February 2012

Üçüncü Tanrisal Mutluluk

Bölüm 3

Matta 5:5. Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar. Üçüncü tanrısal mutluluk üzerindeki düşüncelerimizde, kendimizi “yüreğinde alçakgönüllü ve yumuşak huylu” olan kutlu Rabbin bize mutluluk veren refakati altında buluruz. Bu üçüncü bölümde canın kutsanması ile ilgili büyük bir ilerlemenin mevcut olduğu aşikardır. Yücelik mirasçısı Mesih’in okulunda bu yaşamın sıkıntılarını nasıl karşılayacağını, O’nunla görüştükçe öğrenmektedir. Bu, çok önemli bir derstir ve bu derse çok ihtiyaç duyulur. Bu dersi tam olarak öğrendiğimizden emin olalım.

İlk dersimizde bizi, Tanrıyı gerçekten tanıyan ve Mesih’in karakterine - “ruhta yoksul” – benzeyen her canın durumu hakkında bilgi verildi. Kendisini Tanrının huzurunda ne olduğunu gören her canın sonucu olan bu durum can ve Tanrı arasında bulunan temel bir meseledir. Tüm canlar Tanrının huzurunda bereketli ve mutludurlar. Ama dünyada yaşamaya devam ettikçe ve bu yaşamın çeşitli görevlerine katıldıkça, yolumuza o kadar çok sıkıntı nedeni çıkar ki, ruhlarımızda inleriz. Bu, bizim ikinci dersimizdir. Bu ders, günlük tecrübelerden biridir. Üçüncü sınıftaki büyük ilerleme şu şekilde görünür: can, lütufta öylesine büyümüştür ki, artık şimdi sorgulamak, muhakeme etmek ve bu deneme sahnesinde sergilenmekte olan kendi iradesine güvenen ruh, öğrencide Babanın isteğine boyun eğmek için alçak gönüllükle teslim olur ve İsa’dan, yürekte alçak gönüllü ve yumuşak huylu olmayı öğrenir; çünkü her şeye rağmen bu koşullardaki durum, ya kişinin kendi iradesine güvenmesi ya da Rabbe boyun eğmesine bağlı bir meseledir.

Yürekte yumuşak huylu olan kişi, çevresinde bulunan her şeye rağmen, Tanrının, Kendi iradesinin öğütlerini yerine getirdiğini ve Kendisini sevenlerin ve amacına uygun olarak çağrılmış olanların yaşadıkları her durumda etkin olduğunu daha net olarak görmeye başlarlar. Tanrıyı ve O’nun yollarını daha iyi tanımak, derin terbiye görmüş bir zihin durumu üretir. İman adamı, ruhta inleyerek, ve insanın kötülüğü nedeni ile yas tutarak, sevdiklerimizin Mesih’i reddetmesi ve O’nun adını taşıyan kişilerin uğradıkları başarısızlıklar ile sessizleşir ve alçalır! Tanrı adamı tüm bu durumların ortasında Tanrı ile yürür ve her konuda O’na danışır. Düşmanın en alçak sesli şikayetlerinde ya da en yüksek sesli kükremelerinde Babasının sesini işitir; en küçük incinmede ya da en büyük zulümde O’nun eline yapışır; dünyanın zevklerine ya da kötünün refahına imrenmez, tüm kaynaklarının diri Tanrı olduğunu bilir ve O’na dönebilir, O’nda dinlenebilir, O’nda sevinç duyar ve bu üzüntülü durumlar ile ilgili çatışmaların üstüne çıkarak O’nunla yürür. Ama sen ey canım, güvenlik içinde dinlen, çünkü bu bereketlilik durumundan yalnızca bu koşullar sonucunda Tanrıyı tanımış olan kişiler keyif alırlar ve O’nun, Sevgisinin gizli amaçlarını, insanın çok sayıdaki kötülük amaçlarına rağmen, yerine getirdiğine inanırlar. Bir Babanın sesi, bir Babanın eli, bir Babanın isteği ve bir Babanın amacı alçak gönüllü ve yumuşak huylu bir ruhu yaratma ve muhafaza etme konusunda başarısız olmayacaktır. İman böylelikle, kendisini, aşağıda yer alan en güzel şarkılarımızdan birinde güçlü bir şekilde ifade etmiştir:-

“Tanrı benden yana mı? O zaman, her şey bana karşı olsa bile korkmam;
Kurtarıcım Mesih’e seslendiğim zaman, kötülük orduları kaçarlar.
Dostum, gücü Her Şeye Yeten ve beni seven Tanrım!
Bir sel gibi üstüme gelse bile, hangi düşman bana zarar verecektir?
Biliyorum, inanıyorum ve korkusuzca söylüyorum,
O en yüce, en kudretli olan Tanrı beni seviyor.
Her zaman, her yerde benim yanımda yer alıyor;
Savaş kızıştığı zaman, şiddetli fırtınalarda ve gelgit akıntılarında egemen olan O’dur.
Ne melekler, ne gökyüzü, ne taht, ne güç, ne kudret,
Ne sevgi, ne derinlik, ne de yaratılmış ya da yaratılacak olan bir yaratık
Beni Senin göğsünden çekip alamaz, beni Senden ayıramaz.
Yüreğim sevinç ile sıçrar, ve orada üzüntü barınamaz;
Yüreğim güneşin parlayan ışığının ortasında yücelik içinde bağırarak şarkılar söyler;
Üzerime parlayan güneş Rabbim ve O’nun sevgisidir,
Şarkılarımın çeşmesi yukarda, gökyüzündedir.”

Ama eğer ey canım, mutlak mükemmellik içinde sözünü ettiğimiz yumuşak huyluluğu görecek olur isen, o zaman, yeryüzünde iken, Halkından hiç kimsenin asla bilemeyeceği daha derin acılar tanıyan ve gökte daha derin paydaşlıklar bilen O’na, derin düşüncelere dalarak geri dönmen gerekir. Rab, Krallık halkı ile karşılıklı konuşur iken ve onların sordukları sorulara yanıt verirken, insanların gerçek konumlarını sezmiştir ve O’nu Yahudilerin Kralı Mesih olarak reddettiklerinin farkına varmıştır. Rabbin yüreğini dolduran üzüntü kim bilir ne kadar büyüktü! Ve Babasının bağrında bulduğu rahatlık ve dinlenme ne kadar harika idi!

Şimdi kısa bir süre için, Matta 11:20-30 ayetlerine döneceğiz. Burada gördüğümüz, farklı bir ifadedir ve İsa’da var olan bu iki şeyin – çevrede var olan kötülük nedeni ile ruhta inlemek ve O’nun, Babasının isteğine mutlak boyun eğmesi -mükemmel bileşimini övgü ve şükran ile görürüz. O’nun dudaklarından, “Eyvah,eyvah” sözcükleri hiç bir zaman çıkmadı. O, göğe baktığı zaman daima şöyle dedi: “Göğün ve yerin Rabbi olan ey Baba, sana teşekkür ederim.” O, sevdiği kişilerin imansızlıklarının giderek büyüdüğünü ve derinleştiğini sezdiği zaman, ve İmmanuel olarak aralarında yaşamasına rağmen, ruhsal körlükleri nedeni ile O’nu reddettiklerinde, yumuşak huyluluk ile Babasının isteğine boyun eğer. Böyle durumlarda O, yalnızca önündeki mükemmelliği ve yüceliği görür. “Bu gerçekleri bilge ve akıllı kişilerden gizleyip küçük çocuklara açtığın için sana teşekkür ederim. Evet, Baba, senin isteğin bu idi.” O günden bu güne olan bu durumlar her zaman aynı kalmıştır ve şimdi de hala aynıdır. Ey canım, şu anda yazdığını aklında iyi tut, önünde itaat eden insan olarak İsa duruyor ve Baba’nın yumuşak huylu ve alçakgönüllüler için lütuf ile dolu yolları bulunuyor. Tanrı, biricik Oğlu’nun Kişiliğini kutsal olmayan imansız bakışlara karşı sığınak olarak korur ve Yüceliğini insanın gururundan gizler. “Oğul’u Babadan başka kimse tanımaz. Baba’yı da Oğul’dan ve Oğul’un O’nu tanıtmak istediği kişilerden başkası tanımaz.” O’nun Kişiliğinin derin sırlarına insan zekasının gururu ile nüfuz etmeye cüret eden herkes, sadece kendi körlüğünü ve akılsızlığını açıklamış ve bu yüzden kendisini düşmanın tuzaklarına maruz bırakmıştır. Ama İsa’nın ve O’nun yollarının bilgisinin tam bereketi alçakgönüllü yüreğe- tapınan yüreğe – bildirilir. Rab, alçakgönüllülere adalet yolunda öncülük eder, kendi yolunu öğretir onlara…. Alçakgönüllüler ülkeyi miras alacak, derin bir huzurun zevkini tadacak.” (Mezmur 25, 37) Bu bölümlerin yeryüzündeki bin yıllık dönemlere işaret ettiklerine hiç kuşku yok; bu dönemde Tanrıdan korkan kişiler yücelik kralları Mesih ile birlikte yeryüzüne sahip olacaklardır. Dikkat edin, burada söylenen onların gökyüzünü değil, yeryüzünü miras alacaklarıdır, bir zamanlar deneme ve sıkıntı yeri olan yeryüzü bir gün onlar için dinlenme, yücelik ve bereket yeri olacaktır. Hıristiyan, yeryüzünü, Mesih ile birleşmiş olarak daha üstün bir şekilde sahiplenecektir. Mesih o zaman, yoksulları ekmek ile besleyecek ve bu kez, göksel kutsallar, eskiden öğrencilerin yapmış olduğu gibi, ekmeği dağıtma ayrıcalığına sahip olabileceklerdir.

Ama, özellikle denenmiş olan hizmetkar Hıristiyan’ın, kutlu Rab ve Efendi’yi tek kaynağı olarak Babasına dönmeye yönlendiren hayal kırıklıklarının doğasına daha yakından bakmak için geri dönüp incelemesi kendisi için yararlı olacaktır.

O, Kendisine ait olanlar için gelmişti, ama Kendi halkından olanlar O’nu kabul etmediler. Sevdiği ve kurtarmak için geldiği kişiler, yüreklerinde O’na yer vermediler. Vaftizci Yahya, üzücü haberler ile geldiği zaman, yas tutmayı reddettiler. İsa sevinçli haberler ile geldiği zaman, sevinmeyi reddettiler. Onlar, O’na hiç bir koşulda sahip çıkmayacaklardı. Müjdenin her çağdaki orantısal küçük başarısının sırrı budur. Doğal yürek, reddedilmiş bir Mesih yerine şimdiki değerlerin sevincini tercih eder ve cennetin çok uzaklarda bir yerde olduğunu düşünür. Bu kuşak, Yahya’nın en ciddi uyarılarına ve İsa’nın en lütufkar davetlerine kulak asmıyor gibi idi. Bu kadarı bile herhangi bir vaizin yüreğinin kırılması için yeterlidir. Lütfun eylemleri, sevginin çekiciliği, adaletin tehditleri, cehennemin sefaletleri, cennetin yücelikleri, özensiz davranan kişileri yakalamak ya da uyandırmak için yeterli değildir. Vaizin yüreği, insanların yüreklerinin katılığı nedeni ile kırıldığı zaman, nasıl hareket etmesi ya da ne yapması gerekir? Tanrının huzuruna girmesi ve O’nunla paydaşlık yaparak O’nun hem hizmet hem de boyun eğme konusundaki dersini daha yetkin bir şekilde öğrenmesi gerekir. Hayal kırıklığına uğramış işçi için tek sığınak ve dinlenme yeri budur. Şimdi Rabbin nasıl hareket ettiğine bakalım.

Rab, insanların durumu hakkında mükemmel bilgiye sahipti ve Tanrının, hem O’nun Kişiliğindeki hem de hizmetindeki iyiliğini nasıl geri çevirdiklerini çok iyi biliyordu. Böyle bir imansızlığın kaçınılmaz sonucunun yargı olması gerekir. Bu konu ile uyumlu olarak şunları okuruz: “Rab, sonra, mucizelerinin çoğunu yapmış olduğu kentleri, tövbe etmedikleri için şöyle azarlamaya başladı: Vay haline, ey Horazin! Vay haline, ey Beytsayda! Ya sen, ey Kefarnahum! Göğe mi çıkarılacaksın? Hayır, ölüler diyarına indirileceksin! Çünkü sende yapılan mucizeler Sur’ ve Sayda’da yapılmış olsa idi, çoktan çul kuşanıp kül içinde oturarak tövbe etmiş olurlardı. Sana şunu söyleyeyim, yargı günü sizin haliniz Sur ve Sayda’nın halinden beter olacaktır!” Bunlar çok ciddi sözlerdir! İsrail bölgesinde büyük rağbet gören bu kentlere karşı ilan edilen yargı, kötülüğü ile ün salmış Sodom hakkındaki yargıdan bile daha korkunç ve daha acımasızdır. Ama bu sözler, günümüzün üstün ayrıcalıklı müjde işiticisine hitap eden sözler değil midirler? Kesinlikle öyledirler. Sapkın Hıristiyanlığın herhangi bir döneminde yer alan herhangi bir yargı böylesine ağır ve merhametsiz olmamıştır. Ayrıcalık konumu ne kadar yüksek olur ise, gerçeklik olmaksızın yalnızca Mesih’in adını taşıyan sadık olmayanların düşüşünün de o kadar derin olması gerekir. Ve şimdi Horazin, Beytsayda ve Kefarnahum günleri gibi günler yaşanmamakta mıdır? Ne yazık! Bu soruya yanıt verilmesi gerekmez; bunun yerine şu sorunun sorulması gerekir: O’nun Kişiliğinin yüceliği ve O’nun sözünün yetkisi için gerçek ve sadık tanıklar nerededirler? Bu düşünce baskı vericidir. Ne yapılması gerekir? Rab ne yaptı? Babasına döndü.

“İsa bundan sonra şöyle dedi: ‘Baba, yerin ve göğün Rabbi, sana teşekkür ederim.” Kısaca belirtecek olur isek, Rab, diğer kişilerin Kendisine olan davranışlarından şikayet etmek ve Kendini haklı çıkarmak yerine, yumuşak huyluluk ile Babasının egemen isteğine boyun eğer ve Kendisini göğün ve yerin Rabbi olan ve her şeyi bilgece düzenleyen Babasının ellerine bırakır; ve bunun sonucu ne olur? Sonuç, yalnızca her zaman olması gereken olur – O, bereketi elde eder. Yalnızca bir vaade değil, her şeye sahip olur. “Babam her şeyi bana teslim etti.” Ve bu ifade, lütuf aracılığı ile Tanrının daha tam bir açıklamasının ve insanlık için daha zengin bir bereketinin fırsatı olduğunun kanıtıdır. “Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size rahat veririm.” Bu sözler bize hitap eden bir örnek olarak ne kadar güzel ve değerlidirler! Bereket yolu, her zaman hem bizler hem de diğer kişiler için düşünülmüş bir yoldur. İsa, bir insan olarak aşağılandığı, Mesih olarak reddedildiği ve Yüceliğinin tacını reddettiği zaman, Haklarını savunmak için ayağa kalkmadı, ama yumuşak huyluluk ile boyun eğdi ve yerin ve göğün Rabbi olan Babasına baktı. O, her şeyi Babasının ellerine bırakabildi ve O’nun egemen isteğini bekleyebildi. Bu arada bereket, bir yaşam dalgası gibi sonsuz sevgi okyanusundan akar ve tüm Yahudi sınırlamalarının üzerinden akar.

Diğer uluslar bu noktada gündeme getirilir. Baba, tüm bereketin kaynağı olarak açıklanır. “Bana gelin … ben size rahat veririm.” Yahudi gibi yoksul olan diğer uluslara ait kişi; yorgun musun ve yükün ağır mı? “Bana gel …” Şimdi söz konusu olan saf lütuftur. Yorgun olma ve ağır yük taşıma dışında hiç bir özellik talep edilmez. Kutlu Rab, burada söz ettiği rahatı bize nasıl vereceğini söylemez, ama bizim O’na güvenmemiz gerekir. O, artık insana güvenmez, şimdi insanın O’na güvenmesi gerekir. Artık bereket için başka bir yol mevcut değildir. Mevcut olan, yalnızca tek bir sorudur: Tanrı, güvenmek için uygun Biri midir? Hepsi bu kadar. O’na güvenin. “Ne mutlu O’na sığınanlara!” Mezmur 2:12.

Ama bu dolu ve bol akan lütuf, insan aksini söyleyebilse de, yürüyüşte özensizliğe neden olmaz. “Boyunduruğumu yüklenin, benden öğrenin; çünkü ben yumuşak huylu ve alçakgönüllüyüm. Böylece canlarınız rahata kavuşur. Boyunduruğumu taşımak kolaydır, yüküm hafiftir.” İki ayet arasındaki farklılık çok belirgindir ve çok sık olarak fark edilir. 28.ayette şunlar yazılıdır: “Bana gelin, ben size rahat veririm”; 29.ayet ise şöyle der: “Boyunduruğumu yüklenin.. böylece canlarınız rahata kavuşur.” İlk ayette, günahkara gösterilen saf, mutlak ve koşulsuz lütuf yer alır; ikinci ayette ise imanlı için Mesih’in boyunduruğunu yüklenmesinden söz edilir. Bu yaşamın sıkıntılarını O’nun karşıladığı şekilde karşılamayı çok az kişinin öğrenmesinin nedeni O’nun boyunduruğunu yüklenmemeleri ve O’ndan öğrenmemeleridir. İnsanlar kendi karakterleri hakkında düşünürler; ne kadar çok yanlış anlaşıldıklarını, ne kadar yanlış temsil edildiklerini, nasıl haksız yere suçlandıklarını ve kendilerine nasıl adil olmayan bir şekilde ya da kabaca davranıldığı üzerinde dururlar. Kendi ünlerinin düşünmeleri gereken en son şey olduğunu öğrenmemişlerdir; artık ilgilenmeleri gereken tek şey, Mesih’in karakteridir. Aynı boyunduruk altında olan bu kişiler yan yana ve adım adım birlikte yürümelidirler. Atlı arabanın tekerlekleri çöl kumunun derinliklerine gömüldüğü zaman, güçlü olanın, zayıf olanı çekip çıkartması gerektiği doğrudur; ama yine de her ikisinin birlikte yürümesi gerekir. Rab böylelikle bize üçüncü tanrısal mutluluğun büyük gerçeğini öğrenmemiz için fırsat verir. “Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar.”

Rab, yaşamın dalgalarının alçak olmasına izin ver.
Yüksek dalgalarda Senin koluna yaslanmaz isem, düşmek zorunda kalırım.
Ama Sen, destekleyen lütfun aracılığı ile beni tutarsan,
Sakince yürür ve yüksek dalgaların üstünden geçerim.
Ve Senin bulunduğun yere, Sana bakarsam –
Yaşamın büyük ve vahşi kargaşasının içsel denizi,
Bu huzursuz yüreğin ateşli titremeleri,
Sen, dirilmiş Rabbimle yürüdüğüm zaman, sakinleşirler.
Çünkü ben Seni, yükseklerde, Tanrının sağındaki
Görkemli yerinde otururken görmüş olduğum için,
Beni o sevgi yerine götüren ışık
Bana burada, yeryüzündeki her şeyin enkaz olduğunu açıkladı!”

Dördüncü Tanrisal Mutluluk

Bölüm 4

Matta 5:6. Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara! Çünkü onlar doyurulacaklar. Çocukların çeşitli ruhsal duygularına ve koşullarına Babanın sevgisinin mükemmel yanıtı, en ilginç ve en eğitici yanıttır. Krallığın zenginlikleri ruhta yoksul olanlara vaat edilir. “Göklerin Krallığı böylelerinindir.” Tanrının tesellisi, uygun zamanda yas tutanların kesin payıdır. “Onlar teselli edilecekler.” Ve peygamber de bu konuya şöyle değinir: “Çocuğunu avutan bir anne gibi avutacağım sizi, Yeruşalim’de avuntu bulacaksınız.” (Yeşaya 66:13) İsrail halkının gelecekteki mülk edinmesi, sürgünde oldukları ülkede Tanrının isteğine yumuşak huyluluk ile boyun eğen ve tüm ihtiyaçlarını O’nun ellerine teslim eden kişiler için sunulan vaattir – “Onlar yeryüzünü miras alacaklardır.” Ve doğruluğa acıkıp susayan dördüncü gruba tam bir can doyumu vaat edilir – “Onlar doyurulacaklar.”

Lütuf budur ve Rabbin lütuf yolları başlangıçtan beri aynıdır. O’nun yanıtı canın duyduğu ihtiyacı karşılar. Tanrı, arzuyu, onu tatmin etmek için yaratır. Yürek, iyi olanı arzu ettiği zaman, bu arzuda O’nun lütfunun bulunduğundan emin olabiliriz. Doğal yürekte ruhsal açıdan iyi olan hiç bir şey bulunmadığından, her iyi arzunun Tanrıdan gelmesi gerekir. Kaybolan oğul yüreğinde işleyen lütfun etkisi ile şöyle der: “Kalkıp babamın yanına döneceğim; ve kaybolan oğul o zaman, kendisi farkında olmamasına rağmen, sanki babasının kollarında imiş gibi güvende idi. Bu nedenle, iyi bir arzunun lütfun meyvesi olduğunu görüyoruz ve belirli bir anlamda arzu edilen her şeye sahip olmaktır. Bu durum, mirasın teminatı gibidir.

Bu gerçeklerde, söyledikleri gibi gayretle Rabbin peşinde olan kişiler için büyük teşvik bulunduğu kesindir. Ama korkan ve O’nu bulup bulmadıkları konusunda kuşku duyan kişiler için durum tam aksidir. Mesih onları aramış ve bulmuştur ve yüreklerin O’ndan başka hiç kimse ile asla tatmin olmayacağını hissetmelerini sağlar. Dünya ve onun zevkleri, zenginlikleri, toplumu, insan yüreğini doldurmak için yetersizdirler. Aynı zamanda Ezgilerin Ezgisinde yer alan güzel bir şarkıda bize Mesih’i bulan ya da Mesih tarafından bulunan zavallı bir kölenin yüreğinin O’nun sevgisi ile nasıl dolup taştığı anlatılır. Köle kız, “Senin sevgin şaraptan daha tatlıdır” – yeryüzünün sosyal sevinçlerinin hepsinden daha iyidir benim için -der. Bunun nedeninin O’nun lütfunun işleyişi olması gerekir. Tanrının Mesih’i için bildiğimiz hiç bir gerçek arzu kaynağını bizim yoksun yüreklerimizden alamaz; bunun kaynağının dünya ya da şeytan olmadığından da eminiz, o zaman bu arzunun kaynağını nereden alması gerekir? Yalnızca Tanrının lütfundan. Ve O, uyandırmış olduğu özlem içindeki arzu ve beklentileri yerine getirmek için bekler. Ama Mezmur yazarı ile birlikte şu sözleri söylememizi ister: “Ey canım, yalnız Tanrı’da huzur bul, çünkü umudum O’ndadır. Tek kayam, kurtuluşum, kalem O’dur, sarsılmam. Kurtuluşum ve onurum Tanrı’ya bağlıdır. Güçlü kayam, sığınağım O’dur.” (Mezmur 62:5-7) Bu güzel Mezmurda yüreklerimizi araştıran ve deneyen sözcük “yalnız” sözcüğüdür. Rab bize bu sözcüğü O’nun huzurunda tartmayı ihsan etsin.

O zaman bu durumda bu yansımalardan – yansımalar diyoruz, çünkü Tanrısal Mutluluklarda bağışlama ve kurtuluş hakkında çok az şey söylenir - çıkarttığımız sonuç şudur: Yürekte Mesih için duyulan her arzu, sonsuza kadar doyurulacaktır. Şimdi bu noktaya kadar bu ifade doğrudur. Rab, bu son ve kapanan günlerde yüreklerimizde Kendisi için pek çok derin, gayretli ve özlem dolu arzular uyandırsın ve ortaya çıkartsın. Şimdi tekrar Tanrısal Mutluluklar konumuza geri dönelim.

Mecaz sözcüğün gücünü hepimiz çok iyi anladığımız için onun ruhsal uyarlamasını da kolayca kavrayabiliriz. Doğruluğa acıkmanın ve susamanın şu anlama geldiği aşikardır: yenilenmiş düşüncenin Tanrı’nın bu dünyadaki isteğine göre hareket etmek için gayretli bir arzu duymak; ve bu arzu dünyanın, Tanrının gözünde doğru olanı yapmaya – doğruluğa - karşı çıktığını gördüğü zaman artış gösterir. Bu nedenle, açlık ve susuzluk konusundaki duygu yoğunlaşır. Böylelikle Tanrının isteği ile uyumlu olanı elde etmeyi aramanın can üzerinde yaptığı etki büyük bereket sağlar. “Doğruluğa acıkıp susayanlara ne mutlu!”. Ama bereketlilik doğruluğun kesin ödülü olmasına rağmen, doğruluk yolu büyük bir denemeden ve pek çok güçlüklerden biri olacaktır. Dünyanın kuralı, Tanrının önünde doğru olan değil, insanın kendisi için kolay, yararlı ve uygun olandır. Bir konu hakkında Tanrının düşüncesinin ne olabileceği konusunda hiç bir zaman düşünülmez. Ve bu konuda araştırma yapılmasını öneren biri, bu yaşamın uygulamalı gerçekliklerine uygun davranmayan biri olarak görülecektir.

Ama bu ilke konusunda gevşek davranılması dünyaya uygun gelmez; böyle bir durumu yalnızca ağzı ile ikrar eden kilisede görürüz. Tanrısal yetki konusunda tam bir gösteri yapılan böyle bir kilisede ne kadar çok şey sunulur ve uygulanır ve Tanrının gözünde kutsal olmayan üyelikler yapılır. Öyle ki, kişi, Tanrının yetkisini ve yüceliğini muhafaza etmenin peşinden koşsun. Ya da başka bir deyişle, hem kilisede hem dünyada doğruluk yollarında yapılan yürüyüşün atılan her adımında bir deneme ile karşılaşmalıdır. Tanrının doğruluğu yerine insanın isteği egemen olduğu zaman, lütfun yas tutması gerekir. Aynı zamanda, tanrısal yaşamın yumuşak huyluluğu göğe bakılarak ve her şey Tanrıya teslim edilerek tecrübe edilmiş olacaktır.

Ancak diğer kişiler ne yaparlarsa yapsınlar, her zaman Tanrı adamının kuralı geçerli olacaktır, öyle değil mi? Kural, Tanrının açıklanmış olan isteği ile uyum içinde midir? “Çünkü Rab doğrudur; doğruları sever; dürüst insanlar O’nun yüzünü görecek.” (Mezmur 11:7) Doğruluğun yasa altında olan ve her şeyin yazılı yasa ile uyumlu olarak yapıldığını gören Yahudi ile özel bir yere sahip olduğunu kabul ediyoruz. Ama, Yeni Antlaşma’da, Eski Antlaşma’da olandan hem daha derin hem de daha yüksek ilkelere sahip olduğumuz kesindir ve bunlar dağdaki vaazdan daha çok Mesih’in ölümünde ve dirilişinde ortaya konmuşlardır ve daha büyük bir doğruluk aranır, çünkü bunun nedeni yalnızca kendimizi O’nda ölmüş ve O’nda dirilmiş olarak saydığımız zaman bu büyük doğruluğu yasa değil ama lütuf altında bulabileceğimizdir. Elçi, bu yüzden Romalılar 6. Bölümde şöyle der: “Ölümden dirilenler gibi kendinizi Tanrıya adayın, bedeninizin üyelerini doğruluk araçları olarak Tanrıya sunun. Günah size egemen olmayacaktır. Çünkü Kutsal Yasanın yönetimi altında değil, Tanrının lütfunun altındasınız.”

Yapmamıza izin verilen ve yaptığımız şeylerin çoğundaki gerçek karakterin bir testi olarak, bu kısa ve basit sorunun değerini gereğinden fazla takdir etmek imkansız olurdu, değil mi? Bu, yaptığımız ya da yapmamıza izin verilen her şeyin Kutsal Yazıların seri bir bölümü olmasını beklediğimiz anlamına gelmez; ama bizler ciddi bir şekilde, tüm bunların, Tanrının Mesih’te açıklamış olduğu isteği ile uyumlu olup olmadığını araştırmalıyız. O’nun bunları onayladığından emin miyiz? Eğer bundan emin değil isek, o zaman bunların değeri nedir? Yararsız olmaktan daha da kötüdür; yanlıştır. Yaptıklarımız dini bir gözleme dayanabilir; ya da bu yaşamın olaylarında kabul gören bir ilke olabilir; ama eğer Tanrı tarafından kutsanmadı ise, o zaman yaptıklarımızdan vazgeçmemiz daha iyidir. Doğruluğa acıkmak ve susamak Tanrının gözünde doğru olanı muhafaza etmek için duyulan içten arzudur; bu arzu bizi dünyanın ya da dünyasal zihniyetli Hıristiyanların muhalefetine ve baskısına maruz bırakabilir.

Ama şöyle diyebilirsiniz, canım yasacılık ruhuna eğilim gösteren bir kurala ya da belirlenmiş olan bir ölçüye uyumlu olarak yürümek için ilgi duymayacak mıdır? Hıristiyan bakış açısına göre, hayır; aksine Tanrı Sözü, bizlerin Hıristiyanlar olarak sahip olduğumuz tanrısal yaşam için “özgürlüğün mükemmel yasasıdır.” Ama bu durum, bizi bu önemli konunun kökenine doğru götürür, bu konu üzerinde bir süre için derin düşünerek ve dua ederek durmanız gerekir. Bu noktada gerçek ve kutsal özgürlüğün sırrını keşfedeceksiniz.

Bildiğiniz gibi, bizim olan ve içinde yürümemiz gereken Mesih’in yaşamı, O’nun sözünden her zaman hoşlanır ve O’na asla karşı olmaz. Yeni doğa, Mesih’in sözlerinden ve buyruklarından zevk alır; O’nun sözleri ve buyrukları, O’nun yetkisinin tanrısal yaşamda yapmayı arzu ettikleridir Burada bir örnek vererek bir varsayımda bulunalım; genç bir Hıristiyan en saf niyetler ile dua toplantısına gitmek için yoğun bir istek duyar; bu doğrudur – ve Mesih’in zihni ile uyumlu olarak, “doğruluktur.” Ama yol açık ve net değildir, bir başka yolun altındadır. Genç Hıristiyan, sessizce durarak Tanrının harekete geçmesini bekler. Yavaş yavaş, ona gitmesi söylenir – onun yüreğinin arzu ettiği de budur; itaat etmekten zevk alır; işte bu, özgürlük yasasıdır. Yeni yaşamın yönü ve Mesih’in sözü birdir. Şimdi de bir başka örneğe bakalım; genç bir Hıristiyan dünyasal bir zihin durumuna düşkünlük göstermektedir; kendisinden dua toplantısına gitmesi istenir, ama o gitmekten hoşlanmaz; benlikteki zihninin isteği, Mesih’in isteğine karşıdır. Mesih’in buyrukları ona sevinç değil, keder verir; bu buyruklar onun için özgürlük yasasının değil, esaret yasasının buyruklarıdır ve bu örnekteki genç Hıristiyan çok mutsuzdur. Bu nedenle, doğrulukta yürüyen bu itaat, candaki Mesih’in yaşamı için mükemmel özgürlük, kutsal sevinç ve tanrısal güçtür. Gücün, Kutsal Ruh olduğu doğrudur, ama biz Kutsal Ruh’un gücünü, sözün yetkisinden ayıramayız. Yeni yaşam ile ilgili arzular, sözün yetkisi ve Ruh’un gücü birlikte hareket ederler.

Birinci Yuhanna mektubunun özellikle ikinci bölümü Hıristiyanlığın bu büyük uygulamalı ilkesinin tanrısal bir açıklamasıdır.”Ama O’nun sözüne uyan kişinin Tanrıya olan sevgisi gerçekten yetkinleşmiştir. Tanrıda olduğumuzu bununla anlarız.’Tanrıda yaşıyorum’ diyen Mesih’in yürüdüğü yolda yürümelidir.” Mesih burada, yeryüzünde iken, yaşamını sözleri ile ifade etti. Ey can, bu yaşam senindir; bu yaşamın kendisi harika, değerli ve kutsanmış gerçektir! Ve bu yaşam sonsuza kadar senin olacaktır – ve senin mutlu paydaşlığının temeli ve Mesih ile sonsuzluğun sayısız yüz yılları boyunca senin tanrısal mahremiyetindir. “Yaşamımız olan Mesih göründüğü zaman, biz de O’nunla birlikte yücelmiş olarak görüneceğiz.” Ama bu gerçekleşene kadar O’nun sözleri sana rehberlik etsin ve yön versin, öyle ki, sen de O’nun yürüdüğü gibi yürüyebilesin.

Bu Tanrısal Mutluluk ile ilgili düşüncelerimize son vermeden önce, bir an için 16. Ve 17. Mezmur’lara geri dönmemiz yararlı olacaktır. Gerçeğin önemli çizgilerini burada da görürüz – yaşam ve doğruluk – ama Mesih ve İsrail’deki tanrısal bakiye ile vasıtasız ve yakın bir bağlantı içindedirler. 16. Mezmurun son ayetinde, Tanrı ile yaşam yoluna sahibizdir; ölüm aracılığı ile bu dünyadan O’nun bol sevinç ile dolu huzuruna yükseliriz. “Yaşam yolunu bana bildirirsin. Bol sevinç vardır senin huzurunda, sağ elinden mutluluk eksilmez.” 17. Mezmur’da doğruluk yolunun tamamen Tanrı’ya bağlı olduğunu görürüz. Yürekte ve yaşamda hem Tanrı’ya hem insana duyduğu mutlak sadakat İsa’nın bu dünyadaki adımlarını belirledi. “Haklı davamı dinle, ya Rab!” Bu feryat, İsa’nın feryadı idi – ve aynı şekilde Hıristiyan’ın da feryadı olması gerekir – “Haklı davamı dinle, ey Rab!” O’nun tek büyük hedefi, Babasının düşüncesinde olmak, Babasının isteğini yerine getirmek ve O’nun adımlarında yürüyebilmemiz için bize bir yol hazırlamak idi. Ve burada böyle bir yürek ve sözün değeri kanıtlanır. “Yüreğimi yokladın. Gece denedin. Sınadın beni, kötü bir şey bulmadın; kararlıyım, ağzımdan kötü söz çıkmaz. Başkalarının yaptıklarına gelince, ben senin sözlerine uyarak şiddet yollarından kaçındım.” Bu sözleri yalnızca Mesih tam olarak gerçekleştirebilirdi ve bizler için de gerçek olabilmeleri yalnızca Mesih’in yaşamını yaşamamızla mümkün olabilir. Her şeye rağmen yine de, bizim yüreklerimizin amacı ve yaşamlarımızın arzusu hakkında Tanrı’dan yardım rica etmemiz gerekir.

Tanrı böylece, lütfu aracılığı ile bizlerin, kanıtlanmış yürekler ve dengeli yaşamlar ile dayanmamız gereken muhalefet ve zulümden kaçınmadan O’nun önünde yürümemizi mümkün kılar. Doğruluğa olan açlığımız ve susuzluğumuz – tamamıyla İsa Mesih’teki Tanrı zihninin ve isteğinin ardından giderek ve İnsanoğlu’nun bu dünyadaki yolundan O’na benzeyerek yürümek ile - kesinlikle giderilecektir. Bu güzel Mezmur, dikkatinizi çektiği gibi, “Haklı davamı dinle, ya Rab!” sözleri ile başlar ve bu sözlerin yerine getirilmesi ile son bulur: “Ama ben doğruluk sayesinde yüzünü göreceğim senin, uyanınca suretini görmeye doyacağım.” Görkemli son! Sevgili okuyucum, bu görkemli son senin olacak mı? Bir an dur ve düşün; Mesih’e iman ettin mi? O’nun yaşamı senin yaşamın oldu mu? O’nun bu dünyadaki yollarından zevk alıyor musun? Harika ve kutlu umut! Bu umut ile kıyaslanabilecek ne vardır? Ölümün uzun uykusundan uyanmak, mezardaki küller arasından yükselmek ve Rab İsa’nın parlayan güzelliği ve göksel yüceliği ile ortaya çıkmak, şu anda senin en önemli düşüncen olmaya layık bir berekettir. Ben bu sayfaları yazarken bir başka yakın komşum, zaman sahnesinden ayrılıp gitti. Kendisinin bu dünyadaki bankada olan kredisi milyonlar ile hesaplanıyordu, ama eğer bu her şey olsa idi ve komşum onları yanında götürebilse idi, Tanrının cennetinde hiç bir yer satın alması mümkün olmazdı, ya da bu milyonlar cehennemde bir damla soğuk su satın alması için yeterli olmazlardı. Lüksün kucağından sonsuz sefaletin derinliklerine düşen kişilerin sayısı ne kadar da çoktur! Cennetin bereketlerini hiç bir şey satın alamaz, ya da canı, günahın lanetinden kurtarabilecek olan tek şey, yalnızca Mesih’in değerli kanıdır! Mesih’in kanı, günahkarı ölümün hüzünlü kapılarından geçirebilecek olan tek pasaporttur ve günahkarın kendisini yücelik evlerine götürecek olan tek ünvanı yine Mesih’in değerli kanıdır. Dualar, pişmanlıklar, bağışta bulunmalar, dini törenlerin adanmış uygulamaları, bu yaşamda rağbet görebilirler, ama Mesih ve O’nun değerli kanı olmadan hiç birinin değeri yoktur ve cennet kapısında sahte bir madeni para olarak reddedilmeleri gerekir. Canı kurtaran iş, tamamlanmış bir iştir.

“Yukarıdaki, ‘üzerine kan serpilmiş olan merhamet tahtına’ bak;
Çünkü adalet, sevginin amaçlarına karşı çıkmadı:
Ama artık adalet esirgenmiyor ve merhamet sınırsız bolluğunu sunuyor.”

Evet, sevgili okuyucum, bundan emin ol; Mesih’in Kendisi ile olan diri bir beraberlikten ortaya çıkmayan hiç bir meyve, yani hiç bir iyi iş Tanrının önünde kabul edilmez. Doğuştan yaban olan dal gerçek zeytine aşılanmadıkça ve onun köklerinin veriminden içmedikçe Baba Tanrının yüceliği için ürün veremez. O zaman, kutlu İsa’ya iman et; O’nun değerli kanının senin günahlarını ortadan kaldırdığına güven; O’nun kutsal sözüne her zaman inan; ve O’nun geri dönmesini sabırla bekle, O geri döndüğü zaman, senin istediğinden ya da düşündüğünden çok daha fazlasını ve çok daha iyisini yapacaktır. “Çünkü Mesih İsa’ya iman ettiğiniz için hepiniz Tanrının oğullarısınız.” Galatyalılar 3:26.

Beşinci Tanrisal Mutluluk

Bölüm 5

Matta 5:7. Ne mutlu merhametli olanlara, çünkü onlar merhamet bulacaklar! Şimdi giriş yaptığımız konu, Tanrısal Mutlulukların ikinci bölümü olarak adlandırılabilecek bir konudur. Tanrısal Mutlulukların dörde ve üçe bölündükleri aşikardır. Bu, Kutsal Yazılarda sık sık görülen bir bölünmedir. Tanrısal Mutluluklardan ilk dört tanesi, doğruluk aracılığı ile ya da Tanrı’ya göre tanımlanır. Son üç tanesine lütuf aracılığı ile ya da diğer kişilere karşı lütfun eylemleri ile değinilir. Bu iki sınıfta büyük ahlak güzelliği, düzen ve terbiye yer alır. Bölünme hiç kuşkusuz tanrısaldır ve bu bölünme, ey canım, senin düşüncelerini en mutlu şekilde meşgul edecektir. Günahkar ilk kez uyandırıldı ve Tanrının huzuruna getirildiği zaman, orada gerçek durumunu görür ve insanın boş olduğunu anlar; bu noktada alçalması ve kırılması gerekir. Şimdi Tanrının tarafına geçecek ve Tanrının, kendisine olan davasına karşı olacaktır. Tövbe gerçektir. Kişi hiç bir şey olmaya razıdır. Böylece ilk mutluluğun ruhta yoksulluk olduğunu ve canı diğer bereketlere takdim ettiğini anlarız. Şimdi tanrısal mutluluklardan son üç tanesinin ilkine bakacağız.

“Ne mutlu merhametli olanlara!” Dilimizin hiç bir alanında kulağa merhamet sözcüğü kadar hoş gelen başka bir sözcük mevcut değildir. Ve yine başka hiç bir sözcük bize, Tanrının karakterine ilişkin bu kadar çok şey anlatamaz. Bu, bizi en derin sevince ve en zengin bereketimize – Tanrının karakterine - yönlendirir. Tanrı, “merhametler Babasıdır.” Merhamet, yalnızca Tanrının manevi bir gücü değildir; ama Tanrının Kendisi, merhametin kaynağıdır – “merhametler Babası.” Tanrı, bu sefalet dünyasında akan geçici ya da ruhsal tüm acıma, şefkat, nezaket, iyilik ve ihsanın kaynağıdır. Ve O’nun adına övgüler olsun ki, bu merhamet, sonsuzluktan sonsuzluğa kadar sürer – başlangıcı yoktur, zamandan önce vardır; ve zaman geçtiğinde de sonu olmayacaktır. “Rab, Kendisinden korkanları sonsuza kadar sever, onlara sonsuza kadar merhamet eder.” (Mezmur 103:17) Ama bu arada bu günah dünyasının “dar boğazında” akıl almaz geçmiş ve geleceğin arasında merhamet, güçlü bir ırmak olarak akar ve sonsuzluk okyanusu ile birleşir. O’nun merhametinde asla kesinti bulunmaz: bu, O’nun bu günah ve sefalet dünyası içindeki Varlığının aktif ilkesidir. “Çünkü O’nun merhameti asla tükenmez.” Bir üzüntü sahnesi olan bu dünyada böyle bir gerçeğin görünen bereketinden kim söz edebilir? Ama O’nun tükenmeyen merhametleri hiç durmadan aktığı için dünya gibi bir yeri temizleyebilecek olan ancak O’nun merhametleri olabilir; merhameti işitecek kulak kapandığı ve merhamet kolu geri çekildiği zaman, geriye yalnızca umutsuzluğun can çekişmeleri kalacaktır. Ama Tanrı şimdi merhamet göstermekten zevk alır ve zevk alacaktır.

“Çünkü Musa’ya şöyle diyor: ‘Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma acıyacağım.” (Romalılar 9:15) Tanrı yalnızca “Ben yapacağım, Ben yapacağım” diyebilir ve böyle bir şey söylemeye yalnızca O’nun hakkı vardır. Hiç bir yaratık, “Ben yapacağım” diyemez – yalnızca Tanrı bu sözü söyleyebilir! Ama Tanrının söylediği, “Ben yapacağım” sözleri merhamet ve şefkat ile söylenmişlerdir ve hepsi de İsa Mesih’te sonsuza kadar bize aittirler. Şeytan bu sözleri inkar edebilir; zavallı insan yüreği bu sözlerden kuşku duyabilir; ama Rabbin sözü sağlam ve kesin olarak durur, ihlal edilemez. Mezmur yazarı şöyle der: “Rabbin sevgisini (merhametini) sonsuza dek ezgiler ile öveceğim … sevgin sonsuza dek ayakta kalır diyeceğim.” Mezmur 89.

“O gözlere nasıl bakacağım?
Boyunduruğu altına giriyorum ve O’nun ödülüne sahip oluyorum;
İlk ve Son Olan’dan merhamet.

Ama ey canım, söyle bana, bu zengin, sevecen ve sonsuza kadar kalıcı merhameti bu konuda Tanrı’ya feryat edenlerin hepsi karşılıksız alabilecek mi? Kesinlikle evet! Şimdiye kadar O’nun merhametini duymuş olanlar dışarıda bırakıldılar mı? O’nun merhametinin dışında kalanlar, sadece kendilerini dışarıda bırakan kişilerdir. Şimdi merhamet kapısı ardına kadar açık durmaktadır ve merhamet kulağı feryadı işitmek için sabırla beklemektedir ve Cennetin vereceği yanıt bir elektrik kıvılcımından daha hızlı olacaktır. Çok iyi bilinen bir örnek verelim ve İsa’nın dün, bu gün ve yarın aynı olduğunu hatırlatalım.

Yoksul ve kör dilenci (Luka 18) o kısa vaazı işittiği zaman, önünden geçip giden Nasıralı İsa’ya şöyle feryat etti: “Ey, Davut oğlu İsa, bana merhamet et!” İsa’nın yanıtı ne oldu? “Hayır, sana merhamet etmeyeceğim!” diyebilir miydi? İmkansız! Böyle olumsuz bir yanıt Tanrının karakterini ve Kutsal Kitap’ın tüm gerçeğini inkar etmek olurdu. Tanrısal merhamet, daha dilenci ilk sözlerini söylerken hemen o anda kendisine verildi. İmansız kalabalık kör adamı azarlayabilir ve ona engel olmaya çalışabilirdi; ama İsa, asla böyle davranmazdı. İsa, merhamet feryadı kulağına ulaşır ulaşmaz yürümesini durdurdu ve O’nun ardından giden büyük kalabalık da durdu ve eğer gerekli olmuş olsa idi, gökler de hareketsiz kalırdı. Bu merhamet hizmetine var olan her şey uymak zorundadır. “İsa durup, adamın Kendisine getirilmesini buyurdu. Adam yaklaşınca, İsa, ‘Senin için ne yapmamı istiyorsun?’ diye sordu. O da, ‘Ya Rab, gözlerim görsün’ dedi. İsa, ‘Gözlerin görsün. İmanın seni kurtardı’ dedi.” Bu davranışın merhamet olduğu kesindir; tam ve kesin merhamet; ve böyle bir merhamet herkes için karşılıksızdır, “Çünkü O’nun adını çağıran herkes kurtulacaktır. Ve tüm bunların siz iman edesiniz diye yazıldığını hatırlayın. Bunun gibi bir feryat bu gün de aynı bereketi sağlayacaktır.

Ve aynı zamanda burada bir imanlı olarak nasıl merhamet gösterileceğini de öğrenin. Sadakalarınızı yoksullara verirken, bunu sanki köpeklere kemik atarmış gibi yapmayın. İsa, ne kadar büyük bir lütuf göstererek yoksul adama doğru eğildi ve sanki onun Hizmetkarı imiş gibi sordu: “Senin için ne yapmamı istiyorsun?” Üstünlüğünü sergileyecek olan bir tutum ile davranmadı ve zavallı adamın kendisini çok uzak bir yerde imiş gibi hissetmesine neden olmadı. Yoksul kör dilenciye sevgi ve lütuf gösterdi ve çaresiz olan bu kişinin yüreğini tamamen Kendisine çekti. Hıristiyan yalnızca merhametli olmak ile kalmamalıdır – en merhametli ve her zaman merhametli olmalıdır – ama göstereceği merhameti Rabbinin ve Efendisinin göstereceği şekilde göstermeyi öğrenmelidir. Dünyanın tutumu efendilik taslamaktır ve hayırsever olarak takdir görmektir; ve bu onuru elde etmek isteyen pek çok kişi vardır. Ama bu kişiler, Rabbin elini koyup bereketlediğini ilan ettiği şekilde davranmazlar. “Ne mutlu merhametli olanlara! Çünkü onlar merhamet bulacaklar.”

O zaman, sizden dileğim şu: bu öyküde anlatılanlardan tanrısal merhametin hem karşılıksız hem de ne şekilde verildiğini öğrenin. Tanrı, Kendisine merhamet için yalvaran kişiye – fiziksel, zihinsel, ahlaksal ve ruhta yoksul ve kör olsa bile, insanlığın en zayıf ya da en aşağı görülen kişisi olsa dahi – anında yanıt verecektir, çünkü Tanrı’nın merhameti boldur. Tanrı hiç bir zaman bağımlı yüreğin feryadına, “sana verilecek merhametim yok!’ dememiştir ve bunu asla söylemeyecektir. Bu yüzden Tanrının, merhamet ihtiyacını hisseden ve bu ihtiyacını karşılaması için Kendisine bakan herkese merhamet edeceği mutlaka kesindir. Günahkarın, İsa’ya bağlı olarak yalnızca O’nun ayaklarının dibine eğilmesi halinde, yüreğinde ya da koşullarında merhamet kaynağının akmasına engel olabilecek hiç bir şey mevcut değildir. Ancak, Tanrının kutlu Oğlu İsa Mesih’teki merhameti olmaksızın tek bir canın bile kurtulma olasılığı mevcut değildir.

Hey, tüm yükleri ağır olanlar, gelin!
Burada bağışlama, rahat, huzur ve yuva var,
Bir Babanın yüzüne yüz çevirmiş olan sizler,
Geri dönün, O’nun teklif ettiği lütfu kabul edin.
Ey, siz ayartılanlar, sığınak yakınınızdadır,
‘Nasıralı İsa yanınızdan geçti.’
Ama eğer buna rağmen O’nun çağrısını reddeder
Ve O’nun tüm harika sevgisini taciz ederseniz,
O da kısa bir süre sonra sizin yanınızdan geçip gidecektir.
Bağışlanmak için ettiğiniz acıklı dua reddedilecektir.
‘Artık çok geç! Artık çok geç! Çünkü Nasıralı İsa kaçıp gitti’
Feryadı duyulacaktır.

Böylece merhamet konusunda genel bir şekilde konuştuktan sonra, şimdi merhametin gerçek karakterini daha özel bir şekilde inceleyeceğiz.

Merhamet Ve Lütuf

Bölüm 6

İnceleyeceğimiz şudur: merhametin lütuftan farkı nedir? Anlamlarının birbirlerine çok yakın olmasına rağmen, her ikisinin de aynı şey olmadığı aşikardır. Kutsal Yazılarda, merhamet ve lütuf özenli bir şekilde birbirinden ayrılır ve anlamlarını şimdi onları burada kullanarak en iyi şekilde öğreneceğiz.

Her iki sözcük de, Tanrının Musa’ya ilan ettiği gibi, Tanrının karakterinde ilk sırayı alırlar. “Merhametli ve lütufkar olan Rab!” Tanrı, bağışlamak için merhametlidir ve ihtiyacımızın olduğu her anda yardım etmek için lütfeder. İki sözcük arasındaki farklılık aynı zamanda elçilerin yazdıklarında da dikkat çeken bir biçimde muhafaza edilmiştir.

Elçiler kiliseye hitap ettikleri zaman, “lütuf ve esenlik” dilerler. Ama bireysel Hıristiyanlara yazdıkları zaman, “Lütuf, merhamet ve esenlik” dilerler. Bu önemli sıralamanın nedeni, iki sözcüğün yalnız temel farklılığına işaret etmek değildir, burada açıklanan şey, kilisenin özel konumudur. Bu konum, Mesih’te yükselmiş olarak görülür ve O’nun gibi aynı ayrıcalık, bereket ve kabul edilişe sahiptir. Bu nedenle, “merhamet” sözcüğü, kiliseye bu ilişki içinde hitap edildiği zaman, asla kullanılmaz. Her ne kadar bu dünyada alçalmış İnsanoğlu olarak bulunmuş olsa da, kutlu Rab İsa, hiçbir zaman tanrısal merhametin objesi olmadı ve asla olamazdı; ancak “O’nun dudaklarından lütuf dökülüyordu ve cennetin en zengin armağanları mükemmel Olan’ın yolunu çevrelemişti. Kilise, şimdi O’nunla bir olarak görülür. “Beden bir olmakla birlikte birçok üyeden oluşur ve çok sayıdaki bu üyelerin hepsi tek bir beden oluşturur, Mesih de böyledir.” 1.Korintliler 12:12. Bu ayetin son cümlesi oldukça dikkat çekicidir – “Mesih de böyledir.” Bu cümle, Mesih ve kilisenin mükemmel birliğini gösterir. Ama bu birlik hakkında elçinin şöyle demiş olması gerekirdi: “kilise de böyledir.” Elçi, burada Mesih hakkında değil, kilise hakkında konuşmaktadır. O zaman neden burada dil kullanımındaki genel kuralları ihlal etmiş gibi görünür ve “Mesih de böyledir” der? Çünkü burada tüm beden, Baş ve üyeleri tek beden ve ayrıcalık ve bereket ile aynı yerde görülürler? Bunun yürek için dinlenme, sonsuz ve mükemmel bir dinlenme olduğu kesindir; ve aynı zamanda kilisenin göksel karakteri ve ilişkileri hakkında sorulan her sorunun tam bir yanıtıdır. Rab böyle ihsan etmiştir.

Ama şimdi diğer konuya dönelim.

Öte yandan, bireysel Hıristiyanlara bedendeki kişiler ve çatışmalardan geçtikleri için zayıflıklar ile kuşatılmış ve sürekli olarak merhamete ihtiyaç duyan ve elbette lütufa da muhtaç olan kişiler olarak bakılır. Elçi, bu yüzden Timoteos’a ve Titus’a “lütuf, merhamet ve esenlik” diler. Ve İbranilere yazarken şöyle der: “Onun için Tanrının lütuf tahtına cesaret ile yaklaşalım; öyle ki yardım gereksindiğimizde merhamet görelim ve lütuf bulalım.” İbraniler 4:16.

Lütuf kavramının karşılıksız bir armağan düşüncesini ifade ettiği aşikardır. Tanrının lütfetme konusunda bir mecburiyeti yoktu, bizim de lütuf talep etme ya da böyle bir iyilik elde etme konumuna getirilmeyi istemeye hakkımız yoktu. Lütuf için “sevginin zorlaması” diyebiliriz. (Bakınız Yuhanna 3:16; 2. Korintliler 8:9; bu ayetlerde lütfu tanrısal doluluğu içinde görürüz) ama merhamet kavramı her zaman merhameti alan kişinin hatalı olduğuna işaret eder. “Merhametli olmak” bir hatayı görmezden gelmeye ya da bağışlamaya hazır olmak anlamına gelir. Aynı zamanda merhamet gösterilen kişinin, bunun tam aksi bir karşılığı hak ettiği konusunda bilince sahip olmaktır. Merhamet, insanlar arasında yumuşak ve bağışlayan bir huy olarak adlandırılan davranışın karşılığıdır. Yalnızca Rabden merhamet elde eden ve merhamete daha da dolu bir şekilde sahip olmayı arzu eden imanlılar tarafından uygulanır; böylelikle bu imanlılar diğer kişilere karşı “merhametli” olurlar.

Ama ey canım, burada merhametli olanlara garantisi verilmiş olan vaat edilmiş ödül nedir? – “Onlar merhamet bulacaklar?” Cennette merhamete ihtiyaç duyamayız. Böyle olduğu kesindir. Her şeye rağmen, vaat, ister kesin olarak Yahudi’ye ister ahlaki açıdan Hıristiyan’a uygulansın, gelecek için söylenmiş bir vaattir. Onesiforus’un bir Hırsitiyan olduğuna dair kuşku yoktur. Ve Pavlus onun için şöyle dua etti: “Öyle ki, Mesih’in gününde merhamet bulabilsin.” – Ödül gelecek zamandadır. Elçi Pavlus’un yüreği Onesiforus’a özel bir iyilik gösterilmesi için öylesine şükran ile dolu idi ki, onu bulmak ve hapishanede ona hizmet etmek için kendi yaşamını tehlikeye attığı zaman, bu şükranının bir yansıması olarak onun için bir ödül dileğinde bulundu ve bu soylu sevgi hizmeti sonsuza kadar bir anı olarak yad edilecektir. Hiç kuşkumuz yoktur ki, cennetin yolu budur, ama konu özellikle bin yıllık dönem için söz konusudur. Soğuk bir bardak su vermek ile başlayıp devam eden her türlü sevgi hizmeti o gün yalnızca ödüllendirilmek ile kalmayacak, ama verilen ödül yapılan hizmeti tanımlayacaktır ve böylece her hizmet sonsuza kadar anılacaktır.

Bu konu, Kutsal Yazılarda yer alan diğer bölümlerde de açık olarak belirtilir. Çok keskin bir güzellikten alıntı yapalım. “Uluslar gazaba gelmişlerdi. Şimdi ise senin gazabın üzerlerine geldi. Ölüleri yargılamak, kulların olan peygamberleri, kutsalları, küçük olsun büyük olsun senin adından korkanları ödüllendirmek ve yeryüzünü mahvedenleri mahvetmek zamanı da geldi.” (Vahiy 11:18) Küçük olsun büyük olsun herkes o kutlu günde hatırlanacaktır. Ne yüce bir lütuf! O gün ne harika bir gün olacak! O’nun için ettiğimiz hizmette daha şimdiden bunu düşünelim!

Ama pek çok kişi gibi sizler de, ‘Ne yapabilirim?’ diye sorabilirsiniz. Eğer yalnızca ben kendim orada olur isem, bir ödül düşünmeyeceğim. Ey canım, dur ve burada yanlış zemin üzerinde durmak gibi bir cürette bulunmadığını gör. Pek çok kişi bu konudan ruhsal bir tembellik ve dünyasallık olarak söz edebilir. Rab, bu tanrısal mutlulukları anlatırken ne öğretmektedir? Burada “bereketli” olarak ilan edilen her bir özelliğin can alıcı ilkesinin- her konuda eşit derecede önemli olmamalarına rağmen -  Tanrıdan doğan her canda bulunduğu kesindir. Bir ruhta yoksulluk görürüz ve bir başka ruhta büyük bir etkinlik buluruz. Ama yaslı olanlar teselli edileceklerdir; yumuşak huylu olanlar yeryüzünü miras alacaklardır; merhamet edenler merhamet bulacaklardır.

Rab, sizi ve bu yazıları okuyan herkesi, bu göksel, bu Tanrı-benzeri merhamet lütfunda giderek daha çok büyümeniz için sizi yönlendirsin. Diğer kişilere merhamet ederken, senin kendi canına Tanrının merhametinin tatlılığı tazelenerek tattırılacaktır. Lütufkar bir göz, yumuşak bir yürek, açık bir el beraberlerinde tanrısal ödüllerini de taşırlar. Efendisinin on bin talant borcunu bağışladığı bir kahya, hizmetkarının kendisine borçlu olduğu yüz bakır parayı bağışlamadığı takdirde, bu kahyanın karakterinden kim tiksinmez? Öte yandan, komşusuna yardım eden iyi Samiriyelinin yüreğinde parlayan merhamete hayran olmayan var mıdır? Bu, müjdenin merhametidir; kaybolan günahkarı kurtarmak isteyen bu merhametin yüreklerde parlamasını özellikle isteyin. Ama aynı zamanda sözlerde, bakışlarda ve yapılan işlerde parlayan merhameti unutmayın. İnsanlığın en büyük ihtiyacı merhamettir. Bu merhamete günahkarlar ihtiyaç duyarlar, kutsalların ihtiyacı vardır, herkesin ona ihtiyacı vardır. Bu merhametin kaynağı İsa Mesih’teki Tanrıdır. Bizler de bu merhametin pek çok akıntısının insanların hem bedenlerine hem de canlarına ulaşması için kanallar olalım.

Altinci Tanrisal Mutluluk

Bölüm 7

Matta 5:8. Ne mutlu yüreği temiz olanlara; çünkü onlar Tanrıyı görecekler. Şimdi tüm tanrısal mutlulukların en göksel ve en yüce olanına ve bazı konularda diğer kişilere en sade şekilde söylenmesi en zor olanına yaklaşıyoruz. Temiz bir yüreği merhametli bir yürekten daha az tanımamız gerektiği için değil, ama temiz bir yüreğin nesnesini ve bu nesneyi görmenin etkisi dil ile ifade edilmesi imkansız olan bir berekettir. Bu durum, bizim kendi tecrübelerimiz ile ortaya çıkan daha aşağı seviyedeki nesnelerin etkisi ile anlaşılabilir. İlgi ya da sevgi duyduğumuz bir nesneye bakalım – bir yüz, bir annenin yüzü olabilir, örneğin, annesinin resmini alan Hıristiyan şairimizin yazdıklarına bir göz gezdierlim.

“Bu dudaklar senindir – gördüğüm senin tatlı gülümsemendir,
Bu aynı gülümsemeyi sen beni çocukluğumda teselli ederken sık sık gördüm:
Sadece, ‘üzülme çocuğum, tüm korkularını kovala’ diyen sesini duyamıyorum.”

Böylece durur ve geçmişin şefkatli anıları ile dolu olarak gelecekteki parlak beklentilerimize gözlerimizi dikeriz ve arada kalan o “kısa sürenin” üstesinden geliriz. Ve sessiz bir şekilde düşünmeye devam ederiz; benlik ve tüm dışsal değerler unutulana dek, yürek, en derin derinliklere hareket etmiştir; göz, melankolik bir haz duyarak o yüze takılıp kalmıştır. Böylesine derin duyguların bir kaçından- sadece bir kaçından – söz edilebilir, ama bunların sonsuza kadar tanımlanmadan kalmaları gerekir. Bunların tam anlamlarını bilmemiz için hem yürek durumuna hem de nesneye sahip olmamız gerekir; aynı şey göksel değerlerin – İsa Mesih’in yüzünde parlayan Tanrının yüceliği gibi - yürekteki vizyonu için de geçerlidir. Şimdi bu konuyu açıklamak için çaba gösterelim.

Buradaki en önemli mesele, yüreğin ya da canın ahlak durumudur. Tanrı yalnızca mutlak saf olduğu için, O’nu takdir edebilmek için yürek saflığının mevcut olması gerekir; ve burada bedensel görünüm ile ilgili hiçbir düşünce olmadığını söylememiz gerekir. Tanrıyı görebilmemiz ya da O’nun mükemmelliğini ve yüceliğini takdir edebilmemiz için basit olarak “iman” diye tanımlanan yürek gözleri ya da canın ahlak vizyonu gereklidir. Ve bu iman bereketi yüreğin durumuna bağımlı olmak üzere ortaya çıkar. “Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Çünkü onlar Tanrıyı görecekler.” Yürek ne kadar saf olur ise Tanrıyı o kadar daha net görecek ve Tanrıyı ne kadar net görür ise, o kadar daha saf olması gerekecektir. Böylelikle biri hareket eder ve diğerinin hareketini etkilemiş olur.

Burada “mutlu” olarak ilan edilen yürek saflığı, daha önce değindiğimiz tanrısal mutluluklar dizisini sadık bir şekilde izlemenin sonucu olabilir; özellikle tanrısal merhamet gibi Tanrı karakterinin en çekici görünümlerinden biri olan Tanrı hakkında derin düşünmeye yönlendiren ilk tanrısal mutluluk burada en önemli olandır. Kutsal Yazıların başlangıcından sonuna kadar merhametten, Tanrının en önde gelen özelliği ve görkemi olarak söz edilir. Mezmurlar, özellikle O’nun bu “merhametinden ve bu gerçeğinden” çok söz ederler. “Merhamet O’na aittir”; “O’nun merhameti boldur”; “O’nun merhameti gökleri aşar”; “ve yeryüzü O’nun merhameti ile doludur”. Şimdi, bu merhamet çeşmesinden içmenin basit ya da normal etkisi, “merhametli” olmaktır ve bu lütuf hemen o anda öne geçer ve yürek temizliği ile sonuçlanan Tanrının o ahlak algısına giden yola doğru rehberlik eder.

Burada fark etmemizde yararlı olan şey şudur: biz kendi gayret ya da çabamız ile yüreğimizi temizleyemeyiz ya da yüreğimizi temiz olarak muhafaza edemeyiz. Eğer iç varlığımıza baksa idik ve yüreğimizin durumunu inceleme konumuz ve nesnemiz haline getirse idik, pek çok kişinin başına geldiği gibi, mistik bir benlik meşguliyeti konumuna iner ve aşağı batardık. Merhametli olmak için yüreğin tanrısal merhametin mükemmel ifadesi olan bir nesneye sahip olması gerekir. Yüreğin saf olması için, saflığı mutlak olan bir nesneye sahip olması şarttır. Yürekler doğuştan saf olmadıkları için, ancak saf bir nesnenin yansıması aracılığı ile saf sayılabilirler. Ve bu nesne Mesih olduğu için biz O’nda temiz bir yüreğin ve Tanrıyı görmenin gerçek bir açıklamasını buluruz. Yürek, Tanrı yüceliğinin parıltısı olan ve O’nun kişiliğinin benzeyişini ifade eden Mesih’e iman ederek temizlenir. (Bakınız Elçilerin İşleri 15:9; 1 Petrus 1:22; İbraniler 1:3) yürek, Mesih’te ne kadar büyük bir rahatlamaya ve dinlenmeye kavuşur! Sorunu çözebilecek ya da zihne esenlik verebilecek hiç bir teori, hiç bir kıyas, hiç bir çaba ya da hiç bir tecrübe mevcut değildir! Tek çözüm ve esenlik O’nun Kendisindedir – O, bir zamanlar alçalan olarak bilinirdi, ama şimdi görkemde yüceltilen İnsan’dır.

Ey canım, o zaman şimdi gözlerin – iman gözün, yüreğinin gözü - O’na dikilsin ve O’na bakarak dinlen. O’na bakarak çok uzun süre düşün ve çok derin düşün. O, “Tanrı yüceliğinin parıltısı olan Yüz’e” gözlerini dik. Tüm tanrısal mükemmelliğin ve her eşsiz görümün ışınları orada birleşmiştir. “Sonsuz Kral, ölümsüzlüğün tek Sahibi, gözle görülmeyen, tek bilge olan Tanrı”, görkemli özelliklerini tanrısal üzüntü, alçakgönüllülük, doğruluk, merhamet, kutsallık ve esenlik ile birleştirerek tüm iyiliğini, bilgeliğini ve sevgisini bir araya getiren Yüzü’nü temiz yüreğe gösterir; ama temiz yürek yalnızca O’nun yüreğini görmek ile kalmaz, bu ahlak yüceliğinin ışınlarının tadını şimdi ve sonsuza kadar çıkarma ayrıcalığına sahip olur.

Ama ben, Mesih’in sizin tek nesneniz olduğunu görmeniz için dua ediyorum; temiz bir yüreğin bölünmemiş tam bir yürek olması gerekir. Ancak ve ancak böylelikle tüm bedeniniz ışık ile dolu olacaktır. Diğer tüm nesnelerin hepsi ruhsal görümünü sönükleştirmekten başka bir işe yaramazlar. Mezmur yazarı şöyle der: “O’na baktılar ve aydınlandılar.” Işıktan çok karanlık sevildiği zaman, ahlak güzelliğinin algılanması ya da takdir edilmesi mümkün değildir. İsrail’in körlüğü işte böyle bir körlük idi ve bu körlük bu gün de aynıdır. Ancak reddettikleri o Kişi’ye bakacakları gün yaklaşmaktadır; ve O’nda Tanrılığın görkemlerini ve yüceliklerini göreceklerdir. O zaman gerçekten Tanrıyı görürler ve “yüreği temiz” olmanın bereketliliğini bilirler.

“Babanın yüceliğinin parıltısı Sende en mükemmel şekilde ifade edildi;
Tanrının doluluğu da, ey sen, kutsal ve sonsuzluklar boyunca Tanrı olan.
Sen Tanrının değerli Kuzusu! Her dizin önünde diz çökmesi gerekir.”

İsrail halkı için, bu durumun gelecekte gerçekleşeceğini biliyoruz; ama ey canım, senin kendi yüreğinin temizliği hakkında ne demeli? Bu, hali hazırda mevcut olan, derin, tanrısal ve mutlu gerçeklik midir? Senin yüreğin temiz midir? Sen Tanrıyı görecek misin? Bu sorular ağır ama yerinde sorulardır; ve Tanrı her birimizi, bu soruların yanıtını tanrısal huzurda kişisel olarak bilmeden vermemize engel olsun. Ama Tanrının kutsallığının mükemmel bir şekilde yansıtılmış olduğu Mesih’i bildiğimiz kesindir. Yalnızca O’nda Tanrıyı görebilir ve O’nunla paydaşlık edebiliriz.

Yeni Antlaşma’nın her yerinde yürek temizliği hakkında pek çok şey söylenir. Yürek temizliğine tüm Hıristiyanların gerçek konumu olarak bakılır, ama yine de ne yazıktır ki, tüm Hıristiyanların “yürekleri temiz” değildir. Karşılıklı konuşmalarımızda ve yazdıklarımızda insan yüreğinin aldatıcılığı ile ilgili pek çok şey söylenir ve söylenenler doğrudur; “yüreği temiz” olanlar ifadesi, pek çok Hıristiyan tarafından bile söylediği şeyin anlamını taşımayan bir örnek olarak görülür ve bu nedenle üzerinde durulmadan atlanıp geçilir. Ama Kutsal Yazılar yürek temizliği aracılığı ile en kesin olan şey ile ilgili derin bir anlama sahiptirler. Oğlu Timoteos’a yazan elçi şöyle der: “ Temiz yürek ile doğruluğun, imanın, sevginin ve esenliğin ardından koş.” Bu bölüm bize çok açık bir şekilde Rabbin sofrasına gelen kişilerin tümünde aramamız ve beklememiz gereken şeyin ne olduğunu açıklar. Yalnızca böyle kişiler, ‘Kutsal ve gerçek olan Ben’im’ diyene yakışacak olan kişilerdir. Elçi Petrus konseye hitap ederken (Elçilerin İşleri 15.bölüm), diğer uluslardan, “ iman etmeleri üzerine yüreklerini arındırılanlar” olarak söz eder ve bu yüzden bu ifade Yahudi imanlılar için olduğu kadar, diğer uluslardan olan imanlılar için de doğrudur. Ve Petrus mektubunda şöyle der: “Gerçeğe uymakla kendinizi arıttınız, kardeşler için içten bir sevgiye sahip oldunuz. Onun için birbirinizi candan ve yürekten sevin.” Elçi Yakup, verdiği öğütlerde bu ifadeye benzer bir ifade kullanır: “Ey kararsızlar, yüreklerinizi paklayın.” Aynı zamanda Yuhanna da Rabbin gelişinden söz ederken şöyle der: “Mesih’te bu umuda sahip olan, Mesih pak olduğu gibi kendini pak kılar.” Burada, örnek olarak verilen Rab İsa’dır; yalnızca özünde saf olması ile değil, ama aynı zamanda bizim için saflığın ve temizliğin ölçüsü ve standardı olarak da örnek verilir. “Mesih’te bu umuda sahip olan, Mesih pak olduğu gibi kendini pak kılar.”

Bu nedenle, Rabbin gelişine ilişkin umut, değiştiren bir güce sahiptir. Şimdi O’nu ararken ve O’nun gelmesini beklerken, Mesih pak olduğu gibi, kendimizi de pak kılmanın ardından gideriz. Ama O’nu, Yüceliği içinde gördüğümüz zaman, biz de O’na benzeyeceğiz – her konuda yetkin bir şekilde O’na benzeyeceğiz. Şimdi aşamalı olarak değiştiriliyoruz, ama o zaman tam olarak ve sonsuza kadar O’na benzeyeceğiz.

Bu aynı zamanda 2. Korintliler 3. Bölümde yer alan öğretişin aynısıdır. “Ve biz hepimiz peçesiz yüz ile Rabbin yüceliğini görerek (yansıtarak) yücelik üstüne yücelik ile O’na benzer olmak üzere değiştiriliyoruz.” Burada var olan anlam çok açıktır ve çok önemlidir; Rabbin yüceliğini İsa’nın peçesiz yüzünde – görkem içinde yüceltilmiş İnsan -  görüyor ve Ruh olan Rab sayesinde yücelik üstüne yücelik ile O’na benzer olmak üzere değiştiriliyoruz. Ancak, yalnızca ahlaki açıdan O’na benzer olmak üzere değil, O’nun görkemini yansıtanlar olarak da değiştiriliyoruz. İmanlı şimdi, Rabbin benzeyişinin görülmesi gereken bir ayna gibidir.

Ey canım, bu büyük gerçeği unutma, bundan daha önemli ne olabilir? Ah, bu tek bir düşünce bile senin tüm varlığını ele geçirebilir. Nasıl mı? Görünmeyen Rabbinin ahlak benzerliğinin senin ruhuna ve davranışlarına yansıması gerekir: Ah, dikkat et ki, senin yüreğinin ve O’nun arasına hiç bir şey giremesin, öyle ki, bu benzerlik lekelenmesin! Ayna ne kadar temiz olur ise, her özellik daha ayırt edilebilir bir şekilde görünecektir. Ah, ne harika bir konu! Ah, nasıl da tanrısal bir gizem! Ah, nasıl da sınırsız bir bereket! Egemen lütfun bu en yüksek ifadesi üzerinde derin düşünmenin yüreğe sağlayacağı sevinçli mucizeyi ifade etmeye kelimeler yetmez. İnsanların düşündüğü gibi dışsal bir temizlik içinde muhafaza edilmek, büyük bir merhamettir ve bizler asla bunun için yeterince müteşekkir olamayız. Davranışları açısından bakıldığı zaman, Yusuf’un, Ruben ve Yahuda’dan daha temiz bir yüreğe sahip olduğunu ve insanlığın bunu onayladığına dair bastığı mührü kim görmez? Ama Rabbin bu kadar yakınına getirilmek ve O’nun yüceliğinin yansıtılabileceği parlatılmış bir ayna gibi olmak için iman aracılığı ile öylesine pak kılınmış olmak gerekir ki, en kutsal ad olan O’nun adına uygun övgü ve şükran ifadesi için tüm güç egemen olabilsin.

Ama Rabbi yüz yüze ve olduğu gibi – O’nun sevgisinin ve görkeminin tüm derin gerçeklikleri içinde - göreceğiniz gün yakındır. O zaman hiç bir unutkanlık, hiç bir başarısızlık ve hiç bir murdarlık aynanızın parlaklığını asla bozamayacak ya da O’nun görkeminin yansımasını lekeleyemeyecektir. Yeni Yeruşalim’in büyük vaadi gerçekleşecektir; “O’nun yüzünü görecekler ve alınlarında O’nun adı yazılı olacaktır.” O zaman bu benzerlik tamamlanacaktır ve herkes tarafından görünecektir. Bundan daha fazla yükselmemiz asla mümkün değildir; hiç bir zaman bundan daha çok bereketli olamayız ve tüm bu bereket için yalnız biz değil, ama Rabbimiz İsa Mesih de dua eder – “öyle ki, bana verdiklerinin de bulunduğum yerde benimle birlikte olmalarını ve benim yüceliğimi, bana verdiğin yüceliği görmelerini istiyorum.” Yuhanna 17.

Sevgili okuyucum, şimdi bir ay için sizden ayrılırken, bir daha tekrar buluşamayacağımızı göz önüne alarak size bir soru sormama izin verin: Bu göksel bereket sizin sonsuzluğunuz olacak mıdır? Yoksa canınızda hala Rab İsa’nın Kurtarıcınız olduğu konusunda karar vermediniz mi? Neden tereddüt ediyorsunuz? Neden kuşku duyuyorsunuz? Yapılması talep edilen iş İsa tarafından yapılmıştır; sizin için yapıldığına yalnızca inanmanız yeterlidir; bu iş günahkarların en büyüğü için de yapıldı. Sizin yapmanız gereken tek şey, O’nun tamamladığı işe güvenmektir. Ah, o zaman ona inanın, sadece O’na güvenin, O’nu bekleyin, O’ndan hiç bir zaman kuşkulanmayın ve göksel bereketiniz sonsuza kadar güvence altındadır. Ama sizden şu noktayı her zaman hatırlamanızı rica ediyorum. İman olmadan, yani, İsa’ya iman olmadan daha önce de görmüş olduğumuz gibi hiç bir bereket ve hiç bir paklık yoktur ve paklık olmadan sizin için cennet olamaz. Tanrımızın kenti, temiz bir kenttir ve bu kentin incili kapıları hakkında şu sözlerin yazılı olduğunu okuruz: “Oraya murdar hiç bir şey asla girmeyecek.” Bu kentte oturanların daha önce nasıl oldukları hiç önemli değildir; şimdi hepsi temizdirler ve lekesiz beyazlıkta olan giysilerini Tanrının kentinde hiç bir şey kirletemez. Zihin karıştıran zaman karışımları – yasa ve lütuf, iman ve imanın işleri, Mesih ve dünya, et ve kan ve Ruh - burada bilinmezler; her şey temizlik ile tanımlanır. Caddeler saf altındandır, ana yol cam saydamlığındadır; duvarlar yeşime benzer bir taştan yapılmıştır ve “Kuzu’nun ve Tanrının tahtından çıkan billur gibi berrak yaşam suyu ırmağı kentin ana yolunun ortasında akar.” Vahiy 21.

Sevgili okuyucum, Rab sizin İsa’ya şimdi gelmesini sağlasın; yüreğinizi bölünmemiş bir şekilde O’na teslim edin. Yürek temizliği elde etmek için atılacak ilk büyük adım budur. Ah, bir kez daha o kutlu ayakların önünde eğilin. Sonsuza kadar sönmez ateşinin dehşetli ve korkutucu parıltısının bulunduğu cehennemin karanlık bölgeleri ile görkemler kenti arasında korkunç büyük karşıtlıklar vardır. “Kentin, aydınlanmak için güneş ya da aya gereksinimi yoktur, çünkü Tanrının görkemi onu aydınlatıyor. Kuzu da onun çırasıdır.” Sevgili okuyucum, bu iki yerden hangisi senin yerin, sonsuza kadar senin yerin olacak? Şu anda her iki yer de önünde; hala bir an daha tereddüt edebilecek misin? Kesinlikle etmeyeceksin. Şimdi seni Rab ile baş başa bırakmam gerekiyor. Bu nedenle, diliyorum ki kararın “her şey İsa için” olsun.

Yedinci Tanrisal Mutluluk

Bölüm 8

Matta 5:9. Ne mutlu barışı sağlayanlara; çünkü onlara Tanrı çocukları denecek! Tanrı çocuklarının bu dünyadaki görevi çok üstün bir karaktere sahiptir; zekamızın, imanımızın ve uygulamalarımızın ölçüsü bizi korkutabilir. Bu karaktere bağlı olarak bir saygınlık, bir ahlak güzelliği ve genellikle takdir etmekte başarısız olduğumuz bir yücelik mevcuttur. Bu karakter Baba Tanrıdan hasıl olur; O’nun ahlak özelliklerini paylaşır; her ne kadar zayıf da olsa tanrısal yüceliğin mükemmel yansıması olan kutlu Rabbin yansımasıdır. O’nun yüreğinin her düşüncesi ve her duygusu mükemmel huzuru nefes alır ve Tanrılığın mutlak saflığının ve esenliğinin yüksekliğine ulaşır. Yedi tanrısal mutluluk İnsanoğlu’nun alçalmış yolu üzerindeki tüm tanrısal mükemmellikleri içinde parlarlar – İmmanuel, Tanrı bizimle. Ve O bizim yaşamımız olduğu için O’nun karakter özelliklerinin iman aracılığı ile ve Kutsal Ruh’un gücü ile bizim içimizde üretilmeleri gerekir.

Yahudi ya da Hıristiyan imanının görevi budur. Biz derin düşünürken bunların her ikisi üzerinde de düşünceye dalmamız gerekir; ama asıl olarak gerçeğin uygulaması olan Hıristiyan imanı üzerinde düşünceye dalmamız doğru olandır; ama yine de İsrail’in o son günde tüm tanrısal mutlulukların bereketleri ile taçlanacağı ve tanrısal mutlulukların karakterine sahip olacağı güvencesi ile seviniyoruz. Bu tanrısal mutluluklar şimdi Hıristiyan için ne kadar değerli olsalar da yine de krallığın güç ve görkem ile kurulmasını özlemle beklerler ve tam olarak yerine gelmeleri tam o günde gerçekleşecektir. Ama bu arada Hıristiyan’ın burada “mutlu” olarak ilan edilen tüm lütfedilenlerin içinde parlamanın ardından gitmesi gerekir. Tanrısal mutlulukların hepsinin her Hıristiyan’da bulunmaları gerekir, ancak bunlardan bazılarının bir kişide bir başka kişide olduğundan daha çok görüleceği de bir gerçektir.

Ey canım, o zaman görevinin ne olduğuna dikkat et ve bunu iyice ölçüp biç ve görevinin nasıl tanımlanması gerektiğini öğren. Ve görevine iyi başladığından emin ol; attığın ilk adım doğru bir adım olsun; bu her zaman çok önemlidir. Tanrı ile başlaman ve O’ndan güç alarak devam etmen gerekir. Tanrı için çalışmak diye bir şey yoktur, Tanrıdan güç alarak çalışmalısın. Tek doğru yol yalnızca budur. Önce Tanrının huzurundaki hiçliğini öğren; Tanrının huzurunda ölçül ve tartıl. Kendin için doğru olan dengeyi başka hiç bir yerde bulamayacaksın. Ahi Hıristiyan’a yakışmayan ne kadar da çok şey var; Tanrıdan güç aldığın zaman bunlardan korunmuş olacaksın! Kutlu Rabbin tanımlandığı gibi alçakgönüllülük, bağımlılık ve itaat gibi özellikler ile tanımlanmak yerine bu lütuflardan yoksun kişiler olarak kendi isteğini yapan ve kendine yeterli olan kişiler olarak tanımlanırız. Ama Efendi’nin ayaklarının dibinde dersini iyi öğrendiğin zaman, burada verilen imanlı portresine uygun olarak ilerlemek ve O’na tanıklık etmek için donanmış olacaksın. O’nun adına gösterilen saygısızlık nedeni ile, yas tutacaksın; ve aynı O’nun gibi yumuşak huyluluk ile kişisel çabalarından vazgeçecek ve her şeyi sakin bir şekilde O’nun ellerine teslim edeceksin. Aynı zamanda Tanrının isteğini de yapmak isteyeceksin; çevrendeki kişilere merhamet gösterecek ve Tanrının önünde temiz bir yürek ile yürüyeceksin. Ve bu nokta şimdi bizi yedi tanrısal mutluluğun sonuncusuna getirir.

“Ne mutlu barışı sağlayanlara, çünkü onlara Tanrı çocukları denecek!” Burada şuna dikkat edin: tanrısal mutluluk ile taçlandırılacak olanlar, barış içinde yaşayanlar, barış içinde yürüyenler ya da barışı koruyanlar değil, barışı sağlayacak olan kişilerdir – “barış yapıcılar!”

Buradaki farklılık önemlidir, pek çok kişi barışçıl bir doğaya sahip olabilir, ama bu kişiler barışı sağlama konusunda yeterli olmayabilirler ve barış uğruna sadık olmama tehlikesi içindedirler. Ancak, barışı sağlamak bundan çok ayrı bir şeydir. Bu bereketli eylemi sağlayan Rab İsa’nın lütfudur; sıkıntı veren suların ve insanların kargaşalı tutkuları üzerine yağ dökmek. Ve dikkat edin, söz konusu olan, bunu Tanrının kutsallığından ödün vermeden ya da ortada barış yok iken, ‘Barış, barış’ diyerek yapmaktır. Barış sağlamak, insanın kendini inkar etmesine, çok kaygılanmasına, kendi karmaşık zihninden beklemek yerine Tanrıdan beklemesine neden olur. Yaşam uğruna karakteri ve mutluluğu etkileyen en karşıt duygular, kanaatler ve ilgiler kutsal yerin dengeleri içinde halledilmeli ve ölçülmelidirler. Ama barış sağlayan kişinin taraf tutmaması gerekir; “merhamet ve gerçeğin buluştuklarından ve doğruluk ve esenliğin öpüştüklerinden” emin olması gerekir. Lütuf olduğu kadar gerçek ve barış olduğu kadar da paklığın olması lazımdır. Tanrıya, çalışması için zaman verilmesi gerekir; barış, güç kullanarak sağlanamaz. Ama her nerede, sıkıntı ve üzüntü sahnesine barışı çıkarmak için Tanrının gerçeğinin ve kutsallığının sürekliliği ile düzenli olan en küçük bir olasılık bile mevcut ise, Hıristiyan’ın ayrıcalığını ve çağrısını hatırlaması gerekir ve sahnede rehberlik ve bereket için Tanrının gücüne güvenmelidir. “Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrı çocukları denecek.”

Ama akla şöyle bir soru gelebilir: Her Hıristiyan’a barışı sağlama çağrısı yapıldı mı? Bu kutsanmış için herkes İsa Mesih’teki lütfun hak edilmemiş iyiliğine ve ayrıcalığına sahiptir, ama herkes bunu aynı şekilde kullanmamıştır. Barış sağlayan bir kişide gerekli olan lütfun kalitesi ya da ölçüsü Tanrı huzurundaki kendi canının durumuna bağlıdır. Rabbin karakterinin başka araştıracağımız özellikleri var mıdır? Örneğin, Rab son tanrısal mutluluğun bereketinden zevk alıyor mudur? “Ne mutlu yüreği temiz olanlara, çünkü onlar Tanrıyı görecekler!” Barış sağlayan bir kişi için bu tanrısal bir hazırlıktır. Bu kişi Tanrının huzurunda doğru kişi olmalı ve O’nunla paydaşlığın tatlı esenliğini solumalıdır.

Yüreği temiz olanlar Mesih İsa’nın değerli kanı aracılığı ile Tanrı ile esenlik içindedirler. Tüm günahtan temiz olarak – kardan da ak – Tanrıyı görürler ve tanrısal huzurda barış sağlamak için kendilerini uygun kılacak olan çok şey öğrenmişlerdir. Tanrı ile yürüyen kişinin kendini yargılama ruhunu taşıması gerekir – kendisine doğal olarak ait olan her şeyi yargılaması lazımdır ve bu şekilde kendi ruhu, huyu, sözleri ve yolları üzerinde tam bir kontrol kazanır. Pak yürek barışçıl bir yürektir, esenliği sever ve diğer kişilerin esenliğini ve mutluluğunu gayretli bir şekilde arzu eder. Bu tür yüreklerde egemen olan sevgidir ve barışı sağlayacak bir kişiye ihtiyaç duyulan bir konumda olan herkese gerçek bir yardım severlik ile akar. Ama mücadele ve disiplin gibi durumlarda sağduyulu ruhsal yargının da gerekli olduğu söylenecektir. Çok doğru; ama kendilerini yargılayanlar gibi ruhsal yargıda bulunacak kadar ve Tanrının ışıkta olduğu gibi ışıkta yürüyecek kadar uygun konumda olan kim vardır? Hiç kuşkumuz yok ki altıncı tanrısal mutluluk, yedinci mutluluğun Tanrı lütfuna benzer uygulaması için gerçek hazırlıktır. Ya da Yakup’un dediği gibi, “Her şeyden önce paktır, sonra barışçıldır.” Yakup 3:17.

Ama barış sağlama konusundaki göksel görevlerini unutan ve sık sık sorun çıkmasına neden olan diğer kişiler için ne diyelim? Esenlik müjdesinin hazırlıklarını ayaklarında taşımak ve attıkları her adım ile bu esenliği götürmek yerine hata bulan ve muhalefet taşıyan bir ruh için ne denebilir? Bu şekilde, alçakgönüllülük ile güvendiğimiz çok az kişi mevcuttur. Ancak sıkıntılar elbette olacaktır ve fikir ayrılıkları ile ilgili unsurların işlemesi kaçınılmazdır. Yine de bu, gerçek ve doğruluk olarak adlandırılan bir amaç uğruna hatalı bir gayret yüzünden yapılmaktadır. Bazı zihinlere göre bir hata, bir güceniklik ile; bir ifade yetersizliği kasti bir sahtelik ile sonuçlanır; ve bir araya getirilmiş farklı şeyler ciddi bir suçlama oluşturur ve suçunun bilincinde olmayan kişiye yönletilir. Ve her ikisi de belli bir noktaya kadar doğru olabilirler, ama onların arasında yargıda bulunacak olan kimdir?

Ah, böyle bir anda barış sağlayan bir evlat! Biraz bilgelik, biraz sabır, biraz yardım, insan zayıflığına dair küçük bir gözlem, biraz Rabbi beklemek, zayıfları kurtarabilir ve güçlülerin vicdanını tatmin eder. Bu durumda ahlak ya da öğretiş açısından bir kötülük mevcut değildir, bu, yalnızca görünürdeki dengesizlikler ile ilgili bir meseledir; bazı zihinler bunu kınama konusunda çabuk davranırlar ve diğer zihinler ise bunu keşfedip ortaya çıkartma konusunda gereğinden yavaş davranırlar. Ama biraz önce tanımlamış olduğumuzdan daha azı bile bazen zamanın iyileştirmekte başarısız kaldığı sıkıntılara ve yürek yangınlarına neden olmuştur. Tanrıya şükürler olsun ki, tüm bunlar hali hazırdaki zayıflık durumumuzun ötesine geçmezler; yukarıda, cennette her şey esenlik içindedir. Ama hali hazırdaki kusurlu konumumuzun içine iman eli aracılığı ile aşağı getirilen bu tatlı esenliğin yalnızca birazı Mesih’e benzer olacak ve bir çoğumuzu üzüntülü yürekten ve acı göz yaşlarından koruyacaktır. “Ne mutlu barışı sağlayanlara, çünkü onlara Tanrının çocukları denecek!”

Ama daha az özür kabul eden bir başka sınıf da mevcuttur; bu sınıfta yer alan kişiler hizmetlerinin takdir edildiğini varsaymadıkları takdirde, küçük de olsa bir hayal kırıklığı göstermemek için barış sağlama görevlerini unuturlar. Kendilerinden hoşnut olmazlar ve mutsuzdurlar, diğer kişilerin sempatisini almak için onları kendilerine çekerler. Bir birlik ruhunun ortaya çıkması söz konusu olur ve bunun sonucu olan üzüntü kaçınılmazdır. :Yara almış gurur ve görev ile ilgili kıskançlık tüm bu sıkıntıların kökünde yer alırlar. Rabbin bir hizmetkarının kardeşlerinin arasındaki barıştan çok kendisine önem vermek ile meşgul olmasından daha fazla üzücü olan ne olabilir? Ancak benlik, hem ruhsal hem de sosyal açıdan sergilediği on binlerce şekli ile tüm sıkıntılarımızın doğurgan kaynağıdır. Benliği bastırmayı ve yalnızca tüm ünvanların en tatlısı olan Rabbin yüceliğindeki değerimizi bilerek yürümeyi başaramaz mıydık?  - “Onlara Tanrının çocukları denecek.” – O zaman her şey esenlik ve sevgi olurdu.

O zaman her imanlı için karakterinin bu ifadesini göz önünde bulundurmasının nasıl da söz ile anlatılamaz bir öneme sahip olması gerekir. Bu karakter ifadesinin eksikliğine ne neden olabilir? Bu karakter ifadesinin karşıtı için ne mazeret gösterilebilir? Hiç bir şey. Barışı korumak ve barışı sağlamak yerine herhangi bir niyet ile karmaşa eken kişi, bir Tanrı çocuğu olarak yolunu şaşırmış bir kişidir. Evet, bir Hıristiyan’ın Mesih’e olan sadakati aracılığı ile belirli çevrelerde pek çok huzursuzluğa neden olabilir. Ama bu durum oldukça farklı bir konu teşkil eder. Böyle bir kişi Mesih’e tam bir yürek ile bağlı olduğu için şeytan bu kişiye karşı pek çok tuzaklar kuracaktır. Aslında bu sözü edilen kişi, Rabbimizin Matta 10:34 ayetindeki şu sözleri nedeni ile bu tür tuzakları bekleyebilir: “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Barış değil, kılıç getirmeye geldim.” Ama yine de kimseyi gücendirmeyecek ve eğer mümkün ise kendisi de gücenmeyecektir. Çekişme ve mücadeleden uzak duracak ve Mesih uğruna yumuşak huyluluk ile acı çekecek ve çevresinde bulunan imansız ve dikkatsiz kişiler için dua edecektir. Tanrının kendisini zengin kıldığı yedi tanrısal mutluluğun birleşmesi ile şimdi kendisini içinde bulduğu konum ile uyumlu olarak parlaması gerekir. Biraz sağduyu, biraz sabır ve Tanrıyı beklemek, dillerin çekişmeli konuşmasını susturmak, kabarmış huyu sakinleştirmek, muhalefeti uzaklaştırmak ve Mesih için yürekler kazanmak gibi sonuçlar verebilir. Hıristiyan lütuflarından hiç biri bu barış sağlayıcı ruh kadar çocuklarında yaşayan Tanrıyı böylesine ayrıntılı açıklayamaz. “Onlara Tanrı çocukları denecek!”

Yani, Tanrı onlarda görülür ve bundan zevk alır. Ahlak benzerliği görülür ve onların çocuklar oldukları beyan edilir. Bu nedenle, ey canım, evlat olduğunun doğrulanmasına izin ver ve her zaman gayret ve hararet ile dua et!

En büyük barış sağlayıcı Tanrı’dır! Bu, Tanrının yapmakta olduğu, yapıyor olduğu, ve yeni yeryüzü ve yeni gökyüzünde sonsuza kadar barış sağlanana dek yapacak olduğudur. Tanrı, Kendisine “barış ve esenlik Tanrısı” denilmesinden zevk alır. Bu unvan, Yeni Antlaşma’daki mektuplarda yedi kez yer alır. Tanrı, barış sever; çatışma ve karmaşa O’nunla bağdaşamazlar. Çekişme cini ortaya çıktığı zaman, barış Tanrısı çekilir. Esenlik olmadan zihni ve ahlaki yönden gelişme olamaz.

İsa’nın doğumu göksel ordu tarafından haber verildiği zaman, şu beyanda bulundular: “En yücelerde Tanrıya yücelik olsun, yeryüzünde O’nun hoşnut kaldığı insanlara esenlik olsun!” Ve O’nun barış sağlayan alçaltılmış yolu sırasında Tanrı, İsa Mesih’te dünyayı Kendisi ile barıştırıyordu ve insanların suçlarını onlara saymıyordu. O, büyük Barış Sağlayan’dır ve barıştırma sözünü elçilerine emanet etmiştir. Ve bu kutsanmış işin böylece devam edip gitmesi gerekir.

“Size esenlik olsun. Babamın beni gönderdiği gibi ben de sizi gönderiyorum.” Tanrı ve insan arasındaki barışın gerçek temeli, çarmıhta gerçekleştirilen büyük iş ile atıldı. Orada çarmıhta Tanrı yüceltildi ve yine orada Tanrının insanlar için olan iyi amacı sergilendi. Mesih, çarmıhında döktüğü kanı aracılığı ile barışı sağladı: ve O kutlu işini sona erdirdikten sonra, öğrencileri için arkasında barışın tam bereketini bırakarak Babasına geri döndü. “size esenlik bırakıyorum. Size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum.” Çarmıhta sağladığı barış ve bu dünyanın üzüntülerinin içinden geçerken Babası ile birlikte tadını çıkardığı kendi kişisel esenliğini O’na iman eden herkes için sevgisinin zengin mirası olarak bıraktı.

Ne harika bir miras! Ey canım, bunu ilan edebilirsin; ve bu senin için sonsuza kadar sahip olacağın bir mirastır! Tanrı ile sonsuza kadar barış! Babasının huzurundaki Rabbinin kendi zihninin o tatlı esenliği gibisi yoktur. Ve senin esenliğin ve payın da işte böyledir. Barışı giyinmiş olarak ve barış ile dolu bir şekilde ilerlemeye bak; ve yollarının hepsi de gerçekten barış yolları olsun.

Ah! Dileğim odur ki, bu sayfada yazılanları okuyan herkes bu bereketin tatlı deneyimini yaşayabilsin. Bunun elbette Tanrının huzurunda olması gerekir; İsa Mesih’in kanı aracılığı ile tüm günah temizlendi – Oğlu’nun ölümü aracılığı ile Tanrı ile barış sağlandı. Artık Tanrı bizi hiç bir şey için suçlamıyor. Mesih, tüm suçlamaların hepsine yanıt verdi. Barış, tamamlanan doğruluğun sağlam temeli üzerine bina edildi. Ve O’na inanan herkes sonsuza kadar kalıcı bu kesin payı inandığı anda elde etti. O bunu Tanrıdan doğmuş olan herkesin doğum hakkı olan miras olarak bıraktı. Benim gibi günahkar olan dostum, Yuhanna 14’deki bölümü sen kendin için oku ve oradaki sözlere kendin için iman et; ve Tanrıya kendin için güven ve mirasından iyice yararlan; bu miras hiç bir zaman en aşırı hoşgörü ya da en özgür katkı tarafından azaltılamaz. Bu mirası kabul edecek olan herkes ile paylaşmanın ardından git – bu mirası özgür bir şekilde yoksulların kulübelerinde ve zenginlerin malikanelerinde dağıt.

Evet, eğer sen bir barış mirasçısı isen, özgür olmak için uygun olamazsın! Senin payın asla eksik olamaz. Payının kaynağı, Tanrının yüreğidir; kanalı İsa’nın çarmıhıdır; gücü, Kutsal Ruh’tur; bu mirası senin yapan aracı, Tanrının Sözüdür. Ama, senden rica ediyorum; şunu hatırla, imansızlık ancak hakaret edilen iyiliğin adil yargısından başka bir şeyi miras almaz. İmansızlık, tanrısal iyiliğin sağlamış olduğu her şeyi – esenliği ve esenlik Tanrısını, kurtuluşu ve Kurtarıcıyı, cenneti ve cennetin mutluluğunu reddeder. Ve pek çok kişi, bunu yalnızca pasif ve olumsuz bir kötülük olarak görür. Ama bu durum Tanrının gözünde tüm kötülüğün aktif enerjisidir. Gerçeği reddeder, bir yalana inanır; esenliği reddeder; düşmanlığı bağrına basar; cennet kapısını kapatır; cehennem kapılarını açar; aldığı her soluk küstahlıktır, her eylemi intihar eğilimlidir.

İşte imansızlık böyle bir şeydir- imansızlık ölümcül bir günahtır. Ama bir hardal tanesi kadar küçük olsa bile iman, şimdi senin bu tanrısal mutlulukların bereketinin yedi katına sahip olmanı sağlayacak ve seni sonsuz bereket ve Babanın yücelerdeki evinin solmaz görkemleri  için uygun kılacaktır. “Rab İsa’ya iman et, sen de ev halkın da kurtulursunuz.” Elçilerin İşleri 16:31

Kutsal Tanrımız ile barış,
Ölüm korkusundan esenlik,
Kurtarıcımızın değerli kanı aracılığı ile esenlik,
İmanın ürünü olan tatlı esenlik,
Senin ayaklarının dibinde tapınırız,
Hayranlık duyar ve taparız,
Gelecek yücelik önceki esenlikten daha da tatlı olacak.

Konum Değişikliği İle İlgili Tanrisal Mutluluk

Bölüm 9

Matta 5: 10-12. Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü göklerin egemenliği onlarındır! Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size! Sevinin, sevinç ile coşun! Çünkü göklerdeki ödülünüz büyüktür. Sizden önce yaşayan peygamberlere de böyle zulmettiler. Krallığın çocuklarını düşman bir dünyada bırakmamış olsa idik, “Derin düşüncelerimiz” ile ilgili bu konuya onların mükemmel mutluluklarından tam olarak emin bir şekilde son verebilirdik. Tanrısal mutluluk yedi kez bereketlenmiştir. Ancak ne kadar bereketlenmiş olsalar da, tanrısal huzurda ne kadar mutlu olsalar da, bin yıllık dönemin başlayacağı o parlak günde yeryüzünü miras almak için ne kadar uygun olsalar da, hala bu dünyada yani Tanrıdan doğmadan önce durdukları aynı yerde duruyorlar ve çevrelerinde bulunan kişiler daha önceden de olduğu gibi yine aynı kişiler ve koşullar da aynı koşullar.

Bu durumu her gün görebiliriz. Bir zamanlar neşeli ve mutlu olan yuva, şimdi neşesiz bir çöl gibi. Tövbe etmiş olan genç babasının evinde kendisini bir garip ya da bir yabancı olarak buluyor – tövbe etmeden önce yaşamış olduğu günlerdeki ev yine aynı ev! Ama şimdi tövbe eden bu genç tamamen değişmiş olduğu için ve ailesi tövbe etmemiş olduğu için onların yolları ile hiç bir paydaşlığı yok ve aynı şekilde ailesi de tövbe etmiş gencin yollarını paylaşamıyor. Her şey değişti; muhalefet kaçınılmaz bir durum; ve özellikle tövbe eden bu genç Efendisi’nin benzeyişine ait yedi katlı mutluluğa ulaştığı takdirde, zulüm şu ya da bu şekilde kaçınılmaz. “Mesih İsa’ya ait olup Tanrı yoluna yaraşır bir yaşam sürmek isteyenlerin hepsi zulüm görecek.” (2.Timoteos 3:12) Tecrübe edilecek olan zulmün en hafif şekli şu sözler ile olabilir: “Dilini tut ve konuşma, sen babandan ve annenden daha mı bilgesin? Biz hepimiz sana mı teslim olacağız?” Bu tövbe eden genç örneğinde olduğu gibi, Tanrının lütfuna ve Mesih’in Ruhu’na direniş sürmektedir. Bu gencin şimdi yoluna tek başına devam etmesi gerekir.

Görüldüğü gibi, şimdiye kadar genel olarak Tanrının çocuklarının karakteri hakkında konuştuk, şimdi onların kötü bir dünyada bulundukları konum ile ilgili konular üzerinde derin düşüneceğiz. Mesih’e ait olanların ahlak karakteri lütuf altında yedinci tanrısal mutluluğa doğru yükselirken, zulüm ruhunun ortaya çıkması ve Tanrının krallığı kudret ve yücelik içinde kuruluncaya kadar Tanrının çocuklarını denemelere maruz bırakması gereklidir. Değerlerin bu koşulu hakkında özel bir bereket ilan edilmemiş olsa idi, öğrenciler, konumlarının, bereketlenmenin dışındaki her konum olabileceğini söylemeye hazır olabileceklerdi; cennetin onların karakterlerini kutsaması üzerlerine yalnızca insanlığın nefretini ve baskısını getirerek oldu. Bunun ruhsal değil doğal olacağı doğrudur; iman ile değil, göz ile görünene göre yürümek; ama imansızlığın söylemeyeceği ya da yapmayacağı şey var mıdır? İmansızların yüreklerinde hala çok fazla imansızlık gizlice pusuya yatmış durumdadır. Ama ah, lütuf! Rabbimiz İsa Mesih’in o zengin ve bol lütfu! O, dünyanın zulmüne maruz kalanların iki kat daha fazla mutlu olduklarını ilan eder. O’nun bu beyanı, Halkının karakteri ve koşulu ile ilgili güzel örneği tamamlar ve krallık henüz muallakta iken, onların konumunun her koşuluna büyük ilgi ve doluluk ekler.

“Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü göklerin Egemenliği onlarındır.” Bu ifade, dışsal bir yücelik ya da bir esenlik egemenliği veya yeryüzünde bir cennet beklentisinde olan kişiler için garip bir ifade gibi görünecektir. Ama Rab, Kendi öğrencilerine onların bu dünyadaki yeni konumlarının ne olacağı konusunda net bir açıklama yapar ve O’na olan benzerliklerindeki fark ne kadar büyük ise, görecekleri zulümler o kadar ağır olacaktır. Ama O, özellikle bu ilk mutluluk konumu içinde doğruluk aracılığı ile tanımlanan tanrısal mutlulukların ilk grubuna işaret eder; son üç tanesi lütuf aracılığı iledir. “Ne mutlu ruhta yoksul olanlara: çünkü göklerin egemenliği onlarındır!” Yeniden doğmuş olan her canın kendi hiçliğinin az ya da çok farkında olması gerekir ve Tanrının isteğine içten ve gayretli bir arzu ile itaat etme duygusuna sahip olması lazımdır. Bu, doğruluktur ve bu yaşamda zulüm getiren doğruluktur. Örneğin, Rab ile yürüyen bir Hıristiyan yanlış olanı yapmaktan korkar ve doğru olanı yapmayı arzu eder. Tanrıya karşı ve insanlara karşı güceniklik barındırmayan bir vicdanı muhafaza etmenin peşinden gider. Doğruluk zırhı işte budur; eğer doğru olmadığını bildiği bir şeyi yapma konusunda hem fikir olacak ise, konumu ile ilgili kendisine belirli bir tercih sunulabilir. Bu sunulan her ne ise, ayartıcı bir şey olabilir ve bu kişi ihtiyaç içindedir; ama hayır; kişi Rabbi beklemektedir; konuyu Tanrının önüne getirir; ışık parlar; ayartıcının kullandığı konu anlaşılır ve Rabbi bekleyen kişi bu ayartma konusunu reddeder; doğruluk üstün gelir, ama kişi bu yüzden acı çeker; yanlış anlaşılır ve akılsız ya da fanatik ve deli olarak adlandırılır; kişi yalnızca sunulmuş olanı kaybetmek ile kalmaz, aynı zamanda sahip olduğu şeyi de kaybeder; yararsız hale gelir ve alt üst olur. Ama kişi yine de şu sözleri söyleyebilir: “Tanrının adil yönetimi altında olan şimdiki kaybım, benim sonsuz kazancımın kanıtı olacaktır.” Kişi temiz bir vicdana ve mutlu bir yüreğe sahiptir: Rabbe bağımlı olarak O’na daha çok yaklaştırılır. “Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! Çünkü göklerin egemenliği onlarındır!” Uzun zaman sonra efendi çıktığı yolculuktan geri döndüğü zaman, kölelerini etrafına toplar ve onlarla hesaplaşmaya oturur, O’nun şu sözlerini işitecek olan kişi mutludur: “Aferin, iyi ve güvenilir köle! Sen küçük işlerde güvenilir olduğunu gösterdin, ben de seni büyük işlerin başına geçireceğim. Gel, efendinin şenliğine katıl!” Matta 25:21.

Ey canım, burada şimdi biraz ara ver. Bu en pratik konudaki düşüncelerinin derin, sabırlı ve dua etmeye yönelik olmasına izin ver. Sana yalvarırım, sadık olabileceğin ya da sadık olmayabileceğin pek çok yol hakkında iyice düşün, ölç biç ve öyle karar ver! Bu yaşama dair ilişkilerde uygulanan kötülükte pek çok gölge mevcut değil midir? Ama tüm bunların hepsinin tekrar bir araya getirilmesi ve adil bir ölçüt ile hesaplanması gerekir. Mesih’in hakem kürsüsünün önünde bulunmak düşüncesi ne kadar mutlu bir düşünce de olsa, çok ciddi bir düşüncedir – o kürsünün önünde her düşünce, her söz ve her eylem ışığa getirilerek sınanır ve değerlendirilir. O’nun size, “Aferin, iyi ve güvenilir köle!” dediğini işitmeyi bekliyor musunuz? Bana bir yanıt vermenizi söylemiyorum, yüreğiniz O’na yanıt versin. Şimdi O’nun önünde görünün: dünyadaki tüm günlerin boyunca her konuda Tanrının tam isteğini yapmanın ardından git. Her şeyi O’nun yoluna uygun yaptığımız ve her mutluluk bizden tam ve sonsuza kadar kalıcı bir şekilde yansıdığı zaman, Rabbin burası için söylediği mutluluk buradan sonrası için de geçerlidir. Bu yüzden acı çekmemiz gerekmesine rağmen, şimdi günah işlemekten korkabiliriz.

Şimdi göklerin egemenliğinin en son mutluluğuna gelmiş bulunuyoruz. Bu mutluluk geriye döner ve lütuf aracılığı ile tanımlanan yedi mutluluğun sondan üç tanesine – merhametin, saflığın ve esenliğin lütufları - değinir. Böylece, tüm Tanrı çocuklarında parlaması gereken farklı lütuflar, burada doğruluğun ve lütfun önderliği altında Tanrının önünde doğru ve insanlara karşı lütuf olanın önünde bir araya toplanmış olurlar. “Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size!”

Mesih’in adı uğruna acı çekenlere vaat edilen mutluluk kendi içinde bazı tatlı ve değerli gariplikler barındırır. Ancak buna şaşırmamamız gerekir; O’nun adı gibi bir ad var mıdır? O’nun adından daha yüce, daha iyi olan hiç bir şey yoktur. O’nun adına sahip olanlar Tanrının verebileceği her şeye sahiptirler; sonsuzluğun tüm çağları boyunca sahip olunabilecek her mutluluk onlarındır. Dikkat edecek olur iseniz, buradaki vaat doğrudan kişiseldir. “Ne mutlu size”  - “ne mutlu onlara” ifadesinde olduğu gibi, soyut değildir. O, çevresinde toplanan öğrencilerine bakıyor ve ne tür tecrübelerden geçeceklerini biliyor, öğrencilerinin yüreklerine doğrudan konuşuyor ve onlara duyduğu kişisel ilgiyi kendilerine hissettiriyor ve O’na ne kadar yakın olduklarını anlamalarını sağlıyor. O’nun adı uğruna acı çektiğimiz zaman, durumun daima böyle olması gerekir. Bu konu, doğruluk uğruna zulüm görmekten daha yüce bir konudur, ama her iki konu da genellikle bir arada yürüyebilirler. Kurtarıcının sevgisini ya da kurtaran lütfunu bilmeyen dürüst bir zihin doğruluk uğruna zulüm görmüştür. Doğal olarak dürüst bir zihindir, aldatmak için alçalmaz ve bu yüzden zulüm görür. Bu acı veren, aldatıcı dünyanın çarpık yolları için doğal bir dürüstlük bile fazlası ile dürüsttür. Ah, tüm bunların bulunduğu bir yerde Hıristiyan’ın yolu ne kadar zorludur ve ne çok denemeler ile doludur! Hıristiyan eğer kötü bir vicdan ve zayıf bir tanıklıktan korunmak istiyor ise, Rabbin Sözü aracılığı ile yürümeli ve O’nunla paydaşlık içinde yaşamalıdır.

Mesih’in uğruna zulüm görmek, diğer kişilere O’nun hakkında konuşmanın sonucudur. Bizden yanlış olanı yapmamız istendiği ya da ayartıldığımız zaman, yalnızca kararlı bir hayır yetmez, aynı zamanda kutsanmış Rab ve O’nun kurtarışı hakkında konuşmak için her fırsatı gözleyen içten bir yürek de gereklidir. Ve eğer mümkün ise bu konuşmayı yolumuza güçlükler çıkartan kişilere yapmamız doğrudur. Her zaman bol sayıda dünyasal Hıristiyanlar yakın çevremizde olacak ve bizi hedefimizden saptırmak ve sadakatimize engel olmak isteyeceklerdir, bu konuda sağduyulu davranmamız gerekir.

Her şeyin bir zamanı ve bir yeri vardır gibi bir ifade ile öneri getirirler ve diğer kişileri gücendirmek bir yarar sağlamaz; yaşamdaki etkimizi kaybetmemeli ve yaşam için olan hedeflerimizi yok etmemeliyiz. Elbette her zaman Mesih ve müjde hakkında konuşmaya çağrılmadık; iyiliğinizden kötülük olarak söz edilmesine neden olabilirsiniz. Bu tür vasat konuşmalar ve görünüşte makul ve haklı olan nedenler bazı ılık Hıristiyanların ya da yanlıca ağzı ile ikrarda bulunan kişilerin dudaklarından dökülebilirler. Ve böylece en azından bir kere de olsa, düşmanın işini yapmış olabilirler. Sözler kimin dudaklarından dökülürse dökülsün, ses, düşmana aittir ve bu bilinerek davranışta bulunulmalıdır. Bu sesin İsa’nın sesi olmadığından kesinlikle eminiz; ve O’nun koyunları O’nun sesini işitirler ve O’nu izlerler.

Mesih’e yüreklerimizde değer verdiğimiz zaman, bu tür mantık yürütmelerin gücü yok olur. O’nun, dünyanın verebileceği ya da verdiği her şeyden daha değerli olduğunu anlarız. Sağduyunun vasat sözleri yere düşerler ve lütuf zafer kazanır. Mesih, can’dan önce gelir; can’ın tüm enerjisine O buyruk verir. O’nun sevgisi dile esin sağlar; dudaklardan sakınılamaz; O’nun sevgisi yüreklerimizde yanar, sözlerimizde alevlenir ve bizler O’nun sözlerinin diğer kişilerin yüreklerinde ve dudaklarında da yanmasını veya alevlenmesine özlem duyarız.

Böylece ey canım, sen kendinden, kendi yollarından ya da olman gerekenden konuşur musun? Yanıtım açık ve net olarak hazırdır. Kendimden ve tüm diğerlerinden söz ediyorum. Kural bir tanedir. Mesih’in can’dan önce olmasına ilişkin orantıda Mesih buyruk verir ve bu orantıda sadakatimiz ve çektiğimiz acılar yer alır. Bu acılar fiziksel beden acıları olmayabilir ya da dünyasal kayıp dahi içermeyebilir; ama bu konularda yürüyecek olanlar için çok dar bir patika ve çok geniş bir reddediliş yolu bırakılacaktır. Sözü edilen dar patikada olan biri tek  başına kalacak ve dünyada küçümsenecektir. Dinden daha genel bir şekilde konuşabilirsiniz; vaizler, kiliseler, putperestler için hizmetler, hayır işleri yapan topluluklar rağbet görebilirler; ancak Rabbin Kendisinden, O’nun değerli kanından, kurtuluşunun tam güvencesinden, cennette O’nunla bir olmaktan, dünyadan ayrılmış olmaktan, dünyanın sunduğu tüm gösteri ve eğlencelerden ayrı durmaktan söz ettiğiniz takdirde arkadaşlarınızın sayısı çok hızlı bir şekilde azalacaktır. Ve siz, düşmanın güç kazandığı sürece, Mesih’in adı uğruna kötülük ve zulüm göreceksiniz. Bu kötülük ve zulüm, soğuk bir tavır ile reddedilme ve alay edilerek hakaret görmekten ileri gitmeyebilir, ama aynı ruh şehitliğin alevleri içine ince odun demetleri koyacak ve tanıklığı susturacaktır. Rabbin ve O’nun hizmetkarı Pavlus’un en acımasız düşmanları kimlerdi? İsrail’in en dindar kişileri. Dünya ya da insan doğası değişmiş midir? Böyle olduğuna inanmıyoruz.

Ama ey canım, sen burada inceleme yapma konusunda kaygılısın ve ben şimdi İsa adına neden bu kadar az zulüm olmasına şaşırmıyorum. Aslında senin farkında olduğundan çok daha fazlası mevcut olabilir. Olumlu ve saldırgan olan ve İsa’nın acı çektiği ordugah dışında yol izleyen Hıristiyanlık, zulmün acılığını ya da daha uygun bir deyiş ile zulmün tatlılığını tatmalıdır. Bu tür Hıristiyanlar dünya ile iyi ilişkide olanlar tarafından küçümsenmedikleri takdirde, kendilerinden uzak durulur. Ordugah dışındaki yer, dünyasal olmayan yaşam, zamana uyan kişi ya da yalnızca ağzı ile ikrarda bulunan Hıristiyan için batan ve acı veren bir azardır.

Her yerde bu tür tanıklara karşı konuşulur; ve bu konuşmaları genellikle onlar hakkında çok az şey bilen ya da hiç bir şey bilmeyen yüksek yerlerdeki kişiler yapar; basit kişileri geri çekmeye ve aldatmaya çalıştıkça haksız bir şekilde sapıklığın gizli yayıcıları olarak tanımlanırlar; ve tüm Hıristiyanlığın alay edilmesine ve küçük görülmesine neden olan yanlış bir tanıtım yapmış olurlar. Bu durum bu noktaya kadar zararlı olmayabilir; şöyle diyebilirsiniz; evet, doğru, hiç bir zindanı açmıyor, hiç bir kemiği kırmıyor, hiç bir ateşi alevlemiyor, hiç bir kılıcı keskin yapmıyor: ancak izin verildiği takdirde bu zulüm ruhu daha ne kadar ileriye gidecektir? Bu sorunun yanıtını kilise tarihi versin. Öğretiş ve uygulama konusundaki belirli noktalarda kendisinden farklı olduğu için Hıristiyan kardeşlerini kötülemek için aşağılayan kişi, düşünce farklılıklarından dolayı ilk zulmü gerçekleştiren Roma ruhundan uzakta bir ruh değildir.

Ama kutsanmış Rab tüm bunların olacağını önceden biliyordu ve lütfu ile bu olaylar için sağlayış hazırladı. O, her şeyi düşünür. Kutsalların O’nun yüreğine en yakın oldukları zamanlar, O’nun adı uğruna küçümsendikleri ve acı çektikleri zamanlardır. Rab, onların yüreklerine tatlı teselli sözleri ile şöyle seslenir: “Benim yüzümden insanlar size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman ne mutlu size! Sevinin, sevinç ile coşun! Çünkü göklerdeki ödülünüz büyüktür. Sizden önce yaşayan peygamberlere de böyle zulmettiler.”

Eğer ölüm noktasına kadar acı çekmeleri gerekir ise, cennet hemen o andaki evleri olacaktır. “Göklerdeki ödülünüz büyüktür.” Ve bu kişiler, aynı zamanda O’nun gelişinin müjdecileri olarak acı çeken kişilerin ayak izlerinde yürüme onuruna da sahip olacaklardır. Bu durum, nasıl Mesih’in çektiği acıları ve bu acıları izleyecek olan yüceliği önceden bildiren her çağdaki peygamberler ve gerçek Hıristiyanlar için geçerli ise, son günlerde Mesih’in adı uğruna öldürülecek olan Yahudi bakiyesi için de aynı şekilde geçerli olacaktır. Vahiy 6:9-11.

Ey canım, bu düşünceler üzerinde yoğunlaşır iken, bu dersi iyi öğrenmiş olduğundan emin ol. Rabbin kurtardığı kişiler hakkında söylediğin sözlere ve onlara karşı nasıl davrandığına özen göster. Rabbin yüreği onları yalnızca sevmek ile kalmaz, ama aynı zamanda onlardan zevk de alır. Rabbin kurtardıklarına kaba davranarak Rabbi üzme. Eğer Rabbin kurtardıklarından bir ile açıkça konuşman ya da sadakat ile davranman gerekli olur ise, tüm bunları sevgi ve yumuşak huyluluk ile yap. “Kardeşlik sevginin sürekli olmasına izin ver.” Bu kardeşlik sevgisi, -kardeşlik nezaketi bazen kesintiye uğrasa da- Rabbin kutsaması ile birlikte asla kesintiye uğramamalı.

Rab bize bu güzel tanrısal mutluluklar hakkındaki düşüncelerimizin Kurtarıcının karakterinin silinmez bir izlenimini bırakmalarını ihsan etsin ve bu etki yalnızca yazarın tüm yaşamını değil, aynı zamanda okuyucunun da tüm yaşamını etkisi altına alsın. Böylece, burada sözü edilen “tuz” ve “ışık” gibi tanrısal sembollere yanıt verebilelim – ışığın zaten önceden gelmiş olduğu yere gelen koruyucu ilke ya da enerjinin bulunduğu yerde gerçek de önceden ikrar edilmiştir; ve bir gecenin koyu karanlığında bulunan dünyaya lütfun ışığı ve gerçeği ve sevginin bereketli eylemleri ulaşabilsinler. Ey canım, senin görevin bu olsun; yorulmadan ve değişmeden sabit bir şekilde devam et, öyle ki, pek çok kişi ışıktan karanlığa ve şeytanın gücünden Tanrıya dönebilsinler, öyle ki, günahlarının bağışlanmasını elde etsinler ve İsa Mesih’e iman aracılığı ile kutsallara verilmiş olan miraslarını alabilsinler. Elçilerin İşleri 26:16-18.

“Biz her zaman Senin sadık sözüne öncelik veririz –
Çarmıh onun kesin ödülünü karşılar,
Çünkü o ‘kısa bir süre’ çabucak geçecek ve
Sonra Senin hizmetkarının zahmeti sevinç ile taçlandırılacaktır:
Ve ey Kurtarıcımız, o zaman Senin şu sözlerini işiteceğiz,
‘Kalk sevgilim, ve bana gel;
Başını yukarı kaldır, çünkü artık ağlamayacaksın,
Artık cennetin sonsuz kıyısında huzur içinde dinleneceksin.’”

İslam, bir milyarın üzerindeki taraftarı ile dünyanın ikinci büyük dini olma yolunda büyük bir hız ile büyümüştür – yeryüzündeki yaklaşık her beş kişiden biri Müslüman’dır. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde, Müslüman sayısı Methodist sayısından fazladır. En hızlı büyüme Afrika, Amerika toplumunda görülmektedir.

İslam, insanlık için gerçek din olduğunu ileri sürer. Ve Muhammed’in, İsa dahil olmak üzere, kendisinden önce gelmiş olan tüm peygamberlerin yerini alan son peygamber ve tüm peygamberlerin en büyüğü olduğunu ve Muhammed’in “Peygamberlerin Mührü” olduğunu bildirir. Kuran’ın, Muhammed’e, gökyüzündeki orijinalinden alınarak melek Cebrail aracılığı ile dikte edilen, Tanrı Sözü’nün sözlü esini olduğuna inanılır. Kuran’ın, daha önce yapılmış olan tüm açıklamalardan üstün olan ve onları tamamlayan, Tanrı’nın tam ve nihai açıklamasını içerdiği söylenir. Bu söylenenler, her açıdan, diğer tüm dinlere meydan okuyan ve gerçeği içtenlikle arayan herkesin özenli inceleme yapmasını gerektiren önemli iddialardır.

Bu kitapta üç şey yapmayı amaçlıyoruz. Bunlardan birincisi şu: Bölüm Bir’de, İslamiyet’in Tanrı, yaratılış, peygamberler, Muhammed, Kuran ve kurtuluş ile ilgili temel inançları hakkında elimizden geldiğince net olarak bazı saptamalar yapma girişiminde bulunacağız. Bu çalışma öncelikle Kuran, Hadis kitapları ve İslam yorumcuları gibi Müslümanlar’ca kabul edilen kaynaklar aracılığı ile ifade edilecektir.

Bölüm İki’de, Tanrı, Muhammed ve Kuran hakkındaki temel Müslüman inançlarına karşılık vermeye çalışacağız. Burada, İslamiyet’in ileri sürdüğü iddiaların geçerlilikleri bulunup bulunmadığı hakkında bir sonuca varmak için, sunulan ve yapılan eleştirileri analiz edeceğiz. Bu iddiaların gerçeklik temeline ve içsel sürekliliklerine özel bir dikkat göstereceğiz.

Son olarak, Bölüm Üç’de, Hristiyanlığın bu iddialara verdiği karşıt kanıtları inceleyeceğiz. Burada, Hristiyan iddialarının desteklenmesi için sunulan kanıtlar, bu iddiaların doğru olup olmadıklarına karar vermek için titizlikle inceleneceklerdir. Ek bölümlerini, Müslüman mezhepleri, dini uygulamalar, Barnabas İncili, Kutsal Kitap’a özgü modern eleştirilerin Müslümanlar tarafından kullanımı, İslam ve Şiddet ve Siyah Müslümanlar (Amerika Birleşik Devletleri’nde İslam din ve adetlerini kabul eden bir zenci akım) gibi özel konular ile ilgilenmek için hazırladık.

Bu kitabı birlikte yazdığım kişi takma bir ad kullandı, kendisi bir İslam ülkesinde bir Müslüman olarak yetiştirildi. Onun Arap ve Müslüman inançlarına ve uygulamalarına olan yakınlığı, bu kitaba çok önemli bir boyut eklemiştir. Benim Hristiyan teolojisi ve felsefesi gibi konularda sahip olduğum birikimi onun bilgileri ile bir araya getirerek yalnızca Müslüman ve Hristiyan görüşlerinin anlaşılması konusunda bir girişimde bulunmak ile kalmadık, ama aynı zamanda bu görüşleri kanıtlamak için onları özenli bir şekilde inceledik de. Her ikimiz de Sokrat’ın şu sözü konusunda hemfikiriz: “İncelenmemiş yaşam, yaşanmaya değmez.” Ve yine aynı şekilde her ikimiz de, incelenmemiş imanın inanmaya değmeyeceğini düşünüyoruz. Hem İslam hem de Hristiyanlık gerçek din olduklarını ileri sürdükleri için, her iki dinin sunduğu kanıtı özenle incelemek ve bu kanıtın ışığında kendi kararlarını almak, düşünen kişilerin üstlendikleri bir görevdir.

Norman L. Geisler

Bölüm Bir

İslam’ın Temel Öğretişleri

Bu kitabın amacı, İslam’ın iddialarını Hristiyan bakış açısından anlamak ve değerlendirmektir. Bir başka görüşü, önce onu anlamadan, doğru olarak değerlendirmenin imkansız olduğuna inanıyoruz. Bu kitabın yazarları olarak birimizin bir Hristiyan ve diğerimizin Müslüman olarak yetiştirilmiş kişiler olmamız nedeni ile, her iki görüşü de iyi anlama konusunda avantajlı olduğumuza inanıyoruz. Ayrıca, her dinin temel kaynaklarına, özellikle Kuran’a ve Kutsal Kitap’a, onlara hakim olarak başvurma özelliğine sahibiz. Kuran ve Kutsal Kitap konusundaki anlayışımızı zenginleştirmek için her dine ait standart öğretmenler ve yorumcular seçtik. Bu ilk bölümde elimizden geldiği kadar tarafsız olmaya gayret ederek, farklı mezheplerin değişik düşüncelerinin yönünden ayrılıp Müslüman çoğunluğun inandığı konuları vurgulamaya ve İslam’ın temel öğretişlerini ortaya koymaya çalıştık.

1. Bölüm

İslam’daki Tektanrıcılığı Anlamak

Dinlerin çoğunda olduğu gibi, Müslümanlıkta da çeşitli mezhepler mevcuttur (Ek 1’e bakınız). Burada vurgulamaya çalıştığımız konu, Müslümanlar’ın çoğunun ortak inançlarıdır.

İslam’ın gücü, uyguladığı törenlerinde ya da ahlakında değildir. İslam’ın gücü, tek bir büyük düşünceye sahip olmasındadır: Tektanrıcılık. Dünya dinleri arasında İslam iman ikrarından daha kısa bir iman ikrarına sahip olan başka bir din yoktur ve hiçbir iman ikrarı, Müslüman iman ikrarı kadar iyi bilinmez ve onun tekrarlandığı kadar sık tekrarlanmaz. Müslüman teolojisinin, felsefesinin ve dini yaşamının tüm sistemi, yedi sözcük ile özetlenir: La İlahe İllallah, Muhammedan Resulullah, “Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed Allah’ın Elçisidir.” Müslüman aile yaşamının düsturu budur ve bir çocuğu bir imanlı yapan ve ölmekte olan birinin kulağına fısıldanan son mesajdaki törensel formül bu sözlerdir. Bu sözleri tekrarlayan imansız biri, bir Müslüman’a dönüşür ve Müslümanlıktan uzaklaşmış biri, yine bu sözcükleri tekrarladığı takdirde ruhsal kardeşliğe tekrar kabul edilir. Sadık kişi, bu iman ikrarı aracılığı ile günde beş kez namaz kılmaya çağrılır ve İslam birliğinin tüm birbirine karşı olan mezhepleri bu sözcüklerin oluşturduğu platformda bir araya gelirler. Bu iman ikrarı İslam dininin esas temelidir. 1

Tanrı düşüncesi İslam’da temel oluşturduğu için, bu bölüm Tanrı öğretişini Kuran’da ve İslam teolojisinde sunulan biçimde analiz edecektir. Önce, Tanrı için kullanılan “Allah” sözcüğünün önemi üzerinde düşüneceğiz. İkinci olarak, Tanrı’nın doğasını ve karakterini Müslümanlar’ın anladığı şekilde açıklamaya çalışacağız. Üçüncü olarak ise, tartışmamızı, Tanrı ve tüm yarattıkları, özellikle insan varlıkları arasındaki ilişki üzerinde odaklayacağız.

“Allah” Sözcüğünün Anlamı

Allah, İslam’da Tanrı’nın kişisel ismidir. Biz bu kitapta, bazı kişilerin yaptığı gibi, “Allah” ve İngilizce’deki Tanrı (God) sözcüğü arasında bir ayırım yapmıyoruz. Çok iyi tanınan bir Müslüman yazarın belirtmiş olduğu gibi, “Al Lah” Arapça’da “Tanrı” (The Divinity) anlamına gelir: tek bir Tanrı’dır, yalnızca doğru bir kopyanın “Tanrı” kelimesinin yardımı ile sözcüğün gerçek anlamını ifade edebileceğini ima eder. Müslümanlar için ‘Allah’, Musa’nın ve İsa’nın Tanrısı’ndan farklı biri değildir. 2

Bu uyarı ile aynı fikirde olan, İslam’ın önem verdiği Hristiyan bilimci Kenneth Cragg da şu görüşü ileri sürer: “Hem Hristiyan hem de Müslüman inancı, her şeye egemen olan tek bir Yaratıcı-Tanrı’ya inandığı için, O’ndan söz ettikleri zaman, kullandıkları kelime ne olursa olsun, aynı Varlık’a işaret ettikleri aşikârdır. Bu görüşün aksinin gerçek olduğunu var saymak zihin karıştırır. Anlayışların farklı olmalarına rağmen konularının aynı olduğunu akılda tutmak önemlidir. Müslüman ve Hristiyan’ın Tanrı anlayışı ile ilgili farklılıklara sahip oldukları kesindir, bu konuda hiçbir kuşku yoktur, ve bu farklılıklar önemlidirler ve sabır ile incelenmeleri gerekir. Ancak, her şeyin üstündeki Tek ve aynı Tanrı’nın her ikisinde de gerçeklik olduğundan kuşkulanmak tüm karşılıklı görevlerimiz için mahvedici olurdu. 3 Arap Hristiyanlar Tanrı için “Allah” sözcüğünü kullanırlar. Onların bu sözcük ile ilgili anlayışları Müslümanlar’ın anlayışlarından farklıdır, ama her ikisinin de zihinlerinde kast edilen kavram aynıdır.

Allah Sözcüğünün Etimolojisi

Müslüman yorumcular ve sözlük düzenleyicileri arasında Arapça “Allah” sözcüğünün gerçek anlamı ile ilgili pek çok spekülasyon ve sınırsız sayıda tartışma mevcuttur. Saygın Müslüman yorumcularından biri olan Beyzavi, Allah sözcüğünün “(türetilmiş) bir kök olan illaha = zihin karışıklığı kökünden ortaya çıktığını söyler, çünkü zihin Sınırsız Olan düşüncesini biçimlendirmeye çalıştığı zaman karmaşa yaşar! 4 Ama yine de, “bazı Müslüman teologlarının düşüncesine göre, bu sözcüğün türetilmiş olduğunu düşünmek bile küfür sayı­lır! …Tanrı’nın vücuda getirilmemiş olduğunu söylerler ve bu nedenle Tanrı’nın adı da türetilemez. O, ilktir ve alemlerin yaratılmasından önce Arapça bir ada sahipti. 5 Muheet-el-Muheet sözlüğünün yazarı şöyle der: “Allah, gerekli Varlığın adıdır. En Üstün Olan’ın bu adının türetilişi hakkında yirmi farklı görüş mevcuttur; bu görüşler arasında en uygun olan kökün illah oluşudur, fiile -miş” yapılı ortaç biçimi, ya da fi’al ölçüsü konur, fiil: ilaho = tapınmak, tapınmanın üstün objesini belirtmek için belirleyiciye önek konur. 6

Müslüman bir yazar ve inanç savunucusu olan Ajijola, şöyle yazar: “Arapça dilinde ‘ilah’ sözcüğü ‘kendisine tapınılan’ anlamına gelir. Diğer yandan ‘Allah’ sözcüğü, Tanrı’nın elzem kişisel adıdır. ‘La ilahe illallah’ ifadesinin birebir anlamı şudur, ‘Allah adı ile bilinen Tek Büyük varlığın dışında başka ilah yoktur.’” 7

Cragg, çok büyük övgü alan The Call of the Minaret (Minarenin Çağrısı) adlı eserinde şu noktaya dikkat çeker: “Bir Tanrı” anlamına gelen Arapça ilahun formu, tanrılık için kullanılan İbranice ve Aramice’deki sözcüklere benzer. “Tanrı” anlamına gelen kesin belirleyici El-İlahü ile birlikte kullanıldığı zaman, harfi tarifin sessiz l harfi, sözcüğün ilk hecesindeki aynı harf ile birleşir; bu şekilde Al-lah sözcüğünü oluşturmak için i sesi çıkartılmış olur. Eğer sözcüğü gerçek Arapça biçiminden çıkartırsak, geriye kalanın orijin olduğu açıktır. Eğer bazı bilginlerin inandığı gibi sözcük bu orijine sahip değilse, ama tarihi açıdan kardeş bir dilden türetildiyse, anlamı aynıdır. Allah ‘Tanrı’ anlamına gelir; İngilizce’deki çağırışım kesin harfi tarifi dahi atlayarak ve büyük harf kullanarak Arapça’da eksik olan bir düzeni elde eder. 8

“Allah” Sözcüğünün İslamiyet’ten Önceki Kullanımı

“Allah” sözcüğünün tam etimolojisi kesin bir şekilde kararlaştırılamasa dahi, 9 tarihi kayıtlar nedeni ile emin olabileceğimiz tek bir şey vardır: İslamiyet döneminden önceki Araplar, tüm putperestliklerine rağmen, Allah’ın, en üstün Tanrı olarak varlığını biliyor ve kabul ediyorlardı. Bu düşüncenin kanıtı konusunda Cragg’ın yorumu şudur: “Müslüman iman ikrarının olumsuz biçiminden ortaya çıkan açıktır: ‘Tanrı’dan başka tanrı yoktur’; böylelikle anlıyoruz ki, Allah’ın varlığı ve rabliği İslamiyet döneminden önceki Arabistan’da biliniyor ve fark ediliyordu. Peygamberin görevi Tanrı’nın varlığını duyurmak değildi, onun görevi tüm diğer tanrıların varlığını inkâr etmekti. Muhammed’in kendi babasının Tanrı’nın kulu anlamına gelen Abdullah adını taşıdığı gerçeği, Tanrı’nın, İslamiyet döneminden önce bu ad ile bilindiğini ortaya koyar.” 10 Cragg sözlerine şöyle devam eder: “Bu durumda Peygamberin çağdaşlarının Üstün bir Varlığı tanıdıklarına dair hiçbir kuşku olamaz, ama bu Üstün Varlık onların zihinlerine hakim değildi. Aksine, onlar daha doğrudan ve daha sık bir şekilde daha küçük tanrıları düşündüler, günlük yaşamlarında kızlarına, hatta belki oğullarına, savaşları, hasatları ve verimliliklerine olan bağlılıkları Allah’a olan bağlılıklarından daha fazlaydı.” 11

Zwemer bu konu ile ilgili benzer bir düşüce aktarır: “Ancak tarih, Muhammed’in döneminden önceki putperest Arapların bile baş tanrılarını Allah adı ile bildiklerine ve hata bir anlamda, O’nun tekliğine inandıklarına dair en ufak bir kuşku bile duyulamayacağını bildirir.”

İslamiyet öncesi dönemdeki edebiyatta, Hristiyan ya da putperest, ilah sözcüğünü, herhangi bir tanrı ve El-İlah (Allah sözcüğü şeklinde kısaltılmış) için kullandı, örneğin, Tanrı, En Üstün Olan’ın adıydı ve putperest Araplar arasında bu terim, içinde üç yüz altmış putun bulunduğu Kabe adı ile bilinen panteonlarının baş tanrısını ifade ederdi. ...Nihai kanıt olarak, Muhammed’den yüzlerce yıl önce Arap Kabesi’nin ya da Mekke’deki tapınağın Beyt-Allah olarak adlandırıldığı gerçeğine sahibiz, Beyt-Allah (Tanrı’nın Evi) ve Beyt-el-Alihet (putların ya da tanrıların evi değil). 12

Muhammed’in “Allah” Sözcüğü ile İlgili Uyarlaması

Bazı Batılı bilginler, Muhammed’in bir ve tek gerçek Tanrı için “Allah” sözcüğünü uyarlaması hakkında düşünmüş ve fikirlerini belirtmişlerdir. Richard Bell şöyle yazar: “Aslında Muhammed, pek çok kişinin karşılaşmış olduğu zorluk ile yüz yüzeydi; dilleri çoktanrıcılığa özgü kurumlardan özgür olarak Tanrı için bir terime sahip olmayan, ilkel düşüncelere sahip insanlar arasında yüksek bir din sunmak isteyen kişilerin hepsi bu tür zorluklar ile karşılaşırlar. Muhammed, genelde, ‘Rabbim’, ‘Rabbin’ ya da görmüş olduğumuz gibi, ‘bu evin Rabbi’ şeklindeki bazı birleşimler ile ‘rabb’ sözünü kullanarak başlar.” 13 Bell, sözlerine şöyle devam eder, “O, aynı zamanda Allah adını da kullanır, ama oldukça tereddüt içindedir, (belki) … çünkü Allah terimi daha önce birinin emri altındaki tanrılıklara duyulan inanç ile birleştirilmişti. Sonra, bu terimin yanı sıra, er-Rahman sözcüğünü de görürüz. Ancak yine de gereğinden fazla adın kullanılışı, dezavantajlara neden olur.” Bell’in düşüncesine göre bu durum, çoktanrılı düşüncelere gerçek izlenimi verebilir. “Bu zorluk sonunda Tanrılık için bir ad olarak Allah sözcüğünün uyarlanması ile çözülmüş gibidir. Rab anlamında rabb sözcüğü akılda tutulur, ve her iki sözcük, tanımlayıcı sıfatlar ve terimler ile birleştirilir.” Görünürde, “Bu yerleştirilen terimler ayetler ile kafiyeli sonuçlar olarak uygundurlar. Ama bunlar aynı zamanda onun, Tanrı’nın her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, Yargıç ve Egemen Olan, görkemli, merhametli ve şefkatli olduğu konusundaki düşüncesini, topluluğundaki kişilerin zihinlerine tekrar tekrar söyleyerek kullanılmalıydı.” 14

Müslüman bakışı açısından Muhammed’in uyarlaması ve Kuran’daki “Allah” teriminin kullanılması hakkında bu tür Batılı yorumların kabul edilemez olduklarını (bakınız Bölüm 5) elbette anlamamız gerekir. Her şeye rağmen, herkesin kabul edebileceği önemli nokta, Muhammed’in devrimsel büyük başarısının, yalnızca “Allah” terimini kullanmasından değil, ama aynı zamanda onun Allah hakkındaki düşüncesinden ve Allah’ın karakterinden kaynaklandığıdır.

Allah’ın Doğası
Allah’ın Varlığı ve Tekliği

Sure 112, “Tanrı Kimdir?” gibi temel bir soruya adanmıştır. İslam geleneğine göre, bu bölüm, Muhammed’in Tanrı tanımını içerir. Klasik yorumcu Zamakşari, (M.S. 1146) şöyle der: “İbn Abbas, Kureyşlilerin şu sözüne dikkat çekti, ‘Ey Muhammed, bizi tapınmaya davet ettiğin Rabbini bize tanımla; o zaman bu Sure açıklandı.” 15 Sure şöyle der: “En Lütufkâr, En Merhametli Olan Tanrı’nın adı ile. De: O, Tanrı’dır, Tek ve Eşsizdir; Tanrı, Sonsuz ve Mutlak Olan; Doğurmaz; Doğurulmamıştır; Ve O’nun gibisi yoktur.” Bu sure, tüm Kuran’ın kapsamının üçte biri kadar değere sahip olarak görülür ve bu sure üzerine yedi gök ve yedi yerin temeli atılmıştır. Bir sünnetin (hadis’in) onayladığına göre, sonbaharda bir ağacın yaprakları nasıl dökülürse, bu ayeti doğrulayan kişinin günahları da, aynı şekilde üzerinden dökülecektir.” 16

Muhammed’in mesajının köşe taşı, Tanrı’nın mutlak birliği ve egemenliğiydi. Muhammed, halkına tek ve gerçek Tanrı’ya tapınmaya ve hizmet etmeye katılmaları için çağrıda bulunurken, Tanrı’nın var olduğunu savunma ile ilgili çeşitli kanıtlar sunar. Kuran’da, Tanrı’nın varlığı hafife alınmaz. Aksine, mantık, Tanrı’nın var olduğu inancına yönlendirir ve bu düşünceye çeşitli yollar ile işaret eder.

Kuran’da yer alan seksenin üzerindeki ayet, gökte ve yeryüzünde göz ile görülen doğa harikalarına, bitki ve hayvan aleminin görünümlerine, özelikle insan yaşamına dikkat çeker. Benzer şekilde, insanın fiziksel, ahlaki ve zihinsel yapısı, orijini ve yazgısı ve tarihinin izlediği yol, Tanrı’nın varlığının kanıtı hakkında başvurulan diğer konulardır. Böylece, Tanrı’nın varlığı hakkındaki yansıma için ilkesel olarak iki başlangıç noktası mevcuttur: doğanın düzeni ve yaşamın düzeni. Kuran bu konu ile ilgili şunları söyler: “Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allah’ın (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda da kesin olarak inanan bir toplum için elbette nice deliller vardır” (45:3-4;  51:20-21; 41:53). Kuran, mantıklarını kullanan (ya’kilun), yansıtan (yatafakkarun) ve anlayan (yafkahun) kişiler için belirtiler (ayat) bulunduğunu bildirir; zihin ve mantık özellikleri ihsan edilmiş olanlara (il-uli alalbab, li-uli al-nuha), işitenlere (yasma’un), gözleri olanlara (uli-el absar), bilenlere (ya’lamun), inananlara (yu’minun) ve ikna edilmiş olanlara (yu-kinun) belirtiler verilir. Böylelikle insani varlıkların tüm temel duygusal ve zihinsel kapasiteleri, Tanrı’yı tanıma konusunda başvurulan noktalardır. 17

Zwemer, Kuran’daki Tanrı ile ilgili kanıtları şu şekilde sınıflandırır: “Tanrı’nın (Allah’ın) varlığını ve birliğini öğreten Kuran bölümleri, ya O’nun Birliğine kanıt için yaratılışa işaret edenlerdir (6:96-100; 16:3-22; 27:60-65; v.b.), ya da çoktanrıcılığın ve ateizmin mantığa karşı (23:119), ya da dualizmin özü-yıkıcı olduğunu (21:22) bildirirler, veya önceki peygamberlerin tanıklığını öne sürerler (30:29; 21:25;39:65; 51:50-52).” 18

Tanrı’nın varlığı ile ilgili kanıtlara ek olarak Kuran, konuşma ve analojiye ilişkin çeşitli grafik figürler kullanarak, dinleyicilerini tek Tanrı’ya tapınmaya davet eder. Allah’ın dışında bir tanrıyı çağıranlar ise, ağzına ulaşmayacağı halde, ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan biri gibidirler (13:14). Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksız olanı ise şüphesiz örümcek evidir (29:41). Allah’tan başka herhangi bir şeyi dost edinen kişi, gökten düşmüş birine benzer. Böyle bir kişiyi kuşlar alır götürür ya da rüzgâr onu sürükler ve dipsiz bir kuyuya atar. 19

Kuran, Tanrı’nın tek olduğunu kanıtlamak için iki sözcük kullanır, ahad ve vahid. Ahad, sıfat olarak kullanılır. Tanrı’nın bir ortağı ya da onun ile birleşmiş bir eşi olduğunu inkâr etmek için iki surede kullanılır. Arapça’da bu biçim herhangi başka bir sayının inkârı anlamına gelir. İkinci sözcük, vahid, ilk sözcük gibi aynı şeyi ifade ediyor olabilir ve bu şekli ile Kuran’da çok kez kullanılır. Ancak yine de, bir başka kullanımı da mevcuttur: “Herkesin tek ve aynı Tanrısı.” Bunun anlamı şudur; Müslümanlar için yalnızca tek bir Tanrı vardır ve bu Tanrı, tüm insanlar için aynı Tanrı’dır. Böylece, Tanrı’nın hem birliği hem de tekliği, Tanrı’nın tekliği konusundaki Müslüman kavramı içinde ima edilmiş olur. 20

Tanrı’nın tekliği ile ilgili olarak yapılan bu vurgulama, İslamiyet’in öylesine temel bir görüşüdür ki, Müslüman bir yazar bu konuda şunları yazar: “Aslında İslamiyet, kendisinden önceki diğer dinlerin orijinal netliği ve saflığı içinde, Tanrı’nın Birliğinin beyanından başka bir şey değildir ve verdiği mesaj, bu Birliğe tanıklık için bir çağrıdır.” 21 Bir diğer Müslüman yazar, benzer bir görüşü ifade eder: “Allah’ın Birliği, İslamiyet’in diğerlerinden ayrılan karakteristiğidir. İslam, tektanrıcılığın en saf biçimidir, doğmamış, doğrulmamış, tanrılığı içinde hiçbir ortağı olmayan Allah’a tapınılır. İslam, bu konuyu en kesin terimler ile öğretir.” 22

Tanrı’nın bu mutlak tekliği üzerindeki ödün vermeyen vurgulamaya göre, İslam’daki tüm günahların en büyüğü, şirk, ya da Tanrı’ya ortak koşmadır. Kuran’da kesin bir dil ile şu beyan edilir: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür” (4:116).

Allah’ın Diğer Özellikleri

Tanrı’nın birliği hakkındaki büyük gerçek ya da Kuran’ın sayfalarında sürekli bir hatırlatıcı olarak yer alan tevhid öğretişinden başka Tanrı ve karakteri hakkında ne öğrenmemiz gerekir? Chicago Üniversitesinde İslamiyet düşüncesi kürsü profesörü merhum Fazlur Rahman (d.1988) adlı bir Müslüman yetkilisinin görüşünü aktaralım: “Kuran, Tanrı ve O’nun doğası hakkında bilimsel bir inceleme değildir: O’nun varlığı, Kuran açısından kesin olarak işlevseldir – O, evrenin ve insanın Yaratıcısı ve Sağlayanıdır ve özellikle, insana rehberlik edendir ve insanı bireysel ve toplu olarak yargılar ve insana merhametli adaleti ile davranır.” 23 Rahman’ın yorumunun titizliği, İslam hakkında yazılmış birkaç esere baktığımız ve Tanrı’nın özü ve karakteri hakkında Tanrı’nın doksan dokuz adının Tanrı’nın karakterini yansıttığına duyulan inancın dışında çok az bilgiye rastladığımız zaman anlaşılır. Örneğin, Muhammed Hamidullah tarafından yazılmış olan İslamiyet’e Giriş kitabında 24 İslam’da geçerli olan politik sistem, adalet sistemi ve ekonomik sistem hakkında bölümler buluruz, ama Tanrı’nın varlığı ve karakteri ile ilgili hiçbir bölüme rastlayamayız! Diğer bazı çağdaş kitaplar bu konuya ya bir ya da iki sayfa ayırmışlardır. Ama yine de son 1.400 yıl içinde Müslümanlar’a ait çeşitli düşünce okulları uygun teoloji hakkında öğretiş ile ilgili pek çok ifade geliştirdikleri gerçeğinin vurgulanması gerekir.

Müslüman bir yazarın ifadesine yer verelim: “Tanrı, varlığın özüdür. O’nun Arapça adı Allah’tır. O, İlk ve Son Olan’dır. O, eşsizdir ve hiçbir şey hiçbir konuda O’na benzemez. O, Tek’tir ve Tek Olan’dır. Kendi kendine yeterlidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama her şey O’na ihtiyaç duyar.” 25 Bu nitelik, kendiliğinden meydana gelen, ya da kendiliğinden var olan olarak bilinir. Tanrı, Güçlü Olan ve Her Şeye Gücü Yeten’dir. O, var olan ve var olacak olan şeylere Karar Veren’dir ve O’nun iradesi dışında hiçbir şey gerçekleşmez. O, bilinebilecek ne varsa hepsini Bilen’dir. O’nun bilgisi, yarattığı ve yalnızca O’nun desteklediği tüm evreni kuşatır. Tanrı, tüm yaratılışı üzerinde tamamen egemendir.

Ayrıca, “Tanrı her şeyi, insanların zihinlerinden geçenleri ve yüreklerinin en derin kısmında gizlenen sırları dahi bilir. Tanrı Diridir… O, işitilen her şeyi Duyan’dır. Her şeyi Gören’dir.” Ve “Yaratılmış şeylerin konuşmasına benzemeyen, sonsuz bir Konuşma ile konuşur.

Tanrı’nın Gücü, İradesi, Bilgisi, Yaşamı, İşitmesi, görmesi ve Konuşması O’nun doğasında var olan nitelikleridir. Ve hiçbiri O’ndan ayrı tutulamaz.” 26

Tanrı, Evrenin Adil’i, Bilge’si, Merhametli Olan’ı, Şefkatli’si, Yardım Edeni, Sonsuz’u, Yaratıcısı, Her Yerde Var Olan’ı ve Rabbi’dir. Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Bu konu ile ilgili olarak Kuran ayetine bakalım: “Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekini ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür” (Sure 2:255).

Müslümanlar, Tanrı’ya O’nun kutsal karakterine uygun tüm soylu adları ve nitelikleri atfederler. Ancak yine de geleneksel açıdan şu on üç niteliğin öğrenilmesi ve hatırlanması konusunda özellikle ısrar ederler: “Varoluş, Sonsuzluk, Ebediyet, Eşsizlik, Kendi Kendini Yaşatan, Birlik, Kudret, İrade, Bilgi, Yaşam, İşitme, Görme ve Konuşma.” 27

İslam’ın bir diğer az ve öz ifadesi şu açıklamada yer alır: “Dünyanın Yaratıcısı Gücü Her Şeye Yeten Tanrı’dır; O, Tek’tir, Sonsuzdur, Buyurandır, Bilendir, İşitendir, Görendir ve İrade Sahibi Olan’dır. O, bir nitelik, bir beden, bir öz değildir; biçim almamıştır, bağlı değildir, sayılı değildir, bölünmemiştir, birleştirilmemiştir ve sınırlı değildir: O, nitelikler mahiyah aracılığı ile ya da bir tarz kaifiyyah ile tanımlanmaz ve yer ve zaman içinde mevcut değildir. Hiçbir şey O’na benzemez ve O’nun Bilgisinin ve Gücünün ötesinde olan hiçbir şey yoktur. O, özünde tüm sonsuzlukta var olan özelliklere sahiptir. Bu özellikler O değildir, ve yine bu özellikler O’ndan başkasında yoktur. Bu özellikleri tekrar gözden geçirelim: Bilgi ve Güç, Yaşam ve Kudret, İşitmek ve Görmek, Yapmak, Yaratmak, Yaşatmak ve Konuşmak.” 28

Çağdaş bir Müslüman yazar, Tanrı hakkındaki Müslüman görüşünü kısaca şu şekilde tanımlar: “Tanrı’nın doğasını ve işlerini anlamaya çalıştığımız zaman, şunu öğreniriz: Tanrı, bir eşe ya da oğula sahip olmayan tek Kişi’dir. O, evrenin ve evrende bulunan her şeyin Yaratıcısıdır. O, Şefkatli ve Merhametli Olan’dır ve O’nun merhameti tüm yarattıklarına gösterilir.” Ayrıca, “O, adildir. O, her şeyin Rehberi ve Koruyucusudur. O, öncesiz ve sonsuzdur. O, her şeyi bilir ve her konuda bilgedir. O, sevecen ve sağgörülüdür ve O’nun yarattıklarına duyduğu merhamet, hiçbir sınır tanımaz. O, tüm alemlerin en güçlü ve En Üstün Efendisidir. O, kutsaldır ve günah işleyemez ve kötülük yapamaz. O, bağımsızdır ve eşsizdir.” 29

Allah’ın Doksan Dokuz Adı

“Tanrı Kimdir?” sorusuna verilen bir diğer İslamiyet’e özgü yanıt, Allah’ın “en güzel adlarına” işaret etmek amacı ile verilir. Bu konu ile ilgili temel, Kuran’ın 59. Suresindeki 22-24 ayetlerinde yer alır:

O, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen alemi de bilendir. O, Rahman’dır, Rahim’dir. O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Kuran’daki bu tembihlerin yanı sıra, hadis kitaplarında Muhammed’in şu sözlerine yer verilir: “Size gerçeği söylüyorum, Tanrı’nın doksan dokuz adı vardır ve bu adları ezberden okuyan herkes Cennet’e girecektir.” 30 Arthur Jeffrey adındaki Avrupalı büyük İslam araştırmacısı, Tanrı’nın en güzel adları ile ilgili şu yorumda bulunur: “Metinlerde bulunan bu adların listeleri büyük farklılıklar gösterirler. Redhouse, Journal of the Royal Asiatic Society adlı 1880 yılına ait makalesinde çeşitli listelerden Allah’ın farklı adlarına ilişkin 552’den fazla isim topladı.” 31Yine çok iyi tanınan bir İslam araştırmacısı olan Stanton, “Ebu Hureyra adlı hadis yazarı tarafından bu adların sayısının doksan dokuz olduğunun söylendiğini, ve bu liste bir temel olarak alındığı zaman doksan dokuz adın yirmi altısının bölümlerde mevcut olmalarına rağmen, Kuran’da şekil olarak yer almadıklarını” bildirir. 32“Bu çeşitlilik kısmen şu şekilde açıklanır: Kuran’ın şiirsel stili, kafiyeli son kullanımına eğilimlidir. Bu kafiyeli sonlar, nüanslı orijinal köklerin ya da sıfata özgü anlam taşıyan nüansların daha küçük sayılarından türetilmişlerdir.” 33

Jeffery, Muhammed el-Madani tarafından yazılmış olan Tasbih Asma el-Hüsna adlı kitapta bulunan Tanrı’nın doksan dokuz adının bir örneğini listeler: 34

  1. Allah, her adın üstünde olan ad.
  2. El-Evvelu, İlk, varlığının başlangıcı olmayan (57:3).
  3. El-Ahiru, Son, varlığının sonu olmayan (57:3).
  4. El-Bediyu, Düzenleyen, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı (2:117).
  5. El-Bariu, Yaratan, hepimiz O’nun elinin işiyiz (59:24).
  6. El-Berru, İyilik Eden, iyiliği ve mükafatı çok olan, sözünü yerine getiren ((52:28).
  7. El-Basiyru, Gözlemci, her şeyi en iyi gören ve duyan (57:3).
  8. El-Baasitu, merhametini, rızkını, dilediğine Bol Veren (13:26).
  9. El-Batinu, zatının görülmemesi ve mahiyetinin bilinmemesi açısından gizli. Her şeyin içine nüfuz eden, her şeye her şeyden daha yakın Olan (57:3).
  10. El-Baisu, ölüleri diriltip kabirlerinden Çıkaran (6:89:91).
  11. El-Bakiy, Varlığının sonu olmayan (20:73,75).
  12. Et-Tevvabu, kullarını tövbeye teşvik edip onların tövbelerini kabul eden, günahları affeden (2:37).
  13. El-Cabbar, gücü ve kuvveti mutlak olan, Kudretli Olan (59:23).
  14. El-Celiylu, celalet, ululuk ve azamet sahibi Olan.
  15. El-Cami, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak Olan (3:9).
  16. El-Hasiybu, kullarına yeten, onları Hesaba Çeken (4:6-7).
  17. El-Hafiyzu, beladan saklayan, Koruyan ve Gözeten (11:57,60).
  18. El-Hakku, Gerçek, sözleri ve vaatleri doğru Olan (20:114).
  19. El-Hakemu, Yargıç, son hükmü veren, hakkı yerine getiren, kulları arasında hüküm veren (40:48,51).
  20. El-Hakiymu, bütün emirleri ve işleri yerli yerinde ve Hikmetli Olan (6:18).
  21. El-Haliymu, Bağışlayan ve kızgınlık ile davranmayan (2:225).
  22. El-Hamiydu, her bakımdan övgüye layık, ancak kendisine şükür ve övgü yapılan (2:267,270).
  23. El-Hayyu, başlangıçsız ve sonsuz bir hayat ile daima Diri Olan (20:111).
  24. El-Habiyru, her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından Haberdar Olan (6:18).
  25. El-Hafidu, Alçaltan, yukardan aşağı indiren (56:3).
  26. El-Haliku, her şeyin Yaratıcısı (13:16-17).
  27. Z’ul Celali ve ‘l İkram, Görkem ve Onur Rabbi, büyüklük ve kerem sahibi (55:27)
  28. Er-Raufu, Şefkatli, kullarına karşı pek merhametli, pek müşfik (2:143).
  29. Er-Rahman, merhamet gösterenlerin en merhametlisi Olan (1:3; 12:64).
  30. Er-Rahim, nazik ve Şefkat dolu Olan (1:3; 2:143).
  31. Er-Razzaku, Sağlayan, yarattıklarına yararlanacakları şeyleri ihsan eden, ama sağlayış istemeyen (51:57-58).
  32. Er-Raşiydu, bütün işleri ezeli takdirine göre yürütüp kullarını doğru yola yönlendiren Rehber (11:87,89).
  33. Er-Rafi’u, bazılarını alçaltırken bazılarını Yükselten, izzet ve şeref bahşeden (6:83).
  34. Er-Rakıybu, her şeyi gözetleyip, kontrolü altında tutan, tüm varlıklar üzerinde Gözcü Olan (5:117).
  35. Es-Selam, Esenlik Verici olan, barış yapıcı (59:23).
  36. Es-Semiy’u, her şeyi Gören ve İşiten (17:1).
  37. Eş-Şekuru, az iyiliğe çok mükafaat veren, şükrün karşılığını bol bol veren.
  38. Eş-Şehiydu, her şeye şahit olan Tanık (5:117).
  39. Es-Saburu, kullarına karşı çok sabırlı olan, Tahammül Eden.
  40. Es-Samedu, doğurmamış ve doğmamış olan Sonsuz (112:2)
  41. Ed-Darru, bereket gönderdiği gibi sıkıntı da gönderen, Zarar Veren (48:11).
  42. Ez-Zahiru, Varlığını ve Birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşikâr (47:3).
  43. El-Adlu, mutlak adalet sahibi, sözleri değiştirilemeyen, aşırılığa meyletmeyen (6:15).
  44. El-Aziz, Ulvi, yüce ve üstün egemenliğinde kudretli (59:23).
  45. El-Aziymu, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, çok büyük (2:255-56).
  46. El-Afuvvu, Bağışlayan, affı çok, insanların günahlarını kendilerinde hiçbir sorumluluk kalmayacak şekilde affeden (4:99-100).
  47. El-Aliymu, her şeyi hakkıyla Bilen (2:29).
  48. El-‘Aliyyu, izzet, hükümranlık ve şeref bakımından En Yüce, çok yüksek (2:255-56).
  49. El-Gaffaru, her zaman Affeden, mağfireti pek çok (2:235).
  50. El-Gafiru, bütün günahları Bağışlayan, affı çok (71:10).
  51. El-Gani, Zengin Olan, çünkü her şeyin sahibi O’dur (2:267,270).
  52. El-Fettahu, müşkülleri Açan ve Kolaylaştıran, iyilik kapıları açan (34:26).
  53. El-Kaabidu, rızkı tutan, daraltan ve bolluk veren (2:245-46).
  54. El-Kadiru, her şeye ve istediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten, tam kudret sahibi (17:99-101).
  55. El-Kuddüs, En Kutsal Olan, gökyüzündeki ve yeryüzündeki her şey O’na kutsallık atfeder (62:1).
  56. El-Kahharu, gücüne karşı durulamaz, her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim (13:16-17).
  57. El-Kaviyyu, her şeye gücü yeten, kudretli, çok güçlü (13:19).
  58. El-Kayyumu, evreni idare eden, her şeye hakim olan (3:2).
  59. El-Kebiyru, anlaşılamayacak kadar ulu, çok büyük (22:62).
  60. El-Keriymu, fazilet türlerinin hepsine sahip, ihsanı bol ve sonsuz (27:40).
  61. El-Latiyfu, lütfu tüm kullarına ulaşan (42:19).
  62. El-Muahhiru, istediği zaman cezayı tehir eden, Savunucu (14:42-43).
  63. El-Mümin, Sadık Olan, herkese güvenlik ihsan eden (59:23).
  64. El-Müte’aliy, yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce (13:9-10).
  65. El-Mutekebbiru, her şeyde ve her olayda büyüklüğünü gösteren (69:23).
  66. El-Metiynu, çok sağlam ve güçlü, her şeye gücü yeten, kudretli (51:58).
  67. El-Mubdiu, her şeyi maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan (85:13).
  68. El-Muciybu, dua ve dileklere karşılık veren, yalvaranlara istediklerini veren (11:61-64).
  69. El-Macidu, kerem ve müsamahası bol, şanı büyük ve yüksek (11:73-76).
  70. El-Muhsiy, her şeyi tek tek ve tüm ayrıntıları ile bilen, her şeyin sayısını bir bir bilen (19:94).
  71. El-Muhyiy, ölülerehayat veren, can bağışlayan, sağlık veren (30:50).
  72. El-Muzillu, dilediğini yücelten, dilediğini alçaltan (3:26).
  73. El-Muzil, Ayıran, insanları sahte tanrılara yaptıkları boş tapınmadan uzaklaştıran (10:28-29).
  74. El-Musavviru, yarattıklarını dilediği gibi şekillendiren (59:24).
  75. El-Mu’iydu, yarattıklarının canını aldıktan sonra ahiret hayatı için tekrar yaratan (85:13).
  76. El-Mu’izzu, izzet veren, yücelten, ağırlayan (3:26).
  77. El-Muti, Veren, tüm iyi şeyler O’nun elinden gelir (20:50,52).
  78. El-Mugniy, zenginlik veren, ihtiyaçtan kurtaran (9:74,75).
  79. El-Mukiytu, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, her yaratılmışın rızkını veren (4:85:87).
  80. El-Muktediru, her şeye gücü yeten, kudretli, kudret ve kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden (54:42).
  81. El-Mukaddimu, istediğini ileri geçiren, öne alan (50:28).
  82. El-Muksitu, bütün işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan, Adaletle Hükmeden (21:47-48).
  83. El-Malik, kralların kralı olan Kral (59:23).
  84. Maliku’l Mulki, mülkün ezeli ve ebedi sahibi (3:26).
  85. El-Mumiytu, kendisince takdir edilmiş ve kendisince malum vakti gelince yarattıklarının canını alan, öldüren. Canlı bir mahlukun ölümünü yaratan (15:23).
  86. El-Muntakimu, suçluları layık ve müstahak oldukları şekilde cezalandıran (30:47).
  87. El-Muhaimin, Koruyucu, herkesi özenle korur (59:23).
  88. En-Nasır, Yardımcı, her konuda yeterli yardımcı (4:45,47).
  89. En-Nuru, yeryüzünü ve gökyüzünü aydınlatan Işık (24:35).
  90. El-Hadi, Rehber, inananları doğru yolda yönlendirir (22:54).
  91. El-Vahidu, O’nun zatında ve işinde ortağı yoktur (13:16-17).
  92. El-Vacidu, Eşsiz, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (74:11).
  93. El-Vedudu, çok seven ve çok sevilen (11:90,92).
  94. El-Varisu, göklerin ve yerin mirası Allah’ındır, servetin hakiki sahibi O’dur (19:40-41).
  95. El-Vasi’u, ilmi, ihsanı ve merhameti her şeyi kuşatan (2:268,271).
  96. El-Vekiylu, her şey üzerinde vekil olan (6:102).
  97. El-Valiy, evreni ve her an olup biten olayları tek başına düzenleyen ve yöneten, evrenin tek hakimi ve yöneticisi (4:45,47).
  98. El-Vali, Koruyan, insanların O’ndan başka koruyucusu yoktur (13:11-12).
  99. El-Vehhabu, her çeşit nimeti karşılık beklemeden, devamlı ve bol veren.

Bu İsimlerin Önemi

Müslüman bir yazar bu isimler üzerinde düşünerek şöyle övünür: “Tanrı’nın eşsizliği, Kuran’da gerçek, mükemmel ve üstün Yaratıcı’nın tüm nitelikleri ile birlikte pek çok kez onaylanır, bu nedenle bu isimlere Esmâ-Ül Hüsna (Tanrı’nın güzel isimleri) denir. Sayı ya da anlam açısından bu isimlere benzeyen hiçbir nitelik, diğer kutsal olan ya da kutsal olmayan hiçbir kitapta yer almamaktadır.” Aslında, “Müslüman teologlar, tanrısal nitelikleri çeşitli şekillerde birbirlerinden ayırmışlardır: Haşmet’in nitelikleri (celal), Cömertlik (ikram) ve Güzellik (cemal), ya da: öz ile ilgili olanlar (el-dat) ve eylemler ile ilgili olanlar (af’al), ya da: mutlak ve göreceli nitelikler.” 35Aynı zamanda “Bazı Müslüman öğretmenler bu nitelikleri Güç, Bilgelik ve İyilik gibi doğal bölümlere ayırırlar; diğer öğretmenler ise, bu nitelikleri daha sıradan bir şekilde Dehşet İsimlerine (esma’ül cala liyah), ve Yücelik isimlerine (esmaü’l cemaliyah) ayırırlar. Önceki grupta yer alan isimlerin sayısı daha çoktur.” 36

Burada belirtilen önemli şey şudur: “Çoğu sıfat-fiil ya da sıfat biçiminde olan bu isimlere mal edilen eylemler, Kuran’a özgü öykünün olaylarında ve durumlarında sık sık ifade edilir… Bu durumda İsimler, bir teoloji içinde sıralanmak için yalnızca nitelik özelliği taşımanın ötesindedirler: bu İsimler, günlük yaşamın huşu uyandıran gerçeklikleridirler. Çünkü, Tanrı, El-Hak – ‘Gerçek,’ ‘Hakikat Olan’dır.” 37O, En Üstün Gerçeklik’tir, O yakınlığı, yargısı ve iradesi insan yaşamının büyük gerçekleri olan tüm varoluşun temelidir.

Tanrı’nın farklı adlarının ortaya çıktığı göreceli sıklık, derin bir ilgi konusudur. Bu isimlerin yerini tutan sıfatlar –güç, görkem ve yücelik ile ilgili olanlar– çok önemlidirler. Cragg, bu konuda şu gözlemde bulunur: “Bu isimlerin, O’nun doğasının yasaları olarak değil, Tanrılığın karakteristikleri olarak anlaşılmaları gerekir. Bu tür tanımlamalar sonucu ortaya çıkan eylem, beklenen bir eylem olmalıdır, ama yine de bir gereklilik konusu olarak görülmemelidir.” 38Tanrı’nın tüm eylemlerine birlik sağlayan, Tanrı’nın bu eylemlerin hepsini istiyor olmasıdır. Tanrı, İsteyen olarak, O’na atfedilen tanımlamalar aracılığı ile fark edilebilir, ama bunlardan herhangi birine tabi olması gerekmez. O’nun isteğinin eylemine, eylemin sonuçlarından yola çıkarak kimlik kazandırılabilir, ancak O’nun isteğinin kendisi idrak edilemez. Bu durumda şu sonuca varılabilir: Tanrı’nın her durumda mutlaka sevecen, kutsal ve doğru (adil) olması gerekmez. Bu düşünce, belirli isimler arasında göze çarpan zıtlığı açıklar. Eğer, içindeki herhangi bir unsur Tanrı’nın doğası için gerekli olsaydı, o zaman zıtlık olmazdı. Zıtlık, isteğin bulunduğu bölgede mevcuttur, Tanrı bu alanda her ikisini de ister – bu nedenle gerginlik ortadan kalkmaz.

Bir Müslüman için Tanrı’nın birbirine zıt gibi görünen eylemleri sorun teşkil etmez. Tanrı’nın isteği, ne mantığın ne de açıklamanın ulaşamayacağı nihai bir uzaklıktadır. Bu nedenle, tanrı Rehberlik Eden olduğu gibi, aynı zamanda Yoldan Çıkartan da olabilir. Tanrı, zarar da verebilir. Tanrı aynı zamanda şu terimler ile de tanımlanmaktadır: Alçaltan, Mecbur Eden ya da Zorba, Mağrur – tüm bu tanımlamalar insanlar için kullanıldığı zaman, kötü anlamlara sahiptirler. Ancak yine de tek isteğin Birliğinde bu tanımlamalar merhamet, şefkat ve görkem ile ilgili tanımlamalar ile bir arada var olurlar.” 39

Allah’ın, Yaratılışı ile Olan İlişkisi

Tanrı’nın dünya ile olan ilişkisi hakkındaki dünya görüşü hakkında Kuran’da sürekli olarak tek bir vurgulama görülür: Tanrı, üstünlüğe, mutlak eşsizliğe ve efendiliğe sahip olandır. Ama yine de Fazlur Rahman’ın işaret ettiği gibi, Kuran’ın ayetleri aynı zamanda “O’nun sınırsız merhametinin altını, eşit şekilde çizerler… Tanrı’nın efendiliği O’nun yarattıkları aracılığı ile ifade edilir; O’nun yaratılışını yaşatması ve bu yaratılış için sağlayışı, özellikle insanı merkez alır; ve Tanrı’nın efendiliği son olarak, O’nun yeni biçimlerde yeniden yaratması aracılığı ile ifade edilir.” 40

Tanrı’nın doğayı ve insanı yaratması, ve doğayı insan için yaratması, O’nun merhametinin temelini teşkil eder. Bu nedenle, O’nun gücü, yarattıkları ve merhameti yalnızca tam olarak aynı yer ve zamanda bitmez, ama aynı zamanda tam olarak nüfuz eder ve bütünüyle aynıdır: “O, merhamet etmeyi kendine gerekli kıldı” (6:12); “Rahmetim (merhametim) her şeyi kapsamıştır” (7:156). O’nun yüce sınırsızlığı, tek-yönlü bir üstünlüğü değil, aynı zamanda bunun ile eşit olarak yarattıkları “ile” birlikte olan varlığını da ima eder. O, insana insanın şah damarından daha yakındır (50:16). Bir kişi ne zaman ahlaki yönden çöküntüye uğrar ve sonra işlediği hatadan içtenlikle pişmanlık duyarsa, ve “Tanrı’nın bağışlamasını ararsa”, Tanrı, bu kişiye hemen geri döner. Gerçekten de O’nun sık söz edilen niteliklerinden olan “Merhametli” ve “Şefkatli” gibi niteliklerinin yanı sıra bahsedilen bir diğer niteliği de, “Geri Dönen”dir (“terk edenin” karşıtı olarak: 2:37, 54, 160, 187; 5:39, 71; 9:117-18: 20:122; v.b.), ve “Bağışlayan” (40:3; 2:173, 182, 192, 199, 218, 225-26, 235; ve aynı konuda yaklaşık 116 başka referans mevcuttur), bunların hemen hemen tamamını değişmez olarak “Şefkatli” niteliği izler. Tanrı, içtenlikle tövbe eden kişiler için işlemiş oldukları hataları iyiliğe çevirir, “Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir” (25:70). 41

Goldziher (d.1921) adlı önde gelen bir diğer Avrupalı İslam araştırmacısı, şu yorumda bulunur: “Tanrı’nın, bu ödüllendirme ve cezalandırma konusundaki sınırsız gücü ve her yerdeki nihai kudreti ile inatçı ve katı kalpli, kötülük eden kişilere karşı ciddi tavrı, şefkat ve merhamet –yumuşak başlılık– (halim) niteliklerine iştirak eder. Tanrı, günahkârlara karşı hoşgörülüdür ve tövbe edeni bağışlar. ‘Rabbiniz kendi üzerine bozulamaz rahmeti (merhameti) yazdı’ (6:54). Aşağıdaki hadis, bu Kuran ayeti hakkında bir tür yorumu andırır: “Tanrı, yaratma eylemini tamamladığı zaman, göksel tahtının üzerinde, yanında muhafaza edilen kitapta şunu yazdı: ‘Benim şefkatim, gazabıma üstün gelir.’ “Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır” (7:156). Tanrı’nın Kuran’da yer alan nitelikleri arasında, bazı kişilerin öne sürdüklerinin aksine, sevgi niteliğine sahip olduğundan da söz edilir. Allah, El-Vedudu’dur, sevendir. “Eğer Tanrı’yı seviyorsanız, beni izleyin ve Tanrı sizi sevecektir ve günahlarınızı bağışlayacaktır.” Ama yine de, “Tanrı, inanmayanları sevmez” (3:32). 42

Bir diğer önemli soru ise şudur: “İslam teolojisi, Tanrı’nın insan ile olan ilişkisini nasıl anlar?” Kuran’ın dilinde bu ilişki, efendi (rab) ve kul (abd) şeklinde tanımlanır. Tanrı, insanın, kendisine itaatkâr bir kul olarak boyun eğmesini talep eden Egemen Hükümdar’dır. Ve her ne kadar Tanrı’nın insana, insanın şah damarı kadar yakın olduğu söylense dahi, Tanrı ve insan arasındaki yakın bir ilişki konusu, ne Kuran’da ne de İslam teolojisi içinde (daha sonra göreceğimiz gibi, İslam tasavvufu [Sofizm] bu kural için bir istisna teşkil etmektedir), ayrıntılı olarak geliştirilmemiştir.

Müslüman bir yazar, ilginç bir yorumda bulunarak şunları yazar: “Tanrı ile ilgili spekülasyonlarının ötesinde, O’nun varoluşunun ve özelliklerinin gerekliliği konusunda Müslüman teologlar ve filozoflar, Tanrı’nın bir insan deneyimi yaşamasının olasılığını ve gerçekliğini sorgulamak için bir ihtiyaç hissetmedikleri ortadadır.” Aslında, “Tanrı’nın mutlak üstünlüğüne gizlice tecavüz etme riskine girmeden, Tanrı’nın deneyimi hakkında O’nu insanbiçimcilik (antropomorfizm) düşüncesi ile değerlendirmeden uygun bir Arapça ya da Farsça ifade bulmak dahi zordur.” 43

Kuran’daki Tanrı ile ilgili bu çok güçlü resim, İslam’a özgü teoloji içinde Tanrı’nın mutlak egemenliği ve insanın özgür iradesi ile ilgili konuda kendi gerginliğini yaratmış bulunmaktadır. “İslam, hem iyinin hem de kötünün mutlak takdiri ilahi olduğunu öğretir, iyi ya da kötü, tüm düşüncelerimiz, sözlerimiz ve eylemlerimiz, önceden bilinir, tayin ve tertip edilmişlerdir, sonsuzluktan beri kararlaştırılmış ve buyurulmuşlardır ve meydana gelen her şey, önceden yazılmış olana uygun olarak gerçekleşir. İlk Müslüman teologlar arasında özgür irade ve takdiri ilahi hakkında büyük tartışmalar yapılmıştır. Ama özgür iradeden yana olan gruplar (el-kadariyya) nihai bir yenilgiye uğramışlardır.” 44

Şu ayetler üzerinde düşünün: “De ki: Bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler” (9:51). “Allah kimi doğru yola iletirse, odur doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa, işte onlar, ziyana uğrayanların ta kendileridirler. Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlar ile anlamayan, gözleri olup da bunlar ile görmeyen, kulakları olup da bunlar ile işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridirler” (7:178-79). “Andolsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler. Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebep ile kafaları yukarıya kalkık durumdadır. Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar” (36: 7-10). “Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benim, ‘Andolsun, cehennemi hem cinlerden hem de insanlardan dolduracağım’ sözüm gerçekleşecektir” (32:13). 45

Bu ayetlere ek olarak, aynı konuda hadis kitaplarında (İslam’a özgü gelenek)Muhammed’in sözlerini ve öğretişlerini çok sayıda bulabiliriz; Mu­hammed’in sözleri ve öğretişleri, aşağıdaki örnekte res­medildiği gibi, Tanrı hakkında benzer bir görüşün portresini çizerler:

Bizler Allah’ın elçisi ve O’na eşlik edenlerden oluşan bir grup ile otururken –Allah’ın bereketi ve esenliği üzerine olsun– camiin kapılarından birinden içeri Ebu Bekir ve Ömer girdiler. Yanlarında yüksek ses ile tartışan oldukça büyük bir kalabalık vardı, Allah’ın Elçisi’nin yanına gelene kadar birbirleri ile çekişmeye devam ettiler. O ise şöyle dedi: “Seslerinizi bu kadar çok yükseltmenize ve böylesine büyük bir gürültü çıkartmanıza neden olan tartışmanın konusu nedir?” Onu şöyle yanıtladılar: “Buyruk ile ilgili tartışıyoruz. Ebu Bekir, Allah’ın kötülük değil iyilik buyurduğunu ileri sürüyor, ama Ömer, Allah’ın her ikisini de buyurduğunu söylüyor.”

Muhammed onlara şu karşılığı verdi:

“Buyruk iyi ve tatlı ve acı olan her şeyin gerekli olduğunu bildirir. Ve sizin tartışmanız hakkında benim verdiğim karar budur.” Sonra Ebu Bekir’in omzuna vurdu ve şöyle dedi: “Ah, Ebu Bekir, eğer en yüce olan Allah, itaatsizlik olmasını istemeseydi, o zaman Şeytan’ı yaratmazdı.” Ebu Bekir şu yanıtı verdi: “Allah’ın beni affetmesini istiyorum. Ben kaydım ve sendeledim, ey Allah’ın Elçisi, ama bundan sonra bu konuda asla tekrar hataya düşmeyeceğim.” 46

Hadis kitapları arasında en çok saygı görenlerden biri olan El-Müslim’in Sahihi’nde (d. M.S. 875) şunları okuruz:

Aranızdan biri Cennet halkının işlerini yapıyor olabilir, öyle ki, onun ve Cennetin arasında yalnızca bir kol uzunluğu kadar mesafe mevcuttur, ama sonra onun için yazılmış (buyrulmuş) olan birden onun karşısına çıkar ve gideceği Cehennem’de bulunan halkın işlerini yapmaya başlar. Ya da belki aranızdan biri Cehennem halkının işlerini yapmaya başlayacaktır, öyle ki, onun ve Cehennem’in arasındaki mesafe yalnızca bir kol uzunluğu kadar olacaktır, ama sonra karşısına birdenbire onun için yazılmış olan çıkacaktır ve o da gideceği Cennet’te yaşayan halkın işlerini yapmaya başlayacaktır. 47

Tanrı’nın, yarattıkları üzerinde her konuda sahip olduğu bu mutlak kontrol ile ilgili tutumun, İslam teolojisi ve kültürü üzerinde derin bir etkiye sahip olduğu açıktır. Tüm zamanların en çok saygı gören Müslüman teologlarından biri olan El-Gazali, şunları yazar:

“O, aynı zamanda imansızın imansızlığını ve kötünün dinsizliğini de ister ve bu istek olmadığı takdirde, ne imansızlık ne de dinsizlik olamaz. Yaptığımız her şeyi O’nun isteği aracılığı ile yaparız: O’nun istemediği hiçbir şey gerçekleşmez. Eğer biri, Tanrı’nın, insanların inanmalarının gerekliliğini neden istemediğini soracak olursa, yanıtımız şöyle olacaktır: ‘Bizler, Tanrı’nın ne istediği ya da ne yaptığı hakkında sorgulama yapma hakkına sahip değiliz. O, kendisini hoşnut eden şeyi istemek ve yapmak için tamamen özgürdür.’ İmansızlar yaratırken, onların bu durumda kalmalarının gerekli olduğunu isterken; …kısaca kötü olan her şeyi isterken, Tanrı bizlerin bilmesinin gerekli olmadığı hikmetli sonuçları olan görüşlere sahiptir.” 48

Bir diğer Müslüman teologunun yazdıklarını okuyalım: “O (Tanrı), yalnızca her şeyi yapabilmek ile kalmaz, O, aslında aynı zamanda her şeyi yapan tek Kişi’dir. Bir insan bir şey yazdığı zaman, onun zihninde yazma isteğini yaratmış olan Allah’tır. Allah aynı zamanda yazmak için gücü de verir, sonra elin ve kalemin hareket etmesini ve yazının kağıt üzerinde görünmesini de sağlar. Allah’ın dışındaki her şey pasiftir, aktif olan yalnızca Allah’tır.” 49

İslam’a özgü bir iman ikrarında, şunları okuruz: “Ve en Yüce Olan Tanrı, yaratmış olduğu imanlı ya da imansız, itaatkâr ya da isyankâr tüm yaratıklarının eylemlerinin Yaratıcısıdır; onların hepsinin mevcudiyeti, Tanrı’nın isteği, hükmü, kararı ve buyruğu aracılığı ile sağlanmıştır.” 50Bir başka ikrarda şu belirtilir: “Tanrı’nın tek olası özelliği, O’nun arzu ettiği herhangi bir zamanda iyiyi ya da kötüyü yaratmak için sahip olduğu Gücü, örneğin Buyruğudur… Hem iyi hem de kötü şeyler, Tanrı’nın buyruğunun sonucudurlar. Bunun doğru olduğuna inanmak her Müslüman’ın görevidir. Tanrı, dindar olanı ödüllendirdiği zaman, bu davranışı saf iyiliktir ve günahkârı cezalandırdığı zaman, bu davranışı saf adalettir, insanların dindarlığı Tanrı’ya bir yarar sağlamadığı gibi, günahkârın kötü işleri de O’na zarar vermez. Zarar ve iyiye neden olan O’dur. Bazılarının iyi işleri ve diğerlerinin kötü işleri, Tanrı’nın bazılarını cezalandırmayı ve diğerlerini de ödüllendirmeyi arzu ettiğini gösteren belirtilerdir.” Böylece, “eğer Tanrı bir kişiyi Kendisine yaklaştırmayı arzu ederse, o zaman o kişiye, iyi işler yapması için lütuf verecektir. Eğer O, bir kişiyi reddetmeyi ve onu utandırmayı arzu ederse, o zaman o kişide günah yaratacaktır. Tanrı her şeyi, hem iyiyi hem de kötüyü yaratır. Tanrı, hem insanları hem de onların eylemlerini yaratır: “Oysa Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır (Kuran 37:96).” 51

Özet

İslam’ın Tanrı hakkındaki görüşüne ilişkin en temel konulardan bazılarına değindik. Tanrı, mutlak bir şekilde tektir ve her şey O’nun egemen kontrolü altındadır. O’na eşit ya da ortak olan yoktur. Pek çok ismi (hadislere göre doksan dokuz) vardır, ama bunlardan hiçbiri O’nun ağza alınamayacak kadar kutsal olan ismini gerçek bir şekilde tanımlamaz. Bu isimler, Tanrı’nın “egemen özgür isteğinden” söz ederler. Tanrı, kendiliğinden var Olan’dır ve tüm evrenden tamamen bağımsızdır ve tüm evren üzerinde egemen Olan’dır. Tanrı’nın ahlakı ile ilgili en çok tekrarlanan tanımlarından biri, O’nun merhametli olduğudur. Elbette burada üzerinde durulması gereken nokta, bu konunun çok derin bir konu olduğudur. Bu konunun Müslüman teolojisinin diğer düşünceleri ile olan karşılıklı ilişkileri, hiç kuşkusuz tek ve kısa bir bölüm içinde yeterince ayrıntılı olarak incelenemez. Tanrı’nın karakteri ve O’nun dünya ile olan ilişkisi hakkındaki İslam’a özgü öğretişleri dikkatle gözden geçirdikten sonra, şimdi Tanrı ve O’nun tarih içindeki eylemleri ile ilgili Müslüman kavramının ne olduğunu incelemeye geçiyoruz.


1.Samuel M. Zwermer, The Moslem Doctrine of God (New York: American Tract Society, 1905).

2.Maurice Bucaille, The Bible, the Quran and Science, çeviri, Pannell and Bucaille (Paris: Editions Seghers, 1988), 120-21.

3.Kenneth Cragg, The Call of the Minaret (New York: Oxford University Pres, 1964), 36.

4.Zwemer tarafından ünlü Müslüman yorumcu Beyzavi’den (d. M.S. 1307) aktarılmıştır, 24.

5.Ebu Hurayra aracılığı ile Muhammed’den aktarılmıştır ve aynı kitaptan alınmıştır, 24.

6.Aynı kitaptan, 23.

7.Alhac A. D. Ajijola, The Essence of Faith in İslam (Labore, Pakistan: İslamic Publications Ltd.,1978), 16.

8.Cragg, 37.

9.Cragg’ın açıklaması ile ilgili uyuşmazlık hakkında bkz. Arthur Jeffrey, İslam: Muhammed and His Religion (New York: Bobbs-Merrill Company, Inc.,1958),85.

10.Cragg, 37.

11.Aynı kitaptan, 37-38.

12.Zwemer, 25-26. Aynı zamanda W. Montgomery Watt, Muhammed’s Mecca (Edinburgh: Edinburgh University Pres, 1988), 31-36.

13.Richard Bell, The Origin of Islam in its Christian Environment (London: Frank Cass and Company Ltd., 1968).117

14.Aynı kitaptan.

15.Zwemer tarafından aktarılmış, 31.

16.Cragg, 39. Aynı zamanda El-Buhari’ye bakınız, The Translation of the Meanings of Sahih Al-Buhari, çeviri, Muhammed Muhsin Khan (Al-Medina: Islamic University), cilt 6, 493-95.

17.Bakınız, Muhammed A. Abou Ridah, “Monotheism in İslam: Interpretations and Social Manifestations,” in The Concept of Monotheism in Islam and Christianity, ed. Hans Kochler (Wien, Austria: Wilhelm Braumuller, 1982), 41.

18.Zwemer, 28.

19.Abou Ridah, 49.

20.Nassir El-Din El-Assad’ın açılış töreni ile ilgili dersi için bakınız, The Concept of Monotheism in Islam and Christianity, ed. Hans Kochler, 23.

21.Abdel Halem Mahmud, The Creed of Islam (World of Islam Festival Trust, 1978), 20.

22.Ajijola, 55.

23.Fazlur Rahman, Major Themes of the Quran (Chicago: Bibliotheca Islamica, 1980), 3.

24.Muhammed Hamidullah, Introduction to Islam (Paris: Centre Culturel Islamique, 1969).

25.Muhammed Abdul Rauf, Islam: Creed and Worship (Washington, D. C.: The Islamic Center, 1974), 2-3.

26.Aynı kitaptan, 3

27.Aynı kitaptan, 4-5.

28.Bkz. Cragg, 60-61.

29.Badru d. Kateregga ve David W. Shenk, Islam and Christianity (Grand Rapids: Eerdmans, 1981), 7.

30.Bkz. Zwemer, 34.

31.Jeffery, 93.

32.H. U. Weitbrecht Stanton, the Teaching of the Quran (New York: Biblo ve Tanen, 1969), 33.

33.Cragg, 40.

34.Bkz. Jeffrey, 93-98.

35.Abou Ridah, 46.

36.Stanton, 33-34.

37.Cragg, 41-42

38.Aynı kitaptan, 42

39.Aynı kitaptan, 42-43.

40.Rahman, 6.

41.Aynı kitapta.

42.Ignaz Goldziher, Introduction to Islamic Theology and Law, çeviri, Andras ve Ruth Hamori (Princeton: Princeton University Pres, 1981), 24.

43.Annemarie Schimmel ve Abdoldjavad Falaturi, We Believe In One God (New York: Seabury Pres, 1979), 85.

44.Bkz. Jeffrey, 147-48.

45.Burada Jeffrey’in Kuran çevirisinin daha birebir olanını kullanıyoruz.

46.Bkz. Jeffery, 149-50.

47.Aynı kitaptan, 150.

48.Abdiyah Akbar Abdul-Hak, Sharing yur Faith with a Muslim (Minneapolis: Bethany Fellowship Inc., 1980), 152, Hughe’s Dictionary’den alınmıştır, 147.

49.Gerhard Nehls, Christians Ask Muslims (Bellville: SIM International Life Challenge, 1987), 21.

50.Cragg tarafından aktarılan Al-Nasafi’nin iman ikrarından alınmıştır, 60-61.

51.Andrew Rippin ve Jan Knappert, Islam (Manchester: University Pres, 1986), 133.

Hakkındaki Görüşü

İslam’ın Tanrı hakkındaki görüşünün en önemli görünümlerinden biri, Tanrı’nın, Yaratan olarak kabul edilmesidir. Evrende var olan her şey, Tanrı’nın Tekliğini ve yüceliğini beyan etmek için O’nun tarafından yaratıldı. Bir İslam bilgini şöyle yazar: “Ama yaratılışın anlamı nedir? Kuran bu soruya şu yanıtı verir: Yaratılan her şey Tanrı’ya tapınmak ve O’na saygı ile hizmet etmek için yaratıldı. Tanrı’ya hizmet, O’na hayranlık duymak, kelimenin gerçek anlamı ile yaratılışın ve böylelikle tarihin nedenidir.” 1

Göğün ve Yerin Yaratılışı

Kuran’ın teolojisi şu onayı yapar: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamt ile tespih eder” (17:44). “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a (kudret ve hakimiyet tahtı, sınırsız kudret makamı anlamına gelir) kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır” (10:3). Ayrıca, “Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir. O, geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir” (25:61). “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi, konuşmayı) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu” (55:3-7). “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkı ile bilendir” (2:29).

Kuran’a göre, yaratılış cansız maddeleri kapsar; bitkiler ve hayvanlar alemi; melekler ve cinler gibi ruhsal varlıklar ve son olarak Tanrı’nın yaratıcı eyleminin doruğu olan insani varlıklar.

Genelde evren ve doğanın İslam’a özgü kavramı ile ilgili konuyu Encyclopaedia Britannica çok iyi bir şekilde özetler:

Kuran, Tanrı’nın bir olduğunu kanıtlamak için, evrenin tasarımı ve düzeniyle ilgili konuları sürekli olarak vurgular. Doğada hiçbir yarık ya da çıkık mevcut değildir. Düzen, şu gerçek aracılığı ile açıklanır: yaratılmış olan her şey, aracılığı ile bir modele uyan kesin ve tanımlanmış bir doğaya sahiptir. Bu doğa her ne kadar yaratılmış olan her şeyin bir bütün içinde işlev görmesine izin verse de, sınırlar koyar… Evren bu yüzden, kendi kendini yöneten bir evren, yani her şeyin kendi davranış yasalarına doğuştan miras olarak sahip olduğu anlamında bir evren olarak düşünülür; ama otokrat olarak görülmez, çünkü davranış modelleri Tanrı tarafından ihsan edilmiştir ve kesin bir şekilde sınırlanmıştır. 2

Müslüman bir yazarın belirttiği gibi, “Dünyada insan dışındaki her şey ya da her fenomen (görüngü ve olay), Tanrı tarafından yapılmış Yasalar tarafından yönetilir. Bu durum, fiziksel dünyanın tamamını Tanrı’ya ve O’nun yasalarına itaat etmek zorunda bırakır, yani bunun anlamı şu karşılığa gelir: tüm fiziksel dünya bir İslam konumundadır (İslam’a boyun eğmiştir), ya da Müslüman’dır.” 3

Tanrı’nın yarattıklarının doğal düzeni ile ilgili olarak Kuran’da bulunan öğretiş şudur: “Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) Yaratan’dır” (32:4). “Andolsun, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı güde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı” (50:38). Ancak Kuran, yine de başka bir yerde şu beyanda bulunur: “Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi” (41:12). “De ki, siz mi evreni iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyorsunuz?” (41:9). Müslüman bir yazar, yaratılış hakkında Kuran’da yer alan tanıklığı aşağıdaki şu satırlar ile özetler:

İlk olarak, yaratılış için genel olarak altı evre mevcuttu. İkinci olarak, göğün ve yerin yaratılışında birbirlerine bağlı evreler vardı. Üçüncü olarak evren, önce, tamamı tek bir parçadan oluşan eşsiz bir kütle idi; Tanrı gücü ve iradesi ile bu tek parçayı ikiye ayıracaktı. Dördüncüsü ise, göğün ve yerin, yedi gökler olarak vurgulandığı bir çoğunluk vardı. Beşincisi, gök ve yer arasındaki gezegenlerin ve göksel bedenlerin aracılık eden bir dünyası mevcuttur. Altıncısı, doğanın ve evrenin Yaratıcısı yalnızca Tanrı’dır ve ne doğa ne de evren Tanrı olamazlar ya da kendilerine Tanrıymış gibi tapınılamaz, çünkü Tanrı, yarattıklarının tamamı üzerinde kesin üstünlüğe sahiptir. Yedinci ve son olarak, Tanrı her şeyi düzenli ve anlaşılabilir bir tarzda yarattı. 4

Yaratılış süreci ile ilgili ayrıntıların kıtlığı nedeni ile, daha sonraki Müslüman yorumcular Kuran’ın bölümlerindeki boşlukları doldurmak için öyküye birçok efsaneler eklediler. 5 Günümüzde yaşayan bazı Müslüman bilginler, bu boşlukların nedenini bir tür tanrısal devrim süreci olarak izah ederler.

Meleklerin Yaratılması

Meleklere duyulan inanç, Müslüman imanında önemli bir yer tutar. Kuran’ın ve daha sonraki İslam teolojisinin var oluşları ve işlevleri hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Aslında meleklere inanmak, imanın beş temel koşulundan biridir.

Ajijola, şu ifadede bulunur: “Bir Müslüman olmak için yalnızca Tanrı’ya inanmak yeterli değildir, aynı zamanda bu dünyadan sonraki yaşama, peygamberlere, Tanrı’nın kitaplarına ve Tanrı’nın meleklerine de inanmak gereklidir.” 6 Bu ifadenin temeli Kuran’da yer alan şu öğüde dayanır, “İyilik, yüzlerinizi, doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman etmektir” (2:17). Muhammed tarafından söylenmiş olan ve iyi bilinen bir hadise göre, “Meleklere inanmak, imanın temel bölümlerinden biridir. Bir kez Cebrail, peygamber, bazı kişiler ile birlikte otururken, ona geldi ve şöyle dedi: “İman nedir?” Peygamber, meleği şöyle yanıtladı: “İman, Tanrı’ya ve O’nun meleklerine inanmaktır.” 7

İmam Ragıp İsfahani adındaki bir İslam teologu, El-Mufaredat adlı teolojik eserinde şöyle yazar:

Melekler, ışıktan meydana getirilmişlerdir. Onlar, ne hata yaparlar, ne de günah işlerler. Hatasız ve günahsız yaratılmışlardır. Yaptıkları tek iş Allah’a ilahiler söylemektir. Değersiz istekleri yoktur. Ayrıca tanrılar ve tanrıçalar hakkındaki yanlış inançlar Tanrı’nın paylaşılmamış yetkisinin bozulmuş düşüncesinden kaynaklanmışlardır. İnsanlar, Tanrı’nın, yüce hakimiyetini O’nun buyruğu altındaki saygın eyaletlerini yöneten çeşitli meleklerin yetkisi altına koyduğuna inandılar. Kuran ise bu teoriye sürekli olarak karşı çıkmıştır. Kuran, meleklerin Tanrı’nın kızları olmadıklarını ve kendi haklarından yararlanmadıklarını söyler. Melekler, Tanrı’dan almış oldukları buyrukları infaz etmekten çekinmeyen varlıklardır. Ama, kendilerine ne emredildiyse tam olarak onu yaparlar. 8

İslam konusunda uzman olan büyük İngiliz bilgini, meleklerin eylemleri ve görevleri ile ilgili olarak şunları yazar:

“Kuran’ın anlayışına göre melekler, genellikle Tanrı’nın elçileri olarak temsil edilirler. Onlar, Tanrı’ya sürekli olarak tapınan Tanrı yaratıkları ve hizmetkârlarıdırlar; O’nun tahtına dayanırlar, Güç Gecesi’nde O’nun buyrukları üzerine alçalır ve inerler, insanların yaptıkları işleri kaydederler, insanlar öldükleri zaman onların canlarını alırlar ve Ahiret Günü’nde insanların lehine ya da aleyhine tanıklık ederler ve Cehennem kapılarında nöbetçilik yaparlar. Bedir Savaşı’nda, Mekkelilerin üstün güçlerine karşı Müslümanlar’a destek vererek yardım ettiler.” 9

Ajijola’nın bu konu ile ilgili açıklaması ise şöyledir:

“Bu hadislere göre, bazı melekler mezarlarının içinde bulunan ölüleri sorgularlar. Bu meleklere Münkir ve Nakir adları verilmiştir. Bazı melekler yalnızca, dünyanın çevresinde dolaşıp dururlar. İnsanların Tanrı’ya dua ettikleri, dini öğretişlerin verildiği ya da Kuran’ın okunduğu yerlere giderler… Bu melekler, Allah’a bu tür toplantılara katılan kişilerin varlıkları ile ilgili olarak tanıklık eder­ler… Dünyada çalışan meleklerin görevleri, her sabah ve her akşam değişir. Sabah duaları edildiği zaman gece görevlileri olan melekler geri dönerler. Ve onların yerlerini gündüz melekleri alırlar. Bunlar Asr (akşam) duaları zamanında geri dönerler ve gece görevlisi olan melekler tekrar geri dönerler.” 10

Müslümanlar, meleklerin sayısız çoğunluğuna ek olarak dört baş meleğe inanırlar: Cebrail (esin veren melek, aynı zamanda pek çok Müslüman tarafından, Kuran’ı, peygamber Muhammed’e kelimesi kelimesine dikte ettiğine inanılan Kutsal Ruh olarak da kabul edilir), Mikail (ilahi takdir meleği ve aynı zamanda Yahudiler’in koruyucu meleği), İsrafil (diriliş için canları toplayan) ve Azrail (ölüm meleği). Bu baş melekler arasındaki en önemli yere sahip olan melek Cebrail’dir, çünkü tanrısal vahyin taşıyıcısı görevine sahiptir. “De ki: ‘Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kuran’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, müminler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir. Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır” (2:97-98).

Cin

Tanrı, meleklere ek olarak cin adı verilen başka ruhsal varlıklar da yarattı. Kuran şu beyanda bulunur: “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık” (15:26-27). Sonra tekrar şu sözleri okuruz: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (51:56).

Cinlerin kimlik ve duaları ile ilgili olarak pek çok spekülasyon yapılmıştır, ama genelde cinlerin, seçim özgürlüğüne sahip olan güçlü ve zeki yaratıklar olduklarına inanılır. Bu nedenle, cinlerin bazıları iyi, bazıları da kötüdürler (72:11). Cinler, insanlar ve melekler arasındaki bir konumda yer alır gibi görünürler. Fazlur Rahman’a göre, cinler, “ateşli doğalarına ve insanlarınkinden daha büyük fiziksel güçlerine rağmen, kötülüğe ve aptallığa insanlarınkinden daha büyük bir eğilime sahip olmaları dışında, temelde insanlardan farklı değildirler.” 11 Arada bir farklı biçimlerde cisim alırlar ve insan gözleri tarafından görülebilirler, ama genellikle ortalama bir birey için göz ile görünmeyen varlıklardır.

Kuran’da cinlerin eylemlerini tanımlayan pek çok bölüm bulunur - Kuran’ın okunuşunu dinleyen ve İslamiyet’i kabul eden ya da Kral Süleyman’ın itaatkâr kulları olan cinler gibi (bakınız, 46:29ff.; 72:1-2). Ve daha sonraki İslam teolojisinde ve kültüründe cinler daha da önemli bir rol oynarlar. Çağdaş bir Müslüman yazarı şöyle der:

Önceki dönem bilginleri arasında cinlerin varlığından hiç kimse kuşkulanmıyordu. Ama daha sonraki dönemde yaşayan bilginler cinlerin yaratılışını tamamen reddeden bir rasyonalizm (akılcılık) dalgası tarafından sürüklendiler. Biz şuna boyun eğeriz: Pek çok kişi tarafından görüldükleri gerçeği söz konusuyken, ve bu konu ile ilgili yeterli tanıklık mevcutken, nasıl olur da cinlerin görülemeyeceklerini ileri sürebiliriz? İmam (İbn-i Teymiyye), “En-Nabuvvat” adlı ünlü eserinde, cinler üzerinde her kim efendilik kazanmak isterse, cinlerin sırtında farklı yerlere uçacağını yazar. Bu durum, imamın kendisinin tanık olduğu sıradan bir doğaüstü olaydı. İmam,öğrencilerinin refakatine yavaş yavaş girme konusunda başarılı olan pek çok cini ciddi bir şekilde dövdüğünü söyler. Bu cinler, bir daha geri dönmemek üzere koşarak kaçtılar. 12

Pek çok klasik Müslüman teologları, insanlar ve cinler arasındaki ilişkiler, örneğin evlilik gibi konularda yazmışlardır; cinlerin gelecekteki yazgıları, cinler tarafından yönetilen duaya izin verilip verilmeyeceği, ve cinler tarafından tutsak alınan insanlar gibi olayları konu olarak işlemişlerdir. Bazı kişiler tarafından, bireyleri, cinlerin kötülüklerinden korumak için çareler önerilmiştir. 13

Müslüman düşünürlerin çoğunluğundan farklı olarak, daha Batılı bir görüşe sahip olan teolog Rahman, Kuran teolojisinde yer alan cinlerin rolünü önemsemez:

Cinler evrim dönemine ait daha önceki bir evreyi temsil ediyor olabilirler miydi? Kendisini “insan için rehber” olarak adlandırmaya devam eden Medine döneminin Kuranı’nda cinlerden söz etmenin sona ermesi ve aslında cinlere öncelikle ya da hatta doğrudan hiçbir zaman hitap etmemesi, mümkün olabilir mi? (Söylemiş olduğumuz gibi, cinlerin Kuran’ı dinledikleri iki bölümde bile peygamberin kendisi bu olayı tecrübe eden kişi değildir, ama Kuran peygambere bu konuda bilgi vermiştir.) 14

Şeytan

Stanton, Şeytan’ın, Kuran’daki adları ile ilgili olarak şöyle yazar: “Şeytan’ın Kuran’daki adı İbranice’deki Shatan ya da Grekçe’deki İblis (diabolos) sözcüğünden türetilmiştir ve Kuran’da aynı şekilde geçer. Shatan adı, genellikle rajim (taşlanmış ya da lanet edilmiş, bazen marid ya da isyankâr) lakabı ile birlikte kullanılır.” 15

İslamiyet’te Şeytan’ın kimliğine ilişkin büyük bir karşıtlık mevcuttur. Kuran’a özgü bazı kanıtlar Şeytan’ı bir melek olarak işaret eder gibi görünürler. Bu nedenle pek çok Müslüman teologu, Şeytan’ın, cinlerin türüne ait olduğu görüşüne sahiptirler.

Kateregga, şu beyanda bulunur: “Müslüman teolojisi görüşü şudur; İblis (Şeytan), bir melek değil, bir cindi (ruh) ve Allah’a itaatsizlik eden bir grup cine önderlik ediyordu.” 16 The Holy Qur’an: Trans­lation and Commentary, adlı rağbet gören çeviriyi yapan Yusuf Ali, Şeytan’ın düşmüş bir melek olabileceği olasılığını kabul ettikten sonra 2:34 ayeti ile ilgili yorumunu bitirir ve sözlerine şöyle devam eder: “Ama düşmüş melekler teorisi, Müslüman teolojisinde genellikle kabul edilmez. 18:50 ayetinde, İblis’ten bir cin olarak söz edilir.” 17

Şeytan, insandan önce yaratılmış olsa dahi, Tanrı’ya karşı ettiği isyan, Kuran’a göre, insanın yaratılışı ile hemen hemen aynı zamandaydı. 38:71-78 ayetlerini okuyalım:

Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun önünde saygı ile eğilin. Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler. Ancak İblis eğilmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah, ‘Ey İblis! Ellerim ile yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yaratın, onu ise çamurdan yaratın’ dedi. Allah şöyle dedi: ‘Öyle ise çık oradan (cennetten), çünkü sen kovuldun. Şüphesiz benim lanetim hesap ve ceza gününe kadar senin üzerinedir.’

Bu ayetler üzerinde yorum yapan Kateregga, şu sonuca varır: “Bizler, Müslümanlar olarak, Şeytan’ın (İblis) tarihteki ilk insan olan Adem’in yaratılmasından önce bile kötünün kaynağı ve merkezi olduğuna içtenlikle inanıyoruz.” Bu nedenle, Şeytan, itaatsizlik eden ve Tanrı’ya karşı bir isyan başlatarak bu isyanı yöneten ilk yaratıktı.” 18

Şeytan’ın eylemleri, insanlığın baş aldatıcısı (35:5; 4:120) olarak oynadığı rol ile özel bir şekilde bağlantılı olduğu ve insanları Tanrı’nın isteği ile ilgili doğru yoldan saptırmaya yönelik bir amaç taşıdığı için, şimdi Tanrı’nın yarattıkları arasında doruk noktası olan insani varlık hakkındaki Müslüman öğretişine odaklanmamız gerekiyor.

İnsani Varlıkların Yaratılışı

İnsan soyunun yaratılışı, İslamiyet’in de kabul ettiği temel bir inançtır. Yeryüzündeki insani varlıkların başlangıcı ve doğası, onların Tanrı’nın planı içindeki rollerinin anlaşılması için bir anahtar teşkil eder. Kuran, Adem’in, Tanrı tarafından yaratılan ilk insani varlık olduğunu kabul eder. İlk insanın gökyüzünde yaratıldığı ve “düştükten” sonra, yeryüzüne sürgüne gönderildiği söylenir. Çağdaş Müslüman yazarlardan bazıları, Adem’in tarihi geçerliliğini kabul etme konusunda tereddüt içindedirler. Tutucu bir yazar olan Ajijola bile, şu önerisi ile dogmatik bir düşünceden çekindiğini ortaya koymaktadır: “[Adem] büyük olasılıkla ilk insan ve insan soyunun atası olabilir.” 19 Ancak yine de, Müslümanlar’ın çoğunluğu, Adem’in ilk insani varlık olduğuna ilişkin geleneksel görüşe hala sıkı sıkıya bağlıdırlar. 20

Tanrı, insanın yaratılışı hakkındaki planını şöyle duyurur: “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti” (2:30).

Tanrı, Adem’i çamurdan yarattı, “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık” (15:26). 32:9 ayetinde şunu okuruz: “Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı.”

Bize, Kuran’ın hiçbir yerinde Adem’e uygun bir dişi yardımcı olarak yaratılan Havva’nın ne zaman yaratıldığından ya da yaratılış şeklinden söz edilmez. Bu boşluğu doldurmak için Müslüman gelenekçileri arasında büyük saygı gören Buhari’nin bir girişimi olmuş ve kendisi, peygamberlerin hadislerinden bir alıntı yaparak “kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olduğunu” söylemiştir. 21 Ama yine de, pek çok Kuran öğrencisi, Havva’nın yaratılış zamanının meleklerin Adem’e secde etmelerinden sonra olduğunu öğrenirler, çünkü yukarıdaki ayetlerden hemen sonra 2:35a ayetinde şunları okuruz: “Dedik ki, ‘Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin.’”

Adem ve Havva, başlangıçta saf ve günahsızdılar ve Yaratıcıları ile kesintisiz bir paydaşlığın tadını çıkartıyorlardı. Kateregga, bu konuda şunları yazar:

Bu dönemde, ilk ebeveynimiz olan Adem ve Havva, ruhsal ve maddesel ilişkilerde oldukça masumlardı. Yeryüzünde değil, gökyüzünde bulunan, ruhsal bir masumiyet, mutluluk ve neşe Bahçesine yerleştirilmişlerdi. Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlardı. Ama yine de Tanrı’nın halifesi olarak (ya da temsilcisi) kendilerine, Tanrı’nın ruhu aracılığı ile bilgi, irade ve seçim yetenekleri ihsan edilmişti. 22

İnsan Doğası

Kateregga, bize “bazı Müslüman bilginlerin, insanın, Kuran’da bu konuda yer alan kanıtlar nedeni ile Tanrı benzerliğine belirli bir ölçüde sahip olduğuna inandıklarını” söyleyerek uyarıda bulunur. Bu nedenle, “Tanrı’nın, insanın içine ruhunu (Tanrı’nın ruhu) üflemesi, bazı bilginler tarafından, doğru şekilde kullanıldığı takdirde insana tüm yaratılış üzerinde egemenlik veren, bilgi ve irade gibi bir Tanrı yeteneği (gücü) olarak görülür. Ama yine de, bu görüş, Tanrı’yı insan yapmak anlamına gelmez, çünkü Tanrı, yaratılışın tamamı üzerinde mutlak egemen Olan’dır.” 23 Kateregga’nın bu görüşü, Tanrı’nın, insanın içine ruhunu üflediğine ilişkin Kuran’a ait bu ifade hakkında bizi daha da tedbirli düşünmeye yönlendirir. Kateregga’nın düşüncesi şudur:

İnsanın, “Tanrı’nın imajında ve benzeyişinde yaratıldığı” hakkındaki Hristiyan tanıklığı, bu konudaki Müslüman tanıklığı ile aynı değildir. Tanrı, insanın içine Ruhu’nu üflemesine rağmen, İslamiyet açısından Tanrı’nın soluğunun bir sonucu olarak insana emanet edilen tek Tanrısal özellik, bilgi, irade ve eylem gücüydü. İnsan eğer bu Tanrısal özelikleri Tanrı’yı anlamak ve O’nun yasasını harfiyen yerine getirmek için kullanırsa, o zaman şimdiki zamanda ya da gelecekte hiçbir şeyden korkmaz ve geçmişe ilişkin hiçbir üzüntü duymaz.” 24

Adem’in yaratılışının ilk aşamasından sonra, Kuran’da yer alan Adem ve melekler arasındaki tartışmayı ve Tanrı’nın, meleklere Adem’in önünde diz çökme ve secde etmeleri için verdiği buyruğu içeren garip öykü ile karşı karşıya kalıyoruz:

Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkı ile bilen, her şeyi hikmet ile yapan sensin’ dediler. Allah şöyle dedi: “Ey Adem! Onlara bunların isimlerini söyle. Adem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi. Hani meleklere, ‘Adem için saygı ile eğilin’ demiştik de, İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis bundan kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden (İman’ı reddedenlerden) olmuştu (2:31-34).

Meleklere, Adem’in önünde saygı ile eğilmelerini söyleyen bu tanrısal buyruk, Müslüman yorumcular arasında pek çok tartışma çıkmasına neden oldu, çünkü İslamiyet’te bu tür bir tapınma yalnızca Tanrı’ya sunulan türde bir tapınmadır. Niazi, böyle bir imadan kaçınmak amacı ile şunları yazar:

Abdullah İbn Abbas ve İmam Razi gibi büyük yorumcular, Secde (eğilme) eylemini, alçakgönüllülük, boyun eğme… ve yumuşak huyluluk ile eş tutarlar. Tanrı’nın, meleklere yapmalarını buyurduğu şey, bizlerin dua ederken yaptığımız şekilde secde etmek değildi. Meleklere, Adem’in önünde yalnızca yere eğilmeleri buyurul­muştu. Bu buyruk ile kast edilen alın ve eller ile fiziksel olarak yere dokunmak değildi. Bazı bilginler, bunun hiç kuşkusuz fiziksel bir secde olduğunu düşünürler, ama bu secdenin farklı bir karaktere sahip olduğunu ileri sürerler. Bu, daha önceki dönemlere ait Şeriat’ler (yönetimler) tarafından izin verilen farklı bir secdeydi. Bazı yorumcular, meleklerin Adem’in önünde eğilmelerine rağmen, bu saygı ile eğilme eylemlerinin aslında daha yüce bir objeye yönelik olduğuna inanırlar. Bu saygı ile eğilme eylemi, buyruğu veren Gücü Her Şeye Yeten Tanrı için yapılan bir eylemdi: Adem yalnızca aynı Kabe’nin yaptığı gibi, Kıble olarak hizmet verdi. Edilen dualar bu taş yapıya yöneltilmez: Evin Efendisi’ne yöneltilirler. 25

Niazi, yukarıdaki sözlerine son olarak şunu ekler, “Bu üç düşünceden en ağırlıklı olanı hangisi olursa olsun, hiç tereddütsüz kabul edilmesi gereken nokta şudur: Gücü Her Şeye Yeten Tanrı, meleklere, Tanrı’nın vekili olarak görevlerini yerine getiren insan ile işbirliği yapmalarını (onu izlemelerini değil) buyurdu.” 26 Düşünceler arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, Müslümanlar, bu öyküyü, Tanrı’nın, insanın öğrenme ve büyüme kapasitesine ilişkin olarak, melekler önündeki üstünlüğü ile ilgili beyanı olarak görürler. 27

İnsan Günahı

İnsani varlıklar masum ve özgür yaratıldılar ama Tanrı’ya karşı günah işlemeyi seçtiler. Ancak yine de günah, insan doğasının kökleri yok edilemez bir parçası değildir. Müslümanlar Tanrı’nın Adem ve Havva’ya Bahçe’deki belirli bir ağaca (adı belirtilmeyen) yaklaşmalarını ve ondan yemelerini yasakladığına inanırlar. Bahçe’ye girme buyruğuna ek olarak, 2:35b ayetinde şunlar yazılıdır: “Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Şeytan, Adem ve Havva’yı yanlış yönlendirdi, Rablerine itaatsizlik ederek yasak ağacın meyvesinden yemelerine neden oldu. Tanrı ve Şeytan arasında, Şeytan, Tanrı’nın, Adem’in önünde eğilmesi için verdiği buyruğa itaat etmeyi reddettikten sonra, şöyle bir konuşma geçti (7:12-18):

Allah, ‘Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’ dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın’ dedi. Allah, ‘Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın’ dedi. Şeytan dedi ki, ‘(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.’ Allah da, ‘Sen süre verilenlerdensin’ dedi. Şeytan dedi ki, ‘(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.’ Allah de­di ki, ‘Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.’

Bu olay üzerinde yorum yapan Fazlur Rahman, durumu aşağıdaki ifadesi ile açıklama girişiminde bulunur:

Böylelikle İblis ya da Şeytan savaşta, güçlü olmak yerine, kurnaz ve sinsi bir usta, doğruluk ya da içtenlikle meydan okuyan biri değil, hain ve pusuya yatarak yol kesen ve arkadan vuran bir ayartıcı olarak ortaya çıkarak savaşır. Yargı Günü’nde, bu nedenle doğru yoldan saptırdıkları kişiler kendisini suçladıkları zaman, şöyle diyecektir: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim, ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız” (14:22).

Rahman, bu ayet ile ilgili şöyle bir ek yapar: “Onun (Şeytan’ın) en büyük savaş hilesi ya da tuzağı, dünyanın süprüntüsünü ‘süslemek’ ya da ‘değersiz şeylerin çekici’ ya da gerçekte verimli ve değerli olanın zahmetli ve korkutucu görünmesine neden olmaktır. Şeytan onların yaptıkları [kötü] işlerin, gözlerine çekici [süslü] gelmesini sağladı” (8:48). 28

Adem ve Havva’nın, Bahçe’ye girmelerinden kısa bir süre sonra Şeytan insanlığı doğru yoldan saptırma görevine başladı. İnsanın ilk ebeveyni, Şeytan tarafından aldatıldı ve sonunda cennetten kovuldular (7:20-25):

Derken Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’ diye de onlara yemin etti. Bu suret ile onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıkları zaman, kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yaprakları ile örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye seslendi. Dediler ki: ‘Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.’ Allah, dedi ki, ‘Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.’ Allah dedi ki: ‘Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” 29

İnsanın düşmesi ile ilgili Kutsal Kitap’a özgü bilgiler ile bazı genel benzerlikler bulunmasına rağmen, Adem’in günahı ile ilgili Hristiyanlık ve İslamiyet’e özgü yorumlar arasında köklü farklılıklar mevcuttur. Hristiyan teolojisinde, insanın itaatsizliği Tanrı ile olan ilişkisinde temel bir dönüm noktası olarak görülürken, Müslüman bakış açısından bu durum yalnızca Adem ve Havva’nın tövbe ettikten sonra tamamen bağışlandıkları bir kaymadan ibarettir. Ve bu tek günahın insanın doğası ve yaratılışın tamamı üzerinde ayrıca bir etkisi yoktur. İslam antropolojisi ya da İslamiyet’te Mesih İsa’ya itikat ederek kurtulma doktrini içinde, insanın cennetten kovularak yeryüzüne konulduğu gerçeği (tanrısal buyruğa karşı olan bu tek günahın doğrudan bir sonucu olarak) önemli bir rol oynamaz. Kateregga şunları yazar; “Pek çok Müslüman, Adem ve Havva’nın halife olarak atandıkları yeryüzüne gönderilmeden önce eğilimlerinin ne olduğunun denenmesi amacı ile ilk olarak, Göksel Bahçe’de tutulduklarını düşünür.” 30 Niazi, Kateregga’nın yazdıklarına şunları ekler: “Adem’in Bahçe’den dışlanması, küçük düşünen zihinlere sahip kişiler tarafından bir tür ceza olarak yorumlanır. Ama yine de, ‘inin oradan’ buyruğu, Düşüş’ün günahlı bir eylemden sonuçlandığı düşüncesini dağıtmak için, bağışlama ihsan edildikten sonra tekrarlandı. Adem Tanrı’nın halifesi olarak yaratıldı. Adem’in, bu yaratılış amacını yerine getirebilmesi için bu yeryüzüne inmesi gerekiyordu.” 31

“Düşüş” konusundaki Hristiyan ve Müslüman anlayışı arasındaki önemli uçurum ile ilgili olarak Kateregga şöyle yazar:

“İlk ebeveynimizin insanı trajik bir şekilde tahrif eden isyanı ve bu günahlılığın bizi bireysel ve toplu olarak saptırdığı hakkındaki Hristiyan tanıklığı, İslam tanıklığına çok büyük bir tezat teşkil etmektedir. İslamiyet, yeryüzündeki ilk yaşam safhasının günah ve Allah’a karşı isyan ile başlamadığını öğretir. Adem Tanrı’ya karşı itaatsizlik etmesine rağmen, tövbe etti ve bağışlandı ve hatta ona insanlığa rehberlik etme görevi verildi. İnsan, bir günahkâr olarak doğmaz ve insanın günahlı olduğuna ilişkin öğretişin İslamiyet’te hiçbir temeli yoktur.” 32

Faruki adlı bir diğer Müslüman yazar, “İslam görüşüne göre, insanların artık ‘düşme’ ve ‘kurtarılma’ konumlarında olmadıklarını” ifade eder. İnsanlar, “düşmüş” olmadıkları için, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymazlar. Ama aynı zamanda “kurtulmuş” olmadıkları için de, arzu ettikleri ‘kurtuluşu’ kendilerine kazandıracak olan ahlaklı, iyi işler yapmaya ihtiyaç hissederler. Burada ‘kurtuluş’ sözcüğü gerçekten de uygunsuz bir ifadedir, çünkü kurtuluşa ihtiyaç duyması için kişi kaçamayacağı, umutsuz bir durumda bulunmak zorundadır. Ancak erkekler ve kadınlar bu kötü ve çaresiz durumda değildirler. Bu nedenle, “İslamiyet, insanların günahsız yani masum doğduklarını ve kadın ya da erkek her kişinin suçlu bir eylem ile kendini suçlu kişi durumuna düşürene kadar günahsız ve masum kaldığını öğretir. İslam, ‘ilk günah’a inanmaz ve Adem’in itaatsizliğini onun kendi kişisel hatası olarak yorumlar – Adem bu hatasından tövbe eti ve Tanrı onu bağışladı.” 33

Abdalati, düşüş’ü ‘sembolik bir olay’ olarak nitelendirir; ve “olayın, insani varlığın kusurlu olduğunu ve eğer cennette yaşamaya devam etseydi bile, daima eksik kalacağını belirttiğini” ileri sürer. Ama Adem ve Havva’nın yaptığı gibi bir günah işlemek ya da bir hata yapmak, ille de insan yüreğinin gücünü kırmak, ruhsal yenilenmeye engel olmak ya da ahlak gelişmesini durdurmak gibi sonuçlara yol açmak zorunda değildir. İlk günah düşüncesine “İslam öğretişlerinde yer verilmez. Kuran’a (30:30) ve Peygamber’e göre insan saflığın doğal bir aşamasında ya da fitrah olarak dünyaya gelir. İnsanın doğduktan sonra içine girdiği durum dışsal etkinin ve zorla içeri giren unsurların sonucudur. 34

Ajijola, insanın düşüş öyküsünün “çok fazla alegorik (mecazi)” olduğunu iddia eder. Ajijola’ya göre bu öykünün amacı, “her insanın, üzerlerinde başarı elde edinceye kadar tutkuları ile mücadele etmesi gerektiğini” gösterir. Ve sonra Adem’in tanrısal buyruğa, “kasten değil, unutkanlık yüzünden” itaatsizlik ettiğini öne sürer. 35 Çeşitli Müslüman yorumcularının düşüncesini temel alan Niazi, “Kuran’da yer alan emir kipinin (Tanrı’nın ağaçtan uzak durmaları konusunda verdiği buyruk) bu buyruğa karşı gelen kişinin ille de günahkâr olması gerektiği anlamına gelmediğinin kanıtlanmış olduğunu” iddia eder. Bu emir kipi bazen insanın kendi çıkarı için izlemesi beklenen bir öğüttür. Adem’e verilen direktif, bu kategoriye girer. 36 Hatta, “Adem’in günah işlemediği, yalnızca ‘bir hata’ yaptığı sonucuna dahi varır!” 37 Bir diğer Müslüman teolog ise, “Adem’i bir günahkâr ya da dik başlı biri olarak adlandırmanın imansızlık” olduğunu ileri sürer! 38

Müslüman bilginlerin, Adem’in, itaatsizlik eylemini kutsal ve doğru bir Tanrı’nın önünde büyük bir kötülük olarak kabul etmek konusunda gösterdikleri gönülsüzlük, insanın günaha düşmesi konusundaki Hristiyan görüşü ile keskin bir karşıtlık içindedir: Tüm insani varlıkların (Mesih dışında), ölmelerinin ve yargılanmalarının nedeni, Adem’in Yaratıcıya karşı ettiği isyandır (Romalılar 5:12-19). Ancak yine de İslam teolojisinin diğer görünümlerini, örneğin günah ve peygamberlik gibi diğer konularını düşünecek olursak, Müslüman teologların, insanın ilk günaha düşüşü konusuna neden fazla önem vermediklerini fark etmeye başlarız. 39

Kuran’daki günah ile ilgili referanslar konusunda Avrupalı İslam araştırmacısı Stanton şöyle yazar:

Günah – bu konu ile ilgili ilkesel terimler, khati’ah (İbranice khet ), ithm (İbranice ahsam ) ve dhanb. Bunlardan sonuncusu, tam otuz sekiz kez kullanılmıştır ve esasen törensel suçlara işaret eder. Ithm yirmi dokuz kez ve daha çok aynı anlamda kullanılmıştır. Khati’ah yalnızca beş kez kullanılmıştır. Günah düşüncesindeki ‘hedefi ya da Tanrı tarafından konulan ölçütü şaşırmak’ anlamına en çok yaklaşan sözcük budur. Kuran’ın günah hakkında bu tür bir öğretiş vermesi çok seyrektir. Gurur, kıskançlık v.b. belirli günahlar bazı durumlarda kabul edilir, ama tüm diğer günahlar arasındaki en büyük günah şirk koşma’dır = diğer tanrıları Allah ile bir tutmak. Bu günah, bağışlanmaz. 40

Kuran’ın günaha karşı olan tutumu nedeni ile pek çok Müslüman teolog, geleneksel olarak, ahlak konusunda nominalistik (adcı) bir görüş benimsemişlerdir. 41 Bir eylem yaratılış itibarı ile doğru ya da yanlış değildir. Bir eylem yalnızca, Tanrı kendi isteği doğrultusunda bunun doğru olduğunu beyan ettiği zaman, doğrudur. Kuran’ın kendisi Adem’in suçunun ciddiyeti konusunda fazla vurgu yapmıyor gibi göründüğü için pek çok Müslüman teolog, Kuran’da beyan edilenlerin ötesine geçme konusunda isteksiz kalmışlardır ve bu tutumlarının nedenini anlayış ile karşılıyoruz.

Burada söz konusu olan bir başka konu ise, Müslüman görüşüne göre Tanrı’nın peygamberlerinin ya tamamen günahsız oldukları ya da en azından büyük günahlardan ya da hatalardan (bu teolojik inanç, Kuran’daki herhangi bir kesin ifadeyi temel almamasına rağmen) korunduklarıdır. Ve İslam inancında Adem, insanlığa verilen ilk peygamber olarak kabul edildiği için Adem’in büyük bir günah işlemekten esirgenmiş olması gerektiğine inanılır. 2:38 ayetinde şunları okuruz: İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir dedik.” Bu ayeti ve Muhammed’in diğer hadislerini temel alan Niazi, şöyle yazar:

Kuran’da ve Muhammed’in hadislerinde pek çok yerde bulunan Adem’den yalnızca bir peygamber olarak değil, ama aynı zamanda bir Elçi olarak da söz edildiği aşikârdır. Bu cümleye elçi sözcüğünü ekledik, çünkü peygamberlik yalnızca vahyin bir alıcısı olmak anlamına gelir. Öte yandan bir elçi, Şeriat’ın (Yasa) taşıyıcısıdır. …Yukarıdaki ayette tanıklık edildiği gibi Adem, vahyin bir alıcısıydı. …bu görüş (aynı zamanda) Adem’in, kendi yasasına sahip bir Elçi olduğunu da gösterir… İbn El-Kathir, Hazret Ebu Zar’ın aşağıda yazılı olan şu hadisinden de aktarma yapmıştır: “Allah’ın Elçisi’ne bir peygamber olup olmadığını sordum. O da şu yanıtı verdi: ‘Evet, o bir peygamber ve bir elçidir. Tanrı, onun ile de yüz yüze konuştu.’ 42

İslam teolojisindeki bu gerginliğe hitap etmek için girişimde bulunan Kateregga bu konu ile ilgili olarak şöyle yazar: “Tövbe etmiş olan Adem, Allah’ın yeryüzündeki ilk elçisi yapıldı. Adem, çocuklarına rehberlik edecekti. Tanrı, böylesine yüce bir görevi kötülük yapan birine nasıl emanet edebilirdi? 43

İnsanın Amacı

Yaratılış öyküleri ve insanlığın başlangıcı gibi konuların ötesine geçildiği zaman, İslam genelde insani varlıklar hakkında ne öğretir? İnsan nedir? Amacı nedir? Ve kendisi için en iyi olan yeri nasıl elde eder? Bu sorulara İslamiyet’in verdiği yanıt şudur: İnsani varlıklar, Tanrı tarafından O’nun yeryüzündeki temsilcileri ve hizmetkârları yapılarak onurlandırılmış olan sınırlı ve ölümlü yaratıklardır. İnsani varlıklar günahkâr değildirler ve düşmüş yani günahlı bir doğaya sahip değildirler, ama buna rağmen yaradılışları itibarı ile zayıf, kırılgan, kusurludurlar ve Tanrı’yı sürekli olarak unutma eğilimindedirler.

Şu noktaya dikkat edilmesi gerekir: Arada sırada “bazı Müslüman teologlar, Kalıtsal Günah öğretişini benimsemişlerdir... Aynı zamanda İslam Peygamberi’nin söylemiş olduğu ünlü bir hadis vardır: “Meryem ve oğlu İsa dışında Şeytan, doğan her çocuğa dokunmuştur.” 44 Ayrıca, “Diğer bölümlerde, insanlıktan günahkâr (ya da adil olmayan –zalim– 14:34/37; 33:72), cahil (33:72), nankör (14:34/ 37), zayıf (4:28/32), ümitsiz ya da böbürlenen (11:9/12,13), hasım (16:4), azgın ya da isyankâr (96:6) olarak söz edilir.” 45 Hatta Kuran şu ifadeyi dahi beyan eder: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı” (16:61a). Ayetullah Humeyni, şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitti: “Sizin ve hepimizin dikkat etmesi gereken gerçek şudur: İnsanın felakete uğramasının nedeni benliğinin arzularıdır ve benliğin bu arzuları herkeste mevcuttur ve kökleri de insanın doğasında bulunur. Amin!” 46 Her şeye rağmen günahın kalıtımsal olduğu görüşü Müslüman bilginlerin çoğunluğu tarafından reddedilmiştir.

Kateregga’ya ve İslam görüşündeki çoğunluğa göre, Kuran “tüm insanların gerçek Müslümanlar olarak, masum, saf ve özgür doğduklarını” (30:30) öğretir. “İnsan iradesini doğru yoldan saptırmış olan tek bir eylem bile mevcut değildir.” 47 Bu inancın temeli, peygamberin iyi bilinen hadislerinden birine dayanır: “Her bebek ‘Fıtrat üzere dünyaya gelir, sonra bebeğin ebeveyni, onu Yahudi, Hris­tiyan ya da Mecusi yapar.” 48

Fazlur Rahman şu yorumda bulunur:

Kuran’da kaydedilmiş olan üzücü insan öykülerine rağmen, Kuran’ın bütünündeki tutumu, insan çabasının sonucu ile ilgili olarak oldukça olumludur. Kuran’ın düşüncesi, aynı zamanda kendine işkence eden bir tutum ve ahlak taşkınlığı ile temsil edilen bir düşünceden çok, sağlıklı anlamda bir ahlak kavramını, örneğin, Pavlus’un ve bir tür savior (deus) ex machina (son anda kurtarmaya gelen beklenmedik biri) talep eden birçok Sofi’nin öğretişleri aracılığı ile temsil edilen bir kavram türünü savunur. Merhametli ve adil bir Tanrı’ya ve tekva olarak adlandırılan karakter birliğine teslim edilen insan refahı için sağlayışta bulunulur: “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız. (4:31).” 49

Tanrı’nın halifesi (yeryüzündeki vekili) olarak insan, yaratılışın birçoğu üzerinde yetki sahibi olma ayrıcalığını elde etmiştir. “Şükredesiniz diye büyük baş hayvanları sizin hizmetinize verdik” (22:36). Ayrıca, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık” (17:70[aynı zamanda bkz. 7:10]). İnsanın halife olarak konumunun önemi hakkında yorum yapan Kateregga şunları yazar:

Tanrı, O’nun halifesi insanı yarattığı sayısız birçok şey üzerinde yetki sahibi kılarak onurlandırmıştır. İnsan, doğayı kendi refahı lehine kullanmak için görevlendirilmiştir (Kuran 33:72). İnsan bir halife olarak toprağı işlemek ve yaşamı bilgi ve anlam ile zenginleştirmek için seçildi. Doğa, insana bağımlıdır… İnsan, yalnızca, Tanrısal buyruklarına itaat ederek doğayı kendi iyiliği için kullanma hakkının tadını çıkartır. 50

Ancak yine de, insanın yeryüzünde Tanrı’nın kahyası olarak bulunduğunu belirten bu anlayışın İslam teolojisinde oldukça yeni bir kavram olduğunun belirtilmesi gerekir. 51 İlk bölümde belirtilmiş olduğu gibi, insan soyunun Tanrı ile ilişkisi konusundaki Kuran’a özgü, en önemli kavram, iki sözcük –abd ve rab– tarafından yönetilir.

Bir insani varlık Tanrı ile olan ilişkisinde bir abd ya da ‘kul’dur, Tanrı ise genellikle Rab olarak çevrilen, ama belki de ‘egemen’ sözcüğü gibi daha muhterem bir anlam taşıyan rab’dir.” 52

İnsanın kul ve Tanrı’nın mutlak egemen olarak belirtildiği bu imaj ile yakından ilgili olan düşünce, sınırlılık ya da bazı İslami okullara göre insan özgürlüğünün var olmayışı düşüncesidir. W. Mont­gomery Watt şunları yazar:

Kuran ve ilk Müslüman düşünürlere göre, insan özgürlüğü kavramından yararlanılmadı. Bir kişinin, eylemlerinden bir şekilde (ya da en azından bazılarından) sorumlu olduğu düşünüldü, ama aynı zamanda insan eylemlerinin üzerinde sınırlamalar bulunduğuna ilişkin derin bir farkındalık da mevcuttu. Ancak yine de insan özgürlüğü ile ilgili herhangi bir düşünce, Tanrı ile olan abd ya da kul konumu nedeni ile mutlaka bir isyan olarak ima edilmiş olacaktı. Böylelikle, özgürlük, hiçbir anlamda uğruna mücadele verilmesi gereken bir ideal olamazdı; özgürlük, yalnızca sakınılması gereken bir felaket olabilirdi. 53

İslam teolojisindeki tanrısal egemenlik ve insan özgürlüğü öğretişi arasındaki bu gerginliği daha ayrıntılı olarak açıklamak bu bölümün amacı dışındadır (1. bölüme bakınız). Tartışmalar devam eder, ama İslamiyet’in neredeyse ilk başlangıcından beri, vekil olan insan bu eylemleri yalnızca “kazanır” ya da bunları “kendisine mal ederken” (kasb), Tanrı’nın insan eylemlerini yarattığı ya da bireye belirli bir eylemi yapabilmesi için güç verdiği ile ilgili Ortodoks konuma işaret etmek yeterli sayılmaktadır. “Bir bireyin bir eylem için yeterli derecede sorumluluğa sahip olduğunu ima eden kavram, bu eylemi insanın hesabına geçirir ya da borç olarak kaydeder. Bu şekilde Tanrı yargısının adaleti korunmuş olurdu.” 54

İnsanın varoluş amacı ile ilgili olarak Kuran’ın görüşüne ilişkin vereceğimiz referans yine 51:56 ayetidir: “Ben …insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” 49:13 ayetinde ise şunları okuruz: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katından en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” Bu konu ile ilgili olarak bir diğer önemli ayet ise 21:16 ayetidir: “Biz, yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık!”

İslam’a göre, insanın amacının Tanrı’yı tanımak ve O’nun karakterine daha çok benzemek olmadığı genelde kabul edilir, ama insanın amacının asıl olarak Tanrı’nın isteğini anlamak ve O’nun buyruklarına daha çok itaat etmektir. Bu düşünceye sahip olanlardan birine örnek olarak dinsel inançlara olan sadakatin savunucularından olan İbn-i Teymiyye’yi gösterebiliriz. 55 İslam’da bu konu elbette bir eksiklik olarak görülmez, çünkü Kuran, Tanrı’nın kim olduğunu açıklamaya değil, O’nun insanı yaratırken ne istediğine odaklanır.

Abdalati şöyle yazar:

Yalnızca insana, zeka ve seçim yapma gücü ihsan edilmiştir; böylece insan ayrılmıştır. Ve insan zeka ve seçim yapma özelliklerine sahip olduğu için Tanrı’nın İyi İsteğine boyun eğmeye ve O’nun Yasasına itaat etmeye davet edilir... Ama eğer insan itaat etmemeyi seçerse, Doğru Yol’dan sapar ve… Yasa’yı Veren’in hoşnutsuzluğuna ve cezasına maruz kalır. 56

Bu noktada söz edilmesi gereken önemli bir ilke, İslam’da, ondan önceki Yahudi geleneğinde olduğu gibi, bu yaşamın ve bu dünyanın bir son değil bir hazırlık, bundan sonraki yaşam için bir deneme yeri olduğu gerçeğidir. Bir insanın iyi ve ahlak kurallarına uygun davranması bu koşullar çerçevesinde önemli ve amaca uygun hale gelir. Abdalati’nin bu konudaki yorumu şöyledir:

Yaşam, belirli bir noktadan başlayan ve belirli bir hedefte sona eren bir yolculuğa benzetilebilir. Yaşam, bu dünyadan sonraki Sonsuz Yaşama bir başlangıç olarak adlandırılabilecek geçici bir aşamadır. Bu yolculukta insan bir yolcudur ve ilgilenmesi gereken tek şey, yalnızca, Gelecek Yaşam’da kendisine yarar sağlayacak olandır… Yapabileceği en iyiyi yapması ve kendisini, Sonsuzluğa her an geçecek şekilde tam olarak hazırlaması gerekir. Yaşam, nihai bir sonun amacı olarak öylesine büyük önem taşır ki, İslam insana, yaşamı nasıl yaşayacağını, yaşamdan ne alacağını ve yaşamdan neyi bırakacağını, ne yapacağını ve nelerden kaçınacağını göstermek için düzenler ve ilkelerden oluşan tam bir sistem meydana getirmiştir. 57

İnsani varlıklar, Kuran’da tanımlanan (6. bölüme bakınız) tanrısal buyrukların düzenlerine itaat ederek nihai iyiliklerine ulaşabilirler. Bu bölümü, Kateregga’nın insanoğlunun durumu ile ilgili analizine yer vererek bitirmemizin uygun olacağını düşünüyoruz:

İnsan ne kadar iyi olursa olsun, yine de Yaratıcısı olan Allah’ın iyilik ve mükemmellik aşamasına yetişemez. Tarih, insanın ihmalci, kayıtsız ve unutkan olduğunu ortaya koymuştur. İnsan iyidir, ama kusurludur. Kusurlu olduğu için de kendisine sürekli hatırlatma yapılması gerekir. Tanrı, bu nedenle, insanın mükemmelliğe ulaşmasına yardımcı olmak için peygamberler ve elçiler gönderdi. Tanrı, Yasası’nı, insana peygamberler aracılığı ile sürekli olarak hatırlattı. İnsana, peygamberler ve vahiy aracılığı ile doğru yolun hangisi olduğu sürekli hatırlatılmalıdır. 58

Özet

Yaratılış, İslam’da temel bir öğretiş olarak yer alır. Tanrı, göğün ve yeryüzünün Yaratıcısıdır. O, yalnızca fiziksel evreni değil, ama aynı zamanda melekler ve cinler gibi ruhsal varlıkları da yarattı. Tanrı, insanlığı masum olarak yarattı, ama kendilerine zarar veren seçimleri onlar yaptılar. Ancak yine de, insani varlıklar temelde kötü değil, iyidirler. Tanrı tarafından O’nun temsilcileri ve yeryüzündeki kulları olarak onurlandırılmış olan sınırlı ve ölümlü yaratıklardır. İnsani varlıklar temelde günahlı değillerdir ve düşmüş bir doğaları yoktur, ama buna rağmen asılları zayıf, kırılgan, kusurludur ve Tanrı’yı sürekli olarak unuturlar. Bunun bir sonucu olarak da Tanrı onlara, kendilerini, O’nun egemen isteğine boyun eğmeye çağıran peygamberler gönderir.


1. Schimmel ve Falaturi, 155.

2. The New Encyclopedia Britannica, 15. baskı., 6-7

3. Hammudah Abdalati, Islam in Focus (Indianapolis: American Trust Publications, 1975), 9.

4. Kateregga ve Shenk, 10.

5. Bakınız, Rippin ve Knappert, Islam, 59-63.

6. Ajijola, 71.

7. Mahmud, 64.

8. Kausar Niazi, Creation of Man (Karaçi: Ferozoono, Ltd.,1975), 12.

9. H.A.R. Gibb, Mohammedanism (London: Oxford University Pres, 1964), 56-57.

10. Bakınız, Ajijola, 72.

11. Rahman, 122.

12. Bakınız, Niazi, 26.

13. Aynı kitapta, 25-28.

14. Bakınız, Rahman, 123. Aynı zamanda bakınız, Abdullah Yusuf Ali, The Holy Qur’an: Translation and Commentary. (Şam: [Ouloom El Qur’an, 1934], n. 929.

15. Stanton, 39.

16. Bakınız Kateregga ve Shenk, 11.

17. Abdullah Yusuf Ali, Meaning of the Glorious Qur’an.1:25.

18. Kateregga ve Shenk, 20

19. Ajijola, 122, vurgulama bize aittir.

20. Bakınız, Niazi, 6.

21. Aynı kitapta, 43.

22. Kateregga ve Shenk, 21.

23. Aynı kitapta, 15.

24. Aynı kitapta, 100-101.

25. Niazi, 21-23.

26. Aynı kitapta.

27. Bakınız Kateregga ve Shenk, 11.

28. Rahman, 125.

29. Kuran’da yazılana göre, Şeytan’ın insanı, melekler gibi ya da ölümsüz olacağı vaadi ile ayartmasının neden gerekli olduğunu anlamak güçtür. İnsanın, Kuran’ın kendisinin de onayladığı gibi, tüm meleklerden daha yüce bir konumda yaratıldığı kesindi. Ve insan, eğer saf ve günahsız ise o zaman ölümden neden korkması gereksindi?

30. Kateregga ve Shenk, 17.

31. Niazi, 67-68.

32. Kateregga ve Shenk, 101.

33. İsma’il R. El- Faruk, Islam (Niles, III: Argus Communications, 1984), 9.

34. Abdalati, 31-32.

35. Ajijola, 130-31.

36. Niazi, 53.

37. Aynı kitapta, 66.

38. Aynı kitapta, 63.

39. Bakınız, J. Dudley Woodberry, “Different Diagnoses of the Human Condition,” in Muslims and Christians on the Emmaus Road (Monrovia: MARC, 1989), 149-60.

40. Stanton, 56.

41. Bakınız, John Alden Williams, Islam (New York: George Braziller, 1962), 192-93.

42. Niazi, 7-8.

43. Kateregga ve Shenk, 23.

44. Michael Nazir-Ali, Frontiers in Muslim-Christian Encounter (Oxford: Regnum Books,1987), 165.

45. Bu konu ile ilgili harika bir tartışma için bakınız Woodberry, 155.

46. “Islamic Government Does Not Spend for Its Own Grandeur, “Kayhan International, 4 Sept. 1985, Woodberry tarafından aktarıldı, aynı kitapta, 159.

47. Kateregga ve Shenk, 17-18.

48. Abdül-Hak, 158.

49. Rahman, 30.

50. Kateregga ve Shenk, 12.

51. W. Montgomery Watt, Islam and Christianity Today, (London: Routledge ve Kegan Paul, 1983), 127.

52. Aynı kitapta, 125.

53. Aynı kitapta, 127.

54. Aynı kitapta, 126.

55. Bkz, Wiliams, 206.

56. Abdalati, 9.

57. Aynı kitapta, 29.

58. Kateregga ve Shenk, 16-18.

Pages