metnin kaldığı örneklerin bulundukları yerde, altmış üç Sure mevcuttur. Olaylar, Yeruşa­lim’deki kutsal yere yönelerek dua etmek, daha önce tutulan oruçlar, çoktanrıcıları kendi hallerine bırakmak ve bilgisizlere sırt çevirmektir.” 28 Bu referanslara bir açıklama olarak, Jeffrey şunu belirtir, “II, 143/138’de sözü edilen, Yeruşa­lim’e yönelerek dua etme konusundaki ilk uygulama, II, 144/139’daki buyruk aracılığı ile feshedildi, ve Mekke’deki kutsal camiye dönerek dua etme emredildi; Yahudiler’in Muharrem ayındaki Aşure gününde tuttukları on günlük oruç uygulaması Ramazan ayının tamamı boyunca otuz gün oruç tutma buyruğu aracılığı ile feshedildi (II, 183, 179 ff.): XLIII, 89, bu buyruk çoktanrıcıların kendi hallerine bırakılmalarını emreder ve VII, 199/198 Peygamberin cahillere sırt çevirmesini emreder; her ikisinin de, onların öldürülmelerini emreden Kılıç Ayeti tarafından feshedilmelerinin gerektiği söylenir.” 29

Feshetme öğretişi aynı zamanda diğer şekilde de, özellikle Sufiler arasında (bakınız Ek 1) ve modern zamanların bazı az ilerleyen İslam çevrelerinde de etkili olmuştur. Bazıları Mekke döneminin mesajının içerisinde bulunanlar hakkında tartışmışlardır; bu mesajda “İslam’ın ilk ‘dini’ kalitesi, Medine’de verilen politik/askeri buyruktan önceki ‘öz’, kutsal olarak kabul edilmiştir.” 30 Ancak yine de bu görüş Müslümanlar arasında herhangi bir genel kabul görmemiştir.

İslam Kutsal Yazıları Olarak Kuran

Şimdiye kadar söylenenlerin hepsi Kuran hakkındaki en önemli gerçeğe yalnızca bir giriş olarak hizmet eder: Kuran’ın İslam’daki eşsiz konumu. Bu nedenle, bu bölümün geri kalan kısmı İslam’daki Kuran’ın konumunun keşfedilmesine ayrılmıştır.

“Müslümanlar, Kuran Aracılığı ile Yaşarlar” adlı bir yazıda Prof. Yusuf K. İbiş, Kuran’ın İslam’daki konumu hakkında şunları bildirir:

Şimdiye kadar Kuran’ın ne olduğunu anlamış olan batılı bir kişi ile karşılaşmadım. Kuran genel anlamda bir kitap değildir, Kutsal Kitap ile karşılaştırılamaz, Eski ya da Yeni Antlaşma ile kıyaslanamaz. Kuran, Tanrısal İsteğin bir ifadesidir. Eğer Kuran’ı, Hristi­yanlıktaki herhangi bir konu ile karşılaştırmak isterseniz, o zaman onu Mesih’in kendisi ile karşılaştırmanız gerekir. Mesih, insanlar arasında, Tanrı’nın açıklamasıydı. Tanrısal İsteğin açıklamasıydı. İşte Kuran budur. Eğer Muhammed’in rolü ile ilgili bir kıyaslama isterseniz, bu belirli konu ile ilgili yapılacak daha iyi bir kıyaslama, Meryem olacaktır. Muhammed, tanrısal olanın elindeki araçtı. Meryem de öyle… Yaşamlarını Kuran’ı, Kuran’ın metnini, sözlerinin analizini incelemeye adamış olan doğu dilleri, edebiyatı ve tarihi konusundaki batılı uzmanlar mevcuttur. Sözcük orijinlerini araştırır ve hangi sözcüğün Habeş, hangi sözcüğün Grek kaynaklı olduğunu keşfederler. Ama tüm bunların hepsi önemsizdir. Kuran tanrısal bir şekilde vahyedildi, sonra toplanarak bir araya getirildi ve şu anda elimizde bulunan Kuran Tanrı’nın insanlar arasındaki İsteği’dir. Önemli olan nokta budur. 31

Batılı bilim ile aşina olan bir diğer Müslüman bilgin yukarıda belirtilen nokta ile aynı fikirdedir. Seyid Hüseyin Nasr, İslam’ın İdealleri ve Gerçeklikleri adlı kitabında şunları yazar:

İslam’daki Tanrı Söz’ü, Kuran’dır. Hristiyanlıktaki Tanrı Söz’ü ise Mesih’tir… Bu benzerliği daha ileriye taşımak isteyen biri, Tanrı’nın söz’ü olarak Kuran’ın gerçekliğine işaret edebilir, bu nedenle Hristiyanlıkta ve bu kitabın biçiminde Mesih’e tekabül ettiğini ileri sürebilir; içerik gibi bu kitabın biçimine göklerin yetkili hükmü tarafından karar verilir ve bir anlamda Mesih’in bedenine tekabül eder. Kuran’ın biçimi dindar bir şekilde konuşan Arap dilidir ve Mesih’in bedeni nasıl Mesih’in Kendisinden ayrılmaz ise, Arap dili de aynı şekilde Kuran’dan ayrılamaz. 32

Bu yorumlar, Kuran’a, İslam’da Kuran’ın görkemli ve kıyaslanamaz bir yere sahip olduğu duygusunu sağlarlar. Oysa, Hristiyan­lıkta başlangıçta Söz vardı ve Söz beden aldı (et ve kan oldu). İslam’da başlangıçta Söz vardı ve Söz bir Kitap haline geldi! Bu nedenle, bu Kitabın İslam teolojisi ile ilişkisi hakkında biraz bilgi sahibi olmamız çok önemlidir.

Kuran’ın tüm içeriğinde bize sürekli olarak Kuran’ın insan (ya da hatta melek) elinden çıkan bir ürün olmadığı sürekli olarak hatırlatılır, ve Kuran’ın Tanrı’nın kendisinin peygamber Muhammed’e açıkladığı ve tamamının Tanrı tarafından vahyedilen bir Kitap olduğu beyan edilir: “Hamd, kuluna Kitab’ı (Kuran’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik yapmayan Allah’a mahsustur” (18:1). “Kitab’ın indirilmesi mutlak güç sahibi Allah tarafındandır. (Ey Muhammed!) Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et” (39: 1-2); “(Tanrı) Rahman (En Merhametli Olan) Kuran’ı öğretti” (55:1-2; aynı zamanda bakınız 3:7; 41: 2-3; 12:1-2; 20:113; 25:6; 2:2-4; 43:43-44; 6:19; 39:41. Kuran’ın, Tanrı’nın dışında başka bir kaynaktan üretilmiş olduğuna dair suçlamalara verilen yanıtlar için 26:210-11; 10-37 ayetlerine bakınız).

Bize aynı zamanda Kuran’ın Yalnızca Tanrı’dan bir açıklama olmadığı, ama aynı zamanda orijinini göksel “Kitabın Anası”nden aldığı da söylenir: “Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kuran’dır. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır!” (85:21-22). “Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kuran yaptık. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetler ile doludur” (43:3-4;  13:39).

Bu nedenle, İslam’ın en başından beri Kuran, tüm Müslümanlar tarafından Tanrı’nın en üstün Söz’ü olarak görüldü. Muhammed’in ve ona eşlik edenlerin bu kitaba duydukları mutlak hayranlık pek çok İslam sünnetinde belgeler halinde mevcuttur. Kuran’a gösterilen bu hürmet, Muhammed’in ölümünden sonra da büyümeye devam ederek öyle bir noktaya erişti ki, “bir yüzyıl sonra din bilginleri arasında şiddetli bir çatışma başladı; Kuran yaratılmış mıydı yoksa Tanrı’nın kendisi gibi öncesiz ya da yaratılmamış mıydı? Bu çatışma yüzyıllar boyunca devam etti.” 33

Sonunda, Grek usçuluğunu İslam düşüncesi ile birleştirmeye çalışan ve Kuran’ın sonsuz olduğunu kesinlikle inkâr eden bir Müslüman teologlar grubu olan Mutezileciler yenilgiye uğradı. (Bir noktada çok büyük rağbet gören bu grup artık varlığını sürdürmüyor; ama yine de onların bıraktığı etkilerden bazıları –Kuran’ın yaratılmış olduğuna ilişkin öğretiş gibi– Şii İslam grubunun teolojisinde görülebilir). Hatta üç Müslüman Halifesi, biri Kuran’ın yaratılmış olduğuna dair bir düşünce öğretirse, bu öğretişin bir sapkınlık olduğunu beyan etmek gibi bir girişimde bile bulundular. Ve Halife Mütevekkil (d. M.S. 850), bu konuda öyle ileri gitti ki, “Tanrı’nın Sözü’nün yaratılmış olduğunu söyleyen herkesin ölüm cezasına çarptırılmasını buyurdu.” 34

İslam konusunda Avrupalı uzmanların en büyüklerinden biri olan Goldziher, bu büyük İslam çatışmasını kısaca şöyle açıklar: “Öğretiş ile ilgili tartışmanın en ağır konularından biri, tanrısal söze ilişkin kavram hakkındaydı. Tanrı ile konuşmanın selahiyeti bir kişi tarafından nasıl anlaşılacak? Kutsal yazılarda cisim almış açıklamanın eylemi içinde bu selahiyetin nasıl işlediğini bir kişi nasıl anlayacak?” 35

Müslüman bilginler bu tür soruların Tanrı’ya ait selahiyetler teorisinin kapsamına ait olduklarının farkındadırlar, ama buna rağmen bu selahiyetler ile, teolojik tartışmanın birbirlerinden ayrı konuları olarak ilgilenirler. Ortodoks İslam bu sorulara, konuşmanın, aynı Tanrı’nın bilgisi, gücü, ve sınırsız varlığının diğer özellikleri gibi, başlangıcı ya da aralığı olmaksızın Tanrı’nın sonsuz bir selahiyeti olduğuna dikkat çekerek yanıt verir. Bunun sonucu olarak Tanrı’nın konuşmasının kabul edilen gösterisi olan açıklama, zaman içinde Tanrı’nın yaratıcı isteğinin özel bir eylemi olarak ortaya çıkmadı, aksine açıklama, tüm sonsuzluktan beri var olmuştur.

Bu nedenle, genel Müslüman öğretişine göre Kuran, Tanrı’nın zihninde sonsuzluktan beri var olmuş olan, Tanrı’nın yaratılmamış konuşmasıdır. 36 Büyük Sünni yetkili Ebu Hanife, dini inançlarına sadık kişilerin görüş açısını aşağıdaki şekilde ifade eder:

Kuran Tanrı’nın Sözü’dür ve O’nun esinlemiş olduğu söz ve açıklamadır. Tanrı’nın gerekli bir niteliğidir. Söz, Tanrı değildir, ama yine de Tanrı’dan ayrılamaz. Bir cilt halinde yazılmıştır, tek bir dilde okunur, yürekte hatırlanır, harfleri, sesli harfleri ve yazılışı ve her şeyi yaratılmıştır. Sözleri, yazılışı, harfleri ve ayetleri insana gerekli olanı karşılamak içindir, çünkü gerekli olanı karşıladığı zaman anlamını bulur, ama Tanrı’nın Söz’ü Tanrı’nın özü içinde sabitlenmiştir ve Tanrı Sözü’nün yaratıldığını söyleyen kişi kafirdir. 37

Bu nedenle Müslümanlar Kuran’ı yalnızca kendi kutsal kitapları olarak değil, ama aynı zamanda diğer pek çok tanrısal açıklamanın arasında yer alan bir kitap olarak da görürler. Kuran insanlık için son ışık ve kılavuz olsun diye Muhammed’e indirilen Tanrı’nın sonsuz Sözü’dür. Bazı Müslümanlar Kuran’ın diğer Kutsal Yazılar ile ilişkisi (bakınız bölüm 3) hakkında bazı bütünlük gerektirmeyen iddialarda dahi bulunmuşlardır, ama buna rağmen Müslümanların çoğuna göre Kuran, doğası itibarı ile önce yapılan tüm açıklamaların yerini almıştır.

İnsanlık İçin Tanrısal Bir Rehber

Kuran pek çok kez, kendisinden “Açık Bir Delil” (Burhan) ya da “Işık” (Nur) ya da “açıklama” (Beyan) olarak söz eder. 38 Aslında, Kuran’ın, bir giriş duası olarak işlev gören ilk bölümünü izleyen, ikinci bölüm şu ayet ile başlar, “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir” (2:2).

İslam inancında Tanrı’nın, insana yaptığı açıklamanın zirvesi ve son noktası olarak Kuran, Hristiyan inancındaki Mesih’in konumuna benzer bir role sahiptir. Abdül Ahad Davud şunu yazar: “Kutsal Kuran’daki Allah’ın İsteği ve Sözünün Açıklamasından sonra peygamberlik ve açıklamanın sonu gelmiştir.” 39 Ancak yine de konuda ilerlemeden önce temel bir farklılıktan söz etmemiz gerekir. Oysa Hristiyanlıkta Tanrı’nın, kendisini Mesih’te gösterdiğine inanılır, İslam’da Kuran’ın vurgulaması, haddi zatında Tanrı’nın açıklanması hakkında değildir, vurgu, bundan daha önemli olan Tanrı’nın buyrukları hakkındadır. Kenneth Cragg’in gözlemlerini inceleyelim:

Açıklama, Tanrı’nın Yasası hakkındadır. Tanrı’nın Kendisini açıklamaz… İslam’ın kaderine hükmeden teoloji değil, yasadır. Son analize göre Tanrı anlamı, Tanrısal buyruk anlamıdır. Tanrı’nın isteğinde O’nun varlığını çevreleyen hiçbir gizem bulunmaz. Taleplerinin ne oldukları bilinir ve inanan kişinin görevi, pek tetkik mahiyetinde olmayıp paydaşlığa yer vermez, daha çok itaat ve bağlılık görevidir. 40

Kuran’ın bu vurgulamasından dolayı Müslümanlar’ın Kuran’ı insan için nihai ve en uygun rehber olarak görmelerinin nedeni, yaşamın birçok ayrıntısı ile ilgili Tanrı isteğini ve buyruklarını açıklamasıdır. Ajijola şunu yazar: “Kuran, insan yaşamının her görünümünü ve alanını içine alan geniş kapsamlı bir yaşam kodudur. Tanrı’nın bu Kitabı sosyal yaşam, ticaret ve ekonomi, evlilik ve miras, ceza yasaları ve uluslar arası idare v.b. ile ilgili en iyi kuralları belirler. 41

Tanrısal rehberliğin pratikliğine ve nihailiğine 42 ilişkin bir kanıt olarak hizmet eden Kuran’ın dünya ile ilgili pek çok yasasına ek olarak Kuran aynı zamanda Tanrı’nın nihai açıklaması olarak da görülür, çünkü Kuran’ın önceki tanrısal açıklamaları yetkinleştirdiğine ve tamamladığına inanılır. 10:37 ayetinde yazılı olanları okuyalım: “Bu Kuran Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmamıştır. Fakat o, kendinden öncekileri doğrulayıcı ve Kitab’ı (Allah’ın Levh-i Mahfuz’daki yazısını) açıklayıcı olarak, indirilmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. (O) Alemlerin Rabbi tarafındandır.” Katerega şu sözleri ile temel bir Müslüman kanaatini ifade eder:

Bu nedenle, nihai açıklama olarak Kuran, daha önceki Kutsal Yazılarda (açıklama) yer alan tüm gerçeğin mükemmelliği ve en yüksek, son noktasıdır. Arap dilinde gönderilmiş olmasına rağmen, tüm zamanlara ve tüm insanlara gönderilen bir Kitaptır. Kuran’ın amacı, Allah’ın sonsuz gerçeğini yenileyerek önceki açıklamalara bir anlamda bekçilik etmektir. Kuran, insanlığa doğru yolda rehberlik edebilecek bir el lambasına benzetilebilir. 43

Abdalati adlı bir başka çağdaş Müslüman yazar şu eklemeyi yapar: “Bu Müslümanlar’ın Kitaplarının, Görkemli Kuran’ın Din Gerçeğinin Açıklaması ve Ölçütünün Baş Yapıtı olan bir kitap olduğuna inanmaları için haklı nedenleri vardır.” Böylece, “aynı zamanda İslam’ın Sonsuz Tanrısal Mesaj’ı yeniden onaylamak ve pek çok kişinin yaşamın her alanında yaratıcı, yapıcı eylemlere girişebilmeleri için geçmiş dini tartışmalara son vermek için gelmiş olduğuna inanırlar.” 44

Klasik dönemin teologlarından İbn-i Teymiy­ye’nin yazılarında bu aynı Müslüman tutumu biraz daha sert tonlarda görülebilir:

Muhammed tarafından getirilen şeriat içinde yer alan rehberlik ve gerçek din, önceki iki dini yasada yer alandan daha yetkindir… Tevrat’ın Yasası, Kuran’ın Yasasından farklıdır; bütünlüğü eksiktir… Tevrat, Müjde ve peygamberlerin kitaplarında Kuran’da bulunmayan bilginin ya da doğru işlerin yararlı şekilleri mevcut değildir ya da daha iyi olanı mevcuttur. Kuran’da diğer iki kitapta bulunmayan yararlı bilgi ve iyi işler için rehberlik ve gerçek din mevcuttur. 45

Kuran İslam için en üstün tanrısal açıklama olduğundan, bulunduğumuz çağda tüm önceki Kutsal Yazıları terk etmemiz ve kendimizi Kuran’ın rehberliğine teslim etmemiz gerekir; yapılacak en mantıklı şey budur: “Dünyada yaşayan tüm insanların Kuran’a inanmak için yönlendirilmiş olmaları, diğer tüm kitaplardan vazgeçmeleri ve yalnızca onu izlemeleri Kuran’ın bu özel niteliklerinden dolayıdır, çünkü Tanrı’nın isteği ile uyumlu yaşayarak O’nu hoşnut etmeleri için gerekli olan her şey Kuran’ın kapsamında mevcuttur.” 46

Öğretiş ile ilgili yapılan tüm bu tartışmalarda bir gerçeği gözden kaçırmamamız gerekir: Kuran’ın yaşam için tanrısal rehberlik sağladığına dair duyulan inanç, yalnızca zihinsel bir doktrin olarak değil ama aynı zamanda sadık Müslümanlar için günlük ve yaşam boyu süren bir gerçeklik olarak kabul edilir. Yusuf İbiş bu konu ile ilgili anlayışına bir kez daha şu şekilde işaret eder: “Müslümanlar, Kuran aracılığı ile yaşarlar. Doğumun ilk törenlerinden yaşam ve ölüm, evlilik, miras, iş antlaşmaları gibi olayların ilkelerinin tümü, temelini Kuran’dan alır.” 47 Hüseyin Nasr, benzer bir tarz ile şunları yazar: “Kuran’ın öğretişleri bir Müslüman’ın yaşamını yalnızca yönlendirmek ile kalmaz, aynı zamanda buna ek olarak içinde soluk aldığı ve yaşadığı Kuran’ın tertibinden yapılmış bir mozaiğe benzeyen bir Müslüman’ın canına da rehberlik eder.” 48

Anis Şorroş, Kuran’ın sadık bir Müslüman’ın yaşamındaki yeri ile ilgili olarak şu ifadede bulunur:

Kuran, Müslümanlar’ın kutsal kitabı olarak Müslümanlar arasında büyük değer ve saygı görür. Önce abdest almadan ve temizlenmeden Kuran’a dokunmaya cesaret etmezler. Kuran’ı büyük bir özen ve saygı ile okur ve onu bellerinden aşağıda tutmazlar. Onun üstüne yemin ederler ve her fırsatta ona danışırlar. Kuran’ı savaşa giderken yanlarında taşırlar, sancaklarına Kuran’dan cümleler yazarlar, onu boyunlarına muska olarak asarlar ve her zaman ya en yüksekteki rafa ya da evlerindeki en değer verdikleri köşeye koyarlar. Şeytan’ın, Kuran’dan bir parça (ikinci sure) okunan evden kaçtığı söylenir. 49

Tanrısal Bir Mucize

Kuran Müslümanlar (Muhammed’in kendisi de dahil olmak üzere) için yalnızca nihai bir tanrısal açıklama değil, aynı zamanda nihai bir tanrısal mucizedir. “Kuran mucizesi” Müslümanlar’ın çoğunun Kuran ile ilgili en temel ve rağbet gören öğretişidir, hatta Kuran’ın sonsuzluğu öğretişinden bile daha üstün bir öğretiş olarak kabul edilir.

Muhammed’in görevinin başladığı hemen hemen ilk günden beri Kuran’ın yalnızca kendi mucizesi olduğunu ileri sürmesi ilginç bir gerçektir. 2:23’de peygambere şu sözleri söylemesi buyurulur: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kuran) hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitler çağırın (ve bunu ispat edin)”  10.38). 17:88 ayetinde peygamber inanmayanlara bir başka şekilde cesaret ile meydan okur: “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.’”

Kuran’ın bir mucize olduğuna ilişkin bu mutlak güven, Müslümanlar arasında hiç sarsılmadan bugüne değin sürmektedir. Kuran bir anlamda İslam’ın temeli ve Muhammed’in peygamberliğinin en elzem kanıtıdır. Klasik dönem teologlarından El-Bakillani Ijaz el Kuran (Kuran Mucizesi) adlı kitabında bu konu hakkında şunları yazar: “Ijaz el-Kuran olarak bilinen bu Kuran dalı bilimine oldukça özel bir dikkat verilmesini gerekli kılan şey, Peygamberin –üzerine esenlik olsun– peygamberlik görevinin bu mucize üzerinde bina edilmiş olmasıdır.” 50 Faruki adlı çağdaş bir Müslüman yazarın gözlemleri şöyledir: “Müslümanlar Muhammed’in herhangi bir mucize yaptığını ileri sürmezler. Onların görüşüne göre Muhammed’in peygamberliğini kanıtlayan, insan mantığını şaşırtan doğal yasanın nedeni izah edilemez herhangi bir dalı değil, açıklamanın kendisi olan Kutsal Kuran’ın yüce güzelliği ve büyüklüğüdür.” 51

Kuran’ın Mucizevi Doğası

Müslüman savunucular Kuran’ın tanrısal orijini ile ilgili pek çok kanıt sunmuşlardır. Çoğu, değineceğimiz delillerin bir ya da birden fazlası ile uyum içindedir. (Deliller, daha sonra Bölüm 9’da ayrıntılı olarak değerlendirileceklerdir. Biz burada yalnızca her noktanın genel bir taslağını çizeceğiz.) Bu delillerin ağırlığı konusunda her bilgin ayrı bir düşünceye sahiptir. Ancak yine de genel olarak konuşacak olursak, ilk birkaç tanesine daha çok ağırlık verilmiştir ve Müslüman savunucuların çoğunluğu tarafından en çok ağırlık verilen birincisi gibi görünür.

Eşsiz Edebi Tarz İle İlgili Delil

Bu delile göre Kuran, “harika bir şekilde düzenlenmiştir ve mükemmel olarak bir araya getirilmiştir, böylelikle yalnızca herhangi bir yaratığın elde edebileceğinin ötesinde olan edebi zarafet ile yücelik kazanır.” 52 Muhammed, açıklama aracılığı ile şunu ileri sürdü: “Bu Kuran, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmamıştır” (10:37). Muhammed şu övgüde bulunur: “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kuran’n bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler” (17:88).

Tüm Müslümanlar’ın inancı şudur: “Kuran, dünyanın tüm harikaları arasındaki en büyük harikadır. Kuran, dünyadaki bütün insanlara, bunun gibi bir bölüm yapmaları için sürekli meydan okudu, ama hiç kimse bunu başaramadı ve bu meydan okumaya bugüne kadar karşılık veren olmadı.” Onlar, Kuran’ın “bilgili kişilerin Kuran’ın diksiyonu, tarzı, konuşma sanatı, yasaların düşünceleri ve doğruluğu ve insanlığın yazgılarını biçimlendiren düzenlemeleri gibi konulardaki birbirleri ile uyumlu kararlarına göre dünyada bir ikincisi olmadığına inanırlar.” 53 Bu nedenle tüm bunların, Kuran’ın Tanrı’nın gerçek Söz’ü olduğunu olumlu bir şekilde kanıtladığını iddia ederler.

Muhammed’in Okuma Yazma Bilmeyişi İle İlgili Delil

Bu delil, daha önceki delili destekler. Aslında her ikisi birlikte bir üniteyi biçimlendirirler. Çünkü eğer Kuran gibi böyle muhteşem bir baş yapıt üretilmiş olması kendi içinde bir harika ise, o zaman Kuran’ın okuma yazma bilmeyen biri tarafından yazılmış olması daha da şaşırtıcıdır (7:157).

Kuran’ın Mükemmel Bir Şekilde Korunduğuna İlişkin Delil

Kuran’ın harika bir şekilde korunan mucizevi doğası, onun Müslümanlar tarafından genellikle herhangi bir metninin tahrif edilmeden muhafaza edilmiş olduğu gerçeğini kanıtlayan bir başka delildir. Örneğin, Suzanne Hanif, gururla şu noktaya dikkat çeker: “Kutsal Kuran, orijinal biçimi ile günümüze kadar korunmuş olan, insanlık tarihinde tanrısal olarak açıklanan tek kutsal yazıdır.” 54 Bu gerçek diğer hiçbir kutsal kitap için gerçek olmadığından, bunun nedeni Tanrı’dan başka kim olabilirdi ki?

Kuran’daki Peygamberliklerle İle İlgili Delil

Aynı zamanda Müslümanlar da, Kuran’ın mucizevi doğasını savunmak için yerine gelen peygamberliği kullanırlar. Aksi takdirde Muhammed’in Bizanslıların İranlılar üzerindeki zaferi gibi olayları daha önceden tam bir kesinlik ile nasıl bildirebileceğini sorarlar (30:2-4)?

Kuran’ın Tekliği İle İlgili Delil

İslam bilginleri bazen Kuran’ın tanrısal orijininin kanıtı olarak hiçbir karşıtlığa sahip olmadığı iddiasına başvururlar: “Hala Kuran’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı (inanmayanlar)? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı” (4:82). Yusuf Ali “Kuran’ın tekliğinin, itiraf edildiği gibi diğer herhangi bir kutsal kitaptan daha büyük olduğunu ileri sürer ve yine de buna rağmen Tanrı’nın amacının ve tasarısının birliği aracılığı ile bunun dışındaki bir nedeni nasıl izah edebileceğimizi” sorar. 55

Kuran’ın Bilimsel Kesinliği İle İlgili Delil

Son zamanlarda, Kuran’ın bilimsel kesinliğinin onun tanrısal yetkisinin kanıtı olduğuna ilişkin tartışma rağbet görür hale gelmiştir. Bucaille, bilimsel kanıtın şu sonuca vardığı konusunda ısrar eder: “M.S. yedinci yüzyılda yaşayan bir insani varlık bu döneme ait olmayan ve yalnızca yüzyıllarca sonra açıklanması gerekenler ile birlikte uyum içinde muhafaza edilen, Kuran’daki çok çeşitli konular hakkında bulunulan iddiaları ifade etmiş olmak bu sonucun kavranmasının mümkün olmadığı sonucuna varır. Bana göre Kuran’ın hiçbir insani açıklaması olamaz.” 56

 

Kuran’ın Şaşırtıcı Matematiksel Yapısı İle İlgili Delil

Kuran’ın tanrısal orijini ile ilgili son rağbet gören kanıtlardan biri, on dokuz sayısını temel alan, matematiksel bir mucizedir. Reşat Halife “Kuran’ın ilk harfleri ve bu harflerin matematiksel dağıtımının, hiçbir kuşkuya yer vermeksizin şu iki şeyi kanıtladığını” belirtir. Kuran Tanrı’nın Sözü’dür ve mükemmel bir şekilde muhafaza edilmiştir.” 57

Değişen Yaşamlar İle İlgili Delil

Sonuç olarak, Müslüman bilginler bazen Kuran’ın tanrısal orijininin kanıtı aracılığı ile etkilenen değişen yaşam ve kültürleri delil olarak gösterirler.

Ajijola, şu görüşü ileri sürer: “Kutsal Kuran tarafından incelik ile işlenmiş dönüşüm, dünya tarihinde görülmemiş bir şeydir ve böylelikle eşsiz olduğuna ilişkin ileri sürdüğü iddia aynen on üç yüzyıl önce olduğu gibi bugün için de değişmemiş olarak durur… Hiçbir iman böyle geniş bir derece üzerinde kendisine adanmış kişilere hiçbir zaman bu tür bir yeni yaşam tebliğ etmemiştir.” 58

Sonuç

Şimdiye kadar Kuran’ın İslam’da yer alan yüceltilmiş konumunu görebiliyoruz. Ama yine de, diğer tektanrılı inançlar gibi kutsal yazıları anlamak, kendi içinde nihai hedef değildir. Kuran bir rehberdir ve bu yaşam bundan sonraki sonsuz yaşam için bir hazırlıktır. İnananın doğru yolda olması ve bu doğru yolda kalması ve sonunda Tanrı’nın sonsuz gazabından kurtulması ve Tanrı’nın gökteki bereketini alması nihai önem arz eder. Bu nedenle, aynı zamanda Müslümanlar’ın kurtuluş ve sonraki yaşam hakkında İslam’ın insana olan bütünlüğü konusundaki görüşlerini anlamamız gerektiğini söylemek ile yalnızca uygun davranmış oluruz. Bir sonraki bölüm, bu önemli konular hakkında bir incelemeye ayrılmıştır.


1. Kuran’a mükemmel bir genel giriş için W. Montgomery Watt’ın, Bell’s Introduction to the Qur’an adlı eserine bakınız/Edinburgh: Edinburgh University Press, 1970).

2. Nazir-Ali, 124.

3. Sure 73: 1-7, ve aynı zamanda bakınız Yusuf Ali’s Holy Qur’an, Giriş C. 41.

4. Bu, Müslümanlar’ın kendi aralarında yaptığı büyük bir savaştı.

5. Bu, Stanton’dan alınan, Jalalu’d Din a’s Suyuti ile ilişkilidir; Stanton, 10-11. Aynı zamanda Muhammed Pickthalls’ın Kuran’ın İngilizce çevirisinden içe doğru.

6. El-Buhari, cilt 6, 477-78.

7. Kateregga ve Shenk, 29-30; ve Bucaille, 134.

8. Bakınız El-Buhari, 478-79.

9. Stanton, 15.

10. Daşti, 28. Aynı zamanda The New Encyclopedia Britannica’ya ve Goldziher’deki dip nota da bakınız, 28-30. Arthur Jeffrey bu konu ile ilgili olarak konunun iç yüzüne değinen şu yorumu yapar: “Sure XII’nin dışındaki Surelerden hiçbiri bir konu ile sürekli olarak ilgilenmez… Bazı modern Müslüman yazarların Surelerdeki yazıların amaçlı bir düzenlemeye sahip olduklarını göstermek için bazı harika girişimlerde bulunmalarına rağmen, düzenlemenin gelişi güzel yapıldığı açıktır.”

11. Bakınız Mahmud Ahmed, 368-71; Muslim World League Journal, Ağustos 82, 13; ve Kateregga ve Shenk, 29.

12. Gibb ve Kramers, 276, aynı zamanda Goldziher’e de bakınız, 11-12.

13. The New Encylopedia Britannica, 6; aynı zamanda Stanton’a bakınız, 13-14.

14. Bakınız Gibb ve Kramers, 276.

15. Kutsal Kitap gibi ( Yaratılış 1:26), “biz” sözcüğünün kullanımı muhteşemdir, krallık ve tanrılığı ifade eden bir sözcüktür, ama Tanrı’nın çoğul olduğuna ilişkin bir belirti değildir.

16. The New Encyclopedia Britannica, 6.

17. Bakınız Gibb ve Kramer ve Goldziher, 12 ve dip not.

18. Sir Norman Anderson, The World’s Religions (Grand Rapids: Eerdmans, 1987), 94.

19. Bakınız Gibb ve Kramers, 284.

20. Andrae, 116, aynı zamanda bakınız Gibb ve Kramers, 284.

21. Schimmel, 16.

22. Aynı kitapta.

23. Kuran Şeriatı ile ilgili kısa bir tartışma için Stanton’a bakınız, 63-71.

24. Bu konuda daha ayrıntılı inceleme için 3. ve 4. bölümlere bakınız.

25. Bakınız Gibb ve Kramers, 285.

26. Bakınız Jeffrey, 66.

27. Aynı kitapta, 67.

28. Aynı kitapta, 68.

29. Aynı kitapta, vurgulama bize aittir.

30. Kenneth Cragg, “İslam’da Çağdaş Eğilimler”, Woodbery, 33-35. Cragg, Mekke ve Medine arasındaki bu tür ikiye bölünen mesajların “her yerdeki Müslümanlar’ın genelinin emrinde olmadıklarını söylemeye devam eder. Bu tür görüşler, günümüzde verilen kararlardaki pratik ifadenin küçük fırsatı ile kenarda kalan görüşlerden başka bir şey değildirler” (35).

31. Waddy, 14

32. Seyid Hüseyin Nasr, Ideals and Realities of Islam (London: George Allen & Unwin, 1973), 43-44.

33. Daşti, 147. Bazı İslam bilginleri bu çatışmada Logos’un Hristiyan öğretişinin doğrudan bir etkisi olduğunu düşünürler. Bkz. Abdül-Hak, 62-63.

34. Wiliams, 179.

35. Bakınız Goldziher, 97.

36. Aynı kitapta.

37. Bakınız Abdül Hak, 62. Aynı zamanda Williams 182’de Maturidi’nin Mutezileciler’e karşı yaptığı savunmalara bakınız. Kuran’ın sonsuzluğuna ilişkin modern ve gizemli bir açıklama için Nasr 53:3 bakınız.

38. Ajijola, 104.

39. Gudel, 35-36 ve Abdü’l Ahad Davud, Muhammad in the Bible (Kuala Lumpur: Pustaka Antara, 1969).

40. Cragg, The Call of the Minaret, 55, 57. İslam teolojisi ile ilgili daha ayrıntılı bir inceleme için Bölüm 1’e bakınız.

41. Ajijola, 90.

42. Abdalati, 196-97.

43. Kateregga ve Shenk, 27.

44. Abdalati, xiii’e bakınız. İslam geçmişteki dini tartışmaları gerçekten yatıştırmadığı için elbette bazı kişiler bu ifadenin, tarihi gerçekler tarafından doğrulanmadığını ileri sürerler.

45. İbn-i Teymiyye, 350-69.

46. Ajijola, 96; 94-96.

47. Bakınız Waddy, 14.

48. Nasr, 61.

49. Şoroş, 21. aynı zamanda bakınız Jeffrey, 58-66.

50. Bakınız Jeffrey, 54.

51. El-Faruki, 20. Bazı bilginler, Faruki’nin ifadesini nitelendirirken, şuna dikkat çekerler: Pek çok Müslüman, (Kuran’da bu konu ile ilgili kanıt bulunmamasına rağmen) Muhammed’in doğal yasanın izah edilemez dallarını da kapsayan birçok harika mucize yaptığına inanırlar. Aynı zamanda, Muhammed’in biyografisini kaleme alan modern yazar Haykal da aynı düşünceyi ifade eder: “Muhammed’in, yalnızca bir tane izah edilemeyen mucizesi vardı,” xxvi.

53. El-Bakillani, Ijaz el-Kuran, 38. Jeffrey tarafından nakledilmiştir, 57.

53. Nehls, 38

54. Suzanne Haneef, What everyone Should Know About Islam and Muslims (Chicago: Kazi Publications, 1979), 18-19.

55. Ali, 205.

56. Bucaille, 130.

57. Reşat Halife, Qur’an: A Visual Presentation of the Miracle (Karaçi: Haydar Ali Muljee, 1983), 200.

58. Ajijola, 100-101.

6

SON GÜNLER VE KURTULUŞ

Şu ana kadar İslam’ın en temel öğretişlerinden bazılarını gözden geçirdik: Tanrı, insanlar, günah, peygamberlik, ve Kuran. Ancak yine de tüm tektanrılı inançlar gibi İslam’a göre de Tanrı yalnızca insanın bu dünyadaki ilişkisi ile ilgilenmez. Nihai hedef, dünyaya gelecek olan insanların kurtuluşudur. Bu yaşam yalnızca ya cennetteki sonsuz mutluluk ya da cehennemdeki mahkûmiyet yaşamı için bir hazırlıktır (3:185b).

Kuran’ın başlangıç mesajları temel olarak gelecek olan yargı gününün dehşetleri hakkında uyarılar içerir. İnsanlara doğru yaşamaları için meydan okunur ve bu nedenle onlara bir gün, yaptıkları işlerden sorumlu tutulacakları gerçeği hatırlatılır. Aslında sonsuz kurtuluş ve sonsuz mahkûmiyet öğretişleri, gerçek anlamda, Kuran’ın ana konusunu yapılandırırlar. 1 İki İslam bilgini, yazdıkları bir kitapta şu noktaya işaret ederler:

Kuran, herkesin inançlarından ve eylemlerinden sorumlu tutulacakları o gelecek olan gün ile öylesine yoğun bir şekilde ilgilenir ve ısrarda bulunur ki, Kitap içinde bulunan ahlak öğretişlerinin, bu gerçekliğin ışığı altında anlaşılmaları gerekir. Müslüman için diriliş gününe inanmak, Tanrı’nın gücünün her şeye yettiğini, insan sorumluluğunu tanrısal birliğe bir adanmışlık olarak inandığı ve bunu fark ettiğine dair kendi özel onayını vermektir. 2

Ayrıca Musevi-Hristiyan geleneği ile birlikte İslam, tarihin çizgisel bir görüşünün amaçlı yönünü ve önemini onaylar. Zaman bir başlangıca ve sona sahiptir ve tarihin bu çerçevesinin içinde yer alır, yaratılıştan sona kadar (ölümden sonraki hayat) hareket eder ve aynı zamanda insanlığın bu belirtileri kabul ya da reddedişini sergileyen mücadele alanıdır.” 3

Böylelikle, İslam ile ilgili araştırmamızı İslam’ın ölümden sonraki yaşam konusunu (son olaylar) ve Mesih İsa’ya itikat ederek kurtulma öğretişi (kurtuluş) kısa bir inceleme ile sonuçlandırmak uygun olur. Bu bölümün ilk kısmında ölüm ve ölümden sonraki yaşam, son günler, nihai yargı ve cennet ve cehennem gibi konular ile ilgili görüşlerini gözden geçireceğiz. Kurtuluşu elde etmenin koşulları nelerdir? Ve son analize göre kim kurtulacak ve kim kaybolacaktır?

İslam’a göre Ölümden Sonraki Yaşam 4
Bireyin Ölümü

Genel olarak, İslam’ın ölümden sonraki yaşam ile ilgili konuları içeren el kitapları, özellikle, Kuran’ın kendisi insanın ölümlü olduğu gerçeğini büyük ölçüde vurguladığı için bireyin ölümü hakkında bir tartışma ile başlarlar... Örneğin, 3:185 ayetinde şunları okuruz: “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” İnsanın ölümü ve nihai yargı düşüncesi aynı zamanda 23:15-16 ayetleri ile de yakından ilgilidir: “Sonra (ey insanlar) siz bunun ardından muhakkak öleceksiniz. Sonra yine muhakkak siz, kıyamet gününde (tekrar) dirileceksiniz.”

İnsanın ölümü ile ilgili gerçek, Kuran’da kesin olarak belirtilmesine rağmen, Kuran, ölüm süreci ve nihai dirilişten önceki çürüme koşulları hakkında çok az bilgiye yer verir. Çoğu zaman yaptığı gibi, İslam sünneti bu tür konulardaki boşlukları doldurmak için büyük ayrıntılara girer.

Ölüm süreci, ölen adamın canının boğazına geldiğini iddia eden 56:83 ayetinde tanımlanır. Ve 6:93 ayetinde ölüm anı hakkında şu beyanda bulunulur: “Melekler ellerini uzatmış, ‘Haydi canlarınızı kurtarın!’ derler.” 8:50 ayeti, inanmayanların ölüm süreci ile ilgili olarak şu ifadede bulunur: “Melekler, kafirlerin yüzlerine ve artlarına vura vura ve ‘haydi tadın yangın azabını’ diyerek canlarını alırken bir görseydin” (79:1-2).

Kuran bu aşamadan sonra neler olduğunu tam olarak söylemez. Bu noktadan itibaren, ölümü izleyen olayları açıklamak için tamamen hadislerdeki beyanlara başvurulduğu dikkatimizi çeker. 5 Çok iyi bilinen bir hadise göre, sadık kişinin bedenden kolayca ayrılan canına, parlayan ve gülümseyen melekler tarafından göksel ve tatlı kokusu olan bir giysi giydirilir. Can, yedi gök arasından Tanrı’nın huzuruna girerek yukarı çıkarılır, ve Tanrı sonra meleklere, canı, kıyamet gününe kadar yersel bedenine geri döndürmeleri için emir verir. Öte yandan, inanmayan kişinin canı büyük bir mücadele vererek bedeninden ayrılır. Ölüm meleği cana, kötü kokan bir elbise giydirir. Kötü candan sorumlu olan melek aynı zamanda canı göğün çeşitli seviyelerinden geçirmeye de çalışır, ama göğün kapıları onlara açılmaz (7:40), ve o anda can da aynı zamanda bedenine döner. 6 Burada şu eklemenin yapılması gerekir: “Tüm bu olaylar öylesine hızlı meydana gelir ki, can bedene geri döndüğü zaman, ölü bedeni yıkayanlar yıkama işlemlerine hala devam etmektedirler.” 7

Mezarın İçindeki Yaşam

Genel İslami inanışa göre ölümün ikameti –“mezarın içinde yaşam” ya da berzah– çok aktif bir ortamdır. Müslümanlar’ın çoğu genellikle Münkir ve Nekir olarak adlandırılan iki meleğin varlığına ve bu meleklerin ölen kişiyi, ona inancı ile ilgili bir dizi sorular sormak için ziyaret ettiklerine inanırlar. Ölen kişiye tam olarak hangi soruların sorulduğu konusunda anlatılanlar uyum içinde değildirler. Ama yine de pek çok anlatımda, mezarın içine girdikten sonra meleklerin ölen kişiden kalkıp oturmasını istedikleri ifade edilir; ona Rab’bin kim olduğunu sorarlar, ondan, dininin ne olduğunu ve peygamberinin kim olduğunu söylemesini isterler. “Erdemli kişilerin bu sorulara verdikleri doğru yanıtlar şöyle olur: Tanrı Rab’dir, dini İslam’dır ve peygamberi Muhammed’dir.” 8

Melekler sınavı başarı ile geçen inananların mezarlarını genişletir ve Bahçe’ye bakabilmeleri için mezarda bir pencere açarlar ve inananlar böylelikle Cennetin rüzgârlarını içeriye alır ve kokusunu duyarlar. Sınavı geçemeyen inanmayanlar için ise melekler tarafından “cehennem ateşine bir kapı açılır. Bu yüzden ölüler cehennemin sıcak ve kızgın rüzgârlarını hissederler ve mezarları öylesine daralır ki, kaburga kemikleri birbirlerinin içine geçerler.” 9

Ölümden sonraki işkence düşüncesi de Müslümanlar tarafından büyük rağbet gören bir inançtır. Muhammed, bir hadiste mezar işkencesini şu şekilde açıkladı:

Enes, Allah’ın Elçisini şu sözleri söylerken işitti: “Kul, bir mezara konduğu ve arkadaşları onu terk ettiği zaman, onların ayakkabılarının çıkarttığı sesleri işitir. İki melek gelir ve onu oturturlar, sonra şöyle derler: “Bu kişi –Muhammed– hakkında ne söylemen gerekir?” İnanan şu yanıtı verir: “Onun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim.” Kendisine şunlar söylenir: “Cehennem ateşindeki yerine bak, Allah bu yeri değiştirerek seni cennetteki yere oturttu,” ve mezardaki kul her iki yeri de görür ve ikiyüzlüye ve inanmayana ise şöyle denir: “Sen bu kişi [Allah’ın Elçisi] hakkında ne dedin?” ve o da şöyle diyecektir: “Bilmiyorum. Diğer insanlar ne söyledilerse ben de onu söyledim.” O zaman kendisine şöyle denir: “Sen, cehennem ateşinden kurtulmuş olan bu kişileri (inananları) ne tanıdın ne de izledin.” Ona demir çekiçler ile vurulur ve o, öylesine yüksek ses ile haykırır ki, insan ve cin dışında yanında bulunan herkes tarafından feryatları işitilir. 10

Yukarıdaki hadis elbette mezarda yalnızca inanmayanlara uygulanan işkenceye değinir. Aynı zamanda hemen hemen herkes için söz konusu olan genel bir işkence hakkında anlatımlarda bulunan başka inanışlar da mevcuttur. El-Gazali dahil olmak üzere önde gelen pek çok Müslüman teolog, şöyle düşündüler: “Mezarda geçen bu ara süre içinde cezalandırılanlar ve cezalandırılmayanlar arasında siyah ve beyaz gibi kesin bir ayırım olacağı sonucuna varmak gereğinden fazla basit olur.” Bu nedenle, şunu ileri sürdüler: “Birkaç istisna dışında, her bireyin göreceği işkencenin hafif mi ya da ağır mı olacağı bireyin yeryüzündeyken dininin ya da imanının şekline bağlı olarak belirlenir.” 11 Böylece, “dini inançlara sadakat, şunu bir gerçek olarak kabul eder; sadıklar da kâfirler de mezar baskısına (daght) aynı şekilde maruz kalacaklardır, ama aynı zamanda yalnızca kafir (inanmayanlar) adhab’a ya da cezanın daha ağır biçimlerine maruz kalacaktır.” 12 İnanan ve inanmayanın göreceği işkence arasındaki fark, işkencenin yanı sıra genellikle şöyle ifade edilir: inanmayanın göreceği işkence, kötünün nihai yazgısının bir ön göstergesidir, inananın göreceği işkence ise, daha çok onun canını saflaştırmak için tasarlanmış bir eylemdir. 13

Çoğu insan, ceza döneminden sonra pek çok bireyin “uyku durumuna” geçeceklerini kabul ettiler. Ama yine de büyük bir çoğunluk, ölülerin ruhlarının bu söz edilen berzah dönemi içinde tamamen bilinçli ve aktif olarak yaşamaya devam edeceklerini belirten bir inanca bağlı gibi görünürler. Kuran, ölülerin dirileri duyamayacakları konusunda (27:80), çok net bir ifadeye sahip gibi görünmesine rağmen, pek çok sünnet ve diğer kayıtlar, ölülerin oldukça iyi işittiklerini belirtirler. Bir hadise göre, peygamber, “ölülerin konuştuklarını ve hatta birbirlerini ziyaret dahi ettiklerini onaylar.” 14 Bir diğer hadise göre Muhammed şunları söyledi: “Erkek kardeşinin mezarını ziyaret eden ve onun yanında oturan herkes, erkek kardeşini mutlu eder ve onun yalnızlığını giderir. Ölü, erkek kardeşinin söylediklerine yanıt verecektir, ama buna rağmen erkek kardeşi, ölünün söylediklerini işitemeyecek ya da ona yanıt veremeyecektir.” 15

Bu aşamada vefat eden canların eylemleri hakkında ortak bir İslam düşüncesinin bulunmadığı kesindir. Ebu Hurayra’nın bir beyanına göre, inanan biri öldüğü zaman, ruhu, yaklaşık bir ay süre ile evinin çevresinde dolanıp durur, onun için dua edenlere ve yas tutanlara bakar. Bir yıl sonra, ölen kişinin ruhu, “diriliş günü için bir araya toplanmış olan ruhların bulunduğu yere ulaşır.” 16 El-Gazali’ye göre, ruhlar dört sınıfa ayrılırlar. Bazı ruhlar yeryüzünün çevresinde dolaşırlar. Tanrı, “bazılarının uyuklamasına izin verir.” Diğerleri, örneğin şehitlerin ruhları gibi ruhlar, iki ya da üç ay mezarlarında kalırlar ve sonra yukarı Bahçe’ye alınırlar. Peygamberlere ve kutsallara ait olan diğer ruhlar, dördüncü sınıfta yer alırlar ve kendilerine, ne hoşlarına gidiyorsa onu yapmaları için özgür seçim hakkı verilmiştir, bu nedenle bazıları cennete gitmiş, bazıları da yeryüzünde kalmayı seçmişlerdir. 17

Pek çok çağdaş Müslüman’ın bu klasik teolojinin canlı anlatımlarını reddettiklerine ve ölümden sonraki deneyimlerin ayrıntıları hakkında spekülasyon yapmamaya karar vermiş olduklarına işaret etmemiz elbette gerekir. “Aslında çağdaş Müslüman yazarların büyük çoğunluğu ölümden sonraki yaşamı tartışmamayı tercih ederler. Yalnızca yargı gününün gerçekliğini ve insanın sorumluluğunu herhangi bir ayrıntıya ya da yoruma açık tartışmaya girmeksizin kabul etmek ile yetinirler.” 18

Smith ve Hattat’a göre ölümden sonraki yaşamın soruları ile ilgilenen modern Müslüman düşünürlerin çoğu üç temel sınıfa ayrılabilirler. Bu üç sınıftan birinde klasik öğretişlerin sürekli geçerli olduklarını onaylayan ve görevlerini temel olarak “bilgiyi, sıradan okuyucu için kabul edilebilir hale getiren Arapça dilinde sunarak yapmaları gerektiğini düşünen gelenekçiler yer alırlar.” 19 Uzmanların yenilik taraftarları olarak tanımladıkları ikinci grup, temelde “insan doğasının sorumluluğunu ve mesuliyetini tartışmayı ilginç bulur... [ve] bilgiye yaklaşımları ahlaki yönden eğitici olmaktan çok vaizlere ya da vaiz hazırlanması ile ilgilidir.” 20 Bu kategorideki yazarların çoğu, ölümden sonraki yaşamın koşulunun tanımlanması için insan dilinin kullanılmasını kabul etmelerine rağmen, bu dilin birebir anlamda, ama ruhsal ya da mecazi olarak algılanmaması gerektiğine inanırlar. 21 Etkin bir Müslüman yazarın ilginç bir yorumunda şu ifadeye yer verilir: “Tanrı’nın Elçisi, günahkârların, ölümden sonra pek çok yılan tarafından işkence görecekleri uyarısında bulundu; bazı cahil kişiler günahkârların mezarlarına gidip inceleme yaptılar ve bu yılanları mezarda göremedikleri için şaşırdılar. İşkence eden yılanların inanmayan kişinin ruhunda bulunduklarını ve bu inanmayan kişi ölmeden önce de yılanların onun ruhunda konut kurmuş olduklarını anlamadılar, çünkü bu yılanlar, inanmayan kişilerin kötü özelliklerini sembolize etmektedirler.” 22

Son grupta yer alan kişiler ruhaniler olarak sınıflandırılırlar. Bu grubun büyük bölümü, Batı araştırmasının ruhanilik ve ruhsal dünya ile iletişim alanında vardığı doğrudan sonuçtan ortaya çıkan bir gruptur. 23 Bu nedenle, ölümden sonraki yaşamın kesin doğası ve ayrıntıları hakkında yaygın bir İslam ortak görüşünün mevcut olmadığı açıktır.

Son Saat

Daha önce de söz edildiği gibi, İslam’da yalnızca bireysel ölüm gerçeği vurgulanmaz, ama aynı zamanda yargı gününden önce olduğunu bildiğimiz tarihin ikmali hakkında da benzer bir vurgulama mevcuttur. Diğer tektanrılı inançlar gibi İslam teolojisi de “son zamanlar” ile ilgili özel konu hakkında bir “son günler” öğretişi geliştirmiştir.

Kuran “Kıyametin mutlaka geleceğini” onaylar, ama buna rağmen Tanrı, onu maksatlı olarak “gizli tutmayı” tasarlamıştır” (20:15). 33:63 ayetinde şunu okuruz: “İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Onun ilmi ancak Allah katındadır.’ Ne bilirsin, beklide kıyamet yakında gerçekleşir!” Tanrı’nın dışında hiç kimse kıyamet gününün saatini bilmemesine rağmen, Kuran son saatin gelişi hakkında belirli başka “imalarda” bulunur. Bu önerileri ve pek çok başka peygamberlik hadisini temel alan İslam öğretişi, nihai yargıdan önce gelmesi gereken olaylar dizisini düzene sokma girişiminde bulunmuştur.

Kuran’daki son günler ile ilgili “belirtiler” hakkındaki listenin en üst sırasında Kuran’ın tamamında çok dramatik bir şekilde tanımlanan felaket olayları yer alır. Örneğin, 82:1-5 ayetlerinde bu konu hakkında şunları okuruz: “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar saçıldığı zaman, denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman, kabirlerin içindekiler dışarıya çıkarıldıkları zaman, herkes yaptığı ve yapmadığı şeyleri bilecek.” Sure 81’de, benzer bir tanımlamaya yer verilmiştir: “Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulanıp söndüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, denizler kaynatıldığı zaman, herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir” (ayetler 1-3, 6, 14).

Müslümanlar’ın çoğunluğuna göre, doğanın bu evrensel ayrılıp dağılması yaygın bir ahlak bozukluğundan önce vaki olmuştur. Çok sayıda hadis temel alınarak tanrısal bilgeliğin “tam bir tükenme sıkıntısı” yaşayacağına inanılır; şarap kullanımında artış görülecek ve “zina ve tecavüz sıradan, alışılmış eylemler haline geleceklerdir.” 24 Gerçek, dürüstlük ve dindarlık azalacak, ama her tür adaletsizlik ve ahlak bozukluğu büyük artış gösterecektir. Buhari, ilginç bir hadisinde şöyle der: “Erkeklerin sayısı azalacak ve kadınların sayısı artacaktır, öyle ki, tek bir erkeğe elli kadın düşecektir.” 25

Bu anlatılanlar, yaklaşmakta olan son saatin daha “genel belirtileri” olarak görülürken, aynı zamanda pek çok teolojik el kitabı daha kesin ve özel belirtilere yer veren bir liste de içerirler. El-Müslim’in bir hadisine göre, peygamber son saat hakkında şu yorumda bulundu:

[Muhammed] bunun üzerine şöyle dedi: “Siz on belirti görene kadar kıyamet günü gelmeyecek.” Ve bu bağlamda duman (tütün) hakkında da bir ifadede bulundu; Deccal [genellikle Mesih karşıtı olarak adlandırılır]; canavar; güneşin batıdan doğması; Meryem oğlu İsa’nın inişi; Gog ve Magog; ve doğuda, batıda ve Arabistan’da olmak üzere üç ayrı yerde toprak kaymaları; tüm bunların sonunda Yemen’den bir ateş çıkacak ve insanları toplanacakları yere sürecek. 26

Vahye ait olayların yukarıdaki listesinde bulunan her konuyu bu bölümde tartışmayacağız. Tahmin edeceğiniz gibi, her belirtiyi renkli ayrıntılar ile tanımlayan pek çok hadis mevcuttur. 27 Ancak yine çok ilginçtir ki, pek çok Müslüman yorumcuya göre, o saatin yakınlaştığını gösteren en önemli belirti, Mesih’in gelişidir, sahte Mesih’i yok edecek ve yeryüzünde esenlik ve doğruluğu bina edecektir.

Mesih karşıtının ya da Deccal’in İslam’da en çok rağbet gören resmi şöyledir: Bir gözü kördür, alnında kafir –inanmayan– sözcüğü yazılıdır; en önemli işlevi inanmayan kitleleri tanrı olduğunu söyleyerek ve mucizeler yapma gücüne sahip olduğunu iddia ederek yanlış yöne saptırmaktır. Mesih karşıtı (Deccal), tüm dünyaya “kötülük yayacak” ve gerçek inananların dışında tüm insanlar ona hayran kalacaklardır. 28

Deccal’in kötülükleri doruğuna ulaşmışken, Mesih yeryüzüne inecek ve Mesih karşıtını yok edecek, sonra da gerçek İslam dinini kuracaktır. Muhammed, çok rağbet gören hadislerden birinde şöyle der: “Meryem oğlu İsa çok yakında adil bir yönetici olarak aranıza inecektir; çarmıhı kıracak ve domuzları öldürecek ve artık cizye (Müslüman olmayanlardan alınan vergi) olmayacaktır. 29 Daha sonra, belirli bir dönemin sonunda İsa’nın kendisinin öleceği ve Muhammed’in ve Medine kentindeki ilk iki Müslüman Halifenin yanına gömüleceği ileri sürülür. 30 Ama yine de, Sünni Müslümanlar’ın çoğunluğunun İsa’nın ikinci gelişine ve kıyamet gününde dünyanın kurtarıcısı olarak sahip olduğu role inanmalarına rağmen, Şii Müslümanlar’ının çoğunluğu, bu kurtarıcı figürünü İsa olarak değil, Mehdi (“tanrısal-rehberliğe sahip kişi”) olarak tanımlarlar. Şii geleneğine göre Mehdi mucizevi bir şekilde ortadan yok olan ve bir gün yeryüzünde adaleti kurmak için yeniden ortaya çıkacak olan on ikinci İmam (Muhammed’in ardılı ve atası) olarak görülür. 31

Temelini Kuran’dan alan son zamanlara ait sık sık söz edilen bir diğer belirti Ye’cüc ve Me’cüc’lerin (Gog ve Magog) [18:92-98; 21:96-97] ortaya çıkmalarıdır. Muhammed Khouj, bu konu ile ilgili şu düşünceyi aktarır: “Allah’ın buyruğu üzerine Ye’cüc ve Me’cüc adlı kavimler İsa’nın yeryüzüne ineceği zamanda kapatıldıkları yerden salıverileceklerdir.” 32 Ye’cüc ve Me’cüclerin kesin doğaları ve Mesih karşıtı ile olan ilişkileri ile ilgili olarak bir karara varmak zordur. Ama pek çok kişinin onlar ile ilgili inancı şudur: Ye’cüc ve Me’cücler son zamanlarda sayıları çok artacak olan ve yeryüzüne yıkım getirecek olan ve güçlü insani varlıklardan oluşan iki kavimdir. Bir peygamberlik hadisi Tanrı’nın, onları belirlenen bir zamanda solucan ve kurt belası ile yok edeceğini ileri sürer. 33

Şu ana kadar üzerinde durduğumuz belirtilerden anladığımız kadarı ile, Müslüman teologlar tarafından yukarıda sıralanan olayların uygun bir kronolojik sırasını yapmak için fazla çaba harcanmadığı aşikâr gibi görünür. Ama tüm belirtiler yerine geldikten sonra tüm insanlığın genel dirilişi için bir hazırlık olarak bu üçüncü aşama kozmik yapının nihai yok oluşu ile son bulacaktır dersek güvenilir bir ifade kullanmış oluruz.

Tüm İnsanlığın Dirilişi

Smith ve Hattat’ın belirttikleri gibi, “Belki de ölümden sonraki yaşam ile ilgili olayların tümü içinde bu dram ve heyecan uyandıran bu boru sesleri dönemi ile kıyaslanabilecek başka hiçbir olay mevcut değildir.” 34 Kuran, bu olay ile ilgili olarak şunları söyler (69:13-16): “Sur’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine bir çarptırılınca, işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)tur. Gök de yarılmış ve artık o gün o da çökmeye yüz tutmuştur.” Aynı zamanda 39:68 ayetinde şu satırları okuruz: “Sur’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.”

İslam sünneti, Ölüm meleğini ya da İsrafil’i Tanrı’nın verdiği izin üzerine son boruyu üfleyecek melek olarak tanımlar. Yukarıda belirtilen Kuran ayetleri hakkında yorum yapan Muhammed Khouj bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: “Yerde ya da gökte yaşayan, Allah’ın ölmesini istediği her yaratık, ilk üflenen boru ile ölecektir. Boru ikinci kez üflendiği zaman, Allah yaratılışın başlangıcından yaşamın son anına kadar ölmüş olan herkesi diriltecektir.” 35 Çeşitli Kuran metinlerini temel alan bazı klasik yazarlar Tanrı’nın yüzünün dışında var olan her şeyin yok olacağını beyan ederler (28:88; 55:26-27) ve bu beyanlarında öylesine ileri giderler ki, ölüm meleğinin kendisi dahil olmak üzere tüm meleklerin Tanrı’nın tekliğinin (tevhid) yüceltilebilmesi için öleceklerini dahi söylerler. 36 Bilinmeyen bir “zaman” döneminden sonra Tanrı, diriliş borusunu üfleyecek olan İsrafil’den başlayarak tüm ölüleri diriltecektir. 37

Bedensel diriliş gerçeği, Muhammed’in ilk vaazlarının köşe taşıdır. Peygamber, çeşitli durumlarda bedensel dirilişe olan inancı nedeni ile alaya maruz kalmış, ama bu konu ile ilgili inancından kesinlikle dönmemiştir. “Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet şüphesiz O, her şeye hakkı ile gücü yetendir” (46:33). Kuran, insanın, Tanrı’nın gücüne inanmayışını azarlar ve şöyle der: “Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkı ile bilendir’” (36:78-79).

Müslümanlar’a göre, Tanrı, her bireyin bedenini her kişinin çürümeyen tohumundan orijinal biçimi ile yeniden yaratacak ve sonra her canı ait olduğu bedene ekleyecektir. Diriltilen kadın ya da erkek herkesin çok kısa bir zaman önce öldüğü duygusuna kapılacağına inanılır. 38

Tüm insanlık diriltildikten sonra, Tanrı’nın tahtının önünde bir araya gelerek toplanacaktır. Bazı hadisler bu konu hakkında şunları yazarlar: “Herkes, ayakkabısız, çıplak ve sünnetsiz olarak”, yaratıcısının önünde mutlak bir güçsüzlük içinde toplanacaktır. 39 Dirilişten sonra, “Bireye, geçmişteki hataları nedeni ile yakında kendisine verilecek olan karşılık üzerinde düşünüp taşınması için yeterince fırsat tanınacağı söylenir. Tüm bu süreç, toplanma yerinin dehşeti [el-mahşer] ya da Tanrı’nın önünde durma zamanı [el-makuf] olarak adlandırılan bir yerde son bulur.” 40

Tüm Kuran’da insani varlıklar ve Yaratıcıları arasındaki bu korkunç karşılaşma hakkında pek çok referansa yer verilmiştir. İnanmayanların yazgısının ne olacağına ilişkin şunları okuruz: “De ki, ‘Evet, hem de siz aşağılanmış kimseler olarak (diriltileceksiniz).’ O ancak şiddetli bir sesten (ikinci sur –boru– üfürülüşü) ibarettir. Bir de bakarsın ki onlar (diriltilmiş hazır) beklemektedirler. Şöyle diyecekler: ‘Vay başımıza gelene! Bu beklenen ceza günüdür.’ Onlara, ‘İşte bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm ve ayırım günüdür’ (37:18-21). “Ama en büyük korku bile inananları tasalandırmaz ve melekler onları, ‘İşte bu, size vaat edilen (mutlu) gününüzdür’ diyerek karşılarlar” (21:103). 80:33-42 ayetlerinde, her iki grup arasında yapılan bir diğer kıyaslamaya yer verilir:

Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün, kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herktesin kendini meşgul edecek bir işi vardır. O gün bir takım yüzler vardır ki pırıl pırıl parlarlar, gülerler, sevinirler. O gün nice yüzler vardır ki, toz toprak içindedirler. Onları bir siyahlık bürür. İşte onlar, kafirlerdir, günaha dalanlardır (aynı zamanda bakınız 74:9-10; 75: 35-39; 78:40).

Sonunda, bazı kişilerin elli bin yıl, ve bazılarının bin yıl olduğunu (32:5 ayeti temel alınarak) ileri sürdükleri belirli bir zaman geçtikten sonra (70:4 ayeti temel alınarak), herkesin “hayranlık duyarak secde etmesi gerektiği” (68:42) buyruğu verilecektir. Ve Kuran, inanmayanların secde edemeyeceklerini söylerken, hadisler, inananların memnuniyet ile secde edeceklerini ve hesap verme anı için gerekli aşamanın hazırlanacağını onaylar.

Hesap Verme Günü

“Tanrı, insanları Huzuruna topladığı zaman, onları mutlak adaleti esas alarak yargılamaya başlayacaktır. Niyetleri ve arzuları dahil olmak üzere bir kişinin yaptığı her şeyin hesabı o gün sorulacaktır. O an geldiği zaman, hiç kimse bir diğerine yardım edemeyecektir, çünkü o kişi hakkında o anda konuşacak olan kişinin eylemleri ve niyeti olacaktır.” 41 Bu satırlar, çağdaş ve dini inançlarına sadık bir Müslüman yazar olan Muhammed Khouj tarafından yazılmıştır. Khouj, satırlarına şunları ekler: “Her bireyin iki meleği vardır – sağında duran iyi işlerini, solunda duran ise kötü işlerini kaydeder. Allah’ın buyrukları aracılığı ile bu melekler, her insani varlığın, tek tek her eylemini ve niyetini titizlik ile kaydederler.” 42 Khouj’un yorumları, insanlığı yargılayan Tanrı’nın mutlak adaleti konusunda bizi emin kılan pek çok Kuran bölümleri ve her bireyin kendi yersel yaşamındaki kayıtları temel alınarak yargılandığına ilişkin gerçek üzerine bina edilmişlerdir.

Örneğin, 18:49 ayeti, “Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün, ‘Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!’ derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rab’bin hiç kimseye zulmetmez.” Ve 17:13-14 ayetleri bu ifadeyi kabul ederler: “Her insanın amelini (işini) boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter’ denilecektir.”

Ameller Kitabına ek ve bireyin iman ve eylemine bir tanık olarak Kuran aynı zamanda peygamberlerin, inanmayanlara ve ümmetlerinin inananlarına karşı (16:89) yaptıkları tanıklıktan da söz eder. Bireyin geçmişteki eylemleri ile ilgili bir başka tanıklık kişinin kendi bedeninin kısımları hakkında olacaktır. “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da bize şahitlik eder” (36:65).

Kuran’ın düşüncesine göre, tanrısal adalet süreci, bir terazi (mizan) aracılığı ile yerine gelir; bu terazi bireyin kötü işlerini iyi işlerine karşı dengelemek için kullanılır. “Artık kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır” (23:102-3). Tanrısal kararın sonucu bireye bildirilir; bu konu 69:18-31 ayetlerinde tanımlanır:

O gün (hesap için Allah’a) arz olunursunuz. Hiçbir sırınız gizli kalmaz. İşte o vakit, kitabı kendisine sağdan verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!” “Çünkü ben, hesabım ile karşılaşacağımı zaten biliyordum.” Artık o, hoşnut bir hayat içindedir. Kitabı kendisine sol tarafından verilen ise şöyle der: “Keşke kitabım bana verilmeseydi.” “Hesabımın ne olduğunu da bileseydim.” “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi.” “Malım bana hiçbir yarar sağlamadı.” “Saltanatım da yok olup gitti.” Allah şöyle der: “Onu yakalayıp bağlayın. Sonra onu cehenneme atın.”

Yargı sürecinin son aşaması, cehennemin üzerinde bulunan sırat köprüsünün geçilmesidir. Kuran’da bu köprü ile ilgili belirtilen re­feranslar, oldukça belirsiz referanslardır (36:66; 37-24), ama alışıldığı gibi, hadisler bu nihai süreç ile ilgili tüm ayrıntıları sağlamıştır. Muhammed Khouj, şu iddiada bulunur: “Allah, insanları yargıladıktan ve onları sınıflara ayırdıktan sonra bir sırat köprüsü kuracaktır. Sırat köprüsünün kenarı, bir saç telini kesecek kadar keskin ve kızgın kömürden daha sıcak olacaktır. Sonra, insanlardan sırat köprüsünün üstünden geçmeleri istenecektir.” Elbette, “kişi, inançlarına ne kadar adanmış ve ne kadar bağlı ise, bu sırat köprüsünden o kadar kolay geçecektir. Bazılarının geçişi şimşeği, bazılarının geçişi rüzgârı andıracak, diğerlerinin geçişi ise, yağan bir yağmura benzeyecek ve bazıları da bir at kadar hızlı bir şekilde bu köprüden geçeceklerdir. Sona kalanlar ise sürünerek geçecek olanlardır.” 43

Yargılandıkları zaman mahkum olan kişiler, sadık kişilerin aksine köprüden geçmeyi başaramayacaklar ve cehennem çukuruna düşeceklerdir. Smith ve Haddat, bu köprünün önemi hakkında şu yorumu yaparlar: “Bu terimin (sırat) sembolik anlamı oldukça zengindir: Bu terimin Kuran’da tüm sadıkların uygun ve düzenli işlerini temsil etmek için sürekli olarak kullanılıyor olması tamamen yerinde bir olgudur, doğru yolun çok daha belirgin bir anlamda ifade edilmesi gerekir; her bireyin izlemiş olduğu yolun derecesini tayin eden süreç içindeki son şekil ortaya konulmalıdır.” Ve “İslam düşüncesine göre sırat herhangi bir bireyin konu ile ilgili çabasını denemekten ziyade yargının doğruluğunu ispat etmenin bir başka aracı olarak işlev görür.” 44

Cennette ya da cehennemdeki sonsuz varoluş hakkındaki İslam görüşünü gözden geçirmeden önce, aynı zamanda bu noktada önemli olan, aracılığın ve aracılık etmenin kurtuluş elde etme konusundaki rolünün rağbet gören İslam anlayışını da kısaca tartışmamız gerektiğidir. Daha önce 4. Bölümde sözünü ettiğimiz gibi, rağbet gören İslam’ın büyük bölümünde Muhammed’in bir elçi olarak üstlendiği peygamberlik görevi, bir aracı (şefaatçi) olarak üstlendiği rolü ile yakından bağlantılıdır. 45

Son olayların düzenlenişi ile ilgili olarak Muhammed’in yapacağı aracılığın kesin zamanı tartışmalı bir konudur. Bazı kayıtlara göre, Muhammed’in aracılığının sırat köprüsünden geçmeden önce, bazılarına göre ise sırat köprüsünden geçtikten sonra gerçekleşeceği ileri sürülür. Peygamberin aracılığı hakkında anlatılan, en sevilen öykülerden biri El-Gazali’ye aittir; El-Gazali, bu olayın zamanını daha önceye, borular üflendikten sonraki zamana ait olarak görür:

Bu öyküye göre, bin yıldır yargı için bekleyen Müslümanlar Tanrı ile aralarında aracılık yapacak peygamberlerden birini sabırsızlık ile beklerler. Bu amaç ile bir peygamberden öbürüne koştururlar, ama peygamberlerden her biri yaşamlarındaki bazı belirli sorunlar ya da günahlar nedeni ile onları reddetmek zorunda kalırlar: Adem yasak ağacın meyvesinden yediği, Nuh, halkı boğulmak üzereyken onlardan çok kendisi ile ilgilendiği, İbrahim, Tanrı’nın sözleri ile ilgili olarak halkı ile tartıştığı, Musa bir adam öldürdüğü ve İsa’ya ve annesine tanrılar olarak tapıldığı için kendilerine gelenleri reddetmek zorunda kalırlar. Sonunda Müslümanlar Muhammed’e giderler ve Peygamber onlara şunu söyler: “Aradığınız peygamber benim! Tanrı’nın, istediği, seçtiği kişilere, izin verdiği sürece [aracılık edecek olan] doğru kişi benim!” Peygamber Tanrı’nın çadırlarına doğru hareket eder ve aracılık etme talebinde bulunur ve kendisine aracılık etmesi için izin verilir. Perdeler kalkar, peygamber bin yıl secdeye kapanır, Tanrı’yı över ve Tahtın kendisi peygambere övgüde bulunarak titrer. 46

Muhammed’e yalnızca aracılık etmesi için izin verilmemiştir, ama onun aracılığı öylesine etkilidir ki, başlangıçta cehennem yargısına uğramış olan kişilerin çoğu bile cehennemden çıkartılır ve cennete alınırlar. 47 Böylelikle rağbet gören inanç şudur: En günahkâr kişi, Muhammed’in aracılığı ile ve Tanrı’nın merhameti sayesinde son saatte kurtulacaktır. Hakim olan düşünce, Tanrı’nın tevhid özelliğinin (tekliğinin) aleyhinde bulunarak en kötü günahı işlemiş olan müşrikler dışında herkes kurtulma olasılığına sahiptir. Ama elbette Muhammed’e aracılık eden olarak verilen öneme rağmen, bir kişinin cehennemden kurtulabilmesi yalnızca Tanrı’nın merhameti aracılığı ile mümkün olur. El-Subki şöyle der: “Tanrı, tanıklığı (kelime-i şehadeti) söyleyen herkesi ateşten çıkartacaktır ve kafirlerden (inanmayanlardan) hiç kimse kurtulmayacaktır.” 48

Cennet ve Cehennem

Kuran şu konuyu sürekli vurgular: “Her bireyin yargı gününde iki seçeneği olacaktır: Bahçenin mutluluğu ya da cehennemin işkencesi.” 49 Sırat köprüsünden başarı ile geçen kişiler cennete girerler ve köprüden düşenler cehennem çukuruna atılırlar. Cehennemin işkenceleri ile ilgili olarak, Kuran şu beyanda bulunur: “Ziyafet olarak bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Onun meyveleri sanki şeytanların kafalarıdır.” Sonra şöyle devam eder: “Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır. Sonra onların dönüşleri mutlaka cehennemedir” (37:62-68).

Ayrıca inanmayanlar “Bu ateş onları uzak bir mesafeden görünce onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler” (25:12-13). Ayrıca tüm bunlara ek olarak “kaynar su arasında gider gelirler” (55:44), “Onlar, iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ve ne de yararlı olan zifiri bir gölge içinde!..” (56:42-43). “Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultuyu işitirler. Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, ‘Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?’ diye sorarlar” (67:7-8). Cehennemdeki kişiler mutsuzdur, orada şiddetli bir soluyuşları vardır (11: 106). Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derileri yenilenecektir (4:56). Orada kendilerine irinli su içirilecektir. Her yandan ölüm gelecek ama ölemeyeceklerdir (14:16-17). Kitabı kendisine sol taraftan verilen uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurulacak (69:30-32), Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini de ateş bürüyecektir (14:50). Başlarının üstünden kaynar su dökülecek, karınlarının içindekileri ve derilerini eritecek ve cehennemden ya da o ızdırap­tan çıkmak istedikleri takdirde, oraya geri döndürüleceklerdir (22:19-21). 50

Kuran’da genellikle “Naim Cennetleri” (37:43) olarak ifade edilen cennet bahçeleri inananların, yüreklerinin diledikleri her şeyi bulacakları bir yerdir.” 51 İnsanlar cennette koltuklar üzerinde karşılıklı olarak otururlar. Etraflarında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır. Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmek ile sarhoş da olmazlar” (37:43-47). Sadık kalanlara genç ve güzel kadınların eşlik edeceklerine dair vaatte de bulunulur (37:48). “Onlara, ‘Dünyada yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için’ denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir” (52:19-20; aynı zamanda 56:22; 55:72; 44:54). Hallerinden hoşnutturlar, huzur ve güvenlik içindedirler. Ahmakça konuşmalar, boş sözler dinlemez ve kötü tecrübeler yaşamazlar, yalnızca huzurun tadını çıkarırlar. Asla ölüm tatmayacaklardır. “Nazik konuşmalar işitecekler, hoş gölgelik yerlerde oturacaklar ve canları ne zaman isterse istedikleri meyveyi, serin içkileri ve diledikleri etleri yiyeceklerdir. Cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve lezzetli içki (parlayan bir ırmaktan lezzetli şarap –Kevser şarabı)– içecekler ve bu şarabın baş döndürme özelliği olmadığı için onu içtikleri zaman sarhoş da olmayacaklardır” (37:45-47). Sadık olanların etrafında hizmetlerine verilmiş, kabuğunda saklı inci gibi gençler dolaşırlar. Ebediyen genç kalan uşaklar, oların etrafında; içmekle başlarının dönemeyeceği ve sarhoş olmayacakları, cennet pınarından doldurulmuş sürahileri, ibrikleri ve kadehleri, beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar. Üstlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüş bilezikler ile süsleneceklerdir. Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir (52:24; 56:17; 76:19). 52

Ama yine de bu bölümde göksel zevklerin hepsi tanımlanmaz. Aynı zamanda yukarıdaki tanımlamalardan daha büyük olan ruhsal bir sevinç konusunda da referanslar mevcuttur. Örneğin, 9:72’de şunları okuruz: “Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedi olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler vaat etti. Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.”

Kuran’ın, cennet ve cehennem ile ilgili portresini tartışırken Müslümanlar’ın kendilerinin bu öyküleri genelde nasıl anladıkları konusuna işaret etmek önemlidir. Smith ve Hattat bu konu hakkında şunları yazarlar:

İslam ümmeti, gelecek olan yaşamda verilecek ödüller ve cezalar hakkındaki konuların birebir anlamları ile anlaşıp anlaşılamayacakları konusunda çeşitli yorumlar öne sürmüştür. Tüm bu yorumlar arasında en baskın olan anlayış, nihai karşılığın bedensel doğası, fiziksel işkence ve zevk gerçekliğinin olumlu onayıdır, ama buna rağmen bu görüş genelde gelecekteki dünyanın gerçekliklerinin bu dünyanın gerçeklikleri ile aynı olacakları konusunda ısrarlı değildir. Fiziksel karşılık nihai anlamda kesinlikle mevcut olmasına rağmen genellikle şimdi kavrayabildiğimizin ötesinde bir gerçekliğe sahip olarak anlaşılır. Bu anlayış aslında bila kayf (tam olarak nasıl olduğunu anlayamadan) Aş’ari ilkesinin bir başka uygulamasıdır. 53

Yukarıdaki ifadenin desteklenmesi konusunda Muhammed Khouj, tipik bir örnek teşkil eder. Bu yaşamdan sonrasına geleneksel İslam anlayışı ile oldukça birebir yaklaşıma sahip gibi görünen, dini inançlarına sadık, çağdaş bir Müslüman olmasına rağmen, şöyle yazar: “Allah, süt, bal ve şaraptan söz ettiği zaman, bu sözcükleri yoğun bir güzellik resmi akla getirmek için kullanır. İnananlara eşlik edecek olan güzel bayanları ve yakışıklı beyleri de kolayca anlayabileceğimiz bir dil ile betimler. Bu tanımlar aslında cennette olan kişilerin sonsuz mutluluğunun önemini ifade ederler.” 54

Bu durum, Müslümanlar arasında birebir çeviri yapan kişilerin cennette sürekli olarak hizmetlerinde bulunacak olan güzel hurilere inanmadıkları anlamına gelmez. Yalnızca, Kuran’ın bazı tanımlarının tamamen sembolik oldukları ve gerçek anlamlarının ancak inananlar cennete girdikleri zaman bilinebileceği olasılığının var olduğunu göstermek içindir. Bu geleneksel tutum içindeki kişilerin yanı sıra cennet ile ilgili tüm fiziksel tanımları reddeden ve bu tanımları bütünüyle ruhsal terimler olarak anlayan Müslümanlar de mevcuttur. 55

Cennet ve cehennemin sürekliliği hakkında Müslümanlar’ın hepsi cennette mutluluğun sonsuza kadar süreceği konusunda hemfikirdirler. Kuran’ın kendisi inananlara, cennetin sonsuza kadar süreceği konusunda güvence verir (3:198; 4:57; 50:34; 25:15). Ama cehennemde kaybolanların sürekliliği hakkında herkesin uyum sağladığı tek bir fikir mevcut değildir. Kuran, sonsuzluğun cezası ve işkencesi hakkında konuşur ve ateşi ve cehennemin kendisini sonsuz olarak tanımlar (10:52; 32:14; 41:28; 43:74). Dini inançlarına sadık Müslümanlar’ın çoğunluğu cehennemin sonsuzluğunu bu tanıklığı temel alarak kabul eder. Diğer yandan, lanetlenen kişilerin ateşte uzun bir süre ya da Tanrı ateşte ne kadar kalmalarını isterse o kadar kalacaklarını belirleyen 78:23, 11:107 ve 6:128 gibi bölümlerin temel alınması sonucu, pek çok çağdaş Müslüman cehennem cezasının sonsuza kadar sürmeyeceğine ilişkin olasılığa yer verdiğine inanırlar. 56

İslam’ın Kurtuluş Öğretişi

Kuran, inananlar için cennet mutluluğu ve inanmayanlar için söz konusu olan felaketin gerçeklikleri hakkında vurgulama yapar, Kuran’ın cenneti kazanma ve cehennemden kaçınma konuları hakkında aşikâr bir ifade kullanması gerektiği doğal bir durumdur. Burada tartışılacak olan konular sonsuz öneme ve çağrıya sahip olan konulardır.

Kurtuluşun Doğası

Daha önce (Bölüm 2’de) belirtmiş olduğumuz gibi, insan hakkındaki İslam görüşü, ilk günahı ve yoksunluğu kabul etmez. İnsanın temel sorununun genelde, Tanrı’ya karşı isyan etmiş olması olarak görülmez, insanın temel sorunu doğasında var olan zayıflığı ve unutkanlığıdır. Bu yüzden, kurtuluş ile ilgili İslam görüşü, bu öğretiş ile ilgili Hristiyan görüşünden temelde farklı bir biçime sahiptir. Kateregga bu konu ile ilgili şu görüşünü bildirir: “İslam, insanın kurtarılmaya ihtiyacı olduğuna inanan Hristiyan kanaatini paylaşmaz. Mesih’in insanları kurtarmak için kendini feda ederek ölmesi hakkındaki Hristiyan inancı, insanın temelde daima iyi olduğu, Tanrı’nın, isteğini yerine getiren kişileri sevdiği ve bağışladığına ilişkin İslam inancı ile bağdaşmaz.” 57 Hasan Aksar adlı bir başka Müslüman yazar, şunu belirtir: “İslam’da ilkesel olarak tövbe etmek gibi bir konu yoktur, yalnızca yenilenme, bir geri dönüş, bir hatırlama söz konusudur… Bu yeryüzündeki en büyük meydan okuma tek bir Tanrı olduğunu ortaya koymak değildir.” 58 Avrupalı, İslam yanlısı Stanton, şu gözlemde bulunur: “Kuran’da sözü edilen günah, insan doğasının lekelenmesi anlamında değildir, yalnızca, insanın zayıflığı nedeni ile yanlış eylemlere duyduğu eğilimdir. İslam’da kurtuluş kavramı, yeniden doğma unsurunu kapsamaz.” 59 Böylelikle İslam’daki kurtuluş, yalnızca ölümden sonra tecrübe edilen, gelecekteki bir durumdan ibarettir. Geçmişteki günahlardan ve cehennemden kurtuluşu kapsar ve böylece Tanrı’nın hoşnutluğu ve cennete kabul edilme kazanılır.

Kurtuluş İçin Gerekenler

Muhammed Abül Kazım adlı Müslüman teolog, Salvation of the Soul and Islamic Devotions (Kurtuluş ve İslam İbadetleri) adlı kitabında, şunları yazar: “Kuran, bu dünyadan sonraki yaşamda insanın kurtuluşu için, inanç ya da imanın (iman) ve iyi işlerin (amel) gerekli olduğunu öğretir: kurtuluş, iman ve amel olmadan elde edilemez.” 60 5:9 ayetini, bu ifadeyi destekleyen, temsil edici bir örnek olarak değerlendirebiliriz: “Allah, iman edip salih ameller işleyenler hakkında, ‘Onlar için bir bağışlama ve büyük bir mükafat vardır’ diye vaatte bulunmuştur.”

Kazım, kurtaran imanı neyin oluşturduğu hakkında şu iddiada bulunur: “Kuran’da ve Sünnet’te öğretilen iman anlaşılması çok kolay bir olgudur ve kişinin içinde biçim alması zor değildir; Kuran ve Sünnet’te öğretilen imanın anlaşılması, Üçlü Birlik, günah, kefaret ve benzeri konuları içeren Hristiyanlıktaki iman öğretişini anlamaktan daha kolaydır.” İslam’daki iman öğretişi Hristiyan­lıktaki iman öğretişinin aksine, “üç temel unsura sahiptir – bu unsurlar öylesine önemli bir temel oluştururlar ki, herhangi birinin eksikliği durumunda, imanın, bir bütün olarak varoluşu inkâr edilmiş olur... Kurtuluş için üç unsurun tümü gereklidir. 61 Bu unsurlar şunlardır: “Tanrı’nın tek olduğuna inanmak, Muhammed’in peygamber olduğuna inanmak ve ölümden sonra bir yaşam olduğuna inanmak.” 62 Muhammed’in peygamberliği ile ilgili olarak bireyin inanması gereken şudur: “Muhammed, son peygamberdir. Tanrı’nın daha önce gönderdiği her peygamber belirli bir halk için gönderildi, ama Muhammed dünyada, Kıyamet Gününe kadar var olacak olan tüm insanlar için gönderildi.” 63 Bu imanın ilk iki kısmı, İslam’da çok iyi bilinen kelime-i şehadet ya da iman ikrarını biçimlendirirler. “Şehadet imanın öylesine elzem bir kısmıdır ki, genelde, geri kalan kısımlar olmaksızın iman olarak bilinir.” 64 Ama gelecekteki yaşama inanmak da aynı derecede elzemdir. “Gelecekteki yaşamın fiziksel doğası Kuran’da ve Sünnet’te öylesine güçlü vurgulanır ki, gelecekteki yaşamın inkâr edilmesi, sonsuz lanete neden olan küfür olarak düşünülür.” 65

Kazım, İslam inancının temel içeriklerine doğru ve eksiksiz olarak işaret eder, ama geleneksel Müslüman teologlar İslam imanını aşağıda belirtilen beş ya da altı sınıf olarak açıkça beyan etmişlerdir. Rauf, bu konuda şunu yazar: “İman, inancı şu unsurlar ile şekillendirir: Tanrı ve Tanrı’nın nitelikleri, peygamberler ve erdemleri, melekler, kutsal kitaplar, diriliş günü, ve Kader, yani, dünyada olup biten her şeyi Tanrı buyurur.” Rauf, yazdıklarına şöyle devam eder: “Her kim, İslam imanının bu altı kısmına inanırsa, Mü’min (inanan) olarak adlandırılır; ve her kim bu kısımları ya da bu kısımlardan herhangi birini inkâr ederse, kafir (inanmayan) olarak adlandırılır.” 66 Bazı Müslümanlar, Kader’i, bir iman unsuru olarak düşünmezler ve bu nedenle, imanın yalnızca beş unsurunu kabul ederler.

Yukarıdaki sınıflandırmalara tekabül eden benzer sınıflandırmalar vardır, bu sınıflandırmalar Müslüman’dan, kurtuluş elde etmesi için talep edilen iyi işler ile ilgilidirler. İslam’ın beş şartı ikrar, namaz kılma, oruç tutma, sadaka verme ve Mekke’ye hac için gitme gibi ifadeleri içerir (Ek 2’ye bakınız). Bireyin bedeni sağlıklı ise ve yolculuğu yerine getirebilecek kadar güçlü ise, hac ziyaretini yaşamı boyunca en az bir kere yerine getirmesi gerekir. Bazı Müslümanlar, İslam’ın altıncı bir şartı olarak (Bölüm 8 ve Ek 5’e bakınız) Tanrı adına kutsal bir savaşın çabası şeklinde gördükleri cihad’ı da bir iman unsuru kabul ederler.

Bu eylemlerin –dua en önemli unsur olarak– yerine getirilmesi, kurtuluş elde etmek için son derece gereklidir. 67 Kateregga bu konuda şunları yazar: “Yalnızca inanmak yeterli değildir. İnsan, İslam inancı tarafından kendisinden talep edilen tüm görevleri uygulamalı olarak yerine getirmek zorundadır. İbadet’ini (adan­mış tapınma) yapması gerekir… Tapınmaya, Tanrı ve tüm diğer iyi işler tarafından buyurulan tüm öncelikli görevleri yerine getirmek dahildir.” 68 Kazım, kurtuluşun, bu iyi eylemlerin uygun ve düzgün bir şekilde yerine getirilmelerine bağlı olduğunu vurgular. 69 İşte bu yüzden neredeyse tüm dini el kitapları yukarıda belirtilen tüm dini görevlerin yerine getirilmeleri ile ilgili doğru yol konusunda kılı kırk yaran ayrıntılara girerler. 70 Kazım, bu dini görevler ile ilgili şu fikri ileri sürer:

İslamiyet’teki şartlar, zorunlu olan ve zorunlu olmayan olarak iki türdür. Namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek ve Mekke’ye hac yolculuğu zorunlu eylemler olarak kabul edilirler. Namaz günde beş kez yerine getirilmesi gereken bir ibadettir; bundan fazlası zorunlu değildir.  Bir kameri ay olan Ramazan’ın tamamı boyunca oruç tutmak zorunlu bir ibadettir; yılın diğer önemli günlerinde oruç tutmak ise görev dışı görülen bir ibadettir. Dört zorunlu ibadetin ‘kurtarıcı’ çabası, pek çok insanın, bu ibadetlerin mükemmel bir şekilde yerine getirilmesi elbette imkansız olan durumlar içinde bulunmaları nedeniyle hasıl olur... Zorun­lu ibadetlerde yapılan hatalar, bu ibadetlerin fırsat buldukça yerine getirilmeleri aracılığı ile biraz önce sözü edilen zorunlu olmayan ibadetler ile telafi edilebilirler. Yapılan hatalar büyük olduğu takdirde, bu ibadetlerin görev dışı ibadetler olarak yerine getirilmeleri için ciddi bir zorunluluk mevcuttur, aksi takdirde kurtuluş imkansız olacaktır. Eğer yapılan hatalar küçük ise –kutsalların ve münzevilerin durumlarında olduğu gibi– görev dışı olarak zorunlu eylemleri yerine getirmek, kurtuluşun daha yüksek derecesini etkileyecektir. 71

Kazım, ibadet ile ilgili eylemleri zorunlu, talep edilen, vurgulanan, övgüye değer, bir davranış bilgisi konusu ve caiz (müsaade edilebilir) olarak sınıflandırmaya devam eder. Olumsuz tarafta yasa dışı, yasaklanmış, izin verilmeyen ya da caiz olmayan, az hoş görülen ya da hiç hoş görülmeyen eylemler yer alır. 72

Bu yüzden, İslam, tam gerçeği ifade eden bir anlamda, cennetin, inanan kişinin iyi eylemleri aracılığı ile kazanılabileceğini, inanan kişi, dini zorunluluklarını yerine getirme konusunda özenli davrandığı ve hatalarını, yaptığı diğer iyi görevleri aracılığı ile örttüğü takdirde, cenneti elde edebileceğini öğretir. Kuran bu konuda şöyle der: “Artık kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır” (23:102-3). Kuran aynı zamanda “Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerini feda eden kişilerden (2:207) de söz eder ve “Allah’ın kendisine karşı gelmekten sakınanları (kendisinden korkanları) başarıları sebebi ile kurtarır (çünkü onlar Cenneti kazanmışlardır –hak etmişlerdir–” (39:61). 73

Kateregga bu konu hakkında şunları yazar:

Ebu Hureyra bir hadiste, bir Arap’ın peygambere geldiğini ve ona şöyle dediğini nakleder: ‘Beni öyle iyi bir işe yönlendir ki, onu yaparak cennete girebileyim.’ Peygamber Arap’a şu yanıtı verdi: ‘Tanrı’ya tapın ve O’na eş koşma, namaz kıl, zorunlu zekat’ı (sadaka) öde ve Ramazan ayında oruç tut.’ Arap, peygambere şu karşılığı verdi: ‘Canımı elinde tutan Tanrı’nın aracılığı ile bu söylediklerine hiçbir şey eklemeyeceğim ve onlardan hiçbir şey çıkartmayacağım.’ Arap yanından ayrıldıktan sonra peygamber şöyle dedi: ‘Eğer aranızda, cennet halkı arasında bulunacak olan birini görmek isteyen var ise, bu adama baksın.”

Bu hadisi temel alan Kateregga, şu sonuca varır: “Bu nedenle, eğer herhangi biri zorunlu tüm ibadetlerini, hiçbirini eksik bırakmadan uyguluyorsa, mekanı cennettir. İnsan, cennete girme umuduna uygun ibadet aracılığı ile sahip olabilir.” 74

Müslümanlar için bu durum elbette kurtuluş konusunda Tanrı’nın merhametinin ve bağışlayıcılığının temel bir rol oynadığını inkâr eden bir durum değildir. Kuran, sürekli olarak, Tanrı’nın merhametli, şefkatli ve bağışlayıcı olduğu gerçeğine tanıklık eder. Örneğin, 39:53 ayetinde şunları okuruz: “De ki, ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Tanrı’nın, günahkârı yargı gününde kurtaran lütfu, kişinin iyi işlerini çoğalttığı gerçeğinde görülür. İyi bir işin ödülü, olması gerekenden on kez daha fazladır; oysa kötü bir işin cezası, yalnızca kötü işe eşit bir cezadır. İnanan kişinin yaptığı kötülük bile, iyiye dönüştürülür (4:40; 6:160; 25:70). Bir hadise göre Muhammed, “Tanrı’nın merhameti olmaksızın hiç kimse iyi işlerinin erdemi aracılığı ile kurtuluş elde edemez” diyerek bu konudaki düşüncesinde ısrar etti. Ona eşlik edenler, “Ey Tanrı’nın elçisi, bu sözlerin senin için de mi geçerli?” diye sordular. Peygamberin yanıtı şu oldu: “Evet, benim için de geçerli, ben bile iyi işlerimin erdemi aracılığı ile kurtuluş elde edemem. Ama yine de, Tanrı, beni merhameti ile örtecektir.” 75 Tanrı’nın merhameti aynı zamanda şu inanç ile de gösterilir; cehennemde lanetlenmiş olarak bulunan pek çok kişiyi Tanrı belirli bir zaman süresi sonunda cehennemden çıkartacaktır, ama bu kişileri cehennemden çıkartmasının nedeni, onların iyi işleri değil, O’nun yarattığı kişilere duyduğu merhameti sergilemek içindir.

Kurtuluşun Belirsizliği

İslam’da kurtuluş güvencesi mevcut değildir. İslamiyet’in en başından beri hemen hemen tüm Müslümanlar sonsuz yazgılarının ne olacağını düşünerek korkmuşlardır. El-Gazali bizi bu konuda şöyle bilgilendirir:

Ancak yine de tüm atalar inanç ile ilgili kesin bir yanıt vermekten çekindiler ve bu konuda bir karara varıp bunu ilan etmekten aşırı derecede özen göstererek kaçındılar. Bu bağlamda, Sufyan el-Thavri şöyle dedi: “‘Ben Tanrı’nın gözünde bir inananım’ diyen her kişi bir yalancıdır ve ‘Ben gerçekten bir imanlıyım’ diyen kişi ise ortaya yenilik çıkaran biridir.” Bir zamanlar Hasan’a (el-Basri) ‘Sen bir imanlı mısın?’ şeklinde bir soru yöneltildi. Hasan bu soruyu şöyle yanıtladı: ‘Eğer Tanrı isterse.” Bunun üzerine kendisine şöyle dendi: ‘Ey Ebu Said, inancını neden sınırlandırıyorsun?’ O da şöyle karşılık verdi: “‘Evet’ demeye korkuyorum, o zaman Tanrı, ‘Yalan söyledin Hasan’ diyecek. O zaman ben O’nun vereceği cezayı hak etmiş olacağım…” Alkamah’a bir defasında şu soruldu: “Sen bir imanlı mısın?” O da şu yanıtı verdi, “Öyle olduğumu umuyorum. Eğer Tanrı isterse.” 76

Pek çok Müslüman, kurtuluş güvencesinin eksikliğini bir zayıflık olarak değil, sürekli itaati motive edebilecek bir gerçeklik olarak düşünür. Faruki, bu konuda ısrar eder: “İslam görüşüne göre iman etme kararını alan herkes için bu karar çok önemli bile olsa, iman etme kararı kişiye Tanrı’nın gözünde kişisel aklanma garantisi sağlamaz. Yeni başlangıç, kişiye kurtulduğuna dair garanti verecek olan hiçbir şey yapamaz. İslam, “bir insanın yalnızca iman temeline dayanarak dini mutluluk elde edebileceğini inkâr eder. Tanrı’nın gözünde aklanmayı sağlayacak olan yalnızca iyi işler ve iyi eylemlerdir. Erdem ve doğruluk terazisinde kişiler çeşitli konumlar ile meşgul olurlar.” Adalet terazisinin kendisi “sınırsızdır ve Müslümanlar’ın iyi unvanlarını sanki ceplerinde taşırcasına cennete taşımalarının hiçbir anlamı yoktur. Herkes çaba gösterir ve bazı kişiler diğerlerinden daha çok çaba gösterirler… Dinsel aklanma, böylece, Müslümanlar’ın asla kendilerinden hoşnut oldukları bir kesinlik ya da hatta çabuk geçen, fani bir an bile değildir.” 77

Bu durum ile ilgili bir istisna vardır: kişinin bir Cihat’ta (Kutsal Savaş) savaşması. Cihat’ta savaşan adanmış kişi Allah adına böyle bir hizmette bulunduğu takdirde doğrudan cennete girme hakkını elde eder.

Kuran şu beyanda bulunur: “Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de andolsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükafat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükafatın en güzeli Allah katındadır” (sure 3:195; 2:25; 3:157-158; 4:57, 95-96; 22:58-59).

Diğer Dinlerde Kurtuluş

Bu bölüme son vermeden önce, kimlerin kurtulacakları konusuna değineceğiz. Daha önce belirtildiği gibi (Bölüm 3), çağdaş pek çok Müslüman, imanı ne çeşit olursa olsun herkesin yaşamında “iyi işler” yapması halinde kurtuluşu elde edebileceğini ileri sürer. Müslümanlar bu iddialarını desteklemek için genellikle 2:11-12 ayetinden aktarma yaparlar:

Bir de; “Yahudi ve Hristiyanlar’dan başkası Cennet’e girmeyecek” dediler. Bu, onların kuruntuları! De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz (iddianızı ispat edecek) delilinizi getirin. Hayır, öyle değil! Kim ‘ihsan’ derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”

Aynı zamanda 2:62 ayeti şu beyanda bulunur: “Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabilerden (her grubun kendi şeriatında) ‘Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükafat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır’ (diye hükmedilmiştir).”

Kuran, gerçek inananları, “Allah’a ve O’nun elçilerine inananlar” (4:152) olarak tanımlar. Bu ifadenin olumsuz yanı, 4:150-51 ayetlerinde bize açık bir şekilde belirtilir; ayetler şu beyanda bulunurlar: “Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, “(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz” diyenler ve böylece bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kafirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.”

Yukarıdaki ayetlerin verdikleri tanıklığa göre, Muhammed’in peygamberliğini reddeden kişi, inanmayan biridir ve kaderi “alçaltıcı bir cezadır.” Bu durum, uygulamalı olarak, İslam sürüsünün dışında kalan dünyanın tüm insanlarını içeren bir durumdur. Bu ölçüt olmadığı takdirde, aynı zamanda Hristiyanlar da “Tanrı, Meryem oğlu Mesih’tir” (5:75) diyen inançları nedeni ile “cehennem Ateşinde” ceza göreceklerdir. İslam’da bağışlanamayan tek günah, Tanrı’nın Birliğini kabul etmemektir. Hristiyanlar bu günah ile suçlu oldukları için ceza görecekleri kesindir. 78

İslam’ın bu anlayışını kabul eden, Muhammed Muhsin Han adlı bir Müslüman bilgin, belirli bazı terimler ile bu inancı kanıtlamak içi girişimde bulunur: Hristiyanlar ve Yahudiler, İslam’a inanmadıkları için şirk koşma gibi bağışlanamaz günahların en büyüğünü işledikleri için suçludurlar. Muhammed Muhsin Han, bu görüşünü Muhammed’in bir hadisi ile destekler: “Peygamber Muhammed şöyle dedi: ‘Beni duymasına rağmen beni ve bana açıklanan kutsal Kuran’ı, sünnetleri kabul etmeyen her Yahudi ya da Hristiyan’ın nihai yeri, Cehennem ateşi olacaktır.’” 79

Budizm ve Hinduizm gibi diğer dünya dinleri de bu ölçüte uymazlar, Tanrı’nın tek ve En Üstün Yaratan olduğuna inanmazlar. Bu nedenle, ortodoks İslam diğer herhangi büyük bir dünya dini kadar eşsizdir. Müslümanlar, Tanrı’nın diğer uluslara bazı zamanlarda peygamberler göndermiş olduğuna inanmalarına rağmen, Muhammed’in gelişi ile kurtuluş yolu yalnızca İslam dini ile mümkün kılınmıştır. Ebul Kazım bu konuya şöyle işaret eder: “Kuran’a göre belirlenen iman, yeryüzünde bulunan, İslamiyet’in başlangıcından Kıyamet gününe kadar, tek tam geçerli imandır. Daha önce açıklanan dinlerin imanları, şimdi, çürümüşlükten tamamen özgür değildirler ve bu yüzden bir kurtuluş aracı olamazlar. …İslam imanı tek, tam geçerli imandır.” 80

Yukarıda belirtilen görüşü kabul eden Muhammed Hamidullah şu iddiada bulunur: “Bir Müslüman Tevrat’a, Mezmurlar’a ve Müjde’ye, Tanrı’nın sözü olarak saygı duyar, ama yine de Tanrı’nın en son söylenen ve en yeni olan sözlerine, yani Kuran’a bağlı kalır. Kim önce gelen yasalara bağlı kalırsa, Yasayı Yapan Kişi tarafından yasayı yerine getiren ve itaatkâr biri olarak görülemez.” 81 Bu tartışmayı 3:85 ayeti ile sonuçlandıralım: “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”

Sonuç

Şu anda ana İslam öğretişleri ile ilgili yaptığımız incelemeyi bitirmiş bulunuyoruz. Konuya Tanrı ile ilgili bir tartışma ve Tanrı’nın İslam teolojisindeki ana yeri ile girmiştik. Sonra yaratılış hakkındaki İslam öğretişini inceledik, özellikle insan ve insan ile Yaratıcısının arasında var olan ilişki üzerinde durduk. Bu konudan sonra Tanrı’nın insan ile olan ilişkisinin peygamberler zinciri aracılığı ile nasıl birbirine bağlı olduğunu ve peygamberlerin Tanrı tarafından Tanrı’nın isteğini insana iletmeleri ve insana doğru yolda rehberlik etmeleri için nasıl kullanıldıklarını gördük. Daha çok üzerinde durduğumuz konu, Muhammed’in son peygamber olarak kişiliği ve rolü ile Kuran’ın Tanrı’nın insanlığa verdiği son açıklama olan Kuran’ın rolü oldu. Son olarak, insanların yazgısı ile ilgili olarak İslam’ın ne öğrettiğini ve insanların gelecek olan yaşamda kurtulmaları için nasıl davranmaları gerektiğini gördük.

Bundan sonraki bölümlerde İslami öğretişlerin gerçekliği ve yeterliliği ile ilgili sorular üzerinde daha çok zaman geçireceğiz.


1. Quasem,19.

2. Jane Smith ve Y. Haddad, The Islamic Understanding of Death and Resurrection (Albany State University of New York Press, 1981), 2.

3. Aynı kitapta, 4.

4. Bu aşamalar, Müslüman yazar Muhammed Khouj’nin yazdığı bölümleri temel alır, The End of the Journey: An Islamic Perspective on Death and the Afterlife (Washington., D.C.: The Islamic Center, 1988).

5. Burada iki noktadan söz edilmesi gerekir. Birincisi, klasik teolojik el kitaplarında ölümün kendisinin acı veren mücadelesini tam ve hayal ürünü ayrıntılar ile tanımlamak için aynı zamanda sünnetler de yoğun bir şekilde temel alınır. Çağdaş İslam’da pek çok kişi ölüm ile ilgili bu tür hayal ürünü ayrıntıları reddettiği için bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız (bakınız Smith ve Hattat, 34-38, ve onlara ait olan Bölüm 4). İkincisi, konuyu izleyen tartışma içinde Smith ve Hattat, bizi, şu konuda uyarırlar: “Belirli olayları ya da referansları ayırmak ya da bunlarda doğal bir ilerleme bulmaya çalışmak, bir anlamda yanlış yönlendirilmiş bir çabadır, çünkü olaylar, insan sorumluluğunun temel gerçeğini farklı bakış açılarından desteklemek için öncelikli olarak işlev görürler” (77).

6. Bakınız Khouj, 19-23.

7. Bakınız Smith ve Hattat, 40.

8. Aynı kitapta, 42.

9. Khouj, 22.

10. Aynı kitapta, 31-32. Khouj bu iki hadis arasındaki zıtlığa hitap etmez. Ayşe tarafından nakledilen hadise göre Muhammed’in kendisi bile mezarın işkencesinden kaçmak için bir sığınak aradı. Enes’in hadisi, mezardaki işkence için tek bir ölçü belirtirken Muhammed’in peygamberliğine karşı doğru bir tutum içinde değildi. Peygamberin kendisinin bile böyle bir sınavda başarısız olabileceği korkusuna nasıl sahip olduğunu açıklamadı.

11. Smith ve Hattat, 45.

12. Aynı kitapta, 46.

13. İslam tarihinde Mutezile yanlıları gibi bazı gruplar, düşünürlerin çoğu ve pek çok Şii, biraz önce tanımlanan olayların mümkün olabileceğini inkâr ettiler ve mezarda ceza ya da ödül verilmesi düşüncesini kabul etmediler. “Ama yine de, Müslümanlar’ın çoğunluğu için mezar cezası, iman ikrarlarında onaylanan bir gerçeklik olmuştur ve intikal ile ilgili güçlü ve çok güçlü olmayan halkalarının hadislerinde kesinlikle belirtilmiştir” (Smith ve Hattat, 47).

14. Aynı kitapta, 51.

15. Bakınız Khouj, 34.

16. Bakınız Smith ve Hattat, 50.

17. Aynı kitapta, 52-53.

18. Aynı kitapta, 100.

19. Aynı kitapta.

20. Aynı kitapta, 106.

21. Aynı kitapta, 104-13.

22. Aynı kitapta, 110.

23. Aynı kitapta, 113-26.

24. Khouj, 39.

25. Aynı kitapta, 38-39.

26. Aynı kitapta, 42-43.

27. Aynı kitapta, 42-60. Diğer pek çok Müslüman yazarlar gibi elbette Muhammed Khouj da bu olayları herhangi bir kronolojik düzene yerleştirme çabasında bulunmaz.

28. Bakınız Khouj, 44-47.

29. Aynı kitapta, 54.

30. İsa için daha şimdiden hazırlanmış olan mezarın harikulade tanımını görmek için Zwermer’e bakınız, The Muslim Christ (London: Oliphant, Anderson ve Ferrier, 1912), 107-9.

31. Klasik teolog İbn Haldun gibi bazı Müslümanlar hem İsa’nın hem de Mehdi’nin farklı rollerini onayladılar ve bu her iki karakterin dünyaya barış getirmek için birbirleri ile iş birliği yapacaklarına dair bir teori önerdiler (bakınız Smith ve Hattat, 69-70).

32. Khouj, 55.

33. Aynı kitapta,58.

34. Smith ve Hattat, 71.

35. Khouj, 61.

36. Bakınız Smith ve Hattat, 71-73

37. El-Buhari bir hadiste, dirilişin Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilen yağmur ile geleceğini ifade eder (Khouj, 64).

38. Aynı kitapta, 64-67.

39. Bakınız Smith ve Hattat, 74.

40. Aynı kitapta, 75.

41. Khouj, 70.

42. Aynı kitapta, 72.

43. Aynı kitapta, 79.

44. Smith ve Haddad, 78-79.

45. Bu rağbet gören inanç, aracılık olasılığı ile ilgili olarak Kuran’ın verdiği genel tanıklığa karşıdır (2:48; 6:51), ve aynı zamanda pek çok Müslüman tarafından da reddedilir. Örneğin, Khouj’un ölümden sonraki olaylar ile ilgili sıralamasında Muhammed’in ümmeti için aracılık edeceğinden hiç söz edilmez.

46. Bakınız Smith ve Haddad, 80.

47. Aynı kitapta, 82.

48. Aynı kitapta, 81.

49. Aynı kitapta, 84.

50. Aynı kitapta, 85-86.

51. Khouj, 82.

52. Bakınız Smith ve Haddad, 88-89.

53. Aynı kitapta.

54. Khouj, 83. aynı zamanda bakınız Yusuf Ali, 1464-70.

55. Bakınız Nasr.

56. Bakınız Smith ve Haddad, 92-95, 143-44.

57. Kateregga ve Shenk, 141. Aynı zamanda bakınız Abdalati, 18.

58. Cragg’ın Jesus and the Muslim adlı kitabından alınmış, sayfa 260.

59. Stanton, 57.

60. Kazım, 29. Kuran referansları için şu ayetlere bakınız: 2:25; 4:57, 122, 173; 5:10; 13:29; 14:23; 18:107; 22:14,23.

61. Kazım, 31, vurgulama bize aittir.

62. Aynı kitapta, 31-33.

63. Aynı kitapta, 32.

64. Aynı kitapta, 33

65. Aynı kitapta.

66. Rauf, 1.

67. Bakınız, Khouj, 76-77.

68. Kateregga ve Shenk, 57. Aynı zamanda bakınız Mahmud, 1.

69. Bakınız Kazım, 36, 49.

70. İslam’ın başlangıcında var olan İslami törenlere kesin itaat ile ilgili bir vurguya zıt olarak çok sayıda hadis, kurtuluş elde etmenin, Kuran’da belirtilenden daha kolay olduğu düşüncesini yaymaya başladı. Bu konudaki bir hadis öğretişi şöyleydi: Tanrı’nın tek olduğuna ilişkin beyan edilen tek bir onay, cennete girmek için yeterliydi (Abdül-Hak, 168). Bir diğer hadis ise şunu belirtiyordu: Bir insan bir köpeğe su verdiği için kurtuldu. Ve yine bir başka hadis, bir kediye zalimce davrandığı için bir kadının cehenneme gittiği öyküsünü nakletmektedir (Dermenghem, 17-18. Aynı zamanda bakınız Mahmud, 82).

71. Kazım, 37-38.

72. Aynı kitapta, 40-43.

73. Bakınız Mahmud, 62.

74. Kateregga ve Shenk, 64-65.

75. Bakınız Kazım, 45.

76. Bakınız Abdül-Hak, 166-67. Aynı zamanda bakınız Bhatia, 224.

77. Faruki, Islam, 5, vurgulama bize aittir.

78. Daha önceki Mekke surelerine göre Hristiyanlar ve Yahudiler Kitap ehli olarak cennete girecek kişiler olarak görülürlerdi. Pek çok Müslüman, sonraki bu sureler nedeni ile çelişen görüşlere rağmen, zor da olsa buna hala inanabilirler.

79. Bakınız Muhammed Muhsin Han, The Translation of the Meanings of Sahih El-Buhari (Sahih El-Buhari’nin Çevirisinin Anlamları) adlı eserinin giriş bölümünde, cilt I, 56-61.

80. Kazım, 34.

81. Hamidullah, 81. Aynı zamanda bakınız Kateregga ve Shenk, 79.

Bölüm İki

Bir Hristiyan’ın
Müslümanlar’ın Temel İnançlarına
Verdiği Karşılık

Birince bölümde Müslümanlar arasındaki Hristiyanlık hakkındaki yanlış anlaşılan kavramları Kuran’a başvurarak düzeltmeye çalıştık.  İslami öğretişleri daha iyi anlamak için İslamın temel kaynaklarına –hadislere, öğretmenlere ve yorumculara– başvurduk.  İkinci bölümde İslamiyet’in temel inançlarına – yani, Allah, Muhammed ve Kuran konusunda- bir Hristiyan perspektifinden yanıt vermeye çalışacağız.

7. Bölüm

İslamiyet Tektanrıcılığı Hakkında bir Değerlendirme

Mantıklı olan kadın ya da erkek herkes bir konuyu önce anlamaya çalışır, anlama girişiminde bulunmaksızın konuyu reddetmez. İşte bu nedenle, biz, size İslam görüşü ile ilgili bir değerlendirme sunmadan önce (Bölüm Bir’de) İslam görüşünü mümkün olduğu kadar net ve doğru olarak açıklamak için içten bir çaba gösterdik. Diğer insanların görüşleri gereğinden fazla bir şekilde yanlış bir nedenden ötürü reddedilirler. İslam’ın ne öğrettiğini elimizden geldiğince net olarak açıklama girişiminde bulunduktan sonra, şimdi dikkatimizi bu görüşün değerlendirmesine yönlendiriyoruz. Müslümanlıktaki tektanrıcılık ile ilgili tartışmamız, iki sınıfa ayrılarak incelenecektir. Birincisi, Müslüman tektanrıcılığının karakteristik özelliklerini yeniden gözden geçireceğiz. Sonra, eleştirmenlerin, Tanrı’nın İslam’a özgü görüşleri ile ilgili dikkat çektikleri sorunların bazılarını değerlendireceğiz.

İslam Tektanrıcılığındaki Bazı Ana Konuları
Yeniden Gözden Geçirmek

Müslümanlar’ın Tanrı hakkında neye inandıklarını ayrıntılı olarak zaten daha önce tartışmış olduğumuz için (bakınız Bölüm I), burada yalnızca önemli vurguların bazılarına kısaca değineceğiz.

Mutlak (Tek) Tanrı

Tanrı hakkındaki temel İslam görüşü, O’nun mutlak ve bölünmez birliğidir (tevhid). Sure 112’de Tanrı şu sözlerle tanımlanır: “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah, Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” Bu sure, “tüm Kuran’ın üçte birinde önemli yere sahiptir ve yedi gök ve yedi yer bu surenin üzerinde bina edilmiştir. Bir hadiste belirtildiğine göre, bu ayeti ağız ile ikrar etmek, bir insanın sonbaharda bir ağacın yapraklarını soyması gibi, bir insanın günahlarını silkeleyip atmasına benzer.” 1

Tanrı’nın tek olduğunu kanıtlamak için Kuran’da iki sözcük kullanılır: ahad ve vahid. Ahad, Tanrı’nın kendisi ile birleşmiş olan eşi ya da benzeri olduğunu inkâr etmek anlamında kullanılır. Arapça’da, bunun anlamı, herhangi başka bir sayıyı reddetmektir. Vahid sözcüğü, ilk sözcük ile aynı anlamı taşıyabilir ya da aynı zamanda “Herkes için Tek, Aynı Tanrı” anlamına da gelebilir. Böylelikle Tanrı’nın hem bir hem de tek olduğu ima edilir. 2

Tanrı’nın tekliği, İslam’da öylesine temel bir görünüme sahiptir ki, bir Müslüman yazar, bu konuda şu ifadede bulunur: “İslam, kendisinden önceki dinlerin orijinal netliği ve saflığı içinde de mevcut olduğu gibi, yalnızca Tanrı’nın tekliğini beyan eden bir dindir ve İslam’ın mesajı, O’nun tekliğine tanıklık etmeye yapılan bir çağrıdır.” 3 Bir diğer Müslüman yazar bu ifadeye şunları ekler: “Allah’ın tekliği, İslam’ın diğer dinlerden farklı özelliğidir. Allah’ın tekliği, tektanrıcılığın en saf biçimidir, örneğin, O’ndan çocuk olmadığı, kendisinin de doğmadığı ve hiçbir şeyin O’na denk ve benzer olmadığı Allah’a tapınmak. İslam bu konuyu tek anlamlı terimler ile öğretir.” 4

Tanrı’nın mutlak tekliği üzerinde yapılan bu ödün vermeyen vurgu nedeni ile İslam’daki tüm günahların en büyüğü şirk koşma ya da Tanrı’ya, O’na benzer ortak atfetmektir. Kuran kesin bir şekilde şu beyanda bulunur: “Şüphesiz Tanrı kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz derin bir sapıklığa düşmüştür” (4:116).

Tanrı Mutlak Yönetendir (Tanrı’nın Egemenliği)

Kuran’daki sözlere bakalım: “Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur (varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hakim ve onları koruyup gözeten). O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın, O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür” (2:255).

Tanrı, kendi kendine yeterlidir ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; aksine, her şeyin O’na ihtiyacı vardır. Bu nitelik, kendiliğinden meydana gelme ya da kendiliğinden var olma olarak bilinir. Tanrı, En Güçlü Olan’dır ve Gücü Her Şeye Yeten’dir. O, var olan ve var olacak olan şeyleri İsteyen’dir; ve O’nun isteğinin dışında hiçbir şey olamaz. O, aynı zamanda, bilinebilecek her şeyi Bilen’dir. O’nun bilgisi, yaratmış olduğu ve yine yalnızca kendisinin desteklediği tüm evreni destekler. Tanrı, yarattığı her şeyin üzerinde tam olarak egemendir.

Tanrı’nın doksan dokuz adından pek çoğu O’nun egemen oluşundan söz eder. O, El-Badi’dir; O, gökleri ve yeri, örneksiz Yaratan’dır (2:117); El-Cabbar, O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır (59:23); El-Celil, O, yüce ve görkemli Olan’dır; El-Cami, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları Toplayacak Olan’dır (3:9); El-Hasip, O, Hesap Görücü olarak yeterli Olan’dır (4:6-7); El-Aziz, O, mutlak güç ve egemenlik sahibi Büyüklükte Eşsiz Olan’dır (59:23); El-Ali, O, yüce ve görkemli olan, çok bağışlayan, Halim’dir (2:225-26); El-Kadir, O, dilediği her şeyi yapma gücü olan yaratmaya Kadir Olan’dır (17:99-101); El-Kuddüs, O, göklerdeki ve yerdeki her şeyin, mülkün sahibi, mukaddes, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tespih ettiği Kutsal Olan’dır (62:1); El-Mutaali, O, gaybı da görülen, alemi de bilen, çok büyük, çok yüce ve kendiliğinden var Olan’dır (13:9-10); El-Muiz, O, mülkü veren, dilediğinden de çekip alan mülkün sahibi Olan’dır (3:26); El-Muksit, O, kıyamet günü için adalet terazileri kuracak olan Adalet Gözlemcisidir (21:47-48); El-Malik, O, krallar kralı olan Kral’dır (59:23); Malik el-Mülk, O, dilediğine egemenlik ihsan eden Mülkün Sahibidir (3:26); El-Müntakim, O, günahkârlardan ve müminlere kötü davrananlardan İntikam Alan’dır (30:47); El-Vahed, O, tanrısal egemenliği içinde Eşsiz Olan’dır (13:16); El-Vahid, yaratan yalnızca O’dur, O Eşsiz Olan’dır (74:11); El-Vakil, O, her şeyi yöneten, görüp gözeten, her şeye Vekil Olan’dır (6:102).

Mutlak Adil Tanrı (O’nun Hakkaniyeti)

Tanrı’nın çeşitli adları, onun mutlak adilliğini ifade ederler. El-Celil, O, kudretli ve Görkemli Olan’dır. El Cami, O, kıyamet gününde herkesi bir araya getiren Toplayıcıdır (3:9); El-Hasip, O, hesap görücü olarak Yeterli Olan’dır (4:6); El-Hakim, O, kullarını yargılayan Hakim’dir (40:48); El-Adil, O, kelimesi doğruluk ve adalet bakımından tam olan Adil Tanrı’dır (6:115); El-Kudüs, O, göklerdeki ve yerdeki her şeyin, mülkün sahibi, mukaddes, mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tespih ettiği Kutsal Olan’dır (62:1); El-Muksit, O, kıyamet günü için adalet terazileri kuracak olan Adalet Gözlemcisidir (21:47-48); El-Müntakim, O, günahkârlardan ve müminlere kötü davrananlardan İntikam Alan’dır (30:47).

Merhameti Mutlak Olan Tanrı

Özellikle Hristiyanlar arasında 5 çok görülen bir yanlış anlamanın aksine, Allah, merhamet Allahı’dır. Tanrı’nın bazı isimleri O’nun bu merhamet özelliğini çok güzel tanımlarlar. Örneğin, Tanrı, Er-Rahman, merhamet gösterenlerin en merhametlisidir, O, Rahman ve Rahim’dir (1:3; 12:64). O, aynı zamanda El-Vadud’dur, kullarına karşı şefkatli ve sevecen Olan’dır (11:90,92). O, merhamet etmeyi kendine gerekli kıldı (6:12) ve Tanrı şöyle der: “Benim rahmetim her şeyi kapsar” (7:156). Muhammed, Kuran’da şöyle dedi: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (3:31).

Tanrı’nın Mutlak İsteği (İrade Gücü)

Tanrı’nın isimleri ile ilgili belirli bir gizem mevcuttur. Cragg, bu isimlerin “O’nun doğasının yasalarından çok Tanrısal iradesinin özellikleri olarak anlaşılmaları gerektiğini” onaylar. Bu tür tanımlayıcılardan ortaya bir eylem çıkması beklenebilir, ama bu mutlaka gerekli olan bir durum değildir. 6 Tanrı’nın tüm eylemlerine birlik sağlayan, Tanrı’nın bu eylemlerin hepsini istiyor olmasıdır. Tanrı, O’na verilen tanımlayıcılar aracılığı ile istekli olan olarak fark edilebilir, ama O bu tanımlayıcılardan herhangi birine uymaz. İsteğinin eylemi, isteğinin etkilerinden tanınabilir, ama isteğinin kendisi anlaşılmazdır. Bu durum, aşağıda tartışılacak olan Tanrı’nın adlarının belirliliği içindeki antitez için geçerlidir. Örneğin, Tanrı, “yoldan çıkartan” olduğu gibi aynı zamanda “rehberlik edendir” de.

Mutlak Olarak Bilinemeyen Tanrı (Tanrı’nın Anlaşılamazlığı)

Her şey Tanrı’nın isteğini temel aldığı ve O’nun isteğinin etkileri bazen zıt olabildiği ve mutlak bir öz yansıtmadığı için Tanrı’nın doğası gerçekten bilinemezdir. “Tanrısal istek, ne mantığın ne de açıklamanın ötesine geçemediği bir nihai özellik arz eder. Ama yine de tek isteğin Birliği içinde bu tanımlayıcılar merhamet, şefkat ve görkem ile bağlantılı olanlar ile bir arada var olurlar.” 7 Tanrı, isteğinin etkilerine göre adlandırılır, ama isteğinin etkilerinden herhangi biri ile tanımlanmaması gerekir. Nihai Neden (Tanrı) ve O’nun yaratıkları hakiki değil, harici ya da geçicidirler. Yani, Tanrı iyi olarak adlandırılır, çünkü O iyiye neden olur, ama iyilik O’nun özünün parçası değildir.

İslam Tektanrıcılığının Sorunları

Mutlak Birlik

İslam tektanrıcılığı katıdır, esnek değildir. İslam’ın, Tanrı’nın birliğine ilişkin görüşü öylesine güçlüdür ki, Tanrı’da çoğulluğa hiçbir şekilde izin vermez. Bu yüzden tektanrıcılık ya da üç uknumun üç ayrı tanrı olduğuna dair itikat arasında benzerlikler görmez. Hristiyanlığı daha sonraki bir sınıflandırma içine yerleştirir. Bu yanlış anlamanın pek çok nedeni mevcuttur. Birincisi, Tanrı ile ilgili Kutsal Kitap metninin bir yanlış anlaması ortaya çıkar (Bölüm 12’deki tartışmaya bakınız).

Pek çok Müslüman teologun nihai analizlerine göre Tanrı’nın özü ya da doğası bilinemez; bu öz ya da doğadan O’nun üç kişiliği (bilinç merkezleri) ayırt edilemez. Bu konum, nominalizm (adcılık) olarak bilinir. Tanrı mutlak İrade’dir ve mutlak İrade kesinlikle tek olmak zorundadır. İradelerin (kişilerin) çoğunluğu mutlak bir birliğe sahip olunmasını imkansız kılacaktır. Ve Müslümanlar Tanrı’nın (hem açıklama hem de mantık açısından) kesinlikle Bir olduğuna inanırlar. Mantık, Muhammed’i, birliğin çoğunluktan önce olduğu konusunda bilgilendirdi. Birkaç yüzyıl önce Platinus’un belirtmiş olduğu gibi, çoğunluğun tamamı birliklerden oluşmuştur. Böylece birlik, her şeyin en nihai biçimidir. Bu Yeni-Platonik (Plotinyan) düşünce biçimini kabul etmek, Tanrı’da çoğul kişiliklerin var olma olasılığını mantıksal olarak inkâr etmeye neden olur.

Ancak yine de bu tür katı ve kesin tektanrıcılık İslam’ın kendine ait bazı bölümleri ile tam bir uyum içinde değildir. Daha sonra daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi (Bölüm 11), Kuran’daki belirli öğretişler ile ilgili araştırmalar yapan Müslüman bilginler, Tanrı’nın birliği içinde bazı türdeki ayırımlara izin veren ayırımlar yapmışlardır. Örneğin, Kuran’ın, tüm sonsuzluk boyunca Tanrı’nın Zihninde var olan, O’nun sonsuz konuşması olduğuna inanırlar (Bölüm 9’daki tartışmalara bakınız). 85:21-22 ayetlerinde şunu okuruz: “Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kuran’dır. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır.” Ve 43:3-4 ayetlerinde yazılanları okuyalım: “İyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kuran yaptık. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetler ile doludur” (13:39) Bu sonsuz orijinal, bizim Kuran olarak bildiğimiz yersel kitabın ana modelidir.

Müslüman bilginler, Kuran’ın yaratılmamış olduğu ve Tanrı’nın zihnini mükemmel bir şekilde ifade ettiği konusunda ısrar ederler. Ama yine de Kuran’ın Tanrı’nın özü ile aynı olmadığını kabul ederler. Hatta bazı Müslüman bilginler, Kuran’ı, Ortodoks Hristi­yanlar tarafından sahip olunan, Mesih’in Tanrısal Söz olduğu hakkındaki görüşe dahi benzetirler. Yusuf K. İbiş’in bu konuda Kuran ile ilgili düşüncelerini aktaralım: “Kuran sıradan bir anlama sahip bir kitap değildir, Kutsal Kitap ile de karşılaştırılamaz, ne Eski ne de Yeni Antlaşma’ya benzer. Kuran, Tanrısal iradenin bir ifadesidir. Eğer Kuran’ı kıyaslamanız gerekir.” Yazar, sözlerine şunu da ekler: “Mesih, insanlar arasında, Tanrısal iradenin açıklaması ve Tanrısal Olan’ın ifadesiydi. İşte Kuran budur.” 8 Hristiyanlıktaki herhangi bir şey ile kıyaslamak isterseniz, o zaman onu Mesih’in kendisi ile kıyaslamanız gerekir.

İslam, Tanrı ve Kuran arasındaki ilişkiyi şu noktaya dikkat çekerek tanımlar: “Konuşma Tanrı’nın sonsuz bir niteliğidir; aynı O’nun bilgisi, gücü ve sınırsız varlığının diğer özellikleri gibi, başlangıcı ya da fasılası (arası) yoktur.” 9 Ama eğer konuşma, Tanrı ile aynı olmayan ama bir şekilde ondan farklı bulunan sonsuz bir Tanrı niteliği ise, o zaman bu durum Hristiyan­lar’ın Üçlü Birlik konusunda iddia ettikleri birliğin içindeki çoğulluğa izin vermez mi? Böylece, Tanrı’nın mutlak birliğine ilişkin İslami görüş kendi seçimleri itibarıyla Hristiyanlıktaki Üçlü Birlik ile birbirine zıt gibi görünecektir. Başka bir deyişle, tektanrıcılık ya da çoktanrıcılığın (Üçlü Birliğin de dahil olduğu) temel Müslüman mantığı geçersizdir. Onlar, görüşlerinde, bir şeyin sayıca aynı olmasa da Tanrı’nın sonsuz bir ifadesi olabileceği fikrine izin verirler. Böylece, onların verdiği kendi örneği kullanacak olursak, o zaman Mesih bu Tanrısal İrade olarak aynı kişi olmadan, sonsuz “Tanrı İradesi ifadesi” olamaz?

Kendi İsteği İle Hareket Etme

Tanrı hakkındaki klasik İslam görüşünün temelinde iradeye bağlılık ve nominalizmin (adcılık) köklü bir biçimi bulunur. Daha doğrusu geleneksel İslam’a göre Tanrı bir öze sahip değildir, en azından bilinebilir bir özü yoktur. Tanrı, İrade’dir. Tanrı’nın adil ve sevecen olduğu söylenir. Ve merhametli olmasının tek nedeni, “merhamet etmeyi kendine gerekli kılmasıdır” (6:12). Ama Tanrı, Mutlak İrade olduğu için hatırlanması gereken önemli nokta şudur: Eğer farklı olmayı seçmiş olsaydı, o zaman merhametli olmayacaktı. Tanrı’da ona uygun şekilde hareket etmesini gerektiren doğa ya da öz mevcut değildir.

Nominalizmin bu köklü biçimi ile ilgili iki temel sorun vardır: Biri fizik ötesi, diğeri de ahlaki sorundur.

Tanrı hakkındaki ortodoks İslam görüşünün iddiası şudur: Görmüş olduğumuz gibi, Tanrı mutlak gerekli bir varlıktır. O, kendiliğinden var olandır, ve var olmaması mümkün değildir. Ama eğer Tanrı doğası itibarıyla varlığın gerekli bir türü ise, o zaman var olmasının nedeni doğasıdır. Bu konuya kısaca açıklama getirecek olursak, Tanrı’nın bir doğaya sahip olması gerekir, aksi takdirde doğası itibarıyla gerekli bir varlık türü olamazdı. Bu aynı görüşe göre, ortodoks İslam Tanrı’nın, kendiliğinden var olma, yaratılmamış olma ve sonsuzluk gibi diğer elzem niteliklerinin var olduğuna inanır. Ama eğer bunlar Tanrı’nın tüm elzem özellikleri iseler, o zaman Tanrı’nın bir öze sahip olması gerekir, aksi takdirde bunlar elzem nitelikleri olmazlardı. Çünkü özün tanımlanma şekli öncelikle budur, yani bir varlığın elzem nitelikleri ya da özellikleri.

Ayrıca, İslam’a özgü irade ile ilgili ciddi bir ahlak sorunu mevcuttur. Çünkü eğer Tanrı İrade ise, herhangi gerçek bir özü yok ise, o zaman yaptıklarını, yapması doğru olduğu için yapmaz; aksine, o yaptığı için yaptıkları doğrudur. Kısaca, Tanrı, doğru ve yanlış olan ile ilgili olarak keyfi hareket eder. O, iyi davranmak zorunda değildir. Örneğin, Tanrı merhametli olmak zorunda değildir; eğer isteseydi kaba olabilirdi. Herkese karşı sevecen davranmak zorunda değildir; eğer nefret etmek isteseydi, nefret etmeyi seçerdi. Aslında bir sonraki ayette şunlar yazılıdır: “Allah da sizi sevsin… Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir (3:31), Allah’a ve Peygamber’e itaat etmez ve yüz çevirirlerse, şüphe yok ki, Allah kafirleri sevmez” (ayet 32). Ayrıca Allah 25:51’de şöyle dedi: “Dileseydik her memlekete bir uyarıcı gönderirdik.” Ama bunu yapmadı, burada onun keyfi hareket ettiği ima edilir. 10 Başka bir deyişle, sevgi ve merhamet, Tanrı’nın özü değildirler. Tanrı, sevecen olmamayı seçebilirdi. Müslüman bilginlerin, Tanrı’nın kısa bir süre sonra üzerinde duracağımız takdiri ilahisi konusunda büyük zorluk çekmelerinin nedeni budur. Ama önce, Müslüman bilinemezciliği hakkında birkaç söz edelim.

Agnostisizm (Bilinemezcilik)

Tanrı, bir öze sahip olmadığı için ya da en azından Tanrı’nın adlarından (ya da özelliklerinden) biri bunu gerçekten tanımlamadığı için, İslam’ın Tanrı hakkındaki görüşü bir bilinemezcilik biçimi içerir. Aslında İslam’ın ana düşüncesi Tanrı’yı tanımak değil, Tanrı’ya itaat etmektir. Esas olan, O’nun özü üzerinde derin düşünmek değil, O’nun iradesine boyun eğmektir. Pfander’in bu konu ile ilgili olarak Müslümanlar hakkındaki doğru gözlemi şudur: “Eğer bu konuda çok derin düşünürlerse, o zaman Tanrı’yı bilmeleri kesinlikle imkansızlaşır... Böylece, İslam, Bilinemezciliğe yönelir.” 11

Tanrı hakkındaki İslam bilinemezciliği, Tanrı’nın dünyayı, harici nedensellik aracılığı ile yarattığına inandıkları gerçeğinden kaynaklanır. Gerçekten de, “Tanrı iradesi ne mantığın ne de açıklamanın ulaşamayacağı nihai bir boyutun ötesindedir. Ancak yine de tek İradenin Birliği içinde bu tanımlamalar, merhamet, şefkat ve görkem ile ilişkisi olan tanımlamalar ile iş birliği yaparlar.” 12 Tanrı, etkilerine göre adlandırılır, ama onlardan hiçbiri ile özdeşleştirilmemelidir. Nihai neden (Tanrı) ve yaratıkları arasındaki ilişki haricidir, içsel değildir. Yani, Tanrı, iyi olarak adlandırılır, ama bunun nedeni, iyiliğin onun özünün parçası olduğu anlamına gelmez.

Tanrı’nın Kuran’daki tüm adlarına rağmen, İslam’da karşımıza çıkan Tanrı, temelde bilinemeyen Tanrı’dır. Bu adlar bize Tanrı’nın nasıl olduğu ile ilgili herhangi bir şey söylemezler, yalnızca Tanrı’nın nasıl hareket etmek istediğini belirtirler. Tanrı’nın eylemleri, Tanrı’nın karakterini yansıtmazlar.

İslam tarihindeki en seçkin teolog olan El-Gazali şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitti:

Arifin (bilen kişiler) bilgisinin nihai sonucu O’nu tanıma konusundaki yetersizlikleridir ve bilgileri ise O’nu bilmedikleridir ve bunun anlamı, onlar için O’nu bilmenin kesinlikle imkansız olmasıdır. 13

Bilgin El-Gazali’nin çağdaşı olan Fadlou Shehadi adlı bilgin, El-Gazali’nin Tanrı’nın üstünlüğü konusundaki iddialarını analiz ettikten sonra şu sonuca varır:

Eğer Tanrı her alanda diğer herhangi bir varlıktan farklı, eşsiz türde bir varlık ise, daha özel bir biçimde belirtildiği zaman, insan tarafından bilinen herhangi bir şeye benzemiyor ise, o zaman Gazali’nin kendi ilkelerine göre Tanrı’nın, bütünüyle bilinemez olması gerekecektir. Çünkü Gazali’ye göre, her şey benzerliklerine göre bilinir ve bir şey, insan tarafından bilinene hiçbir şekilde benzemiyorsa, o zaman bilinemez. Ayrıca, Tanrı’nın yalnızca “sokaktaki adama” değil, aynı zamanda peygamberlere de gizemcilere de bilinemez, tamamıyla bilinemez olması gerekecektir. Bu olgu, Gazali’nin çok açıkça ve seyrek olarak belirttiği bir sonuçtur. 14

Shehadi’ye göre, “Gazali’nin bilinemezciliğinin ödün vermeyen karakteri, mantığa uygun olarak Tanrı’nın doğasının nihai farklılığı üzerindeki ödün vermeyen duruşundan kaynaklanır. 15

Kuzey Amerika’da zekası, sosyal aktifliği ve aynı zamanda imanlı diyaloğa dahil olması ile iyi tanınan çağdaş bir İslam bilgini olan İsmail El-Faruk, insanların Tanrı’yı bilme konusundaki yetersizlikleri hakkındaki İslam düşüncesinin ana görüşünü şu satırları ile ifade eder:

O Tanrı Kendisini hiç kimseye hiçbir şekilde açıklamaz. Tanrı yalnızca İradesini açıklar. Peygamberlerden birinin, Tanrı’dan Kendisini açıklamasını istediğini hatırlayın; Tanrı ona şöyle dedi: “Hayır, Benim için Kendimi birine açıklamam mümkün değildir.” … Bu, Tanrı’nın isteğidir ve sahip olduğumuz tek şey budur ve bu konuya Kuran’da mükemmel bir şekilde sahibiz. Ama İslam Kuran’ı, Tanrı’nın doğası ya da özü ile eşit saymaz. Kuran Tanrı’nın Sözü’dür, Tanrı’nın Buyruğudur, Tanrı’nın İradesidir. Ama Tanrı, Kendisini hiç kimseye açıklamaz. Hristiyanlar, Tanrı’nın Kendisini açıklaması hakkında konuşurlar –Tanrı tarafından ve Tanrı hakkında– ama Hristiyanlık ve İslam arasındaki büyük fark işte bu noktadadır. Tanrı her şeye üstündür ve eğer bir kez kendisini açıklaması hakkında konuşursanız, o zaman onun pek çok özelliği ile ilgili ödün verilmiş olur. Aynı anda hem tam üstünlük hem de kendini-açıklama özelliklerine sahip olunamaz. 16

Cambridge Üniversitesi mezunu bir başka çağdaş Müslüman teolog olan Şabbir Aktar, benzer ifadeler kullanarak yazar:

Kuran, Müjde’ye benzemez, Kuran, Allah’ın özü konusunda hiçbir zaman yorum yapmaz. ‘Allah bilgedir’ ya da ‘Allah sevecendir’ ifadeleri açıklanmış bilgiye ait parçalar olabilirler, ama Hristiyan­lığa karşıt olarak Müslümanlar, ‘Allah Sevgidir’ ya da ‘Allah Bilgeliktir’ gibi iddialar ile baştan çıkarılamazlar. Yalnızca sıfatsal tanımlamalar tanrısal varlığa atfedilirler ve bunlar sadece Tanrı’nın insan için ne istediği açıklamasını üstlenirler. Bundan fazlası gizemli olarak kalır. 17

Bu konu, İslam ve Hristiyan inancı arasındaki Tanrı öğretişleri ile ilgili farkın (aynı zamanda El-Faruk’un da işaret etmiş olduğu gibi) temel bir noktasıdır. Öğretişler arasındaki bu gerginliğe kısaca değinip geçemeyiz. Ortodoks İslam teolojisinin mantığa uygun sonucu, Tanrı’nın karakteri ile ilgili olan bilinemezciliktir. İslam teolojisine göre Tanrı istemiş ve pek çok şekilde hareket etmiştir, ama bu eylemler arkalarında bulunan tanrısal karakteri hiçbir şekilde yansıtmazlar.

İslam bilinemezciliği ile ilgili bazı önemli sorunların var olduğunu söylemeye gerek yok. Ahlaki, felsefik ve dini birer sorunu kapsayan bu önemli problemlerin bazıları üzerinde duracağız.

Daha önce görmüş olduğumuz gibi, geleneksel İslam öğretişine göre, Tanrı, özünde iyi değildir, ama iyi olarak nitelendirilmesinin nedeni, iyilik yapmasıdır. Tanrı, eylemlerine göre adlandırılır. Eğer durum böyle ise, o zaman Tanrı kötüye neden olduğu için neden aynı zamanda kötü olarak da nitelendirilmesin? İnsanların inanmamalarına neden olduğu için neden inançsız olarak nitelendirilmesin? Tanrı, eylemleri itibarıyla adlandırıldığına göre onu böyle nitelendirmek tutarsızlık gibi görünmez. Müslümanlar, eğer Tanrı’da onu iyi olarak nitelendirmek için temel olan bir şey varsa, ama kötü olarak nitelendirmek için temel olan bir şey yoksa, o zaman Tanrı’nın adlarının onun özü ile ilgili bize bir şey söylediğini kabul ettiklerini söylerler. Aslında, Müslümanlar, neden (Tanrı) ve etki (Tanrı’nın yarattıkları) arasındaki içsel ilişkiyi kabul etmişlerdir. Bu durum, bizi fizik ötesi olan ikinci soruna yönlendirir. Kısaca, Tanrı hakkındaki görüşlerinden vazgeçmek zorunda kalacaklardı.

Tanrı hakkındaki ortaçağa ait görüşlerin kökeninde ikinci yüzyıl filozofu Plotinus’un düşüncesinden kaynaklanan kolay değişmez, sabit bir Neo-Platonizm (üçüncü yüzyılda Eflatun’un fikirleri ile doğunun mistik düşüşlerinin kaynaşmasından meydana gelmiş felsefe sistemi) mevcuttur. 18 Plotinus, Müslüman tektanrıcılığını ciddi olarak etkilemiş olan bir konuma, Nihai Olan’ın (Tanrı) mutlak ve bölünmez olarak bir olduğuna inandı. Ayrıca, Plotinus, Nihai Olan’ın nihai üstünlüğünün (gökte ve göğün ötesinde) öylesine üstün olduğuna inandı ki, ona göre, bu üstünlük mistik deneyimin dışında bilinemezdi. Bu görüş, yalnızca Müslüman bilinemezciliğini değil, ama aynı zamanda Sufi (gizemci) mistisizmini de derinden etkiledi. 19 Nihai Olan (Tanrı) ve ondan (evren) akan arasında benzerlik olamayacağına ilişkin temel neden, Tanrı’nın varlığın ötesinde olması ve varlık ve varlığın ötesinde olan arasında hiçbir benzerlik olamayacağıdır. 20

Orta Çağların son döneminde yaşayan büyük Hristiyan filozofu ve teologu Thomas Aquinas, Plotinyan bilinemezciliğine ve mistisizmine, Müslümanlar’ın da daha sonradan izlemiş oldukları kesin yanıtı tedarik etti. Aquinas, bir etkinin nedenine benzemesi gerektiğini ileri sürdü, çünkü “almadığın bir şeyi veremezsin.” Sahip olmadığın bir şeyi üretemezsin. Bu nedenle, eğer Tanrı iyiliğe neden olursa, o zaman O’nun İyilik olması gerekir. Eğer varlığa neden olduysa, o zaman varlık olması gerekir. Sahip olduğumuz gerçekliklerin hepsi, bize O’ndan ve O’nun olduğu kendi doğasından verilmiştir. 21

Bu görüşe yapılan itirazlar genellikle ya maddesel ya da aracı bir nedeni, etkili bir neden ile karıştırırlar. Bir şeyin etkili nedeni, onun tarafından var edilen bir şeydir. Aracı neden, onun aracılığı ile oluşan bir şeydir. Ve maddesel neden, onun kendisinden yapılandır. Bu durumda, maddesel ve aracı nedenlerin ille de etkilerine benzemeleri gerekmez, ama etkili nedenler etkilerine benzerler. Örneğin, tablo ressamın fırçasına benzemez ama ressamın zihnine benzer. Bunun nedeni, fırçanın yalnızca aracı bir neden olmasıdır, oysa ressam, etkili nedendir. Aynı zamanda bu maddeyi (kitabı) kıyasladığımız bilgisayar da kitaba benzemez, ama bu kitapta ifade edilen fikirler, zihinlerimizdeki fikirlere benzerler.

Yapılan bir diğer hata ise, maddeselliği ve etkili nedenselliği birbirleri ile karıştırmaktır. 22 Sıcak su bir yumurtanın sertleşmesine neden olabilir. Bunun nedeni yumurtanın maddesel koşuludur. Aynı sıcak su mumun erimesine neden olur. Farklılık, üzerinde nedenselliğin kabul edildiği maddedir. Bu nedenle, sınırsız bir Tanrı sınırlı bir dünyaya neden olabilir ve olur. Ancak Tanrı, sınırsız bir evrene neden oldu diye sınırlı olmaz. Tanrı, koşula bağlı da değildir, çünkü gerekli bir varlık olarak Tanrı, koşula bağlı bir evrene neden oldu. Sınırlılık ve koşula bağlılık yaratılmış bir varlığın çok maddesel doğasının kısımlarıdırlar. Tanrı, bu tür biçimlerde yarattıklarına benzemez. Öte yandan, var olan her şey varlığa sahiptir ve Tanrı, Varlık’tır. Bu nedenle, Varlık ve varlık arasında bir benzerliğin bulunması gerekir. Tanrı, mümkün olan imkanın hepsi olmadan, Saf Hakikat’tir. Var olan diğer her şey, var olmama gücüne sahiptir. Bu nedenle, yaratılmış olan her şey, gerçekten var olduğu için hakikate ve mümkün olan imkana sahiptir, çünkü aksi takdirde var olmaları mümkün olamazdı. Bu nedenle, Tanrı’yı etkilerine göre adlandırdığımız zaman, onun hakkında sınırlılık ya da kusurluluk ima eden bir şeyin olmadığını kanıtlamamız ve ona yalnızca saf niteliği ya da mükemmelliği atfetmemiz gerekir. Tanrı’ya iyilik atfedilebilirken, kötülük atfedilememesinin nedeni budur. Kötülük, bazı iyi özelliklerin kusurluluğunu ya da yoksunluğunu ima eder. Öte yandan, iyilik kendi içinde bir sınırlılığı ya da kusurluluğu ima etmez. 23 Bu nedenle, Tanrı, doğası itibarı ile iyidir, ama kötü olamaz ya da kötülük yapamaz.

Aynı zamanda İslam tektanrıcılığı ile ilgili dini bir sorun da mevcuttur. Tektanrıcılık kapsamı içindeki bir dini deneyim iki kişinin, tapınanın ve Tanrı’nın arasındaki ilişkiyi içerir. Bu ilişki, Martin Buber’in doğru olarak gözlemlediği gibi, bir Ben-Sen ilişkisidir. 24 Ancak bir kişi, hakkında hiçbir şey bilemeyeceği birine nasıl tapınabilir? İslam’da bile, kişinin Tanrı’ya boyun eğmesi gerekir. Ama hakkında hiçbir şey bilmediğimiz birine nasıl aşık olabiliriz? Ateist Ludwig Feuerbach bu konu ile ilgili düşüncesini şöyle ifade eder: “Gerçekten dindar olan bir kişi, tamamıyla olumsuz bir varlığa tapınamaz. ... Yalnızca, bir kişi din konusundaki beğenisini yitirdiği zaman, Tanrı’nın varlığı, özellikleri olmayan, bilinemeyen bir Tanrı haline gelir.” 25

Bazı eleştirmenler Tanrı hakkındaki aşırı üstün Müslüman görüşünün bazı Müslüman mezheplerinin Muhammed’e karşı çıkmalarına neden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her şeye egemen olan Tanrı ile ilişki imkansız ve uzak gibi göründüğü için, kişinin Tanrı’nın tahtına yaklaşmaya cesaret edebilmesi bile ancak Muhammed aracılığı ile mümkündür. Qawwalis’de (rağbet gören bir kültürel olay) Muhammed şiir ile övülür. Bu durum genellikle, tanrılaştırma biçimini alır: “Eğer Muhammed olmasaydı, Tanrı’nın kendisi var olmazdı!” Bu ifade, Muhammed’in Tanrı ile sahip olması gereken yakın ilişki ile ilgili bir kinayedir. Yayın araçlarında Muhammed’e genellikle şu unvanlar verilir: “Dünyanın Kurtarıcısı” ve “Evrenin Efendisi.” 26

Aşırı Determinizm (Gerekircilik)

İslam’da, Tanrı ve insani varlıklar arasındaki ilişki, temelde Efendi ve kul ilişkisi olduğu için Tanrı tek egemendir ve insan ona itaatkâr bir kul olarak itaat etmek zorundadır. Kuran’da yer alan Tanrı ile ilgili bu mutlak egemen resim, Tanrı’nın mutlak egemenliği ve insanın özgür iradesi ile ilgili olarak Müslüman teolojisinde gerginlik yaratmıştır.

Aksine yapılan itirazlara rağmen, 27 İslam, hem iyinin hem de kötünün, mutlak ilahi takdir olduğunu öğretir, yani, iyi ya da kötü tüm düşüncelerimizin, işlerimizin ya da eylemlerimizin önceden görüldüğünü, kararlaştırıldığını ve tüm sonsuzluktan beri buyrulmuş olduğunu ve olup biten her şeyin bu konuda daha önceden yazılmış olanlar ile uyumlu olarak gerçekleştiğini ileri sürer. Bunun nedeni, Tanrı’nın “Mutlak Hakimiyet Sahibi” olmasıdır (6:18). Kuran’ın bu tür ifadeleri üzerinde yorum yapan Kenneth Cragg, “Tanrı”nın Kader ya da “her şey üzerinde hüküm ve hikmet sahibi” olduğuna işaret eder ve onun takdiri ya da her şeyin üzerinde “hüküm sahibi” olması tüm insanlığı ve tüm tarihi kapsar. Canlı ya da cansız doğa, O’nun buyruğuna boyun eğer ve var olan her şey –bir yaz çiçeği ya da bir katilin cinayeti, yeni doğmuş bir çocuk ya da bir günahkârın inançsızlığı– O’ndan gelir ve O’nun ile ilgilidir. Aslında, eğer “Tanrı isteseydi, hiçbir yaratık, hiçbir putpererestlik olmazdı, Cehennem ve Cehennemden kaçma ihtiyacı olması gerekmezdi.” 28 Müslüman bilgin Fazlur Rahman bile aşırı kaderciliğe önem vermediğini söylemesine rağmen, yine de şu düşüncesini itiraf etmekten çekinmez: “Tanrı’nın dilediğini doğru yola koyduğunu, dilediğini doğru yoldan saptırdığını ya da bazı kişilerin yüreklerini, gerçeği öğrenmemeleri için “mühürlediğini” Kuran’ın pek çok ifadesi ile desteklediği konusunda hiç kuşku yoktur.” 29

Önceden yapılan ilahi takdirin bu aşırı biçimi ile ilgili dört temel sorun mevcuttur. Bu sorunlar, mantıksal, ahlaki, teolojik ve fizik ötesidir. Biri karşıtlık içerir; biri insanın sorumluluğunu yok eder; biri Tanrı’yı kötülüğün kaynağı yapar; ve biri panteizme (kamutanrıcılık, vahdeti vücut) yol açar.

İslam Kaderciliği İle İlgili Mantıksal Sorun

Müslüman yorumcular bile, Tanrı’nın birbirleri ile çelişen eylemlerde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. En büyük İslam savunucularından biri olan Goldziher, bu konuyu şu şekilde özetler: “Bu öğretiş üzerinde Kuran’dan alınabilecek olan eşit derecede karşıt bir öğretiş olasılığı düşüncesi yoktur. 30 Bir diğer bilgin şu noktaya dikkat çeker: “Kuran’ın İlahi Takdir öğretişi, çok mantıklı olmasa da çok açık ve nettir.” 31 Örneğin, Tanrı, “Yoldan Saptıran” olduğu gibi, aynı zamanda “Rehberlik Eden’dir de.” Şeytan’ın yap­tığı gibi O da aynı zamanda “Zarar Getiren’dir.” Tanrı, tanımlanırken kullanılan diğer ifadeler şunlardır: Aşağı İndiren, Zorlayan, Mecbur Eden ya da Zorba, Kendini Beğenmiş – tüm bu ifadeler, insanlar için kullanıldıkları zaman kötü bir anlam taşırlar.

Pek çok Müslüman bilgini, bu konuya uyum sağlamak için bu karşıtlıkların Tanrı’nın doğasında bulunmadıklarına (Tanrı’nın bu karşıtlıklara gerçekten sahip olduğuna inanmazlar), onun iradesinin alanında yer aldığına işaret ederek uzlaştırma sağlamak girişiminde bulunurlar. Bu karşıtlıklar onun özünde değil, eylemlerindedirler. Her şeye rağmen, bu açıklama yine de iki neden için yeterli bir açıklamadır. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, Tanrı bir nedenden ötürü bilinebilen bir doğaya ya da öze sahiptir. Bu yüzden, Müslüman bilginler, Tanrı’nın, mantıklı olarak özeliklerini iradesinin gizemi içinde ama özünün dışında yerleştirerek onlara karşı çıktığı çelişkisini bertaraf edemezler. Ayrıca, eylemler doğadan kaynaklanır ve doğayı temsil ederler, bu nedenle doğada eylem ile uyum sağlayan bir şeyin mevcut olması gerekir. Tatlı su kaynağından tuzlu su akmaz.

Diğerleri Kuran’da yer almayan bir ayırım yaratarak İslam kaderciliğinin katı aşırılıklarını geri çekme girişiminde bulunurlar; Tanrı’nın yaptığı ve yaratıklarının kendi özgür iradeleri aracılığı ile yapmalarına izin verdiği arasında bir ayırım olduğunu ileri sürerler. Bu tutum sorunu çözebilirdi, ama göreceğimiz gibi, bu ancak Kuran’ın ve İslam geleneklerinin ve ikrarının aşikâr ifadeleri reddedildiği takdirde mümkün olacak bir tutum olurdu.

İslam Kaderciliği İle İlgili Ahlaki Sorun

Pek çok Müslüman bilgini insanın sorumluluğunu korumayı arzu ederken, böyle yapmakla ancak Kuran’ın aslen söylediğinde değişiklik yapmak gibi bir başarı elde edebilirler. Kuran’ın şu sözleri üzerinde düşünün: “De ki: Bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir” (9:51). “Allah kimi doğru yola iletirse, odur doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa, işte onlar, ziyana uğrayanların ta kendileridir. Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunları anlamayan, gözleri olup da bunları görmeyen, kulakları olup da bunlar ile işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik.” (7:178-79); “Andolsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler. Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarı kalkık durumdadır. Biz, onların önlerine bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar” (36:7-10).

Ayrıca, Kuran kısaca şunu ifade eder: Tanrı herkesi kurtarabilirdi, ama böyle yapmak istemedi! “Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benim, ‘Andolsun, cehennemi hem cinlerden hem de insanlardan dolduracağım’ sözüm gerçekleşecektir” (32:13).

Böyle bir görüşe sahip olarak, herhangi bir insan sorumluluğu şeklini sürekli olarak muhafaza etmenin nasıl mümkün olabileceğini anlamak oldukça güçtür.

İslam Determinizmi (Gerekircilik) İle İlgili Teolojik Sorun

Tanrı’nın tüm olaylar üzerindeki egemen kararlılığına ilişkin bu ciddi görüş ile ilgili bir başka sorun mevcuttur: Bu görüş Tanrı’yı kötülüğün kaynağı haline getirir. Bazı hadisler de, Tanrı’yı buna benzer şekilde tasvir eder. Aşağıdaki hadis, El-Buhari tarafından aktarılmıştır:

Güvenilir ve gerçekten vahiy almış Tanrı Elçisi, şöyle dedi: “Annesinin rahminde kırk gün toplanmış olan her biriniz... ve sonra Allah bir melek gönderir ve ona dört şey yazmasını emreder: Örneğin, ona sağlanan ve yaşı ve sefillerden mi yoksa kutsanmışlardan (bundan sonraki yaşamda) mı olacağı. Sonra onun içine can üflenir. Ve Tanrı tarafından aranızdan biri (ya da bir erkek), kendisi ile ateş arasında bir gez (dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü) ya da bir kol uzunluğu mesafe kalıncaya kadar, Cehennem’e ait insanların yaptığı işleri yapabilir. Ama sonra yazı (Allah’ın meleğe yazmasını emrettiği) öne geçer ve Cennet’e ait kişilerin yaptığı işleri yapar ve cennete girer; ve bir kişi kendisi ve cennet arasında yalnızca bir ya da iki gez mesafe kalıncaya kadar Cennet’e ait insanların yaptıkları işleri yapabilir ve sonra yazı öne geçer ve Cehenem’e ait insanların yaptıkları işleri yapar ve oraya girer.” 32

Bir başka hadiste şunları okuruz:

Peygamber şöyle dedi: “Adem ve Musa birbirleri ile tartıştılar. Musa, Adem’e, ‘Ey Adem! Sen bizi hayal kırıklığına uğratan ve Cennet yolundan döndüren babamızsın.’ Adem, sonra ona şöyle dedi, ‘Ey Musa! Allah, senin ile konuşarak (senin ile doğrudan konuştu) sana iyilik etti ve Kendi eli ile (Tevrat’ı) senin için yazdı. Sen, Allah’ın beni yaratmadan kırk yıl önce yazdığı kaderim ile ilgili eylem için beni mi suçluyorsun?’ Böylece Adem Musa’yı yalanladı, Musa da Adem’i.” Peygamber, bu ifadeyi üç kez tekrarlayarak ekledi. 33

Tüm zamanların en çok saygı gören teologlarından El-Gazali, açıkça şunu kabul ettiğini belirtir: “O Tanrı aynı zamanda inanmayanın imansızlığını ve kötünün dinsizliğini ister ve bu istek olmadığı takdirde, ne imansızlık olur ne de dinsizlik. Yaptığımız her şeyi O’nun isteği aracılığı ile yaparız: O’nun istemediği hiçbir şey gerçekleşmez.” Ve eğer biri Tanrı’nın, insanların neden inanmamalarını istediğini soracak olur ise, El-Gazali şu karşılığı verir: “Biz, Tanrı’nın ne istediğini ya da ne yaptığını araştırma ya da sorgulama hakkına sahip değiliz. O, özgürce istemek ve hoşuna gideni yapmak konusunda mükemmel bir şekilde yetkilidir. İnanmayanları yaratmak ile, onların bu durumda kalmaları gerekmesini istemek ile; … kısaca kötü olan her şeyi istemek ile, Tanrı görüşü, bizim bilmemiz gerekmeyen bilge sonuçlara sahiptir.” 34

İslam Determinizmi (Gerekircilik) İle İlgili Fizik Ötesi Sorun

Determinizmin bu aşırı biçimi, bazı Müslüman bilginlerini evrende gerçekten yalnızca tek bir etkili kişi –Tanrı– bulunduğuna ilişkin mantıklı sonuca yönlendirmiştir. Müslüman bir teolog şunu yazar: “O Tanrı yalnızca her şeyi yapabilmek ile kalmaz, aslında her şeyi yapan yalnızca O’dur. Bir kişi yazdığı zaman, onun zihninde yazması için istek yaratan Allah’tır. Allah aynı zamanda yazmak için güç verir, sonra elin ve kalemin hareketini sağlar ve kağıt üzerinde yazılar gerçekleşir. Allah dışında her şey pasiftir, aktif olan yalnızca Allah’tır.” 35 Bu tür bir determinizm Orta Çağ düşüncesinin yüreğinde yer alır ve kilisenin Thomas Aquinas’ın büyük zekasına karşılık vermeye çağrıldığı en büyük nedenlerden biridir. Thomas Aquinas’ın ünlü Summa Contra Gentiles adlı eseri, İspanya’daki İslam ile ilgilenen Hristiyan görevlilerin duyduğu ihtiyaç aracılığı ile ortaya çıkmıştır. Tarih şunu kaydeder: Thomas Aquinas bu görüşün etkisini Latin Averroizmi’nin kökeninden almıştır.

Bu köklü takdiri ilahi Müslümanlık ile ilgili ikrar ifadelerinde açıklanır. Bu ifadelerin birinde şu yazılıdır: “En Yüce olan Tanrı, yarattıklarının, imansızlık ya da iman, itaat ya da itaatsizlik gibi tüm eylemlerinin Yaratıcısıdır. Hepsi, Tanrı’nın İradesi ve Hükmü, O’nun sonucu ve O’nun buyruğu ile gerçekleşir.” 36 Bir başkası şu ifadeyi ileri sürer: “Tanrı’nın tek olası özelliği, O’nun iyiyi ya da kötüyü dilediği her zaman yaratma Gücüdür. Örneğin, O’nun buyruğu… Hem iyi hem de kötü şeyler Tanrı’nın buyruğunun sonucudurlar. Buna inanmak her Müslüman’ın görevidir.” Ayrıca, “Zarara ya da iyiye neden olan O’dur. Bazı kişilerin iyi, diğerlerinin kötü işleri, Tanrı’nın bazılarını cezalandırmak bazılarını da ödüllendirmek istediğini gösteren belirtilerdir.” Bu nedenle, “Eğer Tanrı birini Kendi yakınına çekmek isterse, o zaman o kişiye, iyi işler yapması için lütuf sağlayacaktır. Eğer birini reddetmeyi ve o kişiyi utandırmayı arzu ederse, o zaman onun içinde günah yaratacaktır. Tanrı her şeyi, hem iyiyi, hem de kötüyü yaratır. Tanrı, insanları yaratığı gibi onların eylemlerini de yaratır: ‘Oysa Allah, sizi de yaptığınız şeyleri de yaratmıştır’ (37:96). 37 Aslında Müslümanlık ikrarı ‘Tanrı’dan başka Tanrı yoktur,’ ‘Tanrı’dan başka hareket eden yoktur’ şeklinde yeniden düzenlenerek okunabilir.” 38 Bazı Müslüman mistikler bu konuyu öylesine ileri götürmüşlerdir ki, şu iddiada dahi bulunurlar: “Hiçbir yaratık (bile), Tanrı’nın birliğinin doğrulanmasında pay almaz. Tanrı’nın birliğini doğrulayan yalnızca Tanrı’dır.” 39

Müslüman determinizminin, panteizme (vahdeti vücut, kamutanrıcılık) nasıl neden olduğunu gösteren çok canlı bir örnek mevcuttur: Müslüman tektanrıcılığının “insan olanın izlerinin ve tanrısal olanın izolasyonunu” yok ettiğini beyan eden İslam mistikleri. Gerçekten, adanmış bir Müslüman Tanrı’dan “Senin benim bireyselliğim olabilmen için, benim bireyselliğimi sil” şeklinde bir istekte bulunur. Böylece, Gramlin’in daha sonra belirttiği gibi, Müslüman’ın iman ikrarı, “Tanrı’dan başka hiçbir şey” ifadesinden başlayarak, “Tanrı’dan başka hiç kimse hareket etmez” ifadesinin öte­sindeki “Tanrı’dan başka hiç kimse varlık değildir” ifadesine dönüşür. 40

Sonuç

Tanrı’nın, yarattıklarının her görünümü üzerindeki mutlak kontrolü ile ilgili tutumunun, İslam teolojisi ve kültürü üzerinde derin bir etkiye sahip olduğu aşikârdır. Ünlü Persli şair Ömer Hayyam, aşağıdaki şu satırları ile Müslüman teolojisinin her şeyi talih ya da kadere bırakan gerginliğini net bir şekilde yansıtır:

Kaderin insanlar ile dama taşları gibi oynadığı yerde, gece ve gündüzün
hepsi bir dama tahtasıdır; kader, bir ileri bir geri hareket eder, mat eder ve öldürür,
Ve onları birer birer geriye, hücreye koyar.


1. Cragg, The Call of the Minaret, 39.

2. Bakınız Nasır El-Din El-Assad in Kochler, 23

3. Mahmud, 20.

4. Ajijola, 55.

5. Bu yanlış anlama, Tanrı’nın hiçbir zaman “Baba” olarak adlandırılamayacağı ya da çağrılamayacağı gerçeği nedeni ile ortaya çıkmış olabilir. Çünkü bu unvan, Müslümanlar için Tanrı’nın sahip olmasının imkansız olduğu bir oğul akla getirmektedir.

6. Bakınız Cragg, 42.

7. Aynı kitapta, 42-43.

8. Bakınız Waddy, 14.

9. Goldziher, 97.

10. Buna karşılık olarak Kutsal Kitap’ın herkesi seven (Yuhanna 3:16), günah konusunda herkesi ikna eden (Yuhanna 16:7), herkesin kurtulmasını isteyen (2.Petrus 3:9), bu nedenle herkese gerekli ışığı veren (Romalılar 1:19-20), ve kendisine gelen herkesi kabul eden (Elçilerin İşleri 10:35; İbraniler 11:6) Tanrısını düşünün ve kıyaslama yapın. Aynı zamanda bakınız: N. L. Geisler, “Essentialism, divine” in Baker Encyclopedia of Christian Apologetics, 216-18.

11. Pfander, 187.

12. Bakınız Cragg, 42-43.

13. Fadlou Shehadi, Ghazali’s Uniqe Unknowable God (Gazali’nin Eşsiz Bilinemez Tanrısı- Leiden: E. J. Brill, 1964), 37.

14. Aynı kitapta, 21-22

15. Aynı kitapta, 48.

16. El-Faruk, Christian Mission and Islamic Da’wah: Proceedings of the Chambesy Dialogue Consultation (Leicester: The Islamic Foundation, 1982), 47-48.

17. Şabbir Aktar, A Faith for All Seasons (Chicago: Ivan R. Dee Publisher, 1990), 180-181.

18. Bakınız Anderson, Islam in the Modern World 68-69.

19. Sufi İslam hakkında bir tartışma için Ek 1’e bakınız.

20. Plotinus, The Enneads, çeviri Stephen MacKenna (London: Faber and Faber Limited, 1966), bakınız 3.8.101; 6.9.4; 6.7.29; 5.3.4; 5.5.6.

21. Bakınız N. L. Geisler, Thomas Aquinas: An Evangelical Appraisal (Grand Rapids: Baker, 1991), Bölüm. 10.

22. Aynı kitapta.

23. Aziz Augustine bizlerin iyi dediği şeyin, olumlu mükemmellik ve kötünün bu mükemmellikten yoksunluğu olduğuna ilişkin doğru bir gözlemde bulundu, çünkü eğer bir şeyden tüm iyiyi aldığımız takdirde, geriye hiçbir şey kalmaz. Ama tüm kötüyü ondan uzaklaştırdığımız zaman, geriye kalan daha da mükemmel olandır. Augustine’nin “anti-Manichean Writings,” eserine bakınız, in Philip Schaff, ed. Nicene and Post-Nicene Fathers of the Christian Church, 1.ci diziler, cilt 4 (1886-1888; yeniden baskı, Grand Rapids: Eerdmans, 1979).

24. Martin Buber, I and Thou (New York, 1970).

25. Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity, çeviri George Eliot (New York: Harper ve Row, 1957), 15.

26. Nazir-Ali, 130-131. Aynı zamanda kitabımızın Muhammed hakkındaki 8. bölümüne de bakınız.

27. Örneğin, Rahman Suresi: “Kuran’ın insanın özgür iradesini inkâr ederek, insan davranışının mutlak bir kadere bağlı olduğuna inandığını düşünmek, yalnızca Kuran’ın tüm içeriğini neredeyse reddetmek değil, ama Kuran’ın ana temelinin altını oymaktır: Kuran, kendi iddiasına göre insana doğru yola gelmesi için bir davettir (hudan li’lnas)” (Rahman, 20). Haykal da aynı şekilde, İslam kaderciliğinin eleştirmenlerinin “onun insanın eylem özgürlüğüne açık bıraktığı geniş alanı” gözden kaçırdıklarından şikayet eder (Haykal, 562). Ancak Müslüman savunucular, kendi fikirlerinin önde gelmesini isterlerken, Kuran’a, hadise, Müslüman ikrarına ve bu kaderci onaylamaların mantıklı imalarına karşıt olan net ifadeleri görmezden gelirler.

28. Bakınız Cragg, 44-45.

29. Bakınız, Rahman, 15

30. Bakınız Goldziher, 78. Ancak yine de o, bu klasik teolojik güçlük için çözüm sunmaya devam eder: “Bu Kuran ifadelerinin büyük bir bölümü, genel olarak şu sonuca varmak için kullanılırlar: Eğer “yoldan saptırmak” sözcüğünün anlamını daha kesin bir şekilde anlarsak, o zaman Tanrı’nın kendisinin insanın günahkârlığına neden olması ve insanları saptırması daha farklı bir ışık altında görülebilecektir.” Böylece, kesin fiilin (adalla) bu çevre ve koşullar içinde ‘yoldan saptırmak’ olarak anlaşılmaması gerekir; aksine, “yoldan sapmalarına izin vermek” olarak anlaşılmalıdır, yani, ‘biri ile ilgilenmemek, ona ilahi takdirinin yolunu göstermemek’ ifadesi doğru anlam taşıyan ifadedir” (sayfa 79-80). Ama her bölümün içeriği, geleneksel İslam yorumu ile birlikte özenli bir şekilde incelendiği zaman, ortaya çıkan yalnızca karşıt anlamdır.

31. Stanton, 54-55.

32. El-Buhari, cilt. 8. 387.

33. Aynı kitapta, 399. Buhari’deki benzer öyküler için “The Book of El-Kader”in 8. cildine bakınız.

34. Aktarmayı yapan, Abdül-Hak, 152, Hughe’un Dictionary of Islam eserinden, 147.

35. Nehls, 21.

36. Bakınız Cragg, 60-61.

37. Rippin ve Knappert, Textual Sources for the Study of Islam, 133.

38. Aktarmayı yapan, Richard Gramlich, “Mystical Dimensions of Islamic Monotheism,” in Schimmel, 141.

39. Aynı kitapta, 144.

40. Aynı kitapta, 142.

Muhammed’in, Tanrı’nın insanlığa tam ve nihai açıklamasını getiren son peygamber olduğuna ilişkin Müslüman inancını daha önce beyan etmiştik (bakınız Bölüm 4). Kuran’ın kendisinin, diğer tüm açıklamaların ve dinlerin önüne geçerek, Tanrı’nın son sözü olduğunu belirttiğine ilişkin gerçek –dünya nüfusunun beşte birinin inandığı, Muhammed’in Tanrı’nın bir peygamberi olduğuna duyulan inanç hakkındaki iddia– bize, bu konuya dikkatimizi vermemizi gerektirir.

Muhammed’in Peygamberlik İddiası
Bir Peygamberin Doğası

Muhammed’in, Tanrı’nın bir peygamberi olduğuna ilişkin iddiasını doğru bir şekilde değerlendirmek için bir peygamber denildiği zaman peygamber sözcüğü ile neyin kast edildiğini yeniden gözden geçirmemiz gerekir. 1 Arapça’da Tanrı’nın elçileri için kullanılan iki temel sözcük vardır. Resul ifadesi, “gönderilen kişi” (Grekçe’deki apostolos sözcüğü gibi) anlamına gelir, ve nebi ifadesi “bilgi taşıyan ve Tanrı’dan gelen haberleri ilan eden kişi” (bu sözcük, İbranice’deki nabi sözcüğüne benzer) demektir. 2

Doğası itibarı ile bir peygamberin yalnızca insani bir varlık olması gerekir, ama peygamberin karakteri kusursuz (ismet) olmalıdır, bunun anlamı peygamberin ya günahsız ya da tüm büyük günah­lardan tamamen uzak olmasıdır. 3 Bir peygamberin görevine gelince, Kuran bu konuda açık ve tek anlamlı ifade kullanır: 16:36 ayetinde şunları okuruz: “Andolsun, biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan (insanları azdıran, saptıran şeylerin hepsi) kaçının’ diye peygamber gönderdik” (aynı zamanda 40:15 ayetine de bakın).

Tüm peygamberler, tanrısal iradeye boyun eğmek gibi aynı temel mesajı vaaz ettiler, ama buna rağmen Muhammed’in mesajı, farklı görülür; onun mesajının Tanrı’nın insanlığa ilettiği son ve nihai Tanrı sözü olduğuna ve mükemmel bir şekilde yazıldığına ve kusursuz olarak korunduğuna inanılır. Muhammed de kendisini gerçekten “Peygamberlerin Mührü” olarak düşündü (33:40). İyi bilinen bir hadiste Muhammed kendi eşsizliğini şu şekilde belirtir: “Bana bir aylık yolculuk mesafesinde zafer ihsan edildi; ve aracılık (şefaat) etme izni verildi; ben tüm insanlığa gönderildim; ve peygamberler benim gelişim ile birlikte mühürlendiler.” 4

Muhammed için bu nihai açıklama ile ilgili eşsiz iddia Muham­med’in, Tanrı’nın peygamberi olarak İbrahim, Musa, İsa ve diğer­lerinden üstün olduğuna ilişkin kanıt göstermesini gerekli kıldı. İslam dini savunucuları geleneksel olarak Muhammed’in önceki peygamberlerden üstün olduğunu kanıtlamak için pek çok mantık dizisi oluşturdular. Bunlara göre kanıtların başlıcaları şunlardır: 5

1) Eski ve Yeni Antlaşma’ların her ikisi de onun ile ilgili net pey­gamberlikler içerirler; 2) Muhammed’e yapılan peygamberlik çağ­rısının doğasının mucizevi olması; 3) Kuran’ın dilinin ve öğretişi­nin benzersiz oluşu ve bu yüzden yalnızca Kuran’ın, Muham­med’in iddialarının gerçekliğini yeterli olarak kanıtladığı; 4) Mu­hammed’in mucizelerinin En Yüce Olan tarafından vurulan bir mühür oldukları; 5) yaşamının ve karakterinin onun peygamber­lerin sonuncusu ve en büyüğü olduğunu kanıtlamaları. 6

Müslümanların İddiasının Kutsal Kitap Desteği Açısından

Değerlendirilmesi

Muhammed’in, Tanrı tarafından çağrılmış olduğuna inandığı konusunda hiçbir kuşku yoktur. Aynı şekilde, Tanrı’nın ona melek Cebrail aracılığı ile verdiği açıklamalara duyduğu inanç da sarsılmaz gibi görünür. Elbette, tüm düşünen kişilerin bildiği gibi, ne öznel deneyim ne de inanç içtenliği kendi başlarına bu deneyimin doğruluğuna dair bir kanıt teşkil etmezler. Eleştirmenler, Muhammed’in, Tanrı’nın eşsiz peygamberi olduğuna ilişkin iddiayı desteklemek için sunulan kanıtların her birine karşılık vermişlerdir. Düşünebilen herhangi bir Müslüman’ın ya da Müslüman olmayanın konu üzerinde bir karara varmadan önce göz önünde bulundurması gereken pek çok şeye işaret etmişlerdir.

Abdül-Ahad Davud, çok rağbet gören Kutsal Kitap’ta Muhammed adlı kitabında, Kutsal Kitap’ın, peygamber Muhammed’in gelişini önceden bildirdiğini ileri sürer. Ve şu iddiada bulunur: “Muhammed, Antlaşma’nın gerçek objesidir ve onda, yalnızca onda, Eski Antlaşma’daki tüm peygamberlikler, gerçek ve birebir olarak yerine geldiler.” 7 Aynı şekilde, Yeni Antlaşma hakkında da şu iddiada ısrar eder: “Eğer bu Müjdeler İslami ve Teslis Öğretişine İnanmayan bir görüş açısı ile okunmadıkları ve incelenmedikleri takdirde, gerçeğe, gerçek dine ulaşmak kesinlikle imkansızdır.” 8 Abdül-Ahad Davud daha sonra önceden bildirilen peygamberin Mesih değil Muhammed olduğunu bularak Yeni Antlaşma’yı inceler. Şimdi, bu iddiaları desteklemek için Davud’un ve diğer Müslümanlar’ın kullandıkları metinleri gözden geçirelim. 9

Yasa’nın Tekrarı 18:15-18. Tanrı, Musa’ya şu vaadi verdi: “Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkartacağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek” (ayet 18). Müslümanlar, bu peygamberliğin Muhammed ile gerçekleştiğine inanırlar, ve iddialarını desteklemek için de Kuran’da yer alan şu ayete işaret ederler: “Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resule, o ümmi (okuma yazma bilmeyen) peygambere” (7:157).

Ama yine de bu peygamberlik, çeşitli nedenlerden ötürü Muhammed için bir referans olamazdı. Çünkü ilk olarak, “kardeşler” ifadesinin, İsrailli kişileri kast ettiği açıktır. Çünkü Yahudi Levili­lere’e aynı bölümde “kardeşleri arasında payı, mülkü ya da mirası olmayacak bir oymak” olacağı söylenir” (ayet 2).

İkinci olarak, “kardeşler” ifadesi, İsraillilerin Arap düşmanlarına değil, İsrail’in kendisine işaret ettiği için, Tanrı neden İsrail için İsrail’in düşmanları arasından bir peygamber çıkartsın?

Üçüncüsü, bu kitabın diğer yerlerinde geçen “kardeşler” ifadesi, aynı zamanda yabancıları değil, İsraillileri kast eder. Tanrı, Yahudiler’e, bir “yabancıyı” değil, “kendi kardeşleri arasından birini” kral olarak seçmelerini söyledi (Yasa’nın Tekrarı 17:15). İsrail, hiçbir zaman Yahudi olmayan bir kral seçmedi.

Dördüncüsü, Müslümanlar’ın da kabul ettiği gibi Muhammed, İsmail’den gelir ve Yahudi tahtının mirasçıları İshak’tan gelirler. Tevrat’a göre, İbrahim, “Keşke İsmail’i mirasçım kabul etseydin” diye dua ettiği zaman, Tanrı üzerinde kesin olarak durarak şu yanıtı verdi: “Antlaşmamı İshak ile sürdüreceğim” (Yaratılış 17:21). Daha sonra Tanrı şu sözleri tekrarladı: “Senin soyun İshak ile sürecektir” (Yaratılış 21:12).

Beşincisi, Kuran’ın kendisi, peygamberlik soyunun İsmail ile değil, İshak ile süreceğini belirtir: “Ona (İbrahim’e) İshak’ı ve Yakub’u bahşettik. Onun soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik.” (29:27). Müslüman bilgin Yusuf Ali, “İbrahim” sözcüğünü ekler ve anlamı şu şekilde değiştirir: “İbrahim’e, İshak’ı ve Yakub’u verdik ve onun soyu arasında Peygamberlik ve Açıklama buyurduk.” Böylece, İsmail’in babası İbrahim’i ekleyerek, İsmail’in soyundan olan Muhammed’i peygamberlik soyuna dahil edebilir! Ancak, İbrahim’in adı Müslümanlar’ın mükemmel bir şekilde korunduğuna inandıkları Kuran’ın Arapça metninde yer almaz.

Altıncısı, eski güvenilir belgelere göre, 10 bu ayeti bütünüyle yerine getiren Muhammed değil, İsa’dır, çünkü İsa, yasa altında doğan Yahudi kardeşlerinin arasındandı (Galatyalılar 4:4). İsa aynı zamanda Yasa’nın Tekrarı 18:18’i de kusursuz bir şekilde yerine getirdi: “İnsanoğlu’nu yukarı kaldırdığınız zaman benim O olduğumu, kendiliğimden hiçbir şey yapmadığımı, ama tıpkı Baba’nın bana öğrettiği gibi konuştuğumu anlayacaksınız” (Yuhanna 8:28). “Çünkü ben kendiliğimden konuşmadım. Beni gönderen Baba’nın kendisi ne söylemem ve ne konuşmam gerektiğini bana buyurdu” (Yuhanna 12:49). İsa, kendisinin bir “peygamber” olduğunu söyledi (Luka 13:33) ve insanlar onun bir peygamber olduğunu düşündüler (Matta 21:11; Luka 7:16; 24:19; Yuhanna 4:19; 6:14; 7:40; 9:17). Tanrı’nın Oğlu olarak İsa peygamberdi (Tanrı’nın sözlerini insanlara iletti), kâhindi (İbraniler 7-10, insanlar adına Tanrı’ya konuştu) ve kraldı (Tanrı adına insanlar üzerinde egemenlik sürer, Vahiy 19-20).

Son olarak, Muhammed’e değil, yalnızca İsa’ya uyan başka “Peygamber” özellikleri de mevcuttur. Bu özellikler şunlardır: Kuran’da, Muhammed’in yapmadığını itiraf ettiği Tanrı ile “yüz yüze” konuşmak ve “belirtiler ve mucizeler” yapmak.

Yasa’nın Tekrarı 33:2. Pek çok İslam bilgini bu ayetin Tanrı’nın, üç ayrı ziyaretini önceden bildirdiğine inanırlar: Birincisi, “Sina” dağında Musa’yı, diğeri İsa ile “Seir”de ve üçüncüsü Mekke’ye “on bin” kişilik bir ordu ile gelen Muhammed’i “Paran” da (Arabistan).

Ama yine de, bu tartışmaya bölgenin bir haritasına bakarak kolayca yanıt verilebilir. Paran ve Seir, İsa’nın hizmet ettiği Filistin’e değil, Sina yarım adasındaki Mısır’a yakındırlar (Yaratılış 14:6; Çölde Sayım 10:12; 12:16-13:3; Yasa’nın Tekrarı 1:1). Paran da Mekke’ye yakın değildir, ama Sina dağının kuzey doğusundaki güney Filistin’den yüzlerce mil uzaktadır.

Ayrıca, bu ayet, Muhammed’in değil, “Rab”bin geleceğinden söz etmektedir. Ve Rab, Muhammed’in yaptığı gibi on bin asker ile gelmekten değil, “on bin kutsal” ile gelecektir. Bu metinde, Müslümanlar’ın bu ayetin Muhammed ile ilgili bir öngörü olduğunu ileri sürecekleri bir tartışma için hiçbir temel mevcut değildir.

Son olarak, bu peygamberliğin “Tanrı adamı Musa’nın, ölmeden önce İsrailoğullarını kutsayacağı” peygamberlik olduğu söylenir (Yasa’nın Tekrarı 33:1). Eğer bu ayet İsrail’in sürekli düşmanı olan İslam hakkında bir öngörü olsaydı, o zaman İsrail için bir bereket olması mümkün olamazdı. Aslında, bu bölüm Tanrı’nın, İsrail oymaklarının her birini “düşmanı önlerinden kovarak bereketle­yeceğini” bildiren beyanlar ile devam eder (ayet 27).

Yasa’nın Tekrarı 34:10. Bu ayet, “o günden bu yana İsrail’de Musa gibi Rab’bin yüz yüze görüştüğü başka bir peygamber çıkmadığını” söyler (KJV). Müslümanlar bu ayetin, beklenen peygamberin bir İsrailli olamayacağını ve Muhammed olduğunu öngördüğünü kanıtladığını iddia ederler.

Karşılık olarak pek çok konuya dikkat edilmesi gerekir. Önce, bu son bölümün yazıldığı zamandan önce Musa ölmüş olduğu için “o günden bu yana” sözlerinin Yeşu tarafından yazılmış olmaları olasıdır. 11 Hatta Yasa’nın Tekrarı bile bazı eleştirmenlerin inandığı gibi eğer daha sonra yazılmış olsaydı, bölüm yine de Mesih’in zamanından yüzlerce yıl önce düzenlenmişti ve bu nedenle Mesih’i saf dışı bırakamazdı.

İkincisi, gelecek olan bu peygamber ile öngörüyü mükemmel bir şekilde yerine getiren Muhammed değil, İsa’ydı (Yasa’nın Tekrarı 18:15-18 hakkında yukarıda yapılan yorumlara bakınız).

Üçüncüsü, bu ayet Muhammed’e işaret ediyor olamazdı, çünkü gelecek olan peygamber “Rab’bin, belirtiler ve şaşılası işler yapması için göndermiş olduğu” (Yasa’nın Tekrarı 34:11) Musa gibi bir peygamber olacaktı. Muhammed, Musa ve İsa gibi belirtiler ve mucizeler yapmadığını kendi sözleri ile ifade etti (bakınız 2:118; 3:183). Sonuç olarak, gelecek olan peygamber, Tanrı ile “yüz yüze” konuşan Musa gibi biri olacaktı (Yasa’nın Tekrarı 34:10). Muhammed, Tanrı ile doğrudan konuştuğunu hiçbir zaman söylemedi, açıklamalarını bir melek aracılığı ile aldığını bildirdi (bakınız 25:32; 17:105). Öte yandan İsa, aynı Musa gibi, Tanrı ile yüz yüze iletişim kuran (Yuhanna 1:18; 12:49; 17), doğrudan bir aracı idi (1.Timoteos 2:5; İbraniler 9:15). Böylece, pek çok Müslüman’ın ileri sürdüğünün aksine, öngörü Muhammed’e işaret ediyor olamazdı.

Habakkuk 3:3. Metin, “Tanrı’nın Teman’dan, Kutsal Paran dağından geldiğini, görkeminin gökleri kapladığını, O’na sunulan övgülerin dünyayı doldurduğunu” beyan eder. Bazı Müslüman bilginler bu metnin, Paran’dan (Arabistan) gelen peygamber Muhammed’e işaret ettiğine inanırlar ve bu metni Yasa’nın Tekrarı 33:2 ayetindeki ifadeye benzer bir metin ile bağlantılı olarak kullanırlar.

Daha önce de belirtildiği gibi, Paran, Muhammed’in geldiği Mekke’ye yakın değildir, Mekke’den yüzlerce mil uzaktadır. Ayrıca, ayet “Tanrı’nın” geleceğinden söz ediyor, Tanrı olduğunu iddia etmemiş olan Muhammed’in geleceğinden değil. Son olarak, “övgü” sözcüğü Muhammed’i (onun adı “övülmüş olan”dır) işaret ediyor olamaz, çünkü hem “övgü” hem “yücelik” konuları yalnızca Tanrı’ya ait konulardır ve Müslümanlar Muhammed’in Tanrı olmadığını ve Tanrı olarak övülmemesi gerektiğini kabul edecek olan ilk kişilerdir.

Mezmur 45:3-5. Bu ayet düşmanlarına boyun eğdirmek için “kılıç” ile gelecek olan birinin varlığından söz ettiği için, Müslümanlar bazen bu ayeti “kılıç peygamberi” olarak bilinen kendi peygamberlerine dair bir öngörü olarak düşünürler. Bu ayetin İsa’ya işaret etmediği konusunda ısrarlıdırlar, çünkü İsa hiçbir zaman kendisinin de belirtmiş olduğu gibi bir kılıç ile gelmedi (Matta 26:52).

Ama yine de bu tartışma çeşitli nedenlerden ötürü başarısızlık ile sonuçlanır. Öncelikle, bir sonraki ayet (ayet 6), söz edilen kişiyi “Tanrı” olarak tanımlar, Yeni Antlaşma’ya göre İsa, Tanrı olduğunu iddia etti (Yuhanna 8:58; 10:30), ama Muhammed yalnızca bir peygamber olduğunu iddia etti. 12

Ayrıca, İsa, ilk gelişinde bir kılıç ile gelmemiş olmasına rağmen, Kutsal Kitap, O’nun ikinci gelişinde kendisine “cennet ordularının” eşlik edeceğini bildirir (Vahiy 19: 11-16); ilk gelişi ölmek içindi (Markos 10:45; Yuhanna 10:10-11). Rab İsa ikinci gelişinde “alev alev yanan ateş içinde güçlü melekleri ile gökten gelip, Tanrı’yı tanımayanları cezalandıracak (2.Selanikliler 1:7-8). O zaman bu ayet Muhammed ile ilgili bir öngörü olarak kabul edilemez. Yeni Antlaşma bu bölümde kesin olarak Mesih’e işaret eder (İbraniler 1:8).

Yeşaya 21:7. Yeşaya bir görümde, “savaş arabalarını, atlara, eşeklere, develere binmiş gelen çifter çifter insanlar” gördü. Bazı Müslüman yorumcular, “eşeklerin” üzerine binenin İsa ve “develerin” üzerine binenin Muhammed olduğunu ileri sürerler; Muhammed’in bir peygamber olarak İsa’dan önce geldiğine inanırlar. Ancak bu, ne metinde ne de metnin çevre ve koşulları içinde hiçbir temeli olmayan bir yorumdur.

Bölüme üstün körü bir şekilde bakıldığı zaman bile, bölümde Babil’in düşüşünden söz edildiği açıktır. Ayet 9’da şu beyan edilir: “Yıkıldı! Babil yıkıldı!” Metinde ne Mesih ne de Muhammed ile ilgili hiçbir ima dahi yoktur. Atlar, eşekler ve develer ile ilgili referanslar, Babil’in düşüşü haberinin yayılmasına aracılık eden vasıtalardır. Yine burada da görüyoruz ki, peygamber Muhammed ile ilgili hiçbir ima yoktur.

Matta 3:11. Müslüman yazar Davud’a göre Vaftizci Yahya ile ilgili bu öngörü, Mesih’e işaret ediyor olamazdı; ve Muhammed’e işaret etmesi gerekirdi. 13 Yahya şöyle dedi: “Benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O’nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O, sizi Kutsal Ruh ile ve ateş ile vaftiz edecek.” Davud, burada “sonra” sözcüğünün İsa’yı, önceden geleceği söylenen Peygamber olmanın dışında bıraktığının aşikâr olduğunu ifade eder, çünkü “her ikisi de birbirlerinin çağdaşı idiler ve aynı yılda doğdular.” Ayrıca, “Yahya tarafından kast edilen kişi İsa Mesih değildi, çünkü eğer öyle olsaydı, Yahya İsa’yı izler ve O’na öğrencilerinden biri gibi boyun eğer ve İsa’nın emri altına girerdi.” Ayrıca, “eğer İsa gerçekten Vaftizci Yahya’nın önceden bildirdiği kişi olsaydı, … o zaman İsa’nın, kendisinden aşağıda olan biri tarafından pişman olmuş sıradan bir Yahudi gibi nehirde vaftiz edilmesi ne gerekli ne de anlamlı olurdu!” Aslında Yahya, hapishanedeyken, İsa’nın mucizelerini duyuncaya kadar, İsa’nın sahip olduğu peygamberlik armağanını bilmiyordu.” Sonunda, Yahya, bu kişinin, Yeruşalim’i ve onun tapınağını öncekinden daha görkemli hale getirmesi gerekeceğini duyurduğu için (3:1; Hagay 2:8-9), bu sözleri ile Mesih’i işaret ediyor olamazdı; aksi takdirde bu “tüm girişimin kesin bir başarısızlık olduğunu itiraf etmek” olurdu. 14

Buna karşılık, İsa’nın hizmeti tam olarak Yahya’nın söylediği gibi Yahya’nın hizmetinden “sonra”ya kadar başlamadı. Yahya Matta 3:1 ayetinde yazılanlar ile birlikte hizmete başladı ve İsa vaftiz olmadan (Matta 3:16-17) ve ayartmadan (Matta 4:1-11) önce hizmete başlamadı. Yahya, İsa’nın çarıklarını bile bağlamaya layık olmadığını söylerken, İsa’ya riayet etmiyordu (Matta 3:11).

Aslında metinde şöyle yazar: “‘Benim senin tarafından vaftiz edilmem gerekirken sen mi bana geliyorsun?’ diyerek O’na engel olmak istedi” (Matta 3:14). İsa, neden vaftiz olmasının gerektiğini açıkladı, yani, “doğru olan her şeyin yerine getirilmesi gerekiyordu” (Matta 3:15). İsa “yasayı geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldiği için” (Matta 5:17), yasanın taleplerini yerine getirmeliydi. Aksi takdirde, olduğu kadar mükemmel doğru olmayacaktı (Romalılar 8: 1-5). Yahya, Mesih’i vaftiz ettiği zaman, O’nun kim olduğunu çok iyi biliyordu, çünkü O’nun “dünyanın günahlarını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu olduğunu” ilan etmişti (Yuhanna 1:29). Ve Yahya, kalabalık ile birlikte Tanrı’nın Ruhu’nun İsa’nın üzerine indiğini ve göklerden gelen bir sesin ‘Sevgili Oğlum budur. O’ndan hoşnudum’ dediğini duydu’ (Matta 3:17). Yahya’nın daha sonra bazı sorular sormasına rağmen bu sorular, Yahya’ya yaptığı mucizeleri bildiren Mesih tarafından çabucak yanıtlandı (Matta 11:3-5); O, Yeşaya tarafından geleceği bildirilen Mesih idi (Yeşaya 35:5-6; 40:3). Sonuç olarak, Eski Antlaşma’da Mesih hakkında yer alan tüm peygamberlikler, O’nun ilk gelişinde gerçekleşmediler; bazı peygamberlikler O’nun ikinci gelişinde gerçekleşecekler. İsa’nın kendisi “gelişi ile ilgili belirtilerden” sonra (Matta 24:3) “çağın sonu gelinceye kadar”, “tüm halklar İnsanoğlu’nun gökteki bulutlar üzerinde büyük güç ve görkem ile geldiğini” gördükleri zamana kadar egemenliğini kurmayacağını açıkça ifade etti. “Her şey yenilendiği zaman, İnsanoğlu [ve O’nun elçileri]görkemli tahtına oturduğunda, İsrail’in on iki oymağını yargılayacaklar” (Matta 19:28).

Yahya’nın kehanetlerinin Mesih’e işaret etmesinin nedenlerinden çoğu şimdi açıkça görülür. Yahya bu kehanetlerin Mesih’e işaret ettiklerini net olarak anladı, ve O’nu “dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu” olarak ilan etti (Yuhanna 1:29). Yahya, İsa’yı vaftiz ettiği zaman göklerden gelen Baba’nın sesi, İsa’nın, Yahya’nın söylediği gibi Tanrı Oğlu Mesih olduğunu onayladı. Yahya’nın İsa’ya duyduğu saygıdan ötürü O’nu vaftiz ettiği zaman gösterdiği isteksizlik (Matta 3:14), İsa’nın, kendisinden üstün olduğunu bildiğini açıklar. Aynı şekilde Yahya, İsa’nın çarıklarını çıkarmaya layık olmadığını söylerken, İsa’nın kimliğine gösterdiği büyük hürmeti belirtmektedir. İsa’nın daha sonra hapishanedeki Yahya’ya mucizelerinden söz ederek Mesihliğini yeniden hatırlatması üzerine, Yahya, İsa’nın bu açıklamaları kendisine Mesih olduğunu tekrar onaylamak için yaptığını anlar (Matta 11:2-5). İsa’nın dönemindeki tanıklar ve öğrencileri, O’nun Eski Antlaşma’da önceden bildirilen Mesih olduğunu bildirdi, çünkü sözlerinin hepsi şu peygamberlikler ile uyum içindeydi: Malaki (3:1) ve Yeşaya (40:3) (Matta 3:1-3); Markos 1:1-3; Luka 3:4-6). Bu nedenle, hem Eski Antlaşma hem de Vaftizci Yahya tarafından önceden bildirilen Mesih’in Muhammed değil, İsa olduğuna dair hiçbir kuşkuya yer yoktur.

Yuhanna 14:16. Müslüman bilginler, İsa’nın vaat ettiği “Yardımcı”nın (Yunanca’da paraklete) gelişi ile ilgili referansı, Muhammed ile ilgili bir ön bildiri olarak görürler. Bu görüşlerini Kuran’daki (61:6) Muhammed hakkında yazılan “Ahmad” (periklitos) sözcüğü üzerinde temellendirirler. Grekçe’deki paraklete sözcüğünü alır ve bu periklitos sözcüğüne uyarlarlar. Bu ayete göre, “Meryem oğlu İsa şöyle dedi: ‘Ey İsrailoğulları! Ben Tanrı’nın elçisiyim… size benden sonra gelecek olan bir Elçi hakkında sevinçli haberler veriyorum. Onun adı Ahmad olacak.’ Bu sözcüğün çevre ve koşulları içindeki anlamından böyle bir sonuç çıkarmak için geçerli hiçbir temel mevcut değildir.

Yeni Antlaşma’nın 5.686’dan fazla Grekçe el yazmasında 15 Müslümanlar’ın var olduğunu iddia etmelerine rağmen periklitos sözcüğünü (“övülmüş olan”) el yazmalarına yerleştirmek için kesinlikle hiçbir yetki mevcut değildir. Onlar, paraklete sözcüğünü (‘yardımcı’) periklitos olarak çevirirler. Bu aynı bölümde İsa, Yardımcının Muhammed değil, Kutsal Ruh olduğunu açık bir şekilde tanımlar. İsa şöyle dedi: “Baba’nın benim adım ile göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecek” (Yuhanna 14:26). “Yardımcı” İsa’nın öğrencilerine verildi (“siz”, ayet 16), yani “başlangıçtan beri O’nun ile birlikte oldukları için tanıklık edecek olanlara” verildi (Yuhanna 15:27; Elçilerin İşleri 1:22; Luka 1:1-2). Ama Muhammed herkesin kabul ettiği gibi İsa’nın öğrencilerinden biri değildi. Bu nedenle, İsa’nın işaret ettiği yardımcı (paraklete) olamazdı.

İsa’nın vaat ettiği Yardımcı, onlarla sonsuza kadar birlikte kalacaktı (Yuhanna 16), ama Muhammed on üç yüzyıldan fazla bir zaman önce ölmüştür! Bu nedenle Muhammed, Yardımcı olamazdı. Ve İsa öğrencilerine, “Siz O’nu tanıyorsunuz” dedi (Yuhanna 14:17), ama elçiler Muhammed’i tanımadılar. Onu tanıyamazlardı, çünkü Muhammed’in dünyaya gelmesine daha altı yüzyıl vardı.

İsa aynı zamanda öğrencilerine, Yardımcının “onların içlerinde olacağını” da söyledi (ayet 17). Muhammed, İsa’nın öğrencilerinin “içlerinde” olamazdı, çünkü İsa’nın öğrencileri Muhammed’in zamanından altı yüzyıl önce yaşadılar ve onun hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Öğretişleri de Muhammed’in öğretişi ile uyum içinde değildi. Bu nedenle, Muhammed bir tür ruhsal ya da uyumlu öğretiş ile İsa’nın da “içinde” olamazdı.

İsa, Yardımcı’nın kendi (İsa’nın) adı ile gönderileceğini onayladı (Yuhanna 14:26). Ancak Müslümanlar’ın hiçbiri, Muhammed’in İsa tarafından İsa’nın adı ile gönderildiğine inanmaz. İsa’nın göndermek üzere olduğu Yardımcı, kendiliğinden (kendi yetkisi ile) konuşmayacaktı (Yuhanna 16:13). Ama Muhammed, Kuran’da sürekli olarak kendisine tanıklık eder. Örneğin 33:40 ayetinde, Muhammed kendisinden şöyle söz eder: “Muhammed, Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.” Yardımcı ise, İsa’yı “yüceltecekti” (Yuhanna 16:14), ama eğer İslam doğru ise, o zaman Muhammed peygamberlerin sonuncusu ve bu nedenle “Peygamberlerin Mühürü” olarak İsa’nın yerine geçecekti. Bu durumda, Muhammed kendisinden önceki bir peygamber olan İsa’yı yüceltemeyecek ve bu yüzden bir anlamda ikinci derecede ya da önemi az bir peygamber olacaktı.

Son olarak, İsa Yardımcının “birkaç güne kadar” (Elçilerin İşleri) geleceğini bildirdi, oysa Muhammed altı yüzyıl sonra geldi. Ama Kutsal Ruh olan Yardımcı (Yuhanna 14:26) Pentikost Günü’nde geldi (Elçilerin İşleri 1:5; 2:1f.). Böylece bir kez daha, Kutsal Kitap’ta Muhammed hakkında peygamberlik bulunduğu iddiasının tamamıyla asılsız olduğunu görmekteyiz.

Müslümanlar’ın Kutsal Yazıları Yanlış Kullanmaları

Bu metinlere edebi yerleşimleri içinde bakan dikkatli bir gözlemci, bu metinlerin Müslüman savunucular tarafından bulundukları çevre ve koşullar içinden nasıl dışarı çıkartılarak onlara nasıl yanlış anlam verildiğini hemen anlayacaktır; Müslüman savunucular İslam’ın Yahudilik ve Hristiyanlık üzerindeki üstünlüğünü göstermek için Yahudi-Hristiyan Kutsal Yazıları’nda iddialarını destekleyecek bir şeyler bulmanın peşindedirler. İslam bilginleri, Hristiyan­lar, Kuran’ı Hristiyanlığın yararına yorumlamak için çaba gösterdikleri zaman, bundan şikayetçi olurlar. Ama aslında kendileri, suçladıkları eylemi yapmaktan suçludurlar.

Ayrıca, Kutsal Yazılar’ın Müslümanlar tarafından kullanımı genellikle keyfidir ve metnin teminatına sahip değildir. İslam bilginleri, Kutsal Yazılar’ın tahrif edildiğini söyleme konusunda hızlı davranırlar (bakınız Bölüm 10), ama buna rağmen, kendi görüşlerine dayandırabileceklerini hissettikleri bir metin ile karşılaştıkları zaman, bu metnin doğru ve güvenilir olduğunu kabul etme konusunda sorun çıkartmazlar. Ve bunu genellikle, Müslüman döneminden önce gelen Kutsal Kitap’ın el yazmalarını temel alan metin ile ilgili kanıtı tamamen göz ardı ederek yaparlar. Kısaca, Kutsal Kitap metinlerinin doğru olup olmadıkları konusunda aldıkları karar, keyfidir ve kendilerine hizmeti hedef alır.

Muhammed’in Tanrısal Çağrısı Hakkındaki

Müslüman İddiasının Değerlendirilmesi

Pek çok İslam eleştirmeni için Muhammed hakkındaki Müslüman görüşü, aşırı bir iddianın ağır durumundan ötürü sıkıntı çeker. Örneğin, pek çok eleştirmen Muhammed’in çağrısını çevreleyen koşullar içinde onun Tanrı’dan tam ve nihai açıklama getirmek için çağrıldığı iddiasını destekleyecek bir metin bulamazlar. Çağrısı sırasında bir melek tarafından onun ağzının kapatıldığına işaret ederler. Muhammed’in kendisi melek ile ilgili olarak şunları söyler, “Ben, ölmem gerektiğine inanıncaya kadar melek bir bez ile ağzımı kapattı. Sonra beni serbest bıraktı ve şöyle dedi: ‘Oku! (İqra).’ Muhammed, tereddüt ettiği zaman, kendisine karşı “aynı sert davranış tekrarlandı.” 16 Bu davranış, pek çok kişiye, baskının alışılmamış bir şekli gibi gelir, Müslümanlar’ın, “lütufkâr ve merhametli bir Allah olduğunu” söyledikleri bir Tanrı böyle davranır mı? Aynı zamanda bu tutumu, Müslümanlar’ın, Allah’ın, yaratıklarına ihsan ettiği söyledikleri özgür iradeye karşıt bir tutum değil mi?

Muhammed’in kendisi, bu deneyimin tanrısal orijinini sorguladı. Önce bir cin ya da kötü bir ruh tarafından aldatıldığını düşündü. Aslında Muhammed, yeni karşılaştığı bu açıklamanın kaynağından önce neredeyse ölecek kadar korktu, ama karısı Hatice ve karısının kuzeni Varaka, bu açıklamanın, Musa’ya verilen açıklamanın aynısı olduğuna inanması için onu teşvik ettiler ve onun da kendi ulusunun peygamberi olacağını söylediler. Modern Müslüman biyografi yazarlarının en çok saygı görenlerinden biri olan M. H. Haykal, Muhammed’e sıkıntı veren bu korkudan (cine tutulmuş olduğu korkusu) canlı bir şekilde söz eder:

Panik içinde kalan Muhammed ayağa kalktı ve kendisine şu soruyu sordu, “Ben ne gördüm? Her zaman korktuğum gibi Şeytan sonunda beni eline mi geçirdi?” Muhammed dönerek sağına ve soluna baktı ama hiçbir şey görmedi. Bir süre orada korkudan titreyerek ve huşudan çarpılmış bir şekilde öylece kalakaldı. Mağaranın perili olabileceğinden korktu ve gördüğünü hala açıklayamamasına rağmen, yine de oradan hala kaçabileceğini düşündü. 17

Haykal, Muhammed’in daha önceleri cine tutsak olmaktan korktuğunu yazar, ama karısı Hatice böyle olmadığına dair onu ikna etti. “Hatice, daha önceden de Muhammed Şeytan tarafından tutsak edilmekten korktuğu zamanlarda yapmış olduğu gibi kararlı bir tutum ile kocasının yanında durdu ve onun her türlü kuşkusunu yok etti.” Böylece, “hürmetkâr ve saygılı bir tutum ile ona şöyle dedi: ‘Kuzenime sevinç olsun! Kararlı ol. Hatice’nin canına egemen olan aracılığı ile dua ediyor ve umuyorum ki, sen bu ulusun Peygamberi olacaksın. Tanrı seni yarı yolda bırakmayacak.’” 18 Haykal, Muhammed’in eşlerinden birinin suçlanması ile ilgili kuşkuyu uzaklaştırmak için şu açıklamayı yazdı:

Bir süre için sessizlik egemen oldu; bu sürenin uzunluğunu ya da kısalığını hiç kimse tanımlayamadı. Muhammed, bilinen şiddetli sarsıntıların eşlik ettiği açıklama geldiği zaman, bulunduğu noktadan kıpırdamadı. Giysileri ile yere yatırıldı ve başının altına bir yastık yerleştirildi. Ayşe [karısı] daha sonra şunları söyledi: ‘Uğursuz ve kötü bir şey olacağını düşünerek, benim dışımda, odada bulunan herkes korku içindeydi; ben ise masum olduğumu bildiğim için hiçbir şeyden korkmadım…” Muhammed kendine geldi, iyileşti, kalkıp oturdu ve üzerinde ter damlalarının birikmiş olduğu alnını silmeye başladı. 19

Genellikle büyücülük ile ilgili “açıklamalarla” birlikte düşünülen bir diğer özellik ölüler ile bağlantı kurmaktır (Yasa’nın Tekrarı 18: 9-14). Haykal, şöyle bir olaydan söz eder: “Onun [Muhammed’in] söylediklerini duymayan Müslümanlar şunu sordular, ‘Ölüleri mi çağırıyorsun?’ Ve Peygamber şu yanıtı verdi: ‘Onlar beni sizin be­ni duyduğunuz gibi duyarlar ama bana yanıt veremezler.’” 20 Hay­kal’a göre, bir başka olayda Muhammed, “mezarlıkta gömülü olan ölüler için dua ederken” görüldü. Haykal, kısaca şu itirafta dahi bulunur: “Peygamberin, Baki’nin mezarını ziyaret ettiği ile ilgili olayı inkâr etmek ve bu davranışın yanlış olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur; Muhammed’in, gerçeklik alanları ile iletişim kurmak için sahip olduğu ruhsal ve zihinsel gücü ve sıradan insanları aşan ruhsal gerçeklik konusundaki farkındalığı düşünüldüğü zaman, bu ziyaretinde yanlış bir yan yoktur.” 21

Aynı zamanda onun mesajının kaynağının tanrısal orijini hakkında kuşku duyulmasının nedeni, bu olaydan sonra uzun bir sessizlik döneminin gelmesidir; bu sessizlik dönemi bazı kişilere göre yaklaşık üç yıl sürdü, ve bu süre içinde Muhammed Tanrı tarafından terk edildiğini hissederek derin bir umutsuzluk yaşadı ve hatta aklından kendini öldürmeyi bile geçirdi. Bu koşullar birçok kişiye bu çağrının tanrısal bir çağrı özelliği taşımadığını düşündürür.

Ayrıca, başka bir olayda Muhammed Tanrı’dan olduğunu düşündü bir açıklamada bulundu ama sonra bu açıklamayı değiştirdi. 22 Tanrı, peygambere daha sonra şöyle dedi: “Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir” (53:23, Pickhall çeviri.; 22:51). Ama ne yazık ki, insanın aldanması her zaman için mümkündür. Müslümanlar’ın kendileri, Kuran’a karşı olan açıklamalar üzerinde hak talep eden kişilerin aldandıklarına inanırlar. Bu görüş karşısında şu soruyu sormak mantıklı olur: Müslümanlar Muhammed’in ilk izleniminin, yani bir cin tarafından aldatıldığının doğru olma olasılığını ciddiye almamışlar mıdır? Müslümanlar, Şeytan’ın gerçek olduğunu kabul ederler ve onun büyük bir aldatıcı olduğunu bilirler. O zaman neden Muhammed’in ilk düşüncesinin yani aldatıldığının mümkün olabileceğini göz ardı ederler?

Son olarak, bazı eleştirmenler, Muhammed’in fikirlerinin kaynağında doğaüstü olan hiçbir şey görmezler, ve Kuran’daki fikirlerin, Yahudi, Hristiyan, putperest ya da diğer fikirlerin büyük çoğunluğunun bilinen kaynaklar olduklarını belirtirler (Bölüm 9).

Watt’ın, işin iç yüzünü kavramış olan yorumları bu noktada özellikle Watt’ın kendisinin Muhammed’in peygamberlik deneyiminin içtenliğine inandığını göstermeleri açısından yararlıdır: “Mekkeliler Hristiyanlar ile sık temas halindeydiler. Mekkelilerin ticari kervanları onları Osmanlı İmparatorluğundaki Şam ve Gaza gibi Hris­tiyan kentlerine ve aynı zamanda Hristiyan Habeş ve kısmen Hris­tiyan Yemen kentlerine de götürdü. Bu arada da bazı Hristiyanlar Mekke’de oturdular… ve büyük olasılık ile onlar ve birkaç Mekkeli arasında dini tartışmalar oldu.”

Ayrıca, Mekkelilerin Muhammed’i, fikirlerini kentteki bazı yabancılardan almak ile suçlayan 16:103 ve 25:4 üzerinde yorumlar yapan Watt şunları yazar:

Müslüman yorumcular arasında ‘ima edilen’ kişinin kimliği hakkında bir fikir birliği mevcut değildir. Çeşitli isimler verilir, bu isimlerin çoğu, Mekke’deki Hristiyan kölelere aittir, aralarında yalnızca bir Yahudi’nin adı geçer. Alıntı yapılan ikinci ayette önerildiği gibi, bir kişiden fazlasının olması da imkan dahilindedir. Burada farkına varılması önemli olan şey, Kuran’ın Muhammed’in bu şekilde bilgi aldığını inkâr etmeyişidir; üzerinde ısrar ile durulan nokta, Muhammed’in aldığı herhangi bir malzemenin Kuran olamayacağıdır, çünkü bir yabancı kendisini anlaşılabilir bir Arapça ile ifade edemezdi. Buradaki olasılık şu olabilirdi: Muhammed Kutsal Kitap ile ilgili konular hakkında Mekke’nin ortalama nüfusunun sahip olduğu bilgiden daha fazla bilgiye sahip olan kişiler ile konuştu… ona verilen bilgi gerçek olmalıydı, gerçeklerin anlamı ve yorumu Muhammed’e, alışılmış açıklama süreci aracılığı ile gelecekti. 23

Ünlü biyografi yazarı Haykal bile, istemeyerek de olsa, Muhammed’in “açıklamalarının” olası bir kaynağına değinir ve şunları yazar: “Arapların hayal gücü doğaları itibarı ile güçlüdür. Gökyüzünün kemeri altında yaşayan ve otlak ya da iş arayışında olarak sürekli hareket eden ve devamlı olarak aşırılıklara ve abartmalara zorlanan ve hatta ticaret yaşamı genelde mecbur bıraktığı için yalan bile söyleyen Araplara hayal güçlerini çalıştırmak için çok fırsat verilmiş olur ve onlar da bu fırsatı her zaman ya iyilik ya da kötülük, ya barış ya da savaş için beslerler.” 24

Son olarak, bu tartışmaya büyük ışık tutabilecek hadisler ile bağlantılı bir olaydan söz etmemiz gerekiyor. Muhammed’in, Medine’deki yazıcılarından birinin adı Abdullah b. Abi Sarh idi. Daşti, bu yazıcı ile ilgili aşağıdaki şu öyküyü anlatır:

Peygamberin rızası ile bu yazıcı pek çok kez ayetlerin son sözcüklerini değiştirdi. Örneğin, Peygamber, “Ve Tanrı kudretli ve bilgedir” (aziz, hakim) dediği zaman, Abdullah b. Abi Sarh, “bilgi sahibi ve bilge” (alim, hakim) yazılmasını önerdi ve Peygamber bu konuda bir itiraz olmadığına ilişkin karşılık verdi. Birbirini izleyen bu tür değişiklikleri gözlemledikten sonra Abdullah, İslam’ı reddetti; çünkü eğer açıklamalar Tanrı’dan olsalardı, kendisi gibi bir yazıcının davranışı nedeni ile değiştirilemezlerdi. İnancını değiştirdikten sonra Mekke’ye gitti ve orada Kureyşli’lere katıldı. 25

Aynı zamanda Sünni geleneğine göre Kuran açıklamalarının Muhammed’in sadık izleyicisi Ömer b. el-Hattap’ın önerileri ile birkaç kez harekete geçtikleri konusu da kabul edilen bir gerçektir. 26

Kuran’ın Gerçek Konusunda Denenmesi

Muhammed, kendisinden iddialarını desteklemesi için mucizeler yapması istendiği zaman, diğer peygamberlerin de yaptığı gibi bu isteği reddetti (3:181-84). Bunun yerine, Kuran’ın dilinin ve öğretişinin, Kuran’ın çağrısının tanrısal olduğunu kanıtladığını ileri sürdü. Bu iddianın özü ile Bölüm 9’da ilgileneceğimiz için burada onun bu isteği reddetmesinin nedenleri üzerinde kısaca durmamız yeterli olacaktır. Öncelikle, Kuran’ın üslubunun güzel olduğu kabul edilse bile, birçok eleştirmene göre mükemmel ya da gerçekten eşsiz değildir. İkincisi, Kuran’ın temel içeriğinde gerçekten eşsiz ve ilk defa dile getirilen pek bir şey yoktur. Çünkü Muhammed’in kendisi bile, kendisinden önceki tüm peygamberlere aynı mesajın verildiği konusunda ısrar etti. 27 Üçüncüsü, eğer edebi bir tarz tanrısal orijinin bir belirtisi olsaydı, o zaman Müslümanlar’ın Homer ve Shakespeare’in yazılarının da tanrısal vahiy oldukları sonucuna varmaları gerekecekti. Dördüncüsü, Kuran’ı kendi iddialarının bir denemesi olarak sunması kuşkuya neden olur ve keyfidir, çünkü gerçekten doğaüstü bir şey yapmak talebi ile karşılaştığı ve bunun yerine tanrısal yetki yerine kendi ürettiği “kanıtı” sunduğu zaman, mazeret beyan etmek kolaydır (bakınız 3:183; 17:102; 23:45). 28 Beşincisi, Muhammed, bir melekten açıklama almış olan tek kişi değildir. Yahudilik, Hristiyanlık ve Mormonizm, hepsi de aynı iddiada bulunurlar, ama yine de Müslümanlar yanlış öğretişleri nedeni ile onları reddederler. O zaman İslam iddiasını neden bizim de gerçek olarak kabul etmemiz gereksin ki (bakınız Bölüm 9)?

Muhammed’in Mucize İddiaları

Tüm Müslümanlar, mucizelerin Muhammed’in bir peygamber olduğu iddiasını onayladığını düşünürler. Ama Müslüman savunucuları Muhammed’in tek mucizesinin Kuran’ın ayetleri olduğunu iddia ederler. Gerçekten de Muhammed’in kendisi Kuran’da inanmayanlar tarafından aksini yapması için meydan okumalar ile karşılaşmasına rağmen, hiçbir zaman başka bir kanıt ileri sürmedi (3:181-84). Her şeye rağmen Müslüman sünneti mucize öyküleri ile doludur. Muhammed hakkındaki bu mucize iddiaları, üç temel sınıfa ayrılırlar: Kuran’da kayıtlı olanlar; Muhammed hakkında Kuran’da belirtilen doğaüstü kehanetler; ve hadislerdeki mucizeler. 29

Pek çok Müslüman, Muhammed’in mucizeler yapabildiğini göstermek için 6:35 ayetini kullanırlar.. Ayette yazılı olanlar şunlardır: “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek, yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap!”

Ama yine de, metin özen ile incelendiği zaman, Muhammed’in mucizeler yapabilme gücüne sahip olduğu iddiasını desteklemediği ortaya çıkar. Her şeyden önce, bu açıklama kuramsaldır – Eğer gücün yetiyorsa...” Bu ayette, onun gücünün yettiği söylenmemektedir. İkincisi, hatta bu bölümde onun mucize yapmaya gücünün yetmeyeceği dahi ima edilmektedir. Aksi takdirde, mucize yapmadığı için neden böyle hakaret ile reddedildi ki? Eğer mucizeler yapabilmiş olsaydı, o zaman onların kendisine ağır gelen yüz çevirmelerine kolayca engel olup durdurabilirdi.

Ayın Yarılması

Pek çok Müslüman, 54:1-2 ayetlerinin Muhammed’in inanmayanlar önündeki buyruğu ile ayın ikiye bölündüğü anlamına geldiğini düşünürler. Ayetlerde şunlar yazılıdır: “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler, yüz çevirirler ve ‘Süregelen bir sihirdir’ derler.”

Burada, metnin anlaşılması konusunda tekrar güçlükler ile karşılaşılır. Zorluklardan birincisi, bölümde Muhammed’den söz edilmeyişidir. İkincisi, burada belirti (ayah) sözcüğü kullanılmasına rağmen, Kuran’ın bunu bir mucize olarak adlandırmayışıdır. Üçüncüsü, eğer bu bir mucize olsaydı, o zaman Muhammed’in bunun gibi doğaüstü başarıları göstermediği iddiasında bulunan diğer bölümler ile çelişki halinde olurdu (83:181-84). Dördüncüsü, bu bölüm, inananların bir belirti olarak adlandırdıkları diğer bölümlerden önce gelen bir bölümdür. Beşincisi, bunun gibi bir belirti, tüm dünyada, evrensel bir şekilde gözlemlenirdi, ama bunun bir belirti olduğuna ilişkin bir kanıt mevcut değildir. 30 Altıncısı, diğer Müslüman bilginler bile, bunun Muhammed’in dönemi sırasındaki bir mucize olmadığını, sön günlerdeki dirilişten söz ettiğini söylerler. “Yargı Saati” ifadesinin son zamanları işaret ettiği görüşünü korurlar. Geçmiş zamanı gelecekte yer alan bir peygamberlik ile ilgili olayı ifade etmek için alışılmış Arapça tarz olarak kullanırlar.

Mi’rac Mucizesi

Bu öykü, İsra ya da “gece yolculuğu” olarak bilinir. Pek çok Müslüman Muhammed’in, Yeruşalim’e götürüldükten sonra bir katır sırtında (Burak adlı –bizce mahiyeti bilinmeyen bir binit– Diyanet İşleri Başkanlığı, Kuran-ı Kerim Meali’nden) göklere yükseltilmiştir. 17:1 ayetinde şunları okuruz: “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.” Hadislerde bu ayet yorumlanırken; Melek Cebrail’in göğün çeşitli katlarında Muhammed’e refakat ettiğini, Muhammed’in önemli kişiler (Adem, Yahya, İsa, Yusuf, Hanok, Harun, Musa ve İbrahim) tarafından selamlandığını, günde elli kez namaz kılınması ile ilgili Tanrı buyruğunu aldığı ifade edilmektedir.

Bu bölümü gökyüzüne yapılan birebir bir yolculuk olarak düşünmek için hiçbir neden yoktur; hatta Müslüman bilginlerin çoğu dahi böyle düşünmezler. Kuran’ın saygı gören çevirmeni Abdullah Ali, bu bölüm hakkında şu yorumu yapar; “Bölüm, Kutsal Peygamber’in göğe yükseltilmesinin gizemli vizyonu ile başlar; peygamber bir gece Mekke’deki Kabe’nin çevresinde uyku ile uyanıklık arası bir durumda iken önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmüş, ve kendisine Tanrı’nın bazı Belirtileri gösterilmiştir.” 31 Hadislerden birinde Muhammed’in karısı Ayşe tarafından “Elçinin bedeninin bulunduğu yerde kaldığı, ama gece olunca Tanrı’nın, elçinin ruhunu bedeninden ayırdığına” dair bilgi verilmektedir. 32 Ayrıca, eğer bu, bir mucize iddiası olarak dahi anlaşılsa bile doğru olup olmadığını kanıtlayacak hiçbir kanıt mevcut değildir. Denenebilirliği mümkün olmadığından inancı savunabilecek bir değere sahip değildir.

Son olarak, İslam tarafından onaylanan bir belirtinin tanımlanması aracılığı ile bile, bu mucize yine de inandırıcı bir değere sahip olmayacaktı. Çünkü Müslüman bilginlerin kendilerine göre, bir peygamberin güvenilirliğini onaylayan bir mucize (mudjiza): 1) herhangi bir yaratık tarafından yapılması imkansız olan bir Tanrı eylemidir; 2) bu sınıfta yer alan alışılmış olguların yönünün karşıtıdır; 3) o peygamberin güvenilirliğini kanıtlamayı hedefler; 4) daha sonra gelecek olan bir mucizenin duyuruluşu aracılığı ile önceden bildirilir; 5) aynen ilan edildiği şekilde gerçekleşir; 6) yalnızca peygamberin elleri aracılığı ile meydana gelir; 7) Muhammed’in peygamberlik ile ilgili iddiasını hiçbir şekilde tekzip etmez; 8) mucizeye onu tamamlamak için bir meydan okuma eşlik eder; 9) mucizeyi, mevcut olan herhangi biri tarafından yapılan benzer bir mucize izleyemez. 33 Görüldüğü gibi, “Mir’ac Mucizesi”nin tüm bu ölçütlerin yakınından bile geçtiğine dair hiçbir kanıt yoktur (bakınız Bölüm 9).

Bedir’deki Mucizevi Zafer

Muhammed’e atfedilen bir diğer mucize iddiası, Bedir’deki zaferdir (bakınız 3:123; 8:17). 5:11 ayetinde şunları okuruz: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya (tecavüze) kalkışmıştı da, Allah (buna engel olmuş) onların elerini sizden çekmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının. Mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”

Hadislere göre, burada çeşitli mucizelerin gerçekleştiği söylenir, bu mucizelerin en önde geleni şudur: Tanrı, savaşanlara yardım etmeleri için üç bin melek gönderir, Mekkeli biri Muhammed’i tam kılıcı ile öldürmeye çalışırken Muhammed mucizevi bir şekilde kurtulur. Bir hadiste şunlar yazılıdır: Muhammed Mekke ordusunu kör etmek ve onları geri çekilmeye mecbur etmek için onlara bir avuç dolusu pislik atar.

İddia edilen bu mucizeye karşılık olarak gözlemlenmesi gereken pek çok şey vardır. Bunlardan ilki, tüm bu bölümlerin aynı olaya işaret edip etmediklerinin sorgulanabilir oluşudur. Hatta pek çok Müslüman bilgin bile 8. ayetin bir başka olaydan söz ettiğine ve mecazi olarak görülmesi gerektiğine inanır; Tanrı’nın, Muhammed’in düşmanı olan Ubey ibn Halaf’ın yüreğine korku saldığı ileri sürülür. 34 5. Sure bazı kişiler tarafından bir başka olaya, büyük olasılıkla Muhammed’in İsfan’daki öldürülmesi girişimine işaret ettiği şeklinde algılanır. 35

İkincisi, yalnızca Sure 3 Bedir’den söz eder ve bu savaştaki zaferin bir mucize olduğu hakkında hiçbir şey söylemez. Bu zaferin açıkladığı tek şey, onun doğaüstü bir olay olduğu değil, Tanrı’nın Muhammed’e gösterdiği takdiri ilahinin bir örneği olduğudur. Bu konudan Muhammed’in peygamberliğinin kanıtını onaylayan bir mucize olarak söz edilmediği kesindir, çünkü böyle bir mucize için gerekli olan dokuz ölçüye uygun bir kanıt mevcut değildir.

Son olarak, pek çok eleştirmeninde belirtmiş olduğu gibi, eğer Bedir zaferi tanrısal bir onayın belirtisi olmuş olsaydı, o zaman neden sonraki Uhud savaşının belirgin yenilgisi tanrısal bir reddetme olarak görülmedi? Uhud savaşındaki yenilgi o kadar küçük düşürücüydü ki, “Muhammed’in yarasından iki halka zincir çekip çıkardılar ve o esnada Muhammed’in ön dişlerinden iki tanesi koparak düştü.” Ayrıca, Müslümanlar’ın ölü bedenleri savaş alanında düşman tarafından parçalar halinde kesildi. Hatta Muhammed’in düşmanlarından biri Muhammed’in askerlerinden bazılarının burunlarını ve kulaklarını kesti ve onlardan bir kolye yaptı.” 36 Ama Muhammed yine de tüm bu olup bitenlerin Tanrı’nın hoşnutsuzluğunu ortaya koyan doğaüstü bir belirti olarak kabul etmedi. 37

Muhammed, tarihte büyük bir zafer kazanmış olan ilk askeri lider değildi. 1967 yılında altı gün süren İsrail savaşı, modern savaş ile ilgili tarihi olaylardaki en kısa süren ve en kesin sonuçlu savaşlardan biriydi. Ama buna rağmen hiçbir Müslüman bunu İsrail’in Arap ulusuna (Mısır) üstünlüğünü gösteren tanrısal bir onayın mucizevi bir belirtisi olarak düşünmez.

Muhammed’in Göğsünün Açılıp Genişletilmesi

Hadislere göre Muhammed’in doğumunda (ya da göğe yükseltilmesinden kısa bir süre önce) melek Cebrail’e, Muhammed’in göğsünü kesip açması söylendi. Cebrail, Muhammed’in yüreğini kesti ve yüreği temizledi, sonra onu bilgelik ile doldurdu ve tekrar peygamberin göğsüne yerleştirdi. 94: 1-2,8 ayetlerinde şunlar yazılıdır: “(Ey Muhammed), senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? – Ancak Rabbine yönel ve yalvar!”

Her şeye rağmen en tutucu İslam bilginleri bile bu bölümü Muhammed’in, Mekke’deki ilk yıllarında tecrübe ettiği büyük kaygıyı tanımlayan bir mecazi konuşma olarak kabul ederler. Kuran yorumcularından Yusuf Ali şöyle der: “Göğüs, sembolik olarak bilginin ve sevgi ve şefkat duygularının en yükseğinin oturduğu yerdir.” 38

Kuran’daki Peygamberlikler

Bazı Müslümanlar Muhammed’in mucizeler yapabildiğine ilişkin bir kanıt olarak Kuran’daki kehanet türü peygamberlikleri ileri sürerler. Ancak bu tür bir kanıt ikna edici değildir. En çok alıntı yapılan sureler, Muhammed’in, ordularına zafer vaat ettiği surelerdir.

Sözü edilen doğaüstü belirtilerin çoğu aslında hiç de doğaüstü değildirler. Hangi askeri lider, ordularına, “Tanrı bizden yana; savaşı kazanacağız. Savaşa devam edin!” demez ki? Ayrıca, mesajını yaymak için başarısızlık ile sonuçlanan barışçı yolları terk ettikten sonra izleyicilerinin artan sayısı tarafından “Kılıç Peygamberi” olarak tanındığını hatırlayacak olursak, zafer kehanetinde bulunmasının şaşırtıcı olmaması gerekir. Ve gayretlerinin sonucu olarak kendilerine Cennet vaat edilen Müslüman güçlerinin çabaları göz önünde tutulduğu zaman (22:58-59; 3: 157-58; 3:170-71), böyle sıkça zaferler elde etmeleri beklenmedik bir durum değildir. Muhammed’in söylediği şu sözler üzerinde düşünüldüğü zaman, neden birçok kişinin “boyun eğdiğini” anlamak zor değildir: “Allah’a ve Resulüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir” (5:33).

Ayrıca, Kuran’da bulunan tek gerçek kehanet, İssus’da, Romalıların İran ordusu üzerindeki zaferi hakkında yazılı olandır (30:2-4), “Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.” Ama yine de yakından yapılan tetkikler, doğaüstülüğü ile ilgili bir şey söylememek için kehanetin harikalığını önemsizleştiren pek çok şeyi ortaya koyarlar. 39 1) Ali’ye göre, “birkaç yıl ile kast edilen üç ile dokuz yıl arası bir zaman süresidir. Ama bazı kişiler gerçek zaferin ancak peygamberliğin yapılmasından on üç ya da on dört yıl sonra elde edildiğini ileri sürerler. Romalıların Kudüs’ü işgal sırasında İranlılar tarafından yenilgiye uğratılmaları, M.S. yaklaşık 614 ya da 615 yılında vuku buldu. Karşı saldırı M.S. 622 yılında başladı ve zafer ise ancak M.S. 625 yılında tamamlandı. Bu durumda kehanet ile kehanetin gerçekleşmesi arasında geçen yıllar, Muhammed’in söylediği gibi “birkaç yıl” değil, en azından on ya da on bir yıldı.        2) Osman’ın Kuran baskısı, hareke’lere (Arapça noktalar) sahip değildi (çok daha uzun bir zaman sonra eklendiler). 40 Bu nedenle, bu peygamberlikteki sayaghlibuna, “yenilgiye uğrayacaklar” sözcüğü iki sesli harfin değiştirilmesi ile sayughlabuna, “yenilgiye uğratılacaklar” şeklinde çevrilmiş olabilirlerdi.” 41 3) Bu belirsizlik durumu yok edilmiş olsa bile, peygamberlik harika olarak adlandırılamaz, çünkü ne uzun vadelidir ne de alışılmışın dışındadır. Yenilgiye uğratılan Romalıların zaferle sıçradıkları beklenmiş olabilirdi. Böyle bir olayın vuku bulacağını önceden bildirmek için zamanın eğilimlerinin idrak edilerek okunması yeterli oldu. Bu durum, en iyi ihtimal ile bir tahmin olarak adlandırılabilirdi. Herhangi bir olayda olayın doğaüstü olduğunu kanıtlamak için yeterli bir zemin ortaya çıkmaz.

Son olarak, söz edilmeye değer, ileri sürülen tek başka peygamberlik 89:2 ayetinde bulunur; burada geçen “on geceye andolsun” ifadesi, bazı kişiler tarafından, ilk Müslümanlar’ın yaşadıkları on yıllık zulmün bir kehaneti olarak görülür. 42 Ama bu yorumun zoraki bir yorum olduğu şu gerçek nedeni ile aşikârdır: Büyük İslam bilgini ve Kuran çevirmeni Abdullah Yusuf Ali, “On Gece ifadesinden genellikle anlaşılanın Hac yolculuğunun kutsal mevsimi olan Zul-Hac’ın ilk on gecesi olduğunu” kabul etti. 43 Her olayda, olayın ilersindeki zeki bir gözlemciye aşikâr gelebilecek herhangi bir şeyin net bir kehaneti kesinlikle mevcut değildir. 44 Muhammed’in gerçekten doğaüstü bir peygamberlik armağanına sahip olduğu ile ilgili kanıt eksiktir. Sözü edilen peygamberlik belirsizdir ve tartışmaya maruz kalır. Bu anlamı, olaydan önce değil, olaydan sonra vermek çok daha kolaydır.

Eğer Muhammed, geleceği mucizevi bir şekilde önceden bildirme yeteneğine sahip olsaydı, o zaman bu yeteneğini düşmanlarını susturmak için kullanacağı kesindi. Ama Muhammed hiçbir zaman bunu yapmadı. Aksine, o, kendisinden önce gelen peygamberler gibi mucizeler yapmadığını kabul etti ve mucizesi (belirtisi) olarak Kuran’ı sundu.

Muhammed, iddia ettiği peygamberliği hiçbir zaman peygamberliğinin bir kanıtı olarak sunmadı. İsa ise, bunun tam aksine, Tanrı Oğlu Mesih olduğunun bir kanıtı olarak sürekli bir şekilde mucizeler yapma yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. Kötürüm adamı iyileştirmek üzere iken, kendisine inanmayan Yahudiler’e, “İnsan Oğlu’nun yeryüzünde günahları bağışlama yetkisi olduğunu bilesiniz diye” sözleri ile hitap etti – Yahudiler, İsa’nın söylediklerini yalnızca Tanrı’nın yapabileceğini belirttiler.

Hadislerdeki Mucizeler

Muhammed’in yaptığı iddia edilen mucizelerin çoğu Kuran’da yer almaz. Gerçekten de, Kuran’da Muhammed, peygamberlik kanıtlarını onaylamak için mucizeler yapmayı sürekli reddetti. Bunun yerine, kendisine verilen belirtinin yalnızca Kuran olduğunu söyledi (bakınız Bölüm 9). İddia edilen mucizelerin büyük çoğunluğu, Müslümanlar tarafından Kuran’dan sonra ikinci otorite olarak kabul edilen hadislerde yer alır. Hadislerde bunun gibi yüzlerce mucize öyküsü mevcuttur. Bunlardan birkaçı, bu noktaya örnek teşkil edeceklerdir.

Hadislerdeki Bazı Mucize Öyküleri

El Buhari, Muhammed’in düşmanlarından birini öldürmeye teşebbüs ederken yaralanan Abdullaha ibn Atik isimli Muhammed’e eşlik eden birinin kırılan ayağını Muhammed’in nasıl mucizevi bir şekilde iyileştirdiğini anlatır.

Çeşitli kaynaklar Muhammed’in, Hudeybiye savaşında on bin kişilik ordusuna mucizevi bir şekilde su sağladığı öyküsünü anlatırlar. Muhammed’in, elini boş bir su şişesine daldırdığı ve suyu parmaklarının arasından akıttığı iddia edilir.

Mucizevi su sağlayışı ile ilgili çok sayıda öykü mevcuttur. Bu öyküler arasında aynı zamanda süte dönüşen bir su öyküsü de bulunmaktadır.

Muhammed ile konuşan, onu selamlayan ya da o yanlarından geçtiği zaman hareket eden ağaçlardan söz eden pek çok öykü bulunur. Bir kez, Muhammed dinlenmek için özel bir yer arayıp da bulamadığı zaman, iki ağacın onu saklamak için bir araya geldikleri ve o dinlenmesini bitirdikten sonra tekrar geri döndükleri söylenir. Buhari bir defasında, Muhammed’in bir ağaca yaslandığını ve ağaçtan uzaklaştıktan sonra ağacın onun refakatini özlediğini ileri sürer. Muhammed’i selamlayan kurtlardan ve hatta dağlardan söz eden öyküler de vardır.

Bazı öyküler, Muhammed’in mucizevi bir şekilde çok az yiyecek ile büyük ve kalabalık grupları doyurduğunu anlatırlar. Enes, onun yalnızca birkaç arpa ekmeği somunu ile seksen-doksan kişiyi doyurduğuna ilişkin bir öykü anlatır. İbn Sa’d Muhammed’i yemeğe davet eden bir kadının öyküsünden söz eder. Muhammed yanında bin kişi götürür ve kadının az olan yiyeceğini bu bin kişiyi doyurmak için çoğaltır.

Hadisler genellikle Muhammed’in düşmanları ile nasıl mucizevi bir şekilde başa çıktığını anlatan öykülere yer verirler. Bir kez Muhammed düşmanlarından birini lanetledi ve bu düşmanın atı katı bir zeminin üzerine düştü. Sa’d Muhammed’in bir defasında bir ağaç dalını çelik bir kılıca dönüştürdüğünü söyledi.

Hadislerde İddia Edilen Mucizelerin Bir Değerlendirmesi

Bu öykülerin doğruluğunu sorgulamak için pek çok neden mevcuttur. Eleştirmenler aşağıda belirtilen noktaları gözlemlemişlerdir.

Birincisi, bu öykülerin hiçbiri Kuran’da yazılı değildir. Aslında, bu öyküler, genelde, Kuran’daki Muhammed’in tüm ruhu ile tezat içindedirler; Muhammed, kendisine meydan okuyan inanmayanlar için bu tür olaylar yapmayı sürekli olarak reddetti (3:181-84; 4:153; 6:8-9).

İkincisi, bu iddia edilen mucizeler, ölümünden bir ya da iki yüzyıl sonra Mesih’in doğruluğu kabul edilmeyen (apokrifaya ait) mucizeleri olarak aynı modeli izlerler. Bunlar, kişilerin orijinal olaylardan uzaklaştırdıkları efsanevi süslemelerdir. Olayların gerçekleştiği dönemlerde yaşayan tanıkların ifadeleri değildirler.

Üçüncüsü, Müslümanlar arasında bile, hadislerdeki mucizeleri kabul etmeyenler çoktur. Gerçekten de hadisteki öykülerin büyük çoğunluğu Müslüman bilginlerin çoğu tarafından doğru görülmeyerek reddedilirler. Bazı gruplar da bu öykülerin farklı versiyonlarını kabul ederler.

Dördüncüsü, genelde Müslümanlar’ın çoğu tarafından kabul edilen hadis koleksiyonları, çeşitli kuşaklar tarafından orijinal olaylardan oldukça uzaklaştırılmışlardır. Gerçekten de, mucize öykülerini toplayan bu kişilerin çoğu olayların vuku bulmasından bir-iki yüzyıl sonra yaşadılar. Bu durumda, efsanelerin geliştirilmesi için yeterinden fazla zaman geçmiş olmaktadır. Bu koleksiyoncular, pek çok kuşak boyunca bol süslemeli ve ağızdan ağza aktarılan öyküleri temel aldılar.

Müslümanlar tarafından doğru olarak kabul edilen öyküler bile, isnad (öykü anlatanlar zinciri) tarafından belirlenmiş olsalar dahi, güvenilirlikleri tam değildir. Çünkü bu öyküler bile tanıkların ifadelerini değil, öykü anlatanların pek çok kuşağını temel alırlar; bu kuşaklar içinde genellikle yüzlerce yıl yer alır. Joseph Horowitz, isnad’ın güvenilirliğini sorguladı:

Bu mucize öykülerini ilk kez kimin ortaya çıkardığı hakkındaki soru, eğer hala isnad’a ya da tanıklar zincirine bakabiliyor olsaydık, kolayca yanıtlanabilirdi. Ve görünüşe göre beklediğimizden daha az sorgulanabilir olurdu. Tek ve aynı rapor çeşitli, gerekli benzer yorumlarda ortaya çıktığı zaman, özelikle ayartıcı olmaktadır… Genelde isnad tekniği, durumun nerede sözlü bir öykü haline geldiği, nerede öğretmenlerin ders kitaplarından kopyalandığı konusunda karar vermemizi mümkün kılmaz. 45

Beşincisi, en güvenilir koleksiyoncu olarak görülen Buhari, kendisinin topladığı 300.000 hadis içinde yalnızca 100.000 tanesinin doğru olabileceğini düşündüğünü itiraf etti. Buhari, bu sayıyı daha sonra 7.275’e indirdi; bu sayının da çoğu tekrarlardan oluştuğu için gerçek sayı aslında yaklaşık 3.000 civarındaydı. Bu durum, Buhari’nin, hadislerin 295.000’inden fazlasında hatalar bulunduğunu kabul ettiği anlamına gelir!

Altıncısı, bu öyküler hakkında tüm Müslümanlar’ın kabul ettiği bir doğruluk düzeni mevcut değildir. Müslümanlar’ın çoğu, öykülerin güvenilirliğini aşağıda belirtildiği şekilde sıralarlar: El Buhari’nin Sahih’i (d. 256 Hicret’ten Sonra); Müslim’in El Sahih’i (d. 261 Hicret’ten Sonra); Abu Du’ad’ın Sunan’ı (d. 275 Hicret’ten Sonra); El-Tirmidhi’nin Jami’si (d. 279 Hicret’ten Sonra); El Nasa’nın Suand’ı (d. 303 Hicret’ten Sonra); ve İbn Madja’nın Sünen’i (d. 283 Hicret’ten Sonra). Bu hadisler ile birlikte mucizevi öyküler anlatan önemli biyografi yazarları da vardır. Bunların en önemlileri, İbn Sa’d (d. 123 Hicret’ten Sonra), İbn İshak (d. 151 Hicret’ten Sonra), ve İbn Hişam (d. 218 Hicret’ten Sonra). Yukarıda belirtilen altı kategori Şii İslamı tarafından kabul edilmez. Ama yine de diğer Müslümanlar ile birlikte Şii İslam da Kuran’ı olduğu gibi kabul eder. Sonuç olarak, burada büyük önem taşıyan nokta, bu mucize öykülerinden hiçbirinin Müslümanlar tarafından bir peygamberin iddiasını (mudjiza) onaylayabilmesi için gerekli dokuz ölçütten biri ile uyum sağlamadığıdır. Bu yüzden, mucize öykülerinden hiçbiri kendi ölçüleri ile İslam’ın gerçeğini sergileme konusunda herhangi bir inanç değerine sahip değildirler.

Son olarak, İslam’ın mucize iddialarının orijini kuşkuludur. İslam’ın inançlarının ve uygulamalarının çoğunu diğer dinlerden aldığı herkes tarafından bilinir. 46 Bu durum, aynı zamanda pek çok bilgin tarafından belgelenmiştir de. 47 Müslüman mucizeleri iddiasının ortaya atılması şaşırtıcı değildir, daha sonra da İsa’nın mucizelerinin şekli aracılığı ile İsa’nın, bu konuda Muhammed’e olan üstünlüğünü sergileyen Hristiyanlık savunucularının davranışlarının bir sonucu olarak belirginleşmiştir.

İslam’a özgü mucize öykülerinin ortaya çıkmaya başlaması iki Hristiyan piskoposu (Edessa’lı Abu Kurra ve Sezariyeli Arethas) bu konuya işaret ettikten sonra gerçekleşmiştir. Sahas’ın da belirttiği gibi, “İma [piskoposun meydan okuması] oldukça aşikârdır: Muhammed’in öğretişi çabaya sahip olabilen bir öğretiştir; ama bu durum, doğaüstü belirtiler olmaksızın onun bir peygamber olduğunu söylemek için yeterli değildir. Eğer bu tür belirtiler gösterilebilseydi, Muhammed büyük olasılıkla bir peygamber olarak kabul edilebilirdi.” 48

Böylece, Müslümanlar’ın görevi açıktı. Mucizeler üretebildikleri takdirde Hristiyanlar’ın meydan okumalarına karşılık verebileceklerdi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Muhammed’in mucize iddiaları ortaya çıkmaya başladı. Sahas, şunu belirtir: “Bu mucize öykülerinin çoğunun kulağa ilginç gelen yanları vardır: sanki Abu Kurra gibi Hristiyanlar’ın ifadelerine bir karşılık olarak sunulmuşlardır ve Müjdelerde bulunan İsa’nın mucizelerine şaşırtıcı derecede benzemektedirler.” 49 Aynı şekilde Müslümanlar bu tartışma sırasında Kuran’daki bazı olayları mucizeler olarak yorumlamaya başladılar. Tüm bunların hepsi tek bir sonuca varır: Muhammed’in mucize öyküleri doğruluktan uzaktırlar ve güvenilir değillerdir.

İnanç Değerinin Eksikliği

Ancak yine de iddia edilen bu mucizeler, Muhammed’in Tanrı’nın bir peygamberi olduğunu kanıtlama konusunda bir inanç değerine sahip değildirler. Birincisi, bu mucize iddialarının çoğu, (vahyedil­diği iddia edilen) Kuran’dan kaynaklanmaz. Bu nedenle, Müslümanlar’ın düşüncesine göre, Kuran’ın sahip olduğu iddia ettikleri tanrısal yetkiden yoksundurlar.

İkincisi, hadislere dayanan mucize öyküleri, kuşkuya yol açarlar. Tanıklık öykülerine sahip değildirler; birbirleri ile çelişen pek çok zıtlık içerirler ve bu yüzden güvenilir değildirler. Muhammed’e, iddialarını mucizevi bir şekilde desteklemesi için sürekli olarak meydan okunan bu olayların Kuran’da yer almayışı, onların güvenilir olmadıklarına dair güçlü bir kanıttır. Elbette, eğer Muhammed, kendisini eleştiren kişileri doğaüstü onaylaması ile kanıtlayarak susturabilecek olsaydı, bunu yapardı, çünkü bu konuda çok kez meydan okumalar ile karşılaştı.

Üçüncüsü, Muhammed hiçbir zaman Kuran’ın hiçbir yerinde tanrısal çağrısının kanıtı olarak mucizevi bir olay sunmaz. Çağdaş Müslüman yazar Faruki, şu iddiada bulunur: “Müslümanlar, Muhammed için herhangi bir mucize iddiasında bulunmazlar. Onların görüşüne göre, Muhammed’in peygamber olduğunu kanıtlayan, açıklamanın, yani Kutsal Kuran’ın, insan mantığını şaşırtan doğal yasanın herhangi bir nedeni izah edilemez dalları değil, derin güzelliği ve büyüklüğüdür.” 50 Bazı Müslüman bilginlerin bu iddiayı reddetmelerine rağmen, yine de gerçek olan şudur: Muhammed, diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğu iddiasını desteklemek için aksini yapması için kendisine meydan okunmasına rağmen hiçbir zaman doğada mucizevi olaylar yapmadı (3:183; 4:153; 6:8-9; 17:90-95). Büyük Müslüman bilgini Abdullah Yusuf Ali bile, “Doğa’ya ters düşecek şekilde” bir mucize yapmadığını kabul etti. Abdullah Yusuf Ali’nin bu itirafı, Muhammed’in peygamberliği konusundaki güvenilirliği hakkında ciddi sorulara neden olur.

Dördüncüsü, Muhammed’in kendisi bile, Tanrı’nın, kendisinden önceki peygamberleri mucizeleri göz önüne alarak onayladığı gerçeğini kabul eder. Ne ilginçtir ki, Kuran’da sözü edilen peygamberlerin çoğu, Kutsal Kitap’ta bulunan karakterlerdir. Örneğin, 6:84-86 ayetlerinde Tanrı, İbrahim ile ilgili öyküyü hatırlattıktan sonra şu beyanda bulunur: “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hidayete erdirdik. Daha önce Nuh’u da hidayete erdirmiştik. Zürriyetinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u da. İyilik yapanları işte böyle mükafaatlan­dırırız. Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı, İlyas’ı, doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerden idi. İsmail’i, Elyasa’yı, Yunus’u ve Lut’u da doğru yola erdirmiştik. Her birini alemlere üstün kılmıştık.” Musa’nın pek çok kez yaptığı peygamberlik mucizelerini onaylayarak bu konuyu Tanrı’ya isnat eder (7: 106-8; 116-19). Sonra şunu okuruz: “Sonra Musa ve kardeşi Harun’u mucizelerimiz ile ve apaçık bir delil ile gönderdik” (23:45). Kuran aynı zamanda Tanrı’nın pek çok peygamber aracılığı ile görünen mucizevi gücüne de imada bulunur (4: 63-65). Ama eğer Muhammed, Tanrı’nın bu Kutsal Kitap peygamberleri aracılığı ile mucizeler yaptığının farkına vardıysa, o zaman kendisi neden mucizeler yapamadı?

Beşincisi, Muhammed, aynı zamanda İsa’nın, insanları iyileştirme ve ölümden diriltme mucizelerini mesajının tanrısal orijine sahip olduğunu kanıtlamak için yaptığı gerçeğini de kabul eder. Kuran bu konuda şöyle der: “Ey Meryem oğlu İsa… benim iznimle doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüleri de hayata çıkarıyordun” (5:110). Ama eğer İsa tanrısal çağrısını onaylamak için mucizevi doğa olayları yapabildiyse, ve Muhammed onun yaptıklarının aynısını yapmayı reddediyorsa, o zaman doğal olarak Hristiyanlar Muhammed’in bir peygamber olduğuna inanmakta güçlük çekeceklerdir.

Altıncısı, Muhammed iddialarını kanıtlaması için kendisine mucize yapması konusunda meydan okunduğu zaman, mucize yapmayı reddetti. Kuran, Muhammed’in düşmanlarının söylediği şu sözlere yer verir: “Ona açıktan göreceğimiz bir melek indirilse ya! Eğer öyle bir melek indirmiş olsaydık, artık iş bitirilmiş olurdu” (6:8-9). Muhammed’e inanmayanlar ona, bir peygamber olduğunu kanıtlaması için meydan okudular ve şöyle dediler: “Yer­den bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe sana asla inanmayacağız.” (17:90-92). Muhammed’in bu isteklere verdiği yanıt aydınlatıcıdır: “Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim.” Musa’nın, İlyas’ın ya da İsa’nın böyle bir yanıt vereceği düşünülemez. Gerçekten de, Muhammed, Musa’nın kendisine firavun tarafından meydan okunduğu zaman, ona mucizeler yaparak karşılık verdiğini kabul etmiştir. “Firavun, ‘Eğer açık bir delil getirdiysen, haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen’ dedi. Bunun üzerine Musa, asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha. Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için, bembeyaz olmuş” (7:106-8). Kuran bu konuda şöyle devam eder: “Böylece hak yerini buldu” (ayet 118. Ama yine de Muhammed, Tanrı’nın, konuşmacıları olarak gönderdiği kişileri bu şekilde onayladığını bilmesine rağmen, benzer mucizeler yapmayı reddetti. O zaman neden Muhammed’in, Tanrı’nın büyük peygamberleri ile aynı çizgide olan bir peygamber olduğuna inanılması gereksin ki?

Son olarak, Müslümanlar Muhammed’in mucizeler yapması konusundaki isteksizliği ile ilgili olarak makul hiçbir açıklama sunamazlar. İyi bilinen bir İslam iddiası şudur: “Tanrı’nın, peygamberlere bu tür mucizeler vermesindeki amaçlarından biri şudur: Dünya bu tür insan gücünün ötesindeki mucizelerdeki gücün Tanrı’ya ait olduğunu görebilsin.” Böylece, “Musa’nın döneminde büyücülük eyleminin çok gelişmiş olduğunu görebiliyoruz. Bu yüzden, Musa’ya öyle büyük mucizeler verildi ki, büyücüler çaresiz kaldılar ve bu mucizeleri gördükleri zaman, Musa’nın önderliğini ve peygamberliğini kabul ettiler.” Benzer şekilde, “İslam Peygamberinin dönemi sırasında, güzel konuşma sanatı büyük ilerlemeler kaydetmişti. Bu nedenle, İslam peygamberine, zamanının en büyük şairlerinin seslerini susturan Kuran mucizesi verildi.” 51

Ancak yine de, bu mantık ile ilgili çeşitli ciddi sorunlar mevcuttur. Her şeyden önce, bunun “Tanrı’nın bina ettiği yollardan biri” olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Aksine, Kuran’ın kendisi bile şu ger­çeği kabul eder: Tanrı sürekli olarak, İsa dahil olmak üzere Musa, ve diğer peygamberler aracılığı ile doğa mucizeleri verdi. Tanrı, peygamberlerini, mucizeler aracılığı ile onaylama yolunu seçti.

Ayrıca, güzel bir dini edebiyat üretmek, Kuran’ın Tanrı’nın diğer peygamberler aracılığı ile yaptığını kabul ettiği mucizevi doğa olayları üretmekten daha kolaydır. Aslında Kuran’ın aksi öğretişler veren pek çok başka dini edebiyat yazıları vardır: Yeşaya’nın peygamberliği, Dağdaki Vaaz, Hindu Gita vs.

Bunlara ek olarak, kendisinden önceki peygamberler mucizeler yapabildikleri ve yaptıkları halde, Muhammed’in doğa mucizeleri yapma konusundaki isteksizliği, Müslüman olmayan kişilere, bu konu üzerinde düşündükleri takdirde bu davranışı sorumluluktan kaçan bir davranış olarak göreceklerdir. Ve şöyle soracaklardır: “Eğer Tanrı diğer peygamberleri bu tür şeyler aracılığı ile onayladıysa, o zaman aynı şeyi neden Muhammed için de yapmadı ve bu konu hakkındaki tüm kuşkuları ortadan yok etmedi?” Kuran’dan alınan, Muhammed’in kendi sözleri şöyledir: “Dediler ki, ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya!’ (Ey Muhammed) de ki, ‘Şüphesiz Allah’ın, bir mucize indirmeye gücü yeter’” (6:37).

Aynı zamanda Muhammed kendisini eleştirenlere, bu konunun Tanrı’nın, zamanın özelliklerine göre peygamberlerini onaylamak için farklı çağlarda ve farklı biçimlerde oluşturduğu bir yol olduğu şeklinde hiçbir yanıt da vermedi. Aksine, yalnızca kendi mucizesini (Kuran) sundu ve kendisini mucizeler yapma yeteneği olmadığı için değil, inançsızlıkları nedeni ile reddettiklerini söyledi. Şöyle yazılıdır: “Bilmeyenler, ‘Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mu­cize gelse ya!’ derler.” Muhammed’in yanıtı çok açıktı: “Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz ayetleri kesin olarak inanacak bir toplum için açıkladık” (2:118; 17:90-93; 3:183).

Sonuç olarak, Muhammed’in yaşamı ile bağlantılı olan bu iddia edildiği gibi doğaüstü olaylar (Musa ve İsa’nın yaptığı, bunlar, kabul ettiği doğaüstü olaylar gibi doğa mucizeleri olmamasına rağmen), doğal araçlar aracılığı ile açıklanabilirler. Örneğin Müslümanlar, Hicret’ten Sonraki 624 yılında yapılan Muhammed’in Bedir savaşındaki üstün zaferini, onun adına tanrısal onayın doğaüstü bir belirtisi olarak görürler. Ama Bedir savaşından tam bir yıl sonra Muhammed’i destekleyenler küçük düştükleri ağır bir yenilginin sıkıntısını çektiler, 52 ama o bu yenilgiyi yine de tanrısal hoşnutsuzluğun doğaüstü bir belirtisi olarak kabul etmediler. 53

Muhammed’in Ahlak Örneği

Müslümanlar Muhammed’in genelde ahlaklı bir insan olduğunu kabul ederler. Hatta bundan daha fazlasını da iddia ederler. Onlar, Muhammed’in hem (ana) günahın ötesinde olduğunu ve hem de insanlık için en mükemmel ahlak örneğini oluşturduğuna inanırlar. İleri sürdükleri iddia şudur: “Muhammed, tarihte, dindarlık ve mükemmellik açısından insanlık için en iyi örneği oluşturur. Muhammed, bir insanın ne olabileceğinin ve mükemmellik ve erdem alanında neler başarabileceğini ortaya koyan diri bir kanıttır. 54 Onlar, Muhammed’in bu özeliklerinin onun Tanrı’nın eşsiz peygamberi olduğuna ilişkin “temel kanıtlar” olduğunu söylerler. 55

Kemal ud Din ed Damiri tarafından yazılmış, rağbet gören bir Müslüman klasiği bize Muhammed ile ilgili aşağıdaki bilgileri sunar:

Muhammed insanların en seçkini, tüm elçilerin en onurlandırılmış olanı ve merhamet peygamberidir… O peygamberlerin en iyisidir ve onun ulusu ulusların en iyisidir… Mükemmel bir zekaya sahipti ve soylu bir aileden geliyordu. Kesinlikle lütufkârdı, cömertlikte kusursuzdu, cesareti yetkindi, aşırı derecede alçakgönüllüydü, yararlı bilgilere sahipti, Tanrı’ya olan korkusu tamdı ve dindarlıkta üstündü. O, mükemmelliğin her çeşidinde en güzel konuşanı ve en yetkin olanıydı. 56

Muhammed’in, iddia edilen ahlak mükemmelliği hakkında kuşkulara ve sorulara neden olan çok sayıda durum söz konusudur. Bu konulardan ilki, çokeşlilik meselesidir.

Çokeşlilik Sorunu

Kuran’a göre, bir erkeğin dört tane karısı olabilir (4:3). Bu durum, en azından iki sorunun sorulmasına neden olur. Birincisi, çokeşlilik ahlaki midir? İkincisi, Muhammed, kendi yasası ile uyumlu muydu? Eğer uyumlu değil idiyse, insanlık için kusursuz bir ahlak örneği olması nasıl düşünülebilir?

Yahudi-Hristiyan geleneklerine göre çokeşlilik ahlaki açıdan yanlış görülür. Tanrı çokeşliliği asla buyurmamıştır. 57 Ama Kuran, bir erkeğin dört kadına da bakabilecek durumu olduğu takdirde, o erkeğin dört kadın ile evlenmesine izin vererek çokeşliliği tasvip etti: “Size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın” (4:3). Hristi­yan açıklamasının gerçeğini önceden var sayılmaksızın hem Müslümanlar’ın hem de Hristiyanlar’ın genel ahlak bakışı açısından çokeşlilik konusunda pek çok tartışma mevcuttur. Birincisi, tekeşliliğin ilk örnek göz önüne alınarak kabul edilmesi zorunludur, çünkü Tanrı, ilk erkeğe yalnızca tek bir kadın (Havva) vermiştir. İkincisi, tekeşlilik orantı eşitliği belirtir, çünkü Tanrı’nın dünyaya gönderdiği erkeklerin ve kadınların sayısı hemen hemen aynıdır. Sonuç olarak, tekeşlilik eşitlik olarak varsayılır. Eğer erkekler birden fazla kadın ile evlenebiliyorlarsa, o zamana bir kadının neden birden fazla sayıda kocası olmasın? Çokeşlilik, dürüstlük değildir.

Rağbet gören Müslüman biyografi yazarı Haykal bile şöyle der: “Ailenin ve toplumun mutluluğuna en iyi şekilde hizmet edebilmek, tekeşliliğin kabul ettirdiği sınırlamalar ile mümkündür.” 58 Gerçekten de, Muhammed’in eşleri ile olan ilişkileri, çokeşlilik ile ilgili bir delildir. Örneğin, Haykal, çokeşlilik nedeni ile ortaya sorunlar çıktığını belirtir: “Peygamberin eşleri, kocalarına tuzak kuracak kadar ileri gittiler.” Peygamberin eşlerinin bu tutumu anlaşılabilir bir tutumdur, çünkü Haykal sözlerine, “Muhammed’in genellikle pek çok kez eşlerinden bazılarını önemsemediğini ve aralarında ayırım yaptığını” söyleyerek devam eder. 59 “Peygamberin, eşlerinden bazılarını diğerlerinden üstün tutması, ‘Müminlerin Anneleri’ arasında öylesine büyük bir çekişme ve düşmanlık yarattı ki, bir kez, Muhammed eşlerinden bazılarını boşamayı dahi düşündü.” 60 Tüm bu olup bitenler hem ilke hem de uygulama açısından örnek alınacak bir ahlak tutumuna engel olan davranışlardır.

Bir an için, Kuran’da öğretildiği gibi, çokeşliliğin ahlaki açıdan doğru olup olmadığı sorusu bir kenara bırakılacak olsa dahi, Muhammed’in karakterindeki hataları hissettiren bir başka ciddi sorun mevcudiyetini hala korur. Muhammed, Tanrı’dan, bir erkeğin, bir defada yalnızca dört eşe sahip olabileceği açıklamasını aldı, ancak Muhammed’in eş sayısı yine de dörtten fazlaydı. Muhammed’in savunucularından olan bir Müslüman, The Prophet of Islam as the Ideal Husband (İdeal Koca Olarak İslam Peygamberi), onun on beş tane karısı olduğunu kabul etti! Ama o yine de diğer erkeklere yalnızca dört eşe sahip olabileceklerini söyledi. Tanrı’dan olduğunu söylediği temel yasalardan birini kendi yaşamında uygulamayan biri, nasıl olur da tüm insanlık soyu için mükemmel bir ahlak örneği teşkil edebilir?

Müslümanlar’ın bu soruya verdikleri yanıt ikna edici değildir. Onlar şu iddiada bulunurlar: Peygamberin aldığı “açıklama” kendisine Tanrı tarafından, herhangi biri için değil, özel olarak şahsı için bir istisna olarak verilmişti. Muhammed, bu konuda, Tanrı’nın sözlerinden şu alıntıyı yapar: “Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; ayrıca, diğer müminlere değil de sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikahlamak istediği herhangi bir mümin kadını da (sana helal kıldık)” (33:50). Bunlara ek olarak Muhammed evlatlığının boşadığı karısı Zeynep ile evlenmesi için tanrısal bir kolaylık aldığı dahi belirtilir (33:37).

Tüm bunlara ek olarak, bizden şuna inanmamız istenir: Tanrı, her eşe, sahip olduğu evlilik haklarını “adil bir şekilde” vermek için tanrısal esin ile açıklanmış bir başka yasaya özel bir istisna yaptı, yani, aralarında belirli bir devir ile bir sıralama yerine getirdi. Muhammed, Tanrı’nın, kendisine, istediği her eşe istediği her zaman sahip olabileceğini bildirdiği konusunda ısrar eder: “Ey Muhammed! Bunlardan (hanımlarından) dilediğini geri bırakırsın, dilediğini yanına alırsın” (33:51). Ancak Tanrı da belli bir noktadan sonra Muhammed’in kadınlara olan sevgisini frenledi: “Bundan sonra, güzellikleri hoşuna gitse bile, başka kadınlar ile evlenmek, eşlerini boşayıp başka eşler almak sana helal değildir” (33:52).

Muhammed’in bu durumuna bakıldığı zaman, sağduyu sahibi birinin onu mükemmel bir ahlak örneği ve ideal koca olarak nasıl görebildiği şaşırtıcıdır.

Kadınların Erkeklerden Daha Aşağı Görülmeleri

Kuran ve hadisler kadınları erkeklerden daha düşük bir konumda görürler. Erkeklerin üstün konumu doğrudan Kuran’ın buyruklarını temel alır. Daha önce de belirtildiği gibi, erkekler birden fazla kadın ile evlenebilirler (çokeşlilik), ama kadınlar birden fazla kocaya sahip olamazlar (poliandri – çok kocalılık sistemi). Kuran (2:228), erkeklerin kadınların üzerinde bir derece farkı vardır. Kuran, erkeklere karılarını boşama hakkını açıkça tanır ama aynı eşit hakkı kadınlara tanımaz, ve şu iddiayı ileri sürer: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece hakları vardır” (2:228). 61 Muhammed bir defasında kadın bir kölenin doğru söylemesini sağlamak için onun dövülmesini tasvip etti. Haykal bu konu hakkında şu bilgiyi verir: “Köle kadın içeri çağrıldı ve Ali hemen kadını tuttu ve, ona Tanrı’nın peygamberine doğruyu söylemesi için emrederek şiddetli bir şekilde uzun süre dövdü.” 62 Sonuç olarak, Kuran’a göre, erkekler karılarına dayak dahi atabilirler: “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) baş kaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün.” (4:34) 63 Bunlara ek olarak, Müslüman kadınların bir peçe taşımaları, kocalarının arkasında durmaları ve duada onların arkasında durarak diz çökmeleri gerekir. Yasa bir erkeğe karşı açılan davalarda iki kadının tanıklık yapmasını talep eder. 64

El-Buhari’nin Sahihi’ndeki hadislerden birinde kadınların İslam­daki aşağı konumlarını tanımlayan şu aşağıdaki öyküyü okuruz:

İbn Abbas tarafından anlatıldı: Peygamber şöyle dedi: “Bana cehennem ateşi gösterildi ve orada bulunanların çoğu takdir bil­me­yen kadınlardı.” Şu soru soruldu, “Onlar Allah’a mı inan­ma­dılar?” (ya da Allah’a mı nankörlük ettiler?) Peygamber, soruları şöyle yanıtladı, “Onlar kocalarına nankörlük ettiler ve kendilerine yapılan iyilikleri ve yararlı işleri takdir etmediler.” 65

Kadınlar hakkında söylenen tüm bu ifadeler göz önüne alındığı zaman, Müslüman düşüncelerini savunan kişilerin ağızlarından şu sözleri işitmek gerçekten inanılmazdır: “Muhammed, kesinlikle kadınları, diğer herhangi bir erkekten daha fazla onurlandırmak ile kalmamış, aynı zamanda kadını ait olduğu yere gerçekten yükseltmiştir – bu başarıyı gösterebilen yalnızca Muhammed olmuştur”[!] 66 Bir diğer Müslüman yazar şu ifadede bulunur: “İslam, kadına, diğer dini ya da kurumsal hiçbir sistemin sağlayamayacağı sevinci veren haklar ve ayrıcalıklar tanımıştır.” 67 Ancak gerçekler bunun tam karşıtını gösterirler.

Muhammed’in Genel Ahlaki Durumu

Muhammed asla günahsız biri değildi. Kuran bile onun pek çok kez Tanrı’dan bağışlanma dilemesi gerektiğini bildirir. Örneğin, 40:55 ayetinde Tanrı ona şöyle der: “Ey Muhammed! Sabret. Allah’ın vaadi şüphesiz gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ederek tespih et.” Tanrı yine başka bir zamanda Muhammed’e şöyle dedi: “Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Hem kendinin, hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! (47:19).” Bu ayette yazılı olanlar, bağışlanmanın yalnızca diğer insanlar için değil, kendi günahları için de gerekli olduğunu kesin bir şekilde açıklar (48:2).

Kuran’da Muhammed hakkında yazılı olan gerçeklerin ışığında Muhammed’in karakterinin kusursuz olmaktan uzak olduğunu görürüz. Muhammed hakkında yazan ve geniş çapta rağbet gören bir biyografi yazarlarından biri onun günah işlediğini kabul etti. Haykal, bir olaydan söz ederken, açıkça şöyle der: “Muhammed, (kör dilenci) İbn Umm Maktum’un yüzüne hiddetle baktığı ve onu kovduğu zaman, gerçekten hata yaptı.” 68 Haykal, bu sözlerine şunu ekler: “Bu açıdan o (Muhammed) herkes gibi düşmeye eğilimliydi.” 69 Eğer durum böyle ise, o zaman Muhammed’in Müslümanlar tarafından böylesine övülerek göklere çıkartıldığına inanmak zordur. Muhammed’in ahlakı yine de onun zamanında yaşayan pek çok kişinin gelişmesine yardımcı olmasına rağmen, onun pek çok Müslüman’ın iddia ettiği gibi, tüm zamanların tüm insanları için mükemmel bir örnek teşkil ettiği konusu kesinlikle başarısızlığa uğramış gibidir. Müjdelerdeki İsa’nın aksine, o, düşmanlarına şu tür bir soru ile kesinlikle meydan okuyamazdı: “Hanginiz bana günahlı olduğumu kanıtlayabilir?” (Yuhanna 8:46).

Kutsal Savaşlar (Cihad) Sorunu

Savaşın adil olup olmadığı konusunu bir kenara bırakalım, 70 Muhammed savaşların kutsal olduğuna inanırdı. Muhammed, aldığı tanrısal açıklama sonucu izleyicilerine şöyle buyurur: “Allah yolunda savaşın” (2:244). Başka bir ayete şunlar yazılıdır: “Allah’a ortak koşanları bulduğunuz yerde öldürün” (9:5). Ve “(Savaşta) inkâr edenler ile karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun” (47:4). Genel olarak, “Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyenler ile” savaşmalıydılar (9:29). Tanrı uğruna savaşanlar için gerçekten de cennet vaadinde bulunulur: “Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de andolsun, günahlarını örteceğim. Allah katından bir mükafat olmak üzere onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım” (3:195; 2:244; 4:95; 8:12). Bu “kutsal savaşlar”, “inanmayanlara karşı” “Allah yolunda” yapıldılar (2:244). 5:33 ayetinde şunları okuruz: “Allah’a ve Resulüne savaş açanların, inanmayanların) ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerde sürülmeleridir.” Koşullara bağlı olarak bunların uygun ve yerinde cezalar olduğunu kabul eden Ali, şu ifadesi ile az da olsa biraz teselli sunar: Arapların, düşmanlarına daha zalim şekilde davranmaları, örneğin “gözlerini oymaları ve zavallı kurbanı kızgın güneşin altına terk etmeleri” gibi yaptıkları zulümler artık iptal edildi! 71 Bu tür savaşların devam etmesi ve düşmanlara –hangi vesile ile olursa olsun– dini temeller nedeni ile zulmedilmesi, pek çok eleştirmen tarafından dinsel hoşgörüsüzlüğün aşikâr bir örneği olarak kabul edilir. 72

Ahlaki Politika Sorunu

 Muhammed, izleyicilerinin Mekke’ye ait ticaret kervanlarını yağmalamalarını tasdik etti. 73 Bu tür üç yağma eylemine peygamberin kendisi önderlik etti. Bu saldırıların amacı hiç kuşkusuz yalnızca ekonomik kazanç elde etmek değildi, amaç, aynı zamanda Mekkelileri, büyüyen Müslüman gücü ile etkilemekti. İslam eleştirmenleri, bu tür bir korsanlık ile ilgili ciddi ahlak soruları yönelttiler. En azından bu tür eylemlerin Muhammed’in iddia edilen ahlak mükemmelliği üzerine karanlık bir gölge düşürdüğünü hissettiler.

Muhammed, bir defasında, bir izleyicisinin Halid adlı bir düşmanına, onu öldürmek amacı ile yalan söylemesini tasdik etti. Ve bu izleyici adamı öldürdü. Sonra, güvenilir bir uzaklıkta ama adamın eşlerinin önünde “kılıcı ile onun üzerine yürüdü ve onu öldürdü. Halid’in eşleri olayın tek tanıklarıydılar ve olup biten karşısında ağlamaya ve kocaları için ağıt yakmaya başladılar.” 74

Diğer bazı olaylarda Muhammed, politik açıdan uygun görülen katliamlar ile aksi fikirde değildi. Önde gelen Yahudiler’den biri olan Ka’b İbn El-Eşraf, Muhammed’e karşı bazı ihtilaflara neden olduğu ve onun hakkında hiciv niteliğinde bir şiir yazdığı zaman, peygamber şu soruyu sordu: “Beni Ka’b’dan kim kurtaracak?” Dört kişi peygamberin isteğini yerine getirmek için anında gönüllü olarak ileri atıldı ve kısa bir süre sonra ellerinde Ka’b’ın başını taşıyarak geri döndüler. 75 Hüseyin Haykal adlı saygı gören modern İslam biyografi yazarı, The Life of Muhammad (Muhammed’in Yaşamı) isimli kitabında sözü edilen bu tür katliamların çoğunu kabul eder. Bu katliamlardan biri ile ilgili şunları yazdı: “Peygamber, Ukbe ibn Ebu Muayt’ın öldürülmesini buyurdu. Ukbe, kendisine merhamet edilmesi için, ‘Ey Muhammed, çocuklarıma kim bakacak?’ diyerek yalvardığı zaman, Muhammed’in yanıtı şöyle oldu: ‘Ateş.’” 76

Kuran’ın kendisi, Muhammed’in, kendi çıkarına uygun bulduğu zaman, verdiği sözleri yerine getirmeme konusunda rahatsızlık duymadığını söyleyerek bizi bilgilendirir. Arapların kutsal bir ayı sırasında öldürmekten sakınmak ile ilgili uzun vadeli bir taahhüdü bozmak için bir “açıklama” dahi aldı: “Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki, ‘O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır’” (2:217). Yine başka bir ayette şunlar yazılıdır: “Allah (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmayı (ve kefaret ödemeyi) size meşru kılmıştır” (66:2). Muhammed’in ahlak yaşamı dengeli bir süreklilik yerine bazen uygun koşullar ile karakterize edilir.

Misilleme (Kısas) Konusu

Muhammed en azından iki olayda, kendisi ile alay eden nitelikte şiirler yazan kişilerin öldürülmeleri için adamlarına buyruk verdi. Gösterdiği bu haddinden fazla aşırı tepkiye karşı bazı kişiler, konuyu ikna edici olmaktan uzak bir şekilde, şöyle savundular: “Muhammed gibi başarısı ve değeri çok büyük olan bir adam hakkında kötü hiciv niteliğinde yazılanlar, bir savaşın kaybedilmesinden daha tehlikeli olabilirler.” 77 Ama eleştirmenlerin de işaret ettiği gibi bu durum yalnızca pragmatizme (neden ile sonuç arasındaki bağlantıyı araştıran çalışma ile ilgili) ait, sonuç nedeni haklı çıkartır ahlakıdır.

Haykal, “Müslümanlar’ın, kadınların ve çocukların öldürülmelerine her zaman karşı olduklarını” kabul eder, ama buna rağmen yine de, “bir Yahudi kadın bir Müslüman’ı öldürdüğü için başına değirmen taşı atılarak öldürüldü.” 78 Haykal, bir başka olay hakkında şunları yazar: “Her iki köle kadın (söyledikleri bir şarkıda Muhammed’e karşı sözler olduğu iddiasıyla) suçlanarak sorguya çekildiler ve efendileri ile birlikte öldürülmeleri için emir verildi.” 79 Ebu Afak adlı bir kadının yazdığı bir şiirle Muhammed’e hakaret ettiğine inanıldığı zaman Muhammed’in izleyicilerinden biri, “kadına, kadının yanında çocukları varken ve kadın bu çocuklarından birini emzirdiği esnada saldırdı.” Bu kişi, “kurbanının bebeğini ondan uzaklaştırdıktan sonra onu öldürdü. 80 Tüm insanlık için en büyük ahlak örneği olarak gösterilen birine tüm bu olayların yakışmadığı kesindir.

Muhammed’in izleyicilerinin, onun adına öldürme konusunda gösterdikleri bu gayret şaşırtıcıdır. Haykal, Muhammed’in tek bir buyruğu ile kızını öldürebilecek kadar Muhammed’e adanmış birinin sözlerini yazar. Ömer ibn el Kattab adlı İslam’ın ikinci halifesi aşırı bir bağlılık ile şu beyanda bulundu: “Tanrı adına söz veririm ki, eğer o (Muhammed), benden kızımın kafasını vurmamı isteseydi, hiç tereddüt etmeden bu isteğini yerine getirirdim!” 81

Merhamet Göstermeme Sorunu

Muhammed, Mekkeli düşmanlar ile birleşerek Müslümanlar’a karşı tuzak kurduklarından kuşkulandığı Medineli son Yahudi oymağına saldırdı. Daha önce, yalnızca kentten sürülmüş olan iki Yahudi oymağından farklı olarak, bu kez, oymağın tüm erkekleri öldürüldüler ve kadınlar ve çocuklar köle olarak satıldılar. Bu olayı haklı çıkarmaya çalışan kişilerin varlığına rağmen, bu eylem bir “zulüm” eylemiydi ve “Muhammed’in Yahudiler’e karşı uyguladığı zulüm, onların kendisi ile alay etmeleri ve onu reddetmeleri yüzünden Muhammed’in yaşamındaki en büyük hayal kırıklığına neden olduğu gerçeği iddia edilerek açıklanamaz. Hem onda hayal kırıklığına neden oldular, hem de onu, bir süre peygamberlik yetkisinin tamamen yok etmek ile tehdit ettiler.” 82 Eğer bu iddia türündeki açıklamalar gerçek olsalardı bile, iki yanlış bir doğruyu oluşturmazdı. Her durumda, bu tür bir davranış, erkekleri öldürmeyi ve kadınlar ile çocukları köle olarak satmayı haklı çıkartır mıydı? 83 Ve, ayrıca, bu tür bir eylem tüm insanlık için bir örnek teşkil etmesi ve ahlaki açıdan hatasız bir karaktere sahip olması gereken bir kişinin eylemi mi olmalıdır?

Muhammed’in mükemmel bir ahlak örneği olduğuna dair gösterilen tüm bu karşıt delillere rağmen, seçkin bir İslam savunucusu olan Haykal, bu konuya şu müthiş iddia ile karşılık verir: “Onların iddiaları gerçek olsa bile, biz bu iddiaları yine de reddederdik, çünkü elimizde çok basit bir delil var: büyük olan yasadan üstündür”[!]84

Özet

İslam, Muhammed’in Tanrı’nın (Kuran’daki) tam ve nihai açıklaması ile peygamberlerin sonuncusu olduğunu iddia eder. Müslümanlar, bu iddiayı desteklemek için çeşitli örnekler sunarlar; Kuran’da yer alan Muhammed’e ait kehanetler, Kuran’ın mucizevi doğası, Muhammed tarafından gerçekleştirilen mucizeler ve onun mükemmel ahlaklı karakteri. Ancak her şeye rağmen, daha önce görmüş olduğumuz gibi, tüm bu örnekler ile ilgili kanıtlar doğaüstü olma iddiası için de yeterli değillerdir, çünkü olayların gerçekten vuku bulduğuna dair gerçek bir kanıt yoktur, ya da olayların kendisi ile ilgili gerçekten doğaüstü olan hiçbir şey mevcut değildi.

Bir Müslüman elbette bu durumu iman aracılığı ile kabul etmeye devam edebilir. Ama bu durumun kanıt ile ortaya konulması tamamen farklı bir şeydir. Sokrat’a ait olan “Tetkik edilmemiş [eleştirilmemiş] yaşam, yaşanmaya değmez” (ve bu ifadeye şu eklemede bulunabiliriz, “tetkik edilmemiş [eleştirilmemiş iman], inanmaya değmez) öğüdü ile aynı fikirde olan Müslüman olmayan biri, gerçek üzerinde temellenmiş bir iman bulmak için hiç kuşkusuz başka bir yere bakacaktır.


1. Bu konu ile ilgili daha ayrıntılı inceleme için Bölüm 3’e bakınız.

2. Kateregga ve Shenk, 34; ve Rauf, 5.

3. Abdalati, 27. Aynı zamanda Rauf, 5’e bakınız.

4. Annemarie Schimmel, “The Prophet Muhammad as a Centre of Muslim Life and Thought (Müslüman Yaşamının ve Düşüncesinin Merkezi Olarak Peygamber Muhammed), in Schimmel and Falaturi, 62.

5. İslam’ın sözde doğaüstü onayı ile ilgili, hızla yayılması ve bilimsel onay görmesi açısından diğer kanıt, Bölüm 9’da gözden geçirilecektir.

6. Bakınız Pfander, 225-26.

7. Davud, 11.

8. Aynı kitapta, 156.

9. Bu metinler hakkındaki tartışma Norman Geisler ve Thomas Howe’un When Critics Ask adlı eserinde yer alır (Grand Rapids: Baker, 1992).

10. Yeni Antlaşma kayıtlarının ilk yüzyıla ait güvenilir belgeler olduklarına kanıt için bölüm 10’a bakınız.

11. Musa doğaüstü peygamberlik aracılığı ile kendi ölümü hakkında yazmış olabilirdi, çünkü Tanrı için geleceği dakikalık ayrıntılar ile açıklamak çok kolaydır (Daniel 2,7,9,12). Her şeye rağmen, onun burada ölümü ile ilgili biyografisini yazdığı sonucuna varmak gerekli değildir. Birinin, belki de Yeşu’nun Tanrı’nın bu büyük adamının yaşamına onun kitaplarına uyan bir sonuç olarak bu son bölümü eklemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Birinin, büyük bir adam tarafından yazılmış eserinin sonuna bir ölüm biyografisi eklemek, hiç de görülmemiş bir uygulama değildir. Bu durum, bir başka yazarın eserine önsöz yazan bir yazarın uygulamasına benzer.

12. Bölüm 4’deki tartışmaya bakınız.

13. Bakınız Davud, 157.

14. Aynı kitapta, 158-60, 162.

15. N. L. Geisler ve W. E. Nix, General Introduction to the Bible (Chicago: Moody Press, 1968), Böüm 22, esp. 387 (en son figür).

16. Bakınız Andrae, 43-44.

17. Haykal, 74, vurgulama bize aittir.

18. Aynı kitapta, 75, vurgulama bize aittir.

19. Aynı kitapta, 337.

20. Aynı kitapta, 231

21. Aynı kitapta, 496, vurgulama bize aittir.

22. Bu durum, belirli putların aracılığına (şefaatine) izin veren Şeytan Ayetleri olarak anılan ayetleri kapsar (daha fazla ayrıntı için Bölüm 9’a bakınız). Bu olaydan bir süre sonra Muhammed, başka bir açıklama aldı ve bu açıklama, putlara dua etme ile ilgili satırları iptal ediyor ve şimdi 53:21 ayetinde bulduğumuz bilgilerin yerini alıyordu.

Muhammed’in açıklaması şöyleydi: Şeytan onu aldatmıştı ve kendisinin bilgisi olmadan açıklamaya sahte ayetler eklemişti.

23. Watt, Muhammad’s Mecca, 44-45.

24. Haykal, 319.

25. Daşti, 98.

26. Aynı kitapta, 111.

27. Bakınız Bölüm 3

28. Aynı zamanda bakınız 5:35; 6:37;7:8-9, 106-8, 116-19; 17:90-93; 20:22-23

29. Hadiste bulunan mucizeler için Muhammad ibn İsmail Buhari’nin The Translation of the Meaning of Sahih El-Buhari adlı eserine bakınız. Bu bölümdeki düşüncelerin çoğu Mark Foreman’in İslam mucizeleri hakkındaki yayınlanmamış bir yazısında önerilmiştir (bakınız n. 24, Bölüm 9).

30. Bakınız Pfander, 311-12

31. Abdullah Yusuf Ali, “Sure XVII’ye Giriş”, Meaning of the Glorious Qur’an (Kahire, Mısır: Dar El-Kitap el-Masri, n.d.) 691.

32. İbn İshak, 183.

33. Bakınız, “Mudjiza”, The Encyclopedia of Islam (Leiden: E. J. Brill, 1953).

34. Bakınız Pfander, 314.

35. Bakınız, Sale, A Comprehensive Commentary on the Qur’an (London: Kegan Paul, Treach, Trubner&Co. Ltd., 1896), cilt 1, 125.

36. Müslüman biyografi yazarı Muhammed Hüseyin Haykal bile, burada “Müslümanlar’ın yenilgi acısı çektiklerini” kabul eder ve düşmanın “zaferinin sevinci ile mest olduğunu” belirtir. Bakınız Haykal, 266-67.

37. Bedir savaşından sonra Kuran, Tanrı’nın yardımı ile, Muhammed’in izleyicilerinden sabırlı yirmi kişinin iki yüz kişiye galip gelebileceği ile övünür (Sure 8:65). Uhud savaşında da aynı Bedir savaşında olduğu gibi sözü edilen sayısal orantı aynıydı, ama yine de büyük bir yenilgiye uğradılar.

38. Yusuf Ali, The Meaning of the Glorious Qur’an, cilt 2, 1755.

39. Bu bölümde değinilen bu nokta ve diğer nokta için Joseph Gudel’in harika eserine çok şey borçluyuz; Joseph Gudel’ın, Simon Greenleaf Yasa Okulu’nun mastır tezi için hazırladığı To Every Muslim an Answer (Her Müslüman için Bir Yanıt) eserinde bu noktaya değinilmektedir (1982), 54.

40. H. Spencer, Islam and the Gospel of God (Delhi: S. P. C. K., 1956),21.

41. W. St. Clair Tisdall, The Source of Islam (Edingburgh: T&T Clark, n.d.), 137.

42. Hazrat Mirza Bashir-Ud-Din Mahud Ahmad, Introduction to the Study of the Holy Quran (Kutsal Kuran’ın İncelenmesine Giriş – London: The London Mosque, 1949), 374f.

43. Bakınız Ali, 1731, not 6109.

44. Bunların karşıtı olarak Kutsal Kitap’ta yüzlerce yıl önce verilmiş olan net ve kesin peygamberlikler mevcuttur (bakınız Bölüm 10).

45. Joseph Horowitz, Müslüman Dünyası’nda “The Growth of the Mohammed Legend,” (Muhammed Efsanesinin Büyümesi), cilt 10 (1920): 49-58.

46. Daşti, 55.

47. Bakınız Shorrosh ve Nehls, 96-102.

48. Daniel J. Sahas, “The Formation of Later Islamic doctrines as a Response to Byzantine Polemics: The Miracles of Muhammad, “Grek Orthodox Theological Review, cilt 27, nos. 2 ve 3 (Summer-Fall 1982), 312.

49. Aynı kitapta, 314. Örneğin, Muhammed’in göğe yükseltilmesi, İsa’nın göğe yükseltilmesine benzer (Elçilerin İşleri 1) Suyun süte dönüştürülmesi, İsa’nın suyu şaraba dönüştürmesine benzer (Yuhanna 2). Ve Muhammed’in kalabalıkları, iddia edilen mucizevi şekilde doyurması da yine İsa’nın beş bin kişiyi doyurmasına benzemektedir (Yuhanna 6)

50. El-Faruki, 20.

51. From Gudel, 38-39.

52. Uğradıkları yenilgi öylesine küçük düşürücüydü ki, “Muhammed’in yarasından iki zincir bağı çıkardılar ve bu esnada iki ön dişi koparak düştü.” Tüm bunlar yetmezmiş gibi ölen Müslümanlar’ın bedenleri düşman tarafından savaş alanında parçalar halinde kesildi. Hatta düşmanlardan biri, “dizip bir kolye yapmak için birçok ölünün burnunu ve kulağını kesti.” Bakınız Haykal, 266-67.

53. Kuran, Muhammed’in izleyicilerinin Tanrı’nın yardımı ile sabırlı yirmi kişinin iki yüz kişilik bir orduya galip geleceğini söyleyerek övünür (8:65). Ama burada aynı Bedir zaferinde olduğu gibi düşmanlarından az sayıda olmalarına rağmen, büyük bir yenilgi altında ezildiler. Böyle bir durumun mucizevi bir zafer belirtisi olması imkansızdır.

54. Abdalati, 8.

55. Bakınız Pfander, 225-26.

56. Bakınız Gudel, 72.

57. Tekeşliliğin, Tanrı’nın insan soyu için ölçüsü olduğu şu aşağıdaki gerçekler aracılığı ile ortaya çıkar: 1) Tanrı, zamanın başlangıcından beri Adem ve Havva adlı tek bir erkek ve tek bir kadın ile tek eşli bir evlilik ilişkisi yaratarak böyle bir model koydu (Yaratılış 1:27; 2:21-25). 2) Tanrı’nın temelini attığı bu tek erkek için tek kadın örneği, günah tarafından bozulana kadar (Yaratılış 4:23), insan soyu için tek uygulamaydı (Yaratılış 4:1). 3) Musa’nın Yasası çok net bir şekilde şunu buyurur: “Çok kadın edinmemelisiniz (Yasa’nın Tekrarı 17:17). 4) Çokeşliliğe karşı uyarı, Süleyman’ın çok sayıda karısının sıralandığı bölümde de şu uyarı ile tekrar edilir: “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler” (1. Krallar 11:2). 5) Rabbimiz, bu bölümden aktarma yaparak Tanrı’nın orijinal amacını yeniden onayladı (Matta 19:4) ve “Yaradan, başlangıçtan ‘İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı” ve onları evlilikte birleştirdi. 6) Yeni Antlaşma’da bu konu şöyle vurgulanır: “Her erkek karısı ile, her kadın da kocası ile yaşasın” (1. Korintliler 7:2). 7) Ayni şekilde Pavlus bir kilise önderinin “tek eşli bir koca” olması gerektiği konusunda ısrar etti (1.Timoteos 3:2,12). 8) Gerçekten de, tek eşli evlilik, Mesih ve kilisesi olan gelini arasındaki ilişkinin bir ön figürüdür (Efesliler 5:31-32).

Aslında, Kutsal Kitap Tanrı’nın aşağıdaki ifadelerde kanıtlandığı gibi, çokeşlilik uygulayan kişileri ciddi şekilde cezalandırdığını açıklar: 1) Çokeşlilikten ilk kez, katil “Lemek’in iki kadın ile evlendiği” (Yaratılış 4:19,23) ve günahlı bir toplumda Tanrı’ya karşı isyan ettiği zamanki çevre ve koşullar içinde söz edilir. 2) Tanrı, çokeşlilere, sürekli olarak eylemleri nedeni ile “yürekleri Tanrı’dan sapmaması için” eylemlerinin sonuçları konusunda uyarıda bulundu (Yasa’nın Tekrarı 17:17; 1. Krallar 11:2). 3)Tanrı hiçbir zaman çokeşlilik buyurmadı. Aynı şekilde boşanmayı da buyurmadı, yalnızca yüreklerinin inatçılığı nedeni ile buna izin verdim n (Yasa’nın Tekrarı 24:1; Matta 19:8). 4) Kutsal Kitap’taki her çokeşli erkek, Davud ve Süleyman dahil olmak üzere (1. Tarihler 14:3), günahlarının bedelini ödediler. 5) Tanrı çokeşlilikten nefret eder, boşanmadan da aynı şekilde nefret eder, çünkü çokeşlilik ve boşanma Tanrı’nın aile konusundaki idealini bozar (Malaki 2:16). Alıntı Geisler ve Howe, 183-84.

58. Bakınız Haykal, 294.

59. Aynı kitapta, 436.

60. Aynı kitapta, 437.

61. Bakınız Rippin ve Knappert, 113-15.

62. Bakınız, Haykal, 336.

63. Kuran, Pickhall’un çevirisi, vurgulamalar eklenmiştir. Ali, bu ayete Arapça’da bulunmayan “hafifçe” sözcüğünü ekleyerek yumuşatmıştır: “(Bunlar fayda vermezse) onları (hafifçe) dövün.”

64. Bakınız Abdalati, 189-91.

65. El-Buhari, cilt 1, 29.

66. Bakınız Haykal, 298.

67. Bakınız Abdalati, 184. Kadınlara karşı İslam’daki ve Kuran’daki davranışlar ile ilgili daha ayrıntılı eleştiri için bakınız Daşti, 113-120.

68. Bakınız Haykal, 134.

69. Aynı kitapta, 134.

70. Bakınız N. L. Geisler, Christian Ethics: Options and Issues (Grand Rapids: Baker, 1989), bölüm 12.

71. Yusuf Ali, Holy Quran, bakınız 738, 252.

72. İslam’ı ve Müslüman uygulamalarını yüzyıllar boyunca yaymak amacı ile kılıcı saldırgan bir şekilde kullanmak hakkında verilen bu gayet açık belirtilen buyrukların ışığında, Müslüman, şu iddiada bulunur: “Bu savaş, yalnızca ‘insanları Tanrı’ya ve O’nun dinine çağırma özgürlüğü adına’ yapılır (bakınız, Haykal, 212).

73. Aynı kitapta, 357f.

74. Aynı kitapta, 273.

75. Bakınız, Gudel, 74.

76. Bakınız Haykal, 234 (236-37,243).

77. Bakınız Gudel, 74.

78. Bakınız Haykal, 314.

79. Aynı kitapta, 410.

80. Aynı kitapta, 243, vurgulama eklenmiştir.

81. Aynı kitapta, 439. Daşti’nin yerinde olan gözlemini aktaralım, “Bazen ya bir yiğitlik gösterisi yapmak arzusu tarafından motive edilen ya da kişisel kin güden katliamlar İslam’a bir hizmet olarak gösterildi” (Daşti, aynı kitapta, 101).

82. Bakınız Andrea, 155-56.

83. Müslüman’ın bu suçlamaya karşı yaptığı savunma girişimleri, genellikle, Hristiyan uygarlıklarının da aynı şekilde hareket ettiği ileri sürülerek “konuyu saptırma”nın mantıksal hilesini kapsar (bakınız Haykal, 237). Bu iddia gerçek olsaydı bile, yine de peygamberin, bir misilleme olarak kadınları öldürmesini haklı çıkartmazdı. Hiç kimse İsa’nın böyle bir eylemde bulunduğunu ya da bu eylemin takdir edilecek bir eylem olduğunu onaylamasını hayal dahi edemez.

84. Bakınız Haykal, 298, vurgulama bize aittir.

Kuran, İslam’ın merkezinde yer alır. Eğer İslam’ın iddiaları kanıtlanabilirse, o zaman İslam doğrudur ve ona karşıt olan Yahudilik ve Hristiyanlık dahil olmak üzere tüm dini iddialar artık geçerli değildir. Bölüm 5’de gördüğümüz gibi, Kuran, Tanrı’nın sözlü açıklama ile esinlenmiş ve gökyüzündeki orijinalinden kopyalanmış Sözü olduğunu iddia eder. Ayrıca, diğer dinlerin karşıt iddialarına rağmen, Kuran, kendisinden önce gelen Musa, İsa ve diğer tüm peygamberlerden üstün olan, son peygamber ve peygamberlerin en büyüğü olan Muhammed aracılığı ile Tanrı’nın tam ve nihai açıklaması olduğunu ileri sürer. O zaman bu durumda Müslümanlar’ın Kuran hakkındaki iddiasını anlamak ve Müslümanlar’ın Kuran’ı desteklemek için sundukları kanıtı incelemek için İslam’ı reddeden herhangi birinin bu noktayı kavraması çok büyük önem kazanır.

Kuran’ın İslam Görüşüne Göre Yeniden Gözden Geçirilmesi

Kuran’ın, kendi tanrısal ve eşsiz yetkisi ile ilgili iddialarını değerlendirmeye başlamadan önce, Kuran’ın doğası hakkındaki temel iddiaları yeniden gözden geçirmek gerekir. Bu iddialar Kuran’ın Tanrı esini olduğu, hatasız yazıldığı ve nihai kitap özelliğini taşıdığı gibi konular hakkında belirtilen iddialardır.

Kuran’ın Vahyedilmesi

Ebu Hanife adlı büyük Sünni otorite, şu kanaati ifade etti: “Kuran Tanrı’nın Sözü’dür ve O’nun vahye­dilmiş sözü ve açıklamasıdır. Kuran, Tanrı’nın gerekli bir niteliğidir. Kuran Tanrı değildir, ama yine de Tanrı’dan ayrı tutulamaz.” Kuran elbette, “bir kitap halinde yazılmıştır, bir dilde okunur … ama Tanrı’nın sözü yaratılmamıştır.” 1

Yusuf K. İbiş adlı Müslüman bilgin, şu beyanda bulundu: “Kuran sıradan bir anlam taşıyan bir kitap değildir, Kutsal Kitap’ın ne Yeni ne de Eski Antlaşmaları ile kıyaslanamaz... Eğer Kuran’ı Hristiyanlıktaki herhangi bir konu ile kıyaslamak isterseniz, o zaman onu Mesih’in kendisi ile kıyaslamanız gerekecektir.” Ve sözlerine şunu ekler: “Mesih, Tanrı’nın insanlar arasındaki ifadesi ve Tanrısal İsteğin açıklamasıdır. İşte Kuran, budur.” 2 Özetleyecek olursak, Söz, Hristiyanlıkta beden aldı, İslam’daki Söz ise bir Kitap oldu! Kuran’ın kendisi şu iddiayı ileri sürer (39: 1-2. ayetler): “Kitab’ın indirilmesi mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. (Ey Muhammed!) Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik.” 55:1-2 ayetlerinde ise şunlar yazılıdır: “Rahman (Merhametli Olan) Kuran’ı öğretti” (aynı zamanda bakınız 3:7; 41:2-3; 12:1-2; 20:113; 25:6; 2:2-4; 43:43-44; 6:19; 39:41).

Hatasız ve Sonsuz

Eğer Kuran, Tanrı’nın gerçek Sözü ise, elbette tamamıyla kusursuz olmalıdır, çünkü Tanrı hatalı bir söz söyleyemez. Gerçekten de, Kuran’ın, kendisi hakkında kesin olarak ileri sürdüğü iddia şudur: “Hamd, kuluna Kitab’ı (Kuran’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik bulundurmayan Allah’a özgüdür” (18:1). Daha sonra göreceğimiz gibi, Müslümanlar bilim ile ilgili konular dahil olmak üzere Kuran’ın her konuda öğretiş verdiğine inanırlar.

Müslümanlar aynı zamanda Kuran’ın orijinalinin bir kopyası, göksel “Ana Kitap” olduğuna da inanırlar. 85:21-22 ayetlerinde şu ifadeleri okuruz: “Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kuran’dır. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır.”   43:3-4 ayetlerine bir göz atalım: “Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kuran yaptık. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetler ile doludur” (13:39). Bu sonsuz orijinal Levh-i Mahfuz, bizim Kuran olarak bildiğimiz yersel kitabın modelidir.

İnsanlığa Verilen Nihai Açıklama

Müslümanlar yalnızca, Kuran’ın diğer var olan ve bozulmamış tanrısal açıklamalar arasındaki tek kutsal kitap olduğuna inanmak ile kalmazlar. Onlara göre Kuran, insanlık için nihai Işık ve Rehber olması için Muhammed’e indirilen Tanrı’nın sonsuz Sözü’dür ve önceki tüm açıklamaların üstünde yer alır.

Kuran, pek çok defalar, kendisine “Açık bir Delil” (el-Burhan), ya da “Işık” (en-Nur), ya da “Açıklama” (el-Bayan) gibi ifadeler kullanarak işaret eder. 3 Aslında, Kuran’ın giriş bölümünden sonra (sure 1’de) Kuran şu iddia ile başlar: “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir” (2:2).

Abdül Ahad Davud Kuran’ın nihai kitap olduğu ile ilgili konuda şunları söyler: “Çünkü Kutsal Kuran’da yer alan Allah’ın İsteği ve Sözü’nün Açıklamasından sonra, peygamberliğin ve açıklamanın sonu gelmiştir. 4 10:37 ayetinde, şunları okuruz: “Bu Kuran, Allah’tan indirilmiş olup başkası tarafından uydurulmamıştır. Fakat o, kendinden öncekileri doğrulayıcı ve Kitab’ı (Allah’ın Levh-i Mahfuz’daki yazısını) açıklayıcı olarak indirilmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. (O) alemlerin Rabbi tarafındandır.” Kateregga şu sonuca varır: “Nihai açıklama olarak Kuran, daha önceki Kutsal Yazılar’da mevcut olan tüm gerçeğin mükemmelliği ve neticesidir.” Kuran, Arapça dilinde gönderilmiş olmasına rağmen, “tüm zamanlar ve tüm insanlar için gönderilmiş olan Kitap’tır. Kuran’ın amacı, Allah’ın sonsuz gerçeğini yenilemek amacı ile önceki açıklamalara bekçilik etmek ya da onları korumaktır.” 5 Klasik Müslüman teologu İbn Teymiyye, şu iddiada bulunur: “Muhammed tarafından şeriat içinde getirilen rehberlik ve gerçek din, önceki iki dini yasada mevcut olandan daha mükemmeldir.” 6 Kısaca, Müslümanlara göre Kuran eşsizdir ve Tanrı’nın nihai açıklamasıdır. “Kuran, Tanrı’nın hoşnutluğu ile uyum içinde yaşamak için elzem olan her şeyi içerdiği için dünyanın tüm insanları ona iman etmeye yönlendirilmeli, diğer tüm kitaplardan vazgeçmeli ve yalnızca Kuran’ı izlemelidirler; Kuran’ın sahip olduğu özel nitelikler bunu gerektirirler.” 7

“Kuran Tanrısal Bir Mucizedir” İddiası

Kuran, yalnızca nihai tanrısal açıklama olmakla kalmayıp Müslümanlar için (Muhammed’in kendisi dahil olmak üzere) aynı zamanda nihai tanrısal mucizedir de. “Kuran Mucizesi”, belki de Kuran hakkındaki en temel ve en çok rağbet gören öğretiştir. Gerçekten de, Muhammed Kuran’ın kendisini dinleyenlere sunduğu tek mucize olduğunu iddia etti.

Kuran’ın mucizevi doğası, bir anlamda İslam’ın temeli ve Muhammed’in peygamberliğinin en elzem kanıtıdır. Klasik teolog El-Bakillani, Ijaz el-Quran adlı kitabında şu konuda ısrar eder: “Iljaz el-Quran olarak tanınan bilime, Kuran dalına oldukça özel bir dikkat göstermeyi gerekli kılan şey, Peygamberin (sav) peygamberlik görevinin bu mucize üzerinde inşa edilmiş olmasıdır.” 8

Müslüman savunucuları Kuran’ın mucizevi doğası ile ilgili pek çok delil sunmuşlardır. Ama yine de İslam bilginlerinin çoğu, ilk birkaç delil, özellikle ilk delil üzerinde –Kuran’ın eşsiz edebi üslubu– daha fazla durmuşlardır.

Kuran’ın Tanrısal Orijini İle İlgili Delil

Eşsiz Edebi Üslubu

Müslümanlar’ın çoğu için, Kuran’ın doğaüstü yapısı ile ilgili şimdiye kadar en etkileyici olan kanıt, onun “mükemmel düzenlemesi, harika derlenişi ve herhangi hiçbir yaratığın elde edemeyeceği uzaklıktaki edebi zerafetinin yüceliğidir.” 9 Muhammed, aldığı açıklama aracılığı ile şu açıklamada bulundu: “Bu Kuran, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmamıştır” (10:37). 17:88 ayetinde yer alan ifadeler övünmeye yer verirler: “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler’” (2:118, 151, 253; 3:108; 28:86-87).

Kuran’ın itibar gören çevirmeni Yusuf Ali, şu beyanda bulunur: “İnsan tarafından yapılmış hiçbir düzenleme, Kuran’ın güzelliğini, gücünü ve ruhsal anlayışını içeremez.” 10 Müslümanlar, “Kuran’ın dünya harikaları arasındaki en büyük harika olduğuna inanırlar. Kuran, sürekli olarak dünya insanlarına bölümlerinden birine benzer bir bölüm hazırlamaları konusunda meydan okudu. Ama dünya insanları bu konuda başarılı olamadılar ve bu meydan okuma halen bugüne kadar yanıtlanmamış olarak durmaktadır.” Onlar, Kuran’ın, “insanlığın yazgılarını biçimlendirmek için aynı kararda uyuşmuş olan eğitimli kişilerin fikirleri ile uyumlu olarak diksiyon, stil, belagat ilmi (konuşma sanatı), düşünceler ve yasaların ve düzenlemelerin sağduyulu olmaları açısından dünyada bir benzeri olmadığına” inanırlar. 11

Kuran’ın kendisi, inanmayanlara yapılan temel meydan okumayı, 2:23 ayetinde belirtir: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kuran) hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin)” (10:38).

Muhammed’in Kuran’daki surelerden birine benzer bir sure üretmeleri hakkında inanmayanlara meydan okuması ile ilgili olarak Müslüman savunucularından biri olan Ajijola, şu iddiada bulunur: “Kuran’ın diksiyonu ve stili harikadır ve onun Tanrısal orijini ile uyumludur.” Tüm bunların ötesinde, “Kuran Tanrısal orijine sahip olduğu ile ilgili iddiasından ötürü insana, hatta bir araya gelecek olan birçok insana, Kuran’ın satırlarından yalnızca birkaç satırına benzeyen satırlar üretmeleri için meydan okumuştur.” Bu nedenle şöyle bir eklemede bulunur, “Yapılan meydan okuma bugüne kadar yanıtlanmamış olarak kalmıştır… İnsanın asla görmediği ve asla görmeyeceği bu meydan okumanın benzeri yoktur!” 12

Kuran mucizesini, diğer peygamberlerin mucizeleri ile kıyaslama konusunda İslam savunucularından biri, şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitti: “Kuran’ın düzenlemesindeki mucizevi özellik, kendi türünde diğerlerinden daha etkindir ve doğuştan gözleri görmeyen birinin ve bir cüzamlının iyileşmesinden, bir ölünün diriltilmesinden ve bir asanın bir yılana dönüştürülmesinden v.b. daha üstündür.” Neden mi? “Çünkü pek çok kişi bu belirtilerin hileler ve akıllıca düzenlenmiş aldatmacalardan oluştuğuna inanabilirler. Ancak Kuran’ın belagat ilminin mucizeviliği hakkında hiçbir kuşku olamaz, çünkü konuşma sanatı doğal bir şeydir. Ve elde edilebilecek ustalıklardan biri değildir.” 13

Muhammed’in Okuma Yazma Bilmeyişi

Bu delil, bundan önceki delil ile el ele gider. Aslında, her ikisi birlikte bir ünite oluştururlar. Herhangi bir olayda, sonraki her zaman öncekine güç verir. Çünkü Müslümanlar Kuran gibi böylesine edebi bir harikanın üretilmiş olmasının bile başlı başına bir harika olduğunu ileri sürerler. Ama Kuran’ın, okuma yazma bilmeyen biri tarafından yazılmış olması daha da harika bir şey değil midir? Eğer Kuran doğaüstü bir açıklama olmasaydı, o zaman bu durumun başka nasıl açıklanabileceğini sorarak iddialarında ısrar ederler. Kuran, açıkça Muhammed’in bir “ümmi (okuma yazma bilmeyen insan) Peygamber” olduğunu söyler (7:157). Ya da Pickthall’un çevirmiş olduğu gibi, Muhammed, “okuyamayan ve yazamayan biriydi.”

Bu nedenle, Müslümanlar, okuma yazma bilmeyen birinin yalnızca tanrısal açıklama aracılığı ile Kuran gibi edebi bir başyapıt üretebileceğine inanırlar. Bu konudaki iddialarını güçlendirmek için Arap dilindeki en iyi eğitimi almış bilginlerin bile bugüne kadar Kuran’ın belagat ilmine eşit bir yetenek sergileyemedikleri konusunda ısrarlı bir tutum takınırlar. Muhammed’in, inanmayanlara meydan okuması hala devam etmektedir: “Haydi siz de onun benzeri bir Sure getirin” 10:38).

Mükemmel Korunma

Müslümanlar tarafından, Kuran’ın mucizevi doğası ile ilgili sık sık verilen bir diğer kanıt ise, onun harika bir şekilde korunmuş olmasıdır. 15:9 ayetinde okuduğumuz gibi, “Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” Maulana Muhammed Ali şu iddiada bulunur: “Kuran tektir ve dört yüz milyon Müslüman arasında kullanılan hiçbir kopyasında birbirinden ayrı bir nokta yoktur.” “Birbirleri ile çekişen mezheplerin varlığına ve aralarında çekişen bu mezheplerin her zaman var olmuş olmalarına rağmen, aynı Kuran birinin ve tümünün sahibidir... Metinde en ufak bir değişiklik içeren bir el yazmasının varlığı bilinmemektedir.” 14

Müslüman bilginler “Kutsal Kuran’ın, insanlık tarihinde bugüne kadar tam olarak orijinal biçimi içinde korunmuş olan tek tanrısal açıklamaya sahip yazı” olduğuna ve bu konuda diğer tüm kutsal kitaplardan farklı olduğuna işaret ederler. Bu ifade ile kast edilen, “Kuran’ın, Peygamber Muhammed’e açıklanan Arapça yazılış tarzı (üslup) içinde ve kendisinin bu yazılış tarzını Tanrısal açıklama tarafından emir verildiği şekilde aynı düzen içinde korunmuş olduğudur.” 15 Mükemmel korunmanın bu benzeri görülmemiş ve eşi bulunmayan harikası Müslümanlar tarafından Tanrı’nın bu konuya doğaüstü müdahalesinin bir belirtisi olarak kabul edilir.

Kuran’daki Peygamberlikler

Bazı Müslüman savunucular Kuran’ın kesin kehanetlere yer verdiği gerçeğini fazla büyütürler ve bu kehanetlerin yalnızca her şeyi bilen Tanrı’nın yardımı aracılığı ile gelebileceklerini iddia ederler. Çok sık aktarma yapılan peygamberlik, 30:2-4 ayetlerinde bulunur. İddia edilen şudur: Romalıların, Persliler üzerinde kazandığı zafer, vuku bulmadan “birkaç yıl” önce bildirildi. Ayetleri okuyalım: “Rumlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.” Yusuf Ali, “birkaç yıl” ile kast edilenin üç ile dokuz yıl arasında kısa bir zaman süresi anlamına geldiğini ileri sürer. Ve Romalıların Kudüs’ü kaybettikleri (Hicretten Sonra 614-15) ve Persliler üzerinde İssus’ta kazandıkları zafer (Hicretten Sonra 622) arasında yedi yıllık bir zaman dönemi mevcuttur. Pek çok Müslüman bu durumun Kuran’ın doğaüstü yapısının kanıtı olduğunu ileri sürerler.

Kuran’ın mucizevi doğasının savunulması konusunda sunulan bir başka “peygamberlik”, 89:1-5 ayetlerinde yer alır; bazı bilginler bu “peygamberliğin” Muhammed’in Medine’ye yaptığı ünlü Hicret’ten önce İslam’ın yaşadığı on yıllık zulüm dönemine işaret ettiğini düşünürler. Müslüman savunucular aynı zamanda daha az dikkat çeken diğer “yerine gelmiş peygamberlikler” de sunarlar. Bunların çoğu zaferli olacaklarına dair İslam güçlerine verilen vaatlerdir.

İnkâr edenlere de ki: “Siz mutlaka yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız. Orası ne fena yataktır!” (3:12).

Rableri de onlara şöyle vahyetti: ‘Biz zalimleri mutlaka yok edece­ğiz. Onlardan sonra sizi elbette o yere yerleştireceğiz” (14:13-14).

Varlığımızın delillerini, (kainattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kuran’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun (41:53).

Müslüman bilgin Muhammed Ali, The Religion of Islam (İslam Dini) adlı oldukça kapsamlı eserinde, coşkulu bir ifade ile şunları yazar: “Çok kesin ve çok belirgin ifadeler ile peygamberlik ardına peygamberlik duyurulduğunu görüyoruz; karşıt büyük güçlerin yok edileceklerini, İslam düşmanlarının utanca boğulacaklarını ve mah­volacaklarını bildiren peygamberliklerdir bunlar ve İslam’ın yeryüzünün en uzak köşelerine yayılmasının ve İslam’ın en sonunda dünyadaki tüm dinler üzerinde zaferli olmasının gerektiğini duyuran ifadeler ile açıklanırlar.” 16

Kuran’ın Birliği

Müslümanlar bazen Kuran’ın kendi içindeki sürekliliğine onun tanrısal orijininin bir kanıtı olarak başvururlar: “Hala Kuran’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı” (4:82). Bu ayet üzerinde yorum yapan Yusuf Ali şu iddiayı ileri sürdü: “Kuran’ın birliğinin herhangi bir kutsal kitabın birliğinden daha büyük olduğu kabul edilir bir gerçektir. Ama biz yine de, Tanrı’nın amacı ve tasarısının birliğinin dışında bunun nedenini nasıl izah edebiliriz?” sözlerine şunları ekler, “Yalnızca insani bir bakış açısından bile olsa bu noktada büyük bir ihtilaf beklememiz gerekirdi, çünkü 1) Bu konuyu resmen ilan eden Elçi eğitimli bir adam ya da bir düşünür değildi, 2) Bu konu çeşitli zamanlar içinde ve çeşitli koşullar altında ilan edildi, ve 3) insanlığın tüm sınıflarına hitap etmektedir.” Ama yine de o, “bu konunun oyma testeresi ile kesilmiş tahta parçalarından oluşan bir bilmeceden daha iyi birleştiğine” inanır. 17 Susanne Haneef, şu konuda ısrarlı bir tutum içindedir: Eğer “Onun başlangıcından sonuna kadar tam sürekliliğine bakacak olursak, Kuran’ın bir insan yazar tarafından yazıldığını söylemek imkansız hale gelir.” 18

Kuran’ın Bilimsel Doğruluğu

Bazı çağdaş İslam savunucuları, Kuran’ın bilimsel doğruluğundan, tanrısal yetkisine kadar delil gösterirler. Bu delil, son zamanlarda, Fransız bir yazar olan Maurice Bucaille tarafından yazılan The Bible, The Quran and the Science (Kutsal Kitap, Kuran ve Bilim) adlı çok satan bir kitap tarafından desteklenerek rağbet kazanmaktadır. Kitabın iddiası Kutsal Kitap’ın, çok sayıda içsel ve bilimsel çelişkiler içermesine rağmen, Kuran’ın bu tür karmaşalardan uzak olduğunu kanıtlamaktır. Bucaille şöyle yazar:

Bu incelemedeki fikirler, tamamıyla bilimsel bir bakış açısı ile geliştirilmelidirler. Ve kişiyi şu sonuca yönlendireceklerdir; Hicretten sonra Yedinci yüzyılda yaşayan bir insani varlık için onun dönemine ait olmayan yüksek derecede çeşitli konular hakkında Kuran’da ifade edilen iddialar algılanması imkansız iddialardır ve yalnızca yüzyıllar sonra açıklanması gereken ile uyum sağlamaları güçtür. Bana göre, Kuran’ın insani bir açıklaması olamaz. 19

Bucaille’nin kitabına ek olarak, şimdi, İslam ülkelerinde Kuran’ın mucizeviliğini en son elde edilmiş bilimsel keşifler (ama daha az teferruatlı) ile destekleyerek gösteren bu tür çok sayıda kitap mevcuttur.

Kuran’ın Şaşırtıcı Matematiksel Yapısı

Kuran’n tanrısal orijini ile ilgili son zamanların en çok rağbet gören kanıtlarından biri, onun sözde matematiksel mucizeviliğidir. Örneğin, dünyaca ünlü Müslüman tartışmacı, Ahmet Deedat, Miracle of the Qur’an adlı eserinde Kuran’ın on dokuz sayısı üzerinde temellenmiş matematiksel bir mucize olduğunu ileri sürer. Bu sayı seçilmiştir, çünkü “tek” sözcüğünün harflerinin sayısal değeri eklenip hesaplandığı zaman ulaşılan rakam on dokuzdur. Ve Kuran’ın mesajı Tanrı’nın tek olduğudur. 20 Arizona’daki Tucson camiinin imamı Raşad Halife, The Computer Speaks: God’s Mes­sage to the World (Bilgisayar Konuşuyor: Tanrı’nın Dünyaya Mesajı) adlı kitabında, sunduğu delili on dokuz (başka hangi rakam olabilirdi ki?) noktada özetler. Bu noktalardan ilk dördünü aşağıda sıralayalım:

(1)   Kuran’ın açılış ifadesi on dokuz Arap alfabesinden oluşur.

(2)   İlk Kuran açıklamasını meydana getiren ünlü sözcükler on dokuz sözcüktü.

(3)   Son Kuran açıklaması on dokuz sözcükten meydana geldi.

(4)   Kuran 114 bölümden oluşur; yani 19 x 6. 21

Tüm bunların kanıtladığı nedir? Halife’ye göre, “Kuran’ın ilk harfleri ve onların matematiksel dağılımları kuşkuya yer vermeyen iki konuyu kanıtlarlar: Kuran Tanrı’nın sözüdür ve Kuran mükemmel bir şekilde korunmuştur.” 22 Aynı zamanda İslam’ın pek çok gizemli ya da anlaşılması zor mezhepleri Kuran’ın vahyedilmiş olduğuna ilişkin sağlam bir kanıt olarak farklı matematiksel sayılar arasında bağlantılar da bulurlar.

Değişen Yaşamlar

Kuran ile ilgili bazen sunulan nihai bir kanıt Kuran’ın yaptığı etkinin doğrudan bir sonucu olarak düşünülen, değişen yaşamlar ve kültürlerdir. Ajijola, bu konu ile ilgili olarak şunları yazar:

Kutsal Kuran tarafından oluşturulan değişim, dünya tarihindeki hiçbir şeye benzemez ve böylelikle eşsiz olduğu konusundaki iddiası, on üç yüzyıl önce olduğu gibi bugün de meydan okunamayacak bir konumda varlığını sürdürmektedir. Hiçbir iman, kendisine adanmış kişilere böyle geniş bir alanda bu tür bir yeni yaşam veremez – bu yaşam, insan işlevlerinin tüm alanlarını etkiler; bireyin, ailenin, toplumun, ulusun, ülkenin bir değişimi; ve hem ahlaksal, hem zihinsel hem de ruhsal uyandırıcı bir malzeme. Yüzyıllar süren reformasyonun ürün vermediği kanıtlanmış son derece kısa bir zaman süresi içinde Kuran, insanlığın değişiminde düşüşün en dip derinliklerinden uygarlığın en yüksek zirvelerine kadar büyük etki yarattı. 23

Kanıt Hakkında Bir İnceleme

Kuran hakkındaki İslam iddiası, diğer herhangi büyük bir dinin iddiasından farklıdır. Ve bu iddia ile ilgili sunulan kanıtlar çok ve çeşitlidir. Gerçek ile ilgilenen herhangi düşünen bir insanın özenli ve dikkatli tetkikini gerektirirler. Verilen yanıtları yukarıda sunulan kanıtlar ile aynı düzen içinde değerlendireceğiz.

Eşsiz Edebi Üslup

Kuran bir mucize midir? Muhammed, Kuran’ın bir mucize olduğunu ileri sürdü ve Müslümanlar’ın çoğu böyle olduğuna inanırlar. Gerçekten de, Muhammed, bir peygamber olduğuna ilişkin iddialarının kanıtı olarak Kuran’ın, tek mucizesi olduğunu söyledi. Kuran’ın tanrısal orijine sahip olduğu hakkındaki bu iddiayı değerlendirmeden önce, gerekli olan, bu tür bir mucize ile kast edilenin ne olduğunu anlamaktır.

Müslümanlar, mucizeler ile ilgili çeşitli ifadeler kullanırlar. Müslümanlar için bir mucize, daima Tanrı’nın bir eylemidir. Mucize, Tanrı’nın, alışıldığı şekilde ve sürekli olarak işlediği tek şekil olan gerçek bir doğa ihlali değildir. Bu nedenle mucizeler, kavarik “adeti ya da usulü bozan” olarak görülürler. Arapça’da mucize için kullanılan pek çok sözcük vardır. Ama Kuran’da bu konuda tek bir sözcük kullanılmıştır; ayah, belirti anlamına gelir (2:118,151, 253; 3:108; 28: 86-87). 24 Peygamberliği onaylayan bir mucizeyi isimlendirmek için Müslüman bilginlerin kullandığı teknik ifade muci­za’dır. 1) Herhangi başka bir yaratık tarafından yapılamayan bir Tanrı eylemi olması gerekir; 2) bu kategorideki nesnelerin alışılmış yönüne karşıt olmalıdır; 3) o peygamberin güvenilirliğini ve doğruluğunu kanıtlamaya hedeflenmiş olmalıdır; 4) yakında gelecek bir mucizenin duyurulması aracılığı ile önceden bildirilmelidir; 5) ay­nen önceden duyurulmuş olduğu şekilde yerine gelmelidir; 6) mucize yalnızca peygamberin elleri tarafından yapılmalıdır; 7) peygamberlik iddiasına hiçbir şekilde karşıt olmamalıdır; 8) mucizeye, tekrarlanması için bir meydan okuma eşlik etmelidir; 9) bu meydan okuma orada var olan biri tarafından yapılmalıdır. Müslümanlar Musa, İlyas ve İsa’nın bu ölçütü yerine getiren mucizeler yaptıklarına inanırlar. 25 Soru şu olmalıdır: Kuran’ın belagat ilmi bu ölçütü yerine getirir mi? Kuran’ın biçimi ya da içeriği göz önüne alındığı zaman soruya verilecek yanıt olumsuz olacaktır. Önce Kuran’ın edebi üslubunu gözden geçirelim.

Balagat ilminin, tanrısal bir vahiy olup olmadığının teste tabi tutulması sorgulanabilirliği yüksek olan bir konudur. En iyi kanıtlanan tek şey, Muhammed’in çok yetenekli olduğudur. Mozart da ilk senfonisini altı yaşında yazdı! Aslında Mozart daha fazla yetenekliydi, çünkü onun tüm müzik külliyatı otuz beş yaşından önce üretildi; Muhammed Kuran’ın surelerini üretmeye başladığı zaman kırk yaşındaydı. Ama hangi Müslüman Mozart’ın eserlerinin Kuran gibi mucizevi olduğunu söyleyecektir? 26 Eğer belagat ilmi ölçüt için bir deneme olsaydı, o zaman pek çok edebi klasiğin tanrısal yetkiye sahip olup olmadığı test edilebilirdi. Homer, İlyada ve Odise adlı eserler ürettiği için bir peygamber sayılacaktı. Shakes­peare’in İngiliz dili ve edebiyatında emsali yoktur. Ama Müslümanlar Romeo ve Jülyet gibi bir eserin üretilmesi için yapılacak bir meydan okumayı kabul etmezler ya da Shakespeare’in eserlerinin tanrısal vahye sahip olduğunu düşünmezler.

Ayrıca, Kuran Arap dilinde yazılmış eserler arasında bile rakipsiz değildir. C. G. Pfander adlı İslam bilgini, şu noktaya işaret eder: “Ön yargısız Arap bilginlerin evrensel düşüncesi Kuran’ın edebi üslubunun Arap dilindeki diğer tüm kitaplardan daha üstün değildir.” Örneğin, “bazı kişiler, Müslüman ülkelerinde çok az kişinin böyle bir düşünceyi ifade edecek kadar cesur olmasına rağmen, Kuran’ın, belagat ilmi ve şiirsellik konularında Mu’allaqat ya da Magamat ya da Hariri gibi eserlerden daha iyi olup olmadığı konusunda kuşku duyarlar.” 27 İranlı Şii bilgin Ali Daşti, her şeye rağmen, Kuran’ın çok sayıda dilbilgisi düzensizlikleri içerdiğini söyler ve şunu belirtir:

Kuran yorumcuların yardımı olmaksızın, eksik kalan ve tamamen anlaşılmayan cümleler içerir; yabancı sözcükler, bilinmeyen Arapça sözcükler ve normal anlamından değişik olarak kullanılan sözcükler; sıfatlar ve ismin cinsi ve sayısının uygunluğu göz önüne alınmayan fiiller; bazen söz ya da sembol ile ifade edilmeyen mantıksız ve dilbilgisi ile bağdaşmayacak şekilde uygulanmış olan zamirler; ve kafiyeli bölümlerde genellikle öznelerden uzak olan yüklemler.

Ali Daşti, sözlerine şu eklemeyi yapar, “dilin kullanımındaki bu ve bu tür diğer hatalar Kuran’ın belagat ilmini inkâr eden eleştirmenlere fırsat vermiştir.” 28 Daşti, çok sayıda örnekler sıralar (74:1; 4:160; 20:66; 2:172 ve diğerleri). Bu örneklerden biri, Sure 49’un 9’cu ayetinde yer alır, ‘Eğer inananlar arasından iki grup birbirleri ile kavga etmeye başlarlar ise, onları barıştırın’, buradaki ‘kavga etmeye başlamış’ fiilinin anlamı çoğuldur, oysa öznesi olan ‘iki grup’ gibi ikili adlandırma şeklinde olması gerekir. Anis A. Shorrosh, Kuran’daki diğer edebi hataları sıralar. Örneğin, 2:177 ayetinde Arapça’daki Sabireen sözcüğünün, cümledeki yeri itibarı ile Sabiroon olması gerektiğine işaret eder. Aynı şekilde, Sabieen 5:69 ayetindeki Sabioon sözcüğünden daha doğrudur. Aynı zamanda Shorroh, 3:59 ayetinde “Arapça’da büyük bir hata” olduğunu bildirir. 29 Daşti şu sonuca varır: “Özetlenecek olursa, Kuran’da, Arapça’nın normal kurallarından ve yapısından farklı, yüzden fazla hata vardır.” 30 Kuran’ın Arapça’sı, belagat ilmine genellikle uygun olsa da, en azından mükemmel ya da eşsiz olduğu söylenemez.

Bunun da ötesinde, bazı ilk Müslüman bilginler bile Kuran’ın edebi üslubu açısından mükemmel olmadığını kabul ettiler. Daşti, bu konuda şöyle der: “İlk döneme ait Müslüman bilginler arasında bağnazlık ve abartma üstünlük kazanmadan önce, İbrahim el-Nassam gibi Kuran’ın düzenlemesinin ve söz diziminin mucizevi olmadıklarını ve diğer Tanrı korkusuna sahip kişiler tarafından eşit derecede ya da daha değerli eserler üretilebileceği konusunu kabul eden bilginler de vardı.” Bazı kişilerin bu görüşü yargılamalarına rağmen (17:90 ayeti hakkındaki yorumlarını temel alarak), İbn Hazm ve el-Khayyat gibi el-Nassam’ın diğer öğrencileri ve daha sonraki dönemde yaşayan hayranları, onu savunan yazılar yazdılar ve Mutezile akımının önde gelen temsilcilerinden bir çoğu onun bu düşüncesini paylaştılar.” 31

Kuran, Arapça’daki belagat ilminin en üstün örneğini sunmuş olsaydı bile, bu yine de onun tanrısal yetkiye sahip olduğunu kanıtlaması için yeterli olmazdı. Aynı tartışma, İbranice, Grekçe ya da herhangi başka bir dilde belagat ilmi konusunda en üstün yere sahip kitabın hangisi olduğu hakkında da yapılabilirdi. Pfander’in bu konudaki gözlemi şudur: “Kuran’ın belagat ilmi, zerafet ve şiirsellik gibi konularda diğer tüm kitaplardan üstün olduğu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanmış olsaydı bile, bu durum onun vahyedilmiş bir kitap olduğunu kanıtlamak için yeterli olmazdı; bir erkeğin gücünün onun bilgeliğini ya da bir kadının güzelliğinin onun erdemini kanıtlamak için yeterli olmayışları gibi.” 32 Başka bir deyişle, edebi belagat ilmi ve tanrısal otorite arasında mantıklı bir bağ mevcut değildir. Egemen Tanrı, (Müslümanlar’ın kabul ettikleri), eğer arzu etseydi, her günkü sade dilde konuşmayı seçebilirdi. Belki biri şöyle bir tartışma girişiminde bulunabilir (ve bu konuda başarısız olacağına inanıyorum) 33, eğer Kuran’ı Tanrı söyledi ise, o zaman bunu en güzel şekilde söyleyecekti. Ancak durum böyle olsaydı bile, yalnızca Tanrı’nın söylemiş olduğu gerekçesi ile belagat ilmine sahip olduğunu tartışmak mantıklı bir aldatmaca olurdu.

Diğer dini önderler, eserlerinin güzel edebi stilini, eserlerinin tanrısal orijininin bir belirtisi olarak öne sürmemişlerdir. Müslümanlar bu eserlerin vahyedilmiş olduklarını kabul ederler mi? Örneğin, Manikyanların (M.S. 3. ve 5. yüzyıllar arasında rağbet bulan ve Zerdüştlük mezhebinden esinlenip hem Allah’a hem de Şeytan’a inanan bir mezhep) Persli kurucusu Mani için söylenen şudur: “Mani, insanların, kendisine Paraklet “Yardımcı” – İsa’nın Yuhanna 14’de vaat ettiği olarak inanmaları gerektiğini iddia etti, çünkü birçok güzel resimle dolu, Artand adı verilen bir kitap üretti.” Ayrıca, “bu kitabın kendisine Tanrı tarafından verildiğini, hayatta olan hiçbir insanın bu kitapta bulunan resimler kadar güzel resimler yapamayacağını ve bundan ötürü bu kitabın Tanrı’nın Kendisinden gelmiş olduğunun kanıtlandığını ileri sürdü.” 34 Ama yine de hiçbir Müslüman bu iddiayı kabul etmeyecektir. O zaman neden Müslüman olmayanların, edebi güzelliği, tanrısal otoritenin geçerli bir testi olarak kabul etmeleri gereksin?

Son olarak, Kuran’ın güzelliği, “tüm eğitimli kişilerin” onayladığı bir sonuç değildir. Aslında Batı’daki pek çok kişi Kuran hakkında şu sözleri söyleyen Carlyle’in yargısına sempati duyarlar: “Şimdiye kadar üzerime aldığım en zahmetli okuma, yorucu, karmakarışık, incelik ve zerafetten yoksun, uğraştırıcı. Herhangi bir Avrupalının Kuran’ı okumasının tek nedeni, yalnızca bir görev anlayışı nedeni ile mümkün olabilir.” Kuran’ın içeriği ile ilgili bilgisi olmayan okuyucular için (saygı duyulan Müslüman bilgin Yusuf Ali tarafından çevrilen) birkaç ayet aktaracağız ve okuyucuların, Kuran hakkındaki gerçek ile ilgili olarak kendilerinin bir karara varmalarına fırsat sunacağız.

Sure 111:1-5

Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. O, bir alevli ateşe girecektir. Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir).

Sure 109:1-6

De ki: ‘Ey kâfirler!’ ‘Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.’

Sure 105:1-5

Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi.

Sure 97:1-4

Şüphesiz, biz onu (Kuran’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izni ile her türlü iş için iner de iner.

Sure 91:1-15

Güneşe ve onun aydınlığına andolsun. Onu izlediğinde Ay’a andolsun. Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun. Onu bürüdüğünde geceye andolsun. Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun. Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır. Semud kavmi, azgınlığı sebebi ile yalanladı. Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı. Allah’ın Resulü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun.” Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yer ile bir etti. Allah, bunun sonucundan çekinmez de!

Arapça ile yakınlığı olanlar bu metinleri edebiyat ve din tarihindeki en zarif ifadelerden daha az zarif ifadeler olduklarını anlarlar.

Muhammed’in Okuma Yazma Bilmeyişi

Pek çok Müslüman Kuran’ın içeriğinin onun tanrısal orijinin kanıtı olduğuna razıdırlar. Bu mesajı içeren bir kitabın Muhammed gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamber tarafından gelmiş olabilmesi için hiçbir yol bulunmadığı konusunda ısrar ederler. Ancak yine de eleştirmenler, bunun karşıtı olan şu nedenleri sunarlar.

Bazı kişiler, Muhammed’in gerçekten okuma yazma bilip bilmediğini sorgularlar. Yetkili birinin belirttiği gibi, Arapça el ümni sözleri, Kuran’da “ümmi” peygamber olarak çevrilir (7:157) ve ayrıca okuma yazma bilmeyen’ yerine ‘dinsiz’ olarak da çevrilebilir. Pfander, Arapça terimin “okuma yazma bilmeyen Peygamber” anlamına gelmediğini, ‘Musevi Olmayan Peygamber’ anlamına geldiğini kabul eder ve bu sözcük ile okuma yazma bilmemenin ima edildiğini düşünmez. 35 Gerçekten de, 62:2 ayetinde terim şu şekilde çevrilmiştir. “O, ümmilere gönderendir (el-ümni),” diğer başka ayetlerde de ‘ümmi’ sözcüğü ile kendilerine kitap verilmeyenler ile Arap müşrikleri kast edilmiştir (2:73; 3:19, 69; 7:156).

Burada Muhammed’in tamamen okuma yazma bilmediğini ileri süren bazı kanıtlar mevcuttur. Örneğin, “Hudeybiye Antlaşması imzalandığı zaman, Muhammed Ali’den bir kalem aldı, Ali’nin, kendisi hakkında ‘Allah’ın Elçisi’ olarak yazdığı sözcükleri karaladı ve bunların yerine kendi eli ile ‘Abdullah oğlu’ yazdı. Ve hadisler, bize Muhammed ölmek üzereyken kalem ve mürekkep istediğini, ve kendisinin yerini alacak kişi için bir buyruk yazmak istediğini, ama kalem ve mürekkep getirilmeden önce, gücünün tükendiğini ve yazamadığını da bildirir. 36

Ayrıca, W. Montgomery Watt, bizi şu konuda bilgilendirir: “Pek çok Mekkeli’nin okuyabildikleri ve yazabildikleri bilinen bir gerçektir. Bu nedenle etkin bir tüccar olan Muhammed’in, sanat ile ilgili bilgi sahibi olduğuna ilişkin bir varsayım mevcuttur.” 37 Gerçekten de, Müslüman bilginler bile Muhammed’in “zekasının mükemmel” olduğuna işaret ederler. 38 Ayrıca, Muhammed çocukluk yıllarında resmi bir eğitimden yoksun kalmış olsa bile, onun gibi zeki bir kişinin daha sonraları, bu eğitim eksikliğini kendi çabası ile kapatmamış olması için hiçbir neden yoktur. İnsanlık tarihinde “kendi eğitimini kendisi tamamlamış” ilk kişi yalnızca Muhammed olmayacaktır.

Muhammed’in okuma yazma bilmediği kabul edilse dahi, mantıksal olarak bu durum, Kuran’ın ona Tanrı tarafından dikte edildiği gibi bir anlam ifade etmez. Bu konu ile ilgili başka olası açıklamalar mevcuttur. Muhammed, resmi bir eğitim almamış dahi olsa, büyük yeteneklere sahip olan zeki bir kişiydi. Ayrıca buna ek olarak, açıklamayı Muhammed’in yazıcısı yazmış olabilirdi. O dönemde bu olağan bir uygulamaydı. Örneğin, Homer görme özürlüydü, bu nedenle destanlarını büyük olasılıkla kendisi yazmadı. Son olarak, bazı eleştirmenlerin iddialarına kulak verelim: Muhammed’in ilk izleniminin, yani bilgiyi üstün zekaya sahip bir kötü ruh tarafından aldığını düşünmesinin doğru olması mümkündür. 39 Bu durumda Kuran, Muhammed’in zekasını değil, o ruhun zekasını yansıtacaktır. Herhangi bir olayda, resmi eğitim almamış bir kişinin Kuran’ın kaynağı olmuş olabileceğine inanmak güç değildir.

Mükemmel Koruma

Mükemmel koruma, tanrısal vahyin kanıtı mıdır? Kuran eleştirmenleri, çeşitli nedenlerden ötürü bu konu ile ilgili olumsuz bir yanıt verirler.

Öncelikle, Kuran’ın korunması hakkında genellikle ciddi derecede abartılı bir ifade mevcuttur. Şimdiki Kuran’ın genelde yedinci yüzyıla ait Osman’ın resensiyonunun (eski bir eserin çeşitli nüshalarına bakılarak tespit edilen en uygun metin) çok iyi bir kopyası olduğu doğrudur, ama bu kopyanın, Muhammed’den gelen metnin tıpatıp aynısı olduğu doğru değildir. 40 Bu sonucu destekleyen pek çok yazılı kanıtlar sunulabilir.

1) Daha önce işaret edildiği gibi (Bölüm 5’de), Kuran’ın orijinali, adanmış izleyiciler tarafından ezberlendi. Bu kişilerin çoğu Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra öldürüldüler. Muhammed’in yazıcıları kağıt parçalarının, taşların, palmiye yapraklarının, kürek kemiklerinin ve deri parçalarının üzerlerine yazdılar. Müslümanlar Kuran’ın, Muhammed’in yaşam süresi içinde yazılmış olduğuna inanırlar. Ancak, Muhammed’in çağdaşı ve izleyicisi olan Zeyd’in tanıklığına göre, Ebu Bekir tarafından kendisinden, “Kuran’ın çeşitli bölümlerini ve ayetlerini araştırması ve bir araya toplaması talep edildi. Zeyd’in karşılığı şu oldu: “Benden talep edilene uygun olarak Kuran’ı aradım: onu yapraksız palmiye dallarından ve ince beyaz taşlardan ve kürek kemiklerinden toplayıp bir araya getirdim.” 41 Bir süre sonra üçüncü Müslüman Halifesi Osman’ın egemenliği sırasında çeşitli Müslüman toplulukların Kuran’ın farklı çevirilerini kullandıkları haber verildi. Bunun üzerine Zeyd tekrar, Kuran’ın resmi olarak gözden geçirilmiş çevirisini yeniden incelemeye çağrıldı. Bugüne kadar değişmez şekilde ve bozulmamış olarak kalan çeviri, doğrudan Muhammed’in kendisinden gelen sözde orijinal çeviri değil, Zeyd’in tekrar incelediği çeviridir.

2) Ünlü Avrupalı arkeolog Arthur Jeffrey, Osman’ın egemenliği altındaki Kuran ayarlamasından önceki Kuran metninin durumuna değindiği Materials for the History of the Text of the Qur’an (Kuran Metninin Tarihçesi ile ilgili Malzemeler) adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta, Müslümanlar’ın iddialarının karşıtı olarak Osman’ın, Kuran metnini yeniden gözden geçirtmesinden önce farklı metinlerin mevcut oldukları açıklanır.

Jeffery bu konu hakkında şu sonuca varır: “Osman’ın resensiyo­nunu değerlendirdiğimiz zaman, onun yaptığı işin yalnızca okumadaki pek çok Müslüman’ın iddia ettiği gibi diyalektik gariplikleri uzaklaştırmak olmadığı, tüm imparatorluk için ayarlanan bir metni bina etmek olduğu hemen belirgin hale gelir.” Jeffrey, sözlerine ayrıca şöyle bir ekleme yapar, “Medine, Mekke, Basra, Küfa ve Şam gibi kentlerdeki el yazması metinlerin içine tasnif edilmiş olan toplanmış metinler arasında geniş ayrılıklar mevcuttur.” Bu nedenle, “Osman’ın bulduğu çözüm, Medine’deki el yazması kitabı listeye dahil etmek ve tüm diğerlerinin yok edilmesini emretmekti.” Bu nedenle, Jeffrey’in vardığı sonuç şudur: “Osman tarafından listeye dahil edilen metnin o dönemde var olan çeşitli metin türleri arasındaki yanlıca tek bir metin olduğuna dair çok az kuşku bulunur.” 42

Bu genel gözlem ile aynı fikirde olan Watt, iki el yazması kitap arasındaki –Rufa’lı ibn Mes’ud ve Suriye’li ibn Ka’b’a ait olan– çeşitlemeleri ile ilgili olarak şunları yazar, “İlk el yazması kitaplarından herhangi birinin kopyası mevcut değildir, ama biraz önce sözü edilen iki farklı okuma listesi her iki durumda da bin ya da daha fazla konuyu içerdiklerinden liste yoğundur.” 43

Son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar, Kuran metninin bozulduğunu ileri sürer. Jay Smith bu bozulmaların ne kadar yoğun olduklarını kendince belgelemiştir, böylece Kuran’ın bozulmamış bir kitap olduğu hakkındaki genel İslam iddiasının üstü çizilmiş olur. 44

3) Genel kanının aksine, bugün Müslümanlar’ın hepsi Kuran’ın tek ve aynı çevirisine inanmazlar. Sünni Müslümanlar, Muhammed tarafından Kuran’ın öğretilmesi için yetki alan çok az kişiden biri olan Mesud’un nushasını kabul ederler. Yine de onlar tarafından kullanılan Kuran’ın İbn Mesud’a ait olan el yazması metin de, Osman’ın resensiyonundan alınan çok kısımlı çeşitlemelere sahiptir. Yalnızca ikinci sure içinde yaklaşık 150 çeşitleme vardır. Jeffrey’in, ikisi arasındaki çeşitlemeleri göstermek için doksan dört sayfa kullanması gerekmiştir. Jeffrey, aynı zamanda çeşitli okumaların pek çok Müslüman’ın iddia ettiği gibi yalnızca bir diyalekt sorunu olmadığını da sergiler. Örneğin, çeşitlemelerin bazıları tam bir cümle içerirler ve diğerleri tam cümleleri atlarlar. Jeffrey’in bu konuda vardığı sonuç şudur: “Osman’ın listeye dahil ettiği metnin karşıt pek çok metin arasından yalnızca bir tanesi olduğu oldukça aşikârdır… ve Osman’ın listeye dahil ettiği metni ciddi bir şekilde düzelttiğine ilişkin temkinli bir kuşku bulunmaktadır.” 45

4) Geniş çapta kabul gören hadisler şimdiki Kuran’da bulunmayan bazı ayetleri aktarırlar. Muhammed’in eşlerinden biri olan Ayşe’nin şu sözleri söylediği anlatılır: “Kuran ile ilgili gönderilenler arasında yaklaşık on tane iyi bilinen ayet vardı - emzirme ile ilgili olan yasaklandı: o zaman onlar beş iyi bilinen ayet tarafından iptal edildiler. Sonra Allah’ın Elçisi öldü ve onlar Kuran’dan ezberlenmiş olanlardır.” 46 Günümüzdeki Kuran’da bulunmayan bir konu ile ilgili bir başka örneğe Ömer şu şekilde değinir: “Tanrı’nın, Muhammed’i gerçek ile gönderdiği kesindir ve O, Kitabı Muhammed’in üzerine indirdi, bunun ile uyumlu olan Taşlama ayeti En Yüce Olan Tanrı’nın aşağı gönderdiğinin bir parçasıydı: Tanrı’nın Elçisi taş attı ve biz de ondan sonra taş attık ve Tanrı’nın Kitabına göre taşlamak, zina eden kişilere uygulanan yerinde bir davranıştır.” 47 Öyle anlaşılıyor ki, bu orijinal açıklama, değişti ve zina eden kişilerin taşlanmalarının yerini onlara yüzer değnek vurulması aldı (24:2).

5) Sözü edilen Şeytan Ayetleri, orijinal metinde bir başka değişikliği resmederler. Bu ayetlerin bir çevirisine göre Muhammed Mekke’de, belirli putlara izin veren eski bir açıklama almıştı.

Lat ve Uzza’yı ve Menat’ı,

Üçüncüsü ve diğeri üzerinde düşündünüz mü?

Bunlar yüceltilen kuğulardır; Aracılıkları beklenir;

Hoşlandıkları ihmal edilmemiştir. 48

Bu olaydan kısa bir süre sonra Muhammed son üç satırı (ayetleri) iptal eden ve şimdi 53:21-23 ayetlerinde bulduğumuz, bu putperest tanrılara aracılık hakkındaki kısmı atlayan ayetler yerleştirdi.

Watt’a göre her iki çeviri de herkesin önünde ezberlenmişti. Muhammed’in açıklaması Şeytan’ın kendisini aldattığı, ve kendisinin bilgisi olmadan sahte ayetleri araya soktuğu şeklindeydi. 49

6) Müslümanlar arasında hizmet veren ünlü Clair-Tisdall günümüzdeki Kuran’da bile bazı çeşitlemelerin mevcut olduğuna işaret eder.

Çeşitli okumalar arasında söz edilebilir olanlar: (1) Sure XXVIII, 48’de, “sihrani” sözcüğünü bazı kişiler “sahirani” olarak okurlar: (2) Sure XXXII, 6’da “ümehatuhum” sözcüğünden sonra bir okumada “wa hua abun lahum” sözcükleri eklenir: (3) Sure XXXIV, 18’de “rabbana ba’id” sözcüğü bazı kişiler tarafından “rabuna ba’ada” olarak okunur: (4) Sure XXXVIII, 22’de, “tis’un sözcüğünün bir diğer okunma şekli “tis’atun” dur: (5) Sure XIX, 35’de, “tantaruna” sözcüğünü bazıları “yamtaruna” olarak okurlar. 50

7) Şii Müslümanlar azınlıkta olmalarına rağmen, dünyadaki en büyük ikinci İslam mezhebidirler; yüz milyonun üzerinde izleyicileri mevcuttur. Halife Osman’ın Kuran’da Ali’den söz eden pek çok ayeti kasıtlı olarak iptal ettiğini iddia ederler. 51

L. Bevan Jones bu konuyu yazmış olduğu The People of the Mosque (Camii Halkı) adlı kitabında şu sözleri ile gayet güzel özetledi: “Hiçbir eserin on iki yüzyıl boyunca metnini bu kadar saf ve böylesine bozulmamış bir şekilde korumadığı doğru olabilir, ancak hiçbir eserin böylesine şiddetli bir temizliğe maruz kalmadığı da büyük olasılıkla eşit derecede doğrudur.” 52 Düzenleme, ilk başlarda meydana geldi ve bu nedenle, Kuran’ın o günden bugüne mükemmel şekilde korunduğuna dair ileri sürülen Müslüman iddiası yanlış yönlendirilmiş bir iddiadır.

8) Bugünkü Kuran, Muhammed’e verilen orijinalinin mükemmel bir birebir kopyası olsaydı bile, bu durum, orijinal Kuran’ın Tanrı tarafından vahyedildiğini kanıtlamazdı. Sergileyeceği tek şey şu olurdu: Bugünkü Kuran Muhammed’in söylediğinin kopya kağıdı ile çıkarılmış nüshasıdır. Mükemmel bir şekilde kopya edilmiş tek Kutsal Kitap’a sahip oldukları için gerçek dine sahip olduklarına dair Müslüman iddiası, mantıksal açıdan aldatıcıdır ve aynen şu örnekte söz edilen durumu andırır: bin dolarlık sahte bir kağıt paranın mükemmel bir baskısına sahip olmak, gerçek bir bin dolarlık banknotun biraz kusurlu bir baskısına sahip olmaktan daha iyidir! Burada Müslüman savunucularının bu delil ile ortaya koymak istedikleri can alıcı konu, Tanrı’nın Sözü’nün orijinalinin hangisi olduğudur. Orijinal olan mı yoksa onun mükemmel bir kopyasına sahip olmaları mı?

Kuran’daki Peygamberlikler

Kuran, tanrısal orijinini kanıtlayan kehanet türünde peygamberlikler içerir mi? Müslüman topluluğun dışında kalan birkaç topluluk, doğaüstü olanlardan söz etmeyerek Kuran’da gerçekten alışılmışın dışında ön bildiriler bulunduğuna kanaat getirmiştir. Kuran’a ait ön bildirilerin onun mucizevi doğasının altını çizen gerçekler olduklarına ilişkin aşağıda sıralananlar üzerinde düşünün.

Her şeyden önce, sözde doğaüstü ön bildiriler olarak görülenlerin çoğu kesinlikle doğaüstü değillerdir. İlk örnek ile başlayalım: Birliklerine, “Tanrı bizden yana; biz kazanacağız. Savaşa devam edin!” sözlerini hangi askeri önder söylemeyebilir? Ayrıca, Muhammed’in “Kılıç Peygamberi” olarak anıldığını ve, mesajını yaymak için huzur veren araçları değil, nispeten başarısız araçları seçtikten sonra izleyicilerinin en büyük sayısı ile savaşa geldiğini hatırlayacak olursak, onun, zaferi önceden bildirmesinin bir sürpriz olması gerekmez.

Aynı zamanda, gayretlerinin sonucu olarak kendilerine Cennet vaat edilen Müslüman güçlerinin gösterdikleri çaba göz önüne alındığı zaman (22:58-59; 3:157-58; 3:170-71), genellikle zafer kazanmaları şaşırtıcı değildir. Sonuç olarak, Muhammed’in, “Allah’a ve Resulüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir” (5:33) şeklindeki buyruğu göz önüne alındığı zaman, neden pek çok kişinin “boyun eğdiği”ne şaşırmamak gerekir.

İkincisi, tek gerçek mevcudiyet ifade eden ön bildiri İssus’daki Savaşta Pers ordusu üzerinde zafer kazanan Rumlar hakkındadır (30:2-4), ayetlere bakalım: “Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.” Ancak, konuya yakından bakıldığı zaman, bu ön bildiriyi, doğaüstü olması bir yana, görülmeye değer olmaktan çıkartan çeşitli noktalar ortaya çıkar ve açıklanır. 53 1) Ali’ye göre, “birkaç yıl” üç ile dokuz yıl arası bir zaman süresi anlamına gelmektedir, ama bazı kişiler gerçek zaferin peygamberlik bildirisinden ancak on üç ya da on dört yıl sonra geldiğine dair tartışırlar. Kudüs’ün tutsak edilmesi sırasında Perslilerin Rumları yenmesi, Hicretten Sonra yaklaşık 614 ya da 615 yılları arasında meydana geldi. Karşı saldırı Hicretten Sonra 622 yılına kadar yapılmadı ve zafer Hicretten Sonra 625 yılına kadar tamamlanmadı. Bu süre, Muhammed tarafından söylenildiği gibi “birkaç” yıl değil, en azından on ya da on bir yıl eder. 2) Osman’ın Kuran düzeltmesinde Arapça hareke veya noktalar yoktu (düzeltmeden çok uzun bir zaman sonrasında eklendiler). 54 Bu nedenle, bu “peygamberlikteki” “yenecekler” anlamına gelen sayaghlibuna sözcüğü, iki sesli harfin değiştirilmesi ile “yenilecekler” anlamına gelen sayughlabuna sözcüğü ile yer değiştirmiş olabilirdi.” 55 “Farklı bir metnin etken ve edilgen fiillerin yerlerini değiştirmesi ve bunun sonucunda, Rumların, geçmişte (diğerlerini) yendiklerinin ama birkaç yıl içinde yenileceklerinin” ifade edilmesi, fark yaratan bir ilginçliktir.” 56 3) Bu belirsizlik ortadan kaldırılmış olsa bile, peygamberlik görülmeye değer olmaktan uzaktır, çünkü hem uzun vadeli hem de alışılmamış değildir. Yenilgiye uğrayan Rumların zafer için geriye gelmeleri beklenen bir durumdur. Böyle bir olayın vuku bulacağını önceden bildirmek için o dönemin eğilimlerinin anlama kabiliyeti olan bir okumasından daha fazlası gerekirdi. En iyi durumda bu çok yerinde bir tahmin olabilirdi. Her olayda, olayın doğaüstü olduğunu kanıtlamak için yeterli zeminlerin olmadığı görülür.

Son olarak, ileri sürülen bir başka peygamberlik 89:2 ayetinde yer alır; bu ayetteki “On geceye andolsun” ifadesi ilk Müslümanlar’ın tecrübe ettiği on yıllık zulüm ile ilgili bir ön bildiri olarak ileri sürülür. 57 Ama bu durum, doğal olmayan bir yorumu yansıtır. Büyük İslam bilgini ve Kuran’ın çevirmeni Yusuf Ali bile, “On Gece ifadesi ile kast edilenin, genellikle, Hac Yolculuğunun kutsal mevsimi olan, Zül-Hacc’ın ilk on gecesi olarak anlaşıldığını” ifade eder. 58 Her olayda, olayın geleceği ile ilgili zeki bir gözlemcinin farkına varacağı herhangi bir ön bildiri kesinlikle mevcut değildir. 59 Bu ifadenin kehanet türünde bir peygamberlik olarak Müslüman bilginler tarafından kullanımı, Kuran’ın desteklenmesi için doğaüstü bir şeyler bulmak konusunda ne kadar çaresiz olduklarının bir göstergesidir.

Kuran’ın Birliği

Aynı zamanda, kendi içindeki tutarlılığı ve karşıtlığa sahip olmayışı nedeni ile Kuran’ın tanrısal bir açıklama olduğu konusunda ısrar etmek de ikna edici bir tutum değildir. Bazı eleştirmenler Kuran’ın tam olarak ne kadar tutarlı olduğu konusunda önemli sorular sorarlar. Tek bir nedenden ötürü, Muhammed’in açıklamalarındaki en aşikâr karşıtlığın öncekileri silip geçen daha sonraki açıklamalar aracılığı ile geldiğine işaret ederler – zina edenleri taşlama buyruğunun yüzer değnek vurulması şeklinde değiştirilmesi (24:2), ve putperest tanrılara tapınma hakkındaki Şeytan Ayetleri olarak adlandırılan ayetlerin bu ayetleri atlayan bazı başka ayetler ile yer değiştirmeleri (53:21-23). 60

Daha önce tartışılan (Bölüm 5’de), yetki kullanarak fesh etme (mensuh) ile ilgili tüm kavram, daha sonraki ayetler (nasih olarak adlandırılır) aracılığı ile düzeltilen bazı önceki hatalar hakkındadır. Bu konu 2:106 ayetinde şu sözler ile öğretilir, “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkı ile yettiğini bilmez misin?” Örneğin, “kılıç ayeti” olarak adlandırılan ayet (9:5), orijinalinde hoşgörüyü teşvik eden (2:256) 124 ayeti farz olunduğu gibi iptal eder. 61 Kuran, üzerinde durarak ve kesin bir şekilde “dinlerde zorlama olmamasını” söyler (2:256), ama yine de diğer bölümlerde Müslümanlar’a “inanmayanlar ile savaşmaları” (9:29) ve “buldukları her yerde Kâfirler ile savaşmaları ve onları öldürmeleri” (9:5) konusunda ısrar eder.

Müslümanlar Kuran’ın Tanrı’nın Sözü olduğunu söylerler; Kuran, “Tanrı’nın sözleri asla değiştirilemez” (10:64) iddiasında bulunduğu için bu gerçekte aynı zamanda bir karşıtlık da mevcuttur. Çünkü “Tanrı’nın Sözlerini (Buyruklarını) değiştirebilecek kişi yoktur” (6:34). Ama Kuran yine de daha sonraki açıklamaların önceki açıklamaları iptal ettiği öğretişine sadık kalır. 2:106 ayetinde şunları okuruz: “Ayetleri iptal eder ya da unutulmalarını sağlarız.” Ayrıca, Muhammed, “Bir ayetin yerine diğerinin koyulduğunu” kabul eder, ve aynı ayette kendisinin çağdaşlarının bu davranışı nedeni ile onu sahtekâr olarak adlandırdıklarından söz eder!

Nehls’in yaptığı titiz bir gözlemi aktaralım, “Tanrısal bir açıklamanın nasıl geliştirilebileceğini bulmayı istememiz gerekir. Tanrısal açıklamanın, en başından beri mükemmel ve doğru olmuş olduğunu beklemeyi umardık.” 62 Elbette Ali gibi bazı Müslümanlar, iptal etmenin yalnızca Tanrı’nın mesajını farklı zaman döneminde yaşayan ve farklı insanlara uyarlanan bir “ilerleyen açıklama” olduğunu iddia ederler. Ama Nehls, yine de şu noktaya işaret eder: “2:106 iptal etme hakkında ayeti, önce Muhammed’e verilen kutsal yazılar ile ilgili kültürden ya da ilerleyen açıklamadan değil, yalnızca Kuran ayetlerinden söz eder!” 63 Tanrı’nın, bir zaman süreci içinde ilerleyerek kendisini 1500 yıllık bir zaman döneminden fazla bir süre içinde (Kutsal Kitap’ta olduğu gibi) açıkladığına inanmak makuldür. Ama yine de Nehls şu eklemeyi yapar, “20 yıllık bir zaman içinde değişiklik ya da düzenleme yapma ile ilgili bir ihtiyacın gerekli hale gelebileceğini kabul edilemez buluyoruz. Bu durumun ortaya koyduğu şey, kesinlikle ya Tanrı’nın her şeyi-bilen olmadığı ya da yazıcının hata yaptığıdır.” 64 Düzeltilmiş ayetlerin genellikle düzeltilmekte olan ayetlere yakın oldukları gerçeği göz önüne alındığı zaman özellikle doğru gibi görünür. Ayrıca, Kuran’da bulunan iptal edilmiş ayetlerin görünüşte yazı haline koymayı unuttukları ayetler bile mevcuttur. 32:4 ayetinde, bize dünyanın altı günde yaratıldığı söylenir. Ama 41:99-12 ayetlerinde Tanrı’nın dünyayı yaratmak için tam sekiz güne (iki artı dört artı iki) ihtiyaç duyduğu söylenir. 65

Kuran aynı zamanda insanların kendi seçimlerinden sorumlu olduklarını iddia eder (18:29), ancak aynı zamanda yine de Tanrı’nın herkesin yazgısını önceden mühürlediğini de ileri sürer. “Her insanın boynuna işlediğinin yaftasını yapıştırdık. Kıyamet günü, onu açılmış olarak bulacağı bir kitap gibi önüne çıkaracağız” (17:13; aynı zamanda bakınız 10:99-100).

Kuran, elbette eğer hata yapması imkansız olan Tanrı’dan gönderilen bir kitap ise, o zaman içinde herhangi bir çelişki bulunmamalıdır. Ancak yine de, bir kitabın içinde bir çelişkiye yer vermemesi kitabın yazarının Tanrı olduğu anlamına gelmez. Böyle olduğunu varsaymak mantıksal bir aldatmacadır. 66 John W. Montgo­mery’nin makul gözlemlerine göre, Öklit’in (Milattan üç yüzyıl önce yaşamış Yunanlı geometri bilgini) geometrisi kendi içinde tutarlıdır, ancak bu durum, onun geometrisinin tanrısal yetkiye sahip olduğunu söylemek için bir zemin teşkil etmez. 67

Kendi içinde tutarlılık, diğerlerinin (örneğin bazı Hristiyanlar) pek çok noktada Kuran’a karşı çıkan kendi Kutsal Kitaplarını kullanırken başvurdukları delilin aynısıdır. Ama her ikisi de gerçek olamaz. Bu yüzden, birlik tek başına tanrısal güvenilirliği kanıtlamaz. Var olan el yazmaları aracılığı ile bilinen hem Yahudiler’in Kutsal Kitap’ı hem de Yeni Antlaşma, en azından Kuran gibi kendi içlerinde eşit derecede tutarlıdırlar. Ama hiçbir Müslüman bu nedenle bu kitapların Tanrı esini olduklarını kabul etmeyecektir.

Bilimsel Kesinlik

Bu delil, öncelikle içeriğinde, bilimin ilerlemesini gerilettiği için Hristiyanlığa saldırıda bulunan ve bilimi yükseltmesi nedeni ile Kuran’ı yücelten Bucaille’nin kitabı The Bible, The Qur’an and Science (Kutsal Kitap, Kuran ve Bilim) aracılığı ile son zamanlarda rağbet görmeye başlamıştır. Bucaille gerçekten de Kuran’ın ifadelerinin çoğunda modern bilimi harika bir şekilde önceden yansıttığı konusunda ısrar eder, böylece Kuran’ın tanrısal orijine sahip olduğunu mucizevi bir biçimde onayladığını ileri sürer. Müslüman savunucuları bu noktada tekrar Kuran’ın tanrısal orijinini kanıtlama konusundaki aşırı gayretleri içinde yanlış yolu salık vermiş olmaktadırlar.

Anlama kabiliyeti olan eleştirmenlerin belirttikleri ilk nokta, modern bilimin anasının İslam değil, Hristiyanlık olduğudur. Ünlü düşünür Alfred North Whitehead, Science and the Modern World (Bilim ve Modern Dünya) adlı iyi bilinen eserinde Hristiyanlığın bilimin anası olduğunu beyan etti. M. B. Foster, seçkin İngiliz felsefe dergisi Mind’da Hristiyanlığın yaratılış öğretişinin modern bilimin orijini olduğuna dikkat çekti. 68 Modern bilimin neredeyse her alanındaki ilk kurucuları, Hristiyan dünya bakış açısına sahip olarak çalışan kişilerdi. Bu kişilerin arasında Kopernik, Kepler, Kelvin, Newton, Pascall, Boyle, Maxwell, Agassiz ve diğerlerinin adlarını sayabiliriz. 69

Bu nedenle İslam tektanrıcılığı modern kültüre pek çok katkıda bulundu, ama yine de modern bilimin orijini olduğuna dair hak ileri sürmesi aşırı bir ifadedir. Aslında, pek çok İslam eleştirmeni, Müslüman ordularının çok derin bilgi kaynaklarını yok ettiklerine işaret eder. Örneğin, Pfander, Halife Ömer’in önderliğindeki Müslüman askerlerin İskenderiye ve Pers ülkesindeki büyük kütüphaneleri mahvettiklerini bildirir. Generallerden biri, Ömer’e kitaplar ile ilgili ne yapması gerektiğini sorduğu zaman, onun şu yanıtı verdiği söylenir. “Kitapları nehirlere atın. Çünkü, eğer bu kitaplarda rehberlik mevcut ise, o zaman biz Tanrı’nın Kitabında daha iyi bir rehberliğe sahibiz. Eğer bu kitaplarda rehberliğin aksine insanları yoldan saptıracak bir şeyler var ise, o zaman Tanrı bizi bu kitaplardan korusun.” 70

Bir kitap, yalnızca modern bilim ile uyuşuyor diye o kitabın vahyedilmiş bir kitap olduğunu düşünmek ciddi bir hatadır. Hem Müslüman hem de Hristiyan savunucular bu hataya düşmüşlerdir. Bu iddiaların geçersiz olmalarını gerektiren pek çok neden mevcuttur. 1) Bilim değişir. Bu yüzden, bugün aralarında “uyum” olarak görünen yarın ortadan kaybolabilir. 2) Kendi Kutsal Kitaplarında modern bilimsel teoriler görmek için savunucular tarafından pek çok utanç verici girişimlerde bulunulmuştur. Roma Katolik Kilisesi’nin Galile’ye davranışı bu hatalardan yalnızca bir tanesidir. 71     3) Kuran ve bilimsel gerçek arasında mükemmel bir uyum sergilenebilseydi bile, bu durum, Kuran’ın tanrısal bir esin olduğunu kanıtlamayacaktı. Kanıtlayacağı tek şey, yalnızca, Kuran’ın bir hata yapmadığı olurdu. Bir kitap, yalnızca bilimsel hata içermiyor diye Tanrı tarafından esinlenmiş bir kitap olamaz. Bilimsel kesinlik, en iyi şekli ile yalnızca gerçeğin tespiti ile ilgili olumsuz bir testtir. Eğer Kuran’da hata bulunsaydı, Tanrı’nın Sözü olmadığı kanıtlanmış olurdu. Ama Kuran’ın yalnızca bilimsel açıdan hatasız olduğunun gösterilmesi, onun Tanrı’nın Sözü olduğunu kanıtlamaz. Ve elbette, aynı durum Kutsal Kitap ya da diğer herhangi bir dini kitap için de geçerlidir.

Bazı eleştirmenler Kuran’ın bilimsel açıdan ne kadar kesin olduğu konusunu sorgularlar. Örneğin, Kuran’daki insani varlıkların bir kan pıhtısından biçimlendirildiklerine dair oldukça büyük karşıtlık içeren bir ifadeyi ele alalım: “Sonra, nutfeyi yapışkana çevirdik, yapışkandan bir çiğnemlik et yarattık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık olarak inşa ettik” (23:14). Bu ifadenin bir embriyonun bilimsel tanımlaması olması zordur. Bucaille, sorundan sakınmak için Arapça sözcük alak’ı (“kan pıhtısı”) “yapışan şey” olarak çevirerek yeniden tercüme eder. 72 Ama yine de bu durum, sorgulanabilir bir durumdur. Kuran’ın üç ana İngilizce çevirisini yapmış olan Ali, Pickthall ve Arberry adlı yetkileri kabul edilmiş İslam otoritelerinin düşüncesi ile çelişen bir çeviri şeklidir. Ayrıca, Bucaille’nin kendisi “çevirilerin büyük bir çoğunluğunun insanın bir “kan pıhtısından” ya da “iltihak”tan biçim aldığını tanımlarlar. 73 Bu düşünce, Bucaille’in, kendi yaptığı çeviriyi sorunu çözmek için oluşturduğu izlenimini bırakır, çünkü o, “bu tür bir ifadenin bu alanda uzmanlaşmış bilim adamları tarafından bütünüyle kabul edilemez olduğunun” farkındadır. 74

Aynı şekilde, diğer eleştirmenler Kuran’ın 18:86 ayetinde batıya yolculuk eden birinden söz ettiğini belirtirler: “Sonunda güneşin battığı yere ulaştığında, onu kara balçıklı bir suda batarken gördü.” Ancak, bu sorunu açıklama girişimi sırasında bile Ali, bu düşüncenin “zihni karışmış yorumculara” sahip bir düşünce olduğunu kabul eder. Aslında sorunu tam olarak gerçekten açıklamaz, ama yalnızca söz edilen ifadenin “güneşin battığı yer” olamayacağını, çünkü böyle bir şeyin mevcut olamayacağını ileri sürer. 75 Gerçekten de batının en uç noktası mevcut değildir, ve batıya yolculuk eden bir kimse sonunda güneşin battığı yere gelemez. Ancak, bu durum her ne kadar bilime aykırılık teşkil etse de, metinde belirtilen ifade budur.

Bazıları, Kuran’da geçen sözde bilimsel ön bildirilerinin büyük ölçüde sorgulanabilir olduğuna dikkat çekmişlerdir. Kenneth Cragg, “Modern icatların ve bilimsel verilerin, hatta nükleer ayrılmaların Kuran’da önceden görülmüş olduğunu ve şimdi, bu bilgilerin önceden verilmiş olmalarına rağmen, şimdiye kadar takdir edilmemiş olan bölümlerdeki varlıklarının meydana çıkarılabilecekleri bazı Müslüman Kuran yorumcuları tarafından sık sık ileri sürülmüştür. Daha önceleri anlamları anlaşılamayan ifadeler, bilim ilerledikçe kendilerini ortaya koymaktadırlar.” Ama yine de varılan bu sonuç, “diğer kişiler tarafından şiddet ile reddedilir, çünkü Kuran’daki onaylamanın türü, ne ihtiyaç duyan ne de doğrulayan ‘ruhsal’ Kutsal Yazılar olarak görülür… Muhammed Kamil Hüseyin tüm bu tür yorumları ‘sahte’ olarak adlandırır… aynı zamanda Fazlur Rahman da bu düşüncenin taraftarı değildir.” 76

Son olarak, Kuran’ın bilimsel doğruluğu ve kesinliği kanıtlanmış olsaydı bile, Kuran bu yüzden tanrısal yetkinliğe ulaşmazdı. Bu durumun kanıtlayacağı tek şey, Kuran’ın bilimsel hiçbir gaf ya da hata yapmadığıdır. Bu da eşsiz bir özellik değildir. Bazı Yahudi bilginler aynı iddiayı birbirlerine çok benzeyen deliller kullanarak, Tevrat için, ve yine pek çok Hristiyan tam olarak aynı iddiayı Kutsal Kitap için ileri sürerler. Ama Bucaille, bu düşünce aracılığı ile Eski ve Yeni Antlaşma’ların Tanrı Sözü olduklarının sergilenmesine izin vermez.

Hayret Verici Matematiksel Yapı

Kuran’ın tanrısal orijini ile ilgili rağbet gören kanıtlardan biri onun, on dokuz sayısı üzerine inşa edildiği ile ilgili sözde matematiksel mucizeviliğidir. Bu tür bir savunma yönteminin bilim çevrelerinde büyük kabul görmediğini söylemeye ihtiyaç yoktur ve bunun için de haklı gerekçeler mevcuttur.

Eğer bir mesaj putperestlik ya da ahlaksızlık öğretişi verir ise, böyle bir mesajın Tanrı’dan geldiğine dair ileri sürülen iddiaları hiçbir Müslüman kabul etmeyecektir. Hiçbir mesaj yalnızca matematiksel zeminler göz önüne alınarak kabul edilmemelidir. Bu nedenle, eğer Kuran matematiksel bir “mucize” olsaydı bile, bu onun Tanrı’dan geldiğini kanıtlamak için yeterli olmazdı. 77

Eğer Kuran 19 sayısının bu hayret verici tüm bileşimlerine sahip olsaydı bile, bu durum, yalnızca, Kuran’ın yazıldığı dilin arkasında matematiksel bir düzenin mevcut olduğundan fazlasını kanıtlamazdı. Dil, insan düşüncesinin düzeninin bir ifadesi olduğu ve bu düzen sık sık matematiksel ifadeye indirgenebildiği için, Kuran’ın yazıldığı dilin ardında matematiksel bir düzenin var olabilmesinin şaşırtıcı olmaması gerekir.

Ayrıca, aynı delil türü (yalnızca yedi rakamı üzerinde bina edilmiş olarak) Kutsal Kitap’ın vahyedilmiş olduğunu kanıtlamak için de kullanılabilirdi. Kutsal Kitap’ın ilk ayetini ele alalım: “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.” Nehls, şu noktaya işaret eder:

Ayet 7 İbranice sözcük ve 28 harf içerir (7x4). Üç tane isim mevcuttur: “Tanrı, gök, yer” … üç ismin rakamsal değeri 777 (7x11) dir. “Yarattı” fiili 203 değere sahiptir (7x29). Nesne, ilk üç sözcük içinde yer alır –14 harf ile birlikte (7x2). Diğer dört sözcük özneyi içerirler– aynı zamanda 14 harf ile birlikte (7x2) ve böylece devam edip gider. 78

Ama hiçbir Müslüman bu açıklamaların Kutsal Kitap’ın tanrısal vahiy ile yazılmış bir kitap olduğuna dair leyhte deliller olarak kabul edilmelerine izin vermez. Delil, en iyi hali ile yalnızca özeldir ve ikna edici değildir. Hatta Müslüman bilginlerin çoğu böyle bir durumu delil olarak kullanmaktan kaçınırlar.

Değişen Yaşamlar

Müslüman savunucuların çoğu Kuran aracılığı ile değişen yaşamları ve kültürleri Kuran’ın tanrısal orijininin bir kanıtı olarak görürler. Ancak, eleştirmenler bunun, Kuran’ın sözde göksel orijini için yetersiz bir test olduğuna işaret ederler.

Her şeyden önce beklenilmesi gereken şeyin türü budur. Çünkü bir kişi bir şeyin gerçek olduğuna ateşli bir şekilde inandığı zaman, inandığı şey aracılığı ile yaşar. Ama bu yine de, onun Tanrı’nın Sözü olup olmadığı hakkındaki soruyu yanıtsız bırakır. Ateşli bir şekilde inanılan ve uygulanılan her düşünce dizisi inananları ve onların kültürlerini değiştirecektir. Bu gerçek, Budist, Hristiyan, İslam ya da Yahudi düşüncelerinin hepsi için geçerlidir. Ama bu basit gerçek, Tanrı’nın, onların tüm Kutsal Kitaplarını esin yolu ile gönderdiğini kanıtlamaz. Karl Marx’ın Das Capital adlı kitabı, milyonlarca yaşamı ve pek çok kültürü değiştirmiş olduğu için, hangi Müslüman, bu değişiklikleri bir delil olarak görüp de Das Capital’in Tanrı esini olduğunu kabul edebilir?

Pek çok eleştirmen, Muhammed’e karşı savaşanlar için vaat edilen ödülün ve ondan yana olmayanlar için bildirilen ceza tehdidinin pek çok kişiyi İslam inancına getirmiş olmasını hayret verici bulmaz. “Boyun eğen” kişilere içinde huriler (güzel kadınlar) bulunan Cennet vaat edildi (2:25; 4:57). Ama “Ne var ki, Allah ve elçisi ile savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çabalayanların cezası, öldürülmek ya da asılmak, ya da çapraz olarak el ve ayakları kesilmek, ya da yerlerinden sürülmektir” (5:33). Muhammed’in, kendisini izleyenlere şu öğüdü verdiğini unutmayın: “Kılıç cennetin ve cehennemin anahtarıdır; Tanrı’nın adı uğruna dökülen bir damla kan, silahlı olarak geçirilen bir gece, iki ay boyunca dua etmek ve oruç tutmaktan daha makbuldür. Savaşta ölen birinin günahları yargı gününde bağışlanır.” 79 Ayrıca insanın açgözlülüğü de bir rol oynadı. “Arap savaşçılar taşınabilir mallar ve alınan esirlerden oluşan tüm ganimetin beşte dördünü aldılar.” 80 Bunun da ötesinde, düşmanın boyun eğmesi, düşman için büyük bir avantajdı. Çoktanrıcıların yapacakları iki seçim vardı: ya boyun eğ ya da öl. Hristiyanlar ve Yahudiler bir başka seçeneğe sahiplerdi: ağır vergiler ödeyebilirlerdi (9:5, 29). Aynı zamanda İslam fetihleri başarılı oldu, çünkü fethedilen bazı ülkelerdeki insanlar Romalı yöneticilerin kötü davranışlarından bıkıp usanmışlardı ve İslam’ın eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin vurgulanması sonucu kendi rızaları ile İslamiyet’i kabul ettiler.

Aniz Shorrosh, İslam’ın Arap halkı arasında böylesine büyük bir hız ile yayılmasının sebebini çeşitli nedenler ile özetler. Bu nedenler arasında, İslam’ın Arap halkının, adetlerini ve dilini yücelttiği gerçeği yer alır; diğer ülkelerin fethedilmeleri ve yağmalanmaları için bir teşvik oluşturdu; çölde savaşma yeteneklerini geliştirdi; ölüme göksel bir ödül sağladı ve İslam öncesi pek çok uygulamayı uyarladı. 81 Eğer biri, ahlaki, politik ve kültürel gelişmeler gibi daha olumlu nedenlere işaret edecek olur ise, İslam’ın yayılması için doğal nedenlerin dışında tespit edilecek başka herhangi bir neden yok gibidir.

Son olarak, eğer bir kişi değişen yaşamlar delili üzerinde ısrar edecek olursa, Hristiyan savunucuları, daha güçlü deliller sunacaklardır. William Paley, Evidences of Christianity (Hristiyanlığın Delilleri) adlı ünlü eserinde bu konuyu şu şekilde özetler:

Hangi amaç ile kıyaslama yapıyoruz? Kendisine ordusunun başındaki bir fatih ile birlikte birkaç balıkçının eşlik ettiği Celile’li bir köylü. Güç olmadan, kuvvet ve destek olmadan, çekicilik ya da etkili olma gibi dışsal bir koşul olmadan, ülkesinin ön yargılarına, eğitimine, hiyerarşisine, eski dindar düşüncelere, gösterişli dini törenlere, varlığı en parlak ve en azametli dönemini yaşayan Roma İmparatorluğunun felsefesine, bilgeliğine ve yetkisine karşı gelen İsa ile, –Araplar arasında başarılı olan Muhammed’i kıyaslıyoruz; dünyanın en karanlık çağlarında ve ülkelerinde, fetihlerin ve zaferlerin ortasında kendisine izleyiciler toplayan ve silah ile elde edilen başarı, yalnızca insanların isteklerine ve refah sağlayan girişimlere refakat eden o buyruk ile kazanılmadığı zaman, Tanrısal onayın kesin bir tanıklığı olarak düşünüldü. Bu delil tarafından ikna edilen o çoğunlukların, zaferli bir şefin safına katılmaları gerekir; hatta daha da büyük çoğunluklar herhangi bir delil olmaksızın karşı konulamaz gücün önünde yere eğilmelidirler– bu davranışta bizi hayrete düşürecek fazla bir şey göremeyiz; bu tavırda Hristi­yanlığın bina edilmesinin etkilenmesi ile ilgili nedenlere benzeyen hiçbir şey göremeyiz. 82

İslam’ın Hızla Yayılması

Muhammed’in Tanrı’nın peygamberi olduğuna dair Müslüman savunucular tarafından sunulan ana “kanıtların” sonuncusu İslam’ın hızla yayılmasıdır. Bir Müslüman savunucusuna göre, “İslam’ın hızla yayılması En Yüce Olan Tanrı’nın, Kuran’ı insanlara nihai açıklaması olarak göndermiş olduğunu ortaya koyar.” 83

Öncelikle, gerçek ile ilgili bu büyük tartışmalara yol açan testin geniş kabul görmediğini ya da çok ikna edici olmadığı söylenmelidir. Ayrıca, bu test gerçek ile ilgili iki ucu keskin bir testtir. İlk kayıtlara göre (Elçilerin İşleri kitabında), aynı zamanda Hristiyan­lık da Mesih’ten sonra aniden çok büyük bir hızla yayıldı. Ve Roma zulmünün hüküm sürdüğü birkaç yüzyılın ardından, Hristiyan­lık yine de Roma İmparatorluğunun kalıntılarını devraldı. Üçüncü olarak, İslam’ın Hristiyanlığın aksine başlangıçta çok çabuk yayılmadığı söylenebilir (bakınız Bölüm 4). Muhammed, başlangıçta, kendisine çok az sayıda izleyici çekebildi. İslam’ın daha hızlı yayılması ancak Muhammed’in, İslam’ı savunmak için kılıç kullanmaya başlaması ile gerçekleşti – bu durumun, Kuran’ın tanrısal orijinini ortaya koyan ikna edici bir delil olması uzak bir olasılıktır. Elbette, aynı zamanda Haçlı Seferlerini düzenleyen Hristiyanlar da (on ikinci-on dördüncü yüzyıllar) kılıcı, eşit derecede bir haksızlık ile kullandılar, çünkü İsa, öğrencilerine, mesajını kılıç ile yaymalarını yasakladı (Matta 26:52). Ama yine de, İslam’ın aksine Hristi­yanlığın ilk ve şaşırtıcı yayılması kılıç kullanmadan meydana geldi. Gerçekten de, ilk Hristiyanlık en hızlı büyümesini, Roma hükümeti ilk üç yüzyıl boyunca Hristiyanlar’a karşı kılıç kullandığı zaman yaşadı.

Yirminci yüzyılın Yale’li büyük kilise tarihçisi Kenneth Scott Latourette, bu konuda şöyle yazar: “Tarihin beylik sözlerinden biri, Hristiyanlığın, ilk üç yüzyılı boyunca sürekli ve genellikle ciddi zulüm ile karşılaştığı ve bu zulmün dördüncü yüzyılın başlarında çok arttığı, ama karşı konulmasına rağmen yayıldığı ve hatta yapılan zulüm aracılığı ile güç bile kazandığıdır.” 84 Latourette aynı zamanda şu açıklamayı yapar: “Hristiyanlığın zaferinin atfedildiği unsurlardan biri, Konstan­tin’in Hristiyanlığa verdiği onaydır. Ama, önermiş olduğumuz gibi, Konstantin’in Hristiyan­lığı kabul ettiği döneme kadar Hris­tiyan imanı öylesine güçlüydü ki, o olmasaydı bile, iman yine de kazanırdı. Gerçekten de, bazen onu desteklemek için kullanılan motiflerden biri, İmparatorluktaki en güçlü unsur haline gelmiş olan Hristiyan topluluğunun iş birliğini düzenlemek için duyduğu sözde arzusudur.” 85

Son olarak, İslam’ı kabul eden pek çok kişi ile ilgili tamamen doğal teşviklerin varlığına değinelim. Müslüman askerlere, savaşta öldükleri takdirde bu ölümün bir ödülü olarak Cennet vaat edildi. Ve İslam’a boyun eğmeyen kişiler ölüm, tutsaklık ya da vergilendirme ile tehdit edildiler. İslam’ın bu koşullar altında büyümesinin nedenini izah etmek için doğaüstü olaylara başvurma gibi bir gereksinim yoktur.

İslam bilgini Wilfred Cantwell Smith, Müslüman ikilemini doğru ve kesin bir şekilde belirtir. Kesin ve açık olarak belirttiği şudur: eğer Müslümanlar İslam’ın Tanrı’nın isteği olduğuna ve dünyaya egemen olma yazgısına sahip bulunduğuna inanırlar ise, ve İslam daha sonra bu konuda başarısızlığa uğrarsa, o zaman bu durum, Tanrı’nın egemen isteğinin hayal kırıklığına uğradığı ile ilgili bir belirti olmak zorundadır. Ama Müslümanlar, Tanrı’nın isteğinin hayal kırıklığına maruz kalabileceğini kabul etmezler. Bu nedenle, mantıksal olarak bunun Tanrı’nın isteği olmadığı sonucuna varmak zorundadırlar. Haykal’ın, insanların özgür oldukları ve kendilerine herhangi bir yenilgi ya da aksilik atfedilmesi konusundaki karşılığı sorunu kavrayamamış olduğunu gösterir. 86 Çünkü, Tanrı’nın bunu nasıl, özgürlük ile mi özgürlük olmadan mı yaptığı önemli değildir. Aslında Tanrı gerçekten İslam’ın üstünlüğünü istediği takdirde, o zaman kendisinin egemen isteği hayal kırıklığına uğramış olur. Çünkü İslam başlangıç döneminden bu yana sayıca, ruhsal ya da kültürel açıdan dünyanın süre gelen baskın dini değildir ve olmamıştır. Ayrıca bunun da ötesinde, İslam ani bir başarı patlaması yaşaması gerekse ve diğer tüm dinlerin önüne geçse bile, bu durum, İslam’ın Tanrı’dan olduğunu kanıtlamazdı. Mantıksal açıdan, tüm bu başarının kanıtladığı, onun gerçek olduğu değil, yalnızca başarılı olduğu olurdu. Çünkü bir şey başarıya ulaştığı zaman bile hala şu soruyu sorabiliriz: Başarıya ulaşanın inançları gerçek midir, sahte midir?

Özet

Kuran, Tanrı Sözü olduğunu iddia eder, ama Tanrı Sözü olduğunu kanıtlamaz. Destekleyici delilleri olmadan iddialar ileri sürer. Savunucuları tarafından ileri sürülen delillerden hiçbiri ikna edici değildir. Elbette hiç kimse, destekleyici kanıt olmaksızın Kuran’ın tanrısal orijine sahip olduğuna inanmayı sürdüremez. Ancak makul bir inanç arayan kişilerin bu inancı bulmak için başka yerlere bakmaları gerekecektir. Ayrıca, çok fark edilebilir özellikten yoksundur, hem Yahudiliğin hem de Hristiyan­lığın sahip olduğuna, yani doğaüstü olduklarının Tanrı tarafından onaylandığına inanır.


1. Kitab el-Wasiyah, 77. Abdül-Hak, 62’den alıntı. Aynı zamanda Williams, 182’deki Mutezile yanlılarına karşı olan El-Maturidi’nin savunmasına bakınız.

2. Waddy, 14.

3. Ajijola, 104.

4. Gudel, 35-36. aynı zamanda bakınız Davud.

5. Kateregga and Shenk, 27.

6. İbn Teymiyye, 350-69.

7. Bakınız Ajijola, 96; cf. 94-96.

8. Jeffery, Islam: Muhammad and His Religion (İslam: Muhammed ve Dini), 54.

9. Bakınız Jeffery, 57.

10. Bakınız, Gudel, 38. Kuran’ın taklit edilemez hali ile ilgili öğretişin ayrıntılı bir açıklaması için Rippin ve Knappert’in Textual Sources for the Study of Islam (İslam Araştırmasının Metinler İle İlgili Kaynakları) adlı kitabındaki El-Rummani’nin yazısına bakınız, 49-59.

11. Nehls, 38.

12. Ajijola, 90.

13. El-Bakillani, Miracle and Magic (Mucize ve Büyü), 16.

14. Maulana Muhammed Ali, Muhammad and Christ, (Lahore, Hindistan: The Ahmadiyya Anjuman-i-İşaat-i-İslam, 1921),7.

15. Hanef, 18-19.

16. Muhammad Ali, The Religion of Islam (Lahore, Pakistan: The Ahmadiyya Anjuman-i-İşaat-i-İslam,, 1950), 249.

17. Yusuf Ali, Holy Qur’an, 205.

18. Bakınız Gudel, 39.

19. Bucaille, 130.

20. Tek için kullanılan Arapça sözlük, vahid’dir. Arapça harflerde sayıların yerine kullanılır. Bu sözcüğün dört Arap harfi, toplam on dokuz rakamına ulaşan sayısal değere sahiptir.

21. Raşad Halife, The Computer Speaks: God’s Message to the World (Tuscon: A.B.D. Arizona Tuscon Camii İmamı., 1981), 198, 200.

22. Halife, Qur’an: Visuel Presentation of the Miracle, 200.

23. Bakınız Ajijola, aynı kitapta, 100-101.

24. Buradaki tartışma, Mark W. Foreman’ın “An Evaluation of Islamic Miracle Claims in the Life of Muhammad” (İslam’ın Muhammed’in Yaşamındaki Mucize İddiaları Hakkında Bir Değerlendirme) yayınlanmamış harika yazısında yer alır (Liberty University, Lynchburg, Va, 1991).

25. Bakınız, İslam Ansiklopedisi, “Mudjiza.”

26. Bakınız Foreman, 14.

27. Pfander, 264.

28. Daşti, 48-49.

29. Shorrosh, 199-200.

30. Bakınız Daşti, 50. Daşti, aynı zamanda Mahmud el-Zamakhşari (Hicretten sonra 1075-1144) gibi Kuran bilginlerinin, onları uzaklaştırma ile ilgili açıklama girişimlerinin boş olacağını belirtir; “içindeki dil bilgisi hatalarının Arapça dil bilgisi kurallarını değiştirerek çözülmesi gerektiği var sayılamaz.”

31. Aynı kitapta, 48.

32. Pfander, 267.

33. Tanrı’nın egemen oluşu hakkındaki Müslüman görüşü ile ilgili olarak bile (bakınız Bölüm 1), Allah arzu ettiği her şekilde konuşmayı seçebilirdi. Hiç kimse O’na, kendisini ifade etmesi gereken edebi tarzı dikte edemez.

34. Bakınız Pfander, 264.

35. Aynı kitapta, 254. Aynı zamanda bakınız Watt, Bell’s Introduction to the Qur’an, 33-34.

36. Aynı kitapta, 255.

37. W. Montgomery Watt, Muhammad: Prophet and Statesman (yeniden basıldı: London: Oxford University Press, 1967), 40.

38. Bakınız Gudel, 72.

39. Bu konu ile ilgili daha ayrıntılı bir tartışma için Bölüm 8’e bakınız.

40. John Gilchrist, Jam’ el-Qur’an: The Codification of the Qur’an Text (Benoni, South Africa: Jesus to the Muslims (Müslümanlar için İsa – 1989).

41. Bakınız Pfander, 258-59.

42. Bakınız Jeffrey, 7-8.

43. Watt, Bell’s Introduction to the Qur’an (Bell’e göre Kuran’a Giriş), 45.

44. Bakınız www.debate.org.uk/topics/history/bib-qur/contents. ve www.answeringislam.org/quran/text/index.

45. Bakınız Watt, ix-x.

46. Bakınız Pfander, 256.

47. Aynı kitapta, 256.

48. Bakınız Watt, 60.

49. Aynı kitapta, 60-61.

50. W. St. Clair Tisdall, A Manual of the Leading Muhammedan Objections to Christianity (London: Society for Promoting Christian Knowledge, 1904), 60.

51. Aynı kitapta, 59. Aynı zamanda B. Todd Lawson’a bakınız, “Not efor the Study of a ‘Shi’i Qur’an,” in Journal of Semetic Studies (Autumn 1991), cilt 36, no. 2, 279-96.

52. L. Bevan Jones, The People of the Mosque (London: Student Christian Movement Press, 1932), 62.

53. Bu nokta ve bu kısımda değinilen diğer pek çok noktaların varlığını Joseph Gudel’in harika eserine borçluyuz; Simon Greenleaf Yasa Okulu için hazırladığı, To Every Muslim an Answer (Her Müslüman’a bir Yanıt) adlı master tezinde. (April 1982), 54.

54. Spencer, 21.

55. Bakınız Tisdall, 137.

56. Watt, Muhammad’s Mecca, 14.

57. Ahmad, Introduction to the Study of the Holy Qur’an, 374f.

58. Yusuf Ali, The Meaning of the Glorious Qur’an, 1731, not 6109.

59. Kuran’dakinin aksine olarak, Kutsal Kitap’ta yüzlerce yıl önceden verilen açık ve kesin ön bildirilere dayanan peygamberlikler mevcuttur (bakınız Bölüm 10).

60. Yukarıdaki yorumlara bakınız, notlar 47-48.

61. Bu düşünce Shorrosh’a aittir, 163.

62. Bakınız Nehls, 11.

63. Aynı kitapta, 12.

64. Aynı kitapta, 14

65. Müslüman yorumcu Ali bile “bu bölümün zor bir bölüm olduğunu” kabul eder. O ve diğer yorumcular iki günü (Sure 41:9), dört günü (ayet 10.) ve iki günü (ayet 12) dört günün ilk iki gün ile örtüşmesini gerçekleştirerek sekiz gün şeklinde açıklamak için girişimde bulunurlar. Ancak bu tutum, çeşitli nedenlerden ötürü ikna edici olmaktan uzaktır. Bir kere, onlar aynı iseler o zaman neden birbirlerinden ayrı olaylarmış gibi söz edilsinler? Ayrıca, onlar yaratılışın farklı eylemlerini tanımlarlar. Birincisi, “iki günde yeryüzü” (ayet 9) hakkında konuşur ve ikincisi, “dört günde onlara uygun oranda beslenmeyi vermek için her şey” (ayet 10). Bunlar, farklı ve ardıl olaylar olarak sunulurlar.

66. Bu durum, mantıkta bir “A” (evrensel müspet) teklifinin yasa dışı bir dönüşü olarak adlandırılır. Örneğin, yalnızca “tüm köpekler dört ayaklı hayvanlar oldukları” için bu, “tüm dört ayaklı hayvanların köpek oldukları” anlamına gelmez.

67. John Warwick Montgomery, Faith Founded on Fact (Gerçek Üzerinde Temellenmiş İman) [Nashville: Thomas Nelson, 1978, 94.

68. M. B. Foster, “The Christian Doctrine of Creation and the Rise of Modern Science,” (Yaratılış İle İlgili Hristiyan Öğretişi ve Modern Bilimin Yükselişi), Mind dergisinde (1934), cilt 43, 447-68; ve Alfred North Whitehead, Science in the Modern World (Modern Dünyada Bilim) [New York: The Free Press, 1925, 13-14. Aynı zamanda bakınız Stanley L. Jaki, The Savior of Science (Bilimin Kurtarıcısı) [Edingburgh: Scottish Academic Press, 1990.

69. Norman L. Geisler, Origin Science: A Proposal for the Creation-Evolution Controversy (Grand Rapids: Baker, 1987), 37-52.

70. Bakınız Pfander, 365.

71. Galile’nin durumunda bile gözlenmesi gereken şudur: Galile bir Hristiyan’dı ve bir Hristiyan’ın bakış açısı ile çalışırdı. Galile’ye göre dünyayı Tanrı yaratmıştı ve dünyanın bu bakış açısı ile incelenmesi gerekirdi. Roma Katolik Kilisesi Galile’yi yargılayarak büyük hata yaptı, ama Hristiyan dünya görüşü Galile’yi bilimsel keşiflerini yapması için yönlendirdi.

72.Bakınız Bucaille, 204.

73. Aynı kitapta, 198.

74. Aynı kitapta.

75. Yusuf Ali, Holy Qur’an, 754, not 2430.

76. Cragg, “Contemporary Trends in İslam” (İslam’da Çağdaş Eğilimler), Woodberry, 42.

77. Bu görüş ile ilgili daha detaylı bir tartışma ve bu görüşü eleştiren diğer deliller için bakınız, Nehls, 124-32.

[78. Aynı kitapta, 127. Kutsal Kitap’ın matematiksel yapısı ile ilgili bir Hristiyan yaklaşımı için bakınız, Jerry Lucas ve Del Washburn, Theomatics: God’s Best Kept Secret Revealed (New York: Stein & Day Pub., 1977).

79. Edward Gibbon, The History of the Decline and Fall of the Roman Empire (Roma İmparatorluğunun Sapması ve Düşüşü’nün Tarihi), cilt.5, ed. J. B. Bury (London: Methuen & Co., 1898), 360-61.

80. John B. Noss, Man’s Religions (İnsan’ın Dinleri) [New York: The Macmillan Co., 1956, 711.

81. Bakınız Shorrosh, 180-83.

82. William Paley, Evidences of Christianity (London: 1851), 257. Pek çok Müslüman eleştirmeni Hristiyanlığın pek çok ülkede yayılmasının yalnızca esenlik veren propaganda yolu ile değil, aynı zamanda savaşlar yapılarak da sağlandığını ileri sürerler. Bu iddia, Haçlı Seferleri gibi daha sonraki bazı dönemler için doğru olabilir, ama ilk Hristiyanlık dönemi (birinci yüzyıldan üçüncü yüzyıla kadar) için kesinlikle doğru değildi; ilk Hristiyanlık dönemindeki 120 kişi ile (Elçilerin İşleri 1-2) başlayarak sayıca çok büyüdü ve İ.S. 313 yılında Konstantin Hristiyan olmadan önce Roma dünyasındaki üstün ruhsal güç haline geldi.

83. Bakınız Pfander, 226.

84. Kenneth Scott Latourette, A History of Christianity: Beginning to 1500 (San Franscisco: Harper, 1975), 1:81.

85. Aynı kitapta, 105.

86. Bakınız Haykal, 605.

Bölüm Üç

Hristiyan Bakış Açısına İlişkin Bir Savunma

Bölüm Bir’de, konuya İslam’ın temel öğretişleri ile başladık. Bölüm İki’de, temel Müslüman inançları değerlendirildi, yanlış anlaşılmalara, uyumsuzluklara ve hatalara işaret edildi.

Bu son bölümde, İslam hakkında ve İslam’a karşı Hristiyan bakış açısının olumlu bir savunmasını sunacağız. Kutsal Kitap’ın güvenilirliği, Mesih’in Tanrılığı, Üçlü Birlik ve Mesih’in günahlarımız uğruna çarmıhtaki ölümü aracılığıyla sağladığı kurtuluş öğretişi gibi önemli Hristiyan inançlarının akılcı bir açıklaması yapılacak.

10. Kutsal Kitap Hakkında Bir Savunma

Kuran’ın, daha önceki tüm açıklamalardan daha önemli ve Tanrı’nın vahyedilmiş sözü olduğuna ilişkin iddialarını desteklemek amacı ile Müslümanlar, rakip iddiaların tümünün üzerine bir saldırı başlatırlar. Çabalarının büyük bir bölümü en büyük rakipleri olan Kutsal Kitap’a yöneliktir. Suçlamaları iki temel gruba ayrılır: ilk grup, Kutsal Yazıların metninin değiştirildiğini ya da tahrif edildiğini ileri sürer; ikinci grupta ise Hristiyan öğretişinin içine, Mesih’in beden alması, Tanrılığın üçlü birliği ve ilk günah gibi öğretiş hataları içeren inançlar nüfuz etmiştir.1

Ne gariptir ki, Kuran bazen Yahudi-Hristiyan Kutsal Yazılarına şu soylu unvanları verir: “Tanrı’nın Kitabı”, “Tanrı’nın Sözü”, “insan için bir nur ve kılavuz”, “tüm meseleler için bir karar”, “bir rehber ve merhamet”, “kolay anlaşılır Kitap”, “aydınlatma (el-furkan)”, “rehberliği ve ışığı ile sonradan gelen Yasa’yı doğrulayan Müjde (İncil),” ve “Tanrı’dan korkanlar için bir kılavuz ve uyarı.”2 Hristiyanlar’a, Tanrı’nın kendilerine verdiği açıklamayı bulmak için kendi Kutsal Yazılarına bakmaları söylenir (5:47). Ve hatta Muhammed’in kendisine bile bir noktada Yahudiler’e ve Hristi­yanlar’a verilen önceki tanrısal açıklamaların içerikleri ile kendisine indirilen mesajın gerçekliğini test etmesi öğütlenir (10:94).

Ancak her şeye rağmen, Kutsal Kitap için yukarıda belirtilen övgü hatalı bir yönlendirmedir, çünkü Müslümanlar Kuran’ın, ilerleyen açıklamanın kendi kavramları üzerinde temellenmiş tüm önceki açıklamalardan sonra geldiğini iddia etme konusunda acele davranırlar. Bu davranışları ile Kuran’ın, önceki daha az bütünlüğe sahip açıklamaları (Kutsal Kitap gibi) tamamladığını ve hatta bertaraf ettiğini göstermeyi ümit ederler. Bir İslam teologu, bu inancı şu ifadesi ile yansıtır: (Bir Müslüman’ın Tevrat’a, Zebur’a ve İncil’e inanması gerekirken, o her şeye rağmen şu iddiayı ileri sürer:)

“En seçkin teologlara göre kitapların şimdiki durumu tahrif edilmiştir.” Müslüman Teolog sözlerine şöyle devam eder: “Kuran’ın, kitapların en soylusu olduğuna inanılması gerekir… Kuran Tanrı’dan indirilen kutsal yazıların en son gönderilenidir, kendisinden önceki tüm kitapları iptal eder… Kuran’ın bir değişikliğe uğramış ya da tahrif edilmiş olması imkansızdır.”3 İslam bilginleri arasında bu görüş, herkesin en çok paylaştığı görüş olmasına rağmen, pek çok Müslüman hala günümüzdeki Kutsal Kitap’ın kutsallığına ve gerçekliğine inandıklarını ileri sürer.

Eski Antlaşma’ya Karşı Suçlamalar

Müslümanlar genellikle önceki Kutsal Yazılar hakkında daha az rağbet gören bir görüş sergilerler, bunun ana nedeni Yasa öğretmenlerinin kendilerine kabul ettirdikleri tahrif iddiasıdır. Kitap ehline karşı yapılan suçlamalar ve Kutsal Yazıların tahrif edilmesi şu noktaları içerir: Tanrı’nın Sözü’nü gizlemek (2:42; 3:71), kitaplarındaki mesajı sözlü olarak tahrif ederler (3:78; 4:46), Kutsal Yazılar’ının tüm bölümlerine inanmazlar (2:85), ve kendi Kutsal Yazılar’ının gerçekten ne öğrettiğini bilmezler (2:78). Hatta tarihi çevre ve koşullarının içinde bile bu suçlamaların çoğu Yahudiler’e yönlendirilir, Müslümanlar aynı zamanda ima yolu ile Hristiyan­lar’ı da yukarıdaki eleştirilerin içine dahil etmişlerdir.

Yukarıda belirtilen, Kuran’ın öykülerindeki belirsizlikler nedeni ile Müslümanlar Kutsal Kitap’a ilişkin farklı görüşlere (bazen birbirleri ile çelişen) sahiptirler. Örneğin, ünlü Müslüman reformcusu Muhammed Abduh şöyle yazar: “Tevrat, İncil ve Kuran, birbirine uygun üç kitaptır. Dindar kişiler üç kitabı da araştırıp okurlar ve üç kitaba da eşit derecede saygı duyarlar. Böylelikle tanrısal öğretiş tamamlanmış olur ve gerçek din, yüzyılların arasından parlar.”4 Bir başka Müslüman yazar üç büyük dünya dinini şu şekilde uyumlu kılar: “Yahudilik, Adaleti ve Hakkı; Hristiyanlık Sevgi ve Merhameti; Müslümanlık ise Kardeşlik ve Barışı vurgular.”5 Ama yine de, bu konuya yapılan en tipik İslam yaklaşımı, Müslüman savunucu Ajijo­la’nın yorumları ile karakterize edilir:

Eski Antlaşma’nın ilk beş kitabı orijinal Tevrat’ı oluşturmazlar, ama Tevrat’ın bölümleri insani varlıklar tarafından yazılan diğer öyküler ve Rab’bin orijinal rehberliği ile birbirlerine karışmış ve bu zor durumun içinde kaybolmuşlardır. Benzer şekilde Mesih’in dört Müjdesi, peygamber İsa’dan gelen orijinal Müjdeler değildirler. Orijinal ve uydurma olan, Tanrısal ve insani olan, birbirleri ile öylesine karışmışlardır ki, tohum samandan ayrılamaz hale gelmiştir. Gerçek şudur ki, Tanrı’nın orijinal sözü, ne Yahudiler ne de Hristiyanlar için korunmamıştır. Öte yandan, Kuran ise, tam olarak korunmuştur ve en ufak bir noktası bile değişmemiştir ve çıkartılmamıştır.6

Bu suçlamalar bizi bir kez daha İslam’daki, metnin anlamının bozulduğuna tahrif öğretişine ya da Yahudi-Hristiyan Kutsal Yazılar’ının bozuldukları konusuna geri getirir. Yukarıdaki Kuran ayetlerinin bazılarını temel alan ve daha da önemlisi, diğer kutsal yazıların asıl içeriklerini ortaya koyan Müslüman teologlar genelde iki farklı karşılık oluşturdular. Nazir-Ali’ye göre, “İlk Müslüman yorumcular (örneğin, El-Taberi ve Ar-Razi) değişikliğin tahrif bi’al ma’ni, yani metnin kendisinde tahrif yapmadan metnin anlamının bozulduğuna inandılar. Baskın olan görüş yavaş yavaş metnin kendisinin bozulması anlamına gelen tahrif bi’al-lafz olarak değişti.”7 İspanyol teologlar İbn Hazm ve El-Biruni, Müslümanlar’ın çoğu ile birlikte bu görüşe sahiptirler.

Bir diğer Kuran bilgini şu iddiada bulunur: “Kutsal Kitap’taki Tevrat Musa’ya bir açıklama olarak verilen saf Tevrat ile görünüşte aynı değildi, ama önceki kutsal yazıların hangi derecede bozuldukları hakkında hatırı sayılır derecede bir fikir ayrılığı mevcuttur.” Öte yandan, tebdil (değişim) konusunun üzerinde sistematik olarak düşünen ilk düşünür olan İbn-Hazım, metnin kendisinin değiştirildiğine ya da tahrif edildiğine (taghir) kanaat getirdi ve metnin içinde yer alan ahlaksız öykülere dikkat çekti. Diğer yandan, “İbn Haldun metnin kendisinin tahrif edilmediğine kanaat getirdi, ama Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın, Kutsal Yazıları, özellikle Muhammed’in hizmetini ve İslam’ın geleceğini önceden bildiren ya da haber veren bu metinleri yanlış yorumlamış olduklarını ileri sürdü.”8

Bir Müslüman bilgininin Kutsal Kitap’a çok mu az mı saygı gösterdiği ve bu Kitap’tan alıntı yapıp yapmayacağı ya da yaparsa nasıl alıntılar kullanacağı kendisinin tebdil konusundaki özel yorumuna bağlıdır. Örneğin, İbn Hazım tahrife uğradığı gerekçesi ile neredeyse Eski Antlaşma’nın tamamını reddeder, ama Yahudiler’in ve onların dinlerinin aleyhine kanıtlar olarak Ben-i İsrail’in imanı ve davranış ile ilgili kötü haberler verildiği zaman, Tevrat’tan sevinç ile alıntı yapar.

Yeni Antlaşma’ya Karşı Suçlamalar

Saygı duyulan Müslüman yorumcu Yusuf Ali, “Kuran’ın sözünü ettiği İncil’in Yeni Antlaşma olmadığını” ileri sürer. “Şu anda kabul edilen dört Müjde doğruluğu kabul edilmiş ve onaylanmış kitaplar değildir. İslam öğretişine göre İsa’ya açıklanan ve İsa’nın öğrettiği tek bir Müjde vardır. Bu Müjde’nin kısımları kabul edilen doğru Müjdelerde ayakta kalmayı başarmışlardır ve diğer bazılarında ayakta kalanlar ise yalnızca izlerdir.”9 Yeni Antlaşma ve Hristiyan öğretişine karşı doğrudan iddialarda bulunulur. Bu suçlamalar arasında tanrısal açıklamanın metninin değiştirildiğine ve tahrif edildiğine dair suçlamalar yer alır ve suçlamalar aynı zamanda Mesih’in beden alması, Tanrılığın üçlü birliği ve ilk günah öğretişi gibi inançlarda öğretiş hataları bulunduğunu ileri sürer.10

Müslüman teologlar arasında bu konu ile ilgili diğer bir önemli tartışma Kitap Ehlinin sonsuz yazgısı hakkındaki sorundur. Ortalama Müslüman düşüncesi “iyilik yapmış” olan herhangi bir insanın sonsuz kurtuluşa hak kazandığını düşünür, ama buna rağmen bu düşünce Kuran’da bu konu ile ilgili tüm delillere ilişkin büyük belirsizlik yaratmıştır.

Müslüman teologlar arasında Yahudi ve Hristiyanlar genelde inan­mayanlar (kâfir) olarak kabul edilirler, çünkü Muhammed’in, Tanrı’nın gerçek bir peygamberi olduğunu reddetmişlerdir. Örneğin, tüm zamanların en çok saygı gören Müslüman yorumcularından biri olan Taberi’nin, Kuran ile ilgili yorumunda yazarın, kitap ehli ve çoktanrıcılar (müşrikun) arasındaki ayırt edici özelliklerin farkına vardığını ve kitap ehli hakkında daha olumlu bir düşünce ifade ettiğini görsek dahi, Taberi, yine de Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın çoğunun inançsız olduklarını ve suç işlediklerini açıkça beyan eder, çünkü kitap ehli Muhammed’in güvenilirliğini kabul etmeyi reddetmiştir. 11

Bu suçlamaya eklenen bir diğer suçlama Mesih’in Tanrı Oğlu olarak görülmesine ilişkin Hristiyan inancına karşı gösterilen olumsuz tepkidir; Bu inancın, İslam’da, affedilmesi mümkün olmayan günah olan şirk koşma ile eşit olduğu ileri sürülür ve Kuran’ın tamamı boyunca bu inanç, üzerinde kesin olarak durularak yargılanır. Hristiyanlar’ın yargılanması 5:72 ayetinde ifade edilmiştir: “And­olsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Kim Allah’a ortak koşarsa, artık, Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir.”

Öte yandan, çağdaş Müslüman teologu Fazlur Rahman, “Müslüman yorumcuların geniş çoğunluğunun” kabul ettiği görüşe karşı çıkar. Müslüman imanına resmi olarak katılmak ile kurtuluşun elde edilemeyeceği görüşünü savunur, ama Kuran’ın işaret ettiği gibi, kurtuluş, Tanrı’ya ve kıyamet gününe inanmak ile ve iyi işler yapmak ile elde edilir.12 Tartışma bu şekilde devam eder ve her bireysel Müslüman konuyu kendi bakış açısı ve anlayışını temel alıp değerlendirerek tartışmanın farklı bir yanında yer alabilir.13

Suçlamalara Verilen Yanıt

Kutsal Kitap hakkındaki bu görüşler ciddi şekilde kusurludurlar. Bu konu ile ilgili delillerden biri Kutsal Yazılar’ın kendisinin Müslüman görüşü içindeki içsel tutarsızlığıdır. Bu konuda bir başka delil ise, olaylara dayanan delile karşıt olan delildir.

Günümüzdeki Yeni Antlaşma’nın güvenilirliğinin İslam tarafından reddedilişinde ciddi bir gerilim oluşur. Bu gerilime, Kuran’da yer alan aşağıda belirtilmiş olan öğretişler aracılığı ile odaklanılabilir:

  • Orijinal Yeni Antlaşma (“Müjde”) Tanrı’nın bir açıklamasıdır (5:46, 67, 69, 71.)
  • İsa bir peygamberdi ve Müslümanlar’ın onun sözlerine inanmaları gerekir (4:171; 5:78). Müslüman bilgini Mufas­sir bu konuda şunu belirtir, “Müslümanlar tüm peygamberlerin güvenilir olduklarına inanırlar, çünkü Her Şeye Gücü Yeten Tanrı (Allah) tarafından insanlığa hizmet etmeleri için görevlendirilmişlerdir.”14
  • Hristiyanlar, Muhammed’in zamanındaki Yeni Antlaşma’yı kabul etmek zorundaydılar (Milattan Sonra yedinci yüzyıl., 10:94).

Bu surede Muhammed’e şunlar söylenir: “Eğer sana indirdiğimiz şeyden şüphe içinde isen, senden önce Kitabı (Tevrat’ı) okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbin’den hak gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!” Abdül Hak, bu konuda şunu belirtir: “İslam’ın eğitimli doktorları, peygambere kuşkularını yok etmesi için kitap ehline danışması gerektiğini işaret eden bu ayet nedeni ile üzülerek utanç duyarlar.”15 Bu mesele ile ilgili en garip yorumlardan biri, surenin aslında onun iddiasını sorgulayan kişilere hitap ettiğinin söylenmesidir. Diğerleri ise şu iddiada bulunur: “Hitap edilen, Muhammed’in kendisiydi, ama yine de ne kadar değişirlerse değişsinler, pusulayı çevirdiklerinde o her zaman aynı göksel kutup yönüne işaret eder – Kutsal Yazıların saflığı ve korunması.” Ama her şeye rağmen Hak yine de şu eklemede bulunur, “Eğer tekrar İslam’ın gerçekliğinden kuşku duyan bu kısmı ele alırsak, bu durum peygamberin görevinin tüm temelini açığa çıkartır; kuşku duyan kişilere bir yanıt sağlaması için Yahudiler’e (ya da Hristi­yanlar’a) başvurulması işaret edilir; tüm bu ifadeler Kutsal Yazılar ile ilgili yetki hakkındaki delili yalnızca daha güçlendirmeye hizmet ederler. Bu durum, Müslüman eleştirmenlerin hemen hemen hiç hazır olmadıkları bir durumdur.”16

Hristiyanlar, bu ayete, iki önemli noktaya değinerek karşılık verirler. Birincisi, Muhammed, onlardan Yeni Antlaşma’nın bozulmuş bir çevirisini kabul etmek istemezdi. İkincisi, Bugünkü Yeni Antlaşma, Muhammed’in zamanındaki Yeni Antlaşma ile esasen aynıdır, çünkü günümüzdeki Yeni Antlaşma Muhammed’in zamanından yüzlerce yıl öncesinde var olan el yazması belgelerin temeli üzerinde bina edilmiştir. Bu yüzden Müslümanlar’ın bu ayetteki mantık nedeni ile günümüzdeki Kutsal Kitap’ın güvenilirliğini kabul etmeleri gerekir. Ama eğer kabul ettikleri takdirde, o zaman Mesih’in Tanrılığı ve Üçlü Birlik (bakınız Bölüm 11 ve 12) hakkındaki öğretişleri de kabul etmeleri gerekecek, çünkü Yeni Antlaşma’da öğretilen budur. Ancak Müslümanlar her şeye rağmen, bu öğretişleri kategorik olarak reddederler. Bu yüzden İslam görüşü içinde ikilem oluşur.

Kutsal Kitap ile ilgili bir başka tutarsızlık daha mevcuttur. Müslümanlar, Kutsal Kitap’ın “Tanrı Sözü” olduğunu ileri sürerler (2:75). Ama aynı zamanda buna rağmen yine de Tanrı’nın sözlerinin bozulamayacaklarını ya da değiştirilemeyeceklerini ısrar ile ifade ederler. Ama Pfander’in işaret ettiği gibi, “eğer bu her iki ifade doğru ise, o zaman Kutsal Kitap ne Muhammed’den bu yana ne de Muhammed’in zamanında değişmemiştir ve bozulmamıştır.”17 Buna rağmen İslam öğretişi yine de Kutsal Kitap’ın tahrif edildiği konusunda ısrar eder. Bu noktada bu yüzden karşıtlık oluşur.

Ayrıca, İslam bilgini Richard Bell’in işaret ettiği gibi, Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın Eski Antlaşma’yı değiştirmek için iş birliği yaptıklarını var saymak mantıksızlık olur. Çünkü, onların (Yahudiler’in) Hristiyanlar’a karşı olan duyguları her zaman düşmanlık olmuştur.”18 Ortak bir Eski Antlaşma’yı paylaşan iki düşman grup neden ortak düşmanları olan Müslümanlar’ın görüşlerini desteklemek için Eski Antlaşma’yı değiştirmek üzere iş birliği yapsınlar? Böyle bir davranışın hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca bunun da ötesinde, iddia edilen metin değişikliklerinin yapıldığı zamanda Yahudiler ve Hristiyanlar dünyanın dört bucağına dağılmış durumdaydılar. Bu gerçek, metnin tahrif edilmesi için iddia edildiği gibi iş birliği yapmış olmalarını imkansız kılar. Ve elden ele dolaşan Eski Antlaşma’nın kopyalarının sayısı, değişikliklerin aynı ve uyum içinde yapılmış olmalarını garantilemeyecek kadar çok sayıdaydı. Aynı zamanda, o dönemde Müslüman olan Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından bu tür herhangi bir değişiklik yapıldığına dair hiçbir bilgi yoktur – eğer bu söylenen gerçek olsaydı, hakkında mutlaka bilgi verilirdi.19

Ayrıca, Yeni Antlaşma’nın Müslümanlar tarafından reddedilmesi, el yazması belgelerin üstün kanıtları ile kaşıt bir durumdur. Tüm Müjdeler, Milattan Sonra 250 yılının tarihini taşıyan Chester Beatty Papirusunda korunur. Ve Yeni Antlaşma’nın büyük çoğunluğu Milattan Sonra yaklaşık 325-50 tarihini taşıyan Vaticanus Ms. (B) kapsamında mevcuttur. Buna ek olarak Milattan Sonra ikinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar (Muhammed’in zamanından yüzlerce yıl önce) olan zamanın tarihini taşıyan Yeni Antlaşma’nın başka yaklaşık 5.700 tane el yazması belge mevcuttur, bu belgeler Muhammed’in zamanında var olan tüm Yeni Antlaşma’nın aynı gerçek metnini onaylarlar.

Muhammed’in zamanındaki Yeni Antlaşma metni, bu aynı el yazması belgeler aracılığı ile, İsa’nın zamanındaki Yeni Antlaşma metninin aynı temeli olduklarını onaylarlar. Çünkü bu el yazması belgeler bugün sahip olduğumuz Yeni Antlaşma metninin güvenilirliği açısından ilk yüzyılın tam başlangıcına tanıklık eden kesintisiz bir zincir tedarik ederler. Örneğin, John Ryland Parçası Yeni Antlaşma’nın ilk kısmıdır ve yaklaşık Milattan Sonra 117-38 yıllarının tarihini taşır. Bu parçada, Yuhan­na 18. bölümün ayetleri aynı daha sonraki döneme ait el yazması belgelerinde ve bugünkü Yeni Antlaşma’da bulunduğu şekilde korunurlar. Aynı şekilde, Milattan Sonra ikinci yüzyıla ait Bodmer Papirüsü Petrus ve Yahuda kitaplarını aynen bugün sahip olduğumuz şekilde korurlar. Yeni Antlaşma mesajının, Müslümanlar’ın iddia ettikleri gibi yok edildiklerini ya da tahrife maruz kaldıklarını ima eden bir kanıt kesinlikle mevcut değildir.20

Son olarak, Müslümanlar Yeni Antlaşma’nın tahrif edildiğini, yanlış yere konduklarını ve geçersiz kılındıklarını göstermek için bir girişimde bulunarak Yeni Antlaşma’nın özgür eleştirmenlerini kul­lanırlar. Ancak yine de, Yeni Antlaşma bilginlerinden piskopos John Robinson, Müjde’nin elçilerin yaşadıkları dönemde Milattan Sonra yaklaşık 40 ve 60 yılları arasında yazılmış olduğu sonucuna vardı. Aynı şekilde Yeni Antlaşma’nın eski, Bultmann’a özgü eleştirmeni Eta Linnemann son zamanlarda şu sonuca vardı: Yeni Antlaşma hakkındaki olumsuz eleştiri, el yazması belgelerdeki şekli ile korunan Yeni Antlaşma’yı kapsar ve İsa’nın sözlerini ve eylemlerini kusursuz bir şekilde korumaz, yürürlükten kaldırılmıştır. Rudolph Bultmann’ın bu öğrencisi şunları yazar: “Zaman geçtikçe giderek şu konuda daha çok ikna oldum: tarihi-eleştiri teolojisine adanmış olan bu kişiler tarafından uygulanan Yeni Antlaşma eleştirisinin üzerinde düşünülmesi gereken bir ölçüde bilim olarak adlandırılmayı hak etmediğini gördüm.”21 Yazar, sözlerine şunları ekler: “Müjdeler, Goethe’nin ünlü kitabı Dr. Faust’ta olduğu gibi yeniden biçimlendirilen bir şekilden sonra önceden tamamlanmış malzemeyi yaratıcı bir şekilde yeniden biçimlendiren eserler değildirler.”22 Aksine, “Her Müjde, tam ve eşsiz bir tanıklık sunar. Müjde, var oluşunu doğrudan ya da dolaylı yoldan tanıklığa borçludur.”23 (Yeni Antlaşma’nın güvenilirliği ile ilgili daha ayrıntılı kanıt Ek 4’de yer alır.)

Ayrıca, Müslüman savunucular tarafından bu özgür eleştirmenlerin kullanımı yanlış yere konulmuştur, çünkü Kuran hakkındaki kendi görüşlerinin altını kazar ve zayıflatır. Müslüman yazarlar, varsayımlarına ciddi bir dikkat vermeden Kutsal Kitap’ın özgür eleştirmenlerinin vardıkları sonuçlardan alıntı yapmaya bayılırlar. Örneğin, Musa’nın Eski Antlaşma’ya ait ilk beş kitabını inkâr etmek için Kutsal Kitap’ın özgür eleştirmenlerini yönlendiren aynı doğaüstü olmaya karşı, farklı bölümlerde Tanrı için kullanılan farklı sözcükleri belirtmek, aynı şekilde Kuran’ın Muhammed’den gelmediğini ileri sürmek olurdu. Çünkü Kuran da aynı zamanda Tanrı için farklı yerlerde farklı isimler kullanır. Tanrı için Allah sözcüğü, 4, 9, 24, 33 surelerinde kullanılır, ama Rab 18, 23 ve 25. surelerde yer alır.24 Müslümanlar bu eleştirmenlerin görüşlerinin doğaüstü karşıtı bir eğilim üzerinde temel bulduğunun neşeli bir şekilde farkında değillerdir. Bu görüşler eğer Kuran’a ve hadislere uygulanmış olsaydı, temel Müslüman inançlarını da aynı şekilde yok edecekti. Özetleyecek olursak, Müslümanlar kendi imanlarının altını oyup zayıflatmak istemedikleri takdirde, mucizelerin meydana gelmeyeceğine ilişkin inanç üzerinde temellendiği Yeni Antlaşma’nın eleştirmenlerinin görüşlerine başvuramazlar.

Kısaca özetleyecek olursak, Muhammed’in zamanındaki Hristiyan­lar Yeni Antlaşma’yı kabul etmek zorundaydılar ve eğer bugünkü Yeni Antlaşma’nın, özü ile aynı olduğunu bol sayıda el yazması belge onayladığı takdirde, o zaman Kuran’ın kendi öğretişleri ile uyumlu olarak Hristiyanlar da bugünkü Yeni Antlaşma’nın öğretişlerini kabul etmek zorundadırlar. Ama bugünkü Yeni Antlaşma, İsa’nın, günahlarımız için çarmıhta ölen ve üç gün sonra tekrar dirilen Tanrı’nın Oğlu (bakınız Bölümler 11 ve 13) olduğunu onaylar. Ama bu inanç Kuran’ın öğretişine aykırıdır. Bu nedenle, Müslüman’ın, Yeni Antlaşma’nın güvenilirliğini reddetmesi, Kuran’ın vahyedilmiş olduğuna ilişkin kendi inançları ile tutarsızlık içindedir.

Kutsal Kitap’ın Tutarsız Kullanımı

Müslümanlar Yeni Antlaşma’nın tamamını reddetmezler. Aksine, İsa’nın Tanrı olduğunu iddia etmediğine ilişkin kendi inançlarını desteklemek için belirli Yeni Antlaşma bölümlerine sık sık başvururlar. “Güvenilir” bölümler konusunda yaptıkları seçimleri her ne kadar keyfi olsa da, yalnızca kendi öğretişlerine ait ilgilerine uyması için yakışık alan bölümleri seçtikleri bir gerçektir. Eğer seçilen bölümler kendi öğretişlerini destekliyor gibi görünüyorlar ise, o zaman bu bölümler güvenilir olarak ilan edilir. Öte yandan, eğer metinlerin büyük çoğunluğunda olduğu gibi, İslam inançlarını desteklemiyorlar ise, o zaman yine keyfi olarak, tahrif edilmiş oldukları duyurulacaktır.

Müslümanlar belirli Kutsal Kitap bölümlerinin güvenilir olduklarını duyurdukları zaman bunun nedeni, güvenilir olmadıklarını düşündüklerine karşı yeterli el yazması belgesi kanıtının mevcut olduğunu fark ettikleri için değildir. Aslında işin gerçeğini söyleyecek olursak, biraz önce görmüş olduğumuz gibi, bunlar da sözde güvenilir oldukları söylenenler kadar aynı derecede el yazması belge yetkisine sahiptirler. Bozulma ya da tahrif edilme ile ilgili kavramın tamamı, İslam iddiası açısından ciddi önem taşır ama metin ile ilgili bir desteğe kesinlikle sahip değildir. Kutsal Kitap ise, Muhammed’in döneminin yüzyıllar öncesinde bile çok sayıdaki el yazması belgesinin desteğine sahiptir. Gerçekten de, görmüş olduğumuz gibi, Yeni Antlaşma’nın, eski dünyaya ait herhangi bir kitaptan daha fazla el yazması belgesi kanıtı mevcuttur.

Ayrıca, “güvenilir” oldukları ilan edilen seçilmiş bölümlerden alın­mış sonuçlar bile bölümlerin anlamının hatalı bir şekilde anlaşılması üzerine bina edilmişlerdir. Bu bölümlerin çoğu, Mesih’in tanrılığını ve Üçlü Birliği kapsadıkları için, okuyucuya bu yanlış yorumlanan metinlerin daha ayrıntılı bir incelemesi için Bölüm 12’ye bakması tavsiye edilir. Şimdilik, dikkatimizi Kuran’ı desteklemek için yapılan bir başka girişime çevirelim: Kutsal Kitap’taki hataları kanıtlamak için gösterilen çaba.

Bucaille, çok rağbet gören The Bible, The Qur’an and Science adlı kitabında “Müjdelerden yapılan alıntıların kesin karşıtlıklar gösterdiğini” dile getirir.25 Bucaille, “Kutsal Kitap’ta muazzam hatalar bulunması gerektiğine” inanır.26Ama Bucaille’in yaptığı liste yine de muazzam ya da zor bir liste değildir. Bu tür eleştirilere daha önce başka bir yerde yoğun bir şekilde karşılık verdiğimiz için,27 burada yalnızca Müslüman savunucular tarafından en sık kullanılanlara yanıt vereceğiz.

Yaratılış 1:2. Bucaille’e göre, Yaratılış 1, “bilimsel bir bakış açısından hatanın bir başyapıtıdır.”28 Bucaille, Yaratılış bölümünün, sudan, yeryüzü tarihinin erken bir aşamasında söz ettiğini aktarır. Ama yine de şu konuda ısrar eder, “bu dönemde suyun varlığından söz etmek yine de yalnızca saf kinayedir.”29

Bu, çeşitli nedenlerden ötürü garip bir suçlamadır. Bucaille’in kendisi “evrenin şekil alışının ilk aşamasında bir gaz kütlesinin var olduğuna ilişkin her belirtinin mevcut olduğunu itiraf eder.”30 Yine de suyun kendisi buhar olarak bilinen bir gaz konumuna sahiptir. Ayrıca, bilimsel görüşler değişirler. Bugünün teorileri genellikle yarın geçersiz hale gelirler. Bu nedenle eğer bugün evrenin başlangıç aşamasında suyun mevcut olmadığına dair bir teori mevcut olsaydı, bu teori yarın yanlış olarak görülebilirdi. Ayrıca yeryüzü tarihinin ilk dönemlerinde en azından buhar şeklinde bile olsa su yine de vardı. Bu, yeryüzünde, güneş sistemimizde ya da başka bir yerde diğer gezegenlerden farklı olarak mümkün olduğunu bildiğimiz yaşamın nedenlerinden biridir. Bu nedenle, Kutsal Kitap’ta hatalar bulmak için acele eden Bucaille’in kendisi de bir hata yapmıştır. Sonuç olarak, bilimsel teori Tanrı’nın açıklaması ile ilgili bir gerçekten üstün olamaz. Bucaille, ne kadar geniş çapta rağbet görürse görsün Kuran’ın bir mucize olduğuna ilişkin bir gerçeğin üzerinde egemenlik sürmesine hiçbir zaman izin veremezdi. Yine de modern bilim adamlarının çoğu mucizeleri reddederler.

Yaratılış 1:3-5 ayetleri hakkında şu görüşü ileri sürer, “ama yine de, bu ışığın nedeni (güneş) üç gün sonra yaratıldığı halde ilk gündeki sonuçtan (ışık) söz etmek, mantıksızlıktır.”31

Ama bilimin ve Kutsal Kitap’ın temel bilgisine sahip olan hemen hemen herkes bu itiraza yanıt verebilir. Çünkü güneş evrendeki tek ışık kaynağı değildir. Ayrıca, metni, güneşin dördüncü günde yaratıldığının ifade edildiği şeklinde anlamak gerekli değildir. Güneş, yalnızca dördüncü günde görünmek üzere yaratılmış olabilirdi. Güneşin ana hatlarının görülebilir hale gelmesi, su buharının sisi uzaklaştıktan sonra gerçekleşmiş olabilirdi.32 Bu olaydan önce güneşin ışığı, aynı sisli bir günde olduğu gibi yeryüzünde yaşayanların güneşin ana hatlarını görmeleri mümkün olmadan parlıyor olabilirdi.

Yaratılış 1:6-8. Yaratılış 1:6-8 ayetlerine göre, Tanrı, “suların ortasında bir kubbe” yaptı. Ama Bucaille, bu olguyu, bir “mit” olarak adlandırır ve “suların bölünerek ikiye ayrılması ile ilgili bu imajın bilimsel açıdan kabul edilemez” olduğu konusunda ısrar eder.33

Tanrı’nın yarattığı (Yaratılış 1:6; Eyüp 37:18) “kubbe”nin (raqia) İbranice’deki sözcük karşılığının orijinal anlamının katı bir nesne olduğu doğrudur.34 Ama yine de sözcük anlamları orijin (etimoloji) aracılığı ile değil, kullanım aracılığı ile belirlenir. İngilizce bir sözcük olan “board – kereste”, orijinalinde kalın bir tahtaya işaret eder. Ama anonim şirkete ait idare heyetinin (corporate board) bir üyesinden söz ettiğimiz zaman, sözcük, artık farklı bir anlama sahip olur. Aynı şekilde, “kubbe” sözcüğü yeryüzünün üzerindeki atmosfer için kullanıldığı zaman, sözcüğün katı bir nesne anlamına gelmediği açıktır. Burada ilişkili sözcük olan raqa (sermek, yaymak), pek çok çeviri tarafından “açılmak, yayılmak” şeklinde doğru olarak tercüme edilir. Bu nedenle, bir metal nasıl dövüldüğü zaman genişlerse (Mısır’dan Çıkış 39:3; Yeşaya 40:19), kubbe de aynı şekilde inceltilmiş bir alandır. Kök anlam olan “sermek” pek çok bölümde olduğu gibi (Mezmur 136:6; Yeşaya 42:5; 44:24) “yaymak” olarak bağımsız bir şekilde kullanılabilir. Yeşaya şunları yazar: “Gökleri yaratıp geren, yeryüzünü ve ürününü seren, dünyadaki insanlara soluk, orada yaşayanlara ruh veren Rab Tanrı diyor ki” (Yeşaya 42:5 NKJV, vurgulama eklenmiştir). Aynı fiil, perde gibi germek, oturmak için çadır germek anlamında kullanılır. Bu sözler, içinde oturmak için boş yer olmasaydı hiçbir anlam ifade etmezdi. Örneğin, Yeşaya, “gök kubbenin üstünde oturan Rab’den, yeryüzünde oturan insanlarının çekirge gibi olduklarından, gökleri perde gibi gerdiğinden ve oturmak için gökleri çadır gibi kurduğundan” söz eder (Yeşaya 40:22 NKJV, vurgulama eklenmiştir). Aynı zamanda Kutsal Kitap, yukarı çektiği su damlalarının buharından yağmur damlattığını anlatır (Eyüp 36:27-28). Ama eğer gök metal bir kubbe ise o zaman bu, hiçbir anlam ifade etmez. Metal bir kubbenin küçük delikleri olduğunu ve bu deliklerden yağmur damlalarının düşeceğini varsaymak saçmalıktan başka bir şey değildir.35

Yaratılış kitabındaki aynı yaratılış öyküsü, “yeryüzünün üzerinde gök kubbenin üst düzeyinde uçan” kuşlardan bahseder (Yaratılış 1:20). Ama eğer gökyüzü katı olsaydı, böyle bir durumun gerçekleşmesi imkansız olurdu. Böylelikle, raqia sözcüğünü “yaymak” sözcüğü aracılığı ile (NASB ve NIV çevirilerinin yaptığı gibi) çevirmek daha uygundur.

Ve bu anlamda modern bilimde uzay kavramı ile ilgili herhangi bir çatışma mevcut değildir. Eyüp’ün benzer ifadesi (Eyüp 37:18) birebir anlamı ile ele alındığında dahi “göklerin” bir “metal (tunç) ayna” olduğunu onaylamaz, ayette yazılı olan, “dökme tunç bir ayna kadar sert olan gök kubbedir.” Başka bir deyişle, bu, birebir anlamı ile ele alınmaması gereken bir kıyaslamadır, aynı Tanrı gerçekten bir “güçlü kuledir” örneğinde olduğu gibi (Süleyman’ın Özdeyişleri 18:10). Ayrıca, Eyüp kitabında yer alan kıyaslama düşüncesi, göklerin ya da bir aynanın sertliği değil, dayanıklılıklarıdır (cf. “güçlü” chazaq, ayet 18.). Bu durumda her şey gözden geçirildiği zaman, Kutsal Kitap’ın gök kubbenin metal bir kubbe olduğunu onayladığına dair hiçbir kanıt mevcut değildir. Bu nedenle burada Müslüman eleştirmenlerin iddia ettiği gibi modern bilim ile çelişen hiçbir durum yoktur.

Yaratılış 1:19-23. İslam bilginleri Yaratılış 1:19-23 ayetlerinde kabul edilmesi imkansız olan iki şey bulurlar: “Yeryüzü tarihinin yeryüzü hala sular ile kaplı olduğu zamanda kıtaların ortaya çıkmış olduğu gerçeği” ve “kabul edilmesi tamamen imkansız olan şey, yüksek derecede organize edilen bitkiler aleminin tohum aracılığı ile yeniden üretilmesi sonucu, güneşin var olmasından önce ortaya çıkmış olabilirdi.”36

Karşılık olarak şunu belirtelim, ilk nokta gerçekleşmemiştir ve ikinci noktayı zaten daha önce Yaratılış 1:3-5 ayetleri aracılığı ile yukarıda yanıtlamıştık. Kısaca, Bucaille, ilk eleştiride bilim hakkındaki fikrini kesin olarak söyledi ve yetersiz bilgi aldı. Tanrı’nın, yeryüzünün başlangıç tarihinde tohum taşıyan bitkiler yarattığı kimin için kabul edilemezdir? Belki Tanrı’yı ve O’nun özel yaratma eylemini reddeden tanrısız bir evrim teorisi taraftarı için kabul edilemez olabilir. Ancak Kuran’a inandığını ileri süren Bucaille gibi bir Müslüman’ın böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmesi gerekir. Çünkü Kuran, Tanrı’nın “gücü her şeye yeten” olduğunu ve arzu ettiği her şeyi yapabileceğini öğretir (2:159). Bunun da ötesinde Kuran, Tanrı’nın dünyayı yarattığını ve bu işlemi birkaç gün içinde tamamladığını onaylar. O zaman bu konunun neden kabul edilemez olarak öğretilmesi gerekir? Neden sözü edilen bugünlerden birinde (Kutsal Kitap’ta üçüncü gün) Tanrı’nın tohum taşıyan bitkiler ürettiğine inanılmasın? Buradaki tek karşıtlık, Kutsal Kitap ve etkili, geçerli bir hipotez arasındaki karşıtlıktır.37 Kutsal Kitap ve bilimsel gerçek arasında hiçbir karşıtlık yoktur.

Yaratılış 1:14-19. Müslüman eleştirmenler şu ifadeyi ileri sürerler: “Güneşin ve Ayın yaratılışını Yeryüzünün yaratılışından sonraya yerleştirmek, Güneş Sisteminin elementlerinin biçimlendirilmesi hakkında en sağlam bina edilmiş düşüncelere bile zıttır.”38

Ancak burada yine de iki sorun mevcuttur. Bu sorunlardan biri, en üstün bilimsel düşüncelerin bile kesin bir gerçek olarak kabul edilmeleri gerektiğini kabul etmektir. Gerçekten de, Müslümanlar’ın bu delili kullanmaları gariptir, çünkü onlar da pek çok teologun şu hatasına işaret ederler: bu teologlar, neredeyse evrensel üstünlüğe sahip bilimsel yer küresinin merkezine ait (merkez olarak yer küresine ait) görüşün bilimsel bir gerçek olduğu yanılgısına düşmüşlerdir. Aynı tutum, güneş ve ayın orijini hakkındaki üstün bilimsel düşünceler yanlış olabilirlerdi.

Ayrıca, yukarıda Yaratılış 1:3-5 ayetleri hakkındaki yorumlarda görmüş olduğumuz gibi güneş ve ayın dördüncü günde yaratıldıklarına inanmak gerekli değildir. Aksine, nedeni ne olursa olsun (belki orijinal buharın ortadan kaybolması gibi), biçimleri dördüncü günde yalnızca yerin yüzünden görünür hale getirilmiş olabilirler. Her durumda, burada gerçek bir çelişki mevcut değildir ve Müslümanlar’ın büyük bir coşku ile ilan ettikleri gibi kesinlikle “önemli” bir karşıtlık yoktur.

Yaratılış 1:20-30 ayetleri hakkında Bucaille, şu konuda ısrar eder: “Bu bölüm, kabul edilemez iddialar içerir, örneğin, hayvanlar alemi, denizdeki yaratıkların ve kanatlı kuşların ortaya çıkmaları ile başladı.” Ama her şeye rağmen yine de modern bilime göre, kuşlar, sürüngenler ve diğer kara hayvanları görünene kadar ortaya çıkmadılar. “Kara hayvanlarının kuşlardan sonra ortaya çıkmaları ile ilgili bu düzen, bu yüzden kabul edilebilirdir.”39

Burada tekrar yapılan hata, Kutsal Kitap’ın yanılmazlığında değil, Bucaille’in, bilimi hatalı şekilde anlayışı gibi Kutsal Kitap’ı da hatalı yorumlamasındadır. Bucaille, her şeyden önce Kutsal Kitap hakkında yanlış bir yoruma sahiptir. Kutsal Kitap, aslında Tanrı’nın tüylü kuşları sürüngenlerden önce yarattığını söylemez. Yalnızca kanatlı yaratıklardan söz eder (Yaratılış 1:21).40 Ve bilime göre, tüylü kuşlardan önce var olan kanatlı yaratıklar mevcuttur. Buna örnek olarak kanatlı dinozorlar verilebilir. Onlardan “büyük deniz yaratıkları” (bu ifade büyük olasılıkla dinozorları da içine alır) olarak söz edilmesi buradaki referansın tüylü kuşlara değil, kanatlı dinozorlara atfen verildiğine dair başka imalar da mevcuttur.

Ayrıca, Bucaille, eleştirisi için evrim teorisine özgü bir temel ileri sürer gibi görünmektedir. Ama daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi evrim teorisi kanıtlanmış bir gerçek değil, gerçekleşmemiş bir hipotezdir. Her iki tür için de ortak olan sayısız biyolojik özelliklerin bu sonucu mümkün kılmalarının bilimsel bir kanıtını sunmak, hileli bir sonuçtur. Çünkü ortak özellikler ortak soyları kanıtlamazlar; ortak bir Yaratıcıyı ima ediyor olabilirler. Her şeye rağmen, ilk arabalardan günümüzdeki arabalara kadar bir süreç benzerliği mevcuttur. Ama yine de hiç kimse, bir şeyin diğer bir şeyden doğal süreç aracılığı ile evrim teorisine uygun olarak ortaya çıktığına inanmaz. Yalnızca zeki icat (yaratık), arabaların ardıl modellerinin orijini için nedeni açıklayabilir.41

Son olarak, bazı çağdaş bilimciler, tüm kanatlı yaratıkların sürüngenlerden sonra ortaya çıktıklarına ilişkin var olan tahmini sorguluyorlar. Uçan bazı deniz hayvanlarının fosilleri genelde sürüngenlerin orijinine atfedilen daha erken bir yeryüzü katmanı içinde bulunmuşlardır. Her olayda, burada bilimsel gerçek ve Yaratılış arasında açık ve kesin hiçbir karşıtlık mevcut değildir. Karşıtlık yalnızca bilimin çeşitli teorileri ve Yaratılış ile ilgili yapılan bazı yanlış yorumlar arasındadır.

Yaratılış 1:24-31 ayetlerine gelince, Bucaille yalnızca “hatanın, yeryüzü hayvanlarının görünmesinin kuşların görünmesinden sonraki döneme yerleştirilmiş” olmasından kaynaklanan suçlamasını (biraz önce yanıtlanmış olan) tekrar eder.42 İlginçtir ki, Bucaille, Kutsal Kitap’ın, “insanın, yaşayan diğer varlık türlerinden sonra ortaya çıkmasının doğru konumda yerleştirilmiş olduğunu” yine de kabul eder.43

Yaratılış 2:1-3. Tanrı’nın dünyayı altı gün (Yaratılış 2:1-3) içinde yarattığına dair Kutsal Kitap’a özgü öğretiş üzerinde yorum yapan Bucaille, şu ifadesini ileri sürer: “Bugün Evrenin ve Yeryüzünün şekil almasının çok uzun süren dönemlerdeki aşamalar içinde gerçekleştiğinin mükemmel şekilde farkındayız.” Yaratılışın bu “günlerinin” zamanın uzun dönemleri olarak ele alınabileceğinin farkında olan Bucaille, sadece gerçekleşmemiş şu suçlamasını tekrar eder: “Kapsadığı dönemlerin ardıllığı temel bilimsel bilgi ile mutlak karşıtlık içindedir.”44 Ama yukarıda bu durumun gerçek ya da mantıksal temeller olmaksızın var olması gerektiği gösterilmiştir.

Yaratılış 2:4f  ayetine gelince, Bucaille, rağbet görmeyen şu eleştirisel görüşü benimser: “Yaratılış 2, Yaratılış 1’de yer alan öyküye karşıttır.” Buradaki suçlama şudur: Yaratılış 1, hayvanların insanlardan önce yaratıldıklarını ilan eder, oysa Yaratılış 2:19 ayeti, şu ifadesi ile bu söylenenin karşıtı gibi görünür: “RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi.” Bu ifade, Adem’in, hayvanlar yaratılmadan önce yaratılmış olduğunu ima eder.

Ama bu sorunun çözümü yine de her iki metine de daha yakından baktığımız zaman, daha belirgin hale gelir. Farklılıkların ortaya çıkmasına neden olan gerçekler şunlardır: Yaratılış 1 olayların düzenini verir; Yaratılış 2 olaylar hakkında daha fazla içerik sağlar. Yaratılış 2, Bölüm 1 ile karşıtlık yaratmaz, çünkü Tanrı’nın hayvanları yaratığı zamanı söylemez. Söylediği yalnızca şudur: Tanrı, hayvanları (daha önce yaratmış olduğu) onlara ne ad vereceğini görmek için Adem’e getirdi. Bölüm 2’nin üzerinde odaklandığı nokta, hayvanların yaratılması üzerinde değil, onlara ad verilmesi üzerindedir. Böylelikle Yaratılış 2:4 ayeti, yalnızca şu sözleri kullanarak, hayvanlara ad verilmesini (onların yaratılmalarını değil) vurgular: “RAB Tanrı daha önce yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı …. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi.”

Yaratılış 1, olayların ana hatlarını sağlar ve Bölüm 2 ayrıntıları verir. Her ikisi birlikte ele alındıklarında, iki bölüm, yaratılış olaylarının uyumlu ve daha tamamlanmış resmini tedarik ederler.

Bu durumda, farklılıklar aşağıdaki şekilde özetlenebilirler:

YARATILIŞ 1YARATILIŞ 2
Kronolojik düzenKonusal düzen
Ana hatlarAyrıntılar
Hayvanların yaratılması asıHayvanların Adlandırılması

Bu farklılıklar bir kez anlaşıldıkları zaman, kesinlikle hiçbir karşıtlık iddiası kalmaz. İki metin mükemmel bir şekilde birbirlerini tamamlarlar.

Luvian Dönemi Öncesi Yaşam Süreleri Hakkında
İddia Edilen Karşıtlıklar

Bucaille’e göre, “Yaratılış (6:3) kitabında Tanrı tufan olmadan kısa bir süre önce insanın yaşam süresinin yüz yirmi yıl ile sınırlanmasına karar verdi. Ama yine de daha sonra, Yaratılış kitabında (11:10-32) Nuh’un on soyunun 148 yıldan 600 yıla kadar yaşam süresine sahip oldukları belirtilir… Bu iki bölüm arasındaki karşıtlık oldukça aşikârdır.”45

Bu metindeki karşıtlık elbette yalnızca içeriğe önem vermeyen kişiler için aşikârdır. Her şeyden önce, bu metnin, Nuh’un soylarının yaşam sürelerine işaret ettiğine ilişkin tahmin dahi yaşam süresi ile ilgili bu kısaltmanın hemen meydana geleceğini söylemez. Metin yalnızca Luvian dönemi sonrası kişilerin nihai yaşam sürelerine işaret ediyor olabilir. Gerçekten de bu sözleri yazan Musa tam olarak yüz yirmi yıl yaşadı (Yasa’nın Tekrarı 34:7).

Ayrıca, bunu tufandan sonraki bireylerin yaşam süreleri ile ilgili bir referans olarak ele almak için hiçbir gereksinim yoktur. Metin aksine, Tanrı’nın tufanı göndermeden önce insanlık için kalan zamanın uzunluğuna işaret ediyor olabilir. Bu, Tanrı’nın bir tufan göndermeden önce insanlığa tövbe etmesi için ne kadar zaman verdiğinden söz eden içerik ile daha iyi uyum sağlar. Metinde şunlar yazılıdır: “Ruh’um insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür; Yine de insanın ömrü yüz yirmi yıl olacak” (Yaratılış 6:3). Bu nedenle, burada kesinlikle hiçbir karşıtlık yoktur; muazzam bir karşıtlıktan hiçbir şekilde söz edilemez.

Yaratılış 5, 11. Bu soy ağaçlarında listelenen yıllara göre, İ.Ö. yaklaşık 2000 yılında yaşayan İbrahim’den önce yalnızca yaklaşık iki bin yıl mevcuttur. Ama Bucaille’e göre modern bilim, insani varlıkların orijininin, “on binlerce yıl” öncesine yani, Mesih’in zamanından milyonlarca yıl öncesine dahi dayandığını kabul eder. Böylelikle, Kutsal Kitap, modern bilime karşıtlık teşkil etmiş olur.46

Bucaille bir kez daha hem bilim hem de Kutsal Yazılar konusunda yanılgıya düşmüş olur. Öncelikle, yanlış olarak ileri sürdüğü şu iddiasının mevcut olmadığını belirtelim: “İnsanın Yeryüzünde ortaya çıkması ile ilgili tarih hakkındaki sayısal veriden türetebileceğimiz şey ve modern bilimin bilgisinin sağlam bina edilen gerçekleri arasında aşikâr bir uygunsuzluk vardır.”47 Aslında, insanlık çağının yeryüzünde on binlerce yıldır bulunduğu, “sağlam temelli” bir gerçek olmanın çok ötesinde bir konudur. Aslında gerçeği söyleyecek olursak, bu, inkâr edilemeyen bir kanıt olmadan çok tartışılan bir konudur ve insanın varlığını, milyonlarca yıl değil, İ.Ö. on binlerce yıl içine yerleştirir.48

İkinci olarak, Bucaille, Kutsal Kitap metninin soy ağacı listelerinde hiçbir boşluk olmadığını varsayarak Kutsal Kitap metnini yanlış yorumlar. Örneğin, Matta 1:8 ayeti şöyle yazar: “Yoram Uzzi­ya’nın babasıydı.” Ama yine de 1.Tarihler 3:11 ayeti, Uzziya’ya gelmeden önce (aynı zamanda “Azarya” olarak da adlandırılır) şu sıralamayı yapar: “Yehoram Yehoşafat’ın, Ahazya Yehoram’ın, Yoaş Ahazya’nın oğluydu …” Başka bir deyişle, buradaki soy ağacı listesinde üç kuşaklık bir boşluk mevcuttur. Ahazya, görünüşe göre Yoram’ın ilk oğluydu. Ve Uzziya uzak bir “oğul”du (soy). Aynı Kutsal Kitap’ta olduğu gibi “oğul” sözcüğü torun ya da büyük torun anlamına gelir, hatta “vücuda getirmek” terimi dahi torun, büyük torun olarak kullanılabilir ve kullanım bu şekilde devam eder. Diğer bir deyiş ile, “vücuda getirdi” terimi, “atası oldu” anlamına gelir ve “vücuda getirilmiş” olan biri, “birinin atası” olur. Bu yüzden Matta, tam bir kronoloji vermez, ama Mesih’in soyunun kısaltılmış bir soy ağacını sunar.

MATTA 1:81.TARİHLER 3:11-12
YoramYoram
 Ahazya
 Yoaş
 Amazya
UzziyaUzziya (aynı zamanda Azarya olarak da adlandırılır)

 Aynı şey Yaratılış 5. ve 11. bölümler için de doğrudur. Örneğin, Yaratılış 11:12 ayeti Kenan’ı Arpakşat ile Şelah’ın arasında bir yerde listeye koymaz. Ama Luka 3:36 ayetlerinde verilen listede Kenan oğlu ve sonra hemen ardından Arpakşat oğlu yazılıdır. Bu yüzden burada da soy ağacı listelerinde bir başka zaman boşluğu mevcuttur. Bu kısaltılmış listede kanıtlanmış boşluklar mevcut olduğu için tüm sayıları birbirine ekleyerek Adem’in yeryüzünde ne zaman ortaya çıktığı ile ilgili kesin bir figür elde etmek için tahminde bulunmak yanlıştır. Kutsal Kitap, insanların yeryüzünde ilk kez ne zaman ortaya çıktıkları konusunda kesin bir zaman vermediği için modern bilimin iddiaları ile ilgili bir karşıtlık mevcut değildir. Ayrıca bu, kanıtlanmış bir gerçek de değildir.

Yaratılış 6:8. İslam eleştirmenleri sorunların nedeni olarak, Nuh’un tufanı ile ilgili iki farklı öykünün bulunmasını görürler. Bucaille, bir bölümde yağmur suyunun Tufan’ın bir temsilcisi olarak verildiğine işaret eder, ama bir diğerinde Tufan’a çifte hedef verilir; yağmur suları ve Yeryüzünün suları.49

Bunlar gibi birbirlerini böylesine aşikâr tamamlayıcı ifadelerin kesin karşıtlıklar olarak sunulmalarının nedeni Kutsal Yazılar’a güven duyulmamasıdır. Burada kesinlikle hiçbir şekilde çatışma mevcut değildir. Bir bölümde yalnızca ek bir su kaynağından söz edilir. İlk bölüm yağmurun, suyun tek kaynağı olduğunu belirtmez. Müslüman eleştirisi bu noktada bir hata bulmak için metine bunu eklemek zorundadır. Ama o zaman hata Kutsal Kitap’a değil, bu noktayı Kutsal Kitap’a eklemiş olan Müslüman eleştirisine aittir!

Aynı şey şu İslam suçlaması hakkında da söylenebilir: Kutsal Kitap, tufanın ne kadar sürdüğü konusunda farklı zaman uzunlukları verir. Her metin farklı bir zaman döneminden söz eder. Yaratılış 7:24 (ve 8:3) 150 gün boyunca devam eden tufan sularından bahseder. Ama diğer ayetler tufanın yalnızca 40 gün devam ettiğini söylerler (Yaratılış 7:4, 12,17). Bu sayılar farklı noktalara işaret ederler. Kırk gün, yağmurun ne kadar süre “yağdığını” belirtir (7:12), ve 150 gün tufan sularının yeryüzünü kaç gün boyunca kapladığını belirtir (7:24), 150 gün geçtikten sonra “sular azalır” (8:39). Yağmur başlar ve aradan ancak beş ay geçtikten sonra gemi Ararat dağlarına oturur (8:4). Sonra yağmuru izleyen yaklaşık on bir ayın ardından sular kurumaya başladı (8:13). Ve tufan başladıktan tam bir yıl ve on gün sonra Nuh ve ailesi kuru toprağa ayak basarlar (8:14).

Bucaille, aynı zamanda Kutsal Kitap’ın ileri sürdüğü iddiada da şöyle bir karşıtlık görür: Tufandan sonra yeryüzündeki nüfus yalnızca Nuh’un üç oğlu aracılığı ile yeniden oluşur, “öyle ki, yaklaşık üç yüzyıl sonra İbrahim dünyaya geldiği zaman farklı toplumlardan oluşan bir insanlığı yeniden teşkil edilmiş olarak bulur.” Bucaille, şunu sorar: “Bu yeniden yapılanma böylesine kısa bir zaman içinde nasıl gerçekleşmiş olabilirdi?” Bu basit gözlem, tüm gerçeğe benzeyiş olasılığının öyküsünü yoksun hale getirir.50 Ama yine de, güvenilirlikten yoksun olan, Kutsal Kitap’taki öykü değil, eleştiren kişinin iddiasıdır. Yukarıda Yaratılış 6:8 ayetinde Mesih’ten önce yalnızca yaklaşık 4000 yılın mevcut olduğuna ilişkin meydan okuma varsayımı hakkında söylenecek şey şudur; Nuh ve İbrahim arasında yeryüzünü on binlerce kişi ile doldurmak için yeterince zaman vardı. Ortalama bir ailenin yalnızca on çocuğa sahip olduğunu (Yakup’un on iki çocuğu vardı) varsayarsak ve anneleri ve babaları elli yaşına gelene kadar doğmadıklarını düşünecek olursak, 350 yıl içinde yeryüzünde yarım milyon kişinin üzerinde bir nüfus oluşurdu. Ve bu nüfusun yalnızca üçte birinin İbrahim’in zamanında halen yaşamakta olduğu varsayıldığı takdirde, yine de 160.000 kişinin üzerinde bir nüfus var olacaktı. Ve hatta doğal olmayan nedenlerden ötürü bu sayıyı düşürecek olursak, yine de yeryüzünde 100.000 kişinin üzerinde bir nüfus var olacaktı; ve o zaman bu rakam, insanlığın “farklı toplumlar” olarak şekillenmesi için yine de gereğinden fazla bir rakamdı.”

Ayrıca, daha önce yukarıda görmüş olduğumuz gibi, soy ağaçları arasında boşluklar vardı ve Nuh ve İbrahim arasında bölüştürülen altı ya da yedi kuşaktan çok daha fazlası mevcuttu. Ve böylece nüfus, yalnızca tek bir fazla kuşak aracılığı ile milyonlarca kişiden oluşabilirdi! Şimdi hiç kuşkusuz nüfus bundan daha da azdı, diyelim ki, sadece on binlerden oluşan bir nüfus idi, ama bu konuda önemli olan, burada ne gerçek ne de mantık açısında hiçbir karşıtlık mevcut değildir.

Matta 1:1f. Kutsal Kitap’ı eleştiren Müslümanlar’ın çoğu Matta ve Luka’da bulunan Mesih’in atalarının soyağacı listesi arasında mevcut gibi görünen karşıtlığı gereğinden fazla büyütürler.51 Örneğin, İsa’nın büyükbabasının adı Luka 3:23 ayetine göre Eli idi, Matta 1:16 ayetine göre farklı bir büyükbabası vardı, çünkü burada büyükbabasının adı Yakup olarak yazılıdır. Bu iki isimden hangisi doğrudur?

Karşılık olarak, yalnızca aşikâr olana, yani iki soy ağacının beklenmesi gerektiğine işaret edeceğiz, çünkü atalarının iki farklı soy çizgisi mevcuttur, soy çizgilerinin birincisi, yasal babası Yusuf ve diğeri gerçek annesi Meryem aracılığı ile olanıdır. Matta, Yahudi Mesih’in kimlini vurgulayarak resmi soyu verir. Yahudiler Mesih’in İbrahim’in tohumundan ve Davud’un soyundan (Matta 1:1) gelecek olduğuna inanırlardı. Luka ise, daha geniş bir Grek dinleyici topluluğunu göz önünde tutarak İsa’yı Mükemmel İnsan olarak (Grek düşüncesinin araştırması bu konu hakkındaydı) takdim etti. Böylece, Luka, İsa’yı ilk insan Adem’in (Luka 3:38) ayrıntıları ile tanımlayarak gösterdi.

Matta’nın İsa’ya baba tarafından bir soy ağacı ve Luka’nın ise ona anne tarafından bir soy ağacı vermiş olmaları çeşitli gerçekler tarafından daha ayrıntılı olarak desteklenir. Her iki soy çizgisi de Mesih’i Davut aracılığı ile izler, ancak Mesih her ikisinde de Davut’un farklı bir oğlu olarak tanımlanır. Matta, İsa’yı, Yusuf (yasal babası)52 aracılığı ile izler, Davut’un oğlu kral Süleyman aracılığı ile Mesih, Davut’un tahtını haklı olarak miras alır (2. Samuel 7:12f.) Öte yandan, Luka’nın amacı, Mesih’i gerçek bir insan olarak göstermektir. Bu nedenle, Mesih’i gerçek annesi Meryem aracılığı ile Davut’un oğlu Nathan’ın soyuna uzandırır. Mesih, annesi Meryem aracılığı ile tam bir insan olarak insanlığın kurtarıcısı olduğunu haklı olarak iddia edebilir.

Luka, İsa’nın soy ağacını Yusuf aracılığı ile verdiğini söylemez. Aksine, İsa’dan Yusuf’un oğlu olduğu “sanılıyordu” (Luka 3:23) ifadesini kullanarak söz eder, aslında İsa Meryem’in oğluydu. Luka’nın Meryem’in soy ağacını kaydetmesi onun bir doktor olarak anneler ve doğum ile ilgilenmesi ve Müjdesi’nin, içeriğinde kadınlar üzerinde durduğundan “Kadınlar İçin Müjde” olarak adlandırılmış olması ile uyumludur.

Son olarak, her iki soy ağacının ortak bazı isimlere (Şealtiel ve Zerubbabil gibi, Matta 1:12; Luka 3:27) sahip oldukları gerçeği onların iki nedenden dolayı aynı soy ağacı olduklarını kanıtlamaz. Birincisi, bu isimler ender görülen isimler değildirler. İkin­cisi, aynı soy ağacı dahi (Luka’nınki) Yusuf ve Yahuda adlarının tekrarına sahiptir (ayetler, 26, 30).

İki soyağacı aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

MATTALUKA
DavutDavut
SüleymanNathan
RehavamMattata
AviyaMenna
AsaMala
YehoşafatElyakim
YakupEli
Yusuf (yasal baba)Meryem (gerçek anne)
İsaİsa

Yuhanna 13:1. Bucaille, İsa’nın “Fısıh yemeğinden önceki” Son Akşam yemeği (Yuhanna 13:1) ile ilgili olarak Yuhanna’nın bizi bilgilendirmesini bir karşıtlık olarak görür. Ama her şeye rağmen, buradaki karşıtlık, Kutsal Yazıların metninde değil, yalnızca eleştiren kişinin zihninde mevcuttur. Çünkü Bucaille, Kutsal Yazılardaki başka bir metnin bu metin ile çatıştığını kanıtlayacak bir delili kesinlikle sağlamaz. Bucaille belki de bu bağlamda “Yuhanna’nın Müjdesindeki Son akşam Yemeği ve İsa’nın çarmıha gerildiği zaman çektiği ıstırap ile ilgili her iki bölümün, Markos ve Luka’da yazılı olandan iki kez daha uzun” oldukları gerçeğinden söz ettiği zaman, yüzeyselliğin en üst derecesine ulaşmış olur.53 Bu durumun, Kutsal Kitap’ı nasıl kanıtlaması gerektiği konusunda, kişinin keşfetmekte zorluk çekeceği “önemli ve ciddi” karşıtlıklar ile doludur!

Diriliş Öyküleri İle İlgili Karşıtlıklar. Müslüman savunucular Müjdelerde söz edilen İsa’nın dirilişi ve göğe alınışı hakkındaki öykülerin içinde var olduğu iddia edilen karşıtlıklara sık sık işaret ederler. Ama öykülerin çevre ve koşullar düzgün bir şekilde anlaşıldıkları zaman iddiaların hiçbirinin gerçek olmadığı, yalnızca hayal edilmiş oldukları görülür.54 Örneğin, Bucaille’in öncelikli delili, farklı öykülerin farklı görünümleri listeledikleri hakkındadır; ama bu delil tüm öykülerin doğru olabileceklerini kanıtlamaz. Gerçekten de aynı şekilde Kuran da Tanrı’nın yarattığı günlerin ne kadar zaman aldığı konusunda farklı bir sayı listesine yer verir (32:4 ile 41:9). Ama Müslümanlar yine de tüm bunların nasıl uyum sağladıklarını anlamakta zorluk çekmezler.55 Diriliş öyküleri ile ilgili Bölüm 11’de daha ayrıntılı yazacağımız için o bölüme kadar bundan fazla yorum yapmayacağız. Şimdilik, ne Bucaille’in ne de başka bir Müslüman savunucusunun Kutsal Kitap’ta gerçek bir karşıtlığın yer aldığını kanıtlamamış olduklarını söylemekle yetinelim. Gerçekten de, Kutsal Kitap ile ilgili yanlış olan bir şeyler bulmak ile ilgili yararsız ve boş araştırmaları ile kendi görüşleri hakkındaki yanlışı ortaya koymuş olurlar.

İslam eleştirmenleri, Kutsal Kitap’ta çok sayıda hata bulunduğu konusunda uzun zamandır iddialar ileri sürmektedirler. Ama yine de, uzun eleştirilerine rağmen kanıtları konusunda yetersizdirler. Aslında, Kutsal Kitap’ta tek bir hata dahi keşfetmiş değildirler. Aksine, bulunacak hatalar yalnızca onların eleştirilerinde var olan hatalardır. Gerçekten de, Kutsal Kitap’taki yer aldığı ileri sürülen her hatayı bizler son kırk yıl içinde özenli bir şekilde gözden geçirdik ve tek bir hata bile bulmadık! Bu var oldukları ileri sürülen hataların sekiz yüz tanesi When Critics Ask Eleştirmenler Soru Sordukları Zaman adlı kitabımızda yanıtlanmıştır.56 Bu incelememiz sırasında Kutsal Kitap’a özgü zorlukların var olduğunu gördük, ama Kutsal Kitap’ta kanıtlanabilir hatalar mevcut değildir. Bu konuda araştırma yapan diğer bilginler de aynı sonuca vardılar.57

Kutsal Kitap, tarihimizde yer alan bazı en iyi yasal zihinler tarafından dikkatle incelenmiştir ve hem doğru hem de güvenilir olduğu sonucuna varılmıştır. Harvard’lı büyük uzman Simon Greenleaf Yeni Antlaşma’yı yasal ölçütler aracılığı ile özenle inceledi ve şu sonuca vardı: “Dört Müjde şeklinde evrensel olarak kabul edilen ve buna göre davranılan kopyalar en ufak bir tereddüde yer vermeksizin herhangi bir adalet merciinde kanıt olarak kabul edildiler.”58 Bu nedenle Kutsal Kitap, büyük yasal zihinlerin zorlu sorgulamaları altında bile dimdik ayakta kaldı.

Sonuç

Müslümanlar’ın, Kuran’ın vahyedilmiş olduğuna ilişkin ileri sürdükleri kanıtlardan biri, Kuran’ın Tanrı’yı birinci tekil kişi olarak konuşan Tanrı olarak sunmasıdır. Bu nedenle, onlar Kuran’ın Tanrı’dan gelen güvenilir sözleri içerdiğine inanırlar. Bu zaviyeden bakıldığı zaman, Müslümanlar’ın, genellikle insan bakış açısı tarafından konuşulan insana ait edebiyat biçimlerinin çokluğu nedeni ile, Kutsal Kitap gibi bir kitabın nasıl olup da Tanrı Sözü olabileceğini anlamaları zor olur. Örneğin, Kuran’ın başlangıcındaki ilk sure, bir insanın duasıdır, bu duada Tanrı’ya ikinci ve üçüncü kişiler ile hitap edilir. Giriş bölümünden sonra, dua şöyle başlar: “Alemlerin Rabbine hamdolsun… (Allahım) yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” (1:2, 5).

Ayrıca, Kutsal Kitap aynı zamanda Tanrı’nın ilk kişi olarak konuştuğu pek çok bölüme sahiptir. Bu durum, en çok Eski Antlaşma’nın peygamberlik ile ilgili kısımlarında şu ifadeler ile ortaya çıkar; “Rab diyor ki” ya da “Rab bana şöyle seslendi” (Yeşaya 1:10, 18; 6:8; Yeremya 1:4; Hezekiel 1:3, ve devamı). Müslümanlar yine de Kutsal Kitap’ın bu kısımlarını Tanrı’nın Sözü olarak kabul etme konusunda isteksizdirler.

Son olarak, Kutsal Kitap her ne kadar insani varlıklar tarafından yazılmış olsa bile, her şeye rağmen, bu insanlar onun Tanrı esini olduğunu iddia ettiler. Örneğin, elçi Pavlus, yazdıklarının, kendisine “Ruh’un öğrettiği sözler ile bildirildiğini” ileri sürer (1. Ko­rintliler 2:13). Gerçekten de, Pavlus, Eski Antlaşma ile ilgili olarak, “Kutsal Yazıların tümünün Tanrı esinlemesi olduğunu” söyledi (2. Timoteos 3:16). Ve Petrus şu beyanda bulundu: “Hiçbir peygamberlik sözü insan isteğinden kaynaklanmadı. Kutsal Ruh tarafından yöneltilen insanlar Tanrı’nın sözlerini ilettiler” (2. Petrus 1:21). Bu nedenle, sadece insan yazarların ve insana ait edebi tarzların vasıtası aracılığı ile üretilmiş olduğu için Kutsal Kitap’ın tanrısal karakterini reddetme konusunda geçerli bir neden mevcut olamaz. Gerçekten de görmüş olduğumuz gibi, Kutsal Kitap’ta yer aldığı iddia edilen tüm karşıtlıklar yalnızca iddia edilen karşıtlıklardır, gerçek karşıtlıklar değildirler.


1 Waardenburg, 261-63.

2 Takle, 217.

3 Jeffery, Islam, Muhammad and His Religion, 126-28.

4 Dermenghem, 138.

5 Waddy, 116.

6 Ajijola, 79.

7 Nazir-ali, 46.

8 Waardenburg, 257.

9 A. Yusuf Ali, The Holy Qur’an, 287.

10 Bakınız Waardenburg, 261-63.

11 Antes, 104-5. Aynı zamanda bakınız Islamochristiana, 1980, cilt 6., 105-48.

12 Rahman, 166-67. Elbette bu kişinin görüşleri bazı geleneksel Müslümanlar tarafından İslam’a aykırı görüşler olarak kabul edilir.

13 Aynı zamanda Hindu, Budist ve Zerdüştler gibi diğer grupların kurtuluşları hakkındaki Müslüman düşünceleri de farklılık gösterir. Bazı Müslümanlar bu dinlerin orijinallerinin İslam’a benzeyen dinler ve Tanrı’dan oldukları görüşüne sahiptirler, ama sonradan bu dinlerin orijinallerine sadık kalmadıklarını düşünürler, diğerleri ise bu dinleri, en başından itibaren sahte dinler olarak reddederler (aynı zamanda bakınız Bölüm 6).

14 Süleyman Şahit Mufassir, Jesus, a Prophet of Islam (Indianapolis: American Trust Publicatins, 1980), i.

15 Abdül-Hak, 23. W. Muir’den alıntı, The Beacon of Truth (London: The Religious Tract Society), 1894.

16 Bakınız Abdül-Hak, 100.

17 Pfander, 101.

18 Bell,164-65.

19 Bu noktaların daha ayrıntılı bir değerlendirmesi için bakınız Josh McDowell ve John Gilchrist, The Islam Debate (San Bernardino: Here’s Life Publishers, 1983), 52-53.

20 Bu nokta ile ilgili daha fazla destek almak için bakınız Geisler ve Nix, Bölüm 22.

21 Eta Linnemann, Is There a Synoptic Problem? Rethinking the Literary Dependence of the First Three Gospels (Grand Rapids: Baker, 1992), 9.

22 Aynı kitapta, 104.

23 Aynı kitapta, 194.

24 Bakınız R. K. Harrison, An Introduction to the Old Testament (Grand Rapids: Eerdmans, 1979), 517.

25 Bucaille, 115.

26 Aynı kitapta, 127.

27 Bakınız Geisler ve Howe.

28 Bakınız Bucaille, 40.

29 Aynı kitapta, 41.

30 Aynı kitapta.

31 Aynı kitapta.

32 İbranice bir sözcük olan yapıldı, asah sözcüğü Eski Antlaşma’da yaklaşık 1.200 kez ortaya çıkar. Sözcüğün geniş bir anlam dizisi mevcuttur, ayrıca şu kelimeleri de içine alır: yaptı, göstermek, ortaya çıkmak, ortaya çıkartıldı v.b.

33 Bakınız Bucaille, 41.

34 Buradaki tartışma, Geisler ve Howe’daki tartışmayı izler, 29-30.

35 Kutsal Kitap tufan için açılan “göklerin kapaklarından” mecazi olarak söz eder (Yaratılış 7:11). Ama bu ifade, yalnızca İngilizce’deki “It is raining cats and dogs”  (şiddetli yağmur yağması) deyiminin birebir anlamından daha farklı bir anlam taşımayabilir.

36 Bakınız Bucaile, 42.

37 Günümüzdeki evrim teorisine özgü düşüncenin bir eleştirisi için, bakınız Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Bethesda, Md: Adler & Adler, 1985); ve  Phillip E. Johnson, Darwin on Trial (Washington, D. C.: Regnery Gateway, 1991). Bizim konuyu ele alış tarzımız Geisler’in Origin Science adlı eserinin özellikle 5-7 bölümlerinde bulunur.

38 Bakınız Bucaille, 42.

39 Aynı kitapta, 42-43.

40 Bu sözcük, genellikle “kuşlar” (örneğin, uçan hayvanlar) “kuşlar” olarak tercüme edilir, ama hiçbir zaman “tüylü yaratıklar” olarak tercüme edilmez.

41 Evrim teorisi ile ilgili bir eleştiri için Denton ya da Johnson’a bakınız.

42 Bakınız Bucaille, 43.

43 Aynı kitapta.

44 Aynı kitapta, 45.

45 Aynı kitapta, 39-40.

46 Aynı kitapta, 46-48.

47 Aynı kitapta, 48, vurgulama bize aittir.

48 Bakınız N. L. Geisler ve Peter Bocchino, Unshakable Foundations (Minneapolis: Bethany, 2001). Bölüm 8.

49 Bucaille, 49.

50 Aynı kitapta, 50.

51 Aynı kitapta, 94ff.

52 İsa, bir bakireden dünyaya geldiği için gerçek (biyolojik) bir babası yoktu. Ama yasal bir babaya sahipti, çünkü yasal olarak Yusuf ile nişanlı olan bir bakireden doğdu (Matta 1:18-19). Ve Yahudi yasasına göre erkek bir nişanlıdan doğan her çocuk yasal olarak o erkeğin oğlu sayılırdı.

53 Bakınız Bucaille, 104.

54 Çeşitli diriliş öykülerinin harika bir tartışması için bakınız, John Wenham, Easter Enigma, Are the Resurrection Stories in Conflict  Diriliş Muamması, Diriliş Öyküleri Birbirleri ile Çelişki İçinde midirler? (Exeter: Paternoster Press, 1984).

55 Bu konu hakkındaki tartışma için Bölüm 2’ye bakınız.

56 Bakınız Geisler ve Howe.

57 Ünlü dilbilimci Gleason Archer’ın Encyclopedia of Biblical Difficulties Kutsal Kitap ile İlgili Güçlükler Ansiklopedisi adlı eserine bakınız. (Grand Rapids: Zondervan, 1982).

58 Simon Greenleaf, The Testimony of the Evangelists Müjdecilerin Tanıklığı (yeniden baskı: Grand Rapids: Baker, 1984), 9-10.

İslam, İsa’nın, yalnızca insani bir varlık ve Tanrı’nın bir peygamberi olduğunu ve peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olan Muhammed’in onun yerine geçtiğini ileri sürer. Hristiyan­lık ise, İsa’nın, beden alan Tanrı olduğu konusunda ısrar eder. Tektanrıcılığın bu iki şekli arasında ortak başka noktalar olabilse bile, bu ortak noktalar sözü edilen çatışmayı uyumlu hale getiremezler. Her iki inanç da kendi sistemlerinin özünde yer alır ve her biri diğeri ile taban tabana zıt bir karşıtlık sergilerler. Muhammed’in iddiası ile ilgili kanıt üzerinde zaten daha önce durmuş olduğumuz için, şimdi yapılacak olan, Mesih’in Tanrı’nın biricik Oğlu olduğuna ilişkin Hristiyan iddiasını incelemektir. Hristiyan iddiaları ile ilgili kanıt İsa’nın çarmıhtaki ölü­mü ve üç gün sonraki dirilişini merkez aldığı ve Müslümanlar bu her iki iddiayı da reddettikleri için, bu iddialar bu bölümün odak noktası olarak inceleneceklerdir.

Müslümanlar’ın Yanlış Anladıkları

Hristiyan tektanrıcılığına göre Tanrı, özünde bir’dir (aynı İslam tektanrıcılığında olduğu gibi), ama üç kişilikten oluşan bir’dir. Bu kişiliklerden biri Tanrı’nın Oğlu olan Mesih’tir, Mesih, aynı insan oğulları gibi Babası ile aynı doğaya sahiptir, ama farklı bir kişidir. Müslümanlar’ın, Hristiyan tektanrıcılığı ile ilgili olarak yanlış anladıkları nokta, Ajijola gibi şu iddiayı ileri sürdükleri zaman ortaya çıkar: “İsa, Tanrı’nın yalnızca bir peygamberi ya da elçisi olduğunu ileri sürdü. Aynı zamanda Müjdeler de İsa’ya bir Peygamberin ve Elçinin konumundan daha yüksek bir konum atfetmezler.”1. Ünlü Müslüman yorumcu Abdalati şu beyanda bulunur: “Hepsi Kuran’daki İsa hakkındaki bölümler. İsa’nın hiçbir zaman bir Tanrı ya da Tanrı’nın Oğlu olduğunu ileri sürmediği gerçeğini vurgularlar ve onun yalnızca kendisinden önce gelen diğerleri gibi Rab’bin bir kulu ve elçisi olduğunu bildirirler.”2. Mufassir, bu düşüncelere şu eklemede bulunur: “Kutsal Kitap’a özgü ‘Tanrı’nın Oğlu’ ifadesi, hiçbir zaman İsa’nın kendi ağzından çıkmış sözler olamaz.”3.

Hristiyanlığın özünde Mesih’in ölümü ve dirilişi yer alır. Müslümanlar, İsa’nın çarmıhta öldüğünü ve üç gün sonra tekrar ölümden dirildiğini inkâr ederler. Öte yandan, Hristiyanlar bu ifadenin yalnızca Hristiyanlığın temel gerçeği olduğunu ileri sürmek ile kalmazlar, aynı zamanda Mesih’in beden alan Tanrı Oğlu olduğuna ilişkin iddiasının temel kanıtı olduğuna da inanırlar. Bu nedenle, Müslümanlar’ın Mesih’in ölümü hakkındaki yanlış anlamalarına hitap etmek gerekir. Mesih’in ölümünün önemi ile ilgili konu daha sonra (Bölüm 13) tartışılacağı için burada yalnızca Mesih’in ölümünün gerçekliği üzerinde duracağız.

İslam düşüncesine aykırı olarak, İsa’nın çarmıhta öldüğüne ve üçüncü gün tekrar dirildiğine dair kesin tarihi ve gerçek kanıtlar mevcuttur. Mesih’in ölümü ile ilgili kanıt bu yüzden neredeyse tarihte yer alan olayların içinde yer alan en büyük olaydır.

Pek çok kuşkucu ve Müslümanlar İsa’nın çarmıhta ölmediğine inanırlar. Bazı kişiler, onun bir uyuşturucu içtiğini ve bu nedenle komaya benzer bir duruma girdiğini ve daha sonra mezarda yeniden kendine geldiğini söylerler. Ama, Kutsal Kitap sürekli olarak Mesih’in çarmıhta öldüğünü belirtir (Romalılar 5:8; 1. Korintliler 15:3; 1. Selanikliler 4:14). Tüm iddialara rağmen İsa çarmıhta asla bayılmadı, kendinden geçmedi ya da uyuşturucu bir sıvı içerek koma benzeri bir durum yaşamadı. Aslında işin gerçeği, çarmıha gerilmeden önce, kurbanlara verilen, acının uyuşmasına yardımcı olsun diye geleneksel olarak sunulan sıvıyı içmeyi reddetti (Matta 27:34) ve daha sonra susuzluğunu gidermek amacı ile yalnızca kendisine verilen “sirkeyi” içti (Matta 27:48).

Müslüman inancının aksine Mesih’in gerçekten çarmıhta öldüğüne ilişkin kanıt Hristiyanlıkta karşı konulamaz temel bir delildir.4. Aşağıda belirtilenler üzerinde düşünmenizi öneriyoruz.

Her şeyden önce, Eski Antlaşma’da Mesih’in öleceği önceden bildirildi (Yeşaya 53:5-10; Mezmur 22:16; Daniel 9:26; Zekeriya 12:10). Ve İsa Mesih hakkında önceden bildirilen Eski Antlaşma peygamberliklerinin hepsini yerine getirdi (Matta 4:14; 5:17-18; Yuhanna 4:25-26; 5:39).

İkinci olarak, İsa, hizmeti sırasında, öleceğini, pek çok kez beyan etti (Yuhanna 2:19-21; 10:10-11; Matta 12:40; Markos 8:31). Bu konuda Matta 17:22-23 ayetleri tipik bir özellik sergilerler: “İn­sanoğlu, insanların eline teslim edilecek ve öldürülecek, ama üçüncü gün diriltilecek.”

Üçüncü olarak üzerinde duracağımız nokta, İsa’nın dirilişine ilişkin hem Eski Antlaşma’daki (Mezmur 16:10; Yeşaya 26:19; Daniel 12:2), hem de Yeni Antlaşma’daki ayetler (Yuhanna 2:19-21; Matta 12:40; 17:22-23) O’nun öleceği gerçeği üzerine bina edilmişlerdir. Yalnızca ölmüş olan bir beden diriltilebilir.

Dördüncü nokta, İsa’nın aldığı yaraların doğası ve derecesi nedeni ile, onun ölmüş olması gerektiğini belirtir. İsa, çarmıha gerilmeden önceki gece hiç uyumamıştı. Pek çok kez dövülmüş ve kırbaçlanmıştı. Ve çarmıha gerilmeye götürülürken yolda, taşıdığı çarmıhın ağırlığına dayanamayarak yere yıkıldı. Gerileceği çarmıhta taşıyacağı acılar bir yana, daha yoldayken bile acıları öylesine büyüktü ki, tamamen tükenmişti ve gördüğü zulüm ve haksızlık yüzünden canından yaşam çekiliyordu.

Beşinci olarak, çarmıha gerilmenin doğası, çarmıha gerilecek olan kişinin öleceğini kesinlikle garanti eder. İsa’yı çarmıha gerdiklerinde sabah saat dokuzdu (Markos 15:25). Yaralı elleri ve ayakları ile dikenlerden delinen başı kanıyordu. Altı saatten daha fazla bir zaman boyunca bu acıya katlanmak çok fazla miktarda kan kaybetmesine neden olacak bir durumdu. Buna ek olarak, çarmıha gerilmiş olan biri nefes almak için kendisi sürekli yukarı doğru çekmek zorundaydı, bu hareket büyük bir ıstıraba neden olurdu. Bütün gün boyunca böyle bir hareket yapmak, önceden sağlığı yerinde olan birinin ölmesine neden olacak kadar şiddetli acıya yol açardı.

Altıncı nokta, İsa’nın böğrünün kargı ile delinmiş olması, ve böğründen “kan ve su” gelmesi (Yuhanna 19:34), onun, böğrü delinmeden önce fiziksel olarak ölmüş olduğunun kanıtıdır. Böğründen kan ve su gelmiş olan birinin, zaten daha önceden ölmüş olduğu, tıbbi açıdan kesin bir kanıttır.

Yedinci nokta, İsa “Baba, Ruhumu ellerine bırakıyorum” (Luka 23:46) dediği anda ölmek üzere olduğunu beyan etti. Ve “bunu söyledikten sonra son nefesini verdi” (ayet 46). Yuhanna bu sözleri, “Ruhunu teslim etti” (Yuhanna 19:30) olarak tercüme eder. Olayı seyretmek için toplanan halk, onun ölmeden önceki sözlerini işitti (Luka 23:47-49).

Sekizinci nokta, çarmıha gerilenlere ve onların ölümlerine alışkın olan Romalı askerlerin, İsa’nın öldüğünü ilan etmeleridir. Çarmıha gerilen kurbanın ölümünü hızlandırmak için onun ayaklarını kırmak (öyle ki, kişi, nefes almak amacı ile kendisini ayaklarını kullanarak yukarı doğru kaldıramasın) her zaman yapılan bir uygulamaydı, ama onlar İsa’nın ayaklarını bile kırmadılar (Yu. 19:33).

Dokuzuncu nokta, Pilatus, İsa’nın bedenini, gömmesi için Yusuf’a vermeden önce emin olmak için İsa’nın ölüp ölmediğini iki kez kontrol etti. “Yüzbaşıyı çağırıp, ‘Öleli çok oldu mu?’ diye sordu. Yüzbaşıdan durumu öğrenince Yusuf’a, cesedi alması için izin verdi” (Markos 15:44-45).

Onuncu nokta, İsa, otuz litre kadar karışık mür ve sarı sabır özü baharatı ile keten bezlere sarıldı ve üç gün için kapısı mühürlenmiş bir mezara yerleştirildi (Yuhanna 19:39-40; Matta 27:60). Öldüğü kesindi, ama eğer o zamana kadar ölmemiş olsaydı, yiyecek ve su ihtiyacı karşılanmadığı ve tıbbi tedavi görmediği için zaten ölmüş olacaktı.

On birinci nokta, Mesih’in ölümünün koşullarını ve doğasını incelemiş olan tıp yetkilileri onun çarmıhta gerçekten ölmüş olduğu sonucuna vardılar.5. Journal of the American Medical Association (Mart 21, 1986) dergisindeki bir yazıda varılan sonuç şöyle belirtilir:

Tarihi ve tıbbi kanıtların çokluğu, İsa’nın böğründeki yara açılmadan önce ölmüş olduğunu açıkça belirtir ve sağ kaburgasından giren kargının büyük olasılıkla yalnızca sağ akciğerini değil, aynı zamanda kalbinin dış zarı olan perikardını ve kalbini de bir baştan öbür başa deldiğini ve böylece ölümünü garantilediğini ifade eden geleneksel görüşü de destekler. Bu nedenle, İsa’nın çarmıhta ölmediğine dair varsayımlar üzerinde temellenen yorumlar, modern tıp bilgisine karşıt bir görüş arz ederler.6.

On ikinci nokta, ilk ve ikinci yüzyıllara ait Hristiyan olmayan tarihçiler ve yazarlar Mesih’in ölümünü kaydettiler. Mesih’in dönemindeki Yahudi tarihçi Josephus, İsa’nın çarmıhta öldüğüne inandı. Josephus şöyle yazdı: “Aramızdaki önderlerin önerisi üzerine Pilatus onu çarmıhta ölmeye mahkum etti.”7. Aynı şekilde Romalı tarihçi, Cornelius Tacitus, kayıtlarına şu sözleri yazdı: “İsa olarak adlandırılan bilge bir adam… Pilatus O’nu yargıladı ve ölüme mahkum etti.” Cornelius Tacitus, aynı zamanda kayıtlarına şunları da ekledi: “İsa’nın öğrencileri O’nun çarmıha gerilmesinden üç gün sonra kendilerine göründüğünü ve diri olduğunu beyan ettiler.”8. Julius Africanus’a göre (M.S. 221), ve birinci yüzyıl tarihçisi Thallus (M.S. 52), “Mesih’in çarmıha gerildiği süre içinde ükenin üzerine inen karanlık tartışıldığı zaman”, Thallus bu olaydan bir güneş tutulması olarak söz etti.9. İkinci yüzyıl döneminde yaşayan Grek yazar Lucian, Mesih’ten “Yeni inancı ile dünyada bir çığır açtığı için Filistin’de çarmıha gerilen kişi” olarak söz eder. Ve O’nu, “çarmıha gerilen sofist”– yalan sözler ile başkalarını ikna etmeye çalışan kişi) olarak adlandırır.10. Britanya Müzesinde korunan “Mara Bar-Serapion mektubu” (M.S. 73), yönelttiği şu soru ile Mesih’in ölümüne değinir: “Bilge krallarını öldürmekle Yahudiler’in eline ne geçti?”11. Aslında Yahudi Talmud’u bile şöyle yazar: “Fısıh Bayramı akşamı (Nasıralı) Yeşu’yu astılar.12. Son olarak, Chronicles adlı eserinde Mesih’in ölümünden ve dirilişinden söz eden Romalı yazar Phlegon’un sözlerine kulak verelim: “İsa, hayattayken kendine yardımı yoktu, ama ölümden dirildikten ve üstlendiği cezanın izlerini sergiledikten sonra, ellerinin çiviler tarafından nasıl delindiğini gösterdi.”13. Phlegon, “Yönetimi sırasında İsa’nın çarmıha gerildiği ve büyük yer sarsıntılarının meydana geldiği Tiberius Sezar’ın zamanındaki güneş tutulmasından” dahi söz etti.14.

On üçüncü nokta, Mesih’in zamanından sonraki ilk Hristiyan yazarlar, O’nun çarmıha gerilerek öldüğünü onayladılar. Elçi Yu­hanna’nın bir öğrencisi olan Polycarp, Mesih’in ölümünü kabul ettiğini sürekli olarak şu ifadeleri ile kabul etti: “Günahlarımız uğruna ölüm acısını dahi tadan Rabbimiz İsa Mesih!”15. Ignatius (M.S. 30–107), Polycarp’ın bir arkadaşıydı. Igna­tius, Mesih’in çek­tiği ıstırabı ve ölümünü şu sözleri ile açıkça onayladı: “Ve O gerçekten acı çekti ve öldü ve tekrar dirildi.” Bu sözlerine eklemede bulunur: “Aksi takdirde, bu inanç uğruna acı çekmiş olan elçilerinin hepsi boş yere ölmüş olacaklardı. Ama (gerçektir) çekilen bu acıların hiçbiri boş yere çekilmedi, çünkü Rab tanrısızlar tarafından gerçekten çarmıha gerildi.”16. Yahudi Justin Martyr, Dialogue With Trypho adlı eserinde kendi zamanında yaşayan Yahudiler’in “İsa’­nın çarmıha gerdiğimiz Celileli bir hilekâr olduğuna” inandıklarını belirtir.17.

Eski Antlaşma’dan ilk kilise babalarına kadar, imanlılar ve imansızlar, Yahudiler ve diğer uluslar dahil olmak üzere değişmeden süren bu tanıklık, İsa’nın gerçekten, acı çektiğine ve ölümden dirildiğine dair karşı konulamaz, çok güçlü bir kanıttır. Ama eğer İsa’nın öldüğü temelleri bulunan bir gerçek ise, o zaman aynı zamanda ölümden dirildiği de bir gerçektir, çünkü ölümden dirildiğine ilişkin kanıt da eşit derecede güçlüdür. Bu nedenle, bu kanıt, onun Tanrı’nın Oğlu olduğuna dair eşsiz iddiasını da mucizevi bir şekilde onaylar. Şimdi birlikte bu kanıta bir göz atalım.

İsa’nın Tanrı’nın Oğlu Olduğuna İlişkin Kanıt

İsa’nın Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin kanıtların içinde çeşitli temel adımlar mevcuttur. İlk önce sorulması gereken şudur: Mesih’in sözlerinin kayıtlı olduğu Yeni Antlaşma belgeleri doğru mudur? İkincisi, el yazması belgelerin yazarları, İsa’nın öğrettiklerine uygun güvenilir anlatımlar verirler mi? Üçüncüsü, İsa, Tanrı’nın Oğlu olduğunu gerçekten iddia etti mi? Dördüncüsü, İsa, Tanrı’nın Oğlu olduğunu onaylayan eşsiz mucizeler yaptı mı?

Yeni Antlaşma Belgelerinin Güvenilirliği

Yeni Antlaşma’nın güvenilirliğine ilişkin mevcut olan belgelerin sayısı, Eski Çağ dünyasında mevcut olan başka kitapların belgelerinin sayısından çok daha fazladır. Bu gerçek, bu konudan habersiz olan kişilere şaşırtıcı bir sürpriz olabilir.18. Her şeye rağmen, göreceğimiz gibi, bu gerçek çeşitli nedenlerden dolayı doğrudur.

Eski dönemlere ait büyük klasiklerin bazıları için yalnızca az miktarda el yazması belgelerin kopyaları ile hayatta kalmak alışılmadık bir durum değildir. Büyük Manchester bilgini F. F. Bruce’un düşüncesine göre elimizde mevcut olan kopyalardan bazıları şunlardır: Caesars’ın Gallic War adlı eserinin iyi durumdaki dokuz ya da on kopyası, Livy’nin Roman History adlı kitabının yirmi kopyası, Tacitus’un Annals isimli eserinin iki koyası, ve Thucydides’in History adlı eserinin sekiz adet el yazması belgesi.19. Eski dönemin en fazla belgelenmiş dünyasal eseri olan Homer’in İlyada adlı yapıtı, 643 el yazması belge kopyasında sağlam olarak hayatta kalmıştır. Bunun karşıtı olarak, şu anda elimizde Yeni Antlaşma’ya ait olan 5.686 adet Grekçe el yazması belge mevcuttur. Yeni Antlaşma, eski dünya döneminde var olan en çok sayıda belgeye sahip olan kitaptır!20.

İyi bir el yazması belgenin işaretlerinden biri belgenin yaşıdır. Genellikle belge ne kadar eski ise o kadar iyidir, çünkü belgenin yaşı orijinal düzenlemenin tarihine ne kadar yakın ise, metnin tahrife uğramış olması olasılığı o kadar azdır. Eski Çağ dönemine ait kitapların çoğu, yalnızca el yazması belgeler içinde hayatta kalmamış, ama orijinal olarak düzenlendikten yaklaşık bin yıl sonra hazırlanmış el yazması belgelerde de bozulmamış olarak kalmışlardır. Bu gerçek yukarıda belirtilen kitaplar için doğrudur. (Odise gibi orijinalinden beş yüzyıl sonra kopyalanmış yalnızca tek bir el yazması belgeye sahip olan bir kitabın varlığı ender rastlanılan bir durumdur). Bunun aksine Yeni Antlaşma, kitapların düzenlenmesinden yaklaşık 150 yıldan biraz daha fazla bir zaman içinde tamamı mevcut kitaplar içinde bozulmadan hayatta kalmıştır. Ve bu kitaplar arasındaki bir parça,21. düzenlendiği zamandan itibaren yaklaşık bir kuşağı kapsayan bir dönem süresince hayatta kalan bir bölümdür. Eski Çağ dönemine ait hiçbir kitap Yeni Antlaşma kadar küçük bir zaman aralığına (düzenleme ve ilk el yazması belgeler arasındaki) sahip değildir.

Müslümanlar, Kuran’ın bütünüyle korunmuş olduğu iddiası üzerinde ısrarla dururlar. Bu konu, en azından Osman’ın yaptığı yeniden gözden geçirme çalışmalarından sonra büyük ölçüde doğru olmasına rağmen, asıl fikri gözden kaçırır, çünkü Kuran yalnızca orta çağa ait bir kitaptır (M.S. yedinci yüzyıl). Ama Müslümanlar’ın çoğu, eski döneme ait bir kitap olan (M.S. ilk yüzyıl) Yeni Antlaşma’nın dünya üzerindeki en doğru kopyalanmış kitap olduğundan tamamıyla habersizdirler.22.

Müslümanlar ve diğer kişiler arasında Kutsal Kitap’a ait el yazması belgelerde mevcut olan sözde hatalar konusunda yaygın bir yanlış anlaşılma bulunur. Bazı kişiler, bu hataların sayısının yaklaşık 200.000 civarında olduğunu düşünürler. Bunlar gerçek “hatalar” olmayıp yalnızca farklı okumalardır, ve bu okumaların büyük çoğunluğu dil bilgisi kuralları ile kesin bir uygunluk içindedirler. Bu okumalar, 5.300 el yazması belgeden fazla sayıda belge aracılığı ile yayılmışlardır, öyle ki 3.000 adet el yazması belge içinde yer alan bir ayetin bir harfinin farklı bir okunuşu 3.000 “hata” olarak kabul edilir. Metinleri inceleme konusunda ünlü bilginlerden olan Westcott ve Hort, bu çeşitlemelerin yalnızca altıda birinin “önemli” oldukları konusunda bir değerlendirme yapmışlardır. Bu değerlendirme, bir metnin % 98.33 oranında değişmemiş olduğunu ortaya koyar.23. Ünlü bilgin A. T. Robertson, gerçek ilgi alanının “metnin tamamının yalnızca binde birini” kapsadığını söyledi.24. Bu ifade, Yeni Antlaşma’nın % 99.9’unun önemli farklılıklardan uzak olduğunu ortaya koyar. Saygın tarihçi Philip Schaff şöyle bir hesaplama yaptı: Kendisinin döneminde bilinen 150.000 farklılığın yalnızca 400 tanesi bölümün anlamını etkilemektedir ve bunlardan yalnızca 50 tanesi gerçek öneme sahiptir, ancak bir tanesi bile “Kutsal Kitap’ın öğretisini ya da Hristiyanlığın iman esasını etkilememekte”dir.25.

Yeni Antlaşma’ya ait el yazması belgelerin eski döneme ait diğer kitaplardan üstün güvenilirliği konusunda mevcut olan karşı konulamaz kanıt aşağıdaki kıyaslamalar aracılığı ile özetlenmiştir:26.

Yazar/Kitap Yazılı Tarih İlk Kopyalar Zaman Aralığı Kopya Sayısı Doğruluk Oranı
Hindu
Mahabharata

 

İ.Ö.13.yy.       90
Homer, İlyada İ.Ö. 800     643 95
Herodotus, History İ.Ö. 480-425 M.S. 900 1350 yıl 8 ?
Thucydides, History İ.Ö. 460-400 M.S. 900 1300 yıl 8 ?
Plato İ.Ö. 400 M.S. 900 1300 yıl 7 ?
Demosthenes İ.Ö. 300 M.S. 1100 1400 yıl 200 ?
Caesar, Gallic Wars İ.Ö. 100-44 M.S. 900 1000 yıl 10 ?
Livy, History Of Rome İ.Ö. 59-M.S. 17 4.yy. (kısmen) daha çok 10.yy. 400 yıl
1000 yıl
1 kısmi 19 kopya ?
Tacitus, Annals M.S. 100 M.S. 1100 1000 yıl 20 ?
Pliny Secundus, Natural History M.S.61-113 850 750 yıl 7 ?
Yeni Antlaşma M.S.50-100 114 (parça) +50 yıl    
    200 (kitaplar) 100 yıl    
    250 (Y.A.’nın çoğu) 150 yıl    
    325 (Y.A.’nın tamamı) 225 yıl 5.686 99+
(Geisler ve Nix’den alıntı, General Introduction to the Bible, 408)

Her eski kitapta olduğu gibi, elbette kopyalarda da az sayıda transkripsiyon (kopyasını çıkarma) hataları mevcuttur. Ancak bu küçük kopyalama hatalarından hiçbiri, Kutsal Kitap’ın mesajını etkilemez. Bu konu ile ilgili bir örnek olarak aşağıda verdiğimiz, biri bir gün diğeri ertesi gün alınan telgraflara dikkatinizi çekmek isteriz.

  1. “S#Z ON MİLYON DOLAR KAZANDINIZ.”
  2. “Sİ# ON MİLYON DOLAR KAZANDINIZ.”

Eğer yalnızca ilk telgrafı almış olsaydık bile, telgraftaki küçük hataya rağmen, mesajın tam içeriğini yine de bilecektik. Ve eğer her birinin farklı yerinde benzer bir hata bulunan böyle yirmi telgraf almış olsaydık, yine de mesajın mantıklı hiçbir kuşkuya yer vermediğini rahatlıkla söyleyecektik. Bu örnek ile dikkatinizi çekmek istediğimiz nokta şudur: Yeni Antlaşma’ya ait el yazması belgelerde bulunan önemli kopyalama hatalarının oranı, bu telgrafta bulunandan çok daha düşüktür.27. Ayrıca, Yeni Antlaşma’nın, 5.700 el yazması belge ile ifade edilen gerçek mesajı (birkaç telgraf ile kıyaslanan), bu telgrafın mesajının uğradığı etkiden daha fazla etkiye uğramamıştır.

Eski dünya dönemine ait kitapların çoğu Yeni Antlaşma ile kıyaslandıkları takdirde, Yeni Antlaşma’nın güvenilirlik oranına sahip olmadıkları görülür. İyi tanınan ünlü Yeni Antlaşma bilgini Bruce Metzger, şu değerlendirmeyi yapmıştı: Hinduizm inancına ait Mahabharata yalnızca yaklaşık yüzde 90 oranında bir doğruluk ile kopyalanmıştır ve Homer’in İlyada’sının kopyalanma doğruluğunun oranı yaklaşık yüzde 95’tir. Bruce Metzger yaptığı bu kıyaslama ile Yeni Antlaşma’nın yaklaşık 99.5 oranında kopyalanma doğruluğuna sahip olduğunu ortaya koyar.28. Böylece, Yeni Antlaşma metni yüzde 99’un üzerinde bir doğruluk oranı ile onaylanmıştır. Ayrıca bunların ötesinde belirtilmesi gereken bir nokta daha vardır, o da Yeni Antlaşma’nın mesajının kendi el yazması belgelerinin içinde yüzde 100 oranında korunmuş olduğu gerçeğidir!

İslam bilginleri, metin alanında uzman olan Sir Frederic Kenyon’u bu konuda bir yetkili olarak kabul ederler. Kuran bilgini ve çevirmeni olan ünlü Müslüman bilgini Yusuf Ali, Kenyon’un, eski el yazması belgeler üzerinde yetkisi kabul edilen bir otorite olduğunu pek çok kez ifade eder. Ancak Kenyon’un bu konuda vardığı sonuç yine de şöyledir:

Yeni Antlaşma’nın el yazması belgelerinin ilk çevirilerinin sayısı ve Kilisenin en eski yazarlarının bu çevirilerden yaptıkları aktarmalar öylesine çoktur ki, doğruluğundan kuşku duyulan her bölümün gerçek çevirisinin bu eski yetkililerin bir ya da bazı çevirilerinin içinde korunmuş oldukları uygulamada kesin olarak görülür. Dünyadaki hiçbir eski kitabın böyle bir özelliğe sahip olduğu söylenemez.29.

Yeni Antlaşma Tanıklarının Güvenilirliği

El yazması belgelerin ilk yüzyılda kopyalanmış olmaları, elbette onları yazan kişilerin içten ya da hata yapmayan kişiler olduklarını kanıtlamaz. El yazması belgelerin ortaya koydukları gerçeği bina etmek için tanıklar ile ilişkisi olan kanıtın incelenmesi gerekir.

Yeni Antlaşma Yazarları Olayların Gerçekleştiği

Dönemde Yaşadılar

Yeni Antlaşma ile ilgili ileri sürülen iddiaların çoğu (hepsi olmasa da), Yeni Antlaşma’yı yazan kişilerin olaylara bizzat tanık olan kişiler oldukları ve İsa’nın hizmetleri sırasında meydana gelen bu olayların gerçekleştiği dönemde yaşamış olmalarıdır (M.S. 29-33). Matta İsa hakkında uzun ve doğrudan aktarmalar yapan bir öğrenci tarafından yazıldı (örneğin, 5-7; 13; 23; 24-25). Bu öğrenci, bir vergi görevlisi olarak kayıt tutmaya çok alışkın biriydi (Matta 9:9). Markos, Petrus’un bir öğrencisiydi (1. Petrus 5:13) ve Mesih’i bizzat görmüş bir kişiydi (2. Petrus 1:16). Luka, Mesih’in döneminde yaşamış olan eğitimli biriydi; Luka şöyle dedi: “Başlangıçtan beri bu olayların görgü tanığı ve Tanrı sözünün hizmetkarı olanlar” (yani, elçiler), “bunları bize ilettiler Ben de bütün bu olayları ta başından özenle araştırmış biri olarak bunları sana sırasıyla yazmayı uygun gördüm” (Luka 1:1-3). Elçi Yuhanna doğrudan bir görgü tanığıydı (Yuhanna 21:24; 1. Yuhanna 1:1), Petrus da aynı Yuhanna gibi doğrudan bir görgü tanığıydı (2. Petrus 1:16). Pavlus, dirilen Mesih’i gören ve mektuplarını yazdığı zaman çoğu hala hayatta olan beş yüz kişinin üzerinde bir grup ile birlikte pek çok başka kişiden söz eder (1. Korintliler 15:6).

İleri sürülen bu iddialara değer verilmesi gerektiğinin kanıtı hatırı sayılır bir öneme sahiptir. Öncelikle, düşünür Emmanuel Kant tarafından ifade edilen tarihi araştırmanın genel bir kuralı mevcuttur. Bu kural, esas olarak şunu belirtir: Tarihi kayıtlar, “suçlu oldukları kanıtlanıncaya kadar masumdurlar.” Yani, güvenilir olduğu anlamını taşıması gereken şey, güvenilir olmadığı gösterilinceye kadar güvenilir olarak kabul edilecektir. Pek çok kişinin belirtmiş olduğu gibi, bu kural aslında yaşamın normal karşılıklı konuşmalarında da kullanılır. Eğer bu kuralın aksi kullanılmış olsaydı, günlük iletişimin tamamı bozulur ya da çökerdi.

İkinci nokta, yasada “eski belge kuralı” olarak bilinen kuraldır. Bu kurala göre, “eski belgeyi sunan taraf, yargıcı, belgenin otuz yıllık olduğunu, yani varlığının kuşku götürmez olduğunu ve ayrıca yazının böyle bir belge için doğal olan bir muhafaza yerinden üretildiğini kanıtladığı takdirde, yazı eski bir belge olarak yeterince güvenilirdir.” Ünlü Amerikalı yasal otorite McCormick’e göre, “Bir içtenlik bulunduğunu yeterli derecede kanıtlayan koşulların herhangi bir bileşimi güvenilirliği kanıtlayacaktır.”30. Bu durumda, sözü edilen kural kullanıldığı zaman Yeni Antlaşma’nın güvenilir olduğuna inanılmalıdır. Aslında, pek çok büyük düşünür, Hristi­yanlığın gerçeği ile ilgili kanıtlar karşısında ikna olmuşlardır. Yasal kanıt konusunda kitap yazan Harvard’da bir hukuk profesörü olan Simon Greenleaf, Hristiyanlığı bu şekilde kabul etti.31. Greenleaf, yasal kanıtları kullanarak şu sonuca vardı: “Evrensel olarak kabul edilen ve Dört Müjde olarak bilinen kopyalar, herhangi bir adalet salonunda en ufak bir tereddüde bile düşülmeden doğru olarak kanıtlanırdı.”32.

Üçüncü nokta, Yeni Antlaşma’ya ait el yazması belgelerin ilk tarihleri onların doğruluklarını desteklerler. En üstün bilgiye sahip bilginler Yeni Antlaşma kitaplarına, görgü tanıklarının ve kaynak gösteren yetkililerin yaşam süreleri içinde yer alan bir tarih koyarlar. Arkeolog Nelson Glueck şöyle yazar: “Daha şimdiden üzerinde durarak Yeni Antlaşma’nın herhangi bir kitabına M.S. yaklaşık 80 yılından sonra tarih koymak için sağlam hiçbir zemin bulunmamaktadır.”33. Eski dönemlere ait yazıları okuma konusunda uzman ünlü bilgin William F. Albright, şu beyanda bulundu: “Yeni Antlaşma’nın her kitabı M.S. ilk yüzyılın kırklı ve seksenli yılları arasında (çok büyük olasılıkla yaklaşık M.S. 50 ve 75 yılları civarında) vaftiz olmuş bir Yahudi tarafından yazıldı.”34.

Yeni Antlaşma için daha geç bir tarih kabul eden, daha eski ve daha liberal Hristiyan bilginlerini izleme konusunda Deedat gibi Müslüman bilginlerinin eğilimi, talihsiz bir yaklaşımdır. Bu bilginlerin pek çoğu, daha yeni deliller ortaya çıktığı zaman, görüşlerindeki konumu değiştirmek zorunda kalmışlardır (bakınız Ek 4). Tanrı’nın temelde ölü olduğu düşüncesinden yana olan ve Honest to God adlı eseri ile ünlü olan teolog Piskopos John Robinson bile gerçekler karşısında Yeni Antlaşma’nın o dönemde yaşayan kişiler tarafından yazıldığını beyan etti: Bu kişiler yedi yıl gibi erken bir süre ya da olaylardan sonra yazmaya başladılar ve olayların diğer görgü tanıkları ve /veya çağdaşları arasında yazdıklarını elden ele dağıttılar.35. Alman teologu Bultmann yanlısı bir diğer bilgin, Müjdelerin İsa’nın öğrencilerinin görgü tanıklıkları aracılığı ile yazıldığını ileri sürerek temel görüş ile ilgili dereceleri sona erdirdi. Bu bilgin, eleştiriye açık varsayımların iflas ettiğini ifşa ettikten sonra içten bir şekilde şu beyanda bulundu: “Tarihi-eleştirisel teolojiye ‘Hayır’ dememin nedeni işte bu yüzdendir. Ben öğrettiğim ve yazdığım her şeyi göz önüne aldığım gibi, reddetmeyi de göz önüne alırım. Bu fırsatı size yaptığım bir şeyi açıklamak için kullanmak istiyorum; Gleichnisse Jesu ve Studien zur Passionsgeschichte adlı iki kitabımı fırlatıp attım. Her iki kitabımı da 1978 yılında kendi ellerim ile çöpe attım.”36. Bu olayın ardından iki kitabını çöpe atan bu bayan bilgin Müjdeler ile ilgili ürettiği bir araştırma kitabı yazdı; bir zamanlar Kutsal Kitap’ı eleştiren biri olarak öne sürdüğü düşünceleri değişmişti ve bu yeni büyük kitabında önceki kaynaklara hiçbir edebi bağımlılığın mevcut olmadığını gösteriyordu.37.

Gerçekten de, Müjde yazarlarının İsa’nın söylediklerini ve yaptıklarını ilk ağızdan ve bağımsız olarak anlatan öyküleri yazan Mesih’in ilk yüzyıldaki çağdaşlarının güvenilir olduklarına ilişkin pek çok haklı neden mevcuttur.38. El yazması belgeler ile ilgili kanıt (yukarıda listelenmiştir) Yeni Antlaşma’nın bir ilk yüzyıl belgesi olduğunu açıklar. Yeni Antlaşma belgelerinin güvenilir olduklarına karşı gelen eleştirisel iddialar gerçek kanıtları temel almazlar, ama Müslümanlar’ın bile reddettikleri doğruluğu kanıtlanmamış doğaüstü bir eğilime karşı olan bir zemin üzerine bina edilmişlerdir. Bu durumu başka bir şekilde ortaya koyacak olursak, eğer Müslüman bilginler tarafından kabul edilen Kutsal Kitap’a karşı olan bu aynı eleştirisel eğilim, Kuran’a uygulansaydı, aynı şekilde Kuran’ı da reddetmek zorunda kalırlardı! Yeni Antlaşma yazıları, Shepherd of Hermas gibi, ilk yüzyılda var olduklarının kesin olduğunu gösteren, ilk yüzyıl ile çağdaş belgeler aracılığı ile aktarıldı. Yuhanna Müjdesi, olaylara görgü tanığı olan bir elçi (Yuhanna) tarafından yazıldığını ileri sürer. Yuhanna, kitabında şu sözleri belirtir: “Bütün bunlara tanıklık eden ve bunları yazan öğrenci budur. Onun tanıklığının doğru olduğunu biliyoruz” (Yuhanna 21:24).

Luka, kaydettiği olayların özenli ve çağdaş bir tarihçisi olduğunu ileri sürer ve şöyle der: “Ben de bu olayları ta başından özenle araştırmış biri olarak bunları sana sırasıyla yazmayı uygun gördüm. Öyle ki, sana verilen bilgilerin doğru olduğunu bilesin” (Luka 1:3,4). Yıllarını bu alanda pek çok araştırma yaparak geçirmiş, ünlü bir ilk-yüzyıl Yakın Doğu uzmanı olan Sir William Ramsay, Luka’nın birinci derecede bir tarihçi olduğu sonucuna vardı. Çünkü otuz iki ülke, elli dört şehir ve dokuz ada konusunda tek bir hata bile yapmadı!39. Yeni Antlaşma yazarları inançları uğruna isteyerek ölen samimi kişilerdi. Ve kendi sözleri ile İsa’nın sözlerini birbirinden ayırt etme konusunda özenli davrandılar; her zaman, bu sözlerin kendilerine ait olmadığını, yalnızca duyduklarını aktardıklarını açıkladılar (Elçilerin İşleri 20:35; 1. Korintliler 7:10,12,25; Vahiy 1:17-20; 2:1f; 3:1f; 22:16-20). Yeni Antlaşma, Hristiyan halk bilgisinden dikkat çekecek şekilde farklıdır; Hristiyan halk bilgisi, ikinci ve üçüncü yüzyıla ait, doğruluğu kabul edilmeyen Hristiyan kitaplarında yer alır. Edebiyat ve efsane konularında ün kazanmış Oxford uzmanı C. S. Lewis Yeni Antlaşma eleştirmenleri hakkında işin iç yüzünü açıklayan bir yorum yapar:

Ben bu kişilerin eleştirmenlik özelliklerine güven duymam. Bu kişiler bana okudukları metinlerin kalitesi hakkında anlama yeteneğine sahip olmayan ve edebi hükme varabilecek yeterlilikte bulunmayan kişiler gibi görünürler. Eğer böyle bir kişi bana Müjde’deki konunun bir efsane ya da roman olduğunu söyleyecek olursa, onun şimdiye kadar kaç efsane ve roman okuduğunu bilmek isterim. Ben, tüm yaşamım boyunca şiir, roman, görsel edebiyat, birçok efsane ve mit okudum. Tüm bunların nasıl olduklarını biliyorum. Bunlardan hiçbirinin Müjdeler gibi olmadığını biliyorum.40.

Kısaca söyleyecek olursak, Yeni Antlaşma’nın daha erken kaynaklara bağımlı olduğuna dair ileri sürülen Müslüman iddiasının hiçbir temeli mevcut değildir. Aksine, Yeni Antlaşma, çok aşikâr bir şekilde Mesih’in öğrencileri ve çağdaşları tarafından yazılmış olan birinci elden çıkmış, bir ilk yüzyıl anlatımıdır. Ve yaygın çapta inanılan liberal efsanelere karşıt olarak her anlatım kendi içinde bağımsızdır. Bu anlatımların güvenilir olduklarını ortaya koymak için gerekli olan her şey, Yuhanna ve Luka arasındaki farklılıkları ve bağımsızlıkları herkese kabul ettirir. Ve, Mesih’in temel yaşamının ve sözlerinin güvenilirliği için gerekli delil gereksiz olmasına rağmen, bir konuyu aynı yönden ele alan, yani Sinoptik Müjdelerin (Matta, Markos ve Luka) bağımsız olduklarına ilişkin yine de uygun bir neden gösterilebilir. 41.

Dördüncüsü, arkeoloji bilimi, Müjde kayıtlarının tarihi doğruluğunu onaylamıştır. Bu durum, Sir William Ramsay’ın yazıları aracılığı ile dramatik bir şekilde resmedilebilir; Sir W. Ramsay’ın Yeni Antlaşma ile ilgili kuşkucu görüşünün değişmesi Yakın Doğu dünyasında ömür boyu süren bir araştırma aracılığı ile desteklendi. Ramsay bu konudaki düşüncesini kendi sözleri ile şöyle aktarır:

Araştırmaya, Yeni Antlaşma’nın Elçilerin İşleri. aleyhinde olan bir zihniyet ile başladım, çünkü Tubingen teorisinin samimiyetsizliği ve görünürdeki bütünlüğü beni bir süre ikna etti. O zamanlar bu teori benim yaşam çizgime bu konuda inceden inceye yatırım yapmam için uygun değildi; ama zaman geçtikçe Elçiler’in İşleri kitabı ile kurduğum ilişki daha sık hale geldi ve bu kitabı Küçük Asya’nın topografyası, eski dönemleri ve toplumu ile ilgili konularda bir otorite olarak görmeye başladım. Anlatımın çeşitli ayrıntılar vererek harika gerçeği gösterdiğini yavaş yavaş kavramaya başladım.42.

Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi Ramsay, Luka’nın kontrol edebildiği sayısız ayrıntılar arasında tek bir hata bile yapmayan, birinci derecede bir tarihçi olduğunun farkına vardı. Ünlü Romalı tarihçi Colin Hemer, Yeni Antlaşma’nın tarihi niteliğini ve güvenilirliğini muhteşem bir şekilde sergilemiştir.43. Eserinde şu düşünceleri belirtir: 1) Elçilerin İşleri en geç M.S. 62 yılında yazıldı; 2) Dakikaları dahi belirten bir titizlik taşıyan tarihi ile, İsa’nın yaşamı dönemindeki olaylara görgü tanıklığı eden ve o tarihte hayatta olan bir kişi tarafından yazıldı; 3) Aynı özene ve titizliğe sahip çağdaş tarihçi Dr. Luka da bir Müjde yazdı (Elçilerin İşleri 1:1 ve Luka 1:1), bu Müjde, diğer Müjdeler gibi aynı temel öyküyü anlatır, yani, İsa, çok sayıda ve harika mucizeler aracılığı ile Tanrı’nın Oğlu olduğunu ileri sürdü ve Çarmıhta ölerek, ve üç gün sonra mezardan dirilerek bu iddiasını kanıtladı. Bu olay elbette Hristiyan mesajının özünün güçlü bir onaylanmasıdır ve bu nedenle, İslam’ın, Tanrı’nın Oğlu olmadığı ve İsa’nın Çarmıhta ölmediği ve üç gün sonra ölümden dirilmediği gibi temel mesajlarını yalanlar. Bu yüzden, Luka’nın, İsa’nın yaşamı ve mucizeleri ile ilgili öyküsünün aynı şekilde güvenilir olarak kabul edilmesi gerekir. Ve Luka’nın Mesih’in yaşamı ve mucizeleri ile ilgili öyküsü diğer Müjdeler ile ilgili öyküler ile uyumlu olduğu için burada Mesih’in mucizelerini ve dirilişini kaydeden Müjdeler hakkında arkeolojik yönden bir onaylamaya sahibiz. Kısaca, kesin bir tarihi görüş açısından bakıldığı zaman, Yeni Antlaşma’da kayıtlı olan Mesih’in yaşamındaki olayların güvenilirliği konusunda bu kanıtlardan daha iyilerine sahip olamazdık.

Hume’un Güvenilirlik Konusundaki Ölçütü

Modern zamanların belki de en büyük kuşkucularından olan David Hume, görgü tanıklarının güvenilirliğini kontrol etmek için gerekli olduğuna inandığı temel ölçütü ana hatları ile şöyle belirtir: “Şu durumlarda kuşkulara sahip olabiliriz; görgü tanıklarının ifadeleri birbirleri ile çeliştikleri zaman, bu kişilerin bazılarının karakterlerinden kuşkulandığımız zaman, kabul ettikleri konuda bir çıkarları bulunduğu zaman, tanıklıklarını tereddüt ederek ilettikleri zaman, ya da tanıklıklarında şiddetli iddialara (beyanlara) yer verdikleri zaman.”44. Temel olarak bu durumlar dört soru şeklinde çevrilebilirler: Görgü tanıklarının ifadeleri birbirleri ile çelişiyor mu? Görgü tanıklarının sayıları yeterli mi? Tanıklar güvenilir kişiler miydi? Ön yargıya yer vermeyen bir tanıklık mı yaptılar? Hume’un kontrol için yaptığı testleri Mesih’in dirilişine tanıklık eden Yeni Antlaşma tanıklarının ifadelerine uygulayalım.

Kanıt, görgü tanıklarının ifadelerinin birbirleri ile çelişmediğini ortaya koyar.45. Yeni Antlaşma’nın her yazarı, tüm öykünün önemli ve örtüşen kısımlarını anlatır. Mesih, Yeruşalem’de, Pontius Pilatus’un yönetimi altında çarmıha gerildi (M.S. 30). Mesih, Tanrı’nın Oğlu olduğunu iddia etti ve bu iddiasını destekleyen mucizeler sundu. Çarmıha gerildi, öldüğü ve mezara gömüldüğü onaylandı, ama yine de üç gün sonra gömülmüş olduğu mezar boştu. Ayrıca, bir sonraki ayda ve diğer günlerde İsa, pek çok insan gruplarına öldüğü zaman sahip olduğu çivi delikleri taşıyan aynı bedeni ile fiziksel olarak göründü. Fiziksel gerçekliğini göründüğü bu kişilere öylesine ikna edici bir şekilde kanıtladı ki, bu kuşkucu kişiler, bir aydan daha kısa bir süre içinde aynı kentteki binlerce Yahudi’nin Hristiyan olmasına neden olan bir cesaret ile O’nun dirildiğini vaaz ettiler.

Kesin olarak belirtecek olursak, Müjde öykülerinde küçük farklılıklar olduğunu söylemeliyiz. Bir öyküde (Matta 28:5), mezarın yanında bir meleğin bulunduğu söylenir; Yuhanna, iki meleğin olduğunu yazar (Yuhanna 20:12). Ama bu tür farklılıklar konusunda iki noktaya dikkat edilmesi gerekir. Birinci nokta, bunların karşıtlıklar değil, farklılıklar olmalarıdır. Yani, bu farklılıklar uzlaşamaz nitelikte değildirler. Matta, orada yalnızca tek bir meleğin olduğunu yazmaz, eğer böyle yazmış olsaydı, o zaman bu bir karşıtlık olurdu. Uyumun basit kuralı şudur: “İki kişinin bulunduğu bir yerde, bir kişinin bulunduğu kesindir.”46. İkinci nokta, tanıklıklarda mevcut olan bir çelişki, sadece güvenilir ve bağımsız tanıklardan beklenecek bir durumdur. Çeşitli tanıkların aynı tanıklığı verdiğini işiten anlayışlı herhangi bir yargıç, onların danışıklı bir dövüş içinde olduklarını varsayarak tanıklıklarına aldırmayacak ya da ciddiye almayacaktır.

Yeni Antlaşma’da yirmi yedi kitap mevcuttur. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, bu kitaplar dokuz farklı kişi tarafından yazıldılar, bu kişilerin hepsi de kaydettikleri olayların görgü tanıklarıydılar ya da olayların geçtiği dönemde yaşamış kişilerdi. Bu kitaplardan altı tanesi, Yeni Antlaşma’da yer alan mucizelerin (Matta, Markos, Luka, Yuhanna, Elçilerin İşleri ve 1. Korintliler) konuları açısından büyük öneme sahiptirler. Ayrıca, şimdi bu konuyu eleştiren bilginler bile Mesih’in çağdaşlarının halen hayatta oldukları M.S. 70 yılından önce yazılmış olan bu kitapların çoğunun ilk yüzyıla ait belgeler olduklarını kabul ederler. Hemen hemen bilginlerin tümü 1. Korintliler kitabının elçi Pavlus tarafından M.S. 55 ya da 56 yılı civarında, Mesih’in ölümünden yalnızca yaklaşık yirmi yıl sonra yazılmış olduğunu kabul ederler. Bu görüşleri, çeşitli nedenlerden ötürü diriliş mucizesinin gerçekliğine ilişkin güçlü bir tanıklıktır. Bu belge, oldukça eskidir; olayın gerçekleşmesinden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan bir belgedir. Diriliş Mesih’i gören ve tanıklık eden biri tarafından kaydedildi (1. Korintliler 15:8; Elçilerin İşleri 9). Belge, diriliş ile ilgili bu görgü tanıklarının çoğunun beş yüz kişiden fazla olduğunu belirten bir liste sağlar (1. Korintliler 15:6). Bu tanıkların çoğunun halen hayatta oldukları gerçeği ve diriliş ile ilgili kanıtın güvenilir olduğunun kanıtlanabilmesi açısından bir referans içerir.

Bazı kişiler, Yeni Antlaşma’nın, İsa’nın sevgi konusundaki vurgulamasının (Matta 22:36-37) insan tarafından bilinen ahlak ölçütlerinin en büyüklerinden birini sağladığı gerçeğine ve Dağdaki Vaazı ile (Matta 5-7) meydan okurlar. İsa’nın elçileri bu aynı öğretişi, kendi yazılarında tekrarladılar (Romalılar 13; 1. Korintliler 13; Galatyalılar 5). Ayrıca, elçilerin yaşamları, yazdıkları ahlak öğretişine uygundu. Elçilerin çoğu, Mesih hakkında öğrettikeri uğruna yaşamlarını dahi verdiler (2. Timoteos 4:6-8; 2. Petrus 1:14), bu konuda feda ettikleri yaşamları içtenliklerinin kesin bir belirtisiydi.

Gerçeğin tanrısal bir buyruk olduğu öğretişine ek olarak, Yeni Antlaşma yazarlarının, bu konuyu yazılarında ifade ederken son derece titiz davrandıkları aşikârdır. Petrus şu beyanda bulundu: “Uydurma masallara başvurmadık” (2. Petrus 1:16). Elçi Pavlus’un üzerinde ısrar ile durduğu konu şuydu: “Birbirinize yalan söylemeyin” (Koloseliler 3:9). Yeni Antlaşma yazarları dürüst kişilerdi, bu kişilerin çoğu yazmış oldukları gerçek uğruna kendi istekleri ile ölerek tanıklıklarındaki gerçeği mühürlemiş oldular. Yeni Antlaşma yazarlarının ifadelerinin tarihçi ve arkeologların keşifleri ile örtüştükleri yerde bu ifadelerin doğru oldukları kanıtlandı. Ünlü arkeolog Nelson Glueck şu sonuca varır: “Arkeolojik keşiflerin hiçbirinin Kutsal Kitap’a ait hiçbir referans ile asla karşıt olmadığı sınıflandırılarak ifade edilebilecek bir gerçektir. Kutsal Kitap’taki aşikâr bilgileri ya da tarihi ifadelerdeki kesin ayrıntıları onaylayan arkeolojik bulgular tespit edilmiştir.”47. Millar Burrows, bu konuda şu düşüncesini ifade eder: “Birçok arkeolog, Filistin’deki kazı sırasında edindikleri deneyim aracılığı ile Kutsal Kitap’a duydukları saygının arttığını görmüşlerdir.”48. Clifford A. Wilson Kutsal Kitap’ın tarihi güvenilirliğine daha fazla destek sağlamıştır.49. Aslında, Yeni Antlaşma yazarlarının yazılarında yalana yer verdiklerine ya da kasti olarak olayın gerçeklerini çarpıttıklarına dair hiçbir kanıt mevcut değildir. Eğer Yeni Antlaşma yazarlarına mahkemede “gerçeği, tüm gerçeği ve yalnızca gerçeği söyleyeceklerine dair yemin ettirilseydi”, tanıklıkları dünyada taraf tutmayan herhangi bir jüri tarafından geçerli olarak kabul edilirdi. Kısaca söyleyecek olursak, Harvard’lı büyük yasa uzmanının vardığı sonuca göre, tanıklık verirken yalan yere yemin ettiklerine ilişkin hiçbir belirti olmayacaktı.50.

Diriliş İle İlgili Kanıt

Yeni Antlaşma tanıklarının Mesih’in mucizeleri ve özellikle dirilişi hakkında verdikleri tanıklığa inanmak için her tür yeterli neden mevcuttur; Yeni Antlaşma tanıkları tanıklık verdikleri olaylara inanmak için önceden eğilimli değillerdi.

Öncelikle, elçilerin kendileri Mesih’in ölümden dirildiğine ilişkin diğer kişilerin tanıklığına inanmadılar. Kadınlar, elçilere Mesih’in dirildiğini söyledikleri zaman: “Kadınların sözleri elçilere saçma geldi ve kadınlara inanmadılar” (Luka 24:11).

Elçilerin bazıları, Mesih’i kendi gözleri ile gördükleri zaman bile, “inanmakta ağır davrandılar” (Luka 24:25). Gerçekten de İsa, on elçiye göründüğü ve onlara çarmıhta aldığı yaraları gösterdiği zaman, “sevinçten hala inanamadılar, şaşkınlık içindeydiler” (Luka 24:41). Ve hatta İsa’nın yemek yediğini gördükten ve ikna olduktan sonra bile, aralarında bulunmayan arkadaşları Tomas, İsa’nın ellerinde çivilerin izlerini görmedikçe, çivilerin izine parmağı ile dokunmadıkça ve elini böğrüne sokmadıkça inanmayacağını söyleyerek itiraz etti (Yuhanna 20:25).

İkinci olarak söyleyeceğimiz, İsa’nın yalnızca inananlara görünmediğidir; İsa, aynı zamanda imansızlara da göründü. Kendisine inanmayan, üvey kardeşi Yakup’a da göründü (Yuhanna 7:5; 1. Korintliler 15:7). Aslında İsa, o dönemin en büyük imansızı olan Tarsuslu Saul adındaki Yahudi Ferisi’ye de göründü (Elçilerin İşleri 9). Eğer İsa yalnızca imanlı olanlara ya da iman etme eğilimine sahip olan kişilere görünmüş olsaydı, o zaman belki de tanıkların önyargılı olduklarına dair yapılacak bir itham yasal nitelik taşıyabilirdi. Ama durum bunun tamamen aksidir.

Üçüncü noktada belirteceğimiz, dirilişe tanık olan kişilerin dirilişe tanıklık etmek ile kazanacakları kişisel hiçbir çıkara sahip olmadıklarıdır. İnançları nedeni ile zulüm gördüler ve ölüm ile tehdit edildiler (Elçilerin İşleri 4, 5, 8). Aslına bakılacak olursa, elçilerin çoğu inançları nedeni ile şehit edildiler. Dirilişe tanık olmak yerine dirilişi inkâr etmelerinin kendileri için çok daha yararlı olacağı kesindi. Ama onlar, öleceklerini bile bile dirilişi ilan ettiler ve onu savundular.

Dördüncü gerçek, dirilmiş olan Mesih’e inandıkları için tanıklıklarının sonucunu göz önünde tutarak hesaba katmaları, bir cinayetin işlenişini gördüğü için tanıklık etmekten kaçınan bir görgü tanığının durumuna benzer bir durumda kaldıklarıdır! Bu olaydaki önyargı, tanıklar ile değil, onların tanıklıklarını reddeden kişiler ile ilgilidir.

İsa’nın Tanrı Oğlu Olduğunu İleri Sürdüğüne Dair Kanıt

Müslümanlar, İsa’nın Tanrı adına konuştuğuna dair iddialarını kabul ettirmek için mucizeler yaptığına inanırlar, bu konu üzerinde fazla zaman geçirmemiz gereksizdir. Kuran, İsa’nın bir bakireden doğduğunu onaylar (19:16-21; 3:37-47), ve O’nun verdiği şifalar ve ölüleri diriltme gibi (bakınız, 19:29-31; 5:110). Yeni Antlaşma’da O’nun yaptığı pek çok mucize kayıtlıdır. Kuran bile Tanrı’nın “onu göğe yükselttiğini” kabul eder (4:158).51. Ama Müslümanlar yine de bu ifadenin İsa’nın, Müjdelerde kayıtlı olduğu gibi çarmıha gerildikten üç gün sonra dirildiğine işaret ettiğine inanmazlar.52. Ama İsa’nın Tanrı’dan olduğunu kanıtlamak için mucizeler yaptığı hatta ölüleri dirilttiği gerçeği, Kuran tarafından açık bir şekilde kabul edilir. Bu nedenle, Müslümanlar Mesih’in yeryüzündeki doğaüstü doğumuna, yaşamına ve yaşamının son bulduğuna (yani, göğe alındığına) inanırlar. Aslında İsa tüm bu üç özelliğe sahip olan tek peygamberdir. Bu durum, onu Müslümanlar’ın kendi öğretişleri açısından bile şimdiye kadar yaşamış olan en eşsiz doğaüstü kişi haline koyar.

Hristiyanlar elbette bundan daha fazlasına inanırlar. Hristiyanlar, Müslümanlar’dan farklı olarak, İsa’nın aynı zamanda Tanrı’nın eşsiz Oğlu olduğuna da inanırlar. Ama Müslümanlar, İsa’nın öğrettiği her şeyin doğru olduğuna inandıkları için Mesih’in, Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin iddiasına dair kanıt tedarik edilmesi gerekir.

Kuran gibi aynı zamanda Kutsal Kitap da bir peygamberin güvenilir olup olmadığının kontrol edilmesi için mucize yapıp yapmadığına önem verir (Mısır’dan Çıkış 4; 1. Krallar 18; Yuhanna 3:2; İbraniler 2:3-4). O zaman bu durumda yapılacak şey, Yahudi Öğretmen Nikodemus’un, İsa’ya söylediği şu sözlerin doğru olup olmadığını görmek için kanıtı incelemektir: “Rabbi, senin Tanrı’dan gelmiş bir öğretmen olduğunu biliyoruz. Çünkü Tanrı kendisi ile olmadıkça hiç kimse senin yaptığın bu mucizeleri yapamaz” (Yuhanna 3:2).

Daha önce Yeni Antlaşma belgelerinin ve tanıklarının güvenilir olduklarını zaten göstermiş olduğumuz için, şu anda incelememiz için geriye kalan tek konu, bize Mesih’in iddiaları hakkında neler söylediğidir. Kısaca değinecek olursak, bize bakire Meryem’den doğan Nasıralı İsa’nın insan bedenine bürünmüş Tanrı ve Tanrı’nın eşsiz Oğlu olduğunu iddia ettiğine ilişkin bilgi verirler. İsa, Tanrı’nın Oğlu olduğuna dair ileri sürdüğü iddiaları çeşitli yollar aracılığı ile belirtti. Bu varılan sonucu desteklemek için yapılan bir girişimde, Müslüman bilginler genellikle Mesih hakkındaki Kutsal Kitap’a özgü iddialara yanlış anlam verirler. Bu konular daha ilerde gözden geçirileceklerdir (Bölüm 12).

Müslümanlar Tanrı’nın Oğlu Kavramını Yanlış Anlarlar

İsa’nın, Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin özel iddialarını tartışmaya geçmeden önce, bu iddianın Müslümanlar tarafından yanlış anlaşıldığı konusuna kısaca karşılık vermek gerekir. Pek çok Müslüman, Tanrı Oğlu teriminin şu ifadeyi ima ettiğini düşünür: İsa, fiziksel ilişkiler sonucu ortaya çıkmıştır. Gerçekten de bu konuda 19:35 ayetine başvurulur; bu ayet şunu beyan eder: “Allah’ın çocuk edinmesi düşünülemez.” Ne yazık ki, pek çok Müslüman İsa’nın Tanrı ve bakire Meryem arasındaki cinsel ilişkinin bir sonucu gibi kötü bir şekilde algılarlar. Bu yanlış algılama elbette hayalidir ve İsa’nın herhangi bir cinsel ilişki sonucu olmaksızın mucizevi bir döllenme ile dünyaya geldiğine ilişkin referanslar veren Kutsal Kitap tarafından kolayca çürütülen yanlış bir iddiadır (Matta 1:18-24; Luka 1:26-35). Ancak yine de her şeye rağmen Müslüman zihninde “Tanrı Oğlu” terimi ile ilgili bir başka sorun mevcuttur. Arapça dilinde “oğul” için kullanılan ve birbirlerinden ayrılmaları gerekli olan iki sözcük mevcuttur. Veled sözcüğü, cinsel ilişki sonucu doğan bir oğlu ifade eder. İsa, kesinlikle bu sözcüğün anlamını içeren şekilde bir oğul değildir. ancak, Arapça dilinde oğul içn kullanılan bir başka sözcük daha vardır; ‘ibn’, bu sözcük daha geniş bir mecazi anlam içinde kullanılabilir. Örneğin, bir yolcudan, bir “yolun oğlu” (ibnnussabil) olarak söz edilir. İsa’dan “Tanrı Oğlu (ibn)” olarak söz etmek, bu geniş anlam ile bir mana ifade eder.

İsa’nın Tanrı Olduğuna İlişkin İddiası

Yehova ya da Yahve (YHWH) Tanrı’nın, kendisine verdiği özel isimdir. Bu isim Eski Antlaşma’da yer alır; Mısır’dan Çıkış 3:14 ayetinde Musa’ya açıklanan isimdir. Tanrı, adını, “BEN BEN’İM” olarak bildirdi. İnsanlar tarafından Tanrı için başka unvanlar da kullanıldı (Yaratılış 18:12 ayetinde Adonay Rab. ya da Yasa’nın Tekrarı 6:14 ayetindeki tanrılar anlamında Elohim). Yehova adı yalnızca tek gerçek Tanrı’yı ifade etmek için kullanılır. Yeho­va’dan başka hiçbir kişiye ya da nesneye tapınılamaz ya da hizmet edilemezdi (Mısır’dan Çıkış 20:5) ve adının ve yüceliğinin bir başkasına verilmemesi gerekirdi. Yeşaya şöyle yazdı: “Her Şeye Egemen Rab diyor ki, ‘İlk ve Son Ben’im. Benden başka Tanrı yoktur” (Yeşaya 44:6 ASV)53. ve “Ben Rab'bim, adım budur. Onurumu bir başkasına, övgülerimi putlara bırakmam” (42:8).

Tüm bunlara rağmen İsa, pek çok kez Yehova olduğunu iddia etti. İsa şöyle dua etti: “Baba, dünya var olmadan önce ben senin yanındayken sahip olduğum yücelik ile şimdi beni yanında yücelt” (Yuhanna 17:5). Ama Eski Antlaşma’nın Yehovası şöyle der: “Yüceliğimi bir başkasına bırakmam” (Yeşaya 42:8). İsa aynı zamanda şu beyanda da bulunur: “İlk ve Son Ben’im!” (Vahiy 1:17) – bu sözler, Yehova’nın Yeşaya 42:8 ayetinde kul­landığı sözler ile aynıdır. İsa şöyle der: “Ben İyi Çoban’ım” (Yuhanna 10:11), ama Eski Antlaşma şu ifadeye yer verir: “Ye­hova çobanımdır” (Mez­mur 23:1). Ayrıca, İsa tüm insanların yargıcı olduğunu ileri sürer (Yuhanna 5:27f; Matta 25:31f.), ama Yoel peygamber Yehova’nın şu sözlerini aktarır: “Çünkü çevredeki bütün ulusları yargılamak için orada olacağım” (Yoel 3:12). Aynı şekilde İsa kendisinden “damat” olarak söz eder (Matta 25:1), Eski Antlaşma da Yeho­va’ya aynı kimliği verir (Yeşaya 62:5; Hoşea 2:16). Mezmur yazarı, “Yehova ışığımızdır” (Mezmur 27:1) beyanında bulunurken, İsa da, “Ben dünyanın Işığıyım” der (Yuhanna 8:12).

İsa’nın, Yehova olduğuna ilişkin ileri sürdüğü en güçlü iddia belki de “İbrahim doğmadan önce, Ben varım” dediği Yuhanna 8:58 ayetlerinde yer almaktadır. Bu sözleri söylerken yalnızca İbrahim’den önceki varlığını ifade etmez, ama aynı zamanda Mısır’dan Çıkış 3:14 ayetindeki “BEN BEN’İM” ifadesi ile eşitliğe sahip olduğunu da söyler. İsa’nın çevresindeki Yahudiler bu sözlerin manasını gayet iyi anladılar ve küfür ettiği iddiasıyla onu taşlamak üzere eğilip yerden taş aldılar (Yuhanna 8:58; 10:31-33). Aynı iddia Markos 14:62 ve Yuhanna 18:5-6 ayetlerinde de görülür.

İsa, diğer başka yollar aracılığıyla da Tanrı ile eşit olduğunu iddia etti. Bunlardan biri, kendisinin Tanrı’nın yetkisine sahip olduğunu ileri sürmesiydi. İsa bir felçliye şöyle dedi: “Oğlum, günahların bağışlandı” (Markos 2:5).Yazıcılar haklı olarak şu karşılığı verdiler: “Günahları Tanrı’dan başka kim bağışlayabilir ki?” Bu nedenle, bu iddiasının boş bir övünme olmadığını kanıtlamak için İsa adamı iyileştirdi, aynı zamanda günahları bağışlamak konusunda söylemiş olduklarının gerçek olduğunu da doğrudan bir kanıt ile göstermiş oldu.

İsa’nın, sahip olduğunu iddia ettiği bir başka yetki de, ölüleri diriltmek ve yargılamaktı: “Size doğrusunu söyleyeyim, ölülerin Tanrı Oğlunun sesini işitecekleri ve işitenlerin yaşayacakları saat geliyor, geldi bile. İyilik yapmış olanlar yaşamak, kötülük yapmış olanlar yargılanmak üzere dirilecekler” (Yuhanna 5: 25, 29). Eklediği şu sözleri ile söyledikleri hakkındaki tüm kuşkuları uzaklaştırdı, “Baba nasıl ölüleri diriltip onlara yaşam veriyorsa, Oğul da dilediği kimselere yaşam verir” (ayet 21). Ama Eski Antlaşma yal­nızca Tanrı’nın yaşam verdiğini net bir şekilde öğretir (1. Samuel 2:6; Yasa’nın Tekrarı 32:39) ve yine yalnızca Tanrı’nın ölüleri dirilttiğini belirtir (Mezmur 2:7) ve Tanrı’nın tek yargıç olduğunu ifade eder (Yoel 3:12; Yasa’nın Tekrarı 32:35). İsa, yalnızca Tanrı’nın sahip olduğu güçleri cesur bir şekilde kendine mal etti.

İsa aynı zamanda Tanrı gibi yüceltilmesi gerektiğini de ileri sürdü. Ve şöyle dedi: “Öyle ki, herkes Baba’yı onurlandırdığı gibi, Oğul’u da onurlandırsın. Oğul’u onurlandırmayan, O’nu gönderen Baba’yı da onurlandırmaz” (ayet 23). O’nu dinleyen Yahudiler’e göre hiç kimse Tanrı ile kendisini bu şekilde eşit kılan bir iddia ileri sürmemeliydi ve bu yüzden ellerine tekrar taşlar aldılar (Yuhanna 5:18).

İsa’nın Mesih olduğunu Kuran da kabul eder (5:14, 75). Ancak, Eski Antlaşma gelecek olan Mesih’in Tanrı’nın Kendisi olacağını öğretir. Bu nedenle, İsa sözü edilen Mesih olduğunu ileri sürdüğü zaman, aynı zamanda Tanrı olduğunu da söylemiş oluyordu. Örneğin, peygamber Yeşaya, 9:6 ayetinde Mesih’i, “Kadir Tanrı” olarak adlandırır. Mezmur yazarı, Mesih hakkında şunları yazar: “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır” (Mezmur 45:6; İbraniler 1:8). Mezmur 110:1 Baba ve Oğul arasındaki bir konuşmayı kaydeder: “RAB (Adonay) efendime: ‘Ben düşmanlarını ayaklarının altına serinceye kadar sağımda otur’ diyor.” İsa, bu bölümü Matta 22:43-44 ayetlerinde kendisine uyarladı. Daniel kitabının 7. bölümündeki Mesih ile ilgili büyük peygamberlik ayetinde, İnsanoğlu, “eskiden beri var Olan” sözleri ile adlandırılır (ayet 22), bu ad Baba Tanrı ile ilgili aynı bölümde iki kez kullanılır (ayetler 9, 13). İsa aynı zamanda başkâhinin önünde yargılanırken de Mesih olduğunu söyledi. Kendisine, “Yüce Olan’ın (Mübarek’in-Tan­rı’nın) Oğlu Mesih sen misin?” diye sorulduğu zaman, İsa şu yanıtı verdi: “Benim. Ve sizler, İnsanoğlu’nun Kudretli Olan’ın sağında oturduğunu ve göğün bulutları ile geldiğini göreceksiniz.” Bunun üzerine başkâhin giysilerini yırtarak, ‘Artık tanıklara ne ihtiyacımız var? Küfürü işittiniz. Buna ne diyorsunuz?’ dedi” (Markos 14:61-64). İsa, Mesih olduğunu iddia ederken, hiç kuşkusuz aynı zamanda Tanrı olduğunu da iddia etmiş oluyordu (aynı zamanda bakınız, Luka 24:27; Matta 26:54).

Eski Antlaşma Tanrı’dan başka hiç kimseye tapınılmaması gerektiğini belirtir ve bu tür bir tapınmayı yasaklar (Mısır’dan Çıkış 20: 1-4; Yasa’nın Tekrarı 5:6-9). Yeni Antlaşma, bu konuda aynı düşünceye sahiptir, meleklerin yaptığı gibi (Vahiy 22:8-9) insanların da tapınmayı reddettiğini gösterir (Elçilerin İşleri 14:15). Ama İsa pek çok kez, Tanrı olduğunu destekleyen bir şekilde kendisine tapınılmasını kabul etti. İyileştirdiği bir cüzamlı ona tapındı (Matta 8:2) ve ondan bir ricada bulunan bir önder ayaklarının dibinde onun önünde diz çöktü (Matta 9:18). İsa, fırtınayı dindirdikten sonra, “teknedekiler, ‘Sen gerçekten Tanrı’nın Oğlu’sun’ diyerek O’na tapındılar” (Matta 14:33). Kenanlı kadınlardan oluşan bir grup (Matta 15:25), Yakup ve Yuhanna’nın annesi (Matta 20:20), Gerasalı kötü ruha tutulmuş bir adam (Markos 5:6), hepsi de İsa’ya tapındılar ve İsa onları tek bir kelime ile dahi azarlamadı. Ama Mesih aynı zamanda bazı durumlarda tapınmayı temin dahi etti. Örneğin, Tomas, dirildiği Mesih’i gördüğü zaman O’na “Rabbim ve Tanrım” dedi (Yuhanna 20:28). Böyle bir davranışta bulunabilecek tek kişi, yalnızca kendisinin Tanrı olduğunu ciddi şekilde düşünen bir kişi olabilirdi.

İsa aynı zamanda Tanrı’nın sözleri ile kendi sözlerini eşit tuttu. “Atalarımıza... dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki” (Matta 5:21-22) sözleri İsa tarafından pek çok kez tekrarlanan sözlerdir. “Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle, gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin” (Matta 28:18-19). Tanrı, On Buyruğu, Musa’ya vermişti, ama İsa şöyle dedi, “Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin” (Yuhanna 13:34). Size doğrusunu söyleyeyim, yer ve gök ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan ufacık bir harf ya da nokta bile yok olmayacak” (Matta 5:18). Ama daha sonra İsa kendi sözleri hakkında şu beyanda bulundu, “Yer ve gök ortadan kalkacak, ama benim sözlerim asla ortadan kalkmayacaktır” (Matta 24:35). İsa, kendisini reddeden kişiler hakkında şu sözleri söyledi: “Beni reddeden ve sözlerimi kabul etmeyen kişiyi yargılayacak biri var. O kişiyi son günde yargılayacak olan, söylediğim sözdür” (Yuhanna 12:48). İsa’nın, Tanrı’nın, Eski Antlaşma’daki beyanları ile kendi söylediği sözlerin eşit yetkiye sahip olmasını beklediği kuşku götürmez bir gerçektir.

İsa, insanlardan yalnızca kendisine inanmalarını ve buyruklarını yerine getirmelerini istemedi, insanlardan aynı zamanda kendi adı ile dua etmelerini de istedi. “Benim adım ile dilediğiniz her şeyi yapacağım. Benim adım ile benden ne dilerseniz yapacağım” (Yu­hanna 14:13-14). “Eğer bende kalırsanız, ve sözlerim sizde kalırsa, ne isterseniz dileyin, size verilecektir” (Yuhanna 15:7). Hatta İsa, “Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez” diyerek ısrar dahi etti (Yuhanna 14:6). Öğrenciler O’nun bu sözlerine karşılık olarak yalnızca İsa’nın adı ile dua etmek ile kalmadılar (1. Ko­rintliler 5:4), ama aynı zamanda O’na Mesih olarak da dua ettiler (Elçilerin İşleri 7:59). İsa, adının hem Tanrı’nın önünde hem de dua ederken Tanrı olarak belirtilmesi konusunda kesin kararlıydı.

İsa’nın, Tanrı olduğunu iddia ettiği bu pek çok aşikâr durum göz önüne alındığı zaman, Müjdeleri bilen ve taraf tutmayan herhangi bir gözlemcinin farkına varması gereken şudur: İddianın doğruluğunu kabul etsin ya da etmesin, Nasıralı İsa, beden alan Tanrı olduğunu gerçekten iddia etmiştir. Yani, Eski Antlaşma’nın Yeho­vası ile aynı kişi olduğunu ileri sürmüştür.

İsa’nın, kendisi hakkındaki iddiasına ek olarak, öğrencileri aynı zamanda O’nun Tanrı olduğuna ilişkin iddiasını da kabul ettiler. Ve bu iddiayı kabul ettiklerini pek çok şekilde gösterdiler.

Efendileri ile aynı fikirde olan İsa’nın elçileri O’nu, “İlk ve Son” olarak adlandırdılar (Vahiy 1:17; 2:8; 22:13), İsa, “gerçek ışık” (Yuhanna 1:9), onların “kaya”sı ya da “köşe taşı” idi (1. Korintliler 10:4; 1. Petrus 2:6-8; Mezmur 18:2; 95:1), İsa aynı zamanda “damat” (Efesliler 5:28-33; Vahiy 21:2), “baş Çoban” (1. Petrus 5:4), ve “büyük Çoban” (İbraniler 13:20) idi. Eski Antlaşma’da “fidye ile kurtaran”ın (Hoşea 13:14; Mezmur 130:7) rolü, Yeni Antlaşma’da İsa’ya verildi (Titus 2:13; Vahiy 5:9). İsa, günahları bağışlatan ve (Elçilerin İşleri 5:31; Koloseliler 3:13; Yeremya 31:34; Mezmur 130:4) ve dünyanın kurtarıcısı (Yuhanna 4:42; Yeşaya 43:3) olarak da kabul edilir. Elçiler aynı zamanda şunu da öğrettiler, “İsa Mesih, diriler ile ölüleri yargılayacaktır” (2. Timo­teos 4:1). Tüm bu unvanlar Eski Antlaşma’da Yehova’ya, Yeni Antlaşma’da ise İsa’ya verilir.

Yeni Antlaşma İsa’nın İmmanuel (Tanrı bizimledir) olduğu sonucuna varan, Yeşaya 7:14 ayetindeki Mesih ile ilgili ön bildiriye işaret eden bir bölüm ile başlar. “Mesih” unvanı İbranice dilindeki “Mesih” (Meshedilmiş Olan) adı ile aynı anlamı taşır. Zekeriya 12:10 ayetinde Yehova şöyle der: “Bana, yani deştiklerine bakacaklar.” Ama Yeni Antlaşma yazarları bu bölümü iki kez İsa’ya uyarlarlar (Yuhanna 19:37; Vahiy 1:7).

Bu uyarlama ile işaret ettikleri, İsa’nın çarmıha gerilişidir. Pavlus, Yeşaya’nın mesajını şöyle yorumlar: “Çünkü Tanrı benim, başkası yoktur… Her diz önümde çökecek, her dil bana ant içecek”, (Yeşaya 45:22-23) ve aynı sözleri Rabbi için uyarlar, “İsa’nın adı anıldığı zaman, gökteki, yerdeki ve yer altındakilerin hepsi diz çöksün ve her dil Baba Tanrı’nın yüceltilmesi için İsa Mesih’in Rab olduğunu açıkça söylesin” (Filipililer 2:10). Bu ifadenin taşıdığı imalar güçlüdürler, çünkü Pavlus tüm yaratılmış varlıkların İsa’yı hem Mesih hem de Yehova (Rab) olarak çağıracaklarını söyler.

Bazı şeyleri yalnızca Tanrı yapabilir, ama bu şeyler İsa’nın öğrencileri tarafından İsa’ya atfedilirler. İsa’nın ölüleri diriltebildiği (Yuhanna 5, 11) ve günahları bağışladığı (Elçilerin İşleri 5:31; 13:38) söylenir. Ayrıca, evrenin yaratılmasında öncelikli aracı İsa olmuştur (Yuhanna 1:2; Koloseliler 1:16) ve evrenin varlığını sürdüren yine O’dur (Koloseliler 1:17). Her şeyi Yaratan’ın yalnızca Tanrı olduğu kesinlikle söylenebilir, ama öğrencileri, bu gücün İsa’ya ait olduğunu ileri sürerler.

Öğrencilerin İsa’nın adını duanın aracısı ve kabul edicisi olarak kullandıkları belirtilmiştir (1. Korintliler 5:4; Elçilerin İşleri 7:59). Dualarda ve kutsamalarda İsa’nın adı genellikle Tanrı’nın adı ile birlikte kullanılır, “Babamız Tanrı’dan ve Rab İsa Mesih’ten sizlere lütuf ve esenlik olsun” (Galatyalılar 1:3; Efesliler 1:2). İsa’nın adı Üçlü Birlik adları kullanılırken Tanrı’nın adı ile eşit şekilde kullanılarak görünür. “Gidin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adı ile vaftiz edin” buyruğu (Matta 28:19,) örneğinde bu kullanım açıkça görünmektedir. Üçlü birlik adlarındaki bu kullanım 2. Ko­rintliler kitabının sonunda da ortaya çıkar, “Rab İsa Mesih’in lütfu, Tanrı’nın sevgisi, ve Kutsal Ruh’un paydaşlığı hepinizle olsun” (13:14). Eğer yalnızca tek bir Tanrı var ise, o zaman doğaları itibarıyla eşit tutulmaları gerekir.

Tomas, İsa’nın yaralarını gördü ve şöyle dedi: “Rabbim ve Tanrım!” (Yuhanna 20:28). Pavlus, İsa’dan, “Tanrı’nın bütün doluluğu bedence Mesih’te bulunuyor” diyerek söz eder (Koloseliler 2:9). Titus kitabında İsa şöyle adlandırılır: “Ulu Tanrı ve Kurtarıcımız İsa Mesih” (2:13) ve İbraniler kitabının yazarı, ona, “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır” ifadesi ile hitap eder (1:8). Pavlus, Mesih var olmadan önce, O’nun gerçekten insan olduğuna açıkça işaret eden bir ifade olan “insan biçiminde” sözlerini kullanır, ve “Tanrı özüne sahip olduğu halde ululuğunu bir kenara bıraktı” der (Filipililer 2:5-8). Birbirine paralel olan terimlerin ortaya koyduğu gerçek şudur: Eğer İsa tam olarak bir insan oldu ise, o zaman aynı zamanda tam olarak da Tanrı idi. Koloseliler 1:15 ayetinde kullanılan “Tanrı’nın görünümü” ifadesi Tanrı’nın kendisinin görünmesi anlamında kullanılır. Bu tanım, İbraniler kitabında yer alan şu ifadede güçlendirilir, “Oğul Tanrı yüceliğinin parıltısı, O’nun varlığının öz görünümüdür. Güçlü sözü ile her şeyi devam ettirir” (İbraniler 1:3). Aynı zamanda Yuhanna Müjdesi’nin ilk sözleri de şöyledir: “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı ile birlikteydi ve Söz (İSA) Tanrıydı” (Yuhanna 1:1, vurgu bize aittir).

Öğrencileri, İsa’nın yalnızca bir insandan daha fazlası olduğuna inanmakla kalmadılar, O’nun melekler dahil olmak üzere yaratılmış olan herhangi bir varlıktan çok daha büyük olduğuna inandılar. Pavlus, İsa hakkında şunları yazar: “Tanrı, O’nu bütün yönetimlerin, hükümranlıkların, güç ve egemenliklerin, yalnız bu çağda değil, gelecek çağda da anılacak bütün adların çok üstüne çıkardı” (Efesliler 1:21). Kötü ruhlar, O kendilerine buyruk verdiği zaman boyun eğdiler (Matta 8:32) ve kendilerine tapınılmasını reddeden meleklerin bile O’na tapındıkları görüldü (Vahiy 22:8-9). İbraniler kitabının yazarı, şu sözleri ile Mesih’in melekler üzerinde sahip olduğu üstünlüğe ilişkin tam bir kanıt sunar: “Çünkü Tanrı, meleklerin herhangi birine ‘Sen benim Oğlumsun, bugün ben sana Baba oldum’ demiş midir? Yine Tanrı ilk doğanı dünyaya gönderirken diyor ki, ‘Tanrı’nın bütün melekleri O’na tapınsın’ (İbraniler 1:5-6). Mesih’in asla bir melek olmadığı, ama meleklerin tapındığı Tanrı olduğuna ilişkin bundan daha açık ve net bir öğretiş olamazdı.

Özetleyecek olursak, hem İsa’nın kendisinin hem de O’nu en yakından tanıyanların İsa’nın Tanrı olduğunu iddia ettiğine ve O’nun izleyicilerinin bu iddiasının doğru ve gerçek olduğuna inandıklarına dair çok sayıda tanıklık mevcuttur. Nasıralı marangoza yalnızca Tanrı’ya uygulanabilecek olan eşsiz unvanlar, güçler, ayrıcalıklar, yetkiler ve eylemler atfettiler. Durum bu olsun olmasın, onların buna ve İsa’nın kendi hakkında öğrettiklerine inandıkları konusunda hiçbir kuşku yoktur. C. S. Lewis’in Mesih’in iddialarındaki cesaret ile yüz yüze gelerek doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, bizler, farklı seçenekler ile karşı karşıyayızdır:

Ben burada, insanların genellikle O’nun hakkında söyledikleri gerçekten akılsızca şeyler söylenmesin diye insanları hataya düşmekten korumaya çalışıyorum. Örneğin, herhangi birinin şu sözleri söylemesine engel olmayı arzu ediyorum: “İsa’yı büyük bir ahlak öğretmeni olarak kabul etmeye hazırım, ama O’nun, Tanrı olduğu iddiasını kabul etmiyorum.” Bu ifade, söylemememiz gereken şeylerden biridir. Yalızca insan olan ve İsa’nın söylediği türde sözler söyleyen biri, büyük bir ahlak öğretmeni olamazdı. Ancak aklını yitirmiş biri olabilirdi –sıcak suya kırılıp pişirilmiş yumurta olduğunu söyleyen bir kişi ile aynı seviyedeki birinden farkı olmazdı– ya da böyle biri Cehennemin Şeytan’ı dahi olabilirdi.54.

İsa’nın Tanrı Olduğuna Dair Mucizevi Peygamberlik Onayı

İsa’nın ve öğrencilerinin, İsa’nın beden alan Tanrı olduğu ile ilgili iddialar ileri sürdüklerini söylemeleri, O’nun Tanrı olduğunu kanıtlamak için yeterli değildir. Asıl önemli olan, bu iddiaların gerçek olup olmadığına dair herhangi bir haklı neden bulunup bulunmadığıdır. İsa, Tanrı olduğunu iddia ederken, bu iddialarını desteklemek için ne tür bir kanıt sundu? Bu sorunun yanıtı şudur: İsa iddiaları ile ilgili, onları onaylayan eşsiz ve tekrarlanan sayıda doğaüstü onaylar sürdü. Kutsal Kitap’a ait dönemlerde Muhammed bu doğaüstü onayları gerçek bir peygamber olmanın belirtisi olarak kabul etti (bakınız, 2:92, 210, 248). Bu delil ile ilgili yürütülen mantık şu şekilde devam eder:

  1. Bir mucize, kendisi ile bağlantısı olan gerçek iddiasını onaylayan bir Tanrı eylemidir.
  2. İsa, Tanrı olduğu hakkındaki iddiasını onaylamak için mucizevi kanıtın eşsiz ve çok sayıda örneğini sundu:
    1. İsa, peygamberlikleri yerine getirdi.
    2. İsa’nın yaşamı günahsızdı ve mucizeler yaptı ve
    3. Ölümden dirildi.
  3. Bu nedenle, İsa’nın eşsiz mucizeleri O’nun Tanrı olduğunu onaylar.

Eski Antlaşma’da Mesih ile ilgili olarak düzinelerce ön bildiri niteliğinde peygamberlikler mevcuttu. Aşağıda, yüzlerce yıl önce İsa hakkında yazılmış olan ön bildirilere yer verilmiştir. Bu ön bildiriler üzerinde düşünmenizi öneriyoruz:

  1. Bir kadından doğdu (Yaratılış 3:15; Galatyalılar 4:4);
  2. Bir bakireden doğdu (Yeşaya 7:14; Matta 1:21f);
  3. İ.Ö. 444 yılında Yeruşalim kentinin yeniden bina edilmesi için yapılan duyurudan 483 yıl sonra “kesilecek” (ölecek) (Daniel 9:24f);55.
  4. İbrahim’in tohumu (Yaratılış 12:1-3 ve 22:18; Matta 1:1 ve Galatyalılar 3:16);
  5. Yahuda soyundan gelecek (Yaratılış 49:10; Luka 3:23, 33 ve İbraniler 7:14);
  6. Davud’un evi (2. Samuel 7:12f; Matta 1:1);
  7. Beytlehem’de doğdu (Mika 5:2; Matta 2:1 ve Luka 2:47);
  8. Kutsal Ruh tarafından meshedildi (Yeşaya 11:2; Matta 3:16-17);
  9. Rab’bin elçisi tarafından ilan edildi (Yeşaya 40:3; ve Malaki 3:1; Matta 3:1-2);
  10. İsa mucizeler yapacaktı (Yeşaya 35: 5-6; Matta 9:35);
  11. Tapınağı temizleyecekti (Malaki 3:1; Matta 21:12f);
  12. Yahudiler tarafından reddedilecekti (Mezmur 118:22; 1. Pet­rus 2:7);
  13. Aşağıdaki şıklarda belirtilen şekillerde aşağılanarak ölecekti (Mezmur 22 ve Yeşaya 53; Matta 9:35);
    1. kendi halkı tarafından reddedilme (Yeşaya 53:3; Yuhanna 1:10-11; 7:5, 48);
    2. kendisini suçlayanların önünde ağzını açmadı (Yeşaya 53:7; Matta 27:12-19);
    3. onunla alay edildi (Mezmur 22:7-8); Matta 27:31);
    4. elleri ve ayakları delindi (Mezmur 22:16; Luka 23:33);
    5. haydutların ortasında öldü (Yeşaya 53:12; Matta 27:44);
    6. kendisine zulmedenler için dua etti (Yeşaya 53:12; Luka 23:43);
    7. böğrü delindi (Zekeriya 12:10; Yuhanna 19:34);
    8. zengin bir adamın mezarına gömüldü (Yeşaya 53:9; Matta 27: 57-60);
    9. giysileri için zar atıldı (Mezmur 22:18; Yuhanna 19:23-24);
  14. Ölümden dirilecekti (Mezmur 2:7 ve 16:10; Elçilerin İşleri 2:31 ve Markos 16:6);
  15. Göğe yükseltildi (Mezmur 68:8; Elçilerin İşleri 1:9);
  16. Baba’nın sağında oturdu (Mezmur 110:1; İbraniler 1:39.

Bu peygamberliklerin Mesih’in doğumundan yüzlerce yıl önce yazılmış olduklarının farkında olmak çok önemlidir.

Ayrıca, Kuran’da belirtilen peygamberliklerden farklı olarak (bakınız Bölüm 9), Mesih’in kesin zamanına, geleceği soya (Yahuda), soyağacına (Davut), doğacağı kente (Beytlehem) işaret eden Kutsal Kitap’taki ön bildirilerin özel doğasına dikkat edin. Tüm bunlara ek olarak en özgür eleştirmenler dahi peygamberlik kitaplarının en az Mesih’ten dört yüzyıl ve İ.Ö. yaklaşık 165 yılında yazılmış olan Daniel kitabından önce tamamlandıklarını kabul ederler. Bu kitapların çoğuna daha erken bir tarih vermek (Mezmurların bazıları ve daha önceki peygamberler İ.Ö. sekizinci ve dokuzuncu yüzyılların tarihlerini taşırlar) için yeterli kanıt mevcut olmasına rağmen, böyle yapmak çok az bir fark oluşturacaktır. Gelecekte yer alan iki yüzyıl için net, tekrarlanan ve kesin ön bildiriler yapmak insan için mümkün değildir. Ama Tanrı her şeyi bilir ve geleceği önceden bildirmek onun için zor değildir. Bu nedenle, eleştirmenler tarafından Eski Antlaşma için verilen geç tarih kullanıldığı zaman bile, bu peygamberliklerin Tanrı’ya inanan bir evrende bile yerine gelmeleri mucizevi bir durumdur ve İsa’nın, Mesih olduğuna ilişkin tanrısal bir onaya işaret eder.

Bazı kişiler burada yalnızca doğaüstü ön bildiriler gibi görünen şeyler için dağla bir açıklamanın mevcut olduğunu ileri sürdüler. Açıklamaların biri, peygamberliklerin bir rastlantı sonucu İsa’da yerine gelmiş olduklarıdır. Başka bir deyişle, İsa tesadüfen doğru yerde doğru zamanda bulunmuştur. Ama mucizeler içeren peygamberlikler hakkında ne söylememiz gerekir? İsa’nın, kör adamın görmesini sağlaması yalnızca tesadüf müydü? Yine İsa, ölümden yalnızca rastlantı sonucu mu dirildi? Tüm bu olayların yalnızca rastlantısal olmaları çok zor gibi görünmektedir. Söylediğimiz gibi, eğer evreni kontrol eden bir Tanrı mevcut ise, o zaman rastlantıdan söz edilemez. Ayrıca, tüm bu olayların tek bir kişinin yaşamında bir araya gelmiş olması imkansızdır. Matematikçiler56. 16 ön bildirinin tek bir kişinin yaşamında yerine gelme olasılığının 1045 de 1 olduğunu hesaplamışlardır. Eğer bu ön bildirilerin sayısını kırk sekize yükseltecek olursak, olasılık 10157 de 1 haline gelir. Bizim için böylesine yüksek sayıdaki bir rakamı algılamak neredeyse imkansızdır.

Ama bu teoriyi geçersiz kılan yalnızca mantığa dayalı bir olasılık dışı durum değildir; bu teori ahlaksal açıdan inanılmazdır; Gücü her şeye yeten ve her şeyi bilen bir Tanrı, bir kişi yalnızca doğru yerde doğru zamanda bulunduğu için peygamberlikleri ile ilgili yaptığı tüm planların mahvedilmesine, her şeyin kontrolden çıkmasına izin vermez. Tanrı yalan söyleyemez, ya da sözünden dönemez (İbraniler 6:18). Bu nedenle, Tanrı’nın, peygamberlik vaatlerinin rastlantılar tarafından engellenmesine izin vermeyeceği sonucuna varmamız gerekir. Tüm kanıtlar, Mesih ile ilgili peygamberliklerin Tanrı’nın istediği şekilde İsa’da yerine geldiğine işaret eder. İsa, Tanrı’nın belirtileri tarafından onaylanan Tanrı’nın adamıydı. Kısaca, eğer Tanrı, ön bildirileri Mesih’in yaşamında yerine gelmeleri için verdiyse, o zaman bu ön bildirilerin başka birinin yaşamında yerine gelmelerine izin vermezdi. Gerçeğin Tanrısı, bir yalanın gerçekmiş gibi onaylanmasına izin vermezdi.

İsa’nın Mucizevi ve Günahsız Yaşamının Kanıtı

Mesih’in yaşamının doğası O’nun, Tanrı olduğuna ilişkin iddiasını ortaya koyar. Gerçekten günahsız bir yaşam sürmek, herhangi bir insani varlık için önemli bir başarı olurdu, ama birinin Tanrı olduğunu iddia etmesi ve bu iddianın kanıtı olarak günahsız bir yaşam sürmesi, farklı bir konudur. Muhammed hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmadı.57. İsa’ya düşman olan kişilerden bazıları, O’na karşı sahte suçlamalarda bulundular, ama İsa’yı yargılayan Pila­tus’un verdiği hüküm, tarihin hükmü olmuştur: “Bu adamda hiçbir suç görmüyorum” (Luka 23:4). Çarmıhın yanında duran ve olayları gören bir yüzbaşı, “Bu adam gerçekten doğru biriydi” (Luka 23:47) diyerek Pilatus’un düşüncesini paylaştı, ve İsa’nın yanında çarmıha gerilmiş olan iki suçludan biri, “Bu adam hiçbir kötülük yapmadı” dedi (Luka 23:41). Ama bu konudaki gerçeğin kanıtlanması İsa’ya en yakın olan kişilerin O’nun hakkında söylediklerinin incelenmesi ile mümkündür. İsa’nın öğrencileri birkaç yıl boyunca O’nun çok yakınında bulundular, O’nunla yaşadılar ve O’nunla çalıştılar. Ve O’nun hakkındaki düşünceleri hiçbir zaman değişmedi, her zaman aynı kaldı. Petrus, Mesih’ten, “kusursuz ve lekesiz bir kuzu” (1. Petrus 1:19) olarak söz etti ve bu sözlerine şunları ekledi: “O günah işlemedi, ağzından hileli söz çıkmadı” (2:2). Yuhanna O’nu, “adil olan İsa Mesih” (1. Yuhanna 2:1; 3:7)) olarak adlandırdı. Pav­lus, ilk kilisenin, “günahı bilmeyen” (2. Ko­rintliler 5:21) Mesih’e duyduğu ortak inancı ifade etti. Ve İbraniler kitabının yazarı, İsa’nın bir insan olarak denendiğini ve “günah işlemediğini” (4:15) söyler. İsa’nın kendisi, bir gün O’nu suçlayan kişilere şu sözleri ile meydan okudu: “Hanginiz bana günahlı olduğumu kanıtlayabilir?” (Yuhanna 8:46), ama hiç kimse O’nda hiçbir suç bulamadı. İsa, bir kişinin, düşmanından intikam almasını yasakladı (Matta 5:38-42) ve Muhammed’den farklı olarak, İsa mesajını yaymak için hiçbir zaman kılıç kullanmadı (Matta 26:52). Durum böyle olduğu için, Mesih’in kusursuz ve günahsız karakteri O’nun iddiasının gerçek olduğuna ilişkin çifte tanıklıkta bulunur. Bu günahsız karakteri, O’nun söylediklerini destekleyen kanıt sağlar, ama aynı zamanda bize, Tanrı olduğunu söylediği zaman yalan söylemediği konusunda da güvence verir.

İsa’nın yaşamının ahlaki görünümlerinin yanı sıra İsa’nın hizmetinin mucizevi doğası da gözlerimizin önündedir. Müslümanlar bile bu mucizevi doğayı kabul ederler ve bu doğanın bir peygamberlik iddiasını tanrısal bir biçimde onaylayan yeterlilikte olduğuna inanırlar. Ancak İsa, benzeri görülmemiş pek çok mucize yaptı. Suyu şaraba çevirdi (Yuhanna 2:7f.), suyun üzerinde yürüdü (Matta 14:25), ekmeği çoğalttı (Yuhanna 6:11f.), körlerin gözlerini açtı (Yuhanna 9:7f.), kötürümleri yürüttü (Markos 2:3f.), cinleri kovdu (Markos 3:11f.), çok sayıdaki her tür hastalığı iyileştirdi (Matta 9:35), iyileştirdiği bu hastalıklara cüzam da dahildi (Markos 1:41-42), ve hatta pek çok kez ölüleri tekrar yaşama döndürerek diriltti (Yuhanna 11:43-44; Luka 7:11-15; Markos 5:35f.). Kendisine Mesih olup olmadığı sorulduğu zaman, İsa, iddiasını destekleyen mucizelerini şu sözleri ile kanıt olarak kullandı, “Gidin, işitip gördüklerinizi Yahya’ya bildirin. Körlerin gözleri açılıyor, kötürümler yürüyor, cüzamlılar temiz kılınıyor, sağırlar işitiyor ve ölüler diriliyor” (Matta 11:4-5). Mucizelerin böyle özel bir şekilde bol olmaları Mesih’in gelmiş olduğuna dair özel bir belirtiydi (Yeşaya 35:5-6). Hatta Yahudi önderlerden biri olan Nikodemus bile şöyle dedi: “Rabbi, senin Tanrı’dan gelmiş bir öğretmen olduğunu biliyoruz Çünkü tanrı kendisi ile olmadıkça, kimse senin yaptığın bu mucizeleri yapamaz” (Yuhanna 3:2). Birinci yüzyılda yaşayan bir Yahudi için Mesih’in yaptığı türdeki mucizeler, Tanrı’nın, mucizeleri yapan bu kişinin mesajını onayladığını gösteren aşikâr belirtilerdi. Ama İsa’nın konumunda, verilen bu mesajın bir bölümü O’nun beden alan Tanrı olduğunu da kapsıyordu. Böylelikle, İsa’nın yaptığı mucizeler, O’nun Tanrı olduğu iddiasını gerçekten doğrularlar.

İsa’nın Mucizevi Dirilişi

İsa’nın Tanrı olduğuna dair iddiasını destekleyen kanıtın üçüncü çizgisi, tüm diğerleri arasındaki en büyüğüdür. Bu çizgi, diğer başka hiçbir din tarafından iddia edilmemiştir ve bu iddiayı onaylamak için başka hiçbir mucize, böylesine çok sayıda tarihi kanıta sahip değildir. İsa Mesih, üçüncü günde öldüğü aynı fiziksel beden ile ölümden dirildi, ama şimdi bu beden değişikti. Dirilmiş olan bu fiziksel bedende İsa kırk günden fazla süren bir dönem içinde, on iki farklı yerde beş yüzden fazla öğrencisine göründü ve onlar ile konuştu. Aşağıdaki çizelgede özetlenen, üstünlüğü kesin kanıtlar üzerinde düşünün:

MESİH’İN GÖRÜNDÜĞÜ ON İKİ OLAYIN SIRALAMASI
  KİŞİLER GÖRDÜ DUYDU DOKUNDU DİĞER KANIT
1. Meryem (Yuhanna 20:10-18) X X X Boş mezar
2. Meryem & Kadınlar (Matta 28:1-10) X X X Boş mezar
3. Petrus (1. Korintliler 15:5) X X   Boş mezar, Giysiler
4. İki Öğrenci (Luka 24:13-35) X X   O’nunla yemek yediler
5. On Elçi (Luka 24:36-49; Yuhanna 20:19-23) X X X** Yaraları gördü, Yemek yedi
6. On Bir Elçi (Yuhanna 20:24-31) X X X** Yaraları gördü
7. Yedi Elçi (Yuhanna 21) X X   Yemek yedi
8. Tüm Elçiler (Matta 28:16-20; Markos 16:14-18) X X    
9. Beş Yüz Kardeş (1. Korintliler 15:6) X X*    
10. Yakup (1. Korintliler 15:7) X X*    
11. Tüm Elçiler X X*   O’nunla yemek yedi
12. Pavlus (Elç. İşleri 9:1-9; 1. Korintliler 15:8) X X    
  * İma edilen        
  ** Dokunmaları için kendisini sundu        

İsa’nın bu görünümlerinin doğası, kapsamı ve zamanları İsa’nın öldüğü bedendeki sayıca aynı et ve kemikler ile gerçekten dirildiğine ilişkin kuşkuların hepsini yok eder. O’nun kırk günlük bir zaman dönemi içinde on iki farklı yerde beş yüzden fazla sayıda kişiye göründüğüne (Elçilerin İşleri 1:3) dikkat edin. Her göründüğü zaman gören kişinin doğal duyuları ile görüldü ve işitildi. Dört farklı olayda, ya kendisine dokunuldu ya da O, görenlerden kendisine dokunmalarını istedi. İki olayda kendisine fiziksel eller ile dokunulduğu kesindi. Bazı kişiler O’nun boş mezarını dört kez gördüler ve O iki kez onlara çarmıhta aldığı yaralarını gösterdi. Mezardan bedeni ile dirildiğini kanıtlamak için mümkün olan her imkanı birebir denedi. Eski çağdaki hiçbir olay, İsa’nın dirilişini doğrulayan tanıkların sayısı kadar çok sayıda tanıklığa sahip değildir.

Mesih’in dirilişi hakkındaki en şaşırtıcı şey, hem Eski Antlaşma’nın hem de İsa’nın kendisinin ölümden dirileceğini önceden bildirmiş olduğu gerçeğidir. Bu durum, Mesih’in dirilişinin kanıtsal değerini eşsiz bir biçimde ön plana çıkarır.

Yahudi peygamberler dirilişi hem belirgin ifadeler ile hem de mantıksal tümdengelim aracılığı ile önceden bildirdiler. Öncelikle belirtmemiz gereken, elçilerin Eski Antlaşma’dan alıntı yaparak Mesih’in dirilişine uyarladıkları özel bölümlerin mevcut olduğudur. Petrus şöyle der: “Davut’un öldüğünü ve gömüldüğünü bildiğimize göre, söylediği şu sözleri ile Mesih’ten söz etmiş olması gerekir: “Sen beni ölüler diyarına terk etmezsin, sadık kulunun çürümesine izin vermezsin” (Mezmur 16:8-11; Elçilerin işleri 2:25-31 ayetlerinde aynı ifadenin aktarması yapılmıştır). Pavlus, “Yahudi sinagoglarında onlarla Kutsal Yazılar üzerinde tartışırken, Mesih’in acı çekip ölümden dirilmesi gerektiğine dair açıklamalarda bulunup kanıtlar gösterirken” (Elçilerin İşleri 17:2-3), bu gibi bölümleri kullandığına dair kuşku yoktur.

Eski Antlaşma, aynı zamanda dirilişi mantıksal tümdengelim aracılığı ile öğretir. Mesih’in ölmesi gerektiğine dair açık ve kesin öğretiş mevcuttur (Yeşaya 53: Mezmur 22) ve aynı zamanda Yeruşa­lim’de sonsuza kadar sürecek olan bir egemenlik süreceği (Yeşaya 9:6; Daniel 2:44; Zekeriya 13:1) de aşikâr bir şekilde ifade edilmiştir. Ölen Mesih sonsuza kadar egemenlik sürmek üzere ölümden dirilmediği takdirde bu iki öğretişi bir araya getirip uzlaştırmak için hiçbir tutarlı yol bulunmamaktadır.58. İsa, egemenlik kurmaya başlayamadan önce öldü. Ancak İsa dirildiği takdirde Mesih’in egemenliği ile ilgili peygamberlikler yerine gelebilirdi.

İsa, aynı zamanda pek çok olayda ölümden dirileceğini de önceden bildirdi. Hizmetine başladığı ilk günlerde bile öleceğine dair bilgi verdi: “Bu tapınağı bedenimi. yıkın, üç günde onu yeniden kuracağım” (Yuhanna 2:19-21). Daha sonra Mata 12:40 ayetinde şöyle dedi: “Yunus nasıl üç gün üç gece o koca balığın karnında kaldıysa, İnsanoğlu da üç gün üç gece yerin bağrında kalacaktır.” O’nun mucizelerini görmüş olan ama hala inat ederek inanmayanlara hitap ederek sık sık şöyle derdi: “Kötü ve vefasız kuşak bir belirti istiyor! Ama ona peygamber Yunus’un belirtisinden başka bir belirti gösterilmeyecektir” (Matta 12:39; 16:4). Petrus’un itirafından sonra İsa, “İnsanoğlu’nun çok acı çekmesi, öldürülmesi ve üç gün sonra dirilmesi gerektiğini onlara anlatmaya başladı” (Markos 8:31) ve o andan ölümüne kadar geçen zaman içinde bu söyledikleri öğretişinin ana bölümü haline geldi (Markos 14:58; Matta 27:63). Ayrıca, İsa, kendisini ölümden dirilteceğini de kendi yaşamı hakkındaki şu sözleri ile ifade etti: “Canımı kimse benden alamaz; ben onu kendiliğimden veririm. Onu vermeye de geri almaya da yetkim var” (Yuhanna 10:18)59.

Kısaca özetleyecek olursak, İsa Tanrı olduğunu iddia etti ve Tanrı olduğunu kanıtladı. İsa, Tanrı olduğunu, önceden vaki olmamış üç tane mucizenin birbirine yaklaşması aracılığı ile kanıtladı. Bu doğaüstü olayların birbirlerine olan eşsiz yaklaşımları O’nun yalnızca beden alan Tanrı olduğu iddiasını onaylamak ile kalmaz, ama aynı zamanda İsa’nın iddiasının Tanrı’ya giden tek yol olduğunu da ortaya koyar. İsa şöyle dedi: “Yol, Gerçek ve Yaşam Ben’im. Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez” (Yuhanna 14:6; 10:1, 9-10). İsa’nın elçileri, O’nun bu sözlerine şöyle karşılık verdiler, “Başka hiç kimsede kurtuluş yoktur. Bu göğün altında insanlara bağışlanmış, bizi kurtarabilecek başka hiçbir ad yoktur” (Elçilerin İşleri 4:12; 1. Timoteos 2:5).

Son Bir İtiraz

Daha önce mucize iddialarının kendi kendilerini iptal eden doğası hakkında David Hume’un ileri sürdüğü delilin Müslümanlar’ın, Muhammed hakkında ileri sürdükleri iddiayı nasıl zayıflattığını göstermiştik (bakınız Bölüm 4). Ve biraz önce bu aynı delilin Mesih’in iddialarını nasıl mucizevi bir şekilde onayladığını da gösterdik. Şimdi geriye kalan, bu tanrısal onaylamanın başka hiçbir dine değil, yalnızca Hristiyanlığa özgü bir onay olduğunu göstermektir.

Hume, şu delili ileri sürer: “Bu nedenle, bu dinlerden herhangi birinde (ve hepsi de mucizeler ile doludur) gerçekleştiği varsayılan her mucize daha dolaylı yoldan olmasına rağmen, diğer her sistemi yok etmek için aynı güce sahiptir: ve rakip bir sistem yok edildiği zaman, bu sistem aynı şekilde sistemin üzerine kurulu olduğu bu mucizelerin değerini de yok etmiş olur.” Kısaca, bir mucizenin doğrudan faaliyet alanı, nasıl kendisinin atfedilmiş olduğu belirli sistemi bina etmek ise, benzer şekilde diğer her sistemi bozmak için de aynı güce sahiptir.”60. Başka bir deyişle, her bir türü aynı olan mucizeler, dini bir sistemin gerçeğine tanıklık ederek kendi kendilerini iptal etme özeliğine sahiptirler.

Hume’un ileri sürdüğü delil, Yeni Antlaşma’daki mucizelerin aksini kanıtlamak yerine farkında olmadan İsa’nın mucizelerinin güvenilirliğini destekler. Çünkü bu delil, İslam’ın iddialarında olduğu gibi Hristiyan olmayan tüm mucize iddialarına karşı sağduyulu bir delildir, Mesih’in yapmış olduğu eşsiz mucizelere karşı bir delil değildir. Bu delili aşağıda yeniden ifade edelim.

  1. Hristiyan olmayan tüm dinler (mucize iddiasında bulunan) benzer “mucizeler” iddiaları tarafından destek görürler.61.
  2. Ama bu tür “mucizeler” kanıtsal değere sahip değildirler (çünkü kendi kendilerini iptal ederler ve yetersiz tanıklıklar üzerine bina edilmişlerdir).
  3. Bu nedenle, Hristiyan olmayan hiçbir din mucizeler tarafından destek görmez.

Eğer durum böyle ise, o zaman biri, yalnızca Hristiyanlığın gerçek olduğuna dair tanrısal onayı tartışabilir.

  1. Yalnızca Hristiyanlık yeterli tanıklık aracılığı ile onaylanan eşsiz mucize iddialarına sahiptir.
  2. İddiaları hakkında eşsiz mucizevi onaya sahip olan, gerçektir (karşıt görüşlerin aksi olarak).
  3. Bu nedenle, Hristiyanlık gerçektir (İslam gibi karşıt görüşlerin aksi olarak).

Özet

Eşsiz mucizelerin bir araya getirilişi konusunda onay gören tek dünya din önderi, İsa’dır. Gerçekten de, (Bölüm 8’de) görmüş olduğumuz gibi, Muhammed, İsa’nın yaptığı şekilde iddiasını desteklemek için mucizeler yapmayı reddetti (bakınız, 3:181-84). Aslında Muhammed dahil olmak üzere hiçbir dünya din önderi Tanrı olduğunu iddia etmedi. Ve kendileri hakkında iddia ettikleri dikkate alınmaksızın hiçbir dünya din lideri asla yüzlerce yıl önce yapılmış çok sayıda peygamberliği yerine getirmek suretiyle iddialarını kanıtlamadı, mucizevi ve günahsız bir yaşam sürmedi ve ölümünden kendisini dirilteceğini önceden bildirmedi ve dirilmedi. Bu nedenle, yalnızca İsa, Tanrı’nın Oğlu, beden almış Tanrı olarak kabul görmeyi hak eder.


1. Ajijola, 183.

2. Abdalati, 158.

3. Mufassir 22.

4. Ahmed Deedat’ın, Mesih’in çarmıhta asla ölmediğine ilişkin ileri sürdüğü delillere bir karşılık olarak bakınız, McDowell ve Gilchrist, 47f.

5. Saygı gören tıp uzmanlarının bazıları Mesih’in çarmıhtaki ölümünü onaylayan yazılar yazdılar, bu tıp uzmanlarının adlarından ve eserlerinden söz edelim; Dr. Pierre Barbet, A Doctor at Calvary, ve W. Stroud, Treatise on the Physical Cause of the Death of Christ and Its Relation to the Principles and Practice of Christianity, ikinci baskı. (Londra: Hamilton & Adams, 1871), 28-156, 489-94.

6. Bakınız The Journal of the American Medical Association (Mart 21, 1986), 1463.

7. Flavius Josephus, “Antiquities of the Jews” 18:3, çeviri William Whiston, Josephus: Complete Works (Grand Rapids: Kregel, 1963), 379, vurgulama bize aittir.

8. Cornelius Tacitus (M.S. 55? – 117’den sonra), Annals, 15,44.

9. Bakınız F. F. Bruce, The New Testament Documents: Are They Reliable? (Ch, cago: Inter-Varsity Press, 1968), 113.

10. Lucian, On the Death of Peregrine.

11. Bakınız Bruce, 114.

12. Babylonian Talmud (Sanhedrin 43a, “Eve of Passover”).

13. Phlegon’un “Chronicles” adlı eserinden Origen’in aktarması, “Against Celsus”, The ante-Nicene Fathers’dan alıntı çeviri, Alexander Roberts ve James Donaldson (Grand Rapids: Eerdmans, 1976), cilt 4, 444, vurgulama bize aittir.

14. Aynı kitapta.

15. Polycarp, “The Epistle of Polycarp to the Philippans,” The Apostolic Fathers,’daki bölüm, 1. baskı. A. Cleveland Coxe, in roberts and donaldson, 33.

16. Ignatius, The Epistle of Ignatius to the Tarsians, “The Apostolic Fathers” daki Bölüm, 3. baskı, A. Cleveland Coxe, in Roberts and Donaldson, The Ante-Nicene Fathers 107; vurgulama bize aittir.

17. Justin Martyr, Dialogue With Trypho.

18. Kuran, Eski Çağ dünyasından değil, Orta Çağ dünyasından gelir.

19. Bakınız Bruce, 16.

20. Geisler ve Nix, bölüm 26.

21. John Rylands’ın papirüsü (P52), tarihi M.S. 117-38.

22. Burada yalnızca Yeni Antlaşma ile ilgileniyoruz, çünkü yalnızca Yeni Antlaşma Mesih’in iddialarının temellendirilmesi açısından önem taşır. Ama yine de, el yazması belgeler ile ilgili kanıt aynı zamanda karşı konulamaz bir şekilde Eski Antlaşma’ya ait el yazması belgelerin doğruluğunu da destekler. Geisler ve Nix’in 21. bölümünde yer alan tartışmaya bakınız.

23. Bakınız Geisler ve Nix.

24. T. Robertson, An Introduction to the Textual Criticism of the New Testament (Nashville, Broadman, 1925), 22.

25. Philip Schaf, Companion to the Grek Testament and English Version (New York: Harper, 1883), 177.

26. Bakınız Geisler ve Nix, 408.

27. Yazıcı hataları ile ilgili örnekler ve sınıflandırmalar için bakınız, aynı kitapta, 469-73.

28. Bruce Metzger, Chapters in the History of New Testament Textual Criticism (Grand Rapids: Eerdmans, 1963).

29. Frederic Kenyon, Our Bible and the Ancient Manuscripts, 4. baskı. (New York: Harper, 1958), 55.

30. McCormick’s Handbook of the Law of Evidence, 2. baskı. (St. Paul, Minn.: West, 1972), sec. 223.

31. John W. Montgomery, The Law Above the Law (Minneapolis: Bethany, 1975).

32. Greenleaf, 9-10.

33. Nelson Glueck, Rivers in the Desert: A History of the Negev (Philadelphia: Jewish Publication Society, 1969), 136.

34. William F. Albright ile görüşme, Christianity Today, January 18, 1963, 359.

35. John A. T. Robinson, Honest to God (Philadelphia: Westminster, 1963), esp.352-53.

36. Eta Linnemann, Historical Criticism of the Bible: Methodology or Ideology? (Grand Rapids: Baker, 1990), 20.

37. Aynı kitapta.

38. Daha ayrıntılı bir delil için, bakınız Geisler ve Nix, 440-47.

39. Sir William Ramsay, St. Paul the Traveller and the Roman Citizen (New York: G. Putnam’s sons, 1896), esp. 8.

40. C. S. Lewis, Christian Reflections (Grand Rapids: Eerdmans, 197), 154-55.

41. Müjdelerin birbirleri ile birebir bağımlılık içinde olmadıklarına ilişkin eski bir Kutsal Kitap eleştirisi tarafından öne sürülen güçlü bir delil için bakınız, Linnemann, aynı kitapta.

42. Bakınız Ramsay, 8.

43. Bakınız Colin Hemer, Acts in the Setting of Hellenic History, (Winona Lake, IN: Eisenbrauns, 1990).

44. Hume, 120.

45. Bu düşünceyi destekleyen daha fazla ayrıntı için bakınız Geisler ve Howe, Bölüm 10.

46. Uyum sağlanma ile ilgili tüm kurallar hakkında daha ayrıntılı bir inceleme için bakınız Geisler ve Howe, Bölüm 1.

47. Glueck, 31.

48. Millar Burrows, What Mean These Stones? (New Haven: American Chools of Oriental Research, 1941), 1.

49. Clifford A. Wilson. Rocks, Relics and Biblcal Reliability (Grand Rapids: Zondervan, 197).

50. Not 31’de aktarıldı.

51. Kuran’da yer alan İsa hakkındaki tüm referanslar ile ilgili harika bir çalışma için bakınız, Parrinder.

52. Aksine, bu surenin, İsa’nın göğe alındığı ile ilgili bir referans olduğuna inanırlar.

53. Bu kısımdaki Kutsal Kitap referansları American Standard Version’dan alınmıştır, çünkü Tanrı’nın kutsal adını (Yahwe) Yehova olarak tercüme etmişlerdir.

54. C. S. Lewis, Mere Christianity (New York: The Macmillan Co., 1943), 55-56.

55. Profesör Harold W. Hoehner, bu olayın İsa’nın çarmıha gerildiği M.S. 33 yılında yerine geldiğini gösterir. Bu kişinin Chronological Aspects of the Life of Christ adlı kitabına bakınız (Grand Rapids: Zondervan, 1976), 115-38.

56. Peter W. Stoner, Science Speaks (Wheaton: Van Kampen Press, 1952), 108.

57. Müslümanlar Muhammed’in ve diğer tüm peygamberlerin temelde günahsız olduklarına, en azından peygamber olduktan sonra günah işlemediklerine inanırlar.

58. Bazı Yahudi bilginlerin öne sürdükleri gibi, Eski Antlaşma’da bir acı çeken ve bir egemenlik süren iki Mesih mevcut olduğuna dair hiçbir ima yoktur. Mesih ile ilgili verilen referanslar her zaman tekildirler (Daniel 9:26; Yeşaya 9:6; 53:1), ve Eski Antlaşma’da ikinci bir Mesih’in adı asla geçmez.

59. Ünlü bilim düşünürü Karl Popper, ne zaman “risk taşıyan bir ön bildiri” konusunda tartışacak olsa, bu ön bildiriyi kendisi ile birlikte gelen teorinin onayı olarak kabul eder. Eğer durum böyle ise, o zaman İsa’nın dirilişi hakkındaki kendi ön bildirisi, O’nun, Tanrı olduğu iddiasının onayıdır. Çünkü birinin kendi dirilişini önceden bildirmesinden daha riskli olan ne olabilir? Eğer bir kişi, bunu gerçek bir iddianın kanıtı olarak kabul etmeyecek ise, o zaman hiçbir şeyi kanıt olarak kabul etmeyecek bir görüşe sahip demektir.

60. Aynı kitapta, 129-30.

61. Şeytan’ın sözde mucizeleri ve diğer iddia edilen mucizeler ile ilgili bir tartışma için, bakınız N. L. Geisler Signs and Wonders, Wheaton: Tyndale House, 1988), özellikle 4-8. Bölümler.

Mesih’in Tanrılığı ve Üçlü Birlik, Hristiyan öğretişinde birbirlerinden ayrılmaz öğretişlerdir. Eğer biri, Mesih’in Tanrı olduğu hakkındaki Kutsal Kitap öğretişini kabul ederse, o zaman zaten Tanrılıkta birden fazla kişilik olduğunu kabul etmiş demektir. Bunun aksine olarak eğer Üçlü Birlik öğretişi kabul edilirse, o zaman Mesih’in Tanrı olduğu, bu öğretişin bir parçası olur. Müslümanlar’ın bu her iki öğretişi reddetmelerinin öncelikli nedeni budur, çünkü her iki öğretişten birini kabul ettikleri takdirde, bu kendileri için Tanrı’nın mutlak birliğini inkâr ettikleri anlamına gelecektir.

Müslümanlar’ın Üçlü Birlik Konusundaki
Kutsal Kitap Bilgisini Yanlış Anlamaları

Müslüman zihninde, Tanrı’nın Üçlü Birlik ile ilgili öğretişinin kabul edilmesine engel olan çeşitli engeller mevcuttur. Bu engellerden bazıları felsefidir, diğerleri ise Kutsal Kitap ile ilgilidir. Daha önce, İslam bilginlerinin Kutsal Kitap metinlerini, kendi amaçlarına uyan bir şekilde keyfi ve seçici bir şekilde nasıl kullandıklarını gözden geçirmiştik (bakınız Bölüm 10). Ancak yine de, “güvenilir” olduğunu ilan ettikleri metinler bile öğretişlerini desteklemek amacı ile ya çarpıtılmıştır ya da yanlış yorumlanmıştır. Bunlardan daha önemli olanların pek çoğu hakkında yapılan bir inceleme, bizim düşüncemize bir örnek oluşturacaktır.

Hristiyan terminolojisinin tümünde belki de hiçbir kavrama, Müslümanlar, İsa’nın “Tanrı’nın biricik oğlu” olduğu kavramına gösterdikleri kadar şiddetli bir tepki göstermezler. Bu kavram ortaya atıldığında Müslüman zihni anında tahrik olmaya başlar. Göreceğimiz gibi, gerçekten de, Müslümanlar bu kavramı, tamamen insanbiçimcilik tarzında algılarlar. Bu yanlış anlayışın temizlenmesi için Müslüman zihninin bu Üçlü Birlik kavramına açılması gerekir.

Kutsal Kitap Mesih’ten, “Baba’nın bağrında bulunan biricik Oğul” olarak söz eder (Yuhanna 1:18; 3:16). Ama yine de, Müslüman bilginler, bu kavramı, genellikle dünyevi şekilde birebir anlamı ile et ve kandan çocuklar doğuran biri olarak düşünür ve zihinlerinde yanlış yapılandırırlar. Doğurmak, onların görüşüne göre fiziksel bir eylemi ima eder. Böyle fiziksel bir eylemin saçma olduğuna inanırlar, çünkü Tanrı, bedeni olmayan bir Ruh’tur. Ünlü Müslüman savunucularından Deedat, bu konudaki düşüncelerini şöyle aktarır: “O [Tanrı] doğurmaz, çünkü doğurmak insani ve hayvani bir eylemdir. Böyle bir eylemi Tanrı’ya atfedemeyiz.” 1 İslam zihniyetine göre doğurmak, yaratmaktır ve “Tanrı, bir başka Tanrı yaratamaz... Bir başka yaratılmamışı yaratamaz.” 2 Önceden belirtilen ifadeler, Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin Kutsal Kitap kavramının Müslüman bilginler tarafından hangi derecede yanlış anlaşıldığını açıklarlar. Çünkü dini inançlarına sadık hiçbir Hris­tiyan bilgin “doğurdu” sözcüğünün “yapıldı” ya da “yaratıldı” sözcükleri ile eşit tutulması gerektiğine inanmaz. Dawud’un vardığı şu sonuca şaşırmamak gerekir: “Oğul’un sonsuz doğumu ya da soyu ile ilgili Hristiyan öğretişi Müslüman inancı açısından bir küfür niteliği taşır.” 3

Ancak yine de, Mesih’in sonsuz oğulluğuna gösterilen bu aşırı tepki, hem gereksiz hem de temelsizdir. Yalnızca “bağrındaki” terimi bile, Baba ile fiziksel bir soy ilişkisine değil, Baba ile özel bir ilişkiye işaret edildiğini açıklar. Kutsal Kitap’ta yer alan “İlk doğan” ifadesi gibi (Koloseliler 1:15), bu ifadenin anlamı, zaman içinde değil, derece içinde ( Ayetler 16-17) öncelik anlamına gelir. Bu terim, New International Version’unda tercüme edilmiş olduğu gibi, Tanrı’nın “tek ve Biricik Oğlu” şeklinde de çevrilebilir. Bu terim, Baba tarafından yaratılmış olmayı değil, O’nun ile olan eşsiz ilişkiyi ima eder. Nasıl yersel bir babanın ve oğlunun özel bir evlat ilişkisi var ise, aynı şekilde sonsuz Baba ve sonsuz Oğul da birbirleri ile eşsiz bir ilişkiye sahiptirler. Bu ilişki herhangi bir fiziksel soya işaret etmez, Baba’dan sonsuz bir şekilde meydana çıkma olgusunu ima eder. Nasıl Müslümanlar için Tanrı Sözü (Kuran), Tanrı ile eşit olmasa bile sonsuz bir şekilde Tanrı’dan meydana çıktı ise, Hristiyanlar için de Mesih aynı şekilde Tanrı’nın “Sözü’dür” (4:171). “Soy” ve “meydana çıkma” gibi sözcükler Mesih ile ilgili olarak Hristiyanlar tarafından dünyevi ve fiziksel bir anlamda değil, evlat ile ilgili bir ilişki türü anlamında kullanılırlar.

Mesih’in oğulluğunu yanlış anlama konusu, bazı Müslüman bilginlerin bu konuyu, Mesih’in bir bakireden doğması ile karıştırdıkları zaman, bir doruk noktasına ulaşır. Shorrosh’un söylediği gibi, pek çok Müslüman, Hristiyanlar’ın “Meryem’i bir tanrıça, İsa’yı onun oğlu ve Gücü Her Şeye Yeten Tanrı’yı Meryem’in kocası” yaptıklarına inanır.” 4 Ruhsal bir gerçeğin böylesine yanlış bir anlayış ile değerlendirilmesi sonucu, Müslümanlar’ın sonsuz Baba ve Oğul kavramını reddetmeleri aslında şaşırtıcı değildir.

Müslümanlar’daki bu anlayışın nedeni Karan’daki şu ayet olabilir: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilah edinin, dedin?” (5:116). Muhammed’den yüzlerce yıl önce yaşayan Hristiyanlar bile Mesih’in oğulluğu hakkındaki böylesine büyük bir yanlış anlamayı kabul etmediler ve yargıladılar. M.S. yaklaşık 306 yılında Hristiyan yazar Lactantius’un sözlerinden bir aktarma yapalım: “‘Tanrı’nın Oğlu’ sözlerinin konuşulduğunu duyan biri, zihninde asla Tanrı’nın evlilik ve bir kadın ile birleşme aracılığı ile bir doğum hasıl ettiği gibi korkunç bir kötülüğe yer vermemelidir, – bu durum yalnızca bir bedene sahip ve ölüme mahkum bir hayvan tarafından yapılabilecek bir şeydir.” Ayrıca, “Tanrı tek başına olduğu için, O kiminle bir araya gelebilir? Ya da O istediği her şeyi yapabilecek çok büyük bir güce sahip olduğu için yaratma amacı için başka birinin arkadaşlığına ihtiyaç duymadığı kesindir.” 5 Özetlenecek olursa, Müslümanlar’ın Mesih’in sonsuz oğulluğunu reddetmeleri çok ciddi bir yanlış anlamanın üzerine bina edilmiştir: Mesih için, Tanrı’nın Oğlu olmanın ne anlama geldiği hakkındaki Hristiyan kavramını algılayamazlar. “Oğul” sözcüğü, mecazi bir manada anlaşılmalıdır (Arapça dilindeki ibn sözcüğü gibi), “Oğul” sözcüğü, (Arapça dilindeki veled sözcüğü gibi) fiziksel bir anlam taşımaz.

Müslüman bilginler tarafından çok sık tahrif edilen bir başka metin, Mesih’in tanrılığını açıkça ilan eden şu büyük bölümdür: “Başlangıçta Söz vardı, Söz Tanrı ile birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” (Yu­hanna 1:1). Binlerce Grek el yazması belge içinde herhangi bir metin desteğine başvurmaksızın Müslüman bilginler bölümdeki son ifadeyi öyle tercüme ederler: “Ve Söz Tanrı’nındı.” Müslüman bilgin Dawud, herhangi bir teminat vermeksizin, şöyle bir beyanda bulunur, “Grek dilinde, ‘Theou’ için kullanılan iyelik zamiri, örneğin ‘Tanrı’nın’ sözcüğü kullanımda ‘Theos’ şekline tahrif edilmiştir; yani ismin yalın hali ile ‘Tanrı’ biçimine dönüştürülmüştür!” 6

Bu yapılan yanlış tercüme keyfidir ve aslında hiçbir temele sahip değildir, çünkü yaklaşık 5.700 el yazması belgede bu konu ile ilgili hiçbir kanıt mevcut değildir. Ayrıca, Yuhanna’nın Müjdesinde Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğuna dair mesajı ile ilgili iddiaların defalarca sürekli olarak tekrarlandığı bu bölümler Müslümanlar’ın yanlış anlaması ile tamamen karşıtlık halindedir (Yuhanna 8:58; 10:30; 12:41; 20:28).

Tomas, İsa’yı fiziksel diriliş bedeni içinde gördükten sonra, İsa, Tomas’a inanması için meydan okuduğu zaman, Tomas, İsa’nın Tanrı olduğunu kabul etti ve bunu şu sözleri ile ilan etti: “Rabbim ve Tanrım” (Yuhanna 20:28). Pek çok Müslüman yazar, Mesih’in tanrılığı ile ilgili bu beyanı, yalnızca bir ünlem düzeyine indirerek zayıflatmaya çalışırlar; “Tanrım!” Deedat şu beyanda bulunur: “Ne? Tomas İsa’ya ‘Rabbim ve Tanrım’ olarak mı hitap etti? Hayır. Bu sözler yalnızca insanlar tarafından söylenen bir ünlemdirler.” Ve sözlerine şunu ekler: “Eğer ben Anis’e, ‘Tanrım’ deseydim, bununla Anis’in benim Tanrım olduğunu mu kastedecektim? Hayır. Bu, özel bir ifadedir.” 7

Ama yine de, bu ifadenin Tomas’ın beyanının bir yanlış anlaması olduğuna dair açık belirtiler mevcuttur. Öncelikle, Tomas’ın İsa’ya “Rabbim ve Tanrım” olarak hitabının içeriğindeki net açıklama, İsa’nın, onu, doğru bir şekilde “gördüğü” ve “inandığı” için bereketlemiş olduğudur (Yuhanna 20:29). İkincisi, Tomas’ın, Mesih’in tanrılığına ilişkin ifadesi, İsa’nın öğrencilerinin, O’nun yaptığı mucizevi belirtileri görerek O’na duydukları inancın artmasını sağlayarak, Müjdeyi doruk noktasına ulaştırır (Yuhanna 2:11; 12:37). Üçüncüsü, Tomas’ın, Mesih’in tanrılığına ilişkin ikrarı Yuhanna Müjdesinde belirtilen aynı konu ile uyum içindedir; “Ne var ki yazılanlar, İsa’nın Tanrı’nın Oğlu Mesih olduğuna iman edesiniz ve iman ederek O’nun adı ile yaşama kavuşasınız diye yazılmıştır” (Yuhanna 20:31).

Tomas’ın, Mesih’in Tanrı olduğunu ifade ederken sevinç duyduğuna dair kuşku yoktur, ama bu ifadeyi anlamsız bir duygusal fevri söyleyiş düzeyine indirmek, hem bölümün ana fikrini kaçırmak hem de İsa’nın, Tomas’ı küfrettiği (örneğin, Tanrı’nın adını boş yere kullanmak) için bereketlediğini iddia etmek ile aynı anlama gelir.

Matta 22:43 ayetinde Mezmur 110’dan alıntı yapan İsa, şöyle der: “O zaman Kutsal Ruh’taki Davud O’nu [Mesih’i] nasıl olur da ‘Rab’ olarak çağırır?” Müslüman bilgin Dawud’a göre, “ ‘Rab’ ya da ‘Adon’ sözcükleri aracılığı ile ifade ettiği Davud’un bir oğlu olamazdı, İsa kendisini bu unvanın dışında tutar.” 8

Ama yine de, bu bölümün içeriğine özenli bir şekilde bakıldığı zaman, içerikte yer alanın tam aksini açıkladığı görülecektir. İsa, kendisinden kuşkulanan ve sürekli soru soran Yahudiler’e onları bir ikilemin içine sokarak meydan okudu. Kutsal Yazılar, aynı zamanda Mesih’in Davud’un da oğlu olacağını söylediklerine göre (bu sözler 2. Samuel 7:12f ayetinde yazılıdırlar), Davud o zaman Mesih’i nasıl ‘Rab’ olarak çağırabilirdi? (Mezmur 110:1 ayetinde yaptığı gibi). Bu soruya verilecek tek yanıt, Mesih’in, Davud’un oğlu (soyu) olması için hem insan ve aynı zamanda Davud’un Rabbi olması için de Tanrı olması gerektiğidir. Başka bir deyişle, Kutsal Kitap’ta yer alan bu gerçek onaylandığı zaman, İsa hem Tanrı hem de insan olduğunu iddia etmiş oluyor. İslam düşüncesi İsa’nın bir kişi olarak hem tanrısal hem de insani doğalar ile nasıl bir araya gelebileceğini anlaması için daha fazla güçlük çekmemesi gerekir, çünkü kendi inançlarına göre insani varlıklar hem ruh hem de et ve kandan oluşurlar, bir insanda hem geçici hem de kalıcı olan mevcuttur (89:27-30; 3:1859. Çünkü aslında Müslüman inancına göre bile, Gücü Her Şeye Yeten Tanrı, her şeyin Yaratıcısı ve Egemeni, sınırsız Bilgeliği ile her ne isterse yapabilecek güçtedir, çünkü “O, mutlak hakimiyet sahibidir” (6:61). 9

Pek çok İslam bilgini, İsa’nın, genç varlıklı bir önderi azarladığı zaman, söylediği şu sözler ile Tanrı olduğunu kabul etmediğini iddia ederler: “Bana neden iyi diyorsun? İyi olan yalnız biri var. O da Tanrı’dır” (Markos 10:18). Ancak yine de bu metnin içeriğine dikkatle bakıldığı zaman, İsa’nın bu metinde, Tanrı olduğunu hiçbir zaman inkâr etmediği açıkça ortadadır. İsa bu bölümde, varlıklı genç adamı söylediği şeyin anlamı üzerinde düşünmeden dikkatsizce konuştuğu için yalnızca azarladı. İsa, hiçbir yerde şu sözleri kullanmadı: “Senin ileri sürdüğün gibi, ben Tanrı değilim.” Ya da İsa hiçbir zaman şöyle demedi: “Ben iyi değilim.” Gerçekten de hem Kutsal Kitap hem de Kuran, İsa’nın günahsız olduğunu öğretirler (Yuhanna 8:46; İbraniler 4:15). Aksine, İsa, bu varlıklı genç adam, İsa’ya, “İyi Öğretmen” dediği zaman, gerçekten ne söylediğini incelemesi için ona meydan okudu. Konuşmasının özünde İsa’nın söylediği şuydu, “Bana, ‘İyi Öğretmenim’ dediğin zaman, söylediğin şeyin ne olduğunun farkında mısın? Yalnızca Tanrı iyidir. Sen bana Tanrı olduğumu mu söylüyorsun?” Genç önderin İsa’nın kendisine yapmasını söylediği şeyi reddetmesindeki gerçek, onun İsa’yı gerçekten Efendisi olarak görmediğini kanıtlayan bir gerçektir. Ama İsa varlıklı genç adamın Efendisi ya da Tanrısı olduğunu hiçbir yerde inkâr etmedi. Ama herkesin hem Rabbi hem de Efendisi olduğunu pek çok bölümde açıkça beyan etti (Matta 7:21-27; 28:18; Yuhanna 12:40).

Aynı zamanda İsa’nın, “Babam benden üstündür” (Yuhanna 14:28) sözleri de Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılır. Müslümanlar bu sözleri gerçek çevre ve koşullarının dışına çıkartırlar; amaçları, bu sözlere, Baba’nın doğası itibarı ile daha büyük olduğu anlamını vermektir, ama İsa bu sözleri ile yalnızca Baba’nın görevi itibarı ile daha üstün olduğunu söylemek istemişti. Bu gerçek, aynı Yuhanna Müjdesinin içinde de aşikâr olarak belirtilir; İsa aynı Müjdede kendisinin Eski Antlaşma’nın “Ben’im”i ya da Yahve’si olduğunu ileri sürer (Mısır’dan Çıkış 3:14). İsa aynı zamanda “Tanrı ile eşit” olduğunu da ileri sürdü (Yuhanna 10:30, 33). Buna ek olarak, pek çok olayda kendisine tapınılmasını kabul etti (Yuhanna 9:38; Matta 2:11; 8:2; 9:18; 14:33; 15:25; 28:9, 17; Luka 24:52). İsa aynı zamanda şöyle dedi: “Oğul’u onurlandırmayan O’nu gönderen Baba’yı da onurlandırmaz” (Yuhanna 5:23).

Ayrıca, İsa Baba’nın “daha üstün” olduğunu söylediği zaman, “Baba’ya gitmek” hakkında konuşmaktaydı (Yuhanna 14:28). Bu bölümden hemen birkaç bölüm sonra İsa, Babası ile konuşurken şöyle der: “Yapmam için bana verdiğin işi tamamladım” (Yuhanna 17:4). Ama bir sonraki ayette İsa Oğul olarak kendi rolünün bu işlevsel farkını açıklarken, bu farkın İsa’nın doğa ve yücelik itibarı ile Baba ile eşit olduğu gerçeğini zayıflatmak için kullanmadığını belirtir. Çünkü İsa bu ayette şöyle der: “Baba, dünya var olmadan önce ben senin yanındayken sahip olduğum yücelik ile şimdi beni yanında yücelt” (Yuhanna 17:5).

Müslüman eleştirmenler tarafından yanlış anlaşılan bir diğer ayet ise, Yuhanna 17:21 ayetidir. İsa, bu ayette öğrencilerine şöyle der: “Baba, Senin Bende olduğun ve Benim Sende olduğum gibi onlar da Bizde olsunlar.” H. M. Baagil bu konu ile ilgili temel hakkında şu iddiayı ileri sürer: Eğer İsa, Tanrı’da olduğu için Tanrı ise, o zaman öğrenciler de İsa gibi Tanrı’da olduklarına göre neden onlar da Tanrı değiller? 10 Buradaki yanlış anlama basit ama temeldir: İsa öz açısından değil, ilişki açısından konuşmaktadır. İsa’nın sözlerinin anlamı, bizlerin de Tanrı ile İsa gibi çok yakın bir ilişkiye sahip olabileceğimizdir. Ama bizlerin İsa gibi Tanrı ile aynı öze sahip olması imkansızdır, çünkü O, Tanrı’nın sonsuz yüceliğine “dünya var olmadan önce” sahipti (ayet 3). İsa Tanrı’dadır, çünkü İsa Tanrı’dır. Ama bizler her şeye rağmen, “Tanrı olduğumuz için” Tanrı’da değiliz, yalnızca, O’nun ile bir ilişkiye sahip olduğumuz için Tanrı’dayız.

Müslümanlar tarafından yanlış yorumlanan bazı anahtar Kutsal Kitap bölümleri ile ilgili bu araştırma bir İslam bilgini tarafından ileri sürülen önemli bir düşünceye örnek teşkil eder. Bu İslam bilgini, haklı olarak şu düşünceyi belirtir: “Hristiyan misyonerleri ya da kendilerini teolog olarak adlandıran ya da Hris­tiyan teolojisine eğilimleri olan bazı Doğu dilleri, edebiyatı ve tarihi uzmanları İsa’nın Kuran’daki rolüne gereğinden fazla de­ğer verirler. Kendi Hristiyan Geleneklerinden akıllarında kalan şekilde İsa’yı anladıkları için yanlış yöndedirler. Bu tür koşullara göre hareket ettikleri için yanlış sonuçlara ve değerlendirmelere varmaları şaşırtıcı değildir.” 11 Ama bu kılıç iki ucu keskin bir kılıçtır. Çünkü pek çok İslam bilgini aynı şeyi Kutsal Kitap ile yaparlar, metnin gerçekte ne öğrettiğini anlamak yerine metine kendi yanlış anlamalarını dahil ederler. Bunu özellikle Kutsal Kitap’ın Tanrı ve Tanrı’nın Oğlu olarak Mesih hakkında ne iddia ettiğini anlamak istedikleri zaman yaparlar. Bu nedenle, nasıl Hristiyanlar’ın Müslümanlar’a bu konular ile ilgi­li olarak kendi Kitaplarını (Kuran) yorumlamaları için izin vermeleri gerekiyorsa, aynı şekilde Müslümanlar da Hristiyan­lar’a kendi Kitaplarını (Kutsal Kitap) yorumlamaları için izin vermelidirler. Örneğin, nasıl Hristiyanlar’ın Mesih’in tanrılığını öğret­mek için Kuran’daki ayetleri çarpıtmaları yanlış ise, aynı şekilde Müslümanlar’ın da Mesih’in tanrılığını inkâr etmek için Kutsal Kitap’taki ayetleri tahrif etmeleri yanlış bir davranıştır. Yeni Antlaşma’yı okuyan ve Mesih’in tanrılığını göremeyen biri, gökyüzünün bulutsuz ve masmavi olduğu bir günde başını yukarı kaldırdığı zaman güneşi göremediğini söyleyen birine benzer!

Müslümanlar’ın Felsefe İle İlgili Kavramları
Yanlış Anlamaları

Müslüman bilginler, Kutsal Kitap ile ilgili verileri yanlış anladıkları gibi aynı zamanda Üçlü Birlik öğretişi hakkında felsefi itirazlar da sunarlar. Tanrı’nın birliği hakkındaki Kutsal Kitap öğretişini anlayabilmeleri için önce bu itirazların da ortadan kaldırılmaları gerekir.

Tanrı’nın bir olduğu hakkındaki vurgulama İslam açısından temel bir nitelik taşır. Bir İslam bilgini şöyle dedi: “Aslında İslam, kendisinden önceki diğer dinlerin orijinal netliği ve saflığı içinde olduğu gibi, yalnızca Tanrı’nın Birliği’ni beyan eder ve verdiği mesaj, bu Birliğe tanıklık etmek için çağrıdır.” 12 Başka bir yazar bu düşünceye şunları ekler: “Allah’ın Birliği, İslam’ın ayırt edici özelliğidir. Bu, tektanrıcılığın en saf biçimidir, örneğin, ne doğuran ne de doğrulmuş olan Allah’a tapınmak, O’nun Tanrılığında O’nun ile hiçbir ilişkiye sahip değildir. İslam bu konuyu tek anlam içeren terimler ile öğretir.” 13

Tanrı’nın mutlak birliği hakkındaki bu ödün vermeyen vurgulama nedeni ile İslam’daki günahların en büyüğü şirk koşma günahıdır ya da Tanrı’ya ortak tayin etmektir. Kuran çok kesin bir şekilde şu beyanda bulunur: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür” (4:116). Ancak yine de göreceğimiz gibi, bu, Tanrı’nın birliği ile ilgili yanlış bir anlamadır.

Hem İslam hem de Hristiyanlık Tanrı’nın, özünde bir olduğunu beyan ederler. Tartışma konusu olan, doğanın bu birliğinde kişiliklerin çoğunluğunun söz konusu olup olamayacağıdır. Müslümanlar’ın Tanrı hakkındaki görüşlerinde mevcut olan yetersizlikler Hristiyan tektanrıcılığını yanlış anlamalarından ortaya çıkar. Pek çok Müslüman, Hristiyanlığın Tanrı hakkındaki görüşünü tektanrıcılıktan çok üçtanrıcılık olarak düşünür ve görüşlerini yanlış yapılandırırlar. Hristiyanlar üç tanrı olduğunu kabul etmezler; onlar yalnızca tek Tanrı’ya inanırlar. Bu inançları hem Kutsal Kitap metninde hem de öğretişin teolojik ifadesinde net bir şekilde görünür. Kutsal Kitap, aynı görüşü ilan eder: “Tanrımız Rab, tek Rabdir!” (Yasa’nın Tekrarı 6:4). Hem İsa (Mar­kos 12:29), hem de elçiler aynı beyanı Yeni Antlaşma’da tekrar ederler (1. Korintliler 8:4, 6). Ve ilk Hristiyan iman ikrarları, Mesih’ten, Tanrı ile aynı “öze” sahip Olan şeklinde söz ederler. Örneğin Atina İman İkrarı, şu şekilde tercüme edilir: “Üçlü Birlikteki tek Tanrı’ya ve Birlikteki Üçlü Birliğe tapınırız; kişilikler birbirlerine karışmazlar ve Özü de bölmezler.” Bu nedenle Hristiyanlık üç tanrıya değil, bir ve yalnızca tek Tanrı’ya inanan bir tektanrıcılık biçimidir.

Pek çok Müslüman, Hristiyanlar’ın Üçlü Birlik kavramlarının çok karmaşık olduğundan şikayet ederler. Ancak, gerçeğin her zaman basit olmadığını unuturlar. C. S. Lewis bu konu ile ilgili şu yerinde görüşü beyan eder: “Eğer Hristiyanlık bizim uydurduğumuz bir şey olsaydı, o zaman onu elbette daha kolay yapardık. Ama Hristiyan­lığı biz uydurmadık. Bu nedenle, din uyduran kişiler ile rekabete giremeyiz. Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz ki? İlgilendiğimiz konu, Gerçek. Eğer bir kişi sorun çıkarmayan gerçeklere sahip ise, elbette basit ve sade olabilir.” 14

Hristiyanlar’ın yüz yüze oldukları gerçek, onları bu karmaşık gerçeği kesin ve açık olarak belirtmeye yönlendirdi; bu gerçek elbette Nasıralı İsa’nın Tanrı olduğunu iddia etmiş olmasıydı (bakınız Bölüm 11). Bu iddia onların tanrılık içinde bir çoğunluk öne sürmelerini gerektirdi ve böylece Üçlü Birlik öğretişi ortaya çıktı, çünkü bu İsa onun Baba olarak hitap ettiği kişi ile aynı kişi değildi. Bu nedenle Hristiyanlar bu tek Tanrı’nın içinde üç kişiliğin mevcut olduğuna inanırlar, Müslümanlar ise bu öğretişi inkâr ederler. Bu noktada sorun, bir felsefe sorunu haline gelir. Sorunun bir görünümü matematiksel terimler ile ifade edilebilir.

Müslüman bilginler Üçlü Birliğin matematiksel imkansızlığının hesaplanması konusuna büyük önem verirler. Ayrıca zaten, 1+1+1=3 yapmaz mı? Eğer toplama işlemi yapıyorsanız elbette 3 eder, ama Hristiyanlar toplama işleminin Üçlü Birliğin anlaşılması için yanlış işlem olduğu konusunda ısrar ederler. Tanrı’nın üçlübir­liği daha çok 1x1x1=1 şeklinde anlaşılmalıdır. Diğer bir deyiş ile, işlem toplama değil, çarpma işlemi olmalıdır, üç kişilik içinde tek Tanrı. Yani, Tanrı birde üç olandır, üç kısımdan oluşmaz. Tanrı’nın tek özü, birden fazla kişiliğe sahiptir. Böylece, Üçlü Birliğin algılanması için artık matematiksel bir sorun mevcut değildir; 1’i üçüncü güce göre anlamak yeterlidir (13).

Müslümanlar’ın Üçlü Birliği anlama konusundaki yetersizlikleri, birliğin Neo-Platonik kavramından kaynaklanır. M.S. ikinci yüzyılda yaşamış olan, ve Orta Çağ düşüncesini yoğun bir şekilde etkilemiş olan düşünür Plotinus, Tanrı’yı (Nihai Olan), Tek Olan olarak gördü; içinde hiçbir çoğunluğun mevcut olmadığı mutlak bir birlik. Bu Tek Olan, öylesine mutlak bir şekilde basitti ki, öz-bilgi bilen ve bilinen arasında bir ayırım ima ettiği için kendisini dahi bilemezdi. Kendi kendisine yansıma yapabilmesi ve bu nedenle kendisini tanıyabilmesi için bir seviye aşağıda (Nous, ya da zihin içinde) hasıl olması gerekirdi. Plotinus’a göre, Tek Olan’ın kendisi bilmenin, bilinçli olmanın ve hatta var olmanın ötesindeydi. Tek Olan, öylesine bölünemez bir şekilde basitti ki, kendi içinde zihne, düşüncelere, kişiliğe ya da bilinçli olma haline sahip değildi. Kısaca, her şeysiz, hatta varlıksızdı. Bu nedenle, bilinemezdi, ama yine de kendisine ait etkilerin dışında kendisine benzemezdi. 15

Tanrı hakkında Plotinus’a ve Müslümanlar’a özgü görüşler arasındaki benzerliklerin güçlü olduklarını görmek zor değildir (bakınız Bölüm 1 ve 7). Güçlüğe bu bakış açısından bakmak da zor değildir. Bu bakış açısı Tanrı’nın içinde bükülmez bir birliği korur, ancak bunu yalnızca gerçek kişilik pahasına yapar. Bükülmez bir basitliğe sarılır ama bu yalnızca bağlı olma özelliğini feda etmesi ile mümkün olur. Kısaca belirtecek olursak, bu bakış açısı bizi tanrılığın boş ve kısır bir kavramı ile baş başa bırakır. Tanrı’yı basit bir birliğe indirdiğimiz zaman kısır bir birlik ile karşılaşırız. Joseph Ratzinger, bu meseleye konunun iç yüzünü kavrayan bir şekilde yaklaşır ve şunları belirtir:

Bağlı olmayan, bağlantı kurulamayan, mutlak bir, bir kişi olamazdı. Kesin tekillik içinde böyle bir kişi söz konusu olamaz. Bu olgu kişinin büyüdüğü kavram içindeki sözcüklerde zaten görünür; Grekçe’deki “prosopon” sözcüğünün birebir anlamı, “(a) –doğru bakmak”; önek “pros” ile (-doğru), kendisinin ayrılmaz bir parçası olarak ilgili olma düşüncesini de kapsamına alır… Tekilliğin bu boyuta geçmesi, kişi kavramı içinde kesindir. 16

Müslümanlar’a göre Tanrı yalnızca birliğe değil aynı zamanda tekilliğe de sahiptir. Ama bu iki şey birbirinden farklıdır. Tekillik olmadan birliğe sahip olmak mümkündür. Çünkü birliğin içinde çoğulluk olabilirdi. Gerçekten de Üçlü Birlik tam olarak budur, yani tek özün birliği içindeki bir kişiler çoğulluğu. İnsanlar ile ilgili karşılaştırmalar, bu düşüncenin resmedilmesine yardımcı olurlar. Benim zihnim, benim düşüncelerim ve benim sözlerim bir birliğe sahiptirler, ama bir tekillik değildirler, çünkü hepsi birbirinden farklıdır. Aynı şekilde, Mesih, Baba olarak aynı kişi olmadan Tanrı’nın sahip olduğu aynı doğanın bir ifadesi olabilir.

Bu bağlamda, Müslüman tektanrıcılığı, ikilikten sakınma ile ilgili bir girişim olarak çoğulluğu feda eder. Tanrı’ya eş koşmamak adına bir aşırılıktan sakınan İslam, başka bir aşırılığa geçiş yapar ve Tanrı’daki herhangi bir kişisel çoğulluğu inkâr eder. Ama, Joseph Ratzinger’in gözlemlemiş olduğu gibi, “Tanrı’nın birliğindeki çoğulluğu kabul eden Üçlü Birliğe duyulan inanç, birliğin yanı sıra çoğulluğu büyütmenin bir aracı olarak ikiliğin nihai olarak çıkartılması için tek yoldur; yalnızca bu inanç aracılığı ile çoğulluğun olumlu onaylamasına kesin bir temel sağlanır. Tanrı, tekilin ve çoğulun çok üzerinde durur. O, her iki kategoriden de ilerdedir.” 17

Üçlü Birliğin Kutsal Kitap’a Özgü Kavramı
Hakkında Bir Savunma

Hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar, Tanrı’da en azından bir kişi olduğu konusunda aynı fikirde oldukları için Hristiyanlar’ın çağırdığı kişi Baba’dır ve İsa Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin Hristiyan inancını daha önce savunmuş olduğumuz için (bakınız Bölüm 11), geriye kalan söylenecek tek söz Tanrı’nın Kutsal Ruh’u hakkındadır.

Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olduğunu beyan eden, Tanrı’dan gelen aynı açıklama, aynı zamanda Tanrı’nın üçlübirliğinin Tanrı’nın Ruh’u ya da Kutsal Ruh olarak adlandırılan bir diğer üyesinden de söz eder. Bu üye de Baba ve Oğul gibi Tanrı ile eşittir ve o da fraklı bir kişidir. Kutsal Ruh’un tanrılığı çeşitli şekillerde açıklanır. Kutsal Ruh, öncelikle “Tanrı” olarak çağrılır (Elçilerin İşleri 5:3-4). İkinci olarak, Tanrı’nın, her yerde bulunma (Mezmur 139: 7-12), ve her şeyi bilme (1. Korintliler 2:10-11) gibi niteliklerine sahiptir. Üçüncü olarak, yaratma eyleminde Baba Tanrı ile işbirliği yapmıştır (Yaratılış 1:2). Dördüncü olarak, kurtarma işinde Tanrılığın diğer üyeleri ile birliktedir (Yuhanna 3: 5-6; Romalılar 8:9; Titus 3:5-7). Beşinci olarak, Tanrı’nın tek “adı” altında Üçlü Birliğin diğer üyeleri ile ilişki halindedir (Matta 28:18-20). Kutsal Ruh son olarak, Hristiyan kutsamalarında Baba ve Oğul ile birlikte yer alır (2. Korintliler 13:14).

Kutsal Ruh yalnızca tanrılığa sahip değildir, aynı zamanda kendi kişiliğine de sahiptir. Özde Tanrı ile birdir, ama kişi olarak farklıdır. O’nun farklı bir kişi olduğu çeşitli temel gerçekler nedeni ile aşikârdır. Kutsal Ruh’a, kişi zamiri “o” kullanılarak hitap edilir (Yu­hanna 14:26; 16:13). O, yalnızca kişilerin yapacağı şeyleri yapar, örneğin öğretir (Yuhanna 14:26; 1. Yuhanna 2:27), günah konusunda ikna eder (Yuhanna 16:8) ve günahımız O’nu kederlendirir (Efesliler 4:30). Son olarak, Kutsal Ruh, kişiliğin tüm özelliklerine, yani düşünceye (1. Korintliler 2:10-11), iradeye (1. Korintliler 12:11) ve duyguya (Efesliler 4:30) sahiptir.

Üçlü birliğin üç üyesinin tek ve aynı kişi olmayıp farklı kişiler oldukları her kişiden diğerinden ayrı olarak söz edildiği gerçeği ile net bir şekilde anlaşılır. Baba ve Oğul birbirleri ile konuşmaya devam ettiler. Oğul, Baba’ya dua etti (Yuhanna 17). Baba, Oğlu’nun vaftizinde gökyüzünden Oğlu hakkında konuştu (Matta 3:15:17). Gerçekten de Kutsal Ruh, üç farklı kişi olduğunu açıklayarak, anında iş birliği yaparak, aynı zaman içinde oradaydı. Ayrıca, kişilerin farklı unvanlara (Baba, Oğul ve Ruh) sahip oldukları gerçeği, onların bir kişi olmadığını ima eder. Aynı zamanda Üçlü Birliğin her üyesi, onların kimliklerini anlamamıza yardım eden özel işlevlere sahiptir. Örneğin, Baba, kurtuluşu planladı (Yuhanna 3:16; Efesliler 1:4); Oğul, kurtuluşu Çarmıh aracılığı ile yerine getirdi (Yuhanna 17:4; 19:30; İbraniler 1:1-2) ve dirildi (Romalılar 4:25; 1. Korintliler 15: 1-6) ve Kutsal Ruh kurtuluşu imanlıların yaşamlarına uygular (Yuhanna 3:5; Efesliler 4:30; Titus 3:5-7). Oğul, Baba’ya boyun eğer (1. Korintliler 11:3; 15:28), ve Kutsal Ruh Oğul’u yüceltir (Yuhanna 16:14).

Üçlü Birlik öğretişi insan mantığı ile kanıtlanamaz; yalnızca Kutsal Kitap’ta verilen açıklama aracılığı ile açıklandığı için bilinebilir. Ama her şeye rağmen yine de Üçlü Birliğin insan mantığının ötesinde bir olgu olması, onun mantığa karşı olduğu anlamına gelmez. Müslüman bilginler aksine inanıyor olsalar bile, Üçlü Birlik akıl dışı değildir ya da çelişki içermez.

Çelişki olmadığına ilişkin felsefik yasa, bize şu bilgiyi verir: bir şey aynı zamanda ve aynı anlamda hem gerçek hem de sahte olamaz. Bu, tüm akılcı düşüncenin temel yasasıdır ve Üçlü Birlik öğretişi bu yasayı ihlal etmez. Bu gerçek, öncelikle Üçlü Birliğin ne olmadığı ifade edilerek gösterilir. Üçlü Birlik, Tanrı’nın üç kişi ve aynı zamanda ve aynı anlamda yalnızca tek kişi olduğu inancı değildir. Böyle olsaydı, bir çelişki ortaya çıkacaktı. Aksine, bir doğa içinde üç kişinin mevcut olduğuna duyulan inançtır. Bu durum bir gizem olabilir, ama bir çelişki değildir. Yani, bunu tam anlamı ile kavramak mantığın başaramayacağı bir şey olabilir, ama sürekli olarak idrak etmek için mantığın başarılı olmasına karşı çıkmaz.

Ayrıca, Üçlü Birlik, tek bir doğa içinde üç tane doğanın mevcut olduğunu ya da bir öz içinde üç öz bulunduğunu bildiren bir inanç değildir. Eğer böyle olsaydı, çelişkiye neden olurdu. Bunun aksine, Hristiyanlar, bir öz içinde üç kişinin mevcut olduğunu kabul ederler. Bu düşünce çelişkiye neden olmaz, çünkü kişi ve öz arasında bir farklılık ortaya çıkartır. Ya da Tanrı tek ve aynı anda birden fazla iken, bu, çelişki olmadığına ilişkin felsefik yasanın terimleri içine yerleştirildiği zaman, Tanrı aynı anlamda tek ve birden fazla değildir. Özü açısından tektir, ama kişileri açısından birden fazladır. Bu nedenle, Üçlü Birlik öğretişinin içinde çelişki yoktur ve felsefik yasanın ihlali söz konusu değildir.

Belki Üçlü Birliğin bir modeli, onun anlaşılabilirliğini kavrama konusunda yardımcı olabilir. Tanrı’nın bir öze ve üç kişiye sahip olduğunu söylediğimiz zaman, onun bir Ne’ye ve üç Kim’e sahip olduğunu kastederiz. Aşağıdaki diyagram üzerinde düşünün:

Üç Kim’in (kişiler) her birinin aynı Ne’yi (öz) paylaştığına dikkat edin. Bu nedenle, Tanrı, kişilerin bir çoğunluğu ile birlikte özün bir birliğidir. Kişilerin her biri farklıdır, ama yine de ortak bir doğayı paylaşırlar.

Tanrı, özünün içinde tektir, ama ilişkilerinin içinde üç’tür. Birlik, onun özünün (Tanrı’nın ne olduğu) içindedir ve çoğunluk, Tanrı’nın kişilerinin (nasıl ilişki kurduğu) içindedir. İlişkilerin bu çoğunluğu hem içsel hem de dışsaldır. Üçlü Birlik içindeki her üye, diğeri ile belirli bir tarzda ilişki kurar. Örneğin, Baba Oğul ile, Baba olarak ilişki içindedir ve Oğul Baba ile, Oğul olarak ilişkidedir. Üçlü Birliğin düzenlemesi aracılığı ile dışsal ve içsel ilişkileri budur. Aynı zamanda, Baba Kutsal Ruh’u gönderir ve Kutsal Ruh Oğul’a tanıklık eder (Yuhanna 14:26). Tanrılığın birliği içindeki paylaşımları aracılığı ile işlevleri bunlardır. Her birinin diğeri ile farklı bir ilişkisi vardır, ama hepsi aynı özü paylaşırlar.

Üçlü Birliğin hiçbir anlatımı mükemmel değildir, ama bazıları diğerlerinden daha iyidir. Öncelikle, bazı kötü örneklerin kabul edilmemesi gerekir. Üçlü Birlik, üç halkası olan bir zincir gibi değildir. Çünkü bu halkalar birbirlerinden ayrı ve ayrılabilir kısımlar değildirler, ama Tanrı, ayrı ya da ayrılabilir değildir. Tanrı, bir oyunda üç farklı rol oynayan aynı oyuncuya da benzemez. Çünkü Tanrı aynı anda üç kişidir, birbirini izleyen rolleri oynayan tek kişi değildir. Tanrı, suyun üç hali gibi de değildir: katı, sıvı ve gaz. Çünkü su normal olarak, aynı anda bu üç halin üçü birden değildir. Tanrı, her zaman aynı anda üç kişidir. Diğer kötü benzetmeler hariç olarak en azından bu, üçtanrıcılığı ima etmez. Ama yine de, modalizm (şekilcilik) olarak bilinen bir başka sapıklığı yansıtır.

Üçlü Birliğin en hatalı örnekleri, üçlübirlikçiliğin gerçekten üçtanrıcılık olduğu suçlamasını destekleme eğilimi içindedirler, çünkü ayrılabilir kısımlar içerirler. Daha çok yardımcı olan kıyaslamalar, eş zamanlı bir çoğulluk gösterdikleri zaman, birliği elde tutarlar. Bu tanıma uyan pek çok kıyaslama mevcuttur.

Üçlü Birliğin Matematiksel Bir Örneği

Yukarıda da belirtildiği gibi, Tanrı, 13 (1x1x1) gibidir. Üçte tane bir olduğuna dikkat edin, ama üç taneye değil, yalnızca bir taneye eşittirler. Tanrı’da mevcut olan tam olarak budur, yani, yalnızca tek bir Tanrı olan üç kişi. Üçlü Birlik ile ilgili örneklerin hiçbiri elbette mükemmel değildir, ama bu durum, bölünemez bir ilişki içinde aynı anda hem üç hem de bir tanenin nasıl mevcut olabileceğini gösterir. Bu açıdan bakıldığı zaman, bu örnek Üçlü Birlik hakkında iyi bir resim verir.

Üçlü Birliğin Geometrik Bir Örneği

Üçlü Birliğin resmedilişi ile ilgili en yaygın kullanılan örnek belki de üçgendir. Genellikle aşağıda gösterildiği şekildedir:

Yalnızca bir tane üçgen olduğuna, ama yine de üç köşenin bulunduğuna dikkat edin. Aynı zamanda eğer bir üçgen var olacaksa, bu köşelerin birbirlerinden ayrılamaz ve eş zamanlı olmaları gerektiğini de gözlemleyin. Üçgen, bu anlamda Üçlü Birliğin iyi bir örneğini teşkil eder.

Elbette üçgen sınırlı, Tanrı ise sınırsızdır, bu nedenle üçgen mükemmel bir örnek teşkil etmez. Ancak açıklamak istediği düşünceyi göstermek açısından amaca uygun hizmeti sağlar. Aynı zamanda, üçgenin aşağıdaki sol köşesine bir daire dokundurularak (ama köşeyi ve daireyi üst üste getirmeden), Mesih’in iki doğasının bir tek kişi olması ile ilgili Gizemin bir kısmı ortadan kaldırılabilir.

Mesih’in tek kişi olduğuna (üçgenin aşağıdaki sol noktası), ama yine de tek kişi olduğuna işaret etmemiz gerekir. O’nun tanrısal doğası üçgendir ve insan doğası üçgene dokunan dairedir. Her ikisi bu noktada birleşirler. Yani, O’nun iki doğası tek bir kişi içinde bir araya gelir. Ya da yukarıdaki modelde bulunan terimler gibi Mesih’te, iki tane Ne ve bir tane Kim vardır; oysa Tanrı’da üç tane Kim ve bir tane Ne vardır.

Bu bağlantıda Mesih’in iki doğası arasındaki ilişkinin şemasını çizmemek için iki yol bulunduğuna dikkat çekilmesi gerekir. Her ikisi de Ortodoks Hristiyanlar tarafından bir sapkınlık olarak görülür.

Tek Doğayı Tanımlama Hatası

Nasturi Hatası

Dairenin üçgen ile üst üste geldiği ilk şemada Mesih’in iki doğasını karıştıran tek doğayı tanımlama hatası sapkınlığı mevcuttur. Bu yalnızca bir sapkınlık değil, ama aynı zamanda bir anlamsızlıktır da. Çünkü Mesih’in tanrısal doğası sınırsızdır insan doğası ise sınırlıdır. Ve bir sınırsız sınırlılığa sahip olmak mümkün değildir.

Dairenin ve üçgenin birbirlerine dokunmadıkları ikinci şemada, Mesih’teki iki doğa ile birlikte iki kişiyi de tespit eden, Nasturi sapkınlığını görürüz. Eğer Nasturilerin görüşleri doğru olsaydı, o zaman Mesih çarmıhta yaşamını feda ettiği zaman, bu aynı zamanda tanrısal olan kişi, bizim yerimize ölen Tanrı Oğlu değildi. Bu durumda, Mesih’in kefaret eden kurban olmasının hiçbir tanrısal değeri olmayacaktı ve günahlarımıza kefaret edemeyecekti. Yalnızca hem Tanrı hem de insan olan tek ve aynı kişi günahımız için çarmıhta öldüğü takdirde kurtulabiliriz. Çünkü eğer İsa hem Tanrı hem de insan olmazsa, Tanrı ve insanı barıştıramaz. Ama Kutsal Kitap bu konuda çok açık bir şekilde şu ifadeyi beyan eder: “Çünkü tek Tanrı ve Tanrı ile insanlar arasında tek aracı vardır. O da insan olan ve kendisini herkes için fidye olarak sunmuş bulunan Mesih İsa’dır” (1. Timoteos 2:5).

Mesih iki Ne (doğalar) ile birlikte tek bir Kim (kişi) olduğu için O’nun hakkında bir soru sorulduğu zaman daima her doğa hakkında bir tane olmak üzere iki soru sorulması gerekir. Örneğin, İsa yoruldu mu? Yanıt: Hayır, Tanrı olarak yorulmadı; evet, insan olarak yoruldu. Mesih acıktı mı? Tanrısal doğasında acıkmadı, insan doğasında acıktı. Mesih öldü mü? Hayır, tanrısal doğasında ölmedi; evet, insan doğasında öldü. Ölen kişi, Tanrı-insan idi. Ama O’nun tanrılığı ölmedi.

Bu aynı mantık Müslümanlar tarafından yöneltilen diğer teolojik sorulara uygulandığı zaman, yine aynı tür yanıta teslim olacaktır. İsa her şeyi biliyor muydu? Tanrı olarak biliyordu, çünkü Tanrı her şeyi bilir. Ama insan İsa olarak ikinci gelişinin ne zaman olacağını bilmiyordu (Matta 24:36), ve bir çocuk olarak da her şeyi bilmiyordu, çünkü “İsa bilgelikte gelişiyordu” (Luka 2:52).

Sık sorulan bir diğer soru şudur: İsa günah işleyebilir miydi? Yanıt aynıdır: Tanrı olarak günah işleyemezdi; insan olarak günah işleyebilirdi (ama işlemedi). Tanrı günah işleyemez. Örneğin, Kutsal Kitap’taki bir ayet şöyle der: “Tanrı’nın yalan söylemesi imkansızdır” (İbraniler 6:18; Titus 1:2). Ama İsa yine de, “her alanda bizim gibi denenmiştir, ama günah işlememiştir” (İbraniler 4:15). Bunun anlamı şudur: O hiçbir zaman günah işlemedi (2. Korintliler 5:21; 1. Petrus 1:19; 1. Yuhanna 3:3), ama gerçek anlamda denendi ve bu nedenle günah işlemesi mümkündü. Aksi takdirde, O’nun denenmesi bir oyun olurdu. İsa özgürce seçim yapma gücüne sahipti, yani yapmış olduğu ahlaki seçimlerden farklı seçim yapabilirdi. Bu, onun, eğer günah işlememeyi seçmiş olsaydı (O her zaman günah işlememeyi seçti), insan olarak günah işleyebileceği (ama günah işlemedi) anlamına gelir.

Mesih ile ilgili her soruyu ikiye ayırmak ve bu soruları Mesih’in her iki doğasına yöneltmek, bir sır olarak kalabilecek pek çok teolojik bilmeceyi çözer. Ve aynı zamanda Müslümanlar ve diğer inanmayanlar tarafından Hristiyanlığın üzerine yüklenen sözde mantıklı çelişkilerden uzak durmayı mümkün kılar.

Üçlü Birlik İle İlgili Ahlaki Bir Örnek

St. Augustine tarafından resmedilen bir örnek, Üçlü birliği aydınlatacak tanımda önemli bir yer tutar. Kutsal Kitap bize “Tanrı sevgidir” bilgisini verir (1. Yu­hanna 4:16). Ama sevgi üçlüdür, çünkü seven birini, sevileni ve her ikisi arasındaki bir sevgi ruhunu kapsar. Bu bilgiyi Üçlü Birliğe uyguladığımız zaman, Baba seven kişidir, Oğul, sevilendir ve Kutsal Ruh sevgi Ruhudur. Ama sevgi yine de tek’tir – bir’in içinde üç. Bu örnek, kişisel olmanın avantajına sahiptir. Çünkü yalnızca kişilerden akan bir özellik olan sevgiyi içerir.

Antropolojik Bir Örnek

İnsan, Tanrı’nın imajında yaratıldığı için (Yaratılış 1:27), insani varlıklarda Üçlü Birliğe benzeyen bir tür özellik bulunmasının şaşırtıcı olmaması gerekir. Önce, bu üçe bölünmeyi, (insanın beden, can ve ruhtan oluşması Üçlü Birliği yansıtan bir örnek olarak) kabul etmek istemeyiz. Bunun kötü bir örnek olacağını düşünürüz. Çünkü eğer gerçek olsa bile (ve pek çok Hristiyan yalnızca, beden ve canın ikiye ayrılmasını da reddederler), yine de kötü bir örnek oluştururdu. Beden ve can, ölüm anında ayrılabilirler ve ayrılırlar (2. Korintliler 5:8; Filipililer 1:23; Vahiy 6:9), ama Üçlü Birliğin doğası ve kişileri birbirlerinden ayrılamazlar.

İnsan doğasının temelindeki daha iyi bir örnek, daha önce de önerilmiş olduğu gibi, zihnimiz, zihnimizin düşünceleri ve bu düşüncelerin sözcükler ile ifadesi arasındaki ilişkidir. Bunların üçü arasında bir kimlik mevcut olmaksızın bir birliğin var olduğu aşikârdır. Bu bağlamda, Üçlü Birliğe örnek oluştururlar.

Birlik İçindeki Çoğulluğun İslam’a Özgü Örnekleri

Müslüman zihni için tanrılık içindeki bir çoğulluğun belki de en iyi örneği, daha önce sözünü etmiş olduğumuz gibi, (Bölüm 11), Kuran ve Tanrı arasındaki ilişkidir. Bir İslam bilginin belirtmiş olduğu gibi, Kuran, “Tanrısal İradenin bir ifadesidir. Eğer bunu Hristi­yanlıktaki herhangi bir konu ile kıyaslamak isterseniz, o zaman Mesih’in kendisi ile kıyaslamanız gerekir. Mesih, insanlar arasında Tanrısal Olan’ın ifadesi, Tanrısal İradenin açıklamasıydı. Kuran da aynı şeydir.” 18 Müslümanlar Kuran’ın sonsuz ve yaratılmamış olduğuna inanırlar. Ancak yine de Tanrı’nın aynısı değildir, ama Tanrı’nın kendisi kadar yok olmaz olan Tanrı’nın zihninin bir ifadesidir onlara göre. Birliğin içinde bir çoğulluk olduğu kesindir, Tanrı’dan başka bir çoğulluktur, ama her şeye rağmen Tanrı ile birdir. Gerçekten de, Müslüman bilginlerin Mesih’in tanrılığı hakkındaki Hristiyan öğretişi ile bir benzerlik gördükleri gerçeği, bu örneğin sahip olduğu değeri ortaya koyar. Çünkü Müslümanlar iki sonsuz ve yaratılmamış şeyin var olmasına rağmen, yalnızca tek Tanrı olduğuna inanırlar. Ve Hristiyanlar, üç yaratılmamış ve sonsuz kişiye ama yalnızca tek Tanrı’ya inanırlar.

Ayrıca, bazı kişiler, Muhammed’in aynı zamanda hem bir peygamber hem bir koca ve hem de bir önder olduğu gerçeğine işaret etmişlerdir. O zaman bir Müslüman’ın neden Tanrı’nın içindeki işlevlerin (kişilerin) çoğunluğu hakkındaki düşünceyi reddetmesi gerekir? İslami sistem içinde birlik içindeki çoğulluğun kanıtı, Tanrı ile olan ilişkisi açısından anlaşılmaz değildir. Konu aynı şekilde ele alındığında o zaman Müslümanlar’ın Üçlü Birlik öğretişini anlamsız bularak kabul etmemeleri gerektiğine ilişkin hiçbir neden mevcut değildir.

Özet

İslam ve Hristiyanlık arasındaki farklılığın özü, Üçlü Birlik ile Hristiyan öğretişinden kaynaklanır. Müslümanlar bu öğretişe, Kutsal Kitap’a özgü olmadığını ve anlaşılmaz olduğunu söyleyerek karşı çıkarlar. Görüşlerini kanıtlamak için Kutsal Yazılar’ın metinlerini, onları bulundukları çevre ve koşulların dışına çıkartarak yanlış yorumladıklarını ve çarpıttıklarını görmüş bulunuyoruz. Ve sonra gelene inanmak ve tutarlı olmak için yalnızca mantıklı farklılıkları değil ama aynı zamanda Tanrı’nın Kuran ile olan ilişkisi hakkındaki görüşlerini de kabul etmemeleri gerekir. Kısaca, özetleyecek olursak, Üçlü Birlik öğretişini reddetmek için mantıklı ya da uygun hiçbir neden mevcut değildir. Ayrıca, Mesih’in gerçekten Tanrı’nın Oğlu olduğuna ilişkin kanıt da sağlamış bulunmaktayız (Bölüm 11). Bu nedenle, Tanrılığın içindeki karşılıklı ilişkilerin zenginliği ve Tanrı’nın yaratıkları ile birlikte Hristiyan üçlü birliği, kurak ve katı bir Müslüman tektanrıcılığına tercih edilmelidir.


1. Shorrosh’da aktarması yapılan Ahmed Deedat ile Anis A. Shorrosh arasındaki bir tartışma, 254.

2. Aynı kitapta, 259.

3. Dawud, 205.

4. Bakınız Shorrosh, 114.

5. Pfander, 164.

6. Bakınız, Dawud, 16-17.

7. Bakınız Shorrosh, 278.

8. Bakınız, Dawud, 89.

9. Bu ifadeyi “O Tanrı. kulları üzerinde tam hakimiyete sahiptir” şeklinde tercüme edenler de vardır. (Pickthall çevirisi).

10. Christian Muslim Dialogue (Suudi Arabistan Krallığı: Maramer, 1984), 17.

11. Smail Balic, “The Image of Jesus in Contemporary Islamic Theology,” Schimmel and Falaturi, 3.

12. Mahmud, 20.

13. Ajijola, 55.

14. Lewis, Mere Christianity, 145.

15. Plotinus, The Enneads, çevirmen, Stephen MacKenna (London: Faber and Faber Ltd., 1966), I, 6; III, 8-9; V, 1, 8; VI, 8, 18.

16. Joseph Ratzinger, Introduction to Christianity, çevirmen, J. R. Foster (New York: The Seabury Press, 1979), 128-29.

17. Aynı kitapta.

18. Yusuf K. Ibish’in “The Muslim Lives by the Qur’an” adlı bir yazısından, Waddy tarafından aktarıldı, 14.

Pages