Bölüm 4

Muhammet ortaya çıktığında Hıristiyanlığın, Arapların üzerinde büyük bir etkisi yoktu. “Hıristiyanlık müjdesinden beş yüzyıl sonra, şurada burada birkaç kişinin Hıristiyanlığa döndüğüne işaret edebiliriz: Necran'da Beni Haris, Yemame’de Beni Hanife ve Taima’da Beni Tai kabileleri. Bunlardan başka da pek yoktu. 1” Muhammet’in, gençliğinde Necran Piskoposu Quss’un vaazını dinlediği, peygamberlik taslamadan önce tüccar olarak Suriye’ye gittiğinde, Hıristiyan olduğunu ikrar eden çok kişiyi gördüğü anlatılmaktadır. Ama Kilise hakkında duydukları ve gördükleri onda kalıcı bir etki bırakmamıştır. Buna şaşırmamalıyız. Isaac Taylor 2, daha geç bir dönemden söz ederken, ‘Muhammet ve halifeleri, kılıçlarının kendilerine her yerde bir yol açtığını görmüşlerdir” demiştir. Ancak Muhammet’in ilk dönemlerinde edindiği tecrübeleri de şu sözlerle anlatıyordu: “Bu yıllarda batıllık o kadar adice, putperestlik o kadar apaçık ve utanmazca, kilise doktrinleri o kadar mağrur, kiliselerde yapılanlar o kadar ahlaksızca ve çocukçaydı ki, bildiğinden şaşmayan Araplar, dünyadaki hataları düzeltmek için, Allah’ın habercileri olarak kendilerine yeni bir esin geldiğini ve Allah adına intikam alan kişiler olarak kendilerine, yoldan çıkmış Hıristiyanlığı cezalandırma yetkisinin verildiğini düşünmüşlerdi.” Pers Athanasius’un Şehitliğinin Tarihi’ni yazan Grek keşişi, Muhammet döneminde bir süreliğine Filistin Perslerin eline geçtiğinde, halkın maruz kaldığı eziyeti anlatırken, burada, kendilerine Hıristiyan diyenlerin kötülüklerinin dehşet verici bir resmini çizmekte 3 ve Tanrı’nın, bu nedenle onları acımasız Zerdüşt işkencecilere teslim ettiğini söylemekte tereddüt etmemektedir. Vahiy kitabındaki (ix 20, 21) putperestliğin ve bu keşişin anlattıklarına benzeyen günahların revaçta olması, Muhammedi gücün Doğu Kilisesi’ni ezmesine izin verilmesinin nedeni olarak belirtilmektedir. Aynı dönemden söz eden Moşeim şunları anlatıyor: “Bu yüzyılda 4 gerçek din, anlamsız bir batıl kargaşasına gömüldü ve başını kaldıramadı. İlk Hıristiyanlar sadece Tanrı’ya ve Oğlu’na tapıyorlardı ama bu yüzyıldaki bu Hıristiyanlar tahta haça, kutsalların suretlerine, nereden geldiği belli olmayan kemiklere tapıyorlardı. İlk Hıristiyanlar cennetle cehennemi insanların gözlerinin önüne getiriyorlardı; daha sonrakiler ise sadece, canı kusurlarından arındırmak için hazırlanmış bir ateşten söz ediyorlardı. Öncekiler Mesih’in ölümü ve kanıyla insanların günahlarına kefaret ettiğini öğretiyorlardı; sonrakiler ise bağışlarıyla din adamlarını ya da kiliseyi zengin eden hiç kimseye cennetin kapılarının kapanmayacağını aşılıyorlardı. Eskiler kutsal bir sadelik elde etmeye, saf ve erdemli bir dine bağlılığın peşinden gitmeyi gayret ediyorlardı; sonrakiler dinin özünü, dışarıdan görülen törenlere ve bedensel hareketlere oturttular.” Kuran’da bize çizilen Hıristiyanlık resmi, Muhammet’in sınırlı tecrübesiyle edindiği Hıristiyanlık düşüncesini bize gösteriyor. Onun, iman konusundaki bilgisini, en azından, Meryem’e “Tanrı’nın annesi” diyen sözde “ortodoks” grup çok etkilemişti ve bu kadar kolayca yanlış anlaşılan bir kelimenin kötüye kullanılması, Yüceler Yücesi Tanrı’nın yerine bir Yahudi erdene tapılmasının yolunu açmıştı. İbn-i İshak bu yanlış anlamanın etkisine açıkça işaret etmektedir. “İmparatorun inancına” mensup olduklarını söylediği Necran Hıristiyanlarının, M.S. 632’de Medine’deki Muhammet’e elçi göndermelerinin öyküsünü anlatırken, elçilerin “Bütün 5 Hıristiyanlar gibi, ‘Tanrı’nın Oğlu İsa Tanrı’dır ve üçlüden biridir” dediklerini… Ayrıca İsa’nın, üçlüden yani Tanrı, Mesih ve Meryem’den üçüncüsü olduğunu söylüyor. Tabii ki bu, kullanılan dildeki gerçek anlatım değildir ama bu, Hıristiyanların inandıkları doktrinden Muhammet’in ne anladığını doğru bir biçimde ortaya koyan Kuran’daki şu ayetlerden bellidir: “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kafir olmuşlardır” (Sure V, Maide, 77): “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin’ diye sen mi dedin” (Sure V, 116). Muhammet’in bu tarzda dikkatine sunulan Hıristiyanlığı reddetmesine pek şaşıramayız. “Hıristiyanlıktaki törenlerin ve doktrinlerinin daha saf bir biçimde ortaya koyulduğuna tanık olsaydı, onun reformcu ve yeniden hayat veren etkilerini daha fazla görseydi, gerçeği ilk arayışındaki içtenliğiyle, İsa inancını kolayca kabul edebileceğinden ve ona, sadakatle bağlı kalabileceğinden kuşku duyamayız. Suriyeli vaizlerin ve keşişlerin açıkladıkları doğru Hıristiyanlığın bu kadar azının yansıması ve bu azının da bu kadar değiştirilip çarpıtılması aslında acıdır! İncil’in –Tanrı’nın Oğlu aracılığıyla insanları Kendisiyle barıştırmak için yaptığı açıklama olarak- basit yüceliğinin yerine, Etykhes’in ve saldırgan, ateşli taraftarların yanlış yönlendirmeleriyle, kutsal Üçlü Birlik dogması, yolcuya 6 dayatılmıştı. Meryem üçüncü kişi ve Tanrı’nın yoldaşı değilse de, tanrıça olarak Muhammet’in zihninde iz bırakacak kadar Meryem’e tapınmanın üzerinde durulmuştu. Kuşkusuz küfür niteliği taşıyan bu abartmalar, Muhammet’in, İsa’nın Tanrı’nın olduğuna dair gerçek öğretiyi reddetmesine ve O’na sadece, Kuran’da O’ndan söz ettiği tek unvan olan ‘Meryem Oğlu İsa’ diye bakmasına yol açmıştır.”

Bu durumda Muhammet’in İncil’deki saf Hıristiyanlıkla hiçbir temasının olmadığını unutmamalıyız. İslamiyet’in, büyük ölçüde, o zamanki yanlış inançlar nedeniyle doğduğu neredeyse evrensel bir tahmindir, çünkü bu inançların geri tepmesi, Muhammet’in İncil’in gerçeğini keşfetme arayışına engel olmuş ve onu, Hıristiyanlık karşıtı yeni bir din kurmak zorunda bırakmıştır.

Muhammet’in döneminde Yeni Antlaşma’nın Arapçasının bulunduğuna dair doyurucu bir kanıt yok gibidir. “Ortodoks” kilisesinde bile İncil, azizlerin efsaneleri uğruna ihmal ediliyordu. Bunlar, taşıdıkları olağanüstü unsurlarla halkın zevkine daha çok hitap ediyordu. Arabistan farklı tarikatlardan sadece birkaç sapkının sığındığı yer değildi; çeşitli konulardaki bazı sapkın görüşlerin yanı sıra Apokrif İncil’lerde ve benzeri kitaplarda yer alan mitolojik hikayelerin birçoğu, yazılı olsun olmasın, Muhammet’in kulağına gitmiş ve bunları doğru diye kabul etmiş olması gerektiği, (göreceğimiz gibi) Kuran’dan bellidir. Bunların, Kuran’da sık sık adı geçen İncil’in bir bölümünü oluşturduğuna inanması biraz şaşırtıcıdır: Hıristiyanlığa, Talmud Yahudiliğinden çok daha az ilgi duyması da öyle. Muhammet’in, Hıristiyanlık öğretisi diye tahmin ettiği konuları ayrıntılı ele alan Kuran’daki bu yazılar, “Muhammet’in sisteminin, büyük ölçüde olgunlaştığı” bir tarihe aittir. “Bunlar yetersiz, efsanevi ve ham bilgilerin üzerine inşa edilmiştir… İslamiyet’te, Hıristiyanlığın kendine özgü ilkeleriyle biçimlendirilmiş, hatta hafifçe renklendirilmiş tek bir tören ya da öğreti bulamıyoruz; ancak tam tersine, bütün sisteme, gerçek özünü değilse de, rengini veren, emirlerin biçimini ve tipini belirleyen Yahudiliktir.” 7

Aynı zamanda Muhammet, inancıyla Yahudiler kadar Hıristiyanlara karşı da zafer kazanmak istiyordu. Arabistan’daki Hıristiyanlar Yahudilerden daha az sayıda ve daha az güçlü olsalar da, büyük Bizans imparatorluğunun artık yerleşmiş olan dini, Muhammet’in gözünde önemli olmalıydı, çünkü özellikle Arap Hıristiyanların dostluğunu kazanmazsa siyasal sorunlar çıkabilirdi. Sözü edilen bu ikinci düşüncenin Muhammet’i ne ölçüde etkilediğini söylemek imkansızdır. Her halükarda İncil’e kendi İlahi görevinin kanıtı olarak başvurmuştur. Hatta Mesih’in, onun geleceğine peygamberlik ettiğini söyleyecek kadar da ileri gitmiştir 8. Mesih’ten “Tanrı’nın Söz’ü 9” diye söz eder ama O’nun İlahiliğini ve çarmıha gerildiğini kabul etmeyerek, İncil’in gerçek öğretilerini hiç bilmediğini gösterir. Yine de birçok paragrafta İncil’den, İlahi yetkiye sahip bir kitap diye söz eder, cennetten “İsa’ya indiğini” ve Kuran’ın onu doğrulamak ve korumak için geldiğini söyler (Sure V, Maide, 52). Mesih’in erdemden doğduğunu yazar ve bazı mucizelerini anlatır ama burada bile efsanevi unsurlar vardır; Muhammet Rabbimiz ve elçileri hakkındaki azıcık bilgisini, güvenilirliği hiç olmayan rivayetlerden edinmiş gibidir. Kuran’ın bu konularda anlattıklarıyla apokrif ve sapkın edebiyat arasındaki uyumun dikkat çekici olduğunu ayrıntılarıyla göreceğiz. Önceki bölümde söz edilen Yahudi gelenekleri gibi, Muhammet’in gerçeği reddedip yanlışı kabul etmedeki olağanüstü yeteneği burada da görülüyor.

Kuran’da bululan Hıristiyanlıkla ilgili bazı efsaneleri, alındıkları kaynaklara da işaret ederek ele alıp bunu kanıtlamaya devam edeceğiz.

1. Ashab’ı Kehf Efsanesi

İlk olarak, Sure XVIII, Kehf, 9-26’daki Ashab’ı Kehf efsanesini ele alacağız.

“(Resulum) Yoksa sen, bizim ayetlerimizden (sadece) Kehf ve Rakim 10 sahiplerinin ibrete şayan olduklarını mı sandın? O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.) Sonra da iki gruptan (Ashab-ı Kehf ile hasımlarından) 11 hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık. Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık. Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına Tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz Allah’tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı? (İçlerinden biri şöyle demişti:) ‘Madem ki, siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.’ (Resulum! Orada bulunsaydın güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder 12; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı), İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahkum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın. Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı. Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırırdık: İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Kimi) ‘bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık’ dediler; (kimi de) şöyle dediler: ‘Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir... şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nazik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız.’ Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Hani onlar arasında Ashab-ı Kehf’in durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki: ‘Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir.’ Onları durumuna vakıf olanlar ise: ‘Bizler, kesinlikle onların yanıbaşlarına bir mescit yapacağız’ dediler. (İnsanların kimi) ‘Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir’ diyecekler. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de: ) Onlar yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir’ derler: De ki 13: Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır. De ki 14: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir.”

Kuşku duyulan bu hikayeyi anlamak için, yorumcuların bize bildirdikleri üzere, Mekke’deki bazı putperest Arapların 15 karşı çıktığını, Muhammet’in, Ashab-ı Kehf’in esinlendiği yolundaki iddiasını sınamak için, ondan bu hikayeyi, anlatabiliyorsa, kendilerine anlatmasını istediklerini unutmamalıyız. Bu durumda onların, hikayeyi bir, belki de birçok şekliyle bildikleri bellidir. Mağaraya girenlerin sayısı tartışmalıdır ve bu konuda çeşitli görüşler belirtilmektedir. Atladığımız 22. ve 23. ayetlerden belli olduğu gibi, Muhammet, görünüşte konuyu birine sormak üzere, ertesi günü onlara cevap vermeye söz vermiştir. Muhammet’in bilgi edinemediği bellidir. Bu durumda gençlerin sayısına dair soruya çözüm getirememiş, bu zorluğu aşma çabasında pek başarılı olamamıştır. Olayın geçtiği yeri ya da zamanı da söyleyememektedir. Yine de bir noktanın kesin olduğunu iddia etmeye girişiyor - mağarada geçen süre 309 yıldır. Göreceğimiz üzere, ne yazık ki, bu konuda bile yanılmaktadır. Yine de hikayede anlatılan olayın –gerçekten– meydana geldiğinden hiç kuşkusu yoktur. Yazının üslubunun bütünden, Muhammet’in elinde yazılı bir belgenin ve ona olayı bütün ayrıntılarıyla anlatabilen güvenilir bir bilgi kaynağının olmadığını anlıyoruz. Bununla beraber elimizde efsanenin, Muhammet’in döneminden önce yazılmış olan birden fazla tarzı vardır: Muhammet’in Kuran’da anlatılan ayrıntıları, iddia ettiği gibi İlahi Vahye değil, hikayenin sözel anlatımına borçlu olduğu bellidir.

Süryani yazarı Saruglu Jacob, Acta Sanctorum’da yayınlanan bir vaazda, efsaneyi uzun uzadıya anlatıyor. Jacob, M. S: 521’de ölmüştür. Hikayenin erken döneme ait başka Süryanice biçimleri de bilinmektedir 16. Pek çok hikayede “Yedi Uyurlar” anlatılıyor. Hikaye Avrupa’da genellikle bu adla biliniyor ama British Museum’da 6. yüzyıla ait Süryanice bir elyazmasında 17 onların sekiz kişi olduğu söyleniyor. Muhammedi Kuran tefsircileri 18 bazıları hadislerde onların yedi kişi olduklarını anlatıyorlar, bazıları ise sekiz kişi olduklarını iddia ediyorlar. Pratikte bu konu, Muhammet’in karar veremediğini Kuran’da kabul ettiği bir konudur. Bu efsaneyi anlatan ilk Avrupalı yazar bildiğimiz kadarıyla Tours’lu Gregory’dir 19. İmparator Dekius döneminde (M.S. 249-51) Efesli soylu yedi Hıristiyan gencinin zulümden kaçtığını ve kentten fazla uzak olmayan bir mağaraya sığındıklarını bize anlatır. Yine de kısa süre sonra düşmanları onların yerlerini bulmuş ve mağaranın girişini kapatarak onları açlıktan ölmeye terk emişlerdir. 196 yıl sonra II. Theodosius tahttayken, bir çoban mağarayı bulup ağzını açmıştır. O zaman Yedi Uyurlar bunca zaman uyudukları uykudan uyanmışlar ve (Kuran’ın da belirttiği gibi) aralarından birini kente yiyecek almaya yollamışlardır. Kente giden, büyük bir şaşkınlık içinde Hıristiyanlığın her yerde zafer kazandığını görmüştür. Bir dükkanda aldığı yiyeceğin parasını ödemek için bir Dekius sikkesi uzatmıştır. Gizli bir hazine bulmakla suçlanınca, kendisinin ve arkadaşlarının hikayesini anlatmıştır. Mağaranın yolunu gösterdiğinde, göksel parlaklıkla hala genç ve ışıkla dolu olan arkadaşlarının görünüşü, hikayesinin doğru olduğunu kanıtlamıştır. Çok geçmeden imparator bunu duymuş ve bizzat mağaraya gitmiştir. Uyanmış olan uyurlar, canın ölümsüzlüğünü ona kanıtlamak için Tanrı’nın kendilerini koruduğunu anlatmışlardır. Mesajlarını verdikten sonra ölmüşlerdir.

Kuran’da anlatıldığı biçimiyle hikayenin son derece saçma olduğu konusunda yorum yapmak gerekmiyor. Ancak bu açıdan Muhammet, bunu doğru diye kabul ettiği için bilgisiz Hıristiyanlardan daha çok suçlanmayı hak etmiyor. Bu hikayeyi bu kadar çok yayan ve büyük olasılıkla da kurgulayan bu bilgisiz Hıristiyanlardı. Aslında hikayenin bir mecaz ya da daha büyük olasılıkla bir dinsel masal olarak tasarlanmış, Hıristiyanlığı kabul edenlerin cesareti ve ölümüne bağlılığıyla, bu inancın olağanüstü bir hızla nasıl yayıldığını göstermek niyetiyle yapılandırılmış olması çok mümkündür. Böyle olsa bile, kuşkusuz Muhammet döneminden çok önce Doğu’daki pek çok bölgede bu efsaneye güvenilmişti ve Muhammet döneminde Mekke’de bile bu efsaneye açıkça inanılıyordu. Muhammet’in hatası bunu İlahi bir esin olarak almış gibi davranmasıdır. Oysa bu, (olasılıkla bir mecaz olan) Aziz George ile Ejderha, Kül Kedisi ile Cam Pabuçlar, Greklerdeki Batrakhomyomakhia ya da ve İranlılardaki Rüstem’in olağanüstü kahramanlık hikayeleri gibi, inanılmaya değmezdir. 20

2. Bakire Meryem’in Hikayesi

Kuran’da ve Peygamberin hadislerinde anlatılan Meryem’in geçmişi, neredeyse bütünüyle apokrif İncil’lerden ve benzer nitelikteki kitaplardan alınmıştır. Ancak Muhammet buna yanlış bir unsur katmıştır. Hikayeye geçmeden önce bu yanlış kaynağın izini sürmeliyiz.

Sure IXI, Meryem 28, 29’da Meryem, Rabbimizin doğumundan sonra halkına gittiğinde ona, “Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi” dedikleri bize anlatılıyor. Muhammet’e göre Meryem’in, Musa ve Harun’un kardeşi Miryam ile aynı kişi olduğu bu sözlerden bellidir 21! Sure LVI, Tahrim, 12’de Meryem’e İmran’ın kızı denmesinden bu, daha da çok bellidir. İmran, Pentatük’te “Harun'un, Musa'nın ve kız kardeşleri Miryam'ın” babası olduğu söylenen Amram’ın Arapçasıdır (Çölde Sayım xxvi 59). “Harun’un kardeşi” sıfatı, Mısır’dan Çıkış xv, 20’de Miryam’a verilmektedir. Muhammet bu ifadeyi bu ayetten almış olmalıdır. Kurtarıcımızın annesini O’nun doğumundan bin beş yüz yetmiş yıl önce yaşamış bir kadınla özdeşleştiren bu yanlışlığın nedeni, Arapçada her iki adın, Meryem ve Miryam’n aynı biçimde, yani Meryem olmasıdır. Kronoloji açısından bu özdeşleştirmenin güç olduğu Muhammet’in aklına gelmemiş gibidir. Bu, Firdevsi’nin, kahraman Feridun’un Dahhak’ı (Persçe Zahhak telaffuz edilir) yendiğinde, Cemşit’in, despotun kalesine hapsedilmiş iki kız kardeşini bulduğunu anlattığı Şeyhname’deki hikayeyi aklımıza getiriyor. Bize Feridun’un onların çekiciliklerinden etkilendiği anlatılmaktadır. Bunun bir bölümü, “yaşlı Homeros’un bile başını sallayıp onaylayacağı” bir durumdur 22, şiirin diğer bölümlerinden ise bu hoş genç kızların, Dahhak’ın, neredeyse bin yıl öncesine tarihlenen hükümdarlığının başından beri gözaltında tutulduklarını öğreniyoruz! Muhammet’in yaptığı kronoloji hatası bundan daha ciddidir. Böyle bir hataya bir Vahiy’de değil, sadece bir masalda izin verilebilir. Muhammedi tefsirciler, bu tarihsel yanlışlık suçlamasının aksini kanıtlamak için boşuna gayret etmişlerdir.

Muhammet’in hatasını açıklamak için başka bir kanıt gerekiyorsa bu kanıtın Yahudi geleneğinde yer aldığı öne sürülebilir 23. Bu gelenekte Miryam’a “ “Ölüm Meleği’nin egemen olamadığı, tam tersine onun (İlahi) bir öpüşle öldüğü, kurtların ve böceklerin onun üzerinde egemenlik kuramadığı” iddia edilmektedir. Böyle olsa bile Yahudiler, Mesih dönemine kadar Miryam’ın sağ kaldığını iddia etmeye ya da onu Bakire Meryem ile özdeşleştirmeye asla kalkışmamışlardır.

Şimdi Kuran’da ve hadislerde Bakire Meryem ile ilgili neler anlatıldığına bakalım.

Sure III, Al-i İmran, 31, 32’de şunları okuyoruz:

“İmran’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin.’ Onu doğurunca, Allah, ne doğurduğunu bilip dururken: Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu senin korumanı diliyorum, dedi. Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; ve o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir, derdi.”

Bu hikayenin açıklamasına ek olarak, Beydevi ve diğer tefsircilerle hadis yazarları bize şu ayrıntıları bildiriyorlar. İmran’ın karısı kısırdı ve yaşı ilerlemişti. Bir gün bir kuşun yavrularını beslediğini gördüğünde çocuğu olmasını çok istedi ve Allah’a kendisine bir çocuk vermesi için yalvardı. Şöyle dedi, “Ey Allah’ım, kız ya da erkek bana bir çocuk verirsen, Yeruşalim’deki tapınakta, Senin huzurunda onu Sana armağan edeceğim.” Allah duasını duyup yanıt verdi. Kadın gebe kalarak kızı Meryem’i doğurdu. Celalüddin, Meryem’in annesinin adının Anna olduğunu söylemektedir. Kadın Meryem’i tapınağa getirip kahinlere verdiğinde kahinler sunuyu kabul ettiler ve çocuğun gözetimini Zekeriyya’ya verdiler. Kızı bir odaya koydular, Zekeriyya’dan başka kimsenin oraya girmesine izin vermediler 24; ama her gün bir melek kıza yiyecek getiriyordu.

Kuran’a geri dönersek (Sure III, 37-42) şunları öğreniyoruz: Meryem büyüdüğünde, “Hani Melekler demişlerdi: Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti. Ey Meryem, Rabbine ibadet et; secdeye kapan, (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber sen de eğil. (Resulum!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir 25. İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kur’a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar bu yüzden çekişirken de yanlarında değildin. Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak. Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediğine göre nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ‘Ol’ der; o da oluverir.”

Beydevi ve Celalüddin “Kur’a çekmek üzere kalemlerin atıldığının” söylendiği bu ayetlerde söz ederken, Zekeriyya ile Meryem’e gözetmenlik yapmak isteyen yirmi altı kahinin birbirlerine rakip olduklarını belirtmektedir. Bu nedenle Ürdün nehrine gitmişler, kalemlerini suya atmışlardır; ama Zekeriyya’nınki dışında hepsinin kalemi suya batmıştır. Bunun üzerine onun gözetmenliğine Zekeriyya atanmıştır.

Sure XIX, Meryem 16-35’e baktığımızda, İsa’nın doğumuyla ilgili şu hikayeyi görüyoruz:

“(Resulum!) 26 Kitap’ta 27 Meryem’i de an diyorsun. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu 28 gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma). Melek: Ben, yalnızca sana tertemiz bir çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi. Meryem: bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir 29? dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi. Meryem ona hamile kaldı 30. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. ‘Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’ Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi 31: ‘Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.’ ‘Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye iç, gözün aydın olsun 32! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah’a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.’ Nihayet onu 33 (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi 34. Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. ‘Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk 35 şöyle dedi: ‘Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı 36 verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.’ İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa –hak söz olarak– budur.”

Açıklamaya devam edeceğimiz paragraflardan belli olduğu üzere, burada söz edilen her konunun izini apokrif kaynaklara kadar sürebiliriz.

Genç Yakup’un Ön İncili’nde 37 Meryem’in doğumundan söz edilirken şunları okuyoruz:

“Gökyüzüne bakakalan Anna 38 bir hay ağacında serçe yuvası görür, kendi kendisine dövünür ve şöyle der, ‘Vay başıma gelenler! Vay başıma gelenler! Beni kim doğurdu? ... Vay başıma gelenler! Ben kime benzetilmişim? Ben gökteki kuşlara benzetilmemişim, çünkü gökteki kuşlar bile senin gözünde üretkendir ey Rabbim’ Ve işte! Rabbin bir meleği yanına geldi ve ‘Anna! Anna! Rab Tanrı duanı duydu; sen gebe kalacaksın ve doğuracaksın ve soyunu bütün dünya konuşacak.’ Ama Anna şöyle dedi: ‘Benim Tanrım diridir, erkek ya da kız çocuk fark etmez, doğurursam, Onu Rab Tanrıma armağan olarak sunacağım ve O çocuk ömrünün her gününde ona hizmet etmeye devam edecek.’ … Ama çocuğu taşıdığı aylar tamamlanmıştı ve Anna dokuzuncu ayda doğurdu ve emzirdiği çocuğun adını Meryem koydu.”

Sonra hikayede, Anna’nın yemini uyarınca, çocuk annesinden ayrılabilecek yaşa gelince onu Yeruşalim’deki tapınağa götürdüğü anlatılır. Hikaye şöyle devam eder:

“Kahin 39 onu aldı, öptü ve ‘Rab Tanrı senin adını dünyanın bütün ulusları arasında yüceltti: günlerin sonunda Rab Tanrı İsrailoğulları’nın kurtuluşunu sende gösterecektir’ dedi... ama Meryem Rab’bin tapınağında (έν τώ ναώ Κύρίον) büyümüş bir güvercin gibiydi, yiyeceğini meleğin elinden yemeye alışmıştı. Ancak on iki yaşına geldiğinde, kahinler meclisi toplandı ve ‘İşte! Meryem Rabbin tapınağında on iki yaşına bastı, şimdi onu ne yapmalıyız?’ dedi... Rab’bin bir meleği başkahinin yanında durdu. ‘Zekeriya, Zekeriya! Git, halkından dul erkekleri buraya çağır, her biri yanlarında bir değnek getirsin ve Rab kime bir belirti gösterirse, Meryem onun karısı olsun’ dedi. Haberciler bütün Yahudiye kıyılarını dolaştılar. Rab’bin borazanının sesi duyuldu ve herkes koştu. Ama Yusuf da keserini bırakarak havraya seğirtti: Herkes toplanınca kahine gittiler. Kahin hepsinin değneğini aldı, tapınağa gidip dua etti. Duasını bitirince geldi ve herkese değneğini verdi, değneklerde hiç bir belirti yoktu. Ama Yusuf son değneği aldı. Ve işte! Değnekten bir güvercin çıkıp ve Yusuf’un başının üzerinde uçtu. Kahin ona, ‘Sen Rabbin bakiresini alma kısmetine eriştin: onu al ve gözet’ dedi ...Yusuf korktu, onu alıp gözetmeyi kabul etti. ... Ama Meryem bir testi alarak su doldurmaya gitti. Ve işte! Bir ses, ‘Selam, ey Tanrı'nın lütfuna erişen! Rab seninledir: Kadınların arasından sen kutsandın’ dedi. Sesin nereden geldiğini görmek için sağa ve sola bakındı. Dehşete kapılarak evine gitti; testisini bırakarak ... kerevete oturdu. ... Rabbin bir meleği gelerek yanında durdu, ona, ‘Korkma Meryem, sen Tanrı’nın gözünde lütfa erdin ve O’nun Söz’ünden (έκ λόγού αύτού) gebe kalacaksın’ dedi. Bunu duyan Meryem, içinden, ‘Her kadın gibi mi gebe kalacağım? diye geçirdi. Ve Melek ona, ‘Öyle olmayacak Meryem; çünkü En Yüce Olan’ın gücünün gölgesi senin üzerine inecek. Bunun için, doğacak olan kutsala, En Yüce Olan’ın Oğlu denecek: O’nun adını İsa koyacaksın’ dedi.”

Meryem’in tapınakta büyütüldüğü efsanesi, alıntı yaptığımızın dışında daha pek çok apokrif kitapta da yer alıyor. Örneğin Kıpti dilindeki “Bakire’nin Geçmişi 40” adlı kitapta şöyle yazıyor:

“O, tapınakta güvercinler gibi besleniyordu, yiyeceği ona tanrının melekleri göklerden getiriyordu. Tapınakta hizmet ediyordu; Tanrı’nın melekleri de ona hizmet ediyordu. Sevinçle yesin diye ona Yaşam Ağacı’nınki dahil bol meyve getiriyorlardı.” “Yusuf’un Ölümünün Hikayesi 41” adlı başka bir Kıptice kitapta şu yazıyı görüyoruz: “Meryem tapınakta oturuyor, orada kutsallık içerisinde tapınıyordu ve on iki yaşına gelene kadar orada büyüdü. Ailesinin evinde üç yıl kalmıştı. Rabbin tapınağında ise dokuz yıl daha kaldı. Kahinler, bakirenin Rab korkusuyla iffetli bir yaşam sürdürdüğünü gördüklerinde birbirlerine, ‘İyi bir adam arayalım ve düğün zamanına kadar Meryem’i onunla nişanlayalım’ dediler... Yahuda oymağını çağırdılar ve İsrail’in on iki oymağının adlarına göre içlerinden on iki adam seçtiler. Kura yakışıklı, iyi Yusuf’a çıktı.”

Ön İncil’e döndüğümüzde, Meryem’in gebe kaldığı öğrenildiğinde, Yusuf ile onun, yargılanmak üzere kahinlerin önüne getirildiği anlatılmaktadır. Hikaye şöyle devam ediyor:

“Kahin 42 ‘Meryem bunu neden yaptın, neden canını alçalttın?’dedi. ‘Tanrın Rabbi unuttun, En Kutsal Yerde büyütüldün, meleğin elinden yemek yedin ve ilahiler dinledin ... Bunu neden yaptın?’ Ama Meryem acı acı ağlayarak, ‘Rab Tanrı yaşadıkça, Ben O’nun gözünde temizim, ben erkek tanımadım’ dedi”

Sonra Yusuf ile Meryem’in Nasıra’dan Beytlehem’e gittikleri belirtiliyor. Beytlehem’deki kervansarayda yer bulamayınca bir mağarada barınmışlar, Rab İsa burada doğmuştur. Her zamanki gibi, şu andaki amacımızla ilgili olmayan kelimeleri atlayarak, kaynak metin şöyle tercüme edilebilir:

“Yusuf 43 bir mağara buldu ve Meryem’i oraya götürdü...ama ben, Yusuf 44, gökyüzüne baktım. Sabit duran gökkubbeyi 45 ve havada titreşen kuşları gördüm. Dünyaya baktım, işçilerin kurulu bir sofrada oturduklarını (άνακειμένους) gördüm. [Yemeği dudaklarına] götüren elleri kalkmıyordu. Yemeği ağızlarına götürenler, ağızlarına koyamıyorlardı ama hepsinin yüzü yukarı bakıyordu. Koyunların güdüldüğünü gördüm. Koyunlar kımıldamadan duruyordu; ama çoban vurmak için [değneğini] kaldırdı ve eli havada kaldı. Kabaran nehre baktım, çocuklar gördüm, ağızlarını suya götürmüşlerdi ama içmiyorlardı ve bütün her şey çok şaşırtıcıydı.”

Yukarıda anlatılan (Sure XIX, Meryem, 23-6) Meryem ile hurma ağacı hadisesinin “Meryem’in Doğum Yapması ve Kurtarıcının Bebekliği” adlı apokrif kitaptan alındığı bellidir ancak göreceğimiz gibi, iki anlatımın da izini olasılıkla daha eski bir kaynağa kadar sürebiliriz. Söz ettiğimiz kitapta bu olay Mısır’a kaçışla bağlantılıdır. Hikayede, Kutsal Ailenin yolculuğa nasıl çıktığı iki gün sessizce nasıl yolculuk yaptığı yazılmıştır. Hikaye şöyle devam eder:

“Ama 46 Yusuf yola koyulduğunun üçüncü günü, Meryem çölün aşırı sıcağından yorgun düştü. Bir ağaç gördüğünde Yusuf’a ‘Bu ağacın gölgesinde bir süre dinlenelim’ dedi. Yusuf hemen Meryem’i hurma ağacına götürdü ve onu hayvanın sırtından indirdi. Meryem oturduğunda, hurma ağacının tepesine baktı, meyvelerle dolu olduğunu görünce Yusuf’a, ‘Mümkünse bu hurma ağacının meyvesinden almak istiyorum’ dedi. Yusuf ona, ‘Bunu nasıl söyleyebildiğine şaşıyorum, hurma ağacının dallarının ne kadar yüksek olduğunu görüyorsun. Fakat su konusunda çok endişeliyim, çünkü tulumlardaki su bitti. Onları doldurup susuzluğumuzu giderebileceğimiz hiçbir yer yok’ dedi. Annesi Bakire Meryem’in göğsünde mutlu bir yüz ifadesiyle yatan Bebek İsa hurma ağacına, ‘Ey Ağaç dallarını eğ ve annemi meyvelerinle serinlet’ dedi. Hurma ağacı hemen o anda başını Meryem’in ayaklarına kadar eğdi: onlar da ağacın taşıdığı meyvelerden toplayıp serinlediler. Bütün meyveleri toplandığında ağaç hala eğik duruyordu, çünkü doğrulmak için, emriyle eğildiği İsa’nın emrini bekliyordu. Sonra İsa, ‘Ey hurma ağacı, başını kaldır ve çok sevin. Sen Babamın Cennetinde Benim ağaçlarıma eşlik edeceksin. Ama köklerinle yeraltında gizli olan pınarı aç. Susuzluğumuzu giderecek su bu kaynaktan aksın’ dedi. Hurma ağacı birden doğruldu ve köklerinin arasından dupduru, serin ve tatlı bir su akmaya başladı. Suyun aktığını gördüklerinde çok sevindiler. Binek hayvanlarıyla ve kendilerine eşlik edenlerle beraber suya kanarak Tanrıya şükrettiler.”

Kuran, hurma ağacı ve altından akan suyla Mısır’a kaçış arasında bağlantı kurmak yerine, gördüğümüz gibi, bununla Mesih’in doğumu arasında yakın bir bağlantı kuruyor. O’nun ağacın dibinde doğduğunu anlatıyor. (Bir açıklamaya göre) tam o anda Meryem’in yemesi için ağaca meyvelerini dökmesini emrediyor ve ona akan dereciği anlatıyor. Kuran bu açıdan bu apokrif İncil ile bağdaşmaktadır. Kuran’daki kelimelerle yapılan açıklamanın, Cebrail’in konuşmasına atfedilen açıklamadan büyük olasılıkla daha doğru olduğu buradan bellidir.

Ama şimdi Kuran’ın, İsa’nın bir ağacın dibinde doğduğu fikrini nerden aldığını inceleyeceğiz: Ayrıca ağacın anneyle çocuğun meyve yesin diye eğilmesi efsanesinin kaynağını da. Buradaki ifadelerden ne birinin ne de diğerinin, kanondaki İncil’lerde en ufak bir altyapısının olduğunu söylemek de pek gerekmiyor.

İki olayın da kaynağı Budist Pali Kanon’daki kitaplardır. Maha-Vamso’da bize verilen bilgiye göre, bu kitaplar Sri Lanka kralı Vattagamani döneminde, büyük olasılıkla en geç M.Ö. 80 civarında yazıya dökülmüştür 47. Ama bu Pali kitaplarının büyük bölümünün yüzyıllarca önce yazılmış olması da mümkündür. Bu kitaplardaki efsaneler, daha sonra ama yine de çok eski zamanlarda sadece Hindistan’a ve Sri Lanka’ya değil, Orta Asya, Çin, Tibet ve diğer ülkelere de yayılmıştır. Yeşt XIII, 16’da, Mesih’ten önce ikinci yüzyıl kadar eski bir tarihte Budist misyonerlerin Pers ülkesinde bulundukları anlatılmaktadır. Budizm’in Orta Asya, Doğu ve Güney Asya kadar bütün Batı Asya üzerindeki etkisi çok büyüktü. Manastır sisteminin doğuşu kadar Manicilik, Gnostisizm ve diğer sapkınlıklara da bu yol açmıştı 48. Apokrif Müjde’lerdeki birçok yazı, Budizm kökenli görüşlerin, bu düzme kitapların yazarlarının aklında yer ettiğini gösteriyor ama bu insanlar kuşkusuz esinlerinin gerçek kaynağından hiç haberdar değildiler. Bu durumda Muhammet’in yanlış yola girmesi kolaydı; Pali kitaplarında, bilinen en eski ağaç efsanelerini anlatan pek çok yazıya işaret edebiliriz.

Bunlardan biri Nidanakatha Jatakam’dadır (böl. i. s 50-3). Burada bize, Gotamo Buda’nın annesi Maya’nın, hamileyken, doğum zamanının yaklaştığını anlayınca, ülkenin geleneğine göre, doğurmak için babasının evine dönmek üzere kocası Suddhodano'dan izin aldığı anlatılıyor. Yolda Prenses Maya ile hizmetçileri güzel bir ormana girmişler ve Prenses Maya bazı ağaçlarda gördüğü çiçeklere hayran kalmıştır. Söz ettiğimiz yazıda daha sonra meydana gelen olayların anlatımı şu sözlerle anlatılır:

“İyi 49 şans getiren sal ağacının dibine giden Maya, ağacın dalını tutmak istedi. Buharda iyi yumuşamış bir değneğin ucu gibi eğilen sal ağacının dalı, prensesin eli uzatabileceği hizaya geldi. O da elini uzatarak dalı tuttu... Sal ağacının dalını tutmuş, orada dururken doğum yaptı.”

Bununla, yukarıda alıntı yaptığımız Kuran’daki yazıda anlatılan Mesih’in doğumu arasındaki fark çok azdır. Budistlerin kitabında adı geçen, çiçek açan ağaç türü yerine, Muhammet bir Arap’ın en iyi bildiği ağaç olan hurma ağacından söz ediyor, çünkü Hindistan’daki sal ağacı Arabistan’da yetişmez. Genellikle benzer masallarda olduğu gibi, bu efsane de aktarılırken kuşkusuz değişmiştir. Hint efsanesinde, Buda’nın annesinin başının üzerindeki dalda açmış olan çiçeklere yetişirken gösterdiği çabanın, çocuğun beklenmedik doğumuna neden olduğunu ima ediyor. Kuran’da, doğumun hurma ağacının altında olmasıyla ilgili geçerli bir neden öne sürülmüyor gibidir. Ama açıkçası, hikayeler bir ve aynıdır. Kuran’da olduğu gibi burada da, Maya çiçek toplasın diye –ya da Kuran’da belirtildiği üzere olgunlaşmış hurmalar Meryem’in üzerine düşsün diye- ağacın dallarını eğdiğini görüyoruz.

Bu ikinci olayın –yani apokrif İncil’dekinin– başka bir anlatımı, Rabbimizin bebekliğindeki Mısır’a Kaçışla ilgilidir. Bu, Kariya-Pitakam’da okuduğumuza benzer (böl. i., şiir ix.). Burada bize Buda’nın, önceki bir doğumda Vessantaro adında bir prens olduğu belirtilmektedir. Halkını kızdırdığı için, karısı ve iki küçük çocuğuyla birlikte ülkesinden sürülmüştür. Sığınacak bir yer bulmak istedikleri uzaktaki dağlara doğru giderlerken çocuklar acıkmışlardır. Budistlerin bu hikayesinde bize şunlar anlatılır:

“Çocuklar 50 dağın yamacında meyve vermiş ağaçları görünce, meyve diye ağlamışlardır. Çocukların ağladıklarını gören mağrur kocaman ağaçlar eğilerek çocuklara yaklaşmıştır.”

Hem Kuran’ın hem de “Meryem’in Doğum Yapmasının Tarihçesi” adlı apokrif kitabının yazarının bu sıra dışı olayları Budist kaynaklardan bilinçsizce aldığı bellidir. Kuşkusuz bu, hikayenin gerçek olmadığını kanıtlamaktadır.

Budist efsanelerinin, Muhammet dönemi gibi geç bir tarihte bile Batı Asya’da revaçta olduğunun ve Hıristiyan tarihi diye kabul edildiğinin kanıtı gerekiyorsa bu kanıt “Barlaam ile Josaphat" hikayesinden elde edilebilir. Bazıları bu efsanenin Hıristiyanlık Çağının altıncı yüzyılında Grekçe yazıldığına inanmaktadır ama genellikle, Halife El Mansur’un (M. S. 753-74) sarayında büyümüş olan Johannes Damascenus’a atfedilmektedir. Kitaptaki Hıristiyan prensi Josephat, kuşkusuz Buda’dır ve adı da, Buda’nın çok sayıdaki adından biri olan Bodhisattva’dan gelmektedir. Hikayenin asıl kaynağı Buda’nın Lalita Vistara olarak bilinen Sanskritçe efsanevi hikayesidir. Ancak Josaphat hem Grek, hem de Roma kiliseleri’nde bir azizdir. Kutsal günü Grek kilisesinde 26 Ağustos, Roma Kiliselerinde ise 27 Kasımdır.

3. İsa’nın Çocukluğunun Hikayesi

Kuran’ın bu konuda ne öğretini daha önce anlatılanlardan öğrendik. Ancak şimdi bu konuyu uzun uzadıya ele almalıyız.

Sure III, Al-i İmran 41, 43’te Mesih doğmadan önce meleğin O’nun için, “O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak” dediği belirtiliyor. Görmüş olduğumuz gibi, Sure XIX, Meryem, 29-31’de, Bakire Meryem’in halkı, ona azarladığında Meryem’in, çocuğu işaret ederek, nereden geldiğini O’na sormalarını ima ettiği belirtilmektedir. Halk şaşırarak, “Biz, beşikteki sabi ile nasıl konuşuruz?” demiştir. Bebek İsa ise “Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitap’ı verdi ve beni peygamber yaptı’ diyerek onlarla konuşmuştur.

Bu efsanenin kökenini uzaklarda aramaya gerek yoktur. Apokrif İncil’lerden birinde, Mesih’in, bebekliğinde Mısır’a giderken, annesi meyve koparsın diye, hurma ağacına seslenip emir verdiğinin anlatıldığını görmüştük. Ama Muhammet’in bu olayı aldığı kaynak olasılıkla, daha çok Arapça Bebeğin İncili diye bilinen İncilü't Tufulliyye’dir. Bu kitabın birinci bölümünde şunları okuyoruz:

“Biz bunun, Mesih zamanında Başkahin olan Josephus’un (Kayafas olduğu söylerler) kitabında yazılmış olduğunu gördük. Bu adam, Mesih’in beşikteyken konuştuğunu ve annesi Meryem’e şöyle dediğini anlatır: ‘Gerçekte ben Tanrı’nın oğlu İsa’yım, melek Cebrail’in sana verdiği iyi habere göre senin doğurduğun Söz’üm; Babam Beni dünya kurtulsun diye gönderdi.’”

Kuşkusuz Muhammet, Mesih’in, Apokrif İncil’in O’na atfettiği sözleri ettiğini anlatmıyor, çünkü Mesih’in Tanrının Oğlu olduğu Kuran’ın her yerinde inkâr ediliyor. Bu durumda, İsa’nın beşikte yatan bir bebekken konuştuğuna inanan ve bunu belirten Muhammet, hikayesinde, kendisine daha uygun görünen ve İslamiyet ile daha çok bağdaşan sözleri İsa’ya söyletiyor. Yoksa hikaye aynıdır.

Bununla beraber, bu apokrif İncil’in Arapça üslubu o kadar kötüdür ki, Muhammet dönemine ait olduğuna inanmak pek mümkün değildir. Yine de kitabın yazıldığı dilin Arapça olmadığını var saymak çok az önemlidir ya da hiç önemi yoktur. Kitap incelendiğinde, Kıpti dilinde yazılıp Arapçaya çevrildiği kuşkusuzdur. Bu, Muhammet’in efsaneyi nereden bildiğini büyük olasılıkla açıklamaktadır. Çünkü Mısır’ın Hıristiyan valisinin Muhammet’e iki Kıpti kızı armağan olarak gönderdiği, onlardan birinin, “Kıpti Meryem’in” onun en gözde cariyelerinden biri olduğu iyi bilinmektedir. Bu kız, İncil’i çok iyi bilmese bile, o dönemde “Bebeğin İncili” gibi çok popüler bir efsaneyi kuşkusuz biliyor olmalıydı. Muhammet olasılıkla bu hikayeyi ondan öğrenmiştir ve evrensel olarak Hıristiyanların Tanrısal yetki diye kabul ettikleri İncil’lerde yer aldığını düşünerek hikayeyi Kuran’a dahil etmiştir. Kuşkusuz Meryem’den başka da ona Kıpti efsanelerini anlatan birileri vardı ama ona bilgi veren kişi ya da kişiler her kimse, mucize hikayesinin kaynağının söz ettiğimiz kaynak olduğu bellidir.

Arapça “Bebeğin İncil’i”, çok sayıda apokrif kitaptan biridir. Geç ya da bilinmeyen bir tarihte yazılmıştır. Hiç bir Hıristiyan tarikatı ona esinlenmiş diye bakmamıştır. Kuran’a damgasını vurmuş aynı sınıftan başka kitaplar ise “İsrailli Tomas’ın İncil’i,” “Yakup’un Ön İncili”, (“Gesta Piulati” de denen) “Nikodim’in İncil’i” ile “Aramatyalı Yusuf’un Hikayesi”dir. Daha önce de gördüğümüz gibi, Muhammet’in güvenilmez bilgi kaynaklarını keşfetmede özel bir yeteneği vardı. Yetkisi kuşkulu olan bir kitaptan asla alıntı yapmıyordu. Bunlar ve bunlara benzeyen başka kitapların, o tarihlerde, hatta daha sonra da bilgisiz Hıristiyanlar arasında çok popüler olsa da, kimseye baskı yapma niyeti taşıdığı pek söylenemez. Bunların dinsel hikayeler olduğu apaçıktır. Bu kitapların, çok merak edilen konuları ele aldığı tabii ki, anlaşılmaktadır ve nedenle de, okuduklarının doğru ya da yanlış olduğunu sorgulamayan insanların hoşuna gidiyordu. İnsanlar, bu hikayelerin eski bir geleneğinin olduğuna ve kanondaki kitaplarda az bilgi verilen ya da hiç bilgi verilmeyen konuları ele aldığına inanmaktan çok mutluydular. Bazıları bu efsanelere kuşkusuz inanmıştır ama eğitimli birinin adını saydığımız kitaplara inandığı söylenemez. Bunlar, Antilegomena’na bile dahil edilecek kadar önemli bulunmamıştır. Bazısı yok olan eski kitaplar esas alınarak, yeniden düzenlenmiş olabilir ancak çok sayıda efsanevi unsur da katılmıştır. Durum böyle olsun olmasın, kimi kez, hiçbir otoritesi olmasa bile, oldukça eski efsanelerin bunlara dahil edildiği görülmektedir. Bazı hikayelerin izlerinin çok eski Budist masallarına kadar sürülebildiği örnekleri görmüştük. İsa’nın beşikte yatan bir bebekken insanlarla konuştuğunu anlatan hikaye, aynı türe giren başka bir örnektir ancak izi Pali Kanon’a kadar gitmiyor. Aynı hikaye Buda-Karita’daki 51 Lalita Vistara’da ve diğer Sanskritçe kitaplarda da Buda için anlatılmaktadır. “Romantik efsanede” 52 Buda’nın doğar doğmaz “hemen ufuğun her köşesine doğru yedi adım attığı; yürürken attığı her adımda ayağının altıdaki topraktan bir lotus çiçeğinin fışkırdığı; her yöne baktığında, ağzından “Bütün dünyada tek baş benim” kelimelerinin çıktığı ciddi ciddi bildirilmektedir. Başka bir 53 Çin Sanskritçesi kitapta da aynı hikaye anlatılıyor. Tek fark, Budha’nın sözleridir: “Bu doğum, Buda olarak gerçekleşti: Bundan böyle yeniden doğarak var oldum: Ancak bu kez bütün dünyayı kurtarmak amacıyla doğdum. Tanrıcı olmayan Budizm sistemi ile Hıristiyan sistemi arasındaki farkı hesaba katarsak, bu son alıntının, Arapça “Bebeğin İncil’inden” yaptığımız alıntıdaki bebek Mesih’e atfedilen sözlere çok benzediğine dikkat edilmelidir: Aslında ikinci alıntıdaki son sözler neredeyse birincisinin birebir çevirisidir 54.

Rabbimizin beşikteyken konuştuğu varsayımı, Sure V, Maide, 109, 110’daki metinde de iddia edilmektedir. Başka konuların yanı sıra şimdi bunu da göz önünde tutacağız. Kolaylık olsun diye ayetlerin tamamı aşağıda verilmektedir:

“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes ruh (Cebrail) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle anadan doğma körü ve... alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrailoğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mucizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler, ‘Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir’ demişlerdi.’”

Burada anlatılan Rabbin körleri iyileştirmesi, cüzamı temizlemesi ve ölüleri diriltme mucizeleri, dolaylı olarak, kanonik dört İncil’den alınmış olabilir ama benzer olaylar apokrif İncil’lere de –tam olmasa bile– dahil edilmemiş değildir. Ancak şu anki amacımız için esas önemli olan nokta, Mesih’in çamurdan kuş yaparak ona yaşam vermesiyle ilgili anlatılanlardır. Bu olay apokrif “İsrailli Tomas’ın Müjdesi”nden alınmıştır. İkinci bölümde şunları okuyoruz:

“Çocuk İsa, beş yaşına geldiğinde derenin ağzında oynuyordu. Akan suları küçük havuzlara toplayıp arıtıyordu. Tek bir sözüyle onlara emir veriyordu. Çamuru inceleterek 12 serçe yaptı. Bunları yaptığında bir Şabat günüydü. Bununla birlikte, İsa ile oynayan pek çok çocuk da vardı. Ama İsa’nın ne yaptığını, Şabat gününde oynadığını gören bir Yahudi hemen giderek bunu babası Yusuf’a anlattı. ‘Bak! Çocuğun dereden çamur alıp on iki tane kuş yaptı, Şabat gününe saygısızlık etti.’ Oraya gidip olanları gören Yusuf, İsa’ya ‘Şabat gününde yasaya uygun olmayan bu şeyleri niçin yapıyorsun?’ diye bağırdı. Ama İsa ellerini çırparak serçelere seslendi, onlara ‘Gidin!’ dedi. Serçeler cıvıldayarak uçtular. Ama bunu gören Yahudiler şaşırdılar ve İsa’nın yaptıklarını gidip önderlerine anlattılar.”

Bu efsanenin Arapça “Bebeğin İncil’inde” iki kez karşımıza çıkması dikkate değerdir. Biri bölüm xxxvi’de, ikincisi ise başka bir biçimde bölüm x1vi’dedir. Bunun nedeni, kitabın ikinci bölümünün “İsrailli Tomas’ın Müjdesi’nden” alınmış olmasıdır.

Efsane, Kuran’da kısaca söz edilenle apaçık aynı olsa da, aralarındaki farkın, Muhammet’in bu kısaltılmış biçimini ezberinden yazdırdığını, yazılı bir belgeye başvurmadığını yeterince kanıtladığını burada da görüyoruz. Bu nedenle on iki kuş yerine sadece tek bir kuştan söz ediyor ve İsa’nın emriyle değil, nefesiyle ona yaşam verildiğini anlatıyor. Kuran’da bu hikayeye yapılan özet şeklindeki gönderme, o dönemde bu hikayenin çok revaçta olduğunu ve genelde inanıldığını gösteriyor. Yine bu, o dönemde Medine’de Yeni Antlaşma’nın ne kadar az bilindiğini kanıtlıyor; çünkü Kurtarıcımızın çocukluğunda yaptığı mucizeler gibi hikayeler kanonik İncil’lerde yazmıyor ama Yuhanna ii’de de, otuz yaşlarında vaftiz oluncaya kadar bunların hiçbirinin olmadığı görülüyor.

4. Masa Hikayesi

Mesih’in bu varsayılan sofra mucizesinden Sure V, Maide, 112-15’de söz ediliyor ve sure adını bu mucizeden alıyor. 55 Hikaye şöyle anlatılmakta:

“Hani Havariler 56 ‘Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?’ demişlerdi. O, ‘İman etmiş kimseler iseniz Allah’tan korkun’ cevabını vermişti. Onlar ‘Ondan yiyelim, kalplerimiz mutmain olsun, bize doğru söylediğini (kesin olarak) bilelim ve ona gözleriyle görmüş şahitler olalım istiyoruz’ 57 demişlerdi. Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş 58 ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir ayet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır; zaten sen, rızık verenlerin en hayırlısısın. Allah da şöyle buyurdu: Ben onu size şüphesiz indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kainatta hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim!’”

Bu, ilk Müslüman sığınmacıların beraberlerinde Etiyopya’dan getirdikleri bu konudaki bir efsane değilse, bu mitin izlerini Yeni Antlaşma’daki yanlış anlaşılan bazı yazılara kadar sürmeliyiz. Başka bir yerde, izini bulamadığımız böyle bir efsane varsa, asıl kaynağı aynı olmalıdır. Kuşkusuz bunun ortaya çıkmasına yardım eden Yeni Antlaşma yazılarından biri, Rab’bin öğrencilerine “Öyle ki, egemenliğimde benim soframda yiyip içesiniz” dediği ayettir (Luka xx. 30). Matta xxvi. 20-9; Markos xiv. 17-25; Luka xxii.14-30; Yuhanna xiii. 1-30; ve 1. Korintliler xi. 20-34’e göre, Hıristiyanların Rab’bin Sofrası’nı kutladıklarını Muhammet kuşkusuz biliyordu. Ama sofranın gökten indiği fikrini doğuran, kuşkusuz, Petrus’un görümünü anlatan Elçilerin İşleri’dir (x 9-16):

“Ertesi gün onlar yol alıp kente yaklaşırlarken, saat on iki sularında Petrus dua etmek için dama çıktı. Acıkınca da yemek istedi. Yemek hazırlanırken Petrus kendinden geçti. Göğün açıldığını ve büyük bir çarşafı andıran bir nesnenin dört köşesinden sarkıtılarak yeryüzüne indirildiğini gördü. Çarşafın içinde, yeryüzünde yaşayan her türden dört ayaklı hayvanlar, sürüngenler ve kuşlar vardı. Bir ses ona, ‘Kalk Petrus, kes ve ye’ dedi. ‘Asla olmaz, ya Rab!’ dedi Petrus. ‘Hiçbir zaman bayağı ya da murdar herhangi bir şey yemedim.’ Ses tekrar, ikinci kez duyuldu; Petrus'a, ‘Tanrı'nın temiz kıldıklarına sen bayağı deme’ dedi. Bu, üç kez tekrarlandı. Sonra çarşafı andıran nesne hemen göğe alındı.”

Maide suresinden alıntı yaptığımız yazının son kelimeleri Muhammet’in aklından Rabbin Sofrası’nın geçtiğini ayrıca kanıtlıyor, çünkü ayetteki kelimeler Pavlus’un bu sakramente yakışmayan şekilde paydaş olmaya karşı yaptığı uyarının cılız bir yansımasıdır (1 Kor xi. 27-9).

Bütün yazı Muhammet’in Yeni Antlaşma’yı ne kadar az bildiğini de ayrıca kanıtlamaktadır. Kitabı okuyan veya okunduğunda dinleyen hiç kimse, Petrus’un görümünü Rabbin Sofrası ile birbirine karıştıramaz ya da bu görümü, Rabbimizin zamanında gökten inen bir sofra öyküsüne döndüremez. Bu yazı, efsanelerin gelişme tarzını gösteren ilginç bir örnektir.

5. Muhammet’in Üçlü Birlik Öğretisini Yanlış Yorumlaması

Bu bölümün başında bu konuya kısaca değinmiştik ama “Hıristiyan” görüşlerinin ve adetlerinin İslamiyet’in üzerindeki etkisini daha eksiksiz ele almak için, bu konu burada tekrar işlenmelidir. Muhammet’in, Hıristiyanlıktaki Üçlü Birlik öğretisine dair bir anlayışının olduğu, son birkaç paragrafta görüldüğü üzere kesindir. Bu paragraflarda Muhammet, Rab’bin Sofrasına göndermede bulunmaktadır. Bu, aşağıdaki yazılarda açıkça görülmektedir:

Sure V, Maide, 116: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki Tanrı bilin’ diye sen mi dedin?’”

Sure IV, Nisa 169: “Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, (o) Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı ‘kün: Ol’ kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut teyit edilmiş, yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Sure V, Maide, 77: “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah’dan başka Tanrı yoktur. Eğer diye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kafir olanlara acı bir azap isabet edecektir.”

Yorumcu Celalüddin ile yorumcu Yahya, Muhammet, bazı Hıristiyanların Baba Tanrı, Meryem ve İsa olarak üç Tanrı olduğunu ifade ettiklerini duyduğunda, bu ayetlerin bu ifadeye cevap olduğunu açıklamaktadır. Muhammet’in, Hıristiyan öğretisinin üç ayrı İlahi Kişilik inancı aşıladığına, bunlardan ikisinin İsa ve Meryem olduğuna gerçekten inandığı bu ayetlerden açıkça bellidir. Ama yaptığımız üçüncü alıntıda, Muhammet’in – olasılıkla, “Hıristiyan” ibadeti diye gördüğü şeyden ötürü- bu sıranın İsa, Meryem, Allah ya da Meryem, İsa, Allah şeklinde olduğunu düşündüğü görülmektedir. Aklı başında hiç kimse, Muhammet’in, Allah’ın adına edilen böyle bir küfrü öfkeyle reddetmesine şaşırmayacaktır. Meryem’e putperestler gibi tapınmanın, Muhammet’in, insanların ona, “Cennetin Kraliçesi” ve “Tanrı’nın Annesi” diyerek İlahi vasıflar atfettiklerini düşünmesine yol açtığı için hepimiz üzüntü duymalıyız. Tanrı’nın, pratikte, Meryem’in lehine tahtından indirildiğini haklı olarak düşünmüştür. Tanrı’nın tekliği öğretisinin Hıristiyan inancının temeli olduğu (Yasanın Tekrarı vi 4; Markos xii 29) ona öğretilseydi Muhammet reformist bir Hıristiyan olabilirdi. Teklikte Üçlük öğretisinin gerçek açıklamasını asla duymamış olmalıdır, yoksa Hıristiyan ilahiyatçılarının Baba’dan “üçünün üçüncüsü” diye değil, Πηγή τής θεότητος 59, “Tanrı’nın kaynağı” diye söz ettiklerini duyardı.

Muhammet’in, gerçek Kutsal Kitap öğretisini yanlış anlamasına yol açan Bakire Meryem’in gereksizce yüceltilmesi Hıristiyan inancına ters düşse bile, daha sonraki apokrif İncil’lerin birçoğunun, özellikle de Muhammet’in Hıristiyanlık hakkında bilgi edindiği temel kaynakları oluşturanların, bu gibi yanlış görüşleri ve adetleri açıkça teşvik ettiği belirtilmelidir. Mesih’in öğrettiği ilk Hıristiyanlık inancının çok daha gerçek anıtları, “Meryem’in Doğum Yapması”, "Genç Yakup’un Ön İncili," ve Arapça “Bebeğin İncil’i” gibi kitaplar değil, Yeni Antlaşma’daki kanonik kitaplardır. Bir Muhammedi okurun, bunun tersini kanıtlama çabasına girip, bu güçlükten kurtulacağı sanısına kapılmasını önlemek için bunları yazıyoruz.

6. Mesih’in Çarmıha Gerilişinin Reddi

Çok eskiden beri bütün Muhammedilerin Mesih’in çarmıhta öldüğünü reddettikleri iyi bilinmektedir. Bu konuda Kuran da onları destekler. Sure IV, Nisa 156’da, Yahudilerin “Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” demelerine cevap olarak, Muhammet’in “Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi” dediği anlatılmaktadır.

Muhammet’in Mesih’in çarmıhtaki ölümünü reddetmesinin ipuçları, onun sevdiği apokrif İncil’ler gibi güvenilmez otoritelerde bile bulunamaz. Kuşkusuz sadece bilgisizliği nedeniyle olsa da, hem Eski Antlaşma’daki peygamberlere hem de Yeni Antlaşma’daki elçilere ters düştüğünü söylemeye gerek yoktur. Düşmanları tarafından çarmıha gerilerek öldürülmesi ona Mesih’in onurunun kırılması gibi gelmiştir. Muhammet kendi düşmanları olan Yahudilerin onu öldürdükleri için övündüklerini görünce, buna daha çok inanmıştır. Dolayısıyla, başka açılardan çok az ortak noktasının olduğu sapkın düşünce sahiplerinin iddiasını memnuniyetle benimsemiştir. Muhammet döneminden çok önce, bunların birçoğu, Mesih’in gerçekten acı çektiğini reddetmişlerdi. İrenaeus, M. S. 120 civarında ortaya çıkan Gnostik sapkın Basilides’in öğrettiklerine göndermede bulunarak, bize, onun İsa’dan söz ederken, kandırdığı takipçilerine şunları söylediğini anlatmaktadır: “O 60 acı çekmedi; haçını onun yerine Kirene'li Simon’a taşıttılar; bilgisizliklerinden hata yapa rak bu adamı çarmıha gerdiler. İsa, Simon’un görünüşünü değiştirmişti. Öyle ki, onun İsa olduğunu düşüneceklerdi”. Bu ifade Kuran’da bu konuda anlatılanla örtüşmektedir. Ancak Muhammet, Irenaeus’a göre bu görüşün temelinde yatan ilkeyi reddetmiş olmalıdır: Basilides, İsa’nın, bilinmeyen Tanrı’dan çıkan ilk şey 61 olan νούς yani Akıl ile özdeş olduğuna ve Mesih’in bedeni gerçek insan bedeni olmadığı için O’nun acı çekmediğine inanıyordu. Bu, Kuran’a tamamen karşıttır. Kuran’da İsa’nın, peygamber ve elçi olmasına rağmen, sadece insan bedenine sahip bir insan olduğu, insan bir anneden doğduğu ve şu ya da bu zamanda ölmesinin önceden belirlenmiş olduğu iddia edilmektedir. Bu durumda Muhammet’in, Basilides’in sonuç çıkardığı bu ilkeye karşıt olduğunu ama bu sonucu kabul ederek Kuran’a aldığını görüyoruz. Bu mantığa o kadar aykırı bir yöntemdir ki, çok doğal bir bilgisizlikten başka hiçbir şeye atfedilemez.

Mesih’in ölümünün gerçekte değil, sadece görünüşte olduğu fikri sadece Basilides ile sınırlı değildi. Photius (yakl. 820- 91) Bibliotheca’sında (Cod. 114) “Elçilerin Yolculukları” 62 adlı bir apokrif kitapta “Mesih’in değil, O’nun yerine başkasının çarmıha gerildiğinin” iddia edildiğinden söz ediyor. Bir zamanlar Pers ülkesinde çok etkili olan ünlü sahte peygamber Manes yani Mani de aynı şekilde, “Karanlık prensi 63 çarmıha gerildi, dikenli tacı da aynı kişi giydi” diyordu. Muhammet’in, Mesih’in ölümünü yetkili bir kitaba dayanarak ya da reddederken yetkili bir çevreden destek gördüğü söylenemez.

Bununla beraber Kuran’ın pek çok yerinde diğer insanlar gibi İsa’nın da ölmesi gerektiğinden söz edilmektedir. Örneğin; Sure III, İmran 48’de şöyle yazılmıştır:

“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım.”

Sure XIX, Meryem 34’te de İsa’nın beşikteyken şöyle dediği anlatılmaktadır:

“Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.”

Tefsirciler bu yazıların tam anlamı konusunda tam bir görüş birliği içinde değillerdir. Bazıları, Yahudilerin Mesih’i çarmıha germek istediklerinde, O’nu ertesi sabah öldürme niyetiyle, Paskalya bayramından bir akşam önce O’nu ve elçilerini yakalayıp hapse attıklarına inanıyorlar. Ancak gece Tanrı O’na bir bildiri göndermiştir: “Benim sayemde öleceksin ama sonra hemen bana getirileceksin ve imansızların gücünden kurtulacaksın.” Böylece İsa son nefesini vermiş ve üç saat ölü kalmıştır. Diğerleri ise daha uzun süre ölü kaldığından söz etmektedirler. Yine de sonunda Cebrail gelmiş, kimse fark etmeden O’nu pencereden çıkararak göğe kaldırmıştır. İmansız bir Yahudi casusu O’nunla karıştırmışlar ve İsa’nın yerine onu çarmıha germişlerdir 64. Ama günümüzde daha yaygın, adeta evrensel olan Müslüman görüşü, Kısasü’l Enbiya 65 ve Araisü't Ticen[66] gibi kitaplardaki hadislerin desteklediği görüştür. Bu kitaplarda, Yahudiler İsa ile elçilerin bulundukları evi kuşattıklarında, Cebrail’in, İsa’yı çatıdan ya da pencereden çıkararak O’nu diri olarak göğün dördüncü katına götürdüğü anlatılmaktadır. “Yahudilerin Kralı” Şuyug ya da onun Faltianus adındaki bir arkadaşı, İsa’yı öldürmek için eve girdiğinde İsa ile karıştırılarak öldürülmüştür. Ne var ki, İsa ölmelidir ve ölmek için dünyaya dönecektir; Sure III, 48; XIX, 34 ve Sure IV, 157’de de buna işaret edilmektedir, şayet son söz edilen ayette, (“Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce O’na muhakkak iman edecektir”) birçok kişinin düşündüğü gibi İsa’nın ölümünden söz ediliyorsa. Çünkü “Lanetlenmiş Deccal 67 ortaya çıkarak 68 insanları doğru yoldan saptırıp kafir haline getirdiğinde ve İmam Mehdi çok sayıda Müslüman’la birlikte Yeruşalim’deyken İsa gelecek, Deccala savaş açacak, onu öldürecek, Kendisine inananları Muhammet’in dinine iman etmeye çağıracaktır. İsa, Muhammedi inancı benimseyecek, İslamiyet’e inanan herkesin canını esirgeyecek ama İslamiyet’e inanmayan herkesi öldürecektir. Doğu’dan Batı’ya kadar bütün dünyaya boyun eğdirecek ve halkı Müslüman yapacaktır. Muhammedi dini o derece geçerli kılacaktır ki, dünyada tek bir imansız kalmayacak, bütün dünya tamamıyla uygarlaşacak ve zengin bir berekete kavuşacaktır. İsa mükemmel bir adalet sağlayacaktır. Öyle ki, kurtla geyik birlikte su içecek ve İsa, kötülük edenlere karşı gazaba gelecektir. Kırk yıl dünyayı böyle düzelttikten sonra, O da ölümün acısını tadacak, dünyadan ayrılacaktır. Sonra da Müslümanlar O’nu, Seçilmiş Olan Muhammet’in mezarının yanına gömecektir.”

Mesih’in dönüşü ve bütün dünyada Krallığının kuruluşu ile ilgili söylenenlerin, Kutsal Yazılarla uyumlu olduğu ve bunlardan, özellikle de Elçilerin İşleri i 11, Vahiy i 7; Yeşaya xi. 1-10’dan alındığı bellidir. Ama eyvah! “Her tarafında Yılan’ın izi vardır”, çünkü Mesih, İslam’ı kılıçla yayacaktır! iddiasında bulunulmaktadır. Mesih karşıtının yenilgiye uğratılmasına yapılan gönderme, açıkça 2. Selanikliler ii 8-10 ve benzeri ayetlere dayanmaktadır. Alıntı yaptığımız Kuran ayetlerinin asıl anlamı buysa ve Beyhaki ile diğerlerinin, Muhammet’in ağzından çıkarak kuşaktan kuşağa aktarıldığını yazdıkları hadislere herhangi bir şekilde güven atfediliyorsa, burada Muhammet’in, Mesih’in ikinci gelişinden sonra öleceği fikrini hangi kaynaktan edindiğini sorgulamalıyız: Çünkü her Hıristiyan böyle bir düşüncenin Kutsal Yazılara kesinlikle ters düştüğünü bilir (Örneğin; Vahiy i. 17, 18).

Burada yine bazı apokrif kitaplar imdadımıza yetişiyor. “Kutsal Babamız Yaşlı Marangoz Yusuf’un Ölümü” adlı (olasılıkla aslı Kiptice olan) Arapça bir kitapta ölmeden göğe yükselen Hanok ile İlyas’dan söz edilirken, “Bu adamlar zamanın sonunda, sıkıntı, korku, zorluk ve zulüm gününde dünyaya gelmeliler ve ölmeliler” (böl. xxxi) 69 deniyor. Buna benzeyen “Meryem’in Uykuya Dalışı” adlı Kıptice bir kitapta da neredeyse aynı sözleri okuyoruz: “Diğerlerine” (Hanok ile İlyas’a) gelince sonunda onların da ölümü tatmaları gerekir.” 70 Muhammet böyle bazı ifadeleri duymuş olmalıdır, çünkü Kuran’da iki kez “Her canlı ölümü tadacaktır” demektedir (Sure III, İmran, 182 ve Sure XXIX, Ankebut, 57). Açıkça belli olduğu üzere, Muhammet, İsa’nın gökyüzüne diri çıktığına inanmış, (Sure III, 48) doğal olarak kendi fikrince, Hanok ve İlyas gibi Mesih’in de ikinci gelişinden sonra kesinlikle öleceği sonucunu çıkarmıştır. Şimdi Mesih’in boş mezarı Medine’de, Muhammet ile Ebu Bekir’in mezarları arasında hazır durmaktadır!

Muhammedi hadiste bize, Mesih’in döndükten sonra bir eş alacağını da anlatılmaktadır 71. Bunun nedeni, Vahiy xix 7-9 gibi ayetlerin yanlış yorumlanmasıdır. Burada şunları okuyoruz: “Sevinelim, coşalım! O'nu yüceltelim! Çünkü Kuzu'nun düğünü başlıyor, Gelini hazırlandı. Giymesi için ona temiz ve parlak İnce keten giysiler verildi." İnce keten kutsalların adil işlerini simgeler. Sonra melek bana, "Yaz!" dedi. "Ne mutlu Kuzu'nun düğün şölenine çağrılmış olanlara!" Ardından ekledi: "Bunlar gerçek sözlerdir, Tanrı'nın sözleridir." Bu mecazi ayetlerin anlamı başka yerlerde (Örn; Vahiy xxi. 2; Efesliler v. 22-32) tam olarak açıklanmaktadır. Bunlarda, Kurtarıcı ile O’nun arınmış ve kurtarılmış Kilisesi arasında o zaman kurulacak yetkin sevgiden ve ruhsal konulardaki tam bir birliktelikten söz edilmektedir.

Mesih’in dünyaya döndükten sonra kırk yıl[72] yaşayacağı ifadesi Elçilerin İşleri i. 3’ün yanlış yorumlanmasından kaynaklanmış olmalıdır. Burada O’nun, dirilişten sonra göğe yükselmeden önce öğrencileriyle kırk gün kaldığını öğreniyoruz.

7. Mesih, Muhammed’in geleceğini bildirdi mi?

Kutsal Kitap’ta, Muhammedi tartışmacıların Muhammet’e dair peygamberlik edildiğini kanıtlamaya çalıştıkları çok sayıda ayet vardır. Ancak burada sadece birkaç ayeti ele alacağız, çünkü Kuran’ın tek bir yerinde Mesih’in öğrencilerine, Muhammet’in gelişini beklemelerini söylediğinin açıkça iddia edildiğini görüyoruz; Muhammet’in, Yuhanna İncili’nin bazı ayetlerine göndermede bulunduğu kesindir. Muhammet, Sure LXI, Saff 6’da şöyle yazıyor:

“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.’”

Burada, Yuhanna xiv, 16, 26; xv 26; xvi. 7’de söz edilen Parakletos’un yani “Yardımcı”nın geleceğine göndermede bulunulmaktadır. Bu ayetlerde kullanılan παράκλητος kelimesini Grekçe başka bir kelime olan περικλυτός ile karıştıran, biraz bilgisiz ama dinini değiştirmiş gayretkeş birinin ya da bir müridinin Muhammet’i yanlış yönlendirildiğini daha önce belirtmiştik 73. Hayal gücü fazla zorlanmadan bu kelime, Arapça sadece “çok övülen” anlamına gelen “Ahmet” olarak yorumlanmıştır. Ne yazık ki, Muhammet’i kast ederek, περικλυτός kelimesi kullanılmamıştır. Rabbimizin kullandığı bu sözcük, ne çaba gösterilirse gösterilsin, Ahmet diye tercüme edilemez. Konu Grek dili bile olsa, “az bilmek tehlikeli” olabiliyor; bu atasözüne kuşkusuz Kuran’dakinden daha iyi bir örnek bulunmaz. Yuhanna’nın İncili’ni dikkatle okuyan herkes, kuşkusuz, bir peygamberin geleceğine dair peygamberlik edilmediğini ve bu ayetlerin bir insana uyarlanmasının mümkün olmadığını anlayacaktır. Üstelik her Hıristiyan bu vaadin nasıl yerine geldiğini bilir (Elçilerin İşleri İi, 1-11). Öte yandan, Muhammet’in, Müslümanların Cebrail ile karıştırdıkları Kutsal Ruh olduğunu iddia ettiğini düşünmek de büyük bir hatadır.

Bu konuyu kapatmadan önce, Muhammet’in, bu ayetlere kendisi için yapılan peygamberlik diye başvuran ilk kişi olmadığı da okura hatırlatılabilir. Pers hikayesinde harika bir ressam olarak ün kazanan Mani 74 yani Manes’in, Mesih’in söz ettiği “kişi” olduğuna dair aynı iddiada bulunduğu iyi bilinmektedir. Olasılıkla kötü bilgilendirilmiş Hıristiyanları kendi tarafına çekmek için, (Muhammet gibi) Mani de “Parakletos” olduğunu açıkça iddia etmiştir. Bu önemlidir, çünkü Mani tarihsel İsa’yı reddetmiş ve ne acı çeken ne de ölen (Jesus impassibilis) başka bir İsa yaratmıştır. Muhammet’e benzediği üçüncü nokta ise son ve en büyük peygamber olduğunu iddia etmesi, “Işık Elçisi” olarak kendisini Allah ile özdeşleştirmesidir. Ancak Muhammet kadar şanslı değildi, çünkü M.S. 276 civarında Pers İmparatoru 1. Behram’ın emriyle kazığa oturtulmuştu. 75 Sonunda Doğulu yazarların Artang[76] adını verdiği bir kitap yazdı ve kitabın kendisine gökten indirildiğini ve insanlara gelen son vahiy olduğunu iddia etti. Her maddenin özünde kötülük olduğu yolundaki Gnostik görüşü kabul ettiği için, Mesih’in çektiği acıları reddediyordu ve bu da onun, gerçek İsa’nın insan bedeninde olduğunu reddetmesine yol açmıştı. Daha önce de gördüğümüz gibi, bu açıdan Mani, Basilides’i Muhammet’ten daha mantıklı bir şekilde izlemiştir.

8. Adem’in Yaratılışı ve Meleklerin Adem’e Tapınması

Sure III, İmran, 52’de şöyle yazılmıştır:

“Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol’ dedi ve oluverdi.” 77

Adem’in topraktan yaratılması konusunda hadiste bize, Yüceler Yücesi Allah’ın onu yaratmak istediğinde, Kendisine bir avuç toprak getirsinler diye, art arda başmeleklerini gönderdiği anlatılmaktadır. Adem’in soyundan gelenlerin çoğunun cehennem ateşine mahkum olacaklarını bilen toprak, bu habercilerden her birine, özünden bir parça almasınlar diye yalvarmıştır. Bu nedenle, sonuncuları olan Azrail’in dışında hepsi eli boş dönmüştür. Azrail bu yakarışa rağmen bir avuç toprak almıştır. Bazıları onun, daha sonra üzerine Kabe’nin inşa edildiği yerden, bazıları ise yeryüzünün her yerinden toprak aldığını söylemektedir. “Ey Allah’ım, Sen biliyorsun. Bak! Ben getirdim” diyerek toprağı Allah’a vermiştir 78. Ebu’l Fide, Kamil İbn-i Asir’in yetkisine dayanarak şöyle demektedir: “Allah’ın peygamberi ‘Kuşkusuz Yüceler Yücesi Allah, yeryüzünden aldığı bir avuç toprakla Adem’i yarattı.. ve onu, yeryüzünün yüzeyinden (adim) yarattığı için, ona haklı olarak Adem adı verildi’ demiştir.”

Bu hadis ilginçtir, çünkü İslamiyet’in, sapkın görüşlere ne kadar borçlu olduğunun başka bir örneğidir. Hikayenin tamamı Markion’dan alınmıştır. Bunu, Ezniq’in “Sapkınlıkların Çürütülmesi” adlı Ermenice kitabında Markion’un yazılarından birinden yaptığı bir alıntıdan öğreniyoruz. İkinci yüzyıldaki bu sapkın liderden söz ederken Ezniq, onun kendine özgü görüşlerini içeren şu alıntıyı yapmaktadır: 79 “Yasa Tanrı’sı bu dünyanın güzel olduğunu gördüğünde, insanı ondan yaratmaya karar verdi. Ve Yeryüzüne, Maddeye (ϋλη) inerek ‘Bana toprağından ver, ben ona Kendi ruhumdan vereceğim’ dedi. Madde O’na toprağından verdiğinde, Tanrı onu (Adem’i) yarattı ve ona yaşam üfledi. … Bu nedenle ona Adem ismi verildi, çünkü o, topraktan yaratılmıştı.”

Bu alıntıyı anlayabilmek için Markion’un eski Pers düalizmini büyük ölçüde kabul ettiğini unutmamalıyız. O, biri son derece iyi, diğeri ise son derece kötü iki İlk Neden olduğuna inanıyordu. Yahudilere Musa’nın Yasası’nı verdiği için, burada Yasa Tanrısı diye söz edilen bu yeraltının Yaratıcısı yani Demiurgos adildir ama ne son derece iyi, ne de son derece kötüdür, yine de Kötülük İlkesi ile sürekli savaş halindedir. Bu durumda o, Tanrı’dan çok başmelektir ve Muhammedi efsanede bu şekliyle görünür. Markion’un görüşüne göre, Demiurgos başlangıçta göğün ikinci katında oturuyordu ve Markion’un Bilinmeyen Tanrı dediği Yüce İyilik İlkesi’nin varlığından önceleri haberdar değildi. Demiurgos onun varlığını öğrendiği zaman, ona düşman oldu ve insanlar tapmasınlar diye, Tanrı’yı tanımalarını önlemeye çalışmaya başladı. Bunun üzerine Yüce Tanrı, Yasa Tanrı’sının ve Kötülük İlkesi’nin gücünü yok etmek ve insanları Gerçek Tanrı’yı tanımaya yönlendirmek için İsa’yı dünyaya gönderdi. Bu iki varlık İsa’ya saldırdı ama O’na zarar veremediler, çünkü insanlar O’nu görebildikleri bedeni, gerçek beden değildi. Burada da yine, Muhammet’in genel öğretisine çok ters olmakla birlikte, Mesih’in çarmıha gerilişinin reddinin altında yatan Doketik ilkeyi görüyoruz.

Markion’un Demiurgos konusunda söylediklerinin çoğu, Muhammedi Azazil efsanesiyle bağdaşmaktadır. Azazil de, kovulup İblis (Διαβολος) ve Şeytan adlarını almadan önce göğün ikinci katında (bazı hadislere göre de, göğün bütün katlarında) oturuyordu. Ama hem Markion’un hem de Muhammet’in bu konudaki sözlerinin Zerdüşt efsanelerinden alındığı o kadar açıktır ki, bunları gelecek bölüme saklamalıyız. 80

Markion ile takipçilerinin Demiurgos’a, “Alemlerin Rabbi”, “Yaratılanların Yaratıcısı” ve “Bu Dünyanın Prensi” unvanlarını verdiklerine dikkate değerdir. Bu unvanların ilk ikisi Tanrı’ya aittir ve hem Yahudiler, hem de Müslümanlar bunları Tanrı için kullanmaktadırlar. Üçüncüsü ise Yuhanna xiv. 30’dan alınmıştır, burada bu unvan şeytan için kullanılmıştır. Talihsiz bir hata sonucunda Muhammediler bu ayeti Muhammet’le ilgili bir peygamberlik olarak anlamışlardır, sonuçta bu unvanı peygamberleri için kullanmışlardır!

Adem’in yaratılışı ile ilgili olarak Kuran’da, Allah’ın, meleklere ona ibadet etmelerini emrettiği tekrar tekrar öne sürülmektedir. Bu anlamda diğer ayetlerin dışında kanıt olarak şunları gösterebiliriz:

Sure II, Bakara, 32, “Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kafirlerden oldu.”

Sure XVII, İsra, 63; XVIII, Kehf, 48; ve XX, Ta-Ha, 115’de, aynı şeyi neredeyse aynı sözcüklerle anlatır.

Bu görüş, Talmud’dan alınmış olamaz. Burada bize meleklerin Adem’e gereksiz saygı gösterdikleri anlatılsa da, yanlış yaptıkları açıkça ifade edilmektedir. Kuşkusuz bu, “Yine Tanrı ilk doğanı dünyaya gönderirken diyor ki, ‘Tanrı'nın bütün melekleri O'na tapınsın’” diyen İbraniler i, 6’nın yanlış anlaşılmasından alınmıştır. Muhammet’tin bu ayetten çok etkilendiği görülmektedir, çünkü “ilk doğan” 81 ile Mesih’in değil, Adem’in kast edildiğini düşünerek (her zamanki gibi) yanlış anlamış, bu ayetin benzerini Kuran’a tekrar tekrar almıştır. Bu, Mesih’e tapınılmasına bir karşı sav olarak öne sürülmüş olabilir, çünkü daha önce alıntı yaptığımız bir ayette (Sure III, 52) Muhammet bize, İsa’nın, (Abbasi ve Celaleyn’in açıkladığı üzere) kuşkusuz bir insan babası olmadığı için, Allah’ın gözünde Adem ile eşit olduğunu ama bu nedenden ötürü Allah sayılmadığını söylemektedir.

9. Bütün insanlar Cehenneme gitmelidirler

Bu tuhaf görüş Sure XIX, Meryem 69-73’te şöyle ifade edilmektedir:

“Andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız. Sonra, orayı boylamaya daha çok müstehak olanları elbette biz daha iyi biliriz. İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.”

Bu ayet dindar Müslümanların, cehennem ateşinin kendilerine zarar vermeyeceğini umut etmelerine rağmen, çok mutsuz olmalarına yol açmıştır. Yorumcular, bu sözlerin belirsiz anlamını açıklamak için kahramanca çaba göstermişlerdir, (hiç aynı görüşte olmasalar bile) bunun sadece, bütün insanların, gerçek Müslümanların bile cehennem ateşine yaklaşmalarının gerektiği ve Yargı Günü, Sırat Köprüsü’nden 82 geçerken bu ateşe yaklaşacakları anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu açıklama kabul ediliyorsa, bu ayet, İslamiyet’in kökenindeki Zerdüşt etkisini göz önünde tuttuğumuz V. Bölüm’de ele alınacaktır. Ama burada alıntı yaptığımız ayetlerin üslubundan, Muhammet’in, Araf’a inandığını açıkladığı büyük olasılıkla bellidir. Şayet bu doğruysa, dönemindeki Hıristiyanlardan bunu öğrenmiş olmalıdır. Markos ix, 49 ve 1. Korintliler iii, 13’den bu öğretiyi çıkarmak için çaba gösterilmiştir. Kuşkusuz, Muhammet’in, bu ayetlerin okunmasını dinlemiş ve onları bu anlama gelecek şekilde yanlış anlamış olması da mümkündür; ama hazır bulduğu bir hatayı almış olması pek mümkün değildir. “İbrahim’in Antlaşması’nda” her insanın işlerinin ateşle deneneceği ve bu ateş insanın işlerini yakıp tüketirse, ateşe egemen olan meleğin onu alıp işkence yerine götürüleceği anlatılmaktadır. Bununla beraber, Kuran’daki bu yalıtılmış ayetin anlamı bir şekilde belirsiz olduğu için, Araf öğretisinin kaynağını daha çok irdelememiz gerekmemektedir.

10. “Terazi”

Kuran’ın birçok yerinde (Son Günde iyi ve kötü işlerin tartılacağı) teraziden söz edilmektedir. Başlıca ayetler şöyledir:

Sure VII, A’raf, 7, 8: “O gün tartı haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, ayetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”

Sure XXI, Enbiya, 48: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız, artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapı-lan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.”

Sure XLII, Şura, 16: “Kitab’ı ve mizanı hak olarak indiren Allah’tır.”

Sure CI, Kaaria, 5, 6: “O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Ameli yeğni olana gelince, işte onun anası (yeri, yurdu) Haviye’dir.”

Yorumcular, bu ayetleri hadislere dayanarak açıklıyorlar. Allah’ın, Diriliş Günü’nde cennet ile dünyanın arasında bir dili ve iki kefesi olan bir terazi kuracağını bildiriyorlar. Bu terazinin özel görevi, insanların iyi ve kötü işlerini ya da bunların kayıt edildiği tutanakları tartmak olacaktır. Gerçekten inananlar iyi işlerinin konulduğu kefenin, kötü işlerinin bulunduğu diğer kefeden ağır çekeceğini görecekler: Ancak inanmayanların iyi işlerinin koyulduğu kefe daha hafif olacak, kötü işlerin kefesi daha ağır gelecektir. İnananın en ufak bir iyi işi bile hesaba katılmazlık edilmeyecek, günahlarına da bir şey eklenmeyecektir. İyi işleri ağır gelenler cennete gidecek, kötü işleri, iyi işlerinden ağır çekenler ise cehennem ateşine atılacaklardır.

İnsanların yaptıklarının tartılacağı fikrinin Talmud’da, örneğin; Roş Haşşana böl. 17’de yer aldığına işaret edilmektedir. Burada Daniel 27’den alıntı yapılmış olabilir. Ama burada söz edilen terazi mecazdır ve Belşassar diriliş gününde ya da öldükten sonra değil, yaşarken “tartılır”. Bu Muhammedi düşüncenin kaynağını başka bir yerde aramalıyız ve bunu yine bir apokrif kitapta, “İbrahim’in Antlaşması’nda 83 buluyoruz. Bu kitap olasılıkla Mısır’da yazılmıştır. Origen bu kitabı biliyordu. Kitabı, Hıristiyanlığa dönen bir Yahudi, olasılıkla ikinci yüzyılda ya da en geç üçüncü yüzyılda yazmıştı. Kitabın düzeltilmiş iki Grekçe versiyonu ile bir Arapça çevrisi vardır. Bu kitaptaki bazı ayetlerle Kuran’daki bazı ayetler ve daha sonraki Muhammedi hadisler arasındaki benzerlik rastlantı olamayacak kadar çoktur. 84. Özellikle bu, “İbrahim’in Antlaşması’nda” “terazi” konusunda bize anlatılanlarda görülmektedir.

Burada Ölüm Meleği, Tanrı’nın emriyle İbrahim’in ruhunu almaya geldiğinde, atanın, ölmeden önce cennetin ve yeryüzünün harikalarını görmesine izin verilmesini istediği belirtiliyor. İzin verildiğinde, bir meleğin öncülüğünde göğe yükselmiş ve görülecek her şeyi görmüştür. Göğün ikinci katına çıktığında, aşağıda açıklandığı üzere, bir meleğin insanların işlerini tarttığı teraziyi görmüştür:

“İki kapının ortasında 85 bir taht duruyordu ve üzerinde olağanüstü bir adam oturuyordu… önünde billur gibi bir masa vardı, her şey altın ve iyi ketendendi. Masada bir kitap duruyordu, kitabın kalınlığı altı arşın, eni ise on arşındı. Masanın sağında ve solunda kağıt, mürekkep ve kalem tutan iki melek 86 duruyordu. Masanın önünde ışık tutan bir melek oturuyordu, elinde bir terazi vardı; solunda öfkeli bir melek oturuyordu, çok sert ve acımasız görünüyordu, elinde borazan vardı. Borazanın içinde, günahkarları sınayan, yakıp yok eden ateş vardı. Tahtta oturan olağanüstü adam ruhları yargılıyor, sınıyordu ama sağdaki ve soldaki iki melek kayıt tutuyordu: Sağdaki doğru işleri, soldaki ise günahları yazıyordu. Masanın önündeki teraziyi tutan biri de, canları tartıyor, elinde ateş tutan öfkeli melek de canları deniyordu. İbrahim başmelek Mikail’e, ‘Bu gördüklerimiz nedir?’ diye sordu. Başmelek, ‘Bu gördüklerin, kutsal İbrahim, yargı ve cezadır’ dedi.”

Hikaye, İbrahim’in iyi ve kötü işleri eşit olan her canın ne kur­tarılanlar ne de kayıplar arasında sayıldığını, ikisinin arasında yer aldığını gördüğü belirtilerek devam ediyor. Burada ikinci söz edilen konu, Sure VII, Araf 44’e dayandığı söylenen Mu­hammedi inançla tamamen bağdaşmaktadır: “İki taraf (cen­netlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’raf üze­rinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır.” Bu, hadise de dayanmaktadır.

Muhammet’in terazisi öğretişini, dolaylı veya dolaysız, bu apokrif kitaptan ya da o dönemde sözlü şekliyle revaçta olan ve sonuç itibariyle Mısır’dan alınan aynı düşünceye borçlu olduğundan kuşku duymak imkansız geliyor. Olasılıkla bunu Kıpti cariyesi Meryem’den öğrenmişti. İnsanların iyi ve kötü işlerini tartan bu terazi düşüncesi Mısırda çok eski bir düşüncedir. Bunu, eski Mısır mezarlarında pek çok kopyası bulunan Ölüler Kitabı’ndaki “Yargı Sahnesi”nde görüyoruz. Dr Budge bu kitap konusunda şöyle diyor: Ölüler Kitabı’nın[87] Mısır uygarlığıyla bağlantılı ve onun kadar eski olduğu, kaynakla­rının, tarihöncesine, saptamanın mümkün olmadığı bir tarihe kadar gittiği kesindir. Ölüler Kitabı’nın tarihinin sağlam zemi­nine, ilk kez ilk hanedanlar döneminde basıyoruz. M.Ö. 2500 kadar erken bir tarihte Mısır’da geçerli olan bir geleneği kabul edersek kitabın, mevcut şekliyle bazı bölümlerinin Birinci Hanedanlık kadar eski olduğuna inanmakta haklıyız.” Yazarı için de şöyle diyor: “Çok eski zamandan beri 88 Tanrı Toth, Ölüler Kitabı’nın yazılmasıyla ilişkilendirilmiştir. O, hem yaratılışta, Ptah ile Khnemu’nun uygulamaya koyduğu sözleri söyleyen Tanrısal Akıl, hem de tanrıların yazıcısıdır.” Bu kitabın bir kopyasının mumya ile beraber gömülmesinin amacı, ölünün bu kitaptan ders alarak öbür dünyada karşılaşabileceği çeşitli tehlikelerden kaçınabilmeyi öğrenmesidir. Bu kitapta Mısırlıların dinsel görüşleri konusunda birçok şey öğreniyoruz. Olasılıkla (İbrahim’in Antlaşması’ndaki gibi) ölümden sonra gerçekleşecek olan canın yargılanmasını gösteren kitabın başındaki resmin genel çizgi korunmuştur. Çok sık rastlanan tarzıyla 89 tanrı Horus ile tanrı Anubis, terazinin bir kefesine konulan Adalet ve Doğruluk tanrıçası Maat’ın suretinin karşısındaki kefede insanın yüreğini tartarlar. Başka bir Tanrı –Mısır dilinde Tehuti denen– Toth ise ölünün hesabını bir tomarın üzerine yazmaktadır. Terazinin üzerinde şunlar yazar: “Osiris aklanmış yaşıyor. Terazi, tanrısal yargı salonunun ortasındaki dengedir. O, ‘Onun yüreğine gelince, yüreği, Osiris’teki yerine girebilsin, bilmem kim aklansın’ der. Heseret kentinin büyük tanrısı, Hermopolis kentinin efendisi, Toth’un sözlerinin efendisi böyle desin.” Ölüye, kendi adının yanında Osiris’in adının da armağan edilmesi (bunu yazmak için boş bir yer bırakılır), yargıda aklandığında onun, eski Mısırlıların büyük tanrısı Osiris ile özdeşleştirildiği ve böylece, kötü güçlerin saldırılarından korunduğu anlamına gelir.

Tanrısal yazıcı Toth figürünün önünde, dişi köpeğe benzeyen korkunç bir hayvan durur. Bu canavarın kötüleri bir çırpıda yiyeceği düşünülür. Başının üzerinde “Düşmanları yutan fatih, Hades’in hanımefendisi, Hades’in av köpeği” yazılıdır. Bu hayvanın yanında, içteki kutsal mekanın girişinin önüne konulmuş, sunularla dolu olan bir sunak durur. Kutsal mekanın içindeki tahtın üzerinde “İyi Varlık” Osiris oturmaktadır. Bir elinde asa, öbür elinde ise kamçı tutmaktadır. O, yargıç olarak oturmaktadır. Ölünün yüreğinin terazide tartılmasının sonucunda Toth’un tomara yazdıklarına bakarak ölüyü yargılamaya hazırdır. Osiris’in önünde, bazı unvanlarının yer aldığı bir yazıt vardır. Şunlar okunabilir: “İyi varlık Osiris, yaşamın efendisi tanrı, geleceğin efendisi büyük tanrı, Hades’teki cennet ile cehennemin başı, Abt kentinin efendisi büyük tanrı, geçmişteki sonsuzluğun kralı tanrı.” Tahtın altına ise birkaç kez “Yaşam ve Sağlık” kelimeleri yazılmıştır.

Bu resmi “İbrahim’in Antlaşması’nda” ve Kuran’da okuduklarımızla karşılaştırdığımızda, Kuran’da ve Muhammedi hadislerde söz edilen “terazinin” sonuçta eski Mısır mitolojisinden alındığı bellidir. Terazi, doğduğu ülke olan Mısır’da sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılarak,“İbrahim’in Antlaşması’nda” söz edilen Kıpti Hıristiyan görüşlerine 90 kadar gelmiştir.

11. Adem’in Cennetteki Sevinci ve Kederi

Sure XVII, İsra 1’de, Muhammet’in mitolojik göğe çıkışının kısa bir hikayesini okuyoruz. Bu hikaye Muhammedi hadiste geniş yer tutmaktadır. Ayetteki sözler şöyle tercüme edilebilir:

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammet) kulunu Mescid-i Haram’dan 91, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya 92 götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.”

Muhammet’in bu Mirac’ını bundan sonraki bölümde daha ayrıntılı ele alacağız. 93. Muhammet’in bu ünlü yolculuğunda yaşadıklarının bir bölümünün anlatıldığı bir hadisi belirtmek için burada bu konudan söz ediyoruz. Mişkatü’l Mesabih’de, Muhammet’in, yedi katlı göğün en alt katına girdiğinde gördüğü bir sahne bize anlatılmaktadır:

“O, bize 94 göğün en alt katını açtığında, işte! Bir adam oturuyordu: Sağ elinde siyah figürler, sol elinde ise yine siyah figürler vardı. Sağında baktığında gülümsedi, soluna baktığında ağladı… Cebrail’e ‘Kim bu?’ dedim. Cebrail, ‘Adem’ dedi, ‘Sağ ve sol elindeki siyah figürler çocuklarının ruhları; sağındakiler, cennettekiler ve solundakiler de ateştekiler. Bu nedenle sağına baktığında gülümsedi, soluna baktığında ise ağladı.’”

Aşağıdaki alıntının kanıtladığı üzere, bu hadisin izi, apokrif “İbrahim’in Antlaşması’na” kadar sürülebiliyor:

“Mikail 95 arabanın yönünü değiştirdi ve İbrahim’i Doğu’ya, göğün ilk kapısına götürdü. İbrahim iki yol gördü; biri ince uzundu, diğeri ise genişti; burada iki kapı gördü; geniş yolun karşısına gelen kapı genişti, ince uzun yolun karşısına gelen kapı ise dardı. İki kapının dışında, altın kaplı bir tahtta oturan bir adam gördüm; bu kişinin görüntüsü Rab’bimizinki gibi dehşet veriyordu. Meleklerin götürdükleri ve geniş kapıya yönlendirdikleri pek çok can gördüm; başka canlar da gördüm, sayıları azdı ve melekler onları dar kapıya götürüyorlardı. Altın tahtta oturan bu olağanüstü adam dar kapıdan girenlerin ama geniş kapıdan girenlerin çok olduğunu görünce, hemen başındaki saçları ve sakalının iki yanını tutarak, ağlayıp feryat ederek kendini tahttan yere attı. Dar kapıdan çok sayıda canın girdiğini gördüğünde yerden kalkıyor ve büyük memnuniyetle tahtına oturuyordu. İbrahim, başkomutana” (başmelek Mikail’e) “‘Efendim, başkomutanım, bazen feryat eden, bazen de sevinen, böyle bir ihtişama bürünmüş, bütünüyle olağanüstü olan bu adam kim?’ diye sordu. Bedensiz varlık şunları söyledi: ‘O, böylesine bir görkemle yaratılan ilk insan, Adem’dir. Herkes ondan olduğu (doğduğu) için dünyaya bakıyor: Dar kapıdan çok sayıda canın girdiğini görünce, sevinçten bayram ederek ayağa kalkıp tahtına oturuyor, çünkü bu dar kapı, doğruları yaşama götüren kapıdır ve bu kapıdan geçenler cennete giderler: İlk yaratılan kişi olan Adem bu yüzden seviniyor, çünkü canların kurtulduğunu anlıyor. Çok sayıda canın geniş kapıdan girdiğini görünce de acı acı ağlayıp feryat ediyor, saçlarını yolup kendini yere atıyor. Çünkü geniş kapı günahkarları mahvolmaya ve sonsuz cezaya götüren kapıdır.’”

12. Yeni Antlaşmadan Alıntılar

Sonunda Muhammet’in, öğretisinin önemli bir bölümünü apokrif Hıristiyan kaynaklarından elde ederken, Yeni Antlaşma’dan hiç mi bir şey almadığı sorulabilir.

Bunun yanıtı, Yeni Antlaşma’dan aslında çok az alıntı yaptığını kabul etmek zorundayız. İsa’nın insan olmayan bir babadan olduğunu, O’na Tanrısal bir görev verildiğini, mucizeler yaptığını, çok sayıda elçisi olduğunu ve göğe yükseldiğini Yeni Antlaşma’dan dolaylı olarak öğrendiği söylenebilir. Muhammet, Mesih’in Tanrılığını, kefaret olarak ölümünü (dolayısıyla dirili-şini) reddetmiştir. Mesih’in yerine geçmek isteyerek, Tanrı’nın habercilerinin sonuncusu ve en büyüğü olduğu iddiasını kabul ettirmek için, insanlara İncil’deki başlıca öğretilere ters olan pek çok şey öğretmiştir. Kuran’da ve hadislerde, sofranın inişi ve Muhammet’in geleceğine sözde peygamberlik edilmesi gibi, Yeni Antlaşma’daki bazı ayetlerden, saptırılarak söz edildiğini görmüştük. Ancak Kuran’da, İncil’lerden doğrudan alıntı yapıldığı söylenebilecek tek bir ayet vardır. Bu da Sure VII, A’raf 38’dir. Burada şunları okuyoruz:

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Bu, Luka xviii. 25’den nerdeyse kelimesi kelimesine yapılmış bir alıntıdır: “Nitekim devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği'ne girmesinden daha kolaydır." Matta xix. 24 ve Markos x. 25’te de aynı kelimeler vardır.

Ayrıca hadislerde, Mektuplardan yapılan dikkat çekici bir alıntı örneği de vardır ve bu, İncil’den geldiğine dair en ufak bir fikri olmayan, düşünebilen birçok Müslüman’ın sevdiği bir ayettir. Ebu Hureyra, Yüceler Yücesi Tanrı’nın şu sözünün Muhammet’e atfedildiğini söylenmektedir 96: Dürüst kullarım için gözün görmediği kulağın duymadığı ve insan yüreğinin kavramadığı bir şey hazırladım.” Bu sözlerin 1. Korintliler ii, 9’dan alıntı olduğu kolayca anlaşılabilir. Takma adı yalancı olan Ebu Hureyra’nın, Muhammet’in bu ayetten alıntı yaptığını duyduğunu öne sürerken, doğru söyleyip söylemediği çok kuşkuludur. Ama Mutluluk Görümü’nden 97 söz eden ve 1. Yuhanna iii. 2 ile 1. Korintliler xiii. 12’i hatırlatan Sure LXXV, 22, 23’deki “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır” ayeti onun bu ifadesini biraz desteklemektedir.

Bu bölümde ele alınan konunun tamamı dikkatle incelendiğinde, gerçek Hıristiyan öğretisinin, aslında Kuran ve İslamiyet üzerindeki etkisinin genelde çok az olduğu, öte yandan, apokrif geleneklerle sapkın öğretilerin, Muhammedi inancın asıl kaynaklarından birini oluşturan unsurlar olarak düşünülmesi gerektiği sonucuna varıyoruz. 98


1. Sir W. Muir, Life of Mahomet, 3. bas., s 1xxxiv.

2. Ancient Christianity. C. i, s. 266.

3. Ποιίλως καί πολυτρόπως τήν άμαρτίαν χειρογραφήαντες καί οίμσιν μέν άνθρωπνοις τήν γήν φοινίζαντες, πορνείαις δέ καί ταίς άλλαις άναριθμήτοις πονηρίαις…τήν ύργήν τού θεού καθ’έαυτων έκκαύσαντες, κτλ. Acta Martyrii S. Athanasii Persae, s. 2.

4. Cent. VII, kıs. 11, böl. iii, § 1, der. Reid.

5. Dr. Koelle, Mohammed and Mohammedanism, s. 136’daki alıntı.

6. Sir W. Muir, Life of Mahomet, 3. bas., s. 20, 21. Yazar burada, Muhammet’in Suriye yolculuğundan söz ediyor.

7. Life of Mahomet, s. 143, 144.

8. Sure LXI, Saff 6: “Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.” Ahmed’ de Muhammet gibi bir isimdir. Muhammet, Yuhanna xvi, 7 vd’daki peygamberliği duymuş olmalıdır ve kendisine bilgi veren kişi ise kasıtlı olarak ya da bilmeyerek parakletos sözcüğünü, Yeni Antlaşma’da yer almayan periklutos ile karıştırmıştır.

9. Sure III, 40 ve IV, 169.

10. Mağaranın bulunduğu bölge

11. İnananlar ve inanmayanlar

12. Onlara dokunmamak için.

13. yani Yargı Günü.

14. Muhammet

15. Bazıların onların Yahudi oldukları söylemektedir ama bu, pek mümkün değildir.

16. Bk Bar Hebraeus, Chron. Ecc., I. 142 vd.; Assemani, Bibl. Orient. I.

335, vd.

17. Cat. Syr. MSS. s. 1090.

18. Bk. a.g.y. Celaleyn ve Abbasi

19. De Gloria Martyrum, böl. 95.

20. Süryanilerin “Yedi Uyurlar” hikayesinin aslının izi klasik Grekçe bir kaynağa kadar sürülebilir. Bunun, Diogenes Laertius’un aşağıdaki sözlerle anlattığı, Epimenides’in uzun süren uykusunun hikayesi olduğu bellidir. (Diog. Laertii, De Vitis Philosophorum, Kit. 1, böl. x.2.4). Yeni Dünya’da, Rip Van Winkle’ın buna çok benzeyen macerası bu hikayenin geliştirilmiş biçimidir.

21. Müslümanların Sahih’inde (Kitabu’l Adab) Necran’daki Hıristiyanların bu yanlışı El Mugayra’ya gösterdikleri anlatılmaktadır. O, bu konuda Muhammet’e bu konuda danışmış ama doyurucu bir yanıt almamıştır.

22. Ama Firdevsi burada Feridun’un (Avesta’da Thraetaona) bu kadınlarla, Arnavazrinas ve Şehrinaz (Avesta’da Arenaçi ve Savanhavaçi) ile evlendiğini anlatırken Avesta’nın izinden gider; Yeştz, v. 34; ix, 14; xv. 24).

23. R. Abraham Geiger, Was hat Mohammed, s. 172.

24. En kutsal yere başkahinden başkasının girmesini yasaklayan Yasa’ya gönderme.

25. Yani Muhammet.

26. Yani Muhammet

27. yani Kuran (tefsirciler).

28. Müslümanların Kutsal Ruh dedikleri Melek Cebrail.

29. Ya da iffetsiz

30. İsa’ya

31. Yorumcular bunun İsa mı yoksa Cebrail mi olduğundan kuşku duyarlar.

32. Yani “Sevin”. Doğuda hala erkek çocuğun doğumunda “insanların gözlerinin parladığı” söylenir ve kutlamalar metinde sözlerle ifade edilir.

33. Çocuğu.

34. Veya asi.

35. İsa.

36. İncil’i.

37. Protevangelium Iacobi Minoris, böl. 3, 4, 5.

38. Gördüğümüz gibi, Muhammedi hadiste Meryem’in annesinin adı bu nedenle Anna’dır.

39. a.g.e., böl. 7, 8, 9, 11.

40. Coptic Apocryphal Gospels, s. 15: Parça ii. A: satır 10-12.

41. a.g.e,, böl. 3, 4, s. 132.

42. Protevangelium Iacobi Minoris, böl. 15.

43. a.g.e., böl. 18

44. Burada anlatılan sahneden Kuran’da söz edilmez ve Muhammedi hadislerde de Mesih’in doğumu anlatılırken bu, açıkça yazılmamıştır. Milton’un “İsa’nın Doğduğu Sabah” kasidesi bu anlatıma dayanmaktadır.

“Ne cenk, ne de muharebe sesi

Vardı etraftaki dünyada:

Kullanılmayan okla kalkan asılıydı duvarda,

Savaş arabası bağlanmış duruyordu

Düşman kanıyla lekelenmemişti,

Borazan silahlı kalabalığa seslenmiyordu.

Ama huzurluydu gece

Işık Prensi’nin esenlik saltanatı

Yeryüzünde başlamıştı:

Sakin kuşlar büyülü dalganın üzerinde kuluçkaya yatmıştı

Yıldızlar büyük bir şaşkınlıkla

Gözlerini dikmiş duruyordu. ...”

Ama daha sonra bunun bir benzeri, sadece Muhammet’in doğumunu anlatan bir Muhammedi efsaneye damgasını vurmuştur. Ravzat’ül Ahbab’da Addullah’ın kızı Fatima’nın şöyle demektedir: “Doğumun yaklaştığını gösteren belirtiler başladığında Amine” (Muhammet’in annesi) “ile beraberdim; gökyüzüne bakınca yıldızların dünyaya çok fazla yaklaştıklarını gördüm ve yere düşeceklerini sandım.” Başka bir anlatıma göre ise “Yıldızlar dünyaya o kadar yakındı ki, başıma düşeceklerini sandım.” (Alıntı Dr. Koelle, Mohammed and Mohammedanism, s. 257).

45. Krş. Plautus, Amphitruo, Perde I., Sahne. i., Dize115-20.

46. Hist. Nativitat. Mariae, böl 20.

47. Bk. The Noble Eightfold Path, s. 69, 70.

48. a.g.e., s. 196 vd.

49. "Sa mangalasalamulam gantva salasakhayam ganhitukama ahosi. Salasakha suseditavettagam viya onamitva deviya hatthapatham upaganchi. Sa hattham pasaretva sakham aggahesi. ... Salasakham gahetva titthamanaya eva c'assa gabbhavutthanam ahosi."

50. 34 – 35. dizeler:

"Yadi passanti pavane darika phalite dume,
tesam phalanam hetumhi uparodanti darika.
Rodante darike disva ubbidha vipula duma,
Sayem ev' onamitvana upagacchanti darike."

Buda’nın bir ağacın altında doğduğunun hikayesi, Çin Sanskritçesinden Beal’in çevirdiği Romantic History of Buddha’da (s 43) ve Phu-yau-king’de de vardır (a.g.e., s. 347).

Meryem’in, annesinin adının Anna (Hanna) olmasının yanı sıra tapınakta büyütüldüğü hikayesi, kuşkusuz, Samuel’in, annesi Hanna tarafından adanması hikayesinden alınmıştır. Ama bir kız için, aynı şeyin yapılabileceğini düşünmek, ayrıca da, apokrif kitaplarda dendiği gibi, Meryem’in En Kutsal Yerde büyütüldüğünü söylemek büyük bilgisizliktir.

51. Kitap 1§ 34, der. Cowell.

52. Beal, Rom. Legend, s 44.

53. Beal’in Fo-sho-hing-tsan-king çevirisi (s. 3, 4).

54. Zerdüştilerin Zamyad Yeşt’inde canavar Snavidhka’nın, doğduğunda konuştuğuna dair benzer bir hikaye anlatılır. Snavidhka çok küçükken şöyle demiştir: ‘Henüz bebeğim, daha büyümedim: büyüdüğümde dünyayı bir çark, gökleri de bir savaşı arabası yapacağım: Aydınlık Garo-nmanem’den”[en yüksek gök, Ahura Mazda’nın oturduğu yer, Muhammet’in Arş’ına tekabül eder] “İyi Ruh’u getireceğim: Kötü Ruh’u, içler acısını cehennemden attıracağım. Cesur yürekli Keresaspa beni öldürünceye kadar hem İyi Ruh, hem de Kötü Ruh benim savaş arabamı taşıyacak”. Burada “çark” ve “savaş arabasından” söz edilmesi Budizm’in Pers ülkesindeki etkisini belirgin bir biçimde göstermekte ve Buda’nın, evrensel egemenlik iddiasını ima ederek, “Yasa’nın çarkını çevirdiğini” bize hatırlatmaktadır. Bu durumda, doğar doğmaz konuşan bebek fikrinin, aslında Zerdüşt değil, bir Budist efsanesi olduğu görülmektedir.

55. Maide yiyeceklerle donatılmış bir masa demektir.

56. Buradaki kelimesi her zaman, özellikle Mesih’in elçileri için kullanılmıştır. Etiyopya dilinde bir kelimedir. Bu, Muhammet’in dinine ilk dönenlerin sığınmak için kaçtıkları Etiyopya’da revaçta olan bir efsaneyle bu hikayenin arasında bir bağlantı olduğunu mu gösteriyor?

57. Masaya

58. Bu ifadeler Rabbin Sofrasına göndermede bulunulduğunu gösteriyor.

59. Krş. Athanasius, Contra Arianos, iv, ı, 1 Λεχείη ό άν καί σΰτω “μία άρχή θεότητος,” καί ού δύο άρχαί.

60. "Neque passum eum; et Simonem quendam Cyrenaeum angariatum portasse crucem eius pro eo; et hunc secundum ignorantiam et errorem crucifixum, transfiguratum ab eo, uti putaretur ipse esse Iesus."

61. Şu anki amacımız doğrultusunda İrenaeus’un anlattığı ile Hippolytus’un Philosophumena’da anlattığı arasındaki farkı belirtmeye gerek yoktur. Bu iki anlatım bazı açılardan birbirinden çok farklı olsa da, Basilides’in genel olarak bu konulardaki Gnostik görüşlerini yeterince belirtiyor.

62. Περιοδοι Άποστύλων (Rodwell, Koran, s. 471. dn’tan alıntı): καί τύν χριστόν μή σταύρωθήναι, άλλ’έτερον άντ’αύτού.

63. Manes, Ep. Fund., ap. Evodium: "Princeps itaque tenebrarum cruci est affixus, idemque coronam spineam portavit." “Barnaba İncil’indeki”, Mesih’in yerine Yahuda’nın çarmıha gerildiği ifadesinden burada söz etmek gereksizdir, çünkü bu kitap Muhammet döneminden çok sonra yazılmıştır. Müslümanların, Mesih’in ölüp ölmediği, öldüyse ne kadar süre ölü kaldığı, O’nun yerine kimin çarmıha gerildiği ile ilgili birçok ve biraz da çelişkili hadislerini yazdığım Religion of the Crescent, Ek A’da ele aldım.

64. Weil, Biblische Legenden der Muselmänner, s. 296 vd.

65. a.g.e. s. 274, 275.

66. a.g.e., s. 549, 550

67. Mesih karşıtı

68. Kısas’ül Enbiya, s. 275; krş. Araisü’t Ticen, s. 554.

69.

70. Coptic Apocryphal Gospels, s. 108, 109.

71. Araisü'l Mecalis, s. 554

72. Kısasü’l Enbiya, s 275

73. s. 142, dn. 1

74. Maniciler Muhammet döneminden çok daha önce Arabistan’a sığınmıştır. (Beausobre, Histoire du Manichéisme, Kıs. 1. böl. iv).

75. Mani konusundaki bilgilerin çoğunu El Fihrist’ten öğreniyoruz ama bu kitabın yazarının hangi otoritelere dayandığını söylemek zordur. Mani olasılıkla M S 216’da doğmuştur. İlk kilise babaları yazılarında onun öğretisi konusunda oldukça fazla bilgi veriyorlar.

76. Olasılıkla “Soylu Kitap” demektir. (Arta [Av. ereta] + anga bölüm).

77. Yk, bk. s. 55, dn. 2.

78. Kisasü’l Enbiya, s. 11.

79. Kitap IV.

80. s. 242 vd.

81. Olasılıkla Muhammet bu ayetteki “ilk-doğan”ı, “İbrahim’in Antlaşması’nda” Adem için tekrar tekrar kullanılan “ilk-yaratılan” ile karıştırmıştır: aş. bk s. 208.

82. s 251, vd.

83. Text and Studies, C. ii, dn. 2’de yayınlanmıştır.

84. Örnekler için bk. The Religion of the Crescent, Ek C,

s. 242 vd.

85. “İbrahim’in Antlaşması”, Düzeltiler A, böl. xii, s. 91; krş. s. 92, 93, 113, 114, böl. xiii, xiv, ve Düzelti B, böl. vii.

86. Krş. Sure L, 16, 17, 20.

87. The Book of the Dead, C. iii, s. Xlvii.

88. a.g.e., s. Lxxv.

89. Yk. bk. dn. s. 8.

90. Zerdüşt mitolojisinde de terazi, Mısır mitolojisindekine çok benzer tarzda kullanılmıştır. Ölülerin üç yargıcından biri olan Raşnu bir terazi tutar ve insanların yaptıkları iyi ve kötü işler ölümlerinden sonra bu terazide tartılır (Krş. Plato’nun Gorgias’ında, böl lxxix’deki Grek hikayesinde bu görev Minos, Rhadamanthys ve Aiakos’a verilmektedir). Diğer yargıçlar Mitra ile Sraoşa, yani daha sonraki Pers efsanelerindeki Mihr ile Saroş’tur. Ortaçağ Avrupa’sında ise bu teraziyi Mikail’in tuttuğu kabul edilirdi.

91. Mekke’deki Kabe’ye

92. Yeruşalim’deki Tapınağa!

93. s. 218 vd.

94. a.g.e., s. 521.

95. “İbrahim’in Antlaşması”, Düzelti A, böl. xi.

96. Mişkatu’l Mesabih, s. 487.

97. Muhammedilerin bu konudaki görüşü için bk. The Religion of the Crescent, s. 116, 116.

98. Profesör Goldziher Muhammadanische Studien’de (C. II, s. 382 vd.) daha sonraki dönemlerin “hadislerinde” Hıristiyan kaynaklarından nasıl alıntı yapıldığının ilginç bir hikayesini anlatmaktadır. Ama bu, bizim şu andaki incelememizin dışındadır.