El Kındi’nin Savunması

Haşimi Abdullah’ın Mektubuna
Yanıt Olarak

İçerik Tablosu
 Sayfa
Önsöz3
Savunmanın Dönemi ve Yazarı Hakkında Makale8
El Mamun’un Konuşması14
Müslüman Avukat El Haşimi’nin Mektubu19
EL KINDİ’NİN YANITI19
Üçlü Birlik20
Muhammed’in Yaşamı21
Düzenlenen Suikastler22
Askeri Seferler22
Muhammed’in Eşleri23
Eski İran’ın Fethi25
Mucizeler26
Arapların inanç Değiştirmeleri28
Üç Yönetim29
Kuran: Malzemeleri ve Toplama Şekli31
Kuran’daki Deyim Hataları, Konu ve Üslup35
Dünyasal Nedenler36
Muhammed’in Büyük Taht Üzerindeki Adı38
İbrahim’in Zürriyetinin Üstünlüğü38
İslamiyet’in Kuralları39
Domuz eti Yenmesinin Yasaklanması39
Hac40
Suriye ve Arabistan Çöl Kabilelerine Düzenlenen Cihat41
Çelişkili Bölümler41
Tanrısal Bir Çözüm Olarak Savaş43
Müslüman ve Hıristiyan Şehitler44
Geçici Nedenler46
Muhammed’in Aracılığı47
Üçlü Birliğin Savunulması47
Çarmıha Tapınma47
El Fatiha48
Tanımlanan HIRİSTİYANLIK48
Eski Antlaşma Peygamberlikleri49
Yahudilere Ait Tahrif Edilmemiş Kutsal Yazılar49
Mesih’in Yaşamı49
Elçilerin Görevi50
Mucizelere Duyulan İhtiyacın Ortadan Kalkması51
Sonuç51

Müslüman Avukatın mektubu esenlik ve merhamet dilekleri içeren selamlar ile başlar. Mümin Olmayanlara bu tür bir selam ile hitap etmek alışılmış bir tutum değildir. Hitabın türü hakkında Zimmiler (korunan Yahudiler ve Hıristiyanlar) ve gerçek Müminler arasında ayırım göz etmeyen Peygamberin örneğini haklı çıkarır. 1 Ve daha sonra Halife tarafından kuzeni El Kındi’ye verilen değerden ve kendisine gönderdiği yürekten selamlardan söz eder. Arkadaşının soylu doğumu üzerinde durur ve diğerlerinden farklı dindarlığı, kültürü ve bilgisinden hayranlık ile söz eder. Şimdi arkadaşını İslamiyet’i benimsemeye davet ederken, Peygamberin öğretişi ile tam bir uyum içindeydi ve her birinin ayrı ayrı iman ikrarlarının emeklerini nazik ve lütufkar bir ruh ile tartışmaktaydı. 2 Kendisi, Hıristiyanlığın tüm biçimlerini yakından bilmekteydi. Sıra ile adlarını bildirdiği çeşitli kitaplar ile Yahudi ve Hıristiyan Kutsal Yazılarını okumuştu. Farklı Mezheplerin öğretişlerini şahsen tanımaktaydı, - Roma Kilisesine ait olan Melkitler; mezhep ayrılıklarının en mantıksızı olarak itham ettiği Yakubiler; dostunun bağlı olduğu grup olan ve uygun ve olumlu ifadeler ile tanımladığı Nestoryanlar; çünkü Muhammed tarafından bilinen kilise dalı Nesturyandı. Ve bu kilise grubu Kuran’da Muhammet tarafından övülür. Muhammed, çeşitli kiliselerin törenleri, duaları, oruçları ve bayramları konusunda bilgiliydi; rahibelerin yaşadığı manastırları ve kutsal yerleri yalnızca ziyaret etmek ile kalmamış, ama aynı zamanda bu kutsal yerlerin piskoposları, rahipleri ve bilgili kişileri ile görüşmeler de yapmıştı. Hiç bir fark gözetmeden tüm Hıristiyanlara küfür yağdıran avam takımından biri değildi. Onların mezheplerini ve öğretişlerini yakından tanıyan biri olarak, bu konularda nelerin iyi olduğunu takdir edebiliyordu. Bu neden ile dostunun iman ikrarının hatalarını reddetmesi için dostuna çağrıda bulunabilecek bir konuma sahipti ve her ikisinin de ortak atası olan İbrahim’in büyük Katolik imanını İslamiyet’in getirdiği tüm bereketler ile birlikte benimseyecek durumdaydı. Kendisi daha sonra Müslüman dininin dua, oruç, hac ve Cihat gibi uygulamalarını ve zorunluluklarını yeniden sayar; kapısı dostuna açık olan Cennetin zevkleri üzerinde durur ve onu Cehennemin acılarından kaçması konusunda uyarır—bu yalvarışını Kuran’dan alıntı yaptığı çok sayıda ifade ile destekler. Yapması gereken yalnızca gerçek imanı benimsemekti, ve o zaman hemen davadaki uygun yerine ve saygınlığın kavuşacak ve İslamiyet’in tüm bereketlerini hem bu yaşamda hem de gelecek olan yaşamda paylaşacaktı. Daha önce sözü edilen konular arasında dört eş (eğer kendisini hoşnut etmedikleri takdirde boşanabilirdi) ve cariyeler ile evlenmenin ayrıcalığına değinmiştir.

Mektubuna sevgi dolu bir yalvarış ile son verir ve eğer karşı koymayarak Hıristiyan inancına bağlanmayı seçerse, mektubuna korkmadan ve iyilik etmek için değil Halife’nin kendisi tarafından garanti edilen kraliyetin sağladığı kesin güvenlik ile yanıt vermesi için ısrar eder.

El Kındi’nin Savunması, kendisinin iyiliği için gösterilmiş olan ilgiye ve kalıcı bir dostluğun güvencesini veren ifadeye duyduğu şükranı belirterek başlar. İyiliğini sözleri ile ifade edemeyecek kadar üstün gördüğünü onaylayan bir şükran ile Halife’nin uzun ve refah içinde yaşaması için dua ederek iyi dileklerini sunar. Bu duayı, Tanrı’nın yardımını ve rehberliğini istediği küçük bir dua izler; Tanrı’nın hizmetkarları krallar ve yöneticiler önüne getirildiklerinde, kendilerine o anda ne söylemeleri gerektiği bildirilecektir, &c. (Matta x.18,19 ayetlerinden alıntı yapılmıştır).

Birinci Kısım Üçlü Birlik öğretişi hakkında bir savunma için ayrılmıştır; bu öğretiş ile ilgili tartışma bizim anlayışımıza göre genellikle zayıftır ve doğal değildir. Arkadaşı, kendisini, Katolik ya da Hanifi olan ortak babaları İsmail’in imanını benimsemeye davet etmişti. Savunmacımız, Hanifi imanının aslında putperest Sebalıların inancı olduğu şeklinde bir yanıt verir; İbrahim Tek Gerçek Tanrı’ya tapındığını inanç değiştirmeden önce ağzı ile söylemişti. “İbrahim’in bu iki dininden hangisini benimsemeliyim?” diye sorar. Ve eğer Birlik olacaksa, bu nedenle İbrahim’e yapılan açıklamanın İsmail değil İshak tarafından miras alındığını ve mirasın Arap soyundan değil, İsrail soyundan geldiğini söyler; ve beni aynı konuya davet etmeniz, sizin için değil, onlar içindir.” Üçlü Birliğin lehine olan belirli metafiziksel tartışmaları ortaya getirip gösterdikten sonra, gizemin, Yahudi Kutsal Yazılarında daha önceden açıkça ima edilmesine ama yine de bu gizemin Mesih’in gelişine kadar tam olarak açıklanmayacak olmasına rağmen, gizem hakkında Eski Antlaşma kitaplarından geniş ölçüde alıntılar yapar. Mesih’in Tanrı’nın Oğlu olması ve Üçlü Birlik gibi konuların Kuran’da yanlış anlatıldıklarını iddia eder ve Tanrılıktaki Dişi bir unsur fikrini Muhammed’in, Yahudilerden ödünç aldığını ileri sürer. Hıristiyanların, Kuran’da belirtildiği gibi, “Tanrı üçlünün biridir” ya da “üç Tanrı vardır” şeklinde bir düşünceye inandıklarını yalanlar,—Marsiyonistler gibi sapkın öğretişlere yer veren mezheplerin inançlarına dayanan bir suçlama. “Bilgisiz köpekler” olarak adlandırılan bu mezhep yanlılarının Hıristiyan adını asla hak etmediklerini söyler; ve kilisenin inandığı gerçek öğretiş hakkındaki yani, “Üç Kişide tek bir Tanrı vardır” iddiasında kendisini desteklemesi için arkadaşının özel bilgisine baş vurur.

Yazarımız burada Eski Antlaşma’dan bol bol alıntı yapmıştır. Örneğin, İshak’ın yerine geçirilen koç konusuna işaret eder; Yehova’nın “Ben Ben Olan’ım” açıklamasına yer verir; “İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısından” söz eder; bu tür bölümlerde “Aşağı inelim” ifadesinde olduğu gibi Yahudiler tarafından çoğul kişi zamiri kullanılmasının nedenini ululama ile ilgili olarak değil, birlik içindeki üçlü birlik gizemi olduğunu belirtir; İbrahim’i ziyaret eden üç melek; “Tanrın olan Rab tek Rabdir”; “gökler Rabbin sözü ile, gök cisimleri ağzından çıkan soluk ile yaratıldı” (Mezmur xxxiii.6); Yeşaya’nın İnziva Yeri, &c. Savunmacımız, eğer kitabını “uzun, ayrıntılı ve sıkıcı hale getirmeyecek olsalardı, bu tür benzer kanıtlardan pek çok sunabilirdi.” 3

Yazarımız şimdi arkadaşına daha yüksek bir mahkemeye baş vurması konusunda söylev verir. Muhammed’in El Haşimi ile birleştirilen kişiliği resmedilen bu kişiliğin ait olduğu soy nedeniyledir. Muhammed hakkında tek bir kötü söz söylenmez. 4 Ancak bir peygamber olduğu iddiası, farklı bir temel üzerine yapılanmıştı ve meydan okumaya açıktı. Bir zorba tarafından ileri sürülen iddialara inanmak için bu iddiaların doğruluklarını kanıtlayacak yeterli nedenleri temel almaları gerekir. Peygamberin kariyerini bu nedenle başından sonuna kadar tartışacaktır. Bu, grup ruhu ve bağnazlığın bir kenara bırakılması halinde değerli olabilecek bir tartışmaydı.

Bu bölümü Peygamberin kariyerine ilişkin kısa bir özet izler. Çocukluğunda yoksul bir öksüz ve bir putperest olan Muhammed, Hatice ile evlenerek refah ve servete sahip oldu. Sonra, halkını, onların önderi olduğunu ileri sürerek yeni bir düzene sokmak istedi. Ama halkının gururu ve zorbalığı nedeniyle bunu başaramayınca, peygamberlik görevini üstüne aldı ve Arapları, öğretişini kabul etmeleri konusunda ikna etti—Arap halkı cahil ve bozulmuş bir soydu ve adım attıkları yolun ne başlangıcını ne de konusunu bilmiyorlardı. Muhammed, akıncılık, yağmacılık ve çapulculuk gibi konulara bir ulus olarak duydukları sevgiye boyun eğerek Arapları kazandı. Ebu Cahil’in kervanına yapılan bir saldırı, Peygamberin on üç yıllık bir hizmetten sonra yanında sadece kırk izleyicisi ile Mekke’den ayrılmasına neden oldu. Peygamber yoksul bir kent olan ve daha çok Yahudilerin oturduğu Medine’ye sığındı. Ve insanların gözleri onun gerçek karakterini ilk kez üzerine bir camii inşa etmek için iki öksüz çocuğa ait olan bir arsayı işgal ettiği zaman gördüler. 5

Diğer kısım Medine’de ortaya çıkan yağma ve askeri seferler gibi konulara ayrılmıştır. Peygambere eşlik edenler tarafından emir alan ilk üç kişi, hatırı sayılır büyüklükte bir güç ile bu konu üzerinde durdular; Otuz izleyicisi ile birlikte gönderilen Hamza, yanında üç yüz kişi bulunan Ebu Cehil et Alis ile karşı karşıya geldi, ona saldırmaktan korkarak geri çekildi.El Kındi şöyle der: Bu durumu, Vaat edilen diyarın fethi sırasında Tanrı tarafından Yeşu’ya verilen yardım ile karşılaştırın; bu olay sırasında bir kişi bin kişiyi kovalamış ve iki kişi on bin kişiyi kaçırmıştı. Muhammed’e inanan ve onu izleyen Hamza, putperestlere tapan Ebu Cehil’in önünden geri çekilerek kaçmıştı. Tanrı’nın yardımı neredeydi ve hizmet eden melekler neredeydiler? Rabbin Ordusunun Komutanı Eriha kentinin önünde Yeşu’ya göründü ve Yahudi kahinler borularını çaldıklarında kentin duvarları yıkıldı (Yeşu v.vi). İslamiyet, kendi alanında bu konu ile benzerlik taşıyan bir olaydan söz edebilir mi, ya da buna benzeyen bir örnek gösterebilir mi? İkinci olay şuydu: Ebu Obeyda, yanında yetmiş adam ile iki yüz adamı olan Ebu Sofyan’a saldırmak için Batn Rabigh’e gitti: ama Cebrail, ona yardım etmek için görünmedi. Ve Ebu Obeyda, sonuç alamadığı bu yürüyüşten eli boş olarak geri döndü. Bu olay ile Musa’nın yaşadığı olayın birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını bize Müslümanların kendileri anlatırlar, Cebrail geldi ve Firavun’u 400.000 izleyicisi ile birlikte denizin derinliklerine gömerek yok etti. Üçüncü kez Sad, Kharrar’daki bir kervanın yolunu kesmek için yirmi adam ile anlaştı, ama bu olay bir gün önce gerçekleşti ve Muhammed’in bundan haberi yoktu. Eğer Muhammed gerçek bir peygamber olsaydı, kendisine daha önce mutlaka bilgi verilecekti; çünkü görünmeyeni ayrıntıları ile bildiren kişi gerçek bir peygamber olduğunu böyle ortaya koyar; aynı Samuel’in Saul’a babasının kaybolan eşeklerinin bulunduğunu bildirmesi gibi (I.Samuel ix.). Kurtarıcımız, söylenen her şeyin iki ya üç tanığın sözü ile doğrulanmasını istemişti (Matta xviii.16.). Ve El Kındi, burada ikna edici üç kanıtın varlığından söz eder. 6

Muhammed’in kendisi tarafından yönetilen ilk üç askeri sefer aynı şekilde başarısız oldu, çünkü ganimetini elinden kaçırdı ve başı önünde geri çekildi. Yazarımız şimdi şöyle der:”Muhammed’in sizin söylediğiniz gibi, bir peygamber olup olmadığına şimdi siz kendiniz karar verin”. Ayrıca peygamberlerin yağma ve talan ile ne ilgileri olabilir? Yağmacılık ve çapulculuk işini neden eşkiyalara ve haydutlara bırakmıyor? O zaman bana Sadık Olan’ın Komutanı olan rabbimize karşı ayaklanarak onu çok üzen ve insanları büyük ölçüde felakete sürükleyen Babek Khurramy ile Efendin arasındaki farkın nerede olduğunu söyler misin? 7 Bu soruya yanıt veremeyeceğini çok iyi biliyorum. Ve her şey Efendinin tüm yaşamı boyunca hatta ölünceye dek böylece devam etti. Güçsüz bir kervana rastladığında saldırdı, yağmaladı ve katliam yaptı. Ama saldırdığı kervan güçlü çıktığında yenik düştü ve kaçtı. Küçük çapta yağmalama ve gece saldırılarının yanı sıra Efendinin bizzat ilgilendiği yirmi dokuz sefer ve dokuz meydan savaşı yapıldı. Diğer askeri seferler, kendisine eşlik edenler tarafından yönetildi.”

“Efendinin uygunsuz ve çirkin bulduğu kişileri öldürmen için Efendin tarafından sana verilen görev çok garip ve aynı zamanda büyük bir rezalet. Ibn Rawaha, hile yaparak öldürdüğü Yahudi Üzeyir ibn Zarim’e karşı uzlaşma yoluna gitti ve Ibn Omeir yine bir Yahudi olan Ebu Afek ile uzlaşma yapmak için gönderildi. Bu sonuncu kişi eli ayağı tutmayan, çaresiz ve yaşlı bir adamdı. Ibn Omeir bu yaşlı adamı gece yatağında uyurken haince bıçaklayarak öldürdü, çünkü bu adam senin Efendinden nefret ettiğini söylemişti. Şimdi senden rica ediyorum, bana söyle; böyle haksız bir eylemi daha önce hiç duydun mu ya da bir yerde okudun mu? Herhangi bir açıklama ile böyle bir eylem onaylandı mı; bir insanın sadece bir kusurdan söz ettiği için öldürülmesinin emredilmesi nasıl bir buyruktur? Bu yaşlı adam öldürülmeyi, hem de gafil avlanarak öldürülmeyi hak edecek herhangi bir şey yaptı mı? Eğer gerçeği konuştuysa bu şekilde öldürülmesi mi gerekiyordu? Ve eğer yalan söylediyse bile bunun için öldürülmesi gerekmezdi, kendini zaman içinde bu kötülükten geri çekmesi için dövülerek cezalandırılması daha uygun olmaz mıydı? Dostum, sen çok iyi biliyorsun ki (Rab sana lütfetsin!), gece küçük yuvasında dinlenen bir kuşu rahatsız etmek bile yasaya uygun değildir; yatağında güvenlik içinde uyuyan bir adamı öldürmek ve bu katliamı sadece kötü birkaç söz söylediği için yapmak yasaya uygun olabilir mi? Bu yapılan katliam değilse nedir? Böyle bir eylemi ne Tanrı’nın, ne mantığın ne de doğanın yasasının haklı çıkaracağına inanamam. Hayır, ölsem de böyle bir şeye inanamam! Bu ancak Şeytan’ın Adem ve günaha düşmüş soyuna karşı düzenlediği eskiden beri sürdürmekte olduğu işidir. Ve tüm bunlar senin Efendinin “tüm insanlığa bir Bereket ve merhamet olarak gönderildiği” sözlerin ile (Rab seni doğru yola yönlendirsin dostum!) nasıl da birbirine uygundur.” 8

El Kındi şimdi Peygamberin yaşamındaki savaşa ait diğer bir ya da iki bölümden söz eder. Abdullah ibn Yahş askerlerden oluşan küçük bir keşif kolu ile Mekke’ye doğru gönderildi ve yolda Yemen’den gelen bir kervana saldırdı, kervanın önderini öldürdü ve ganimeti Medine’ye taşıdı. Muhammed Medine’de kraliyete ait payı kendine tahsis ettikten sonra artan ganimeti esir alan kişilere teslim etti. O dönemde bu eylemin adil olup olmadığına karar vermek için kapı kapı dolaşıldı ve oy toplandı. Ve Yazarımız bu konuda nasıl karar verilmesi gerektiği konusunu dostunun seçimine bırakır. 9

Medine’nin dış mahallelerinden birinde yaşayan bir Yahudi kabilesi olan Beni Kaynoka’ya yapılanlar da aynı derecede adaletsiz eylemlerdi. Bu kabile hiç bir hatası yokken ve herhangi bir neden olmaksızın kuşatıldı ve hemen teslim olması için zorlandı. Bu kabilenin müttefiği olan Abdullah ibn Obey onların adına ricada bulunup yalvardı; Abdullah ibn Obey’in aracılığı nedeni ile Muhammed, bu kabilenin yaşamını bağışladı; ama kabileyi Suriye’ye sürgüne gönderdi. Kabilenin mal varlığına el koydu ve bunu kendisine eşlik edenler arasında dağıttı. 10 “Keşke (El Kındi konuşur) Efendinin, kendisine zarar vermeyen bir halkın mal varlığını gasp etme konusunu vicdanına nasıl kabul ettireceğini bilseydim. Bu kabileye saldırması için hiç bir haklı nedeni yoktu,bunu sadece bu kabile zengin olduğu için ve kabilenin gücünü kırmak için yaptı. Böyle bir davranış peygamberlere özgü değildir, sadece Tanrı’ya ve Kıyamet Gününe inanan biri bile böyle davranamaz.

“Buna benzer daha pek çok şey anlatabilirdim, ama okuyucu yorulabilir diye anlatmıyorum; ve bence örnek olarak verdiklerim yeterlidir. Ama Ohod Meydanında Efendinin başına gelenler hakkında söylemem gereken bir şey var. Kendisinin alt çenesindeki sağ alt dişi kırıldığı zaman dudağı yarıldı ve Otba’nın elleri yanağında ve şakağında uzun ve derin bir yara açtılar; aynı zamanda İbn Kamea kılıcını Peygamberin başının üzerine savurduğunda bu saldırıyı savuşturmak isteyen Talha da parmaklarından bir kaçını kaybetti. 11 Dünyanın Kurtarıcısı olan Rabbimizin yaptıkları ile bu olayı karşılaştıralım: Mesih izleyicilerinden birinin kulağı kesildiğinde kesilen kulağı diğer sağlıklı kulağın aynısı haline getirerek yerine yerleştirdi. Şimdi aynı şey Efendini korumak uğruna parmaklarını kaybeden Talha’nın başına geldiği zaman, Efendin bu parmakları iyileştirerek eli eski haline getirseydi, peygamberliğinin gerçek olduğuna dair bir işaret vermiş olacaktı. Ama onun yardımına gelmeyen melekler neredeydiler ve neden onun dişlerinin kırılmasına, dudağının yarılmasına ve yüzünün kan ile kaplanmasına engel olmamışlardı?—o, peygamberlerin Peygamberi, seçilmişlerin seçilmişi ve Rabbin elçisi değil miydi? Eski peygamberleri kurtardıkları gibi neden onu kurtarmadılar?—Elişa Kral Ahav’ın izleyicilerinden; Daniel Darius’un aslanından; Ananya erkek kardeşlerinden,  tanrısayar gençler Nebukadnezar’ın ateşli fırınından ve diğer peygamberler ile Tanrı’nın kutsalları pek çok tehlikeden kurtarılmamışlar mıydı? Ve Adem ve tüm insanlık yalnızca, adı aynı zamanda Tanrı’nın tahtında yazılı olan bu senin Efendinin adı için yaratılmamışlar mıydı?

“Şimdi bir başka konuya geçiyorum. Senin Efendinin yaşamı, onun “insan soyuna bir Bereket ve Merhamet olarak gönderildiği” ifadesi ile uyumlu mu? Aksine, onu en çok ilgilendiren konu güzel kadınları kendisine eş olarak almaktı; çevresindeki kabilelere saldırmak, onları öldürmek ve yağmalamaktı ve kadınlarını kendisine cariyelik etsinler diye yanında götürmekti. Kendi ağzı ile söylediği gibi en büyük zevkleri, güzel kokular ve kadınlardı—peygamberlik iddiasına ilişkin garip kanıtlar! 12 Zeyd’in karısı Ayşe’ye olan aşkından kitabım ile karşı fikirde olan kişilere duyduğum saygı nedeni ile söz etmeyeceğim; - sadece Peygamberin kendisinin bu konu ile ilgili olarak gökten indirilmiş olduğunu ileri sürdüğü bölümden alıntı yapacağım:—

Ve sen (Ey Peygamber), Tanrı’nın ve senin üzerine iyilik yazdırdığın kişiye (örneğin, Peygamberin arkadaşı Zeyd) , - Eşini kendine sakla ve Tanrı’dan kork; ve zihninde, Tanrı’nın bilmesini istediğin şeyi gizledin ve insandan korktun, - oysa Tanrı daha değerlidir ve korkman gereken O’dur. Ve Zeyd boşanmasını sona erdiği zaman BİZ onu seninle evlendirerek birleştirdik, öyle ki, Müminler evlatlık edindikleri oğullarının eşleri boşanmalarını tamamladıktan sonra evlendikleri zaman kendilerine karşı ithamda bulunulamasın. Ve Tanrı’nın buyruğu yerine getirilmelidir. Allah’ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere bir darlık yoktur. Evlatlıklarının eşleri ile evlenmeleri konusunda müminlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir.—Sure xxxiii. 37, 38. 13

“Anlayışlı kişiler için bu örnek yeterli olacaktır.”

Daha sonra Ayşe’nin Safwan ile olan gece macerasının öyküsü anlatılır. Bu macera Medine’de büyük bir skandal yarattı ve Muhammed’in gözde eşinden kuşkulanmasına neden oldu;—Ali, bunun üzerine ona, şu sözler ile sona eren bir hitapta bulundu: Ey Tanrı’nın Peygamberi! Rab seni bu konuda sıkıntıya düşürmedi ve ayrıca bu kadından başka daha pek çok kadın var. Ancak Muhammed’i ikna edemedi, çünkü Muhammed’in Ayşe’ye aşırı bir düşkünlüğü vardı; Ayşe , evlenmiş olduğu eşleri arasında tek genç kızdı. Onun yüreği genç Ayşe’yi çok çekici buluyordu (ve bu durum, Ali ile Ayşe arasında tüm yaşamları boyunca süren düşmanlığın nedeniydi); ve böylece sonunda Nur Suresinde Ayşe’nin masumiyetine ilişkin bir açıklamaya resmen yer verdi – Evli kadınlara zina isnat edenlere,v.b. Öykü kötü bir üne sahiptir ve daha fazla açıklama yapmamı gerektirmez. 14

Daha sonra Muhammed’in eşlerinin bazılarının adları özellikle belirlenerek hazırlanmış ayrıntılı bir listeye yer verilir. Yazarımız bize Omm Salma’nın kıskanç bir yapıya sahip olduğunu söyler ve bu kadının ilgilenmesi gereken birkaç çocuğa sahip olduğunu bahane ederek peygamberin onu onurlandırmasına engel olmak istediğini söyler. Muhammed bunun üzerine onun çocuklarını yetiştirmeye söz verir, ama bu sözleri ile onu kandırmaktadır, çünkü bu sözünü hiç bir zaman yerine getirmez. 15 Zeynep hakkında şunları anlatır: Muhammed, Zeynep’i üç kez gönderdikten sonra Zeynep payına düşen eti onun yüzüne geri fırlattı, Muhammed bunun üzerine bir ay süre ile eşlerinin yanına yaklaşmayacağına yemin etti; ama bir ay sona erene kadar bekleyecek sabrı olmadığından yirmi dokuz gün sonra eşlerinin yanına gitti. 16 Yahudi Safiye’ye Peygamber tarafından şöyle öğretilmişti: abla eşler kendisini azarladıklarında, Safiye onlara şöyle yanıt verecekti: Harun benim babamdır, Musa amcamdır ve Muhammed kocamdır. Kinda kabilesinden Muleyka, Peygamber tarafından karısı olması istendiği zaman ansızın şöyle bağırdı: Ne! Muleyka kendisini bir tüccara mı verecek? 17 Muhammed’in geri kalan eşlerinden biraz daha az söz edilir; Muhammed’in toplam on beş eşi ve iki cariyesi vardı. “Elçi Pavlus’un şu sözlerini aktaralım: Evli erkek karısını nasıl hoşnut edeceğini düşünerek dünya işleri için kaygılanır, v.b. (1 Korintliler 7:32, 33). Ve bu sözleri ile gerçeği söyler, çünkü bir erkek her zaman karısını nasıl hoşnut edeceği ile ilgilenir.Aynı zamanda Rabbimiz de şöyle demiştir: Hiç kimse aynı zamanda iki efendiye birden hizmet edemez; birine bağlanırken öbürünü hor görecektir. O zaman eğer bir erkek tek bir eşine hizmet ederken bile Yaratıcısına hizmet etmeyi ihmal edecekse, iki cariyesi ile birlikte on beş tane eşi bulunan biri Yaratıcısını hoşnut etme sorumluluğunu nasıl üstlenebilecektir? Bir de senin Efendin tüm bu çabalara ek olarak bu kişi yağmalama, çapulculuk ve askeri seferler gibi konular ile ilgilenip, birliklerine buyruklar verirken, casuslar göndererek düşmanlarını nasıl tuzağa düşüreceğini planlarken, düşman askerlerini öldürüp bu askerlerin eşlerini esir alırken ve savaş ganimetlerini yağmalamak ile ilgilenirken nasıl olup da gelecek olan yaşam için hazırlık yapabilecek zamanı bulabilecek? Nasıl oruç tutup dua edecek, nasıl ibadet ederek tapınacak? Eski zamanlarda yaşamış olan hiç bir peygamberin bu gibi konularda ona benzemediklerinden kesinlikle eminim.”

Bir sonraki bölüm, Peygamberlik hakkındaki Tanrısal görevin kanıtlanması ile. Mucizeler aracılığıyla güvenliği sağlanan geçmişteki Açıklama,—Musa aracılığıyla Yaratılışın ve insanlığın eski tarihinin anlatılması. İkinci;—Musul Kralı Sanherib’in ordusunun bozguna uğratılacağına ilişkin Yeşaya’nın ön bildirisi hemen yerine gelerek güvenilirliğini kanıtlamış olan gelecek hakkındaki bir Açıklamadır; Hizkiyanın hastalığından iyileşmesi ve Kutsal Ülke vaadi, Sürgünden geri dönülmesi, Mesih’in gelmesi, Ölümü ve Yahudilerin dağıtılması gibi bir çok olay Yeşaya, Yeremya ve Daniel tarafından önceden bildirilmiş olan olaylardır. Peygamberlik görevi almış olduğunu iddia eden herkesten bu tür kanıtlar talep edilir ve bu peygamberler söyledikleri olayların yerine gelip gelmemesi ile doğru orantılı olarak kabul edilir ya da reddedilirler. Dünyanın Kurtarıcısı olan Mesih, tüm peygamberlerin en büyüğüydü. Diğer peygamberler yüce Tanrı’nın hizmetkarlarıydılar, ama Mesih O’nun biricik Oğlu’ydu ve aynı zamanda da peygamberlerin esinleyicisiydi. Göze görünmeyeni biliyordu. O’nun önünde hiç bir yürek kapalı kalamaz, hiç bir sır gizlenemezdi; ve O, gelecek olan şeyleri önceden bildirdi. İsa’nın, Tapınağın yer ile bir edilmesine (Matta 24:1, 2), kendi Ölümü ve bunu izleyecek olan zulüm günlerini bildiren peygamberlikleri kanıt olarak aktarılmışlardır. Öğrencilerini Lazarus’un ölümünden haberdar etti ve sonra onu tekrar ölümden yaşama diriltti. Yazarımız, Petrus’un Kurtarıcımız tarafından daha önce bildirildiği gibi, onu üç kez inkar etti ve sonra da acı acı ağladı.

Sonra sözlerine şöyle devam eder:”Şimdi söyle bana, senin Efendin daha önceden neyi bildirdi ya da haber verdi ki, buna dayanarak sen onun bir peygamber olduğuna inanasın. Kendisinden önce yaşamış olan peygamberlerin – Nuh, İbrahim, İshak, Yakup, Musa, Mesih ve diğerleri—tarihleri konusunda bilgi verdiğini söyleyecek olursan, buna verilecek şöyle bir yanıtım var: aslında o bize bizim zaten daha önceden bildiklerimizi söyledi, hatta onun bu söylediklerini çocuklarımız okulda okumuşlardı. Ve eğer sen Ad ve Tamud, Salih ve Devesi ve Fil 18  ve benzeri diğer öykülere değinecek olursan, ben sana tüm bunların hayal gücüne dayalı akılsız öyküler ve biz Arapların gece gündüz işittiğimiz kocakarı masalları olduklarını ve Tanrısal bir görevin kanıtları olamayacakları yanıtını veririm. Ve böylece geçmiş ile ilgili kanıt konusundaki planlar suya düşerler. Ama eğer sen onun gelecekte gerçekleşecek olanı önceden bildirdiğini söyleyecek olursan, o zaman bunlara benzeyen olaylardan söz etmen gerekir; çünkü onun zamanından bu güne kadar 200 yıldan fazla zaman geçti ve onun söylemiş olduğu şeylerin şimdiye kadar kesinlikle çoktan yerine gelmiş olmaları gerekirdi. Ama sen biliyorsun ve hepimiz biliyoruz; senin Efendin tek bir peygamberlik kelimesi bile bildirmedi; ve böylece ayı zamanda diğer koşulların hepsi de başarısız oldular.

“Durum bu olduğu için, kanıtın ikinci türüne ilişkin herhangi bir işaretin olup olmadığını yani, mucizelerin var olup olmadıklarını görelim. Şimdi Muhammed’in kendisi bize gayet açık olarak kendisine şöyle dendiğini (Her Şeye Gücü Yeten tarafından) bildirmişti: “Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak öncekilerin onları yalanlamış olası alıkoydu” (Sure 17:59) bunun anlamı şudur: eğer onları, eski dönemlerde yaşayanların yaptıkları gibi sahtekar olarak adlandıranlar senin halkın olmasalardı, senin üzerine mucizeler yapma armağanından boca ederdik. Şimdi benim yaşamıma göre tüm mantık kurallarına uygun olarak bundan daha kesin ve ikna edici bir yanıt olabilir mi? Sen biliyorsun (Rab sana kılavuzluk etsin!), ve şimdi benim Savunmamı dinleyenlerin hepsi biliyorlar: senin Efendin, mucizeleri görevinin bir kanıtı olarak kabul etmedi, çünkü bu mucizeleri gösterecek güce sahip değildi, ve senin gibi tarafsız birinin gerçeğe sırt çevirmesi mümkün değildir.

“Eğer onun görevinin bir kanıtı olarak Efendinin ve ona Eşlik Edenlerin az sayıda ve güçsüz olmalarına rağmen geri çekilmeyerek güçlü Pers Krallığını tüm kaynakları, orduları ve savaş gereçleri ile birlikte ayaklarının altında ezdiklerini iddia edecek olursan, o zaman sana Rabbin İsrail çocuklarına söylemiş olduğu sözler ile yanıt veririz: “Tanrınız Rab Amorlular ve Perizzileri, önünüzden kovunca, ‘Rab doğruluğumuzdan ötürü bu ülkeyi mülk edinelim diye bizi buraya getirdi’ diye düşünmeyin. Çünkü Rab bu ulusları yaptıkları kötülükler yüzünden önünüzden kovuyor. Onların topraklarını mülk edinmeye gitmenizin nedeni, doğruluğunuz ya da erdeminiz değildir. Tanrınız Rab bu ulusları kötülükleri yüzünden ve atalarınıza ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için önünüzden kovacak.” 19 Böylece peygamberlerinin evi ve büyük harikaların ve mucizelerin meydana geldiği seçtiği kent olan Kudüs ile ilgilendi, gökten gelen bereketlerin yeri olan bu kentte edilen dualara yanıt gelmesi alışılmış bir durumdu;—Kudüs’te yaşayanlar O’na karşı isyan ettiklerinde, putlar dikerek O’nun harikalarını ve merhametlerini inkar ettikleri zaman, ve sahip oldukları her şeyi kendi ellerinin gücü ile elde ettiklerini düşündüklerinde, insanlığın en kötü halklarının gücüne terk etti,—putlara tapan Nebukadnezar—Nebukadnezar pek çok kişiyi, seçilmiş halkı bile öldürdü, onları ve çocuklarını esir alarak beraberinde götürdü ve Kendi adı ile anılan Evi yıktı ve putlara sunulan hizmette kullanılmak üzere bu Evdeki kutsal kapları iğrenç Babil’e yanında taşıdı. Şimdi Kutsal kente hücum eden ve kentin başına büyük felaketler getiren Nebukadnezar’ın tüm bu yaptıklarından dolayı bir Peygamber olduğunu mu söyleyeceksin? Aynı şey senin Efendin ve onun izleyicileri için büyük Pers Krallığı ile ilgili olarak da geçerli mi? Çünkü bu insanların hepsi kötü ve tiksinti uyandıran Mecusilerdi, bu kişiler ulusların süprüntüsü ve insanlığın en kötüsüydüler. Güneşe ve Ateşe tapınırlardı; kendi kızları, kız kardeşleri ve anneleri ile evlenirlerdi. Gerçeğe karşı isyan ettiler ve kendilerini hadlerini aşarak boş yere yücelttiler; putperest inanışları nedeni ile Rabbin tanrı olmak için yaratmadıklarına tanrılık atfettiler; Tanrı’nın armağanlarını kötüye kullandılar ve ülkenin ahlakını bozdular ve refah ve zenginliklerinin kendi bilgelik ve güçlerinin sonucu olduğunu gerçekten düşünebildiler. Rab bundan dolayı onları ülkelerini harap eden, erkeklerini öldüren, evlerini yer ile bir eden ailelerini tutsak alan, ve mallarını yağmalayan kötü kişileri eline teslim etti, öyle ki aralarında bulunan her kadın bir cariye olarak gasp edildi ve çocuklarının hepsi köleleştirildi. Çünkü Rab Tanrı saymaz insanları bu şekilde yargıladı.”

Muhammed’e mucizeler yapma konusunda armağan verilmediğine ilişkin bahaneye geri dönelim; halkı eskiden olduğu gibi onları sahtekarlar olarak adlandırmasın diye Yazarımız, şu tekrarı yapar,—“Sağduyulu herhangi birine sunulacak garip bir neden! Yahudilerin daha önce peygamberlerinin mucizelerini yalan olarak gördüklerini ve onları reddettiklerini düşünelim, o zaman ne olacak? Arap kabilelerine gelince onlar aralarında daha önceden bir peygamber çıkmadıklarını gördüklerinden, peygamberlerin mucizelerini hiç bir zaman yalan olarak itham edemezlerdi. Arabistan’da mucize yapan ya da yapmayan bir Elçi de görülmemişti. Senin Efendin hiç kuşkusuz onlara mucizeye benzer herhangi bir şey göstermişti ve onlar bunu ileri sürmüşler ve yalancılık ile itham etmemişlerdi; çünkü bu aynı Arapların çoğunluğu mucizeler görmemiş ya da herhangi olağanüstü bir eylem işitmemiş olmalarına rağmen onun görevini kabul etmiş olduklarını görmüyor muyuz? Ama senin çok iyi bildiğin gibi (Rab seni korusun!), bu tartışma sorgu gerektirmeyecek.”

“Eğer şimdi Kuran’ın tanıklığını bir kenara bırakarak, masalları ve öyküleri ile sünnete dönüş yapacak olursak, o zaman karşımıza şu delice öyküler çıkacaktır. Muhammed’in önüne çıkarak uluyan Kurt; Muhammed bu olay üzerine kendisine Eşlik edenlere dönerek onlara bu kurdun ormanların Hayvanları tarafından bir temsilci olarak gönderildiğini söyledi:—“Bu nedenle eğer siz (sözlerine devam etti), onların ihlal etmedikleri belirli koşulları bize zorla kabul ettirirseniz, ya da siz kabul ederseniz, biz bu koşulları özgür bırakırız.” Onlar, koşulları zorla kabul ettirmeyi düşünmediklerini söyleyerek yanıt verdiler. O zaman Muhammed, üç parmağını kullanarak işaretler yaptı ve sonra geri dönerek uzaklaştı. Harika (alaycı bir ifade ile devam ederek), Muhammed’in bir kurdun anlaşılmaz ulumasını anlamasının gerekmesi harika! Onun şöyle söylemiş olduğunu var sayalım, Bu kurt Her Şeye Gücü Yeten tarafından bana gönderilmiş bir elçidir, bu ifadeyi herhangi biri inkar edebilir miydi? Kardeşim, bu tür öyküler yalnızca muhakeme ve kanıt yasalarından habersiz cahil kişiler için anlatılırlar. Muhammed’e Eşlik Edenlerden birine konuşan bir kurt ile ilgili başka bir öyküyü (burada her iki mucizenin de Kutsal Yazılarda “aç kurt gibi yiyen ya da yağmalayan” bir hayvan ile bağlantılı olması gerektiğini eklemesi gariptir) aynı şekilde hor görür. Bu tür fantezi kavramlar sağduyulu kişilere göre değildir ve bu tür kavramlar üzerinde durmak gereksizdir. Konuşan boğa hakkındaki efsane aynı küçümseme ile bertaraf edilir; Muhammed tarafından dokunulduğunda boş memeleri şişen keçi ve o seslendiğinde köklerini topraktan çıkartarak ilerleyen ağaç – bu sünnet, zeki Müslümanlar tarafından bile reddedilmiştir. Peygambere bir Yahudi kadını olan Zeynep tarafından gönderilen Kızartılmış koyun omzunun mucizesi olayına daha geniş yer verilmiştir. Bu kuzunun omzunun zehirli olduğu ona söylendi ve aynı kuzudan yiyen Bishr öldü. “Sadece Muhammed kuzunun omzunun konuştuğunu duydu ve eğer böyle olduysa o zaman Muhammed konuyu neden gizledi ve Bishr’in (seçkin bir misafir) etten yemesine engel olmadı? Ya da belki de ona eşlik  edenlerin hepsi konudan haberdar oldular, bu takdirde Bishr’in kendisi eti yemekten kesinlikle kaçınırdı. Bu ikilemin çözülmesi mümkün değildir. Ya da gerçekten Bishr’in kendisi Rabbin her zaman işittiği ve dualarına yanıt verdiği bir peygamber yanında bulunduğu için eti yemeye devam etti? O zaman senin Efendin neden aracılık ederek ölüleri tekrar yaşama döndüren eski peygamberler gibi Rabbine dua etmedi? İlyas peygamber dul kadının oğlunu ve öğrencisi Elişa Şunemli zengin kadının oğlunu Rabbe ettikleri aracılık duası ile diriltmemişler miydi? Ve Elişa öldükten sonra bile bu güç Elişa’nın kemiklerinde kaldı, öyle ki üzerine ölü bir adam konulduğunda adam canlanarak ayağa kalkardı (2. Krallar xii. 21). Sen bu söylediğimin doğru olduğunu bilirsin, çünkü Krallar Kitabında okuyabileceğin gibi bu konu Kutsal Yazılarda yer alan bir gerçektir. Yahudilerin ve Hıristiyanların Kutsal Yazı metinleri arasında bir fark yoktur; çünkü inanç konusunda ayrı olsak bile bu konu ile ilgili gerçek hakkındaki inancımız ortaktır. O zaman Bishr eti yediği zaman zehir neden etkisiz hale getirilmedi? Zehir etkisiz hale getirilseydi, o zaman bu durumun senin Efendinin peygamberlik görevine ilişkin bir işaret olduğu kesinleşecekti: çünkü eski dönemde yaşayan peygamberler ve kutsal kişiler Rab tarafından felaket olaylarından korunurlardı,—Rabbimizin kutsal Müjde’de öğrencilerine verdiği vaat yerine gelmişti; Öldürücü bir zehir içseler bile bundan zarar görmeyecekler; yani insanların Müjde’yi dinlemeleri gerektiği iddianızı ileri sürdüğünüzde, o zaman bu söylediğiniz yerine gelecektir. Onlar böyle yaptılar ve çağrılarını bu mucizeler aracılığıyla yayınladılar. Böylece yeryüzünün büyük ve güçlü kralları, filozofları, bilgili adamları ve yargıçları onların sözüne kulak verdiler. Onları dinlemelerinin nedeni, kamçı darbesi ya da değnek, kılıç ya da kargı, doğumları nedeniyle kazandıkları avantajları ya da yardımcılar değildi—bu dünyanın bilgeliği ya da belagat ilmi ya da dilin gücü ya da mantığın inceliği de değildi, dünyasal nedenler ya da ahlak yasasının herhangi bir gevşekliği de onları ikna etmemişti. Bir insanın gücünün gösterebileceğinin çok ötesinde olan mucizeler aracılığıyla güçlendirilen gerçeğin sesine kulak vermişlerdi sadece. 20 Ve böylece mucizeler yeryüzü krallarının ve güçlülerinin üzerine geldi ve filozoflar sistemlerinden vazgeçtiler ve bilgelik ve bilgilerinden, bu dünyanın zevklerinden vazgeçerek kutsal bir yaşamı seçtiler; yoksul kişilerin, balıkçıların ve vergi görevlilerinin yer aldığı bir grubun izleyicileri oldular; bu grupta yer alan kişilerin adları ya da rütbeleri yoktu ve Mesih’in buyruğuna itaat etmekten başka hiç bir iddiaya da sahip değildiler. Bu harika işleri yapmaları için onlara güç veren Mesih’ti. Şimdi tüm bunlar Tanrısal bir görevin kanıtlarıdırlar, eğer istersen (Rab sana rehberlik edecektir, dostum!), bu mucizelerin senin Efendin ile ilgili söylenenlerden farklı olduklarını ve onlar gibi gerçek içermeyen aptalca şeyler olmadıklarını anlayacaksın. Elini zorla testinin içine ittiğini ve o anda testiden su geldiğini söyledikleri mucizeye gelince, hepsinin testiden gelen sudan içtikleri ve sığırlarına da içirdikleri anlatılır—öyküyü anlatan Muhammed ibn İshak (ve) Zohri’dir 21 ve bu konudaki yetki yeterli değildir: çünkü bu öykünün gerçekliği hakkında sünnet yazarları bile kendi aralarında fikir birliğine varmış değildirler. Böylelikle tarihi kanıt olasılığı kendiliğinden ortadan kalkar ve bu tür bir iddiadan vazgeçilmesi zorunlu olur. Senin Efendinin iddiası, mucizeler yerine yalnızca kılıç ile güçlendirilen bir iddiadır. Onun Tanrı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etme konusunda tereddütlü davranan herkes ya öldürüldü ya da imansızlığının bedeli olarak vergi ödemeyi kabul ettiği takdirde canı esirgendi.

“Sonuç olarak, bundan daha kesin bir kanıt olamaz. Eğer yansız olarak (Rab sana rehberlik etsin!) yargılayacak olursan, senin Efendin, kendisi hakkında anlatılan bu tür öykülerin tümünün kaynaklarını çok açık ve sade bir dille anlattığı şu sözleri ile yalanlar: ‘Halkının hakkında yalan söylememiş olduğu hiç bir peygamber yoktur ve ben de bir istisna olmadığım için benim halkım da hakkında yalanlar söyleyecektir. Bu nedenle, benim hakkımda söylenen bir şey duyduğunuz zaman size bırakmış olduğum Kitaba başvurun; ve eğer bu Kitap söylenenleri onaylıyor ve içeriğinde bu söylenenlerin aynısına yer veriyorsa, hakkımda söylenenleri söylemiş ve yapmış olduğum doğrudur; ama eğer kitap bu söylenenleri yazmıyorsa, o zaman ben hakkında söylenenlerden özgürüm demektir ve tüm bunların benim sözlerim ya da eylemlerim olduğu yalandır.’ Bu nedenle, dostum ve yargıç, halkının anlattıkları bu öykülerin Kuran’da yer alıp almadığına bakarsan iyi olur; eğer Kuran’da bu öykülerden herhangi bir şekilde söz ediliyorsa ya da bunlar ile ilgili bir imaya yer verilmişse, ben de yaşamım hakkı için bunların gerçek olduklarını ve senin Efendinin bunları yaptığını kabul edeceğim. Aksi takdirde, o, bu kurgulardan affedilir ve kendisinin hiç bir şekilde sorumlu olmadığı bu temelsiz öyküler yalandırlar.

“Senin Efendinin, cenaze törenleri hakkındaki sünneti aynı türde olmak ile birlikte daha da kötüdür. Kendisi, öldükten sonra üç gün gömülmemesi gerektiğini söylüyordu (öykü böyle devam eder), çünkü Rabbin, kendisini, Kurtarıcımız Mesih’i dirilttiği gibi dirilterek Cennete alacağını bekliyordu, çünkü yeryüzünde üç günden daha uzun bir süre bırakılmayacak kadar onurlu biri olduğunu düşünüyordu. Bu neden ile o öldükten sonra dört gün süre ile bir şey yapmaktan çekindiler, ama bedenin çürüme işlemi kendilerini zorlayınca onu gömdüler. 22

“Onun ölümünden sonra, senin Efendinin izleyicilerinin arasından dininden dönmeyen bir kişi bile kalmadı. Sadece Efendinin, yönetimi ele alma konusunda hırslı olan Refakatçilerinden ve akrabalarından oluşan küçük bir grup dinlerinden dönmedi. Ebu Bekir burada harikulade bir ustalık, enerji ve hitap yeteneği sergiledi ve böylece gücü eline geçirdi. Ali bundan dolayı çok öfkelendi ve halk başka çaresi kalmayınca ona başvurdu, çünkü halk onun Halife’nin yerine geçeceğinden kuşku duymuyordu; ama dünyaya duyulan sevgi ve güç tutkusu, Ali’nin elinde bulunan dizginlerin elinden alınmasına neden oldu. 23  Ve böylece Ebu Bekir inanç değiştiren kabilelerin hepsi tekrar bağlılık yemini edinceye kadar azim göstererek sebat etti ve bazı kabilelere nezaket, ikna ve hile yolu ile, bazılarını ise kılıç ile korkutup  tehdit ederek  ve diğerlerine güç, zenginlik ve bu yaşamın tutku ve zevklerini sunarak davrandı. Ve böylece sonunda hepsi yüreklerinde inanmasalar dahi dışardan şekilsel olarak inançlarına geri döndüler.”

Bu konuyu sonuca bağlamak için Savunmacımız, Halife El Mamun’un saray mensupları ile yaptığı bir toplantıda yapılan bir konuşmayı aktarır; Halife bu konuşmada kendi zamanında yaşamış olan Mecusiler, Yahudiler, ve Hıristiyanları Muhammed’in zamanında yaşamış olan Yahudilere ve iki yüzlülere benzetir ve Peygamberin örneğini vererek gösterdiği kendi sabrını haklı çıkarır ve inanç değiştirenlerin geri istedikleri dünyasal teşvikler üzerinde durur.

Burada itiraz konusu edilen durumdaki beklenti şudur: Eğer Musa ve Yeşu Kenanlılara saldırıp onları öldürdülerse, ailelerini esir aldılarsa ve ülkelerini tahrip ettilerse, buna benzer eylemler, Muhammed’in yaptığı hatalar olarak onun suçlanmasına neden olmamalıdırlar. Ama El Kındi bu durum ile ilgili şöyle bir yorum yaparak itirazı yanıtlar: 24Ama Kenanlıların öldürülmesi, Gökyüzünden gelen bir cezaydı. Ve ceza verme görevi mucizeler aracılığıyla onaylandı; El Kındi bunları anlatırken, Dostuna şunları hatırlatır: Hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar diğer konularda aralarında düşmanlık yaşamalarına rağmen, mucizeler aracılığıyla yapılan onay konusunda anlaşırlar. El Kındi sözlerine devam eder:”Senin Efendinin görevini doğrulamak için yapmış olduğu harika bir işin en küçük bir kanıtı ya da işaretini bana göster ve katliam ve yağmacılık konularındaki eylemlerinin diğer eylemleri gibi Tanrısal buyruk sonucunda yapıldıklarını bana kanıtla. Bunu yapamayacağını biliyorum. O zaman senin Efendinin dinini kılıç aracılığıyla zorla kabul ettirmek için gönderildiğini inkar eden kişileri itham etmek ya da incitmek sana yakışmaz (Rab seni yönlendirsin!), Efendinin kendi çıkarlarını düşünen bir maceracı olduğunu düşünenleri ve ona akraba, kabile ve vatandaşları aracılığıyla yardım edildiğini söyleyerek onu itham edenleri yargılamak doğru olur mu? Eğer herhangi biri böyle birinin iddiasını reddederse, suçlanması adil değildir. Ama eğer tarafsız bir yargılama yapılırsa o zaman böyle biri gerçeği aradığı için övülmeli ve tavsiye edilmelidir. Yanlış fikirleri, aldatıcı kavramları ve yalanları desteklemek, ne mantık ile ne de adalet ile bağdaşmaz. Bu gibi şeyler Yahudilerin ve putperestlerin silahlarıdırlar. Bu kişiler bu gibi konularda aynı Babaları Şeytan gibi davranırlar. Kurtarıcımız İsa Mesih bile kutsal Müjde’de bu konuya değinmiş bulunmaktadır.

“Ve şimdi İslamiyet’i benimseme konusundaki çağrına gelince, mantığa ya da herhangi bir kanıta dayanmaksızın kabul etmem gerektiğini varsayalım: sen bunun doğruya götüren bir yol olduğunu düşünebilecek misin? Sanmıyorum. Ve bunu nasıl yapmam gerektiğini sen yargıla Dostum, ve Rabbim Mesih, kutsal Müjde’de şöyle dedi:Tüm peygamberler benim gelişime kadar olan zaman içinde peygamberlikte bulundular; yani benim geldiğim dönemden itibaren peygamberlik görevi sona erdi; benden sonra gelip de bir peygamber olduğunu iddia eden kişinin bir kurttan ya da soyguncudan farkı yoktur; kendisini asla kabul etmeyin. Benim iyi dostum, şimdi lütfen bana söyle, eğer dünyanın Kurtarıcısı olan Rabbimin ölürken verdiği buyruktan dönersem, senin çağrını hiç bir kanıta dayanmaksızın kabul etmem için bu yaşamın görkemi, gururu ve dünyasal tahrikleri tarafından ayartılmak zorunda kalırım,—Ben senin gibi doğruluk ve bilgelik ile donatılmış olan birinin böyle iğrenç bir günahı onaylayacağını düşünmüyorum, aynı şekilde benim gibi birinin de böyle bir çağrıya dönüş yapması imkansızdır. Hayır, Dostum, senin nedenine başvurmayacağım ve senden, doğumun ve ailen ile ilgili düşünceleri bir kenara atarak gerçek danışmanın ve sevecen öğütçün olan beni dinlemeni rica edeceğim. Rabbimiz Mesih’in kutsal Müjde’de öğrencilerine söylediklerini aklına getir: ‘Size gerçeği söyleyeyim: pek çok peygamber ve kral sizin gördüklerinizi ve işittiklerinizi görmek istediler, ama göremediler ve işitemediler.’ Sen bu tür sözcükleri okuyarak nasıl olur da gerçekten dönüp çabucak geçip giden ve gözden kaybolan bu şimdiki yaşamı sevebilirsin?” Mucizeler hakkındaki bölüm burada Hıristiyanlığın gerçeği hakkındaki iddianın hitap yeteneğine sahip düzgün bir ifadesi ile yayıldığı şekli esas alır ve zorla ya da herhangi bir hırs, çıkar ya da dünyasal motif olmaksızın sadece seçim ve kanaatten kaynaklanan Mesih’in ve öğrencilerinin inkar edilemez mucizelerini temel alarak sona erer.

El Kındi şimdi yeni bir tartışmaya giriş yapar. Muhammed’in, aralarından birine ait olması gereken üç Dağılımın varlığının kendiliğinden belli olduğunu ileri sürer. Birincisi, Tanrısal; ikincisi Doğal, üçüncüsü Şeytani olandır.

Tanrısal olan Birincisi, Tanrı’nın benzeyişinde şekil verilmiş olduğu için böyle  adlandırılır, mantıktan üstündür ve doğadan çekilmiş olan herhangi bir şeyden daha harikadır. İsa Mesih tarafından getirilen Müjde ya da lütuf dağılımı ile aynıdır ve Kuran’da “dindar olanlar için bir nur ve rehber ve bir yön” olarak tanımlanır. İyilik, merhamet ve bağışlamayı temel alır ve Kurtarıcımız da bize Göklerdeki Babamızın örneğine uyarak kötülüğü iyilik ile yenmemizi buyurur (Matta v.44), İkincisi, mantık ya da doğa yasasıdır; Musa tarafından metinde “göze göz” olarak özetlenir; yani Rabbin yarattıklarına karşı gösterdiği lütufkar davranışı izleyen Müjde’den bütünüyle farklıdır. Üçüncüsü, Kötü Olanın krallığıdır; zorbalık ve kötülük ile doludur. El Kındi burada hassas bir noktaya değindiğinin bilincinde olarak arkadaşının hoşnutsuzluğuna şiddet ile itiraz eder; çatışmaları şiddetlenir ve zafer elde etmeyi umduğu bu ruhsal silahlardan herhangi birini kullanmaya cesaret edemez. Bu durum yalnızca onu suçlamak için değildi, çünkü diğer taraftaki eşit derecedeki ciddi konulara sabır ile tahammül etmişti. Tanrı’nın, Dostuna yön vermesi için ettiği bir dua ile başlayarak Efendisinin iman ikrarının bu üçünden hangisine ait olduğunu sorar. “Eğer ‘Tanrısal olanına dersen’, sana vereceğim yanıt şudur: Rabbimiz Mesih 600 yıl önce aynı dağılımı açıkladı. O’nun Göğe Alınışından bu güne kadar öğrencileri, bunu gözlemlediler ve aynı tutumu zamanın sonuna kadar sürdürecekler. Ayrıca ben seni izleyenlerin bu lütuf ve merhamet yasası ile ilgili olanı bildiklerini algılamıyorum ve senin Efendinin zamanında bu yasaya uygun davrandıkları tam olarak söylenemez. Eğer mantık ve adaletin ‘Doğal yasasından’ söz edersen, bu yasa da daha önce Musa tarafından açıklanmıştı ve içeriği Tevrat’ta mevcuttur. Ve oradaki bir güneş ışını kadar parlak mevcudiyeti, eğer herhangi biri onun yazarı olduğunu iddia etseydi, sahte ve yalan olurdu. Geriye Şeytanın yasası olan kötü işler ve şiddetten oluşan üçüncüsü kaldı. Şimdi doğru yoldan saptırmayan bir göz ile bak (Rab sana rehberlik etsin!), ve bu dağılım hakkındaki fikrini açığa vuranın kim olduğunu gör, bu konuda yardım ara ve bu dağılımın ilkelerini uygula. Ve eğer dağılım bu değilse o zaman bana senin Efendinin hangi yeni dağılım ile geldiğini ve bundan farklı hangi yasayı açıkladığını söyle ve öyle ki eğer bu dağılım kabul edilmeye değer ise, ben de onu benimseyebileyim; çünkü gerçek hangi çevreden gelirse gelsin ben onu reddetmeyeceğim (Sure v.53.Sure ii.238;ayet 9), belki senin Efendinin önceki dağılımın her ikisini de Mesih’in ve Musa’nın kuralının her ikisini de bir araya getirdiğini söyleyeceksin—‘Yaşama yaşam, göze göz, dişe diş, buruna burun,’&c., yasasını, ‘ama eğer bağışlarsanız Tanrı’ya daha çok yaklaşırsınız’ buyruğu ile birleştirmek. Ama sen birbirine karşıt olan iki şeyin birlikte uyum içinde olamayacaklarını çok iyi bilirsin—bu aynı bir adamın hem ayakta durduğunu hem de oturduğunu, hem kör oluğunu hem de gözlerinin gördüğünü, aynı anda hem sağlıklı hem de hasta olduğunu söylemek ile aynı şeydir. Ben senin böylesine savunulamaz bir iddiayı kabul edebileceğini düşünmüyorum. Ayrıca, birbirine karıştırılan bu iman ikrarı iki ayrı kaynaktan, Müjde’den ve Tevrat’tan alınıp getirilemezdi. Şöyle diyeceğini varsayalım: ‘Ben bu dağılımların her ikisini de uyarlarım.’ Öğretmenlerin bile senin bu fikrini kabul edeceklerini düşünmüyorum; çünkü onlar kendi iman ikrarlarını miras almışlardır ve aynısını bozulmamış olarak ellerinde bulundurmaktadırlar ve sana bunun bir intihal olduğu yanıtını vereceklerdir. Bize bizim değil senin elinde olanı, ama yeni olanı gösterir misin? O zaman senin doğru ve adil konuştuğunu kabul edebiliriz. Üçüncüye sığınmanın nedeni ondan yardım istemen değil mi? Ancak yine de  bunu inkar etmen mümkün olabilir mi? Çünkü ben, senin Efendine yalnızca Musa’nın ve Mesih’in bir izleyicisi olarak inanmana razı olmanı istemem; - senin onun için çok yüce bir konum iddia ettiğini gördüğüm için bu konu üzerinde duruyorum. Ne Adem ne de dünya onun uğruna böyle bir biçim almamışlardır. Ve senin Efendinin hiç bir mucize göstermeyişinin nedeni (kendisinin bu gücü inkar etmiş olduğu gibi) dördüncü Dağılım kalmamış olduğu için midir? Şimdi dağılımlar sadece üç tane ise ve Musa ve Mesih iki dağılım ile gelmişlerse senin efendine kalan dağılım üçüncüsünden başka hangisi olabilir? Bu yanıtlardan hangi birini seçmem gerektiğini bilmiyorum. Dostum, senden kendine karşı dürüst olmanı diliyorum ve bu sorduğum sorudan kaçınmamanı rica ediyorum, çünkü sorduğum soru bu zıt koşullara karşıdır. Din, sağduyulu ve anlayış sahibi kişilerin denemekten, tartışmaktan ya da doğru ilke ile kontrol etmeyi ihmal etmekten sakınabilecekleri konulardan biri değildir. Rab lütufkar davranarak seni gerçeğe yönlendirecek ve sahte olandan vazgeçmen için seni güçlendirecektir.”

“Şimdi elinde ulunan Kitabı öğrenmek için senin kalen olarak düşündüğün konuya gelelim. Senin  tartışman, peygamberler ve Mesih ile ilgili öykülerin bunların Tanrı tarafından açıklandıklarını kanıtlamaktır, çünkü senin Efendin bilgili değildi ve esin yolu ile verilenin dışında bir bilgiye sahip olamazdı. Sen tekrar, ‘ne insanın ne de cinlerin böyle bir şey üretemeyeceklerini’ söylüyorsun; ve ‘Eğer kulumuza açıkladığımız hakkında kuşkun varsa, o zaman bunun ile ilgili bir Sure getir ve Rabbin dışında, ayrıca doğru kişilerin tanıklıklarına da başvur (Sure ii.23).’ Ve eğer biz bu Kuran’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onun kendisini alçalttığını ve Rab korkusu nedeni ile parçalara ayrıldığını görecektin; ve coşkun duyguların etkisi altında yazılan yazıların hepsinin yapacağı gibi o da bölünürdü. Senin görüşüne göre bu durum, senin Efendinin iddiasının temel kanıtıdır. Bu temel kanıta Kızıl Deniz Mucizesi, Güneşin gökyüzünde hareket etmeden Durması, Ölülerin diriltilmesi ve eski zaman peygamberlerinin ve Mesih’in yapmış olduğu diğer harika işler de (Sure lix. 21) dahildir. Ve yaşamım hakkı için söylüyorum ki, bu tartışma pek çok kişiyi aldatmıştır ama bu tartışma zayıf ve sığ bir bahanedir. Yanıt, sana göstereceğim gibi çok uzağında değil, yakınındadır. Yanıtın ifşa edilmesi acı olabilir, ama sonu sağlıklı olacaktır.” Sonra sözüne, Kuran’ın orijini hakkında uzun bir anlatım sunarak devam eder.  Özetleyecek olursak öyküsü şöyledir: “Nesturi bir rahip olan Sergius, işlemiş olduğu belirli bir suçtan dolayı aforoz edilmişti. Suçunun cezasını ödemek için Arabistan’da bir göreve başlatıldı. Ve Mekke’ye vardığı zaman, bu kentte Yahudilerin ve putperestlerin yaşadıklarını gördü. Orada kendisi ile içten bir konuşma yaptığı Muhammed’e rastladı. Nestorius’un inancı hakkında eğitildikten sonra putperestliği terk ederek kendisinin öğrencisi olması için onu ikna etti. Bu durum her ne kadar Yahudilerin nefretini harekete geçirdiyse de, Kuran’da Hıristiyanların lehinde söz edilmesine neden oldu ve şunu öğretti: ‘Müminlere en yakın dostlar onlardır, çünkü aralarında rahipler ve papazlar vardır ve bu kişiler kibirli değildirler.’ Ve böylece bu konu gelişti ve Sergius öldüğü zaman, Hıristiyan inancının Muhammed tarafından uyarlanması an meselesiydi. Bunun üzerine Abdullah ve Kab adlı iki Yahudi doktor, bu fırsatı değerlendirdiler ve senin Efendinin sevgisini kazandılar, onun görüşlerini paylaştıklarını ve izleyicileri olmak istediklerini söyleyerek onu aldattılar. Böylelikle amaçlarını gizlediler ve oturup uygun zamanın gelmesini beklediler. Sonra Peygamberin ölümü üzerine, Ali soğuk ve uzak davranarak Ebu Bekir’e bağlılık yemini etmeyi reddettiler. Abdullah ve Kab adındaki iki Yahudi, Ebu Bekir’i arayıp buldular ve kendisi için uygun gördüklerini beyan ettikleri peygamberlik görevini üzerine alması için onu ikna etmeyi denediler ve Sergius’un Muhammed’i eğitmiş olduğu gibi onu eğiteceklerine söz verdiler. Genç ve tecrübesiz olan Ali onları dinledi ve onlar tarafından gizlice eğitildi.  Ama hedeflerine tam olarak ulaşamadan önce Ebu Bekir olayı duydu (Sure ii.113) ve karşı koymayı yararsız gören Ali kendisine gönderilen haber üzerine hırslı iddiasından vazgeçti. Ama Yahudiler, Muhammed’in Ali’nin ellerine teslim etmiş olduğu, yani Müjde’yi temel alan  Kuran metnini daha önceden değiştirip bozmayı başarmışlardı. İşte bu Yahudiler Kuran’ın metnine Eski Antlaşma’dan öyküler ve Musa’nın yasasından bölümler ekleyerek Kuran’ın asıl metnini değiştirmişler ve şu türde bölümler sunmuşlardı:—‘Hıristiyanlar, Yahudilerin hiç bir temeli esas almadıklarını, Yahudiler ise Hıristiyanların  hiç bir temeli esas almadıklarını söylerler, ama yine de kitabı okurlar (Sure xvi. xxvii,xxix.). Bundan dolayı Rab, Diriliş gününde aralarındaki farklılıklar ile ilgili olarak kendilerini yargılayacaktır.’ Aynı zamanda bundan dolayı Kuran’da uyuşmazlıklar ortaya çıktı,—tek bir kaynaktan çıkan bölümler başka bir kaynaktan çıkan bölümlerden farklıdırlar; Arı, Karınca ve Örümcek bölümlerinde olduğu gibi. Ali şimdi, Halife’ye karşı başarılı olmaktan umudunu kestiği zaman, Peygamber’in ölümünden kırk gün sonra (bazı kişiler altı ay sonra olduğunu söylerler) sonunda Ebu Bekir’in önüne çıkarak kendisini temsil etti. Kendisine Halife olarak bağlılık yemini ederken, Ebu Bekir ona şunu sordu: ‘Ey Hasan’ın Babası, seni bu kadar geciktiren ne oldu?’ Ali, Ebu Bekir’i şöyle yanıtladı: ‘Rabbin Kitabını toplamak ile meşguldüm, çünkü Peygamber o kitabı bana emanet etmişti.’ Dostum, bir düşün, ‘Tanrı’nın Kitabını toplamak ile meşgul olmanın anlamı ne olabilirdi?’ Sen, zorba Hajjaj’ın, Kuran’ın yapraklarını nasıl ‘topladığını’ ve bazı yetkililere göre Kuran’ın ilk kopyası Kureyşlilerin ellerinde bırakıldı; ve Ali yönetime geldiğinde, metne ekler yapılarak ya da metinden bazı bölümler çıkartılarak değiştirilip bozulmasına engel olmak için Kuran’a sahip çıkılmasını buyurdu ve bu, Sergius tarafından Muhammed’e teslim edilen ve Müjde ile uyumlu olan kopyaydı. Şimdi Ali, yukarda belirtildiği gibi Ebu Bekir ile konuştuğu zaman (Sure ix.) Ebu Bekir’i temsil edenler, kendileri ile olan Kuran’da Ali ile olan Kuran.’da olduğu gibi, müsvedde sayfalar ve parçalar bulunduğunu bildirdiler. Ve sonra Kuran’ın tamamının çevrede bulunan her yerden toplanması gerektiğine karar verdiler. Bu neden ile bireylerin ezberlemiş oldukları bölümlerden çeşitli parçalar topladılar (çöldeki belirli bir Arabın dikte etmesi ile yazmış oldukları Berat Suresi gibi); farklı kişilerden, elçiliklerden, ve peygamberi ziyaret etmiş olan Temsilciler Heyetlerinden aldıkları diğer bölümleri bir araya getirdiler; bunun yanı sıra taş tabletlere, palmiye yapraklarına ve kürek kemiklerine ve benzeri maddeler üzerine yazılmış olan kopyaları da topladılar. Bu toplanan kopyaların hepsi hemen bir defada bir araya getirilmedi, farklı yapraklarda bırakıldılar,—Yahudilerin yöntemi kullanılarak kayıtlar yapıldı,—onların kurnazca hilelerine başvuruldu.

“Sonra insanlar bu bölümleri okuduklarında çelişkiye düştüler. Bazı kişiler kitabı Ali’nin versiyonuna göre okurlar (ve günümüze kadar aynı kitabı izlemişlerdir); bazıları ise kitabı, bizim sözünü ettiğimiz toplanmış şekli ile okurlar. Diğer kişiler ise, bilgisizliği nedeni ile değişiklikler ve ekler yaptığı çöldeki Arabın dikte ettiklerine uygun olarak okurlar. Bir grup ise senin Efendinin söylediklerini izleyerek İbn Mesud’un metni ile uyumlu olarak okurlar,—‘Kuran’ı her kim eski zamana ait bozulmamış saflığı ve tazeliği ile okumak isterse, o zaman İbn Omm Mabad’ın versiyonunu esas alarak okusun’; bu kişi her yıl bir kez kitabı Muhammed’e okuyarak tekrarlamayı alışkanlık edinmişti ve öldüğü yıl ise iki kez okudu. Ancak yine de bazıları, senin Efendinin sözlerini izleyerek Obey ibn Kab’ın versiyonunu esas alarak okurlar:—‘Aranızdaki en iyi okuyucu Obey’dir. Bu durumda Obey’in ve İbn Mesud’un okumaları birbirlerine çok benzerler.

“Böylece Osman yönetimi ele aldığı zaman, ve insanların her yerdeki okumaları farklılık gösterdiğinde, Ali, Osman’ın öldürülmesi için gizli planlar kurarak, Osman’ı suçlamak için nedenler aramaya başladı. Biri bir ayeti bir şekilde, bir diğeri ise aynı ayeti başka bir şekilde okuyabilir ve her ikisi de kendi okumasının daha iyi olduğunu söyler; ve bu konuda çekişip mücadele ederler. Kopyalardaki değişiklikler ve metne yapılan ekler, bazen daha çok bazen de daha azdırlar. Bu durum Osman’a iletildiğinde ve bölünme, çekişme ve inanç değişikliğinin ısrarlı ve zorlayıcı tehlikesinden söz edildiğinde, tüm yaprakları ve müsvedde kağıtları ilk önce yazılmış olan kopya ile birlikte bir araya toplatılmasını sağladı. Ama bu toplatılanlar Ali’nin ya da onun okumasını izleyenlerin elinde bulunanlar ile uyumsuzluk içinde değillerdi. Bu olay gerçekleştiğinde Obey hayatta değildi. İbn Mesud’un kopyasını talep ettiklerinde kopyasını vermeyi kabul etmedi ve bu nedenle Ebu Musa, odasında, Kufa Valisi görevine getirildi. Sonra Zeyd ibn Tabit ve onunla birlikte Abdullah ibn Abbas’a (bazı kişiler Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e olduğunu söylerler), değiştirilerek bozulmuş olan her şeyi yok ederek metni tekrar gözden geçirip düzeltmeleri buyruldu. Bu buyruğun verildiği her iki kişi de gençti   ve herhangi bir okuma, sözcük ya da isim hakkında farklılık ile karşılaştıkları zaman, kendilerine Kureyşlilerin diyalektini izlemeleri konusunda eğitim verilmişti. Aralarında bu konu ile ilgili olarak pek çok farklılık bulunmaktaydı. Örneğin Zeyd, Tabuh ve İbn Abbas Tabut yazardı. Eski eserin çeşitli nüshalarına bakılarak tespit edilen en uygun metin tamamlandığı zaman geniş metinde dört örneğin yazılmasına karar verildi ve biri Mekke’ye diğeri ise Medine’ye gönderildi. Üçüncü örnek Suriye’ye götürüldü ve hali hazırda Malatya’dadır (eski adı ile Melitene). Mekke’deki kopya, kent Ebu Saraya (yani Kabe’nin yağmalandığı en son tarih olan hicret senesi 200) tarafından hücuma uğrayana kadar orada kaldı. Ebu Saraya, kopyayı alıp götürmedi, ama bu kopyanın çıkan büyük yangında yanmış olabileceği tahmin edilir. Medine’deki nüsha terör egemenliği sırasında ortadan kayboldu, bu olay Yezid ibn Muavia’nın dönemine rastlar. Dördüncü örnek ise, İslamiyet’in merkezi ve peygambere eşlik edenlerin yuvası olan Kufa’da emanet olarak korunmaktadır. İnsanlar bu kopyanın halen orada mevcut olduğunu söylerler; ama bu doğru değildir, çünkü Mukhtar’ın ayaklanması sırasında bu nüsha kayboldu.

“Yukarda değindiğimiz konulardan sonra Osman, tüm eski yaprakları ve kopyaları topladı ve onları yok etti, kişileri tehdit ederek ellerinde bulunan nüshaları aldı ve böylece geriye sadece dağılmış olanlar kaldı ve orada burada gizlenen bu nüshalar varlıklarını sürdürebildiler. Var oldukları bilinen farklılıkların hepsi ortadan kaldırıldı. Örneğin Nur Suresinin (xxiv.) daha önce Bakara Suresinden (ii.) daha uzun olduğu söylenir; ve Ahzab Suresi (xxxiii.) önemli kısımları çıkartılarak bozulmuştur; bu neden ile aynı zamanda orijinal olarak Berat Suresi(ix.) ve Anfal Suresi (viii.) arasında aslında bölünme yoktu ve konuyu buna göre ele aldığımızda, En Merhametli Olan Tanrı'nın Adında ile ilgili değişmez başlığın, bir önceki Sure olan Berat Suresinde eksik olduğunu görürüz.. Kuran’a yerleştirildiklerinde İbn Mesud’un sözünü ettiği iki ‘Sihir Suresi’nin durumu da aynıdır: Kuran’ın içinde yer almayan hiç bir şeyi Kuran’a eklemeyin. Sonra bir de Ömer’in kürsüden yaptığı konuşma vardır (Medine’deki Büyük Camiinin kürsüsü), ‘Taşlama Ayetinin Tanrı’nın Kitabında yer almadığını hiç kimse söylemesin; çünkü ben kendim bu ayeti okudum. Zina eden erkeğin ve kadının her ikisi de ölünceye kadar taşlansın; ve eğer insanlar “Ömer, Kuran’a Kuran’da bulunmayan ekler yapmıştır” diyemiyorlarsa, ben bunu kendi elim ile metnin arasına yazardım.’ Aynı şekilde başka bir konuşmanın sonuna şu sözler eklenmiştir: ‘Ben gerçekten geçici evlilik Buyruğunun (Al Mutah) Rabbin Kitabında bulunmadığını söyleyen hiç kimse bilmiyorum, çünkü ben kendim bu buyruğu okudum; ama buyruk bulunduğu yerden çıkarılmıştır ve Rabbin bu ayetin yerinden çıkarılmasına neden olan kişiyi ödüllendirmeyeceği kesindir, çünkü bu kişiye güven duyulmuştu ve bu kişi Rabbin ve peygamberinin güvenine layık davranmadı ve böylece Kuran’a ait olan bir gerçek yerinden çıkarılmış oldu; ve Ömer yine de bir kez daha şöyle söyledi: ‘Rab, insanlığa nazikçe davranmayı düşündü ve Muhammed’i ona geniş ve kapsamlı bir inanç vererek gönderdi.’

“Ve Obey ibn Kab, her zaman ezberlediği iki Sure (Kuran’ın bir parçası olarak) olduğunu söyledi: El Canut ve El Witr; bu ayetlerde şu sözcükler yer alıyordu: ‘Ey Rab, senden bizi bağışlamanı, bize yardım ve rehberlik etmeni istiyoruz ve sana inanıyoruz ve sana güveniyoruz.’ Ve bu dualar El Witr’in sonuna kadar aynı şekilde devam eder. Obey ibn Kab, bunları artık mevcut olmayan ilk derleme ile ilgili olarak söyledi.

“Tekrar geçici evlilik (El Mutah) ile ilgili aynı Buyruk hakkında, Ali bubölümün tamamen dışarıda bırakılmasına neden oldu. Onlar, Halifenin, bir adamın bu ayeti ezberden okuduğu sırada söylediklerine kulak misafiri olduğunu ve onu kamçılatarak cezalandırdığını ve bu ayeti bir daha tekrar etmesini yasakladığını ileri sürerler. Ayşe, Deve savaşından sonra İbn Khalaf’ın evine (Bussora’da) çekildiği zaman, Ali’ye sitem etme nedenlerinden biri de buydu. Çünkü Ayşe diğer konular ile birlikte Ali’nin Kuran’daki bu konu ile ilgili olarak insanları dövdüğünü söyledi. Ve belirli bölümlerin tekrar edilmesini ve metnin değiştirilip bozulmasını yasakladı. Ayrıca İbn Mesud, kendisine ait kopyayı elinde muhafaza etti ve bu kopya İbn Mesud’a, bugün olduğu gibi kendi zürriyetinden miras kalmıştı; ve aynı şekilde Ali’nin koleksiyonu da kendisine ailesinden intikal etmişti.

“Sonra eline geçirebildiği her bir kopyayı tek tek bir araya getiren Hajjaj ibn Yusuf ortaya çıktı ve metinden pek çok büyük bölümün çıkartılmasına neden oldu. Söylenildiğine göre bu bölümler arasında kesin isimler ile Omeyya Evi ve aynı zamanda yine isimler ile birlikte Abbas Evi ile ilgili ayetler açıklanır. Bu şekilde yeniden gözden geçirilen metnin altı kopyası, Mısır, Suriye, Medine, Mekke, Kufa ve Bussora’ya dağıtıldı. Hajjaj ibn Yusuf, bundan sonra kendisinden önce Osman’ın yapmış olduğu gibi, önceki kopyaların hepsini topladı ve yok etti.

“Ve tüm bunların sonucu Kutsal Kitabı okumuş olan senin tarafından anlaşılabilir ve senin kitabındaki tarihlerin nasıl karmakarışık ve dağınık olduklarını anlayabilirsin; tüm bunlar bir kitapta pek çok farklı elin işe karışarak ayrılıklara neden olduğunun bir kanıtıdır; beğendiklerinden ya da beğenmediklerinden kesip çıkartarak metne ekler yapılmıştır. Şimdi bunlar gökten gönderilmiş olan bir açıklamanın koşulları olabilirler mi?

“Ayrıca, senin Efendin Bedeviler arasında yaşayan bir Araptı; onlar için emek sarf ederek, kendi dillerinde bir eser meydana getirdi. Arapların bir ulus olarak yola getirilemez bir şekilde putperest ve lütuftan yoksun olduklarını herkes bilmekteydi; o zaman böyle bir insan nasıl olur da ondan Rabbin sırrını elde edebilirdi? Ya da yalnızca bir peygambere açıklanabilecek  uygunluktaki gerçeklere ulaşabilirdi? Sen Ali ve Ebu Bekir ile Ömer ve Osman arasında var olan düşmanlığı bilirsin; ve şimdi bu kişilerin hepsi kendi iddialarının lehinde olan ne varsa, hepsini metne yerleştirdiler ve iddialarının aksi olan her şeyi metnin dışında bıraktılar. O zaman bizler gerçek ve sahte olan arasındaki farkı nasıl ayırt edebiliriz? Ve Hajjaj’ın neden olduğu kayıplar hakkında neler söylenmeli? Sen bu zorba kişinin diğer konularda ne tür bir inanca sahip olduğunu iyi bilirsin. O zaman nasıl olur da bu kişiyi Tanrı’nın Kitabı hakkında son söze sahip bir hakem yapabilirsin? Bu adam her fırsat bulduğunda Omeyyadların tarafına geçmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Ve tüm bunların yanı sıra bu işte aynı zamanda Yahudilerin de parmağı vardı; ve düşüncelerini hile ile kabul ettirerek kendi ara bozucu ve isyankar sonlarını hazırladılar.

“Söylemiş olduğum her şey (El Kındi gösterdiği kişisel sevgi dolu yaklaşımdan sonra sözlerine devam eder), senin kendi yetkililerinin sözlerinden alınmıştır; ve sizler tarafından kabul edilmiş olan kanıtın temeli üzerinde tek bir tartışmaya yer verilmemiştir. Ve bu konuda kanıt olarak hiç bir sistem ya da düzene yer vermeyen karışık bir kümeyi andıran Kuran’ın kendisine sahibiz. Ayrıca anlam kendisi ile uyum içinde değildir; bir bölüm diğer bölüm ile çelişki halindedir. Böyle bir kitabı Elçiliğin bir kanıtı olarak öne sürmek ve onu Musa ve İsa’nın mucizeleri ile eşit değerde görmek kadar büyük bir bilgisizlik olabilir mi? Bir zerre aklı olan birinin böyle bir şeyi hayal bile etmeyeceği kesindir. Tarih ve felsefe konusunda deneyimli ve bilgili olan bizlerin böylesine aldatıcı bir muhakeme ile kandırılamayacağız çok daha kesindir.

“Bana şimdi senin Efendine ait olan şu sözler ile neyin amaçlanmış olduğunu söyle, ‘Andolsun, insanlar ve cinler bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler’ (Sure xvii.89). Eğer çekişme kullanılan dilin belagat ilmindeki tüm diğer kompozisyonlardan üstün olduğu ise, yanıtımız her ulusun kendi dilini var olan en güzel dil olarak kabul ettiğidir. Araplar, kendi dillerinin dışındaki her dilin ilkel olduğunu düşünür ve diğer uluslar tarafından kaba bulunan Arapça’nın en güzel dil olduğunu düşünürlerdi.

“Eğer iddia, Kuran’ın (diğer tüm dillerden ayrı olarak), Arapça’nın eşsiz ve mucizevi bir modeli olduğu ise (Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kuran olarak indirdik; metnine göre) (Sure xii.2) (İyice anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kuran yaptık – Sure xliii. 2 ), o zaman Kuran’da neden yabancı sözcüklere rastlarız; örneğin, Farsça namarik ve Habeşçe mişkat gibi? Buradaki kusur ya aracıdan ya da mesajdan kaynaklanır. Eğer Arapça dilinde düşünceleri ifade edecek sözcükler bulunmamış olsaydı, o zaman iletişim aracı ve bundan dolayı mesajın kendisi, kusurlu olacaktı; eğer aksi söz konusu olsaydı, kusurlu olan aracı olurdu.” Ama söz konusu olan önceki değil sonraki olduğundan, El Kındi , uygun bir tartışma aracılığıyla iddiasını güçlendirir; İmrul Cays gibi belagat ve hitabet sanatının ustaları olan kişiler ürünleri kendilerininkinden üstün olan Muhammed’den önce hem kavram hem de dil açısından hünerli şairlerdi. ‘Ey Muhammed! Biz Kuran’ı senin dilin ile kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.’ (Sure xliiii.57) Bu durum, Mekkeliler tarafından peygamberin yüzüne karşı söylendi; o geri döndü ve onlara ‘siz kavgacı bir ırksınız’ dedi. Ve gerçekten Muhammed’in kendisi onların niteliklerini sihre atfettiğini itiraf eder. O zaman Kuran’a yerleştirilen yabancı ifadelerin sunulması, bir ya da iki konuya borçlu kalmak zorundadır. Tüm dillerin en zengini ve bereketlisi olarak tanımlanmasına rağmen ya Arapça dilinin kelime haznesinin yetersizliği ya da esere pek çok farklı kişinin elinin değmiş olduğu gerçeği; ve Yazarımız Dostunu bu ikilem ile karşı karşıya bırakır.

“Eğer tekrar Kuran’da doğaüstü bir uyum ve dil ritmi ve kavram güzelliğinin varlığı konusunda bir iddia ileri sürülecek olursa, buna karar verecek olan, ölçülerin titizliği, kompozisyonun uygunluğu ve sağlığı, ve düşünce ve betimin amacı ve çekiciliği olacaktır. Ama senin kitabındaki ritim baştan sona bozuktur, kitap kompozisyonu açısından karışıktır ve keyfi bir anlamsızlık hareketleri sergilemektedir.”

“Eğer iddia Kuran’da açıklanan konuya dayanıyorsa, El Kındi bize orada eskiler tarafından bilinmeyen ve bize açıklanan hangi gerçeği bulduğumuzu sorar. Bu gerçeğe daha önceden neden ulaşılamamıştır? El Kındi şöyle der: “Günümüzde insanlık, daha önce aynı olmayan sonuçlara ulaşan bilginin her dalını izler; ancak yine de bunun Musa’nın ya da Mesih’in yaptıkları mucizelerin benzerini talep eden bu tür insan üstü koşullar ile ne ilgisi var? Kısaca ifade edecek olursam gerçek, Kuran’ın farklı kusurları ile birlikte ortaya koyduğu tek mucizenin, kaba ve cahil kabilelerin ve barbar ırkların gözünde bir belagat ve eğitim mucizesi olduğudur.”

İslamiyet’in yükselişi sırasında ortaya çıkan üç sahte peygamber Muhammed’in oynadığı oyunun aynısını oynadılar; ve Yazarımız Müslümanları kendi yanına çekecek olan Museylama’nın vermiş olduğu bölümleri okumuştu, ama ne yazık ki Muhammed’e yardım eden kişiler gibi kendisini destekleyen kişilere sahip değildi.

Savunmacımız Dostuna burada Arap dilinin, İsmail’in büyük-torunu olan ortak ataları Yarob’dan meydana gelen eşit derecede ortak bir miras olduğunu hatırlatır. Burada üzerinde durdukları temel aynıdır; ve dilin güzelliklerini ve kusurlarını yargılama yetenekleri konusunda Dostu, ondan daha büyük bir avantaja sahip değildi. Aslında bu durum yabancı uluslara hitap edildiğinde, yararsız ve aldatıcı bir testti; çünkü Kuran kendilerine verildiğinde, onu anlayamadılar, ama güvenerek onu kabul etmek zorunda kaldılar, çünkü Kuran’ın dilini anlayacak bilgiye sahip değillerdi. Bu dili yalnızca çölde yaşayan Araplar saf bir şekilde konuşurlardı. Kentlerde yaşayan Araplar ise, yabancılar ile kaynaşarak yaşadıkları için çok geçmeden ana dillerinin sadeliğini yitirdiler ve dilleri hakkında herhangi bir yargıda bulunma konusunda yetersiz kaldılar. Dostu, El Kındi’ye şu yanıtı verebilirdi: ‘Kureyşliler diğer Araplar arasında en etkili ve güzel söz söyleme yeteneğine sahiplerdi ve dillerinin kullanımında hünerliydiler. Kuran’ın insan üstü güzelliğinin tartışmasında en iyi konuma sahip olan Araplardı. El Kındi, bu konuya üstünlük hakkında karakteristik bir belagat ile yanıt verir; yanıtında kendi soylu atalarına da değinir. “Senin Efendin, Numan El Kındi’nin kızı Muleyka ile evlenmek istediği zaman, Muleyka’nın verdiği şu yanıtı inkar edemezsin: Ne, Muleyka tüccar soyundan gelen biri ile mi evlenecek? Senin de çok iyi bildiğin gibi Kureşliler, Arabistan’ın tüccarları ve Beni Kinda kabilesi Arabistan’ın Prensleriydiler. Bunu, senin soyunu küçümseyip kendi soyum ile övünmek için söylemiyorum; ama amacım sana yalnızca Beni Kinda kabilesinin Araplar arasında belagat ilmi ve şiir konularında güzel ve etkili söz söyleme ile dillerinin güzelliğinden en iyi şekilde yararlanan bir soy olduğunu hatırlatmaktır. Ülkenin başta gelen kralları, ordularını Arabistan’a gönderdiler; ve bu kralların ünleri öylesine büyüktü ki, Persler ve Romalılar kızlarını onlar ile evlendirmekten gurur duyarlardı. Aynı zamanda tüm dünya, özellikle Beni Haşim kabilesi Kureyş’in görkemini kabul etmek zorundaydı ve bu durum aslında Rabbin yeryüzündeki tüm uluslar üzerinde soylu nitelikleri nedeni ile ayırım yaptığı tüm Arap soyu için geçerliydi.”

Kuran’daki deyim hatalarının kabul edilmesi ile ilgili konuya tekrar geri dönecek olursak, Arap dilinin kişiliğini şiir alanında bulduğu karşılığını vermek zorunda kalırız. Şiir alanındaki kelime haznesinden çekilen bu kaynağın sınırlı olduğu ve örneğin hal kelimesi için kullanılan namarik sözcüğünün bilinmiyor olması ilginçtir. Savunmacımız, bu durumun doğruluğunu onaylar; ama bu durum lüksten ve sahte yaşamın inceliklerinden haberdar olmayan Arap soyunun sadeliği nedeni ile ortaya çıkmıştır. İlerleyen zaman içinde dil, araya giren yabancı kelimeler yüzünden bozuldu ve insanlar bu melez dilde ayetler yapmaya başladılar; Yarımada’nın eski şairliği öylesine taklit edildi ki, gerçeği sahtesinden ayırt etmek zorlaştı. Günümüz bilgili belagat bilimcileri bile sahteyi ayırt edemeyerek gerçeği yanlış anladılar. Dilin lütufkarlığı ve tazeliği ile birlikte yaşam işleri alanında sahip olduğu kapasitesi, Arap dilini herkesin anlayabileceği bir şekle soktu, öyle ki, sanattan uzak sürdürülen Arap yaşamına yabancı olan düşünce ve mecazlar eski kalıba sokulduklarını ileri süren bir dilin giysisine büründüler. Ve bu neden ile şimdi eski kalıplar içinde şiir yazan herhangi biri zarif bir iyilik görilirdi erek terfi etme isteği peşine düştü. Arapça ayet hiç bir şekilde ileri götürülmemesi için metninde değişikliler yapılarak bozuldu, aksi takdirde değiştirilmiş ve değeri düşürülmüş bir dil olarak Tanrısal gizemler ile ilgisi olan etkileyici kitaplar için uygun bir kanıta sahip olamazdı.

Kuran’da lüks ve sahte yaşam ile ilgili terimlerin kullanımı yeni bir konuyu ortaya getirir, yani, İslamiyet’in yayılmasına katkıda bulunan maddesel nedenler. Tarih ile yakın ilişkide olan herkesin bildiği gibi Araplar, ihtiyaçları karşılanmayan ilkel bir ırktılar; kertenkele ve benzeri yiyecekler ile beslenirler, kızgın yaz günlerinde barınacakları bir sığınak bulamazlar ve kışın soğuk rüzgarlarına aç ve çıplak olarak maruz kalırlardı. Şarap ve süt akan ırmaklardan, az bulunan, ender meyve ve yiyecek maddelerinden, brokar halılar üzerine atılmış ipek ve saten yayılı sedirlerden, kabukları içinde gizlenen incilere benzeyen hanımlardan, kadehler içinde çeşitli içkiler sunan yakışıklı uşaklardan, yanından çağıldayan derelerin aktığı ağaç gölgelerinden nasıl haberleri olabilirdi?—bu tür şeyler genellikle Kosroluların saraylarına ait zevklerdi. Ama eski İran’dan gelen yolcular bu harika lükslerin söylentilerini de ülkelerine dönerken beraberlerinde getirmişlerdi. Bu söylentiler kişilerde açgözlülüğe neden oldu ve açgözlülük aynı refahı elde etmek için savaşmaya yol açtı. Dostu, istilacı Müslüman ordusunun eski İran’ın seçme ürünleri ile dolu sepetlerini gasp ettiği zamanları hatırlayacaktı; ve bu lezzetli ürünleri tattıkları zaman, birbirlerine şunları söylediler,—Rab adına! Eğer uğruna savaşılacak bir İman olmasaydı bile, bu zevkler için savaşmamıza değerdi. Ve böylece Tanrı’ya karşı saygısızlık eden kafir bir ulusa karşı savaştılar ve Rab onlara bu ulus üzerinde zafer verdi. İnsanları öldürdüler ve evlerini yıktılar, çünkü ayaklandılar ve masum kanı döktüler. Rab de inatçı halkın günahlarına karşılık onları kışkırtarak birbirlerine düşürdü.

El Kındi, kirli ve değersiz motifler aracılığıyla İslamiyet üzerine getirilen çeşitli sınıfları birer birer saymaya devam eder. Bu sınıflardan birincisi, çevredeki Kildani deltasında (El Savad) yaşayan kaba, melez köylülerdi;—“Onlara Arap dilinde hitap edebilirsiniz, ve size karşılık verirken dillerini aynı bir papağan gibi hareket ettirebilirler; ama bu, onların melez köylüler oldukları gerçeğini yine de değiştiremez. Bazıları, yüreklerinde hala eski Yahudi ve Mecusi inancının tortu ya da süprüntüsünü muhafaza ederler. Diğerleri, o gün esen rüzgarın etkisi ile size kendileri, hayvani arzu ve duygulara sahip yaratılış ve Yaratıcıları arasındaki farkı söyleyemezler (Sure vii.180; xxv.45.), tarladaki hayvanlar ile birlikte yetişip büyüdüklerinden onlara benzemişlerdir,—hayır, aslında onlardan daha çok hata yaparlar ve daha da aptaldırlar.” Ayrıca putperest ırklar, ve Mecusiler ile Yahudiler de bulunmaktadır; değersiz ve sefil bir karaktere sahip bu kişiler İslamiyet’i kabul ederek zenginlik ve güce kavuşmaya göz dikmişlerdir ve bilgili ve onurlu kişiler ile bağlılık ilişkileri oluştururlar. Dünyada yaşayan bu iki yüzlü erkekler, Hıristiyan inancına göre yasak olan evlilikler elde ederler ve aynı zamanda odalık (cariye) alarak yaşamaya göz yumarlar. Bu sınıftan daha da ahlaksız olan bir sınıf mevcuttur; kendilerini tamamen bedenlerinin tutkularına teslim etmişler ve İslamiyet’i amaçlarına ulaşabilecekleri bir merdiven olarak kullanmışlardır. Son olarak bu şekilde daha kolay bir geçinme yolu bulmuş olan bir sınıftan söz edebiliriz.

“Şimdi bana söyle Dostum (Rab sana lütufkar davransın!), şimdiye kadar hiç bilgili, deneyimli, Kutsal Yazıları bilen, sağduyulu herhangi bir kişinin Hıristiyanlığı reddettiğini gördün mü ya da işittin mi? Bu tür dünyasal konulara sadece senin inancın ya da İsa’ya iman aracılığıyla elde edilen bazı zevk ve hazlar için ulaşmanın ne gibi bir değeri olabilir? Sen bu tür dünyasal konularda hiç bir değer bulmayacaksın; çünkü ayartılmış olanların dışında diğerlerinin hepsi inançlarında sabit ve güvenli olarak en lütufkar Egemenimizin yönetimi altında inançlarını ağızları ile duyurarak imanlarında devam ediyorlar.”

Burada inançtan dönenlerin ve sapkınların belirli sınıfları çok ağır ve acı ifadeler ile tanımlanırlar; Peygamberi hor gören ve gizli olarak iddialarını sorgulayan iki yüzlüler, Müslüman giysileri içinde bulunarak dışardan kendilerini beğenen ve böbürlenen kişilerdir. Kutsal Ruh’un üç kısma bölündüğünü ileri süren sapkınlar da mevcuttur; ileri sürdükleri bu kısımlardan birini İsa’ya, diğerini Musa’ya ve üçüncüsünü El Kındi’nin adını söylemekten bile tiksindiği belirli bir kişiye atfederler; —Muhammed’e bu konuda bir hisse ya da pay ayrılmamıştır. Bu kişiler dinsiz ya da putperestlerin en büyükleri ve en çok nefret uyandıran hizipçilerdi. Bu kişilerin dışında bir de eski inançlarına ait masum ve sadık kardeşleri üzerinde inançları ile egemenlik sürmek isteyen dinden dönmüş Hıristiyanlar da bulunmaktaydı. Kurtarıcımızın daha önceden söylemiş olduğu gibi kuzuları yağmalayan ve parçalayan kurtlar işte bu tür kişilerdi. Bu derin şeytani düşüncenin dile getirdiği hakaret ve küfürleri tanımlamak mümkün değildir. Hoşlarına giden her şeyi tanımlamak için gelenekler üretebilmeleri ile övündüler. Dostu, onların bu söz ile yaptıkları saygısızlık için ne diyecekti? Rabbin, Ebu Bekir’e şu sözleri gönderdiğini ileri sürüyorlardı: “Ey Ebu Bekir, senden çok hoşnudum; sen de aynı şekilde benden hoşnut musun?” Bu, eski bir öyküydü,—Kendisi hakkında yalanlar uyduran peygamber değil, peygamberin izleyicileriydiler. Namaza Davet (Ezan), Cenaze törenleri, Dualar, Oruçlar, Bayramlar, &c., gibi karşıt geleneklerin de çokluğu da aynı tarzdaydı. Tüm bunları ayrıntılar ile dile getirmek bezdirici olabilirdi ve Dostu zaten tüm bunların hepsini biliyordu. Bölüm, bu iki yüzlü ve küfür dolu yalanların sert ve kırıcı açıklamaları ile yaralar almıştır. Var olan Yönetim, İslam adı, Peygamberler, Kutsal kişiler, &c. gibi konularda bulunulan iftiralardan söz etmekten kaçınılmıştır. Ancak söz ile yaptıkları saygısızlıklar (daha önce sözünü etmiş olduğu küfür ve yalanlar) öylesine korkunçtu ki, bir yıldırımın ya da göklerin üzerlerine düşmesi ile yok edilmemiş olmaları hayret uyandırıcıydı. Ezilip yok edilmemiş olmalarının nedeni sadece Tanrı’nın merhameti ve tahammülüydü; onları esirgemiş ve tövbe etmeleri için kendilerine zaman tanımıştı.

El Kındi şimdi Müslüman gururuna yönelerek hitapta bulunur,—İslamiyet’in yüceltilmesi ile ilgili Dostu böyle bir teklifte bulunmuştur,—Müslümanlar, Her Şeye Gücü Yeten’in Yaratılış’tan önce Peygamberin adını, Müslüman iman ikrarı ile birlikte büyük Tahtın üzerine yazmış olduğunu ileri sürerler. Rabden başka Tanrı yoktur ve Muhammed Tanrı’nın elçisidir. El Kındi, latifeci bir kinaye tarzı ile bu adın büyük Tahtın üzerine neden yazıldığını sorar. Unutma olasılıkları göz önünde tutularak acaba meleklerin yararlanması için mi yazılmıştır? Yaratıcılarına övgü şarkıları söyleyen melekler Tanrı, ‘Işık olsun diye buyurduğunda’ O’nun işlerini unutabilmeleri acaba mümkün müydü? Ya da bu adın yazılması insanlığın yararlanması için olabilir miydi? Eğer nedeni buysa, o zaman yeryüzündeki insanlar Taht üzerindeki bu yazıyı nasıl görebileceklerdi? Ve Yargı Gününde gerçek zaten herkesin gözü önünde öylesine net olacaktı ki, gerçeğin görülmesi için herhangi bir yardım zaten gerekmeyecekti. Dostunun ileri sürdüğü düşünceyi değersiz bularak reddeder ve Dostunun bu tür görüşlere katılan herhangi bir arkadaşının bulunduğunu hiçbir zaman işitmediğini sözlerine ekler. Aynı şekilde herhangi bilge ve zeki bir Müslümanın da bu öyküyü reddedeceğinden emin olduğunu söyler. Bu düşünce Tanrı’nın maddesel bir taht üzerinde oturduğu gibi cismani bir kavrama sahip Yahudilerden ödünç alınmış olan mantığa aykırı, alçak ve onursuz bir düşüncedir.

“Sizin vaizlerinizin vaazlerine (sözlerine devam eder) şu toplu halde edilen dua ile başlamaları alışılmıştır:—Ey Rab, İbrahim ve İbrahim’in zürriyetini bereketlediğin gibi, Muhammed’i ve Muhammed’in zürriyetini de bereketle; ve bunu söyledikten sonra bereket şeklinde olan rica edebilecekleri her şeyi dilemiş olduklarını düşünürler. Şimdi bu Tanrı’ya karşı yapılan sonsuz saygısızlık ile bağlantılı olarak bir kişinin (Muhammed’in) adının En Yüce Olan’ın Işık Tahtında yazılmış olabileceğinin nasıl  hayal edileceğini düşünün ve yalnızca onun uğruna Adem’in ve dünyanın yaratılmış olduğunun söylendiğini aklınıza getirin,—böyle birinin adı ile İbrahim’in zürriyetini birleştirmek, tanıdığın bir kişiyi bu konuya dahil etmek olabilir, ama bu kişinin adını burada yazarsam bu benim dehşetten titrememe neden olacaktır. Ama İsrailoğullarının tüm diğer uluslar üzerindeki gerçek üstünlükleri Kuran’ın kendisinin çeşitli bölümlerinde tekrarlanır, örneğin: ‘Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle aleme üstün kıldığımı hatırlayın,’—(Sure ii. 47, 122), üstün hakimiyetinden sözünü ettiğin senin Efendin seni herkese üstün kılmayı tercih etti.” Ancak bunu yine de tartışmada karşı tarafın söz ve hareketlerinin kendi görüşünü savunmada kanıt olarak kullanılması (argumentum ad hominem) şeklinde ifade etti ve söyledikleri asla tekrarladığı kendi düşünceleri değildi. Çünkü o en başından beri ırk ya da üstün soy ile ilgili referanslara değinmekte özenli bir şekilde kaçınmıştı. Tüm insanlığın tek bir kandan geldiklerini ve ortak bir anne-babadan olduklarını biliyordu,—iki insan arasındaki farklılık sadece zihin ve fazilet konusunda mevcuttu. Hatta tüm bu söylemiş olduklarını ifade ederken bile cahil ve hain kişilerin üzerine atabilecekleri aşağılık iftira ve lekelere itiraz eder. Bunu yaparken, kraliyet evini, Peygamberin ailesini ya da ona ait herhangi bir soyu önemsememek ister gibidir.

El Kındi, şimdi kendisine uyarlaması tavsiye edilen çeşitli Müslüman törenlerine değinir. Günde beş kez namaz kılmak ve Ramazan ayında oruç tutmak gibi Dostunun Hıristiyan düzeni altında uygulanan ve daha tanrısal bir biçimde yürütülen bu görevleri şahsen bildiğini kendisine itiraf ettiğini söylemesi yeterlidir. Törensel temizlikler konusunda, Kurtarıcımızın, insanın içinde kirli bir mezar bulunurken dış temizlik ile uğraşmasının boş olduğu öğretişine ilişkin sözlerinden aktarmalarda bulunur. “Yüreklerinizde kan dökme, yağmalama, savaşta ele geçirilen kadınları tutsak etme arzusu varken, el ve ayaklarınızı yıkayıp dua etmenizin ne anlamı olabilir? Rabbimiz Mesih bize bundan daha iyi bir ders vermedi mi?—Dışınızın temizlenebilmesi için önce içinizi temizleyin. Sünnet konusunda dostuna kendi inancında olan kişiler ile birlikte kendisinin de Muhammed’in sünnetli olmadığını düşündüğünü hatırlatır. İsa’nın uygulama örnekleri ileri sürüldüğünde, İsa’nın sadece yasayı yerine getirmek amacı ile sünnet edildiği yanıtını verir; (Matta v. 17. Hezekiel xx. 25),Yasa, kurbanları, Sebt günleri v.b.(“iyi olmayan konumları ile”) Mesih tarafından yerine getirildikten sonra çok üstün düzen ve buyruklar açısından ortadan kaybolmuştu, çünkü yasa tamamen ruhsaldı (1. Korintliler vii. 19, Galatyalılar v. 2). kutsal Pavlus bize sünnetin hiç bir şey ifade etmediğini öğretir ve eğer sünnete güvenildiği takdirde, durum hiçbir şey ifade etmemekten daha da kötüleşir. Özetlenecek olursa hem temizlik hem de sünnet önemsiz konulardı. Eğer bu iki konu Hıristiyanlar tarafından uygulanırsa, bu uygulama bir zorunluluk olarak değil, yalnızca bir alışkanlık ve atalardan gelen bir adet olarak yapılırdı.

Domuz etinin yasaklanması ile ilgili konu ile Tanrı’nın her şeyi “çok iyi” yarattığı (Tekvin i. 31) gerçeğine dayanılarak mücadele edilir. Yaratılmış olan hiçbir şey kendi içinde murdar ya da yasaklanmış değildi; - sadece kendi kendine ölen ya da putlara sunulan hayvanların dışında—çünkü bunlar Rabbin buyruğu ile yasaya uygunsuz ilan edilmişlerdi. Musa’nın bu konudaki yasaklama kararının nedeni merak uyandırıcıdır. Mısırlılar, tanrı olarak inek gibi büyük baş hayvanlara ve keçilere tapınırlardı; ama aynı zamanda da bu düşüncelerine aykırı olarak domuz, at ve deve gibi murdar gördükleri hayvanları tanrılarına kurban olarak sunarlardı. Bu tür putperest düşünceli kişilere doğru yolu göstermek isteyen İsrailliler, gerçek Tanrı’ya kutsal hayvanları sundular ve etlerinin yenmesine izin verdiler. Öte yandan Mısırlılar tarafından murdar sayılan diğer hayvanların kurban edilmeleri de yenmeleri de yasaklanmıştı. Domuz konusuna gelince, deve, eşek ya da at eti gibi Muhammed’in izin vermiş olduğu tüm diğer hayvanların yanı sıra domuz etine neden izin verilmediği hakkında bir sebep mevcut değildi. Aslında bu, gerçekten önemsiz bir konuydu ve bu konuda herkes kendi üslup ve düşüncesine göre davranmakta özgürdü. Bu yasaklama, daha çok imanı bozan bir Yahudi olan Abdullah ibn Sallam’ın zararlı ve tehlikeli öğretişinden kaynaklanmaktaydı; ve Muhammed’in kendisi bu konuda hiç bir şekilde sorumlu değildi.

El Kıındi, Hac ve Mekke törenleri ile ilgili konuları incelemesi için Dostunun yaptığı çağrı ile adeta alay eder, çünkü Dostunun kendisini bir çocuk ya da bir ahmak yerine koyduğunu düşünür. “Sen bu tür törenlerin hali hazırda Güneşe-tapanların ve Hindistan’daki Brahmaların uygulamaları olduğunu bilmiyor musun? Putperest tapınaklarının etraflarında yalnızca bu tür törenler uygulayarak traş olmuş ve üzerlerinde giysi olmadan ya da ihram adını verdikleri bir giysi ile bir yerden hareket ederek tekrar aynı yere dönerek dairesel turlar yaparlar. Tek fark sizin bu dönüşü tarihi değişen bir dönemde yılda bir kez yapmanızdır; onlar ilk turu ilkbaharda sıcaklar başladığında, güneşe göre hesaplanan belirli konjonksiyonlarda iki kez, diğerini ise sonbaharda soğuklar başladığında yapmalarıdır.   Bu tür putperest törenlerin çıkış kaynakları bunlardır. Sen, Arapların bu tür törenleri Kabe’nin temelinden başlayarak uyguladıklarını bilirsin; ve senin Efendin, yalnızca bir değişiklik yaparak aynı uygulamayı sürdürdü; yolculuğun uzaklık ve yoruculuğundan dolayı Hac uygulamasını yılda bir kez ile sınırladı ve Hac töreni sırasında giyilen giyside toplum töresine ve edebe aykırı olan ne varsa iptal etti.  Böylece bu törende uygulananların hiç biri Güneşe-tapanların ve Hindistan’daki putperestlerin putperest törenlerinin hiç birinden farklı değildir. Ömer Kara Taş’ın yanında ve (İbrahim’in) Mevki’nde dururken kendisine atfedile şu sözleri aktaralım;  ‘Rab adına! Bu taşlardan hiç birinin yarar ya da zarar vermeyeceklerinin biliyorum. Ancak ben Peygamberin her ikisini de öptüğünü gördüm ve bu neden ile aynı şeyi ben de yapıyorum.’ Bu sözleri Ömer’e atfetme konusunda yanlış ya da doğru konuşmuş olsalar bile, taşların kendileri hakkında gerçeği söyledikleri kesindir.” Başın tıraş dilmesi, bedene giysi giyilmemesi, Kabe’nin etrafında emredilen şekilde turların yapılması ve Mina’ya küçük taşlar atılması gibi boş ve anlamsız törenler bazı kişiler tarafından Tanrılığa sunulan eylemler olarak savunuldu; ama Tanrı’ya sunulan tapınmanın, uygunsuz ve aptalca uygulamalar ile değil, Her Şeye Gücü Yeten’i hoşnut eden ve O’nun hizmetkarlarına öğretici hizmetler veren, mantığa uygun bir şekilde yürütülmesi gerekir. Eğer bunun aksi yapılırsa, kendi annelerini, kız kardeşlerini ve kız evlatlarını kendilerine eş olarak almalarının yasaya uygun olduğunu düşünen ve bunlara benzer başka iğrenç kötülükler yapan Mecusilerin itiraz edilen adetlerinden neden vazgeçilsin? “Ama üç kez ‘boş ol’ dedikten sonra tekrar evlenmenin yasallaştırılması gerektiğini bildiren sizin buyruğunuzdan daha kötü (ilave etme fırsatını vurgular) ne olabilirdi?; Çünkü bu buyruk aracılığıyla erdemli kız evlatların annesi olan, iffetli, yumuşak huylu ve zarif bir hanımın kendisi soylu bir aileden doğmuş olabilir ve yakın akrabaları tarafından saygı ve onur görür,—bu tür bir erdem ve saflık modeli, kocası ile evlilik ilişkisi yenilenmeden önce bu saf kişiliğini kiralanmış kadınlara karşı nezaket gösteren, şehvet düşkünü bir erkeğin kucağına neden terk etmek zorunda kalsın? Ne kadar tiksindirici bir yasa, Mecusilerin kötü adetlerinden bile daha iğrenç bir uygulama! Ve sen her şeye rağmen şimdi beni böylesine iğrenç bir buyruğu kabul etmeye davet ediyorsun. Eğer tarladaki hayvanların konuşma imkanları olsaydı, böyle bir buyruk karşısında duydukları utançtan çığlık atarlardı! Tanrı mantığımı ve doğamı böyle bir şiddete maruz kalmaktan korusun ve yasaklasın; Rab beni günahkarların arasından çıkartarak kurtardı!

“Beni, ‘kutsanmış ve harika yerler’ olarak adlandırdığın Kutsal yerleri ziyaret etmeye davet ediyorsun. Gerçekten ‘harika’ Dostum, bu yerler sağduyuya böylesine iğrenç gelen törenlere tanık olunan yerler değil mi? Ama ‘kutsanmış’ ifadesi konusuna gelince, bu yerler ziyaret edildiğinde, ziyaret eden kişinin üzerine ne gibi bereketler döküldüğünü bilmeyi çok isterdim. Hastalar, sakatlar, cüzamlılar, şeytan tarafından ele geçirilmiş olanlar,—bu kişilerden herhangi biri şimdiye kadar sözünü ettiğin o yerlerden hiç iyileşmiş olarak döndü mü? Bu tür şifa bereketleri yalnızca Hıristiyan imanına özgü olan bereketlerdir. Rabbin kulakları, içten bir hizmetkarının yüreğinden yükselen feryatlara açıktır, onları işitir; ve Mesih dua eden iki kişinin dua ettikleri konuda anlaşmış olmaları halinde dileklerinin yerine geleceğine söz vermiştir.” El Kındi, sonra daha belirgin bir gönül rahatlığı ile konunun ayrıntılarına girer. İnsanların Rabbin adını çağırmaya alışmış oldukları kiliseler, manastırlar ve diğer kutsal yerlerde Keşişlerin, Rahiplerin ve Tanrı’nın kutsal insanlarının başkaları adına yalvardıkları aracılık duaları sonucu gerçekleşen şifalardan söz eder. Bu tür aracılık duaları sonucunda alçak gönüllü ve dindar kişilerin üzerine bereketlerin indiğini ve hatta dönüş yaptıkları takdirde kötülerin bile kendilerine lütufkar davranılarak kabul edileceklerini bildirir; Yazarımız, Kaybolan Oğul benzetmesinden örnek verir.

“Dostum, şimdi senin ve benim İmanım arasında bir ayırım yap ve yanlış yola sevk edilmiş bir gayretin seni yanlış yönlendirmesine izin verme, çünkü bu şu okuyacağın ayet uyarınca şeytanın bir hilesidir: ‘Şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır (Sure xvii. 53).’ Sen beni (Rab sana merhamet etsin!) Meleklerin, Peygamberlerin, Kralların ve eski dönemlerde yaşamış kutsal kişilerin imrendiği, söz ile anlatılması imkansız bir bereketten ayrılmaya ve canımın nefret ettiği ve mantığıma tamamen karşıt olan bir kötülüğe davet ettiğinin farkında değil misin? Eğer bu davetini uygun bulmuş olsaydım, sadık olanların arasından ayrılmam gerekirdi.”

“Ve sen sonra beni ‘Rabbin Yoluna girmeye’ davet ediyorsun, yani, diğer dinleri benimsemiş olan kişiler, ‘Rabden başka Tanrı yoktur ve Muhammed O’nun Hizmetkarı ve Elçisidir’ diye ağızları ile itiraf edene kadar insanlığı tutsak etmemi, kılıç darbeleri indirerek diğer dinlere karşı savaş sürdürmeye çağırıyorsun; ya da kabul etmeyi reddettikleri takdirde kendi rızaları ile ‘haraç ödeyene ve alçalana kadar beni bu savaşı sürdürmeye davet ediyorsun.’ Sen gerçekten (Rab seni aydınlatsın!) de benim şeytana hizmet edip onun işlerini görmemi istiyorsun. Merhametten mahrum edilmiş olan ve önce insanın aklını çelerek onu ayartan ve sonra onu nefret ve acılık ile doldurarak kendi elinde bir araç haline getiren ve böylelikle cinayet, kölelik ve yağmacılık gibi şeytani amaçlarını icra eden İblis’e mi hizmet etmemi istiyorsun?

“Şimdi senin Tanrısal olduğuna inandığın Kitabın aralarında çelişkiler bulunan iki bölümünü nasıl bir araya getirip uzlaştıracağını bana açıkla. Birinci bölüm,—‘Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır (Sure iii.104).’ Tekrarlanıyor:—‘Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir (Sure ii. 272).’ Ve yine daha etkili olarak şu ayete yer verilmiştir:—‘Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi elbette topyekun iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimse iman edemez.’ (Sure x. 99, 100). Bu buyrukların insanlara güç uygulamak konusunda ne kadar aykırı olduklarını görmüyor musun? De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kuran) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.(Ey Muhammed!) Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.’ (Sure x.108, 109). Benzeri konuda bir diğer bölümde şunları okuruz:”Rabbin dileseydi, insanları aynı inanca bağlı tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı” (Sure xi. 118). Burada senin Efendin tekrar tüm insan soyuna merhamet ile gönderilmiş olduğunu üzerinde durarak tekrar eder. Adam öldürmek, yağmacılık yapmak, insanları tutsak etmek ve ‘Merhamet!’ Yahudiler, senin Kitabını kendi içinde çelişkilere yer vermek ile suçluyorlar. Ben bu Kitap hakkında böyle hakaret dolu ve utandırıcı bir ifade kullanmayacağım; ama Dostum, söylemek istediğim tek şey senin kendin ile çelişmekte olduğundur. İmanının tanrısal olduğunu dile getirmekten hiçbir zaman yorulmuyorsun ve yılmıyorsun; ve şimdi hemen temiz olana dön ve söylediklerinin aksini konuş; çünkü tüm bu eylemler, - öldürmek ve kan dökmek, yağmacılık ve soygunculuk,erkeklerin ve kadınların köle yapılması—Şeytanın işlerinden başka nedirler?

“Musa ve Yeşu’nun örnekleri üzerinde durulduğu takdirde, ben görevin haklı çıkarılması için onların yapmış oldukları mucizeler gibi belirtiler talep ederim. Onlar ayrıca putperestlere karşı da savaştılar. Ama burada savaşın dehşetleri, kan dökülmesi, yağmacılık ve kölelik masumlara, hayır, hatta Tanrı’nın öz halkına—Tanrı’nın buyruklarını yerine getiren, canını ve bedenini O’nun hizmetine adayan, Mesih’e iman eden ve O’na tapınan ve doğru yola yönlendirilen—karşı uygulanmaktadır. Tanrı halkının önderleri hem bu dünyada hem de gelecek olan çağda kutsanmış ve ün sahibi kılınmışlardır.

“Sen hala tüm bu gerçekleri kabul etmiyor ve inancına ‘Rabbin Yolu’ demekte ısrar ediyorsun. Böyle bir yolun O’nun yolu olmasını ya da O’nun çocuklarının bu tür suçlar işlemelerini Tanrı yasaklasın! açıklama yaptın,—‘Dinde sınırlama olmasın.’ Ve aynı konu tekrarlanır,—‘Kendilerine kitap verilenlere ve ümmilere (kendilerine kitap verilmeyenler ve Arap müşrikleri) de ki:Siz de İslam’ı kabul ettiniz mi? Eğer İslam’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkı ile görendir (Sure iii.20).’ ‘Eğer Allah dileseydi, bunların arkasından gelen (örneğin İsa ve öğrencilerinden sonra) milletler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler. Onlardan inananlar da vardı, inkar edenler de. Yine Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lakin Allah dilediğini yapar.’ (Sure ii.253)  Ve senin Efendin, bir kez daha İnanmayanlara (Kafirlere) hitap ederek şöyle der: ‘Sizin dininiz size, benim dinim banadır.’ Ve son olarak,—‘Kitap ehli ile ancak en güzel bir yol ile mücadele edin (Sure xxix. 46).’ Ve sonra hepsi ile karşı karşıya kalarak, halkını insanlığa kılıç ile saldırması, onları yağmalaması ve esir alması için harekete geçiriyorsun. İslam inancını şiddet yolu ile ve kendi iradelerinin dışında kabul etmeleri için zorlayabiliyorsun. Bu iki yönden hangisini izlemem gerekiyor? İlkini mi, sonuncusunu mu?

“O zaman sen bu durumda metinlerin iki kısmından birinin diğeri tarafından iptal edildiğini söyleyeceksin. Ama hangisinin iptal ettiğini ve hangisinin iptal edildiğini gösteremezsin. Bu konuda herhangi bir kanıtın olmadığını ve kesin bir bilgiye sahip olmadığını itiraf etmen gerekir. Ve ayrıca birini diğeri ile karıştırman da mümkün olabilir. Gerçek ve sahte arasındaki farkı nasıl görebiliriz? Çünkü her ikisi de senin Kitabında yer alan bölümlerin her iki kısmı da birbirlerine tamamen karşıt olan bir anlam içerirler. Ve senin gerçek olduğunu düşündüğün ve ona göre hareket ettiğin kısım, sahte olan kısım olabilir ve bu neden ile bu kısımdan vazgeçilmesi gerekir, öyle ki, her ikisi de birbirlerine tamamen karşıt olduklarından hiç biri Rabbin buyruğu olamaz.

“Ve, şimdi, lütfen bana söyle,—senin Efendin olmayan bir vaizin kutsal ya da kutsal olmayan herhangi bir kitabında iman ikrarını zor kullanarak kabul ettiren ya da vicdanlarına ters düşmesine rağmen insanları kılıç, tehdit, yağmacılık ve kölelik yolu ile iman etmeye davet ettiğini hiç okudun mu, ya da böyle bir şeyi hiç işittin mi? Nefret edilen Mecusiler bile esinlemenin Saylan tepesinde Zerdüşt’e indiğini ileri sürerler ve Kashtasaf ve halkı tekrar yaşama döndürülen ölü at mucizesini ve Zendavesta’nın on iki cildinin insanların konuştuğu her dilde açıklandığını (ancak yine de bunun anlamı sorulduğunda hiç kimse yanıt veremez) gördüklerinde inandılar. Aynı şekilde Hindistan’da Bood tarafından işlenen Anka kuşu mucizesi gerçekleştiğinde, kuşun bağırsaklarından genç bir kız ortaya çıktı, ve bu mucize aracılığıyla Bood’un tanrısal bir imaj ve öğretişinin doğru olduğuna dair peygamberlik ve tanıklık edilmiş oldu. Bunlar yalnızca örneklerdir. Ve böylece Dostum, tarih boyunca, senin Efendinin dışında gerçek ya da sahte herhangi bir kanıt türünde ilerleme göstermeyen, doğruyu ve yanlışı tartan hiçbir öğretmenden söz edilmediğini göreceksin. Çünkü benim görebildiğim kadarı ile senin Efendin kılıç dışında hiçbir kanıt kullanmadı. Ve yine senin Efendinin dışında hiç kimse ayağa kalkıp şu sözleri söylemedi,—“Beni bir Peygamber ve Tanrı’nın Elçisi olarak kabul etmeyen kişi, öldürülmeli, malları yağmalanmalı ve kadınları ve çocukları esir olarak alınmalıdır;—ve tüm bunları en ufak bir kanıt olmaksızın söyledi!

“Kutsanmış Kurtarıcımızın hizmetine gelince, bu hizmet burada diğer hizmet ile kıyaslanamayacak kadar kutsal ve üstündür. Sen bu konu hakkındaki her şeyi biliyorsun. Şimdi söyle Dostum, senin zekana ve kültürüne sahip birinin benim gibi yaşamını insanlara ve olaylara adamış birinden bunun gibi bir inancı kabul etmesini nasıl istersin? Kurtarıcının sözlerini gece gündüz okuyan ben—O, benim giysim ve Doğruluğumdur—böyle bir inancı nasıl benimseyebilirim? O’nun lütufkar sözlerine kulak ver:—‘Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. Öyle ki, göklerdeki babanızın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem de eğrilerin üzerine yağdırır.’ Bu kutsanmış Merhamet ve Lütuf imanı ile beslenip büyümüş olan ben Kurtarıcımın sözleri kulaklarımda çınlarken, etimin, kemiklerimin, kanımın ve tüm yaşamımın bir parçası haline gelmişken, yüreğimi sertleştirmem ve isyan etmem, insanlığın Düşmanı ve Katili olan İblisin benzeyişine dönüşmem mümkün mü? Tanrı esirgesin! Her Şeye Gücü Yeten’in eli tarafından biçimlendirilen Adem’in tohumundan gelen ve En Yüce Olan’ın suretinde yaratılmış olan kendi çocuklarımı kılıç darbesi ile öldürmem mümkün mü? En Yüce Olan şöyle der: ‘Ben, bugün ve yarın günahlarının içinde olan günahkarın ölümünü istemem, eğer tövbe eder ve günahlarından dönerse, onu şefkatli bir Baba olarak kabul edeceğim.’” Burada söylenen bu sözlerin ardından, bizim doğamızı almış olan ve Tanrı’nın Oğlu olduğu için meleklerin kendisine tapındığı, gökyüzünde ve yeryüzünde en üstün güce sahip bulunan ve bizim doğamızı almış olan bu Tanrı’nın Oğlu aracılığıyla insanlığa ihsan edilmiş görkem ve onurun parlak bir tanımı yapılır,—Yüce Ağabeyimiz, Baba Tanrı’nın sağında oturmaktadır ve daha sonra insanların, meleklerin ve şeytanların yargıcı olarak gelecektir. “Dostum, sen benim O’nun lütfunu ve iyiliğini geri çevirerek aralarından biri olduğum insanları köleler haline getirerek onları yok etmemi mi istiyorsun? Bu davranışım, Tanrısal doğa ile ilişkisi olan insanları aşağılamak olacaktır. Tanrı böyle yanlış bir tutumdan beni esirgesin! Tanrı’ya saygısızlık etme önerisini reddediyorum ve Rabbin gazap ve öfkesinden yine Rabbin kendisine sığınıyorum!”

Savunmacımız, Dostunun bir karşılaştırma yaparak Tanrı’nın insanlığa ölüm, kıtlık ve benzeri felaketleri gönderdiği konusundaki ısrarlı ifadesine şu yanıtı verir (ancak yanıtı daha önce Dostunun vermiş olduğu yanıt gibi çocuksu değildir; ‘Can hakkında’ yürüttükleri daha önceki bir tartışmada Dostu, tüm bu olayları Tanrı’nın böyle yaptığını ileri sürmüştü):—“Rabbin, ölüm ve felaketleri hizmetkarlarının üzerine göndermesinin nedeni, insanlardan nefret ettiği ve onları incitmek istediği için değildir, çünkü o zaman insanları yaratmasının bir amacı olmazdı ve onları lütfu ve merhameti ile doldurmak istemezdi (ancak Tanrı’nın insanları lütfu ve merhameti ile doldurmak istediğini biliyoruz), Tanrı, insanları bu geçici ve kusurlu yaşamdan alarak gökyüzündeki kutsanmış yaşam ile bereketlemek istiyor. Dostum, senin söylediklerinin aksine bu sıkıntı ve felaketlerin anlamı, insanların sonraki yaşamda alacakları ödüle hazırlanmaları için yaşamaları gereken bir denemeden ibarettir;—usta ve lütufkar bir doktor da aynı şekilde hastalarını iyileştirmek için acı ilaçlar ve mide bulandıran şuruplar verebilir; hastanın iştahı kapanabilir, hatta acı ile dağlanabilir; ya da bir uzvu keskin bir bıçak ile kesilebilir. Bir doktorun bu müdahaleyi nefret ya da düşmanlık duygusu ile yaptığını hiç kimse söyleyemez. Doktorun müdahalesinin nedeni, hastasını çektiği acıdan ve hastalığından kurtarmak ve ona sağlığın getirdiği bereketleri sunmaktır. Ancak bu noktada şunları söyleyebilirsiniz: Tanrı, insanı bu sıkıntılar olmaksızın mutlu olarak yaratabilirdi. Bu düşünceye elbette katılıyorum, Tanrı bunu yapabilirdi: hatta bunun dışında bu yeryüzünü hiç yaratmayabilirdi. Ve Cennete insanı ondan hiç bir çaba talep etmeden ve deneme ya da sıkıntıya izin vermeksizin öncelikli olarak yerleştirebilirdi. Ama Tanrı, egemen bilgeliği ile dünyayı yarattı; bu yaşam bir yolculuktur ve bizler ‘yolun Oğulları’ olarak, O’nun bizi gökyüzündeki sınırsız huzur ve mutluluk Evindeki ödülümüze kavuşturmadan önce, bir süre için sıkıntı ve açlık ile denediği bu dönemdeki geceyi sanki bir han ya da oteldeymiş gibi dinlenerek geçirmeliyiz.

“Şimdi senin, beni kendisini izlemeye davet ettiğin bu Efendin, erkekleri ve kadınları öldürdü, köle yaptı, kamçı ile cezalandırdı ve ülkelerinden sürdürdü ve tüm bunları yapmaktaki amacı, onları daha iyi bir konuma yükseltmekti,—buna inanamıyorum! En Yüce ve Kutsal Olan’ın örneğini izleyerek ihtarda bulunurken ya da öğüt verirken, sabırlı, nazik ve lütufkar olması gerekmez miydi? Ancak o böyle davranmadı ve böyle bir amaç ile ilgilenmedi. Tüm davranışlarının hedefi, kendisinin ve izleyicilerinin değerini yükseltmekti; egemenliğini kendisine ait olan şu sözlere göre kurmak istedi,—Küçülerek (boyun eğerek) kendi elleri ile cizyeyi verinceye kadar savaşın (Sure ix.29). Benim basiretli Dostum, şu gerçeğin farkında değil misin? Senin Efendinin arzusu insanları, imansızlıktan imana getirmek değildi ve onların refah yada mutlulukları ile de ilgilenmiyordu; niyeti, tüm diğer fethetme arzusunda olan kişilerin niyeti gibi sadece egemenliğini genişletme arzusuydu. Ancak yine de senin kutsal olduğuna inandığın Kitapta, kendisine şu buyruğun verildiğini bildirir,—‘Kitap ehline ve diğer uluslardan olanlara İslamiyet’i kabul edip etmediklerini sorun…ve eğer size sırtlarını dönerlerse, o zaman senin görevin sadece mesajı iletmek olacaktır.’ Kendisine ağzı ile vaaz etmesinin buyrulduğunu ve kılıç darbeleri vurmasının yasaklandığını algılamıyor musun? Dostum, Rab şimdi seni aydınlatsın ve bu ikilemden sıyrılarak iki müşkül tercihten doğrusunu seçmen için güçlendirsin!”

El Kındi bundan sonra iki dinde yer alan Şehitlerin çabalarını karşılaştırır. “Savaşta ölen kişileri Şehit olarak adlandırmanıza çok şaşırıyorum” der. “Hiç kuşkusuz, Mesih’in izleyicilerinin tarihçeleri konusunda yazılanları okumuşsundur; bu kişiler Pers Kralı’nın işkenceleri ve başka yerlerdeki zulümler altında baskıya uğrayarak öldüler. Öldürülen bu kişilerden hangileri Şehitler olarak anılma konusunda daha değerlidirler? Mesih’in izleyicileri mi, yoksa dünya ve dünyanın gücü uğruna savaşarak ölen senin insanların mı?” Sonra Hıristiyan olduklarını itiraf eden kişilere acı verilerek uygulanan çeşitli barbarlık ve ölüm türleri hakkında bir tanıma yer verir. Öldürülen kişilerin sayıları arttıkça, iman daha hızlı yayıldı; öldürülen bir kişinin yerine yüz kişi iman etti. Bu tür barbarca olayların birinde çok sayıda kişi öldürüldüğü zaman, biri krala şunları söyledi: İman edenlerin sayısı azalmak (senin düşüncenin aksine) yerine, çoğaldı. Kral, hayret içinde, ‘Bu nasıl mümkün olabilir?’ diye sordu. Saray mensubu, krala şu yanıtı verdi: “Dün öldürttüklerinizin sayısı şu kadardı, ama iman edenlerin sayısı aniden ölenlerin sayısının iki katına çıktı; ve olayı izleyen kişiler, öldürülen imanlılara gökyüzünden bir adamın göründüğünü ve onları son anda güçlendirdiğini söylüyorlar.” Saray mensubunun anlattıklarının doğru olduğunu gören kral, bunun üzerine iman etti ve imanlılara çektirilen zulüm sona erdi. Öldürülen bu kişiler için yaşamları çok önemli değildi; bazıları canlı canlı kazık üstlerine oturtuldular, diğerlerinin uzuvları ise birbiri ardına teker teker kesildi. Bazıları vahşi hayvanlara yem yapıldılar, bazıları ise ateşe atılarak yakıldılar. Bu durum, Hıristiyan olduklarını söyleyen kişilerin yazgısı olarak uzun süre devam etti. Herhangi başka bir dinde bu tür olayların benzerine rastlanmaz. Tüm bu zulümlere sadakat, hatta sevinç ile tahammül edildi. Şimdi sözünü edeceğim öykü, çok sıkıntılı bir olayın ortasında bile gülümseyebilen biri ile ilgilidir:—bu kişiye, “Sana getirilen su soğuk muydu?” diye sordular. Şehit,”Hayır, değildi” yanıtını verdi, “ama bir genç yanımda durdu ve yaralarımı sardı; gülümsememin nedeni budur; çünkü duyduğum acı anında yok oldu ve benden uzaklaşarak sanki bana işkence edenlerin içine girdi.” Bu noktada şöyle diyebilirsiniz: ama tüm bunları yapan bu Melek, bu güce sahipken neden işkence eden kişilerin ellerini durdurmadı ve onların tövbe edip iman etmelerini sağlamadı? El Kındi, bu soruya şu yanıtı verir: Doğru, eğer Tanrı böyle istemiş olsaydı, tüm insanları iman etmeleri için zorlayabilirdi; ama görkemi, özgür iradeye sahip olmasından kaynaklanan insanlık o zaman bu görkeme sahip olamazdı ve sürekli olarak mucizeler gösterilmeden kanıtlanması gereken itaat gayreti de yok olmuş olurdu. Çünkü mucizeler yalnızca ilk dönemde yaşamış olan imanlıların imanlarını yetkinleştirmek için gerekliydiler. Ama şimdi bu tür müdahaleler, itaatin özgür ve zihinsel kanaati temel aldığını göstermek için geri alınmışlardır. Ve eğer bu tür kanıtlara sahip olan insanlar, mucizeler görmedikleri takdirde gerçeği reddederlerse, Rab onları kendi yanılgılarının içinde bırakarak terk eder.

Ancak tüm bu söylediklerine rağmen Savunmacımız  görünmeseler bile mucizelerin gerçekleşme gücünün Hıristiyan kilisesinde yine de mevcudiyetini halen sürdürdüğü görüşüne sahiptir; ve mucizeler, tüm dinler içinde yalnızca Hıristiyanlıkta yer almaktadırlar. Savunmacımız, mucizeleri kendi gözleri ile görmüş ve yeterli kanıtlara dayandıklarını kendi kulakları ile işitmiştir. Kendi kutsal yerlerinde, Hıristiyan Şehitlerine adanmış mezarlarda ve kiliselerdeki ruhban sınıfı ve manastırlardaki keşişler aracılığıyla sağlanan şifalar aynı zamanda şehitlerin kemiklerinde ve cesetlerinde de görülmüştür. Bu durum Muhammed’in ülkesinin dışında Doğu ve Batıdaki her ülkede aynıydı, çünkü sadece Sergius ve Bahira’nın dışında Arabistan’da hiç bir zaman bu gruba ait herhangi bir öğretmen var olmamıştı.

El Kındi, sözlerine devam eder: “Dostum, şimdi tarafsız bir göz ile bak ve bana ciddi olarak yanıt ver; bu iki gruptan hangisi ‘Rabbin yolları uğruna’ öldürülmüş bir şehit olarak anılma iddiasına sahip olabilir? İmanını reddetmektense, ölmeyi göze alan mı,—kendisine ‘secde et ve güneşe ve aya ya da gerçek Tanrı yerine insan elleri tarafından gümüşten ve altından yapılmış putlara tapın’ dendiğinde,—yaşamını teslim etmeyi seçen, zenginliği terk eden ve hatta eşini ve ailesini ikinci sıraya koymak gibi fedakarlıklara razı olan kişi mi gerçek şehit olarak adlandırılır yoksa her şeyi ve herkesi tahrip edip viraneye çeviren, yağmacılık ve soygunculuk yapan, insanları öldüren, kadınlarını ve genç kızlarını yasa dışı şekilde bağrına basan ve sonra da bu kötü eylemlerini ‘Rabbin yolları uğruna Cihat’ olarak adlandıran ve kendisine öldüren ya da öldürülen denilen kişi mi ‘Cenneti miras almıştır?’ Dostum, bu konuda doğru bir yargıya var! Eğer bir evi soyan bir hırsız bir kuyuya düşecek olursa ya da üstüne bir duvar yıkılırsa ya da evin sahibi harekete geçerek hırsızı ölümüne neden olacak şekilde döverse, kiralık katillere ödenen para bir hak olarak talep edilebilir mi? Ben hiç bir Cadhee’nin böyle bir karar vereceğini düşünmüyorum. O zaman insanlar Cennetteki evlerinde nasıl güvende ve huzur içinde yaşayacaklar—birbirlerinin kimler olduklarını bilmeyecekler; yağmalayan, tutsak kılan ve ırza tecavüz ederek gaspta bulunan kişiler esenlik içinde nasıl bir arada olacaklar? Ve sen bunlara razı olmadığın halde Rabbin önünde kendini alçaltmak ve suç için bağışlanma dilemek yerine öldüren ya da öldürülen biri için o kişinin ‘Cenneti hak ettiğini’ söyleyebiliyor ve onun ‘Rabbin yolları uğruna şehit olan’ biri olarak adlandırabiliyorsun! Eğer vardığın yargı bu ise, bu yargı, Adem’in ve soyunun en başından beri düşmanı olan Şeytanın yargısından başka bir şey değildir. Ama ben çok iyi biliyorum ki, senin hem mantığın hem de yargın bu tür bir hata yapmanı yasaklayacaktır.”

Savunmacımız, kullandığı ifadenin ateşliliğinden dolayı özür dilemek için ara verir. Çakmak taşına çelik ile vurulduğunda, taştan kıvılcımlar çıkacaktır. Bu tartışma alanının genişlemesine dostu neden olmuştur; ve her ikisi açısından da kayıt ve koşula bağlı tahammüle büyük ihtiyaç duyulmuştur. Ayrıca, bu tartışmasını sürdürürken belirlediği amacı, yalnızca arkadaşı için değil, bu kitabı okuyacak olan herkes için tasarlanmıştır.

Konuşmasına ait bir motif olduğuna inandığı geçici sevinçler hakkında bu sevinçlerin, geceleri görülen bir rüya gibi çabucak gelip geçtiklerini ya da  bir şimşeğin kendisini izleyen bir seyircinin gözünü bir an için kamaştırdıktan sonra onu daha koyu bir karanlıkta bıraktığını söyler. Bu durum, mantıklı ve ölümsüz bir varlık için hedeflenen son nokta değildi. Tanrı’nın kutsal insanları bu tür çekiciliklerden özgür kılınmayı tercih ettiler. Kuran, bize, Her Şeye Gücü Yeten’in “Cinleri ve insanları ancak kendisine kulluk etmeleri için yarattığını” söyler (Sure li.56). İnsanın gerçek yaratılış nedeni buydu: Ve şimdi Dostu tüm bu gerçeklere rağmen dönmüş, tutarsız bir şekilde onu bu yem ile avlamaya çalışıyordu,—Hoşuna giden iki, üç ya da dört kadın ile ve şarta bağlı olmaksızın cariyeler ile evlen; Mantık ya da açıklama sınırlaması tanımayan hayvanlar gibi ye, iç ve yaşamın tadını çıkart. “Eşlerin değiştirilmesi” ve özellikle “üç kez tekrarlanan boşanma” gibi konulara gelince, o zaten önceden bu konular üzerinde durmuştu,—“üç kez boşanma”, kötülüğe yol açan iğrenç bir şeydi ve peygamber Yeremya ve diğer tüm iman ikrarları ve uluslar tarafından ağır bir dil ile itham edilmişti (Yeremya iii. i. Yasa’nın Tekrarı xxiv. 4); ve karşı çıkan bu konu üzerinde daha fazla durarak kitabını kirletmeyecekti.

Yazarımız şimdi İslam’a karşı ileri sürdüğü tartışmasının sonuna yaklaşırken, tartışmalarının özgür davranışı içindeki bağışıklık garantisini şükran ifadesi ile onaylar. Kurtarıcımız bizi gerçekten yalnızca beden üzerinde güce sahip olandan korkmamaya, hem canın hem de bedenin Yaratıcısından korkmaya davet eder. El Kındi, her şeye rağmen, kendisinin yaptığı gibi her zaman zayıfları koruyan ve onun merhametli ve güçlü egemenliğinin asası altında Hıristiyan topluluğunun refah ve güvenlik içinde dinlendiği Sadık Olan’ın Komutanının adil ve yansız kuralından ek bir özgürlük ve güvenlik kazanmıştı. Ve o, sadık hizmetkarlarının dualarını yanıtlayan Rabbe, hem muhterem Halife’ye hem de ailesine dünyasal her bereketi ihsan etmesi için yalvarışta bulundu.

Dostunun, kendisi ile ayrıcalıklı Kındi doğumunun egemenliğinin ve ünvanının getirdiği onur ve saygınlığı paylaşması konusunda Savunmacımıza yaptığı davete bir kez daha işaret eden Savunmacımız, Rabbin gerçekten dostu Halife’nin ve akrabalarının üzerine tüm onur ve ayrıcalıkları ihsan etmiş olduğunu söyler; ve onun Peygamberin evinin Abbasi soyunda uzun süre bozulmadan, güvenlikte kalacağını bildirir. Ancak, kalıcı görkem konusunda yalnızca kutsal yaşamdan dirilen bir kişinin var olduğunu açıklar. Peygamberin kendisi, halkına hitap ederek şunları söyler: “Ey sizler, Abd Menaf’ın soyu! Doğum ve saygınlığın ne size ne de bana hiçbir saygınlığı olmayacaktır: aranızda en iyi olan, en kutsal olandır.” Ve gerçekten de Tanrı’nın kutsal insanları, ırkları, taşıdıkları kan ya da dünyasal konumları ile genellikle övünecek bir şey bulamazlar; soylulukları, Tanrı’ya duydukları saygılarıdır; mirasları, gelecek olan dünyadır. Savunmacımız, atalarının soyunu sergilemek gibi bir arzuya sahip değildir. Bir zamanlar, yetkileri tüm Arabistan üzerinde onaylanan Beni Kinda’nın Krallarının soyundan geliyor olması kendisi için bir şey ifade etmemektedir. Aynı Elçi Pavlus’un söylemiş olduğu gibi: Övünen Rab ile övünsün! Bu tür bir övgünün dışında herhangi hiçbir hırsa sahip değildi. O, sonsuz yaşam olduğunu bildiği Mesih’e duyduğu iman ile övünüyordu.

Haşimi, yargı Gününde, Peygamberin savunmasına duyulacak olan ihtiyaçtan söz etmişti; Peygamber o gün yüksek ses ile şöyle diyecekti: “Bu kişiler benim akrabamdır. Bunlar benim halkımdır!” Ve Peygamberin yapacağı bu aracılık yargı gününde hakim olacaktı. El Kındi’nin yanıtı şöyle olur, “Sevgili Dostum, gözlerin kapalı uyuyor musun, ya da hayal mi görüyorsun, neden yaşlılığa özgü bu tür bunakça sözler söylüyorsun? Rabbimiz İsa Mesih’in—aynı konuda senin kendi Kitabın da tanıklık etmektedir—o yargı Gününde tek Yargıç olacağına dair kuşku duymaktan söz bile edilemez; O, doğruluğun en net kuralı ile her insana yaptığı her kötü ya da iyi eyleme uygun olarak karşılık verecektir. O zaman geçerli olan tek şey, doğruluk olacaktır.” Dostunun aklını, dünyanın yalan söyleyen boşlukları ile ayartılmasına izin verme. Yürüyüş çabuk ve süratli geçer; ölüm yakındadır; gün yaklaşmıştır. Bir gün hepimizin yargı kürsüsünün önünde durmamız gerekecek ve o zaman tövbe, bahane ve yalvarışlar için artık çok geç kalınmış olacak. Ve yazarımız böylece yalnızca ana hatlarını vermeyi yeterli gördüğüm içten ve kişisel bir yaklaşım ile satırlarına son verir.

Sonra şöyle devam eder: “Sen beni iman ve uygulamanın Kolay yoluna davet ediyorsun. Eyvah, ne kadar yazık! Oysa bizim Kurtarıcımız, Müjde’de bize şunları söyler, Ve size buyrulan her şeyi yerine getirdikten sonra şöyle deyin: Biz değersiz kullarız; sadece bize verilen buyrukları yerine getirdik, bunu yapmak ile övünebilir miyiz? Rabbimiz İsa Mesih şöyle der: ‘Dar kapıdan girin, çünkü yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir. Bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar azdır.’ Dostum, Rabbin sözünü ettiği bu kapı, senin genişliğinden ve kolaylığından bahsettiğin bu kapıdan ne kadar değişiktir. Ve senin imanın aracılığıyla sunulan eşler ve genç kızlar ile hoş vakit geçirmenin sağladığı keyiften ne kadar farklıdır.” Sonra, Tanrı’nın, arkadaşını bu tür hile ve hatalardan kurtararak doğru yola yönlendirmesi ve onu, çevresini saran karanlıktan çıkartarak Müjde’nin harika ışığına yerleştirmesi için dua eder. Bu tür dualar (sözlerine ekte bulunur) insanların her çeşit sorunları ve koşulları için Hıristiyan kilisesi tarafından sürekli bina edilirler,—günahkarların tövbe etmesi ve sadık olanların bina edilmeleri için dileklerde bulunulur. “Rab aynı şeyi senin ve tüm kardeşlerin için yerine getirsin!”

Yazarımız, şimdi çifte itirazı yanıtlamak için sözlerine devam eder,—Üçlü Birliği onaylamak ve Çarmıh’a tapınmak, bunların her ikisi de “küfür ve yanılgıdır”. Yazarımız, birinci itirazı (daha önce son şeklini belirtmiş olduğu) burada kısaca ele alır. Müslümanlar, Üçlü Birlik öğretişini, takhlit (özde karışıklık) olarak adlandırırlar, ama böyle yaparken aslında anlayamadıkları her şeyi şu özdeyişi esas alarak adlandırmaktadırlar, İnsan anlamadığı her şeyin düşmanıdır,—“Rab bizi bu tür bir ilkeye karşı savunsun!” Takhlit olarak adlandırdıkları, Yaratılıştan önce var olan sözü edilemez ve ağza alınamaz bir gizemdi; melekler, seraflar ve Tanrı’nın peygamberleri ve kutsal adamları Oğul’un kendisi gelene ve bu sırrı tam olarak açıklayana kadar küçük bir ima ile bildirilen bu gizemi anlamayı çok istediler;  - Rab, bu sırrı şu sözleri ile açıkladı: “Gidin ve tüm ulusları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adında var olan gerçek ve mükemmel bilgiye çağırın.” Elçiler, bu görev ile ilgili buyruğu doğrudan O’nun kutsal dudaklarından aldılar ve bize ulaştırdılar; imanlı toplulukların tümüne belirtiler ve mucizeler eşlik etti ve biz çağın sonuna kadar Tanrı’nın lütfu aracılığıyla aynı şeyi yapma konusunda kararlıyız.

Çarmıha tapınma konusunda yöneltilen itiraz, daha büyük bir boyutta yer almasına rağmen burada kısa bir şekilde yanıtlanabilir; Tapındıkları Çarmıh değildi, bir sembol olarak çarmıhta var olan güce, Çarmıh aracılığıyla ortaya çıkan kudrete ve Çarmıh sayesinde işleyen kurtarışa önem verilmekteydi. “Çarmıha duyduğumuz saygı, kraliyet sembollerine duyduğumuz saygıya benzetilebilir; örneğin İsrailoğulları, antlaşma sandığına saygı duyuyorlardı, ama saygı duydukları sandığın yapıldığı tahta malzeme değildi, bu sandığın ifade ettiği Varlığa saygı duyuyorlardı; ve aynı şekilde bizler de Çarmıh’a hürmet ettiğimiz zaman peygamberlerin ve kutsal kişilerin örneğini izlemiş oluyoruz.” Burada Dostuna, yaptıkları ve ağzı ile söyledikleri arasında mevcut olan tutarsızlık konusunda konuşma fırsatını değerlendirir, çünkü dostu şöyle bir alışkanlığa sahip gibi görünmektedir; ani bir tehlike anında Çarmıh’a müracaat etmek ya da Çarmıh işaretini bir korunma ve sığınma yolu olarak kullanmak. Arkadaşı, aniden başına gelen tehlikeler ile karşılaştığı zaman bu alışkanlığını uyguladığı anlardan aktarma yapar;—bir kez bindiği hayvanından yere düştüğünde; başka bir kez önüne çıkan bir tehlikeden kaçtığı zaman; ve yine bir defasında Omar Al Karakh’a yolculuk ederken, tam Sabat al Medain’e yaklaştıklarında önlerinde bir aslan belirdiğinde..Yazarımız aynı zamanda, arkadaşının bir toplantıda aynı davranışı uyguladığına da işaret eder. El Kındi: “Ve şimdi, bu konuyu sanki bu iyilik değil kötülük getiren bir batıl inançmış gibi yazıyorsun; düşünceni değiştiren şeyin ne olduğunu öğrenmek isterdim; ve Çarmıh’a müracaat ettiğin zaman başına ne gibi bir kötülük geldi?” diye arkadaşına sorar.

El Kındi, Hıristiyanlığın kanıtları ile ilgili konuya geçmeden önce, arkadaşının El Fatiha’yı (Sure i.) günlük kullanımını garip bulduğunu belirterek ona sevgi ile sitemde bulunur: “İmanını kabul etme konusundaki gayretli davranışın, dostane bir eylem olarak sana şükran duymamı hak ediyor; ve şimdi eğer aynı konuyu sana yöneltirsem, ben de aynı şekilde senin teşekkürünü çok daha derin anlama sahip bir biçimde hak ederim. Ancak sen günde beş kez ettiğin duanda şu sözleri tekrar ediyorsan, sana söyleyecek hiçbir sözüm kalmaz:—“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (Sure i.6, 7) Şimdi eğer sen zaten doğru yola iletildiysen, o zaman neden her dua ettiğin zaman, secde ederek ve usandırıcı bir ısrar ile ‘gazaba uğrayanların ya da sapıkların yoluna değil, doğru yola iletilmek için dua ediyorsun ve bu konuda yalvarma gereği duyuyorsun?’ O zaman dua etmenin nedeni ortadan kalkmıyor mu? Eğer sen doğru yola iletilmiyorsan, bana haber ver Dostum (Rab seni bereketlesin!), Tanrı’nın lütufkar davrandığı kişiler kimlerdir, ve sen gece gündüz kimin yoluna iletilmek için dua ediyorsun? Ve tüm bunlara rağmen, ‘insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğunu’ (Sure iii. 110) ve imanının Tanrı tarafından onaylanan en iyi iman olduğunu iddia edebiliyorsun. Senin bu duanda kast edilen din hangisidir?” Bu ifadesinden sonra dünyada mevcut olan çeşitli dinleri sıralar; hem Mecusileri hem de Yahudileri coşkulu bir ifade ile suçlar; Arabistan’daki putperestleri, Ateistleri, Brahmaları v.b. gibi itham eder. “Ve sen şimdi bu dinlerin her birini ve hepsini reddetme konusunda benim ile anlaşamadığına göre, o zaman geriye yalnızca, ‘Rabbin lütfettiği kişilerin’ yani Hıristiyanların imanı kalıyor: yalnızca Hıristiyan imanı, Tanrı bilgisine, Sözüne ve Ruhuna ileten, tek doğru yoldur.bu neden ile bu imanın tüm buyrukları ruhsal ve yetkindir. Senden bu imanı kabul etmeni istiyorum, çünkü sen bu imanı zaten çok iyi tanıyorsun; ve bundan dolayı bu imanı övmemi inkar edemezsin. Bize bu lütufkar Müjde verildi; senin kendi Efendin, Kitabında bu imana tanıklık etmekte; ve tüm dinler bu imanın önünde yere eğilir. Dostum, burada önüne sunduğum bu öğüde kulak ver; aklının ayartılarak yanlış yola çekilmesini isteyen biri olarak değil,canının doğru yola iletilmesini isteyen biri olarak bu öğüdü incele. Her can, çıktığı yoldan kendisi sorumludur. Eğer gerçek, gerçek ise, o zaman onu izle; inancı bastırarak boğmak sana yakışmaz. Rab sana rehber olsun ve ayaklarını, ‘gücü ve lütfu aracılığıyla’ doğru yola iletsin!”

El Kındi, Savunmanın geri kalan kısmında Hıristiyanlığın kanıtlarına ve Kurtarıcımızın yaşamı ve öğretişine ilişkin kısa bir anlatımına yer verir. Dostu, böyle yapması için ona yalvarmıştır;  ve El Kındi, Dostunu, bu tartışmayı kavrayabilmesi için gerekli olan doğal armağanlara ve konu hakkında bilgiye sahip, özel nitelikleri bulunan biri olduğunu söyleyerek över. Önce Kutsal Ruh’un ışığının ve rehberliğinin Dostunun ve tüm okuyucularının üzerine dökülmesi için bir dua eder ve sonra konusunu işlemeye devam eder.

Eski Antlaşma’nın tüm bölümlerinden alınarak özgürce yapılmış aktarmalarda Eski Antlaşma peygamberliklerine sekiz sayfa ayrılmıştır. Seçilen bölümlerde ve bu bölümlere baş vurma biçimlerinde Savunmanın maddesel yönden günümüzdeki benzer bilimsel incelemelerden farklı olmadığını söylemek gereksizdir. Bölüm, metne ek yapıldığı ve metnin tahrif edildiği konusundaki suçlamalar hakkında Yahudi Kutsal Yazılarına ait güçlü bir savunma ile son bulur. Önce, ilk dönemlerde hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar tarafından ortak olarak kullanıldıklarını öğreniriz; bunların, yalnızca bu bir tanesinin dışında birbirleri ile her noktada uzlaştırılamaz bir şekilde karşıt olduklarına dikkat edilmelidir. Sonra bu Kutsal Yazılar’dan Kuran’ın kendisi açıkça söz eder, çünkü Kuran’da yazılı olan şu sözleri okuruz: “Eğer sana indirdiğimiz şeyden şüphe içinde isen, senden önce Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!” (Sure x.94). Ve bundan daha da açık bir ifadeye rastlanır: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona inanırlar. Onu inkar edenlere gelince, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Sure ii.121). “Burada ‘okuduklarımızın’ doğru olan olduğu iddia edilir ve senin Efendin bizlerden (yani Hıristiyanlardan) aynı şeyin istenmesi gerektiğini ve bu konuda bizlerin beyan ettiğinin kabul edilmesi gerektiğini buyurur. O zaman sen bu durumda bizi nasıl bozulmuş olmak ile ya da ‘metnin yerini değiştirmiş olmak ile’ itham edebilirsin? Bu tutumun kendin ile çelişkiye düşmüş olduğunu gösterir ve bu tartışmanın tarzı hakkında fikir birliğine varmış olduğumuz adil yorumun kuralından geriye döndüğümüzü ifade eder.” Daha sonra bir hilenin varlığının nihai imkansızlığına işaret eder. Farklı dinlere sahip uluslar ve her ülkeye dağılmış olan çeşitli mezhepler nasıl olur da kendi Kutsal Yazılarının yalan olduğu konusunda uzlaşabilirler? Böyle bir şeyin duyulması imkansızdır. Son olarak Hıristiyan Kutsal Yazılarını Müslümanlarınkiler ile karşılaştırır; Kuran’ın malzemelerinin ayrı cins karakteri ve kompozisyonu hakkında daha önce ileri sürdüğü iddialar üzerinde kısaca durur ve bu iddiaların mucize ya da kanıt olmaksızın zorunlu bir uygulama yükümlülüğü taşımadıklarına değinir. “Dostum, yargıların adil olsun, çünkü Rabbin bu konuda adaletin mantığını ve dengesini belirlemiş olduğu kesindir; ve eğer sen içtenlikle araştırırsan, Rabbin bereketlemesi aracılığıyla Gerçeğe ulaşacağın kesindir.”

Yazarımız daha sonra Kurtarıcımız ve daha önceden bildirilen peygamberliklerin yerine gelmesi konularındaki sözlerini sürdürür. Müjdelerde yer alan, Cebrail vasıtası ile Meryem’e ulaştırılan haberin öyküsünden sonra Kuran’daki aynı konu ile ilgili olan bölümden uzun uzadıya aktarmalar yapar ve bu aktarmalara şu sözleri ekler:—“Bu öykü, senin Efendin tarafından da bildirilmiş olan müjdedeki öykünün onaylanmasıdır. Şimdi dostum, söyle bana (ve Rab seni yönlendirsin!), hiç duydun mu, ya da kitaplarda okudun mu? Sana Müjde’den ve aynı zamanda senin Kutsal Yazılarından da aktarmış olduğum bu öyküde anlatılan ve dünyaya geleceği böyle kutlu bir haber ile bildirilen bir başka kişi var mı?” (Sure iii. 36, ve sonra gelen ayetler (42-49) Sonra Meryem, Elizabeth’i ziyaret eder (Sure iii. 39); ve Zekeriya’ya verilen görüm (Tanrı’nın Sözü’ne tanıklık etme görevinin Vaftizci Yahya’ya verildiğini belirten aktarmanın yine Kuran’dan yapılmış olduğunu göstermek amacı ile), Mecusilerin Tapınması, ve Meleklerin çobanlara söylediği Şarkı.

Sonra kısaca Mesih’in Hizmetini anlatmaya başlar; vaftiz edilmesi, Tanrı’nın Kuzusu olduğuna tanıklık, Ayartma ve Mucizeler. İsa’nın yumuşak huyluluğu, alçak gönüllülüğü ve nezaketi üzerinde durur; ve yoksulluğuna değinir, yaşamında insanlığa kurtuluş sağlamanın dışında herhangi bir dünyasal konunun bulunmadığını vurgular.

Kurtarıcımızın Dağdaki Vaazinden alınmış ana hatların hepsine yer verir; ve Tanrı’nın Babalık öğretişine ilişkin öğretişin doğrulanması konusuna bir sayfa ayırır. İnsanlığın bu konuda yer alan kardeşliği ve birliği, Kuran’ın öğretişi ile çelişkidedir; Kuran’daki öğretişin düşmanlık hasıl ettiği iddia edilir; ve Her Şeye Gücü Yeten’in bilge ve şefkatli bir Ebeveyn olarak görülmesi gerektiği iddiası hakkında İbraniler xii.6’dan örnek verilir. İsa’nın mucizeleri üzerinde durur ve bu mucizelerin Kuran’da kabul edildiklerini gösterir (Sure lxiv. 15, Sure ii.87, 254 ve iii. 48). Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları harika işlerden farklı olarak İsa bu mucizelerini doğasında var olan kudreti ile gerçekleştirdi ve hiç bir zaman Meriba sularında başarısızlığa uğrayan Musa ya da Rabbin işitmeyi reddettiği Yeremya gibi hatalar yapmadı (Yeremye vii. 16).

Rab, Elçilerini basit ve eğitimsiz kişiler arasından seçti, yoksul balıkçılar ve küçümsenen vergi memurları O’nun Elçileri oldular. Bu seçimi ile imana her açıdan karşı koyan tüm bilgelik ve felsefeyi, soyluluğu ve kraliyet gücünü alt üst etmiş oldu. Elçilerin ve Yetmiş öğrencinin gönderildikleri zaman kendilerine verilmiş olan talimatlar dikkat çekici ayrıntılar içermekteydiler ve İslamiyet’i ilk yayanların dünyasal faaliyetleri ve ilgilendikleri hedeflerden tamamen farklı olarak büyük bir güce ve hitabet yeteneğine sahiplerdi.

İsa’nın ölümü, dirilmesi ve göğe alınması kısaca, bir kaç satırlık bir kapsam içinde tekrar nakledilir. Yazarımız burada Kuran’ın tanıklığına başvurur:” Ey İsa! Şüphesiz, senin hayatına ben son vereceğim.Seni kendime yükselteceğim. Seni, inkar edenlerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim. İnkar edenlere gelince, onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim. Onların hiç yardımcıları da olmayacaktır. İman edip Salih emeller işleyenlere gelince, Allah onların mükafatlarını tastamam verecektir. Allah, zalimleri sevmez. (Ey Muhammed!) Bunu (bildirdiklerimizi) biz sana ayetlerden ve hikmet dolu Kuran’dan okuyoruz.” (Sure iii. 55-58). Şimdi Rab, senin gözlerini açsın ve sana anlayış versin, çünkü bu sözler senin Efendine aittirler ve Açıklamada ileri sürdüğü (senin de inandığın) itirafı ve tanıklığının Rabden olduğu kesindir. O zaman doğru olandan ayrılma, çünkü kendine karşı gerçekçi olursan, ışık üzerine parlayacaktır.”

Yazarımız şimdi Elçilerin görevine değinir, Pentikost Gününde, Kutsal Ruh’un—“Paraklitos” (Tesellici, Yardımcı ya da Öğütçü)—inmesin ve dillerde konuşma armağanının verilmesi hakkında kısa bir bilgi naklettikten sonra, şöyle devam eder:” Bunun üzerine Elçiler birbirlerinden ayrıldılar ve her biri çağrıldığı ülkeye gitti ve kendisine verilen dil armağanını aldı. Kutsal Müjde’yi, Mesih’in öyküsünü ve öğretişini Kutsal Ruh’un dikte etmesi aracılığıyla her dilde yazdılar.Bu şekilde uluslar onlara yaklaştı ve ettikleri tanıklığa güvendiler. Dünyadan ve yanlış inançlarından vazgeçtiler; Hıristiyan imanını kabul ettiler, gerçeğin şafağı söker sökmez, iyi ve sevinçli haberin ışığı üzerlerine indi. Böylece Gerçeği Sahteden, ve yanlışı doğru yoldan ayırabildiler; Müjde’yi kabul ettiler, Elçiler aracılığıyla yapılan harika işleri ve belirtileri gördükleri zaman hiç kuşkuya ya da tereddüte kapılmadan Müjde’ye iman ettiler ve yaşamlarını ve konuşmalarını Kurtarıcımızın kutsal ve güzel örneğine göre uyarladılar ve hatta bu yaşamlarının izleri günümüze kadar ulaştı. Onların bize kadar ulaştırdıkları İmana hiçbir şey eklemedik ve aynı şekilde bu İmandan hiçbir şey de çıkartmadık. Bu İmanda yaşayacağız, bu İmanda öleceğiz ve yine bu aynı İmanda tekrar dirileceğiz. Ve tüm dünyanın Rabbimiz İsa Mesih’in önünde toplanacağı gün geldiği zaman, biz de Rabbimizin huzurunda duracağız. Tüm bunlar savaşmayı ve yağmacılığı sürdürmekten vazgeçmeyen, çocukları kılıç darbeleri ile gasp eden, kadınlara ve genç kızlara tecavüz eden, her yeri viraneye çeviren ve insanları ülkelerinden ayırıp sürgüne götüren Efendinin ve ona Eşlik Edenlerin yaşamlarından ne kadar da farklı! Ve tüm bu eylemler günümüzde de devam etmekte,—insanlar kötülük yapmaları için kışkırtılmaktalar; Halife Ömer’in sözlerinden bir alıntıya kulak verelim: “Eğer aranızdan birinin putperest bir komşusu varsa ve bu komşusunun fiyatına ihtiyaç duyuyorsa, onu tutup yakalasın ve satsın. Onlar bunun gibi pek çok şey söyler ve öğretirler. Ve şimdi bir de Rabbimiz Mesih’in adı aracılığıyla hastaları iyileştirmek ve ölüleri diriltmek için her yere giden Simun ve Pavlus’un yaşamlarına bakalım ve aradaki bu büyük tezat üzerinde düşünelim.”

Mucizeler yapma gücünün kutsal kişiler aracılığıyla neden hala sürdürülmediği sorusuna Savunmacımız şu yanıtı verir: Onların görevi, yeni bir inancı vaaz etmek ile görevlendirilen Elçilerinkinden farklıdır; bu yeni imanın olağanüstü bir kanıt ile desteklenmesi gerekiyordu. Ancak yine de kutsal kişilerin duaları ile bireysel durumlarda mucizevi şifalar hala görülmektedir; bunun nedeni, Rabbi kabul ettiklerini ortaya koymak ve şifa faziletinin ölü olmadığını göstermektir. Ama ölüleri diriltme ve hastaları iyileştirme uygulaması halen sürecek olsaydı, o zaman hiç kimsenin ölmesi gerekmeyecekti ve bu durumda Diriliş ile ilgili vaat nasıl gerçekleşecekti? Ayrıca artık tüm bunlara talep duyulmamaktadır. Mucizeler yalnızca ilk günlerde imanın, putperestlik ve cehalete batmış uluslar arasında yayılabilmesi için gerekliydi; insan gereksiz güç aracılığıyla zorlanmamalıdır ve aynı şekilde duyularına başvurarak hareket eden vahşi hayvanlar gibi güdülmemelidir. İman için yeterli kanıt çok zaman önce sağlanmıştır ve insanlık şimdi yeteneklerini uygulama konusunda mantıklı varlıklar olarak aynı kanıtı uygulamak üzere kendi başına bırakılmıştır.

El Kındi şu sonuca varır: “Sana Kurtarıcımız Mesih’in öyküsünden çok kısa olarak söz ettim; ve O’nun elçilerinden alarak sımsıkı sarıldığımız kutlu İmanımıza yine kısaca değindim. Bu neden ile şimdi, sana sunmuş olduğum bu bilgiler ile ne yapacağını düşün; daha önce bu konuda bildiklerin ile bu bilgileri birleştir ve senin ile benim aramda dürüst bir yargıya var. Ah, eğer benim öğüdümü dinlersen ve karanlık ve kötü olanı terk ederek Müjde’nin ışığına ve aydınlığına gelecek olursan, işte o zaman Kurtarıcının seçmiş olduklarının arasında yer alırsın ve göklerin egemenliğini ve sonsuz yaşamı miras edinirsin; Sonu olmayan kutluluğa ve tüm kavrayışı aşan sevince kavuşursun. Dostum, hem can hem de beden üzerinde güce sahip olandan, sana merhamet etmeye ve seni kabul etmeye hazır olandan ve kaybolduktan sonra bulunan oğlunu kucaklamaya hazır olan şefkatli bir Baba olandan kork! Rab sana diğer insanlara verdiğinden daha fazla bilgelik ve anlayış vererek sana iyilik etti. O halde bu geçici yaşamın debdebesi ve boşlukları ile artık aldatılma, çünkü bu dünya tutkuları ve zevkleri ile insanı gerçekten yıkıma  götürmektedir. Dostum, gözlerinin artık iyi görmeyecekleri gün gelmeden önce canına iyice bak ve adalet terazisinde ve mantığın ışığında yazmış olduklarımı hakkı ile tart ve biç. Konu sonsuz önem taşıyan bir konudur ve bundan dolayı sonsuz risk göze alınmaksızın bir kenara bırakılamaz. Bu konu seni yalnızca bu yaşam için değil, hiç bir boş özrün kabul edilmeyeceği gelecekteki yaşamın için de ilgilendirmelidir. Ve kesin olarak şunu bil ki, tüm boş ve sahte güvenceleri reddederek Rabbe iman eden kişi, emin bir sığınak bulmuştur ve Tanrı’nın İyiliğinde sonsuz huzura kavuşacaktır.

“Ben, görevimi elimden gelen en iyi şekilde yaptım; ve sahip olduğum nihai güç ile mesajımı ilettim. Bundan sonrasını sana ve benim bu Kitabımı okuyan herkese bırakıyorum,—Rabbin sende ve her birimizde her iyi işi yerine getirmesi, bizi tüm kötülüklerden kurtarması ve bundan sonra, Egemenliğinde iyilik ve lütfu ile ziyaret etmiş olduğu seçilmişleri ile bir araya getirmesi için dua ediyorum.

“Ve şimdi, Rab’den sana esenlik, merhamet ve bereket olsun! Amin.”

 

Örneğin, Muhammed’in Aylah’ın Hıristiyan reisi John ibn Rubah’a yazdığı mektuba bakınız. “Muhammed’in Yaşamı,” s. 457.

Sure xxix.46’dan alıntı yapar,”Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin.”

Muhakeme bazen “İbrahim’in, İshak’ın, ve Yakup’un Tanrısı” ifadesindeki üç kişinin belirtilmesinde olduğu gibi, merak uyandıran bir hal alır. Çoğul zamir kullanılan bölümler arasında Daniel kitabındaki “Ey Kral, Tanrı seninle konuşuyor, Ey Nebukadnezar, sana konuşuyoruz diyor”—“konuşuyorum” demiyor—bu, ayrıntılarını araştırmadığım bir ifadedir. El Kındi’nin tartışmalarının çoğu, özellikle metafiziksel olanı, o dönemde çekici olan tartışmalı bir genel biçim içinde ortaya atılmış olmalarına rağmen, doğru olduklarını güçlükle belirtebileceklerdir. Ama bu bölümde dağılım ya da çevirinin uygunluğu hakkındaki tek tartışma şudur: kuşku duyduğum nokta, İbrahim’in Hanifi dininin, Birliğin Katolik imanına değil (Kuran’da çok açık olarak ifade edildiği gibi), Seba putperestliğine ait olduğunu söylemesidir. Yazarımız, bu görüşü desteklemek amacı ile Kuran’ın metinlerine ters anlam verir; örneğin, Muhammed’e şöyle söylemesi buyurulmuştur:”Ben, ilk Müslüman’ım.” Müslüman okuyucular, Kutsal Yazılarının bu şekilde yanlış sunulmasına elbette itiraz edeceklerdir.

Yazarımız Peygamberden hiç bir zaman adı ile söz etmez, ama genellikle “senin Efendin” (Sahib) der.

Bu kısa özet sadece zihin karıştırmak ile kalmaz, aynı zamanda hatalıdır da; öksüzlerin arsası ile ilgili iftira gibi —Bakınız “Muhammed’in Yaşamı,” s. 181.

Anlaşılacağı gibi Kutsal Yazılardan alınan bölümler Savunmacımız tarafından genelde geniş bir şekilde alıntı yapılarak aktarılırlar.

Babek Khurramy (şen ya da neşeli), yaklaşık 202 Hicret yılında eski İran’daki isyan ölçüsünü arttırdı. 212 yılında fethettiklerini Mezopotamya’ya taşıdı ve 214’de (tam Savunmamız’ın yazıldığı ya da ondan kısa bir dönem önce) bir imparatorluk ordusunun tamamını imha etti, isyanı büyülterek zulmüne hainlikle yirmi yıl devam etti.222 hicret yılında tahttan indirilerek öldürüldü. İsyanı sırasında 250.000 erkek ve altı komutan öldürdüğü söylenir. Bkz. Weil’in “Geschichte der Chalifen”,iii.301;ve Sale’in “Koran”, cilt. i. s. 213. Savunma’nın döneminde adıyla saldığı dehşet,örneğin ne kadar uygun olduğunu özellikle belirgin kılar.

Bu suikastlar ile ilgili olarak “Muhammed’in Yaşamı”na bakınız, s. 249 ve 362.

“Muhammed’in Yaşamı” s. 216.

“Muhammed’in Yaşamı” s. 250.

“Muhammed’in Yaşamı,” s. 270.

Burada itiraz edilebilir bir bölüm mevcuttur.sayfa 50, 4.ve 5.satırları (bölümün anlamına katkıda bulunsalar bile) çeviride atlıyorum. Ayrıca bunlar eksik ve hükümsüz bir sünneti temel alırlar.

Bakınız, “Muhammed’in Yaşamı,” s. 302.

“Muhammed’in Yaşamı”, s. 313.

Bu nedenle El Kındi, kadını “aldatılmış” olarak tanımlar. Kadının bahanesi ve Peygamberin vaadinden sünnette kesin olarak söz edilmiştir; ama ben Muhammed’in, kadının çocuklarını yetiştirmediğini ya da onları kendi çocukları olarak evlat edinmediğini gösteren herhangi bir şey hatırlamıyorum. Muhammed’in hanımı aldattığını düşünmüyorum. Bakınız “Muhammed’in Yaşamı”, s. 300.

Muhammed’in yemininin nedeni, genellikle daha kötü bir skandala atfedilir.—“Muhammed’in Yaşamı,” s. 442.

Yazarımız, tüccarlardan oluşan bir kabile olan Kureyş kabilesi üzerinde kraliyete ait Kinda soyunun üstünlüğünü vurgular. Bu konuya daha sonra tekrar işaret edeceğini daha sonra göreceğiz.

Arap mitleri ve efsaneleri.

Başka sözcükler kullanılarak Yasa’nın Tekrarı ix.4, 5’den alınmıştır.

Tüm bunlarda kılıç ve Medineli “yardımcılar” aracılığıyla İslamiyet’in yayılması açısından doğrudan bir karşıtlık amaçlanmıştır.

Metin, Zohri’nin İbn İshak’ın bir ünvanı olduğunu söyler; bu durum, büyük olasılıkla bir baskı hatasından kaynaklanmaktadır, çünkü Zohri söz konusu tarihten elli yıl daha önce gözdeydi ya da dikkat çekmişti.---“Muhammed’in Yaşamı,” s. 603. Belirtilen olay için aynı kitabın 369.sayfasına bakınız.

Konu ile ilgisi olmayan gözlemler, Ali ve Abbas’ın cenaze törenleri konusunda uyguladıkları kısmı izlerler. Buradaki çalışmanın bir kısmı yerinden çıkarılmış bir konunun görünümüne sahip gibidir. Bölümün sunulmasına ilişkin itiraz, Muhammed’in yaşamı hakkındaki sünnetlerin ne kadar yanlış yönlendirici olabileceklerini göstermek için olabilir.

Tüm bunlar (tarihi kanıta bütünüyle karşıt olan) El Mamun’unn davasında güçlü bir şekilde işleyen hali hazırdaki Aliyi akımı ile uyum içindedir.

Bu konu Başlangıç Makalesinde ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bakınız s. 29.

Büyük olasılıkla Yuhanna x. ya da Elçilerin İşleri xx.29’a işaret etmektedir.

Kuran hakkındaki bu uzun konu dışı söz Abbasi ve Aliyi geleneğinin güçlü etkisi altında kalmıştır. Bu etkinin çoğu hiç bir tarihi kanıta dayanmayan romantizmden ibarettir. Ama El Mamun’un davasındaki konuşma türüne rağbet gösterildiğine dair bir kuşku yoktu (Kuran’ın sonsuzluğunu tekzip eden herhangi bir tartışma, El Mamun’un davasında itirazsız kabul edilirdi); ve gerçekten de Yazarımız ara sıra bu tür imalarda bulunurdu.

Yirmi altı yaşından biraz büyük olduğu için genç ve tecrübesizdi.

Yazarımız burada bize bu Sergius’un aynı zamanda kendisine eşlik edenler tarafından ‘Cebrail’ olarak adlandırıldığını söyler , bazen ise ünvanı ‘Sadık Ruh’tur”,—bu ünvanlar, Muhammed’e Kuran’ı indiren Meleğin adlarıdırlar.

Cümle dikkate alınmaya değerdir; çünkü Osman’ın en uygun kabul edilen metninden önce gelir ve aynı zamanda Osman’ın yaşamı hakkında Ali’nin üzerine yaşamı ile ilgili kasıtlı bir tasarıyı açıkça yıkmaktadır.

Tahttan indirilme konusu doğrudur, ama burada iddia edilen konunun nedeni bu değildir.

Yazarımızın ifadesi doğru değildir. Hicret döneminde Zeyd on bir ve Abdullah altı yaşındalardı. Bu neden ile Osman’ın metninin en uygun metin olarak tespit edildiği dönemde Zeyd otuz, Abdullah ise otuz beş yaşındalardı.

Mukhtar, burada hicret senesi 67 olarak işaret edilen ayaklanma sırasında öldürüldü.

Kuran’da bulunan en uzun Sure

Her biri sadece bir ya da iki satır olan son iki Sure.

Bakınız,”Muhammed’in Yaşamı” (birinci baskı), cilt i. s. xxv.

Aynı zamanda bakınız Sure xiii. 40, xx. 111, xxxix. 28, xli. 2, xlii. 6, ve xlvi. 12.

Namarik, halılar ya da yastıklar; mişkat, bir lamba; sandus, ipek;el astabrak, saten, brokar; abdrik, kadeh, gibi sözcükler Kuran’a ithal edilen yabancı sözcüklerden yapılan aktarmalardır. Tartışma burada bize tekil gibi görünebilir; ama kendi dillerinin doluluğu ve saflığı ile övünen Araplar için güç harcamaları gereken bir noktaydı; ve bu durum hiç kuşkusuz mahkemede lehlerinde alınmış olan bir karardı.

Mekkeliler bu suçlamayı Muhammed’e karşı genellikle sık sık yaparlardı (Sure xxxiv.43; xliiii.29; xlvi.6). Ama Muhammed burada yazıları gerçek bir açıklamaya karşı uygun bir tartışma oluşturamayan kafir yazarların belagatini  sihre atfetmiş olarak temsil edilir.

Burada Yazarımızın Moseylama’nın hangi ifadelerinden söz ettiğini bilmiyorum, çünkü sünnet aracılığıyla kendisine atfedilen sözler kavranabilecek olan saçmalığın en büyük daniskasıdır.

Dilin bozulması ve eski şiirin taklidi konusunda bakınız; “Bemerkungen über die Aechtheit der alter Arab. Gedichte.” Yazan: Professor Ahlwardt,Greifswald, 1872; aynı zamanda “Beitrage zur Kenntniss der Poesie der alten Araber,” yazan:Theodor Nöldeke, Hannover , 1864; aynı zamanda benim yazmış olduğum bir makale: “Ancient Arabic Poetry, its Genuiness and Authenticity,” Royal Asiatic Society’s Journal, 1879.

Kuran’da sözü edilen tüm bu zevk ve rahatlık verici lüksler, Cennete aittirler. Örnek olarak bakınız: Sure xxxvi. 41; liii. 23; lvi. 17.

Bu sözler Khalid tarafından Irak’ta kazandığı ilk zaferlerinden birinden sonra ordusuna yaptığı bir konuşmada kullanıldı.—“Annals of Early Caliphate,” s.75.

Burada ve aynı şekilde tekrar sayfa 89’un altında hangi kişinin adının ima edildiğini bilmiyorum.

El Mamun’un davasında Aliyiler için olduğu gibi örnekler, Ebu Bekir’in de değerini alışılmış olduğu gibi düşürmektedir. Birkaç kez yönetim değiştikten sonra ilk üç Halifenin karakterinden etkilenmiş gelenekleri tekrar etmeye hiç kimse cüret etmeyecekti.

Burada İbrahim’in hangi soyunun referans olarak gösterildiğini yine bilmiyorum,—konu öylesine nefret uyandırıcıdır ki, El Kındi kişinin adından dahi söz etmez.

Burada atlanması gereken birkaç bölüm bulunur. 98.sayfanın son sekiz satırında sünnet için kararlaştırılan neden hem çocuksu hem de inciticidir. 100.sayfadaki ilk beş satır, doğru olabilir; ama ifadenin üslubu kaba ve gücendiricidir. 102.sayfanın alt yarısında (ve tesadüfi olarak 103.sayfanın ilk yedi satırında) Hacer ve Araplar arasında hali hazırda geçerli olarak uygulanan konu (“Muhammed’in Yaşamı,” 1. baskı, cilt ii, s. 108’deki not), ilk bakışta aptal, kaba ve uygunsuzdur. Saf ve nazik bir insanın böyle bir bölümün kitabında yer alması gerektiğini itiraf etmesi gariptir. Ancak Arapların böyle bir alışkanlıkları vardır (aynı kitapta bakınız, s. 600) ve İslamiyet’in cinsellik hakkındaki yasası bu alışkanlığı düzeltmemiştir.

Kanıt göstermek için Mısır’dan Çıkış viii. 26; ve aynı zamanda Mısır’dan kalan bir anı olarak altından yapılmış buzağıya tapınılmasını gösterir.

Bildiğimiz Hint terimleri olan Rubbee ve Khurreef  İlkbahar ve Sonbahar kutlamaları için ifade edilirler.

Yazarımız burada hatalıdır; çünkü Muhammed tarafından Hac dönemi konusunda yapılan tek değişiklik, takvime ilave edilen ayı iptal etmek olmuştu, öyle ki güneş ile ayın ilişkisine ya da hareketine ait yıl ile uyumlu olarak ne ilerleyen ne de gerileyen bir dönem yerine Hac dönemi aya ait (kameri) olarak değişebilsin.—“Muhammed’in Yaşamı,” s. 486.

“Macam.” Bkz.”Muhammed’in Yaşamı,” s. 423 (aynı zamanda 1. baskı, cilt ii. s. 38).

El Kındi’nin sözleri burada güçlü olsalar bile yine de fazla güçlü değiller. Bakınız,”Muhammed’in Yaşamı,” s. 350.

Her zaman yaptığımdan daha fazla özetlemiş olduğum bu bölümde yapılan aktarmaların kaynakları şu ayetlerdir: Mezmur xxxiv. ve cxlv.; Matta xviii. 19; x. 8 ve Luka xv.

Sözcükler birebir olarak aktarılmamışlardır; ancak aynı ifade birden fazla bölümde ortaya çıkar; Sure xxi. 107; xxviii. 47 gibi.

Burada kast edilen, Yahudiler ve Hıristiyanlardır.

Herhangi korkunç ya da dehşetli bir konuda kullanılan bir ünlemin Tanrı’ya saygı gösteren bir biçimi.

Yazarımız, Piskoposları Coss ve Ateş Çukurlarının şehitleri ile birlikte Najran Hıristiyanlarını unutmamıştır. Bakınız, “Muhammed’in Yaşamı”, sayfa 5 ve 84, ve Sure lxxxv.

Dostunun yazdığı mektuptan aktarmıştır, sayfa 20.

Sayfa 19

Burada alıntı yaptığı bölüm Çölde Sayım x.35’tir; Sandık yola çıkınca Musa şöyle der: “Ya Rab, kalk! Düşmanların dağılsın, senden nefret edenler önünden kaçsın!”

Mezopotamya’da, Medain (Ctesiphon) yakınlarında bir köy.—“Annals of the Early Caliphate,” sayfa 138, 179.

Sayfa 29.

Selam bölümünden yaptığı aktarma yeterince merak uyandırıcıdır: “Rabbimizin bereketi senin ile olsun: benim Rabbim değil, ama bizim Rabbimiz; örneğin, meleklerin ve insanların Rabbi; bu ifade ile O’nun “gökyüzünün ve yeryüzünün Rabbi” olduğunu ima eder. Bu ifadeyi herhangi bir yerde görmedim.

“Ve melekler Meryem’e şöyle demişlerdi: Ey Meryem, Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem, Rabbine divan dur. Secde et ve (O’nun huzurunda) rüku edenler ile rüku et…Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.” (Sure iii. 42, 43, 45).

Bu bölümden aktarma yaparken (مصدقاً بكلمةٍ من الله وسيّداً ) İsa’dan “rab” (Syed) olarak söz eder, oysa yorumlama, bunun Yahya’ya işaret ettiğini açıkça belirtir.

Ancak yine de bölümün onun iddiasını teyit etmediğini ifade etmem gerekir, “Ey siz iman edenler, eşleriniz ve çocuklarınız arasında size düşman olanların bulunduğu kesindir; bu nedenle onlardan sakının”. Bunun anlamı hiç kuşkusuz şudur: sözü edilen bu kişiler tehlikeliydiler, çünkü iman edenleri doğru yoldan saptırma ihtimalleri vardı; Luka xiv.26’da olduğu gibi.

Bu düşüncenin, Ömer’in özgür ve hoş görülü politikası ile tamamen çelişki içinde olduğunu söylemem gerekmez.