Hakkındaki Görüşü
İslam’ın Tanrı hakkındaki görüşünün en önemli görünümlerinden biri, Tanrı’nın, Yaratan olarak kabul edilmesidir. Evrende var olan her şey, Tanrı’nın Tekliğini ve yüceliğini beyan etmek için O’nun tarafından yaratıldı. Bir İslam bilgini şöyle yazar: “Ama yaratılışın anlamı nedir? Kuran bu soruya şu yanıtı verir: Yaratılan her şey Tanrı’ya tapınmak ve O’na saygı ile hizmet etmek için yaratıldı. Tanrı’ya hizmet, O’na hayranlık duymak, kelimenin gerçek anlamı ile yaratılışın ve böylelikle tarihin nedenidir.” 1
Göğün ve Yerin Yaratılışı
Kuran’ın teolojisi şu onayı yapar: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamt ile tespih eder” (17:44). “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a (kudret ve hakimiyet tahtı, sınırsız kudret makamı anlamına gelir) kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır” (10:3). Ayrıca, “Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir. O, geceyi ve gündüzü birbiri ardınca getirendir” (25:61). “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi, konuşmayı) öğretti. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu” (55:3-7). “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkı ile bilendir” (2:29).
Kuran’a göre, yaratılış cansız maddeleri kapsar; bitkiler ve hayvanlar alemi; melekler ve cinler gibi ruhsal varlıklar ve son olarak Tanrı’nın yaratıcı eyleminin doruğu olan insani varlıklar.
Genelde evren ve doğanın İslam’a özgü kavramı ile ilgili konuyu Encyclopaedia Britannica çok iyi bir şekilde özetler:
Kuran, Tanrı’nın bir olduğunu kanıtlamak için, evrenin tasarımı ve düzeniyle ilgili konuları sürekli olarak vurgular. Doğada hiçbir yarık ya da çıkık mevcut değildir. Düzen, şu gerçek aracılığı ile açıklanır: yaratılmış olan her şey, aracılığı ile bir modele uyan kesin ve tanımlanmış bir doğaya sahiptir. Bu doğa her ne kadar yaratılmış olan her şeyin bir bütün içinde işlev görmesine izin verse de, sınırlar koyar… Evren bu yüzden, kendi kendini yöneten bir evren, yani her şeyin kendi davranış yasalarına doğuştan miras olarak sahip olduğu anlamında bir evren olarak düşünülür; ama otokrat olarak görülmez, çünkü davranış modelleri Tanrı tarafından ihsan edilmiştir ve kesin bir şekilde sınırlanmıştır. 2
Müslüman bir yazarın belirttiği gibi, “Dünyada insan dışındaki her şey ya da her fenomen (görüngü ve olay), Tanrı tarafından yapılmış Yasalar tarafından yönetilir. Bu durum, fiziksel dünyanın tamamını Tanrı’ya ve O’nun yasalarına itaat etmek zorunda bırakır, yani bunun anlamı şu karşılığa gelir: tüm fiziksel dünya bir İslam konumundadır (İslam’a boyun eğmiştir), ya da Müslüman’dır.” 3
Tanrı’nın yarattıklarının doğal düzeni ile ilgili olarak Kuran’da bulunan öğretiş şudur: “Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) Yaratan’dır” (32:4). “Andolsun, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı güde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı” (50:38). Ancak Kuran, yine de başka bir yerde şu beyanda bulunur: “Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi” (41:12). “De ki, siz mi evreni iki günde (iki evrede) yaratanı inkâr ediyorsunuz?” (41:9). Müslüman bir yazar, yaratılış hakkında Kuran’da yer alan tanıklığı aşağıdaki şu satırlar ile özetler:
İlk olarak, yaratılış için genel olarak altı evre mevcuttu. İkinci olarak, göğün ve yerin yaratılışında birbirlerine bağlı evreler vardı. Üçüncü olarak evren, önce, tamamı tek bir parçadan oluşan eşsiz bir kütle idi; Tanrı gücü ve iradesi ile bu tek parçayı ikiye ayıracaktı. Dördüncüsü ise, göğün ve yerin, yedi gökler olarak vurgulandığı bir çoğunluk vardı. Beşincisi, gök ve yer arasındaki gezegenlerin ve göksel bedenlerin aracılık eden bir dünyası mevcuttur. Altıncısı, doğanın ve evrenin Yaratıcısı yalnızca Tanrı’dır ve ne doğa ne de evren Tanrı olamazlar ya da kendilerine Tanrıymış gibi tapınılamaz, çünkü Tanrı, yarattıklarının tamamı üzerinde kesin üstünlüğe sahiptir. Yedinci ve son olarak, Tanrı her şeyi düzenli ve anlaşılabilir bir tarzda yarattı. 4
Yaratılış süreci ile ilgili ayrıntıların kıtlığı nedeni ile, daha sonraki Müslüman yorumcular Kuran’ın bölümlerindeki boşlukları doldurmak için öyküye birçok efsaneler eklediler. 5 Günümüzde yaşayan bazı Müslüman bilginler, bu boşlukların nedenini bir tür tanrısal devrim süreci olarak izah ederler.
Meleklerin Yaratılması
Meleklere duyulan inanç, Müslüman imanında önemli bir yer tutar. Kuran’ın ve daha sonraki İslam teolojisinin var oluşları ve işlevleri hakkında söyleyecekleri çok şey vardır. Aslında meleklere inanmak, imanın beş temel koşulundan biridir.
Ajijola, şu ifadede bulunur: “Bir Müslüman olmak için yalnızca Tanrı’ya inanmak yeterli değildir, aynı zamanda bu dünyadan sonraki yaşama, peygamberlere, Tanrı’nın kitaplarına ve Tanrı’nın meleklerine de inanmak gereklidir.” 6 Bu ifadenin temeli Kuran’da yer alan şu öğüde dayanır, “İyilik, yüzlerinizi, doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman etmektir” (2:17). Muhammed tarafından söylenmiş olan ve iyi bilinen bir hadise göre, “Meleklere inanmak, imanın temel bölümlerinden biridir. Bir kez Cebrail, peygamber, bazı kişiler ile birlikte otururken, ona geldi ve şöyle dedi: “İman nedir?” Peygamber, meleği şöyle yanıtladı: “İman, Tanrı’ya ve O’nun meleklerine inanmaktır.” 7
İmam Ragıp İsfahani adındaki bir İslam teologu, El-Mufaredat adlı teolojik eserinde şöyle yazar:
Melekler, ışıktan meydana getirilmişlerdir. Onlar, ne hata yaparlar, ne de günah işlerler. Hatasız ve günahsız yaratılmışlardır. Yaptıkları tek iş Allah’a ilahiler söylemektir. Değersiz istekleri yoktur. Ayrıca tanrılar ve tanrıçalar hakkındaki yanlış inançlar Tanrı’nın paylaşılmamış yetkisinin bozulmuş düşüncesinden kaynaklanmışlardır. İnsanlar, Tanrı’nın, yüce hakimiyetini O’nun buyruğu altındaki saygın eyaletlerini yöneten çeşitli meleklerin yetkisi altına koyduğuna inandılar. Kuran ise bu teoriye sürekli olarak karşı çıkmıştır. Kuran, meleklerin Tanrı’nın kızları olmadıklarını ve kendi haklarından yararlanmadıklarını söyler. Melekler, Tanrı’dan almış oldukları buyrukları infaz etmekten çekinmeyen varlıklardır. Ama, kendilerine ne emredildiyse tam olarak onu yaparlar. 8
İslam konusunda uzman olan büyük İngiliz bilgini, meleklerin eylemleri ve görevleri ile ilgili olarak şunları yazar:
“Kuran’ın anlayışına göre melekler, genellikle Tanrı’nın elçileri olarak temsil edilirler. Onlar, Tanrı’ya sürekli olarak tapınan Tanrı yaratıkları ve hizmetkârlarıdırlar; O’nun tahtına dayanırlar, Güç Gecesi’nde O’nun buyrukları üzerine alçalır ve inerler, insanların yaptıkları işleri kaydederler, insanlar öldükleri zaman onların canlarını alırlar ve Ahiret Günü’nde insanların lehine ya da aleyhine tanıklık ederler ve Cehennem kapılarında nöbetçilik yaparlar. Bedir Savaşı’nda, Mekkelilerin üstün güçlerine karşı Müslümanlar’a destek vererek yardım ettiler.” 9
Ajijola’nın bu konu ile ilgili açıklaması ise şöyledir:
“Bu hadislere göre, bazı melekler mezarlarının içinde bulunan ölüleri sorgularlar. Bu meleklere Münkir ve Nakir adları verilmiştir. Bazı melekler yalnızca, dünyanın çevresinde dolaşıp dururlar. İnsanların Tanrı’ya dua ettikleri, dini öğretişlerin verildiği ya da Kuran’ın okunduğu yerlere giderler… Bu melekler, Allah’a bu tür toplantılara katılan kişilerin varlıkları ile ilgili olarak tanıklık ederler… Dünyada çalışan meleklerin görevleri, her sabah ve her akşam değişir. Sabah duaları edildiği zaman gece görevlileri olan melekler geri dönerler. Ve onların yerlerini gündüz melekleri alırlar. Bunlar Asr (akşam) duaları zamanında geri dönerler ve gece görevlisi olan melekler tekrar geri dönerler.” 10
Müslümanlar, meleklerin sayısız çoğunluğuna ek olarak dört baş meleğe inanırlar: Cebrail (esin veren melek, aynı zamanda pek çok Müslüman tarafından, Kuran’ı, peygamber Muhammed’e kelimesi kelimesine dikte ettiğine inanılan Kutsal Ruh olarak da kabul edilir), Mikail (ilahi takdir meleği ve aynı zamanda Yahudiler’in koruyucu meleği), İsrafil (diriliş için canları toplayan) ve Azrail (ölüm meleği). Bu baş melekler arasındaki en önemli yere sahip olan melek Cebrail’dir, çünkü tanrısal vahyin taşıyıcısı görevine sahiptir. “De ki: ‘Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kuran’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, müminler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir. Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır” (2:97-98).
Cin
Tanrı, meleklere ek olarak cin adı verilen başka ruhsal varlıklar da yarattı. Kuran şu beyanda bulunur: “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık” (15:26-27). Sonra tekrar şu sözleri okuruz: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (51:56).
Cinlerin kimlik ve duaları ile ilgili olarak pek çok spekülasyon yapılmıştır, ama genelde cinlerin, seçim özgürlüğüne sahip olan güçlü ve zeki yaratıklar olduklarına inanılır. Bu nedenle, cinlerin bazıları iyi, bazıları da kötüdürler (72:11). Cinler, insanlar ve melekler arasındaki bir konumda yer alır gibi görünürler. Fazlur Rahman’a göre, cinler, “ateşli doğalarına ve insanlarınkinden daha büyük fiziksel güçlerine rağmen, kötülüğe ve aptallığa insanlarınkinden daha büyük bir eğilime sahip olmaları dışında, temelde insanlardan farklı değildirler.” 11 Arada bir farklı biçimlerde cisim alırlar ve insan gözleri tarafından görülebilirler, ama genellikle ortalama bir birey için göz ile görünmeyen varlıklardır.
Kuran’da cinlerin eylemlerini tanımlayan pek çok bölüm bulunur - Kuran’ın okunuşunu dinleyen ve İslamiyet’i kabul eden ya da Kral Süleyman’ın itaatkâr kulları olan cinler gibi (bakınız, 46:29ff.; 72:1-2). Ve daha sonraki İslam teolojisinde ve kültüründe cinler daha da önemli bir rol oynarlar. Çağdaş bir Müslüman yazarı şöyle der:
Önceki dönem bilginleri arasında cinlerin varlığından hiç kimse kuşkulanmıyordu. Ama daha sonraki dönemde yaşayan bilginler cinlerin yaratılışını tamamen reddeden bir rasyonalizm (akılcılık) dalgası tarafından sürüklendiler. Biz şuna boyun eğeriz: Pek çok kişi tarafından görüldükleri gerçeği söz konusuyken, ve bu konu ile ilgili yeterli tanıklık mevcutken, nasıl olur da cinlerin görülemeyeceklerini ileri sürebiliriz? İmam (İbn-i Teymiyye), “En-Nabuvvat” adlı ünlü eserinde, cinler üzerinde her kim efendilik kazanmak isterse, cinlerin sırtında farklı yerlere uçacağını yazar. Bu durum, imamın kendisinin tanık olduğu sıradan bir doğaüstü olaydı. İmam,öğrencilerinin refakatine yavaş yavaş girme konusunda başarılı olan pek çok cini ciddi bir şekilde dövdüğünü söyler. Bu cinler, bir daha geri dönmemek üzere koşarak kaçtılar. 12
Pek çok klasik Müslüman teologları, insanlar ve cinler arasındaki ilişkiler, örneğin evlilik gibi konularda yazmışlardır; cinlerin gelecekteki yazgıları, cinler tarafından yönetilen duaya izin verilip verilmeyeceği, ve cinler tarafından tutsak alınan insanlar gibi olayları konu olarak işlemişlerdir. Bazı kişiler tarafından, bireyleri, cinlerin kötülüklerinden korumak için çareler önerilmiştir. 13
Müslüman düşünürlerin çoğunluğundan farklı olarak, daha Batılı bir görüşe sahip olan teolog Rahman, Kuran teolojisinde yer alan cinlerin rolünü önemsemez:
Cinler evrim dönemine ait daha önceki bir evreyi temsil ediyor olabilirler miydi? Kendisini “insan için rehber” olarak adlandırmaya devam eden Medine döneminin Kuranı’nda cinlerden söz etmenin sona ermesi ve aslında cinlere öncelikle ya da hatta doğrudan hiçbir zaman hitap etmemesi, mümkün olabilir mi? (Söylemiş olduğumuz gibi, cinlerin Kuran’ı dinledikleri iki bölümde bile peygamberin kendisi bu olayı tecrübe eden kişi değildir, ama Kuran peygambere bu konuda bilgi vermiştir.) 14
Şeytan
Stanton, Şeytan’ın, Kuran’daki adları ile ilgili olarak şöyle yazar: “Şeytan’ın Kuran’daki adı İbranice’deki Shatan ya da Grekçe’deki İblis (diabolos) sözcüğünden türetilmiştir ve Kuran’da aynı şekilde geçer. Shatan adı, genellikle rajim (taşlanmış ya da lanet edilmiş, bazen marid ya da isyankâr) lakabı ile birlikte kullanılır.” 15
İslamiyet’te Şeytan’ın kimliğine ilişkin büyük bir karşıtlık mevcuttur. Kuran’a özgü bazı kanıtlar Şeytan’ı bir melek olarak işaret eder gibi görünürler. Bu nedenle pek çok Müslüman teologu, Şeytan’ın, cinlerin türüne ait olduğu görüşüne sahiptirler.
Kateregga, şu beyanda bulunur: “Müslüman teolojisi görüşü şudur; İblis (Şeytan), bir melek değil, bir cindi (ruh) ve Allah’a itaatsizlik eden bir grup cine önderlik ediyordu.” 16 The Holy Qur’an: Translation and Commentary, adlı rağbet gören çeviriyi yapan Yusuf Ali, Şeytan’ın düşmüş bir melek olabileceği olasılığını kabul ettikten sonra 2:34 ayeti ile ilgili yorumunu bitirir ve sözlerine şöyle devam eder: “Ama düşmüş melekler teorisi, Müslüman teolojisinde genellikle kabul edilmez. 18:50 ayetinde, İblis’ten bir cin olarak söz edilir.” 17
Şeytan, insandan önce yaratılmış olsa dahi, Tanrı’ya karşı ettiği isyan, Kuran’a göre, insanın yaratılışı ile hemen hemen aynı zamandaydı. 38:71-78 ayetlerini okuyalım:
Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun önünde saygı ile eğilin. Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler. Ancak İblis eğilmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah, ‘Ey İblis! Ellerim ile yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yaratın, onu ise çamurdan yaratın’ dedi. Allah şöyle dedi: ‘Öyle ise çık oradan (cennetten), çünkü sen kovuldun. Şüphesiz benim lanetim hesap ve ceza gününe kadar senin üzerinedir.’
Bu ayetler üzerinde yorum yapan Kateregga, şu sonuca varır: “Bizler, Müslümanlar olarak, Şeytan’ın (İblis) tarihteki ilk insan olan Adem’in yaratılmasından önce bile kötünün kaynağı ve merkezi olduğuna içtenlikle inanıyoruz.” Bu nedenle, Şeytan, itaatsizlik eden ve Tanrı’ya karşı bir isyan başlatarak bu isyanı yöneten ilk yaratıktı.” 18
Şeytan’ın eylemleri, insanlığın baş aldatıcısı (35:5; 4:120) olarak oynadığı rol ile özel bir şekilde bağlantılı olduğu ve insanları Tanrı’nın isteği ile ilgili doğru yoldan saptırmaya yönelik bir amaç taşıdığı için, şimdi Tanrı’nın yarattıkları arasında doruk noktası olan insani varlık hakkındaki Müslüman öğretişine odaklanmamız gerekiyor.
İnsani Varlıkların Yaratılışı
İnsan soyunun yaratılışı, İslamiyet’in de kabul ettiği temel bir inançtır. Yeryüzündeki insani varlıkların başlangıcı ve doğası, onların Tanrı’nın planı içindeki rollerinin anlaşılması için bir anahtar teşkil eder. Kuran, Adem’in, Tanrı tarafından yaratılan ilk insani varlık olduğunu kabul eder. İlk insanın gökyüzünde yaratıldığı ve “düştükten” sonra, yeryüzüne sürgüne gönderildiği söylenir. Çağdaş Müslüman yazarlardan bazıları, Adem’in tarihi geçerliliğini kabul etme konusunda tereddüt içindedirler. Tutucu bir yazar olan Ajijola bile, şu önerisi ile dogmatik bir düşünceden çekindiğini ortaya koymaktadır: “[Adem] büyük olasılıkla ilk insan ve insan soyunun atası olabilir.” 19 Ancak yine de, Müslümanlar’ın çoğunluğu, Adem’in ilk insani varlık olduğuna ilişkin geleneksel görüşe hala sıkı sıkıya bağlıdırlar. 20
Tanrı, insanın yaratılışı hakkındaki planını şöyle duyurur: “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamt ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti” (2:30).
Tanrı, Adem’i çamurdan yarattı, “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık” (15:26). 32:9 ayetinde şunu okuruz: “Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı.”
Bize, Kuran’ın hiçbir yerinde Adem’e uygun bir dişi yardımcı olarak yaratılan Havva’nın ne zaman yaratıldığından ya da yaratılış şeklinden söz edilmez. Bu boşluğu doldurmak için Müslüman gelenekçileri arasında büyük saygı gören Buhari’nin bir girişimi olmuş ve kendisi, peygamberlerin hadislerinden bir alıntı yaparak “kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olduğunu” söylemiştir. 21 Ama yine de, pek çok Kuran öğrencisi, Havva’nın yaratılış zamanının meleklerin Adem’e secde etmelerinden sonra olduğunu öğrenirler, çünkü yukarıdaki ayetlerden hemen sonra 2:35a ayetinde şunları okuruz: “Dedik ki, ‘Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin.’”
Adem ve Havva, başlangıçta saf ve günahsızdılar ve Yaratıcıları ile kesintisiz bir paydaşlığın tadını çıkartıyorlardı. Kateregga, bu konuda şunları yazar:
Bu dönemde, ilk ebeveynimiz olan Adem ve Havva, ruhsal ve maddesel ilişkilerde oldukça masumlardı. Yeryüzünde değil, gökyüzünde bulunan, ruhsal bir masumiyet, mutluluk ve neşe Bahçesine yerleştirilmişlerdi. Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlardı. Ama yine de Tanrı’nın halifesi olarak (ya da temsilcisi) kendilerine, Tanrı’nın ruhu aracılığı ile bilgi, irade ve seçim yetenekleri ihsan edilmişti. 22
İnsan Doğası
Kateregga, bize “bazı Müslüman bilginlerin, insanın, Kuran’da bu konuda yer alan kanıtlar nedeni ile Tanrı benzerliğine belirli bir ölçüde sahip olduğuna inandıklarını” söyleyerek uyarıda bulunur. Bu nedenle, “Tanrı’nın, insanın içine ruhunu (Tanrı’nın ruhu) üflemesi, bazı bilginler tarafından, doğru şekilde kullanıldığı takdirde insana tüm yaratılış üzerinde egemenlik veren, bilgi ve irade gibi bir Tanrı yeteneği (gücü) olarak görülür. Ama yine de, bu görüş, Tanrı’yı insan yapmak anlamına gelmez, çünkü Tanrı, yaratılışın tamamı üzerinde mutlak egemen Olan’dır.” 23 Kateregga’nın bu görüşü, Tanrı’nın, insanın içine ruhunu üflediğine ilişkin Kuran’a ait bu ifade hakkında bizi daha da tedbirli düşünmeye yönlendirir. Kateregga’nın düşüncesi şudur:
İnsanın, “Tanrı’nın imajında ve benzeyişinde yaratıldığı” hakkındaki Hristiyan tanıklığı, bu konudaki Müslüman tanıklığı ile aynı değildir. Tanrı, insanın içine Ruhu’nu üflemesine rağmen, İslamiyet açısından Tanrı’nın soluğunun bir sonucu olarak insana emanet edilen tek Tanrısal özellik, bilgi, irade ve eylem gücüydü. İnsan eğer bu Tanrısal özelikleri Tanrı’yı anlamak ve O’nun yasasını harfiyen yerine getirmek için kullanırsa, o zaman şimdiki zamanda ya da gelecekte hiçbir şeyden korkmaz ve geçmişe ilişkin hiçbir üzüntü duymaz.” 24
Adem’in yaratılışının ilk aşamasından sonra, Kuran’da yer alan Adem ve melekler arasındaki tartışmayı ve Tanrı’nın, meleklere Adem’in önünde diz çökme ve secde etmeleri için verdiği buyruğu içeren garip öykü ile karşı karşıya kalıyoruz:
Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi. Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkı ile bilen, her şeyi hikmet ile yapan sensin’ dediler. Allah şöyle dedi: “Ey Adem! Onlara bunların isimlerini söyle. Adem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi. Hani meleklere, ‘Adem için saygı ile eğilin’ demiştik de, İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis bundan kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden (İman’ı reddedenlerden) olmuştu (2:31-34).
Meleklere, Adem’in önünde saygı ile eğilmelerini söyleyen bu tanrısal buyruk, Müslüman yorumcular arasında pek çok tartışma çıkmasına neden oldu, çünkü İslamiyet’te bu tür bir tapınma yalnızca Tanrı’ya sunulan türde bir tapınmadır. Niazi, böyle bir imadan kaçınmak amacı ile şunları yazar:
Abdullah İbn Abbas ve İmam Razi gibi büyük yorumcular, Secde (eğilme) eylemini, alçakgönüllülük, boyun eğme… ve yumuşak huyluluk ile eş tutarlar. Tanrı’nın, meleklere yapmalarını buyurduğu şey, bizlerin dua ederken yaptığımız şekilde secde etmek değildi. Meleklere, Adem’in önünde yalnızca yere eğilmeleri buyurulmuştu. Bu buyruk ile kast edilen alın ve eller ile fiziksel olarak yere dokunmak değildi. Bazı bilginler, bunun hiç kuşkusuz fiziksel bir secde olduğunu düşünürler, ama bu secdenin farklı bir karaktere sahip olduğunu ileri sürerler. Bu, daha önceki dönemlere ait Şeriat’ler (yönetimler) tarafından izin verilen farklı bir secdeydi. Bazı yorumcular, meleklerin Adem’in önünde eğilmelerine rağmen, bu saygı ile eğilme eylemlerinin aslında daha yüce bir objeye yönelik olduğuna inanırlar. Bu saygı ile eğilme eylemi, buyruğu veren Gücü Her Şeye Yeten Tanrı için yapılan bir eylemdi: Adem yalnızca aynı Kabe’nin yaptığı gibi, Kıble olarak hizmet verdi. Edilen dualar bu taş yapıya yöneltilmez: Evin Efendisi’ne yöneltilirler. 25
Niazi, yukarıdaki sözlerine son olarak şunu ekler, “Bu üç düşünceden en ağırlıklı olanı hangisi olursa olsun, hiç tereddütsüz kabul edilmesi gereken nokta şudur: Gücü Her Şeye Yeten Tanrı, meleklere, Tanrı’nın vekili olarak görevlerini yerine getiren insan ile işbirliği yapmalarını (onu izlemelerini değil) buyurdu.” 26 Düşünceler arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, Müslümanlar, bu öyküyü, Tanrı’nın, insanın öğrenme ve büyüme kapasitesine ilişkin olarak, melekler önündeki üstünlüğü ile ilgili beyanı olarak görürler. 27
İnsan Günahı
İnsani varlıklar masum ve özgür yaratıldılar ama Tanrı’ya karşı günah işlemeyi seçtiler. Ancak yine de günah, insan doğasının kökleri yok edilemez bir parçası değildir. Müslümanlar Tanrı’nın Adem ve Havva’ya Bahçe’deki belirli bir ağaca (adı belirtilmeyen) yaklaşmalarını ve ondan yemelerini yasakladığına inanırlar. Bahçe’ye girme buyruğuna ek olarak, 2:35b ayetinde şunlar yazılıdır: “Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” Şeytan, Adem ve Havva’yı yanlış yönlendirdi, Rablerine itaatsizlik ederek yasak ağacın meyvesinden yemelerine neden oldu. Tanrı ve Şeytan arasında, Şeytan, Tanrı’nın, Adem’in önünde eğilmesi için verdiği buyruğa itaat etmeyi reddettikten sonra, şöyle bir konuşma geçti (7:12-18):
Allah, ‘Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’ dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın’ dedi. Allah, ‘Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın’ dedi. Şeytan dedi ki, ‘(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.’ Allah da, ‘Sen süre verilenlerdensin’ dedi. Şeytan dedi ki, ‘(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.’ Allah dedi ki, ‘Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.’
Bu olay üzerinde yorum yapan Fazlur Rahman, durumu aşağıdaki ifadesi ile açıklama girişiminde bulunur:
Böylelikle İblis ya da Şeytan savaşta, güçlü olmak yerine, kurnaz ve sinsi bir usta, doğruluk ya da içtenlikle meydan okuyan biri değil, hain ve pusuya yatarak yol kesen ve arkadan vuran bir ayartıcı olarak ortaya çıkarak savaşır. Yargı Günü’nde, bu nedenle doğru yoldan saptırdıkları kişiler kendisini suçladıkları zaman, şöyle diyecektir: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim, ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız” (14:22).
Rahman, bu ayet ile ilgili şöyle bir ek yapar: “Onun (Şeytan’ın) en büyük savaş hilesi ya da tuzağı, dünyanın süprüntüsünü ‘süslemek’ ya da ‘değersiz şeylerin çekici’ ya da gerçekte verimli ve değerli olanın zahmetli ve korkutucu görünmesine neden olmaktır. Şeytan onların yaptıkları [kötü] işlerin, gözlerine çekici [süslü] gelmesini sağladı” (8:48). 28
Adem ve Havva’nın, Bahçe’ye girmelerinden kısa bir süre sonra Şeytan insanlığı doğru yoldan saptırma görevine başladı. İnsanın ilk ebeveyni, Şeytan tarafından aldatıldı ve sonunda cennetten kovuldular (7:20-25):
Derken Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’ diye de onlara yemin etti. Bu suret ile onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıkları zaman, kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yaprakları ile örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye seslendi. Dediler ki: ‘Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.’ Allah, dedi ki, ‘Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.’ Allah dedi ki: ‘Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” 29
İnsanın düşmesi ile ilgili Kutsal Kitap’a özgü bilgiler ile bazı genel benzerlikler bulunmasına rağmen, Adem’in günahı ile ilgili Hristiyanlık ve İslamiyet’e özgü yorumlar arasında köklü farklılıklar mevcuttur. Hristiyan teolojisinde, insanın itaatsizliği Tanrı ile olan ilişkisinde temel bir dönüm noktası olarak görülürken, Müslüman bakış açısından bu durum yalnızca Adem ve Havva’nın tövbe ettikten sonra tamamen bağışlandıkları bir kaymadan ibarettir. Ve bu tek günahın insanın doğası ve yaratılışın tamamı üzerinde ayrıca bir etkisi yoktur. İslam antropolojisi ya da İslamiyet’te Mesih İsa’ya itikat ederek kurtulma doktrini içinde, insanın cennetten kovularak yeryüzüne konulduğu gerçeği (tanrısal buyruğa karşı olan bu tek günahın doğrudan bir sonucu olarak) önemli bir rol oynamaz. Kateregga şunları yazar; “Pek çok Müslüman, Adem ve Havva’nın halife olarak atandıkları yeryüzüne gönderilmeden önce eğilimlerinin ne olduğunun denenmesi amacı ile ilk olarak, Göksel Bahçe’de tutulduklarını düşünür.” 30 Niazi, Kateregga’nın yazdıklarına şunları ekler: “Adem’in Bahçe’den dışlanması, küçük düşünen zihinlere sahip kişiler tarafından bir tür ceza olarak yorumlanır. Ama yine de, ‘inin oradan’ buyruğu, Düşüş’ün günahlı bir eylemden sonuçlandığı düşüncesini dağıtmak için, bağışlama ihsan edildikten sonra tekrarlandı. Adem Tanrı’nın halifesi olarak yaratıldı. Adem’in, bu yaratılış amacını yerine getirebilmesi için bu yeryüzüne inmesi gerekiyordu.” 31
“Düşüş” konusundaki Hristiyan ve Müslüman anlayışı arasındaki önemli uçurum ile ilgili olarak Kateregga şöyle yazar:
“İlk ebeveynimizin insanı trajik bir şekilde tahrif eden isyanı ve bu günahlılığın bizi bireysel ve toplu olarak saptırdığı hakkındaki Hristiyan tanıklığı, İslam tanıklığına çok büyük bir tezat teşkil etmektedir. İslamiyet, yeryüzündeki ilk yaşam safhasının günah ve Allah’a karşı isyan ile başlamadığını öğretir. Adem Tanrı’ya karşı itaatsizlik etmesine rağmen, tövbe etti ve bağışlandı ve hatta ona insanlığa rehberlik etme görevi verildi. İnsan, bir günahkâr olarak doğmaz ve insanın günahlı olduğuna ilişkin öğretişin İslamiyet’te hiçbir temeli yoktur.” 32
Faruki adlı bir diğer Müslüman yazar, “İslam görüşüne göre, insanların artık ‘düşme’ ve ‘kurtarılma’ konumlarında olmadıklarını” ifade eder. İnsanlar, “düşmüş” olmadıkları için, bir kurtarıcıya ihtiyaç duymazlar. Ama aynı zamanda “kurtulmuş” olmadıkları için de, arzu ettikleri ‘kurtuluşu’ kendilerine kazandıracak olan ahlaklı, iyi işler yapmaya ihtiyaç hissederler. Burada ‘kurtuluş’ sözcüğü gerçekten de uygunsuz bir ifadedir, çünkü kurtuluşa ihtiyaç duyması için kişi kaçamayacağı, umutsuz bir durumda bulunmak zorundadır. Ancak erkekler ve kadınlar bu kötü ve çaresiz durumda değildirler. Bu nedenle, “İslamiyet, insanların günahsız yani masum doğduklarını ve kadın ya da erkek her kişinin suçlu bir eylem ile kendini suçlu kişi durumuna düşürene kadar günahsız ve masum kaldığını öğretir. İslam, ‘ilk günah’a inanmaz ve Adem’in itaatsizliğini onun kendi kişisel hatası olarak yorumlar – Adem bu hatasından tövbe eti ve Tanrı onu bağışladı.” 33
Abdalati, düşüş’ü ‘sembolik bir olay’ olarak nitelendirir; ve “olayın, insani varlığın kusurlu olduğunu ve eğer cennette yaşamaya devam etseydi bile, daima eksik kalacağını belirttiğini” ileri sürer. Ama Adem ve Havva’nın yaptığı gibi bir günah işlemek ya da bir hata yapmak, ille de insan yüreğinin gücünü kırmak, ruhsal yenilenmeye engel olmak ya da ahlak gelişmesini durdurmak gibi sonuçlara yol açmak zorunda değildir. İlk günah düşüncesine “İslam öğretişlerinde yer verilmez. Kuran’a (30:30) ve Peygamber’e göre insan saflığın doğal bir aşamasında ya da fitrah olarak dünyaya gelir. İnsanın doğduktan sonra içine girdiği durum dışsal etkinin ve zorla içeri giren unsurların sonucudur. 34
Ajijola, insanın düşüş öyküsünün “çok fazla alegorik (mecazi)” olduğunu iddia eder. Ajijola’ya göre bu öykünün amacı, “her insanın, üzerlerinde başarı elde edinceye kadar tutkuları ile mücadele etmesi gerektiğini” gösterir. Ve sonra Adem’in tanrısal buyruğa, “kasten değil, unutkanlık yüzünden” itaatsizlik ettiğini öne sürer. 35 Çeşitli Müslüman yorumcularının düşüncesini temel alan Niazi, “Kuran’da yer alan emir kipinin (Tanrı’nın ağaçtan uzak durmaları konusunda verdiği buyruk) bu buyruğa karşı gelen kişinin ille de günahkâr olması gerektiği anlamına gelmediğinin kanıtlanmış olduğunu” iddia eder. Bu emir kipi bazen insanın kendi çıkarı için izlemesi beklenen bir öğüttür. Adem’e verilen direktif, bu kategoriye girer. 36 Hatta, “Adem’in günah işlemediği, yalnızca ‘bir hata’ yaptığı sonucuna dahi varır!” 37 Bir diğer Müslüman teolog ise, “Adem’i bir günahkâr ya da dik başlı biri olarak adlandırmanın imansızlık” olduğunu ileri sürer! 38
Müslüman bilginlerin, Adem’in, itaatsizlik eylemini kutsal ve doğru bir Tanrı’nın önünde büyük bir kötülük olarak kabul etmek konusunda gösterdikleri gönülsüzlük, insanın günaha düşmesi konusundaki Hristiyan görüşü ile keskin bir karşıtlık içindedir: Tüm insani varlıkların (Mesih dışında), ölmelerinin ve yargılanmalarının nedeni, Adem’in Yaratıcıya karşı ettiği isyandır (Romalılar 5:12-19). Ancak yine de İslam teolojisinin diğer görünümlerini, örneğin günah ve peygamberlik gibi diğer konularını düşünecek olursak, Müslüman teologların, insanın ilk günaha düşüşü konusuna neden fazla önem vermediklerini fark etmeye başlarız. 39
Kuran’daki günah ile ilgili referanslar konusunda Avrupalı İslam araştırmacısı Stanton şöyle yazar:
Günah – bu konu ile ilgili ilkesel terimler, khati’ah (İbranice khet ), ithm (İbranice ahsam ) ve dhanb. Bunlardan sonuncusu, tam otuz sekiz kez kullanılmıştır ve esasen törensel suçlara işaret eder. Ithm yirmi dokuz kez ve daha çok aynı anlamda kullanılmıştır. Khati’ah yalnızca beş kez kullanılmıştır. Günah düşüncesindeki ‘hedefi ya da Tanrı tarafından konulan ölçütü şaşırmak’ anlamına en çok yaklaşan sözcük budur. Kuran’ın günah hakkında bu tür bir öğretiş vermesi çok seyrektir. Gurur, kıskançlık v.b. belirli günahlar bazı durumlarda kabul edilir, ama tüm diğer günahlar arasındaki en büyük günah şirk koşma’dır = diğer tanrıları Allah ile bir tutmak. Bu günah, bağışlanmaz. 40
Kuran’ın günaha karşı olan tutumu nedeni ile pek çok Müslüman teolog, geleneksel olarak, ahlak konusunda nominalistik (adcı) bir görüş benimsemişlerdir. 41 Bir eylem yaratılış itibarı ile doğru ya da yanlış değildir. Bir eylem yalnızca, Tanrı kendi isteği doğrultusunda bunun doğru olduğunu beyan ettiği zaman, doğrudur. Kuran’ın kendisi Adem’in suçunun ciddiyeti konusunda fazla vurgu yapmıyor gibi göründüğü için pek çok Müslüman teolog, Kuran’da beyan edilenlerin ötesine geçme konusunda isteksiz kalmışlardır ve bu tutumlarının nedenini anlayış ile karşılıyoruz.
Burada söz konusu olan bir başka konu ise, Müslüman görüşüne göre Tanrı’nın peygamberlerinin ya tamamen günahsız oldukları ya da en azından büyük günahlardan ya da hatalardan (bu teolojik inanç, Kuran’daki herhangi bir kesin ifadeyi temel almamasına rağmen) korunduklarıdır. Ve İslam inancında Adem, insanlığa verilen ilk peygamber olarak kabul edildiği için Adem’in büyük bir günah işlemekten esirgenmiş olması gerektiğine inanılır. 2:38 ayetinde şunları okuruz: İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir dedik.” Bu ayeti ve Muhammed’in diğer hadislerini temel alan Niazi, şöyle yazar:
Kuran’da ve Muhammed’in hadislerinde pek çok yerde bulunan Adem’den yalnızca bir peygamber olarak değil, ama aynı zamanda bir Elçi olarak da söz edildiği aşikârdır. Bu cümleye elçi sözcüğünü ekledik, çünkü peygamberlik yalnızca vahyin bir alıcısı olmak anlamına gelir. Öte yandan bir elçi, Şeriat’ın (Yasa) taşıyıcısıdır. …Yukarıdaki ayette tanıklık edildiği gibi Adem, vahyin bir alıcısıydı. …bu görüş (aynı zamanda) Adem’in, kendi yasasına sahip bir Elçi olduğunu da gösterir… İbn El-Kathir, Hazret Ebu Zar’ın aşağıda yazılı olan şu hadisinden de aktarma yapmıştır: “Allah’ın Elçisi’ne bir peygamber olup olmadığını sordum. O da şu yanıtı verdi: ‘Evet, o bir peygamber ve bir elçidir. Tanrı, onun ile de yüz yüze konuştu.’ 42
İslam teolojisindeki bu gerginliğe hitap etmek için girişimde bulunan Kateregga bu konu ile ilgili olarak şöyle yazar: “Tövbe etmiş olan Adem, Allah’ın yeryüzündeki ilk elçisi yapıldı. Adem, çocuklarına rehberlik edecekti. Tanrı, böylesine yüce bir görevi kötülük yapan birine nasıl emanet edebilirdi? 43
İnsanın Amacı
Yaratılış öyküleri ve insanlığın başlangıcı gibi konuların ötesine geçildiği zaman, İslam genelde insani varlıklar hakkında ne öğretir? İnsan nedir? Amacı nedir? Ve kendisi için en iyi olan yeri nasıl elde eder? Bu sorulara İslamiyet’in verdiği yanıt şudur: İnsani varlıklar, Tanrı tarafından O’nun yeryüzündeki temsilcileri ve hizmetkârları yapılarak onurlandırılmış olan sınırlı ve ölümlü yaratıklardır. İnsani varlıklar günahkâr değildirler ve düşmüş yani günahlı bir doğaya sahip değildirler, ama buna rağmen yaradılışları itibarı ile zayıf, kırılgan, kusurludurlar ve Tanrı’yı sürekli olarak unutma eğilimindedirler.
Şu noktaya dikkat edilmesi gerekir: Arada sırada “bazı Müslüman teologlar, Kalıtsal Günah öğretişini benimsemişlerdir... Aynı zamanda İslam Peygamberi’nin söylemiş olduğu ünlü bir hadis vardır: “Meryem ve oğlu İsa dışında Şeytan, doğan her çocuğa dokunmuştur.” 44 Ayrıca, “Diğer bölümlerde, insanlıktan günahkâr (ya da adil olmayan –zalim– 14:34/37; 33:72), cahil (33:72), nankör (14:34/ 37), zayıf (4:28/32), ümitsiz ya da böbürlenen (11:9/12,13), hasım (16:4), azgın ya da isyankâr (96:6) olarak söz edilir.” 45 Hatta Kuran şu ifadeyi dahi beyan eder: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı” (16:61a). Ayetullah Humeyni, şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitti: “Sizin ve hepimizin dikkat etmesi gereken gerçek şudur: İnsanın felakete uğramasının nedeni benliğinin arzularıdır ve benliğin bu arzuları herkeste mevcuttur ve kökleri de insanın doğasında bulunur. Amin!” 46 Her şeye rağmen günahın kalıtımsal olduğu görüşü Müslüman bilginlerin çoğunluğu tarafından reddedilmiştir.
Kateregga’ya ve İslam görüşündeki çoğunluğa göre, Kuran “tüm insanların gerçek Müslümanlar olarak, masum, saf ve özgür doğduklarını” (30:30) öğretir. “İnsan iradesini doğru yoldan saptırmış olan tek bir eylem bile mevcut değildir.” 47 Bu inancın temeli, peygamberin iyi bilinen hadislerinden birine dayanır: “Her bebek ‘Fıtrat üzere dünyaya gelir, sonra bebeğin ebeveyni, onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusi yapar.” 48
Fazlur Rahman şu yorumda bulunur:
Kuran’da kaydedilmiş olan üzücü insan öykülerine rağmen, Kuran’ın bütünündeki tutumu, insan çabasının sonucu ile ilgili olarak oldukça olumludur. Kuran’ın düşüncesi, aynı zamanda kendine işkence eden bir tutum ve ahlak taşkınlığı ile temsil edilen bir düşünceden çok, sağlıklı anlamda bir ahlak kavramını, örneğin, Pavlus’un ve bir tür savior (deus) ex machina (son anda kurtarmaya gelen beklenmedik biri) talep eden birçok Sofi’nin öğretişleri aracılığı ile temsil edilen bir kavram türünü savunur. Merhametli ve adil bir Tanrı’ya ve tekva olarak adlandırılan karakter birliğine teslim edilen insan refahı için sağlayışta bulunulur: “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız. (4:31).” 49
Tanrı’nın halifesi (yeryüzündeki vekili) olarak insan, yaratılışın birçoğu üzerinde yetki sahibi olma ayrıcalığını elde etmiştir. “Şükredesiniz diye büyük baş hayvanları sizin hizmetinize verdik” (22:36). Ayrıca, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık” (17:70[aynı zamanda bkz. 7:10]). İnsanın halife olarak konumunun önemi hakkında yorum yapan Kateregga şunları yazar:
Tanrı, O’nun halifesi insanı yarattığı sayısız birçok şey üzerinde yetki sahibi kılarak onurlandırmıştır. İnsan, doğayı kendi refahı lehine kullanmak için görevlendirilmiştir (Kuran 33:72). İnsan bir halife olarak toprağı işlemek ve yaşamı bilgi ve anlam ile zenginleştirmek için seçildi. Doğa, insana bağımlıdır… İnsan, yalnızca, Tanrısal buyruklarına itaat ederek doğayı kendi iyiliği için kullanma hakkının tadını çıkartır. 50
Ancak yine de, insanın yeryüzünde Tanrı’nın kahyası olarak bulunduğunu belirten bu anlayışın İslam teolojisinde oldukça yeni bir kavram olduğunun belirtilmesi gerekir. 51 İlk bölümde belirtilmiş olduğu gibi, insan soyunun Tanrı ile ilişkisi konusundaki Kuran’a özgü, en önemli kavram, iki sözcük –abd ve rab– tarafından yönetilir.
Bir insani varlık Tanrı ile olan ilişkisinde bir abd ya da ‘kul’dur, Tanrı ise genellikle Rab olarak çevrilen, ama belki de ‘egemen’ sözcüğü gibi daha muhterem bir anlam taşıyan rab’dir.” 52
İnsanın kul ve Tanrı’nın mutlak egemen olarak belirtildiği bu imaj ile yakından ilgili olan düşünce, sınırlılık ya da bazı İslami okullara göre insan özgürlüğünün var olmayışı düşüncesidir. W. Montgomery Watt şunları yazar:
Kuran ve ilk Müslüman düşünürlere göre, insan özgürlüğü kavramından yararlanılmadı. Bir kişinin, eylemlerinden bir şekilde (ya da en azından bazılarından) sorumlu olduğu düşünüldü, ama aynı zamanda insan eylemlerinin üzerinde sınırlamalar bulunduğuna ilişkin derin bir farkındalık da mevcuttu. Ancak yine de insan özgürlüğü ile ilgili herhangi bir düşünce, Tanrı ile olan abd ya da kul konumu nedeni ile mutlaka bir isyan olarak ima edilmiş olacaktı. Böylelikle, özgürlük, hiçbir anlamda uğruna mücadele verilmesi gereken bir ideal olamazdı; özgürlük, yalnızca sakınılması gereken bir felaket olabilirdi. 53
İslam teolojisindeki tanrısal egemenlik ve insan özgürlüğü öğretişi arasındaki bu gerginliği daha ayrıntılı olarak açıklamak bu bölümün amacı dışındadır (1. bölüme bakınız). Tartışmalar devam eder, ama İslamiyet’in neredeyse ilk başlangıcından beri, vekil olan insan bu eylemleri yalnızca “kazanır” ya da bunları “kendisine mal ederken” (kasb), Tanrı’nın insan eylemlerini yarattığı ya da bireye belirli bir eylemi yapabilmesi için güç verdiği ile ilgili Ortodoks konuma işaret etmek yeterli sayılmaktadır. “Bir bireyin bir eylem için yeterli derecede sorumluluğa sahip olduğunu ima eden kavram, bu eylemi insanın hesabına geçirir ya da borç olarak kaydeder. Bu şekilde Tanrı yargısının adaleti korunmuş olurdu.” 54
İnsanın varoluş amacı ile ilgili olarak Kuran’ın görüşüne ilişkin vereceğimiz referans yine 51:56 ayetidir: “Ben …insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” 49:13 ayetinde ise şunları okuruz: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katından en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” Bu konu ile ilgili olarak bir diğer önemli ayet ise 21:16 ayetidir: “Biz, yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık!”
İslam’a göre, insanın amacının Tanrı’yı tanımak ve O’nun karakterine daha çok benzemek olmadığı genelde kabul edilir, ama insanın amacının asıl olarak Tanrı’nın isteğini anlamak ve O’nun buyruklarına daha çok itaat etmektir. Bu düşünceye sahip olanlardan birine örnek olarak dinsel inançlara olan sadakatin savunucularından olan İbn-i Teymiyye’yi gösterebiliriz. 55 İslam’da bu konu elbette bir eksiklik olarak görülmez, çünkü Kuran, Tanrı’nın kim olduğunu açıklamaya değil, O’nun insanı yaratırken ne istediğine odaklanır.
Abdalati şöyle yazar:
Yalnızca insana, zeka ve seçim yapma gücü ihsan edilmiştir; böylece insan ayrılmıştır. Ve insan zeka ve seçim yapma özelliklerine sahip olduğu için Tanrı’nın İyi İsteğine boyun eğmeye ve O’nun Yasasına itaat etmeye davet edilir... Ama eğer insan itaat etmemeyi seçerse, Doğru Yol’dan sapar ve… Yasa’yı Veren’in hoşnutsuzluğuna ve cezasına maruz kalır. 56
Bu noktada söz edilmesi gereken önemli bir ilke, İslam’da, ondan önceki Yahudi geleneğinde olduğu gibi, bu yaşamın ve bu dünyanın bir son değil bir hazırlık, bundan sonraki yaşam için bir deneme yeri olduğu gerçeğidir. Bir insanın iyi ve ahlak kurallarına uygun davranması bu koşullar çerçevesinde önemli ve amaca uygun hale gelir. Abdalati’nin bu konudaki yorumu şöyledir:
Yaşam, belirli bir noktadan başlayan ve belirli bir hedefte sona eren bir yolculuğa benzetilebilir. Yaşam, bu dünyadan sonraki Sonsuz Yaşama bir başlangıç olarak adlandırılabilecek geçici bir aşamadır. Bu yolculukta insan bir yolcudur ve ilgilenmesi gereken tek şey, yalnızca, Gelecek Yaşam’da kendisine yarar sağlayacak olandır… Yapabileceği en iyiyi yapması ve kendisini, Sonsuzluğa her an geçecek şekilde tam olarak hazırlaması gerekir. Yaşam, nihai bir sonun amacı olarak öylesine büyük önem taşır ki, İslam insana, yaşamı nasıl yaşayacağını, yaşamdan ne alacağını ve yaşamdan neyi bırakacağını, ne yapacağını ve nelerden kaçınacağını göstermek için düzenler ve ilkelerden oluşan tam bir sistem meydana getirmiştir. 57
İnsani varlıklar, Kuran’da tanımlanan (6. bölüme bakınız) tanrısal buyrukların düzenlerine itaat ederek nihai iyiliklerine ulaşabilirler. Bu bölümü, Kateregga’nın insanoğlunun durumu ile ilgili analizine yer vererek bitirmemizin uygun olacağını düşünüyoruz:
İnsan ne kadar iyi olursa olsun, yine de Yaratıcısı olan Allah’ın iyilik ve mükemmellik aşamasına yetişemez. Tarih, insanın ihmalci, kayıtsız ve unutkan olduğunu ortaya koymuştur. İnsan iyidir, ama kusurludur. Kusurlu olduğu için de kendisine sürekli hatırlatma yapılması gerekir. Tanrı, bu nedenle, insanın mükemmelliğe ulaşmasına yardımcı olmak için peygamberler ve elçiler gönderdi. Tanrı, Yasası’nı, insana peygamberler aracılığı ile sürekli olarak hatırlattı. İnsana, peygamberler ve vahiy aracılığı ile doğru yolun hangisi olduğu sürekli hatırlatılmalıdır. 58
Özet
Yaratılış, İslam’da temel bir öğretiş olarak yer alır. Tanrı, göğün ve yeryüzünün Yaratıcısıdır. O, yalnızca fiziksel evreni değil, ama aynı zamanda melekler ve cinler gibi ruhsal varlıkları da yarattı. Tanrı, insanlığı masum olarak yarattı, ama kendilerine zarar veren seçimleri onlar yaptılar. Ancak yine de, insani varlıklar temelde kötü değil, iyidirler. Tanrı tarafından O’nun temsilcileri ve yeryüzündeki kulları olarak onurlandırılmış olan sınırlı ve ölümlü yaratıklardır. İnsani varlıklar temelde günahlı değillerdir ve düşmüş bir doğaları yoktur, ama buna rağmen asılları zayıf, kırılgan, kusurludur ve Tanrı’yı sürekli olarak unuturlar. Bunun bir sonucu olarak da Tanrı onlara, kendilerini, O’nun egemen isteğine boyun eğmeye çağıran peygamberler gönderir.