Bölüm 2

İslamiyet’in, Muhammed’in zihnindeki gelişim aşamalarını anlayabilmek ve hangi kaynaklardan alıntılar yaptığını keşfedebilmek için, öncelikle onun doğup büyüdüğü Arap kültürünün dini görüşlerini, gelenek ve göreneklerini bilmemiz gerekir.

Arabistan’da yaşayanların hepsi aynı ırktan değildi. Arap yazarları genellikle onları safkan veya asıl Araplarla başka ülkelerden gelip Araplaşanlar olarak ikiye ayırmaktadırlar. Güney Arabistan yarımadasında yaşayanlarla diğer bazı kabileler bize, Etiyopyalılarla akraba olduklarına dair ipuçları verirler. İlk Mısır krallarının bir süre Sina Yarımadasına ve olasılıkla da kuzeyde ve güneydeki başka bölgelere egemen olmalarıyla, Babilli Sümer krallarının eskiden ülkenin bazı bölümlerini fethettiklerine dair çiviyazısı tabletlerde bize anlatılan öyküler arasında bağlantı kurulması, eski zamanlarda bile nüfusta Hami ve başka yabancı unsurların bulunduğu konusunda kuşkuya yer bırakmamaktadır. Babil’deki Kuşlu krallar döneminde, Arabistan halkı onların uygarlıklarından, ticaretinden, genel olarak fikirlerinden sadece bir ölçüde etkilenmekle kalmamıştır. Bu yabancı ulusların dininden de önemli ölçüde etkilenmiştir. Erken döneme ait Arapça yazıtlar bunu kanıtlamaktadır. Bunlarda önce Sümerlerin, sonra da Babil, Asur, Suriye ve Arabistan’ın bazı bölgelerindeki Samilerin taptıkları Sin (Ay Tanrısı) ve Aştoret (İştar) gibi tanrıların adları vardır. Nüfusta bir Hami unsurunun varlığından kuşku yoksa da, geniş bir halk kitlesinin aslı, dili, karakteri ve dini çok eski zamanlardan beri her zaman Sami’ydi.

İbn-i-i Hişam, Tabari ve diğer Arap tarihçiler bazı Arap kabilelerinin, özellikle de ülkenin kuzey ve batı bölümlerinin eski geleneklerini korumuşlardır. Bunlar, Pentatük’teki anlatımlara uygundur. Bu kabilelerin çoğunun soyunun Yoktan’a (Ar. Kahtan 1), İsmail’e ya da İbrahim’in Ketura’dan olan çocuklarına dayandığına inanabilelim diye bu tarihçiler birçok neden saymaktadırlar. Böyle bir soydan geldiğini iddia etme hakkına gerçekten sahip olmayanlar bile Muhammed’in döneminde bunu iddia etmişlerdir. Muhammed’in kabilesi olan Kureyş, İsmail vasıtasıyla İbrahim’in soyundan geldiğini öne sürmüştür. Bunu kanıtlamanın imkansız olduğu düşünülebilirse de Muhammet, halkını, ataları diye övündükleri “İbrahim’in inancına” davet etme görevinin kendisine verildiğini iddia ettiğinde, kabilenin İbrahim’in soyundan geldiğine inanması, doğal olarak halkın, Muhammet’e bir miktar sempati duymasını sağlamıştır.

Sam’ın çocuklarının eski dinlerinde Tek Tanrı’ya 2 tapıldığına inanmak için geçerli bir neden var gibidir. Kuşkusuz daha önce söz ettiğimiz gibi, bir ölçüde yabancı ulusların etkisiyle çok tanrıcılık Arabistan’a çok erken tarihlerde girmiş olsa bile, tek gerçek Tanrı inancı insanların zihinlerinden asla tamamen silinmemişti. Farklı kabileler arasında yapılan en bağlayıcı anlaşmalar, Tanrı (Allah, Allahümme) üzerine edilen yeminle sağlama bağlanırdı. “Allah düşmanı” ifadesi ise kullanılabilecek aşağılayıcı ifade kabul ediliyordu. Bu erken dönemde bile Göklerin Sahibi’ne tapınmanın ülkeye girebildiğinin kanıtını Eyüp kitabında (Eyü. xxxi.26-28) görebiliyoruz. Herodotus, (Kitap III, bölüm 8) yaşadığı dönemde Arapların biri eril biri dişil iki tanrıya taptıklarını bize bildirmekte, bunları Dionysos ve Urania ile özdeşleştirmektedir. Arapça isimlerinin ise sırasıyla 'Oροτάλ ve Άλιλάτ olduğunu belirtmektedir. İkinci söz edilen, büyük olasılıkla Babil dilindeki Allatu ve kuşkusuz, Kuran’da geçen El-lat’dır 3.El-lat, Allah(*Arabic*) sözcüğünün dişili olarak kabul edilmiştir. Allah sözcüğünün, bütün Sami dillerinde (az çok farklı biçimlerde) Tanrı’nın karşılığı olarak kullanan Al İlah sözcüğünün önündeki harf-i tarifle kaynaşmış şekli olduğu bilinmektedir. Bu durumda Allah, Grekçe ό Θεός’un tam karşılığıdır. Herodotus’un söz ettiği Άλιλάτ, aynı sözcüğün dişilinin kaynaşmamış biçimidir 4. Herodotos’un söz ettiği Arapların 5, bir dişinin eşlik ettiği tek Tanrı’yı, Hindularda da gördüğümüz gibi, her tanrının bir dişisi olması gerektiği fikrini Sümerlerden öğrenen Babil’deki Samilerden almış olmaları mümkündür 6. Öte yandan, bütün Arapların aynı durumda olduklarına inanmamızın da bir gerekçesi yoktur. Muhammet’in zamanında kuşkusuz böyle değildi, çünkü ne Kuran’da, ne de Arapların günümüze gelen en eski şiirlerinde böyle bir inancın ipuçları vardır. Allah’a yalnız ve ulaşılmaz gözüyle bakılırdı ve farklı kabilelerin alt düzeydeki tanrılarına O’nun şefaatçileri olarak tapınılırdı. Bunlar çok sayıdaydı, en önemlileri ise Vedd, Ye’uk, Hubel, El-Lat, El'Uzza,' ve El-Menat’tı. Son üçü tanrıçaydı ve Kuran’da Araplar, bunlara “tanrının kızları” dedikleri için azarlanmaktadır 7. Dönemin Arapları hakkında şiirlerine bakarak karar verirsek, pek dindar insanlar değillerdi ama çoğunlukla bu alt düzeydeki tanrılara ibadet ederlerdi, bunların vasıtasıyla Allah’a seslendiklerine kuşkusuz gözüyle bakarlardı. Sonuncuya çoğunlukla Allah-u Teala (*Arabic*)veya “Yüceler Yücesi Allah” denirdi ve bu ad O’na kuşkusuz çok eskiden verilmişti 8.

Araplar arasında Tanrı’nın tekliği anlayışını ilk kez Muhammet’in ortaya attığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü Allah kelimesinin bir harf-i tarifi olması, bu kelimeyi kullananların İlahi Birliğin bir ölçüde bilincinde olduklarının kanıtıdır. Bu sözcüğü Muhammet bulmamıştır ama dediğimiz gibi, kendisinin Peygamber, Allah’ın görevlendirdiği bir elçi olduğunu ilk kez iddia ettiğinde, hemşerilerinin bu sözcüğü zaten kullandıklarını biliyordu. Bunun kanıtını uzaklarda aramaya gerek yoktur. Muhammet doğmadan önce ölen babasının adı, Abdu’llah, yani “Allah’ın Kulu”ydu. 9. Kabe yani Mekke’deki İbadethaneye, Muhammet döneminden çok önce de Beytullah yani “Allah’ın Evi” deniyordu. Arap geleneğinde, İbrahim’le oğlu İsmail’in Allah’a ibadet etmek için o bölgede bir mabet inşa ettiği öne sürülmektedir. Bunun kaynağı efsanenin içinde kaybolduğu için, bu ifadeye hiçbir şekilde tarihsel diye bakamasak bile, gelenek en azından burada çok eskiden beri ibadet edildiğini göstermektedir. Büyük bir olasılıkla Kabe, Diodorus Siculus’un 10 (M.Ö 60), bütün Arapların büyük saygı gösterdikleri bir kutsal alanın veya mabedin bulunduğundan söz ettiği yerdi. İslamiyet öncesinden kuşaktan kuşağa geçerek bize gelen El Mu’allakat adlı şiirlerde, Allah (=ό Θεός) kelimesi çok sık karşımıza çıkmaktadır. 11 İbn-i-i Hişam, Muhammet’in yaşamını ilk kez yazan, eserinin bazı bölümleri bize kadar gelen İbn-i-i İshak’tan alıntılar yapmaktadır. Bu alıntılara göre, Kinane ve Kureyş kabileleri, İhlal olarak bilinen dini törenlerinde İlah’a şöyle sesleniyorlardı: “Lebbeyke, Allahümme!” 12–Biz, Senin hizmetindeyiz, Ey Allah! Biz, Senin hizmetindeyiz! Senin, huşuna eşlik edenden başka eşin yoktur; sen ona ve onun sahip olduğu her şeye sahipsin.”. İbn-i-i İshak, onların bu hitapla Allah’ın tekliğine inandıklarını ilan ettiklerini haklı olarak söylemektedir. “Huşunun eşi” ifadesinin ne anlama geldiğini açıklamamaktadır ama bundan, söz ettiği kabilelerden birine ya da öbürüne ait olan daha alt düzeydeki bir tanrıya göndermede bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Ama her ne olursa olsun, kullanılan dil, göndermede bulunulan varlığın Allah’a eşit bir konumda olmadığını açıkça göstermektedir. Bu durumda, eski Arapların dini, hem Muhammet’in hem de bizim dönemimizde aynı olan Grek ve Roma Kiliselerinin azizlere tapınmasıyla ve Kuran’a rağmen Müslümanlar arasında hala geçerli olan tapınmayla karşılaştırılabilir. Ancak bu durumda azizlere veya alt düzeydeki tanrılara tapmanın, Tanrı’nın birliğini ve üstünlüğünü inkâr etmek olduğu sanılmamaktadır, çünkü son söz edilenlere Tanrı’yla insan arasındaki şefaatçiler diye tapılıyordu. Eş Şehristani’nin, Arabistan’da İslamiyet öncesi dini fikirler ve adetler konusunda bize anlattıkları bunu bütünüyle doğrulamaktadır 13 Arabistan’da yaşayanları, dini fikirleri birbirlerinden çok farklı olan çeşitli mezheplere veya zümrelere ayırmaktadır. Bazılarının Yaratıcı’nın varlığını, peygamberlerin gönderilmesini ve son yargıyı kabul etmediklerini, doğanın yaşam verdiğini ve zamanın evrensel bir yok edici olduğunu iddia ettiklerini söylemektedir. Başkaları bir Yaratıcı’ya inanmışlar ama O’nun, iradesini tebliğ etmek üzere elçileri görevlendirerek Kendisini açıkladığını kabul etmemişlerdir. Ayrıca diğerleri de putlara tapıyorlardı, her kabilenin kendi putu vardı. Örneğin; Kelb kabilesi Vedd ve Suva’ya tapıyor, Mezhac ise bazı Yemenliler gibi Yağus’u sayıyordu. Himyer’deki Zü’lkela Nesr’a tapıyordu, Hemden kabilesi Ye’uk’a tapıyor, Taif’deki Sakif ise Lat’a kulluk ediyordu. El-Uzza ise Beni Kinane ve Kureyş’in koruyucu ilahlarıydı. Evs ve Hezreç kabileleri Manah’a tapıyorlar ve Hubal’ı, baştanrı kabul ediyorlardı. Onun sureti Kabe’nin çatısının en göze çarpan yerinde duruyordu. Diğer tanrılar Asaf ve Naila idi. Bazı kabileler yakın çevrelerine yerleşen Yahudi topluluklarından etkilenmiş ve onların öğretişlerini az çok benimsemişlerdi. Diğerleri ise komşuları onların inançlarını benimseme eğilimindeyken Hıristiyan oluyordu. Bazıları da Sabiiler’den etkileniyorlardı. Astrolojik çalışmalar yapıyorlar, bütün önemli işlerinde kendilerine yol gösterdiklerine inandıkları gök cisimlerinin hareketlerine bakarak kehanetlerde bulunuyorlardı. Bazıları meleklere, bazıları cinlere yani kötü ruhlara tapıyorlardı. Daha sonra ilk halife yani “Tanrı’nın Elçisinin Vekili” olan Ebu Bekir de bir zamanlar rüyaları yorumlama sanatındaki ustalığıyla tanınıyordu.

Kuran’ın çok iyi bilinen tefsircileri dahil, Arap yazarlarının birçoğunun anlattığı bir hikaye 14, Muhammet döneminde Arapların (Mekke’de ona şiddetle karşı çıkanlar ve ilk öğrencilerinin birçoğunu hayatlarını kurtarmak için Habeşistan’a kaçmak zorunda bırakanların bile ), Muhammet bir süre onların, alt düzeydeki tanrılarına saygı göstermelerine karşı çıkmaktan vazgeçmiş göründüğünde, Yüceler Yücesi Allah’a (Allah-u Teala’ya) ibadet etmek için ona istekle katıldıklarını göstermektedir. Bize Muhammet’in bir gün, bir zamanlar ailesi tarafından korunan Kabe’ye dua etmeye gittiği anlatılır. Burada Necm Suresini (Sure LIII) tekrar etmeye başlamıştır. 19’uncu ve 20’nci ayetleri, “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menat’ı” cümlesini söylerken, Şeytan’ın onu “Bunlar Yüce Varlıklardır ve aslında onlardan şefaat beklenebilir” cümlesini eklemeye zorladığı belirtilmektedir. Bu sözleri duyan oradaki Araplar ibadet eden Muhammet’e katılmışlar ve hepsinin İslamiyet’i kabul ettikleri söylentisi her tarafa yayılmıştır. Bu hikaye doğrulanmaktadır ve büyük olasılıkla gerçektir. Ama her ne olursa olsun, hikayede Muhammet’e karşı olanların, onun, Allah’ın varlığı ve yüceliği konusundaki öğretişlerini kabul etmekte güçlük çekmedikleri ve alt düzeydeki tanrılara O’nun şefaatçileri diye taptıkları görülmektedir. Fakat Muhammet’in bu tanrıların varlığını ve etkisini kabul eden sözlerini geri aldığını da eklemek doğru olur. Bu sözlerin yerine, şimdi surede yer alan “Demek erkek size, dişi de O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir 15” demiştir.

İbn-i İshak, İbn-i Hişam ve Arap yazarlar genelde Arapların, özellikle de İsmail’in soyundan gelmekle övünenlerin, tek bir Allah’a tapan ilk kişiler olduklarını, bir süre sonra –bu kelime bizim anlattığımız dinsel görüşler ve adetler için kullanılacak olursa- putperestliğe ve çoktanrıcılığa dönseler bile, Yüceler Yücesi Allah’ın, kendi taptıkları alt düzeydeki bütün nesnelerden yüce ve onların hakimi olduğunu yine de hiçbir zaman unutmadıklarını belirtmektedirler.

Muhammet’in düşüncelerini etkileyen Yahudi ve Hıristiyan inançlarını düşündüğümüzde, bu dinlerin onun tektanrıcılık inancını hiç kuşkusuz güçlendirdiğini görüyoruz. Ama gördüğümüz gibi, Araplar bunu her zaman en azından teoride kabul ettiklerinden, dönemin Arapları için bu yeni bir inanç değildi. Yine de taptıkları alt düzeydeki tanrıların sayısı çok fazlaydı. Kabe’deki putların sayısının 360’ın altında olmadığı söylenmektedir. Bu, bir çeşit ulusal panteondu. Üstelik bu yerel tanrılarla kabile tanrılarının –çünkü bunlar, böyleydi- büyük halk kitlelerinin “Yüceler Yücesi Allah’a” ibadetini pratikte iyice gölgede bıraktığından pek kuşku duyulmamaktadır.

İlk Arap tarihçilerinin doğru ya da yanlış, İslamiyet ortaya çıktığında “şirk koşulanların Allah’la bağdaştırılmasının” kökeninin Arabistan’ın bu bölgesinde görece yeni olduğunu iddia ettiklerini dikkat edilmelidir. Muhammet’e tanıklık ettiği söylenen hadiste 16, putperestliğin Suriye’de ortaya çıktığı belirtilmekte ve bunun ortaya çıkmasında önemli rol oynayanların adları verilmektedir. Bunun, Muhammet’ten sadece on beş nesil önce meydana geldiği belirtilmektedir. Ancak kutsal taşlara duyulan saygı bunun dışında olmalıdır. Bu, ataerkil dönemde Filistin halkı arasında yaygındı ve şüphesiz Arabistan’da çok eskilere giden bir geçmişi vardı. İbn-i İshak 17, Mekkelilerin, Kabe’nin taşlarını yanlarında taşıyarak yolculuk yaptıklarını ve bunlara, Mescid-i Haram’ın taşları olduğu için büyük saygı gösterdiklerini öne sürerek açıklama getirmeye çalışmaktadır. Herodotos 18 Arapların, din üzerine yemin ederken yedi taş kullandıklarından söz etmektedir. Hala Müslüman hacılar, Kabe’nin duvarının inşasında kullanılan ünlü meteor taşı Hacer-ül Esved’e yani Siyah Taşa neredeyse ibadetle eşdeğer bir saygı göstermektedirler. Bu, Muhammet döneminden çok önce yaşamış olan Araplardan alınmış birçok İslami gelenekten biridir. Dindar Muhammedi hacıların taşı öpmeleri eski bir adetin yaşatılmasıdır. Başka birçok ülkede olduğu gibi, Arabistan’da da bu bir tür ibadettir. Muhammet’ten önceki dönemlerde bu taşla ilgili pek çok hikaye anlatılmıştır ve bunlara günümüzde de aynı şekilde inanılmaktadır. Bir hadiste bu taşın Cennetten indirildiği ve aslında renginin bembeyaz olduğu ama insanlığın günahları yüzünden, başka bir anlatıma göre ise dini anlamda murdar olan birinin dudakları değdiği için siyahlaştığı anlatılmaktadır. Onun aslında bir meteor taşı olduğu bilindiği için, hikayenin bir kısmı kolayca açıklanabilmektedir.

İslamiyet sadece Allah-ü Teala inancına atıfta bulunmayı ve Siyah Taş’la Kabe’ye saygı göstermeyi değil, başka birçok konuyu da çok daha eski zamanlardaki Araplardan almıştır. Muhammedi dünyada şimdi de geçerli ibadet tarzlarının ve törenlerin birçoğunun çok eski zamanlardan beri Arabistan’da yapılanlarla aynı 19 olduğunu söylemek aşırıya kaçmak olmaz. Örneğin; Herodotos 20, döneminde Arapların, şakaklarının etrafındaki saçlarını tıraş ettiklerini ve diğer tarafları da kısa kestiklerini anlatmaktadır. Bugün de bazı ülkelerdeki Muhammediler böyle yaparlar. 21 Eğer bir fark varsa –ki, Grek seyyahın dazlak bir Arap görüp görmediğini bilmediğimiz için bundan emin olamayız- bu fark, saçın alından geriye, enseye kadar tıraş edilmesi, kısa kesilse bile sadece başın iki yanında uzatılmasıydı. Ebu’l Fide 22, yeni sistemde sürdürülen dini törenlerin sayısına dikkat çekmektedir. “Cahiliye dönemindeki Araplar” 23 der, “İslam şeriatının benimsediği şeyleri yapıyorlardı. 24. Çünkü onlar da kendi anneleriyle ve kızlarıyla evlenemezlerdi. İki kız kardeşle evlenmek büyük iğrençlik sayılırdı. Babasının karısıyla evlenene sövülür, ona Daizan denirdi. Üstelik onlar da “Eve” (Kabe’ye) “Hacca giderler 25, kutsal yerleri ziyaret ederler, İhram” (günümüzde de hacının Kabe’nin etrafını dolaşırken giydiği tek parça beyaz elbise) “giyerler 26, tavaf ederler ve sa’y yaparlar” (Safa ve Merve tepeleri arasında koşarlar), “bütün mola yerlerinde dururlar”, (Mina vadisinde şeytan) “taşlarlardı; ve her üç yılda bir takvime bir ay eklerlerdi 27”. Herodotos, birçok benzer örnekten söz etmeye devam eder: İslam dini eski Arap adetlerini dinsel yükümlülük olarak emretmektedir. Örneğin; bazı tür kirlenmelerden sonra törenle yıkanma, saçı ikiye ayırma, dişleri törenle temizleme, tırnak kesme ve benzer konular. Şimdiki gibi, o zaman da hırsızlığın cezasının elin kesilmesi olduğunu belirtir 28 ve putperest Arapların yaptıkları sünneti Kuran’ın hiçbir yerde emretmemesine rağmen Müslümanların hala yaptıklarını söyler. Bu son ifadeyi, “Her Süryani, her Arap ve her putperest rahip sünnet edilir” diyen apokrif Barnaba mektubunun 29 yazarı da doğrulamaktadır. Aynı adetlerin eski Mısır’da da geçerli olduğu iyi bilinmektedir. İbn-i İshak 30 Ebu’l Fide ile aynı dili kullanır ama İhlal dahil, söz ettiği adetlerin İbrahim döneminden beri sürdüğünü de ekler. Şüphesiz bu, sünnet için de doğrudur: Ama Muhammet, İbrahim’in Mekke’ye gelip Kabe’nin şimdiki yerinde ibadet ettiğine inansa da, İbn-i İshak söz edilen diğer konularla İbrahim’in ilgisinin olduğunu pek söyleyememektedir.

Bütün bu söylenenlerden sonra, İslam’ın ilk kaynağının, Muhammet dönemindeki Arapların dinsel inançları 31 ve adetleri olduğu besbellidir. İslamiyet çokeşlilik ve kölelik geleneklerini bu putperest kaynaktan almıştır. İkisinin kötü etkisine başka alanlarda başka şeyler eklenmemiş olsa da, Muhammet bunları benimsemekle her zaman bunları onaylamıştır.

BÖLÜM 2’YE EK

Kimi zaman bugün Doğu’da, Muhammet’in sadece putperest Arapların eski adetlerinin ve dini törenlerinin çoğunu benimseyerek İslam’a dahil etmekle kalmadığı, eski Arap şairi İmrü'l Kays’ın bazı dizelerinden alıntı yaparak intihal suçu işlediği de söylenir. Bu dizelerin Kuran’da hala yer aldığı öne sürülür. Bu konuda bir hikaye duymuştum. Bir gün Muhammet’in kızı Fatima “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” ayetini okuyordu (Sure 54, Kamer, 1). Şairin kızı da oradaydı. Fatima’ya “bu benim babamın şiirlerinden birinin bir dizesi, senin baban onu çaldı ve Tanrı’dan almış gibi yaptı” dedi. Bu hikaye büyük olasılıkla gerçek dışıdır, çünkü İmrü'l Kays, M.S. 540 yılında ölmüştür, Muhammet ise M.S 570’de, “fil yılında” doğmuştur.

Ancak aldığım taşbaskısı Farsça Muallaka’da, kitabın en sonunda, İmrü'l Kays’a atfedilen bazı kasideler gördüm. Bunlar başka baskılarda gördüğüm şiirlerine hiç benzemiyordu. Yazarı kuşkulu olan bu parçalardaki dizelerden aşağıda alıntı yaptım 32. Bazı apaçık hatalar olsa da, düzeltmeden bunlara yer vermenin en iyisi olduğunu düşünüyorum. Bir üst çizgiyle belirtilen yerler Kuran’da vardır (Sure LIV, Kamer, 1, 29, 31, 46; Sure XCIII, Duha, 1; Sure XXI, Enbiya, 96; Sure XXXVII, Saffat, 59). Anlam aynı olmakla birlikte bazı sözcükler çok az farklıdır. Bu durumda bu dizelerle ve Kuran’daki benzer ayetler arasında bir bağlantı olduğu bellidir. Söz konusu dizelerin yazarının İmrü'l Kays olup olmadığından kuşkulanmak için geçerli bir neden var gibidir. Muhammet döneminden önce yaşayan bir yazarın eseri buraya alınacağı yerde bunlar, Kuran’dan alınmış olabilirdi. Öte yandan İslamiyet kurulduktan sonra birinin, Kuran’dan yazılar alarak ve bunları bu şiirin dizelerinde söz edilen konuya uyarlayarak bir parodi yazmaya cesaret edeceğini düşünmek güçtür. Bir yandan da, görece modern zamanlarda bile, Kuran’daki ayetlerden alıntı yapmak ve bunları felsefi ya da dinsel karakterde yazılara katmak çok sıradandır. Gerçi bu kasideler felsefi ya da dini değildir. Muhammet’in İmrü'l Kays gibi tanınmış bir yazardan intihal yapmaya cesaret edeceğini düşünmek de zordu (yine de daha sonra göreceğimiz gibi, daha az bilinen yabancı kaynaklardan yapmıştır); yine de söz edilen ikinci derlemedeki şiirler Muallaka’nın bir bölümü olmadığı için, onun kadar genelde yaygın olmadığı düşünülerek bu, bir ölçüde yapılabilir. Genelde Muallaka konusunda anlatılan hikaye şudur: Güzel ve etkileyici bir şiir yazıldığında, bu şiir Kabe’nin duvarına asılırdı ve bu ünlü derlemedeki şiirler “asılan şiirler” anlamına gelen adlarını bu geleneğe borçluydu. Bununla birlikte güvenilir kişiler 33 bu adın buradan geldiğini kabul etmezler ama olasılıkla bu pek önemli değildir. Alıntı yaptığım Doğu hikayesine rağmen, olasılıklar terazisi kuşkusuz Muhammet’in yapmakla itham edildiği 34 cesur intihalden suçlu olmadığı varsayımına doğru eğilmektedir 35.


1. Bu belirleme ile ilgili olan tarihsel yanılgının burada incelenmesine gerek yoktur.

2. Bunun ispatına bu bölümde değinmeyeceğiz, fakat bu konunun aksine yazılmış olanlara rağmen, metinde belirtilenin gerçek olduğu kanısındayım.

3. Sure LIII, 19.

4. Süryanice Ilu Tanrı, illatu ise “tanrıça” demektir. Allatu olasılıkla Akad dilidir.

5. Bu konuya daha sonra değineceğimiz için bu metni uzun uzadıya ele almak yerinde olur. Metinde şöyle denilmektedir:

(*Arabic*)

6. Başkaları, örneğin; Prof. Sayce (Lectures on the Religions of Egypt and Babylonia’da) bunun aslında Samilere özgü bir fikir olduğunu kabul etmektedir.

7. Sure XVI, 59; LIII, 19-21, 28.

8. Herodotos’un öne sürdüğü 'Oροτάλ ifadesinin son hecesinde şüphesiz Ta’ala’ sözcüğü bulunmaktadır. Kelimenin ilk bölümünün kökeni tam olarak belirgin değildir: Allah kelimesinin bozulmuş bir hali belki olabilir. Allah-u Teala ile Yaradılış xiv 18, 19, 22’deki (*Arabic*) ı karşılaştırınız.

9. Muhammet’in yeğenin adıysa Übeydu'llah’tı.

10. Ίερόν αγίώτατον ίδρυται τιμωμενον ύπύ πάντον Άράβων περιτότερον (Diod. Sic., Kit. III.).

11. Örneğin, En Nabigah’ın Divan’ın da şu dizeler yer alır:

(*Arabic*)(Şiir I, 11, 23, 24 der. Ahlwart)

Ve yine:

(*Arabic*)

(Şiir III, 11. 9, 10.)

Ayrıca Şiir VIII’de, 11. 5, 6:

(*Arabic*)

Labid’de de aşağıdaki dizeler yer alır:

(*Arabic*)

12. İbn-i Hişam’ın Siratü’r Resul adlı eserinin Mısır’da yapılan basımından alıntı yapılmıştır. Böl.I, s. 27, 38.

13. Ebu’l Fide (Hist. Ante-Islamica) Eş Şehristani’den (*Arabic*)alıntı yapmıştır:­

(*Arabic*)

a Sure (*Arabic*)(Sure XLV., 23).

(*Arabic*)

14. Mevahibü'l lüduniyye adlı kitapta bu hikaye birçok tarzda anlatılır. Biri şöyledir:

Hikaye aynı kitapta farklı olarak şöyle de anlatılır:­­

İbn-i İshak da bu hikayeyi çok benzer tarzda anlatmaktadır. İbn-i Hişam da Muhammet’in yaşam öyküsünde bunu doğrulamaktadır Siratu’r Resul, C. İ, s. 127 vd). Yahya, Celalüddin ve Beydevi gibi yorumcular kadar Tabari ve diğerleri de Hac Suresi’nin yukarıdaki alıntı yapılan 51. ayetini yorumlarken bu hikayenin doğruluğunu onaylamaktadırlar. Gazali, Beyhaki ve diğerleri ise bir an bile olsun peygamberin putperestliği kabul ettiği gerçeğini şiddetle reddederler. Ama hikaye doğru olmasaydı yukarıdaki otoritelerin bunu kabul ettiklerini açıklamak zor olurdu ve az önce söz ettiğimiz ayet hikayenin açıklanması için gerekiyordu.

15. Sure LIII, Necm 21, 22, 23.

16. Siratu’r Resul, s 27 vdd.

17. a.g.e.

18. Yukarıda alıntı yapılan Herodotos III. 8, s. 32.

19. “Günahların kefaretini ödeme” zamanı olan Ramazan ayındaki gelenekler için bk. s. 269 vd.

20. Yukarıdaki alıntı s. 32.

21. Bazı Araplar Muhammet döneminde yapıldığı gibi saç uzatırlar. Müslümanların farklı yerlerde farklı adetleri olduğu için bu konuda dinsel bir kural yok gibidir.

22. Hist. Ante-Islamica, der. Fleischer, s. 180.

23. Yani Muhammet’in görevinden önceki dönemde

24. Ayrıca bk. El Kindi, Apology, Sir W. Muir’in çevirisi, s. 92, 93.

25. İyi bilindiği gibi, olanağı olan her Müslüman erkek bugün de Mekke’ye hacca gitmekle yükümlüdür.

26. Diğerleri, putperest Arapların çıplak Tavaf ettiklerini (Kabe’nin etrafını dolaşma töreni) ama Muhammet’in İhram giymeyi başlattığını söylerler.

27. İslamiyet döneminde bu ne yazık ki, yürürlükten kalkmıştır.

28. Amrapel (Hammurabi) Kanunları’ndaki gibi.

30. Siratu’r Resul, I. böl. s. 27:

31. Muhammet, Ad’le Semut efsanesi ve Araplar arasında yaygın olan benzeri bazı efsanelerden de alıntı yapmıştır (Sure VII., 63-77). El Kindi, bu öykülerle ilgili olarak hasmına, “Ad’la Semut hikayesinden ve Deveyle Eshab-ı Fil” (Sure CV ve XIV, 9) “ve benzeri efsanelerden söz ediyorsan, sana ‘Bunlar yaşlı Arap kadınlarının, gece gündüz anlatıp durdukları anlamsız hikayeler ve abuk sabuk efsanelerdir’ deriz” demektedir –

Sprenger (Rodwell’in Giriş’inden alıntı, s. xvii) , Muhammet’in Ad’la Semut efsanelerini Hanifler’den (bk. bu kitabın vi. böl.) öğrendiğini, son söz edilenlerin Sabiler olduklarını, bu efsanelerin yer aldığı Apokrif kitaplardan söz eden Sure LXXXVII., 9’daki “İbrahim’in Kitaplarını” kutsal saydıklarını düşünmektedir. Ancak bunun kanıtlanmış olduğu pek düşünülmemektedir. IV. bölümde söz edeceğimiz, (birkaç yıl önce bulunan) “İbrahim’in Antlaşması” Suhuf İbrahim’e dahil edilmez mi?

33. Muallaka ile ilgili Ebu Cafer Ahmed İbn-i İsmail En Nanhas’dan (ölm. M.S. 338) alıntı yapabiliriz. Bu konuda şöyle der: ­­­

34. Aşağı yukarı aynı şeyleri ifade eden Suyuti ise söz konusu hikayenin Kabe’nin duvarında asılı olmasının da mümkün olabileceğini ekler (Mudhkir, II, 240).

Fakat Bahreynli Rev. Dr Zwemer, Danati 'ssa'atu wa'nshaqqa 'lqamaru (bk. Sure LIV., 1, Iqtarabati 'ssa'atu wa'nshaqqa 'lqamaru) sözcüklerine İmrü’l Kays’ın, elindeki basımındaki son şiirinin son bölümünde rastladığı konusunda beni bilgilendirmiştir. Ve buna ek olarak “El Ezhar’da eğitim veren bir Şeyh'in bu belirgin alıntının eğitimli Müslümanları düşündürdüğünü söylediğini” de ifade etti.

35. Bu, Sir C. J. Lyall’ın görüşüdür. Eski Arap şiiri konusunda ondan daha iyi konuşacak birini bulmak çok zordur. İmrü’l Kays’ın yazdığı düşünülen ayetlerle ilgili olarak bana gönderdiği nazik mektubunda, bu ayetlerin İmrü’l Kays’a ait olmadığına inandığını ifade ediyor, özellikle üslup ve ölçüyle ilgili temel ilkeleri açıklıyor. Gözlemlerinden bazısını Ek bölümünde belirttim. Ayrıca ona şu teşekkür notunu yazmalıyım: Onun tezleri, Ya Nebü’l Islam adlı Farsça kitabımda açıkladığım, konuyla ilgili görüşlerimi değiştirmeme neden oldu..