May 2014

Çölde Sayım 25

Bu bölümde önümüzde yepyeni bir olayın sayfaları açılır. Pisga dağının tepesinde bulunduk ve Tanrının İsrail ile ilgili tanıklığına kulak verdik. Ve orada her şey parlak ve güzel idi, tek bir bulut ya da tek bir leke yok idi. Ama şimdi kendimizi Moav vadilerinde buluruz ve her şey değişmiştir. Orada iken Tanrı ve Tanrının düşünceleri ile ilgileniyor idik. Burada ise insanlar ve onların sevinçleri ile ilgileniyoruz. Ne kadar büyük bir karşıtlık! Bu bize, 2.Korintliler 12.bölümün başlangıcını ve sonunu hatırlatıyor. Başlangıçta imanlının “olumlu duruşunu” görürüz. Sonrakinde ise, imanlının uyanık olmadığı takdirde içine düşebileceği “olası konumu” görürüz. O durum bize “Mesih’teki bir kişinin” her an cennete alınabilmesi için yeterli olduğunu gösterir. Bu durum ise bize Tanrının kutsallarının her tür günah ve ahmaklık davranışında bulunabileceklerini gösterir.

Kayaların doruğundan görülen İsrail için de aynı durum söz konusudur. “Her Şeye Gücü Yeten’in görümü” ve Moav vadilerinde görülen İsrail. Bir durumda onların mükemmel duruşlarına, diğerinde ise kusurlu duruşlarına tanık oluruz. Balam’ın bildirileri bize Tanrının ilk duruşu nasıl değerlendirdiğini gösterir, diğer duruşta ise Pinehas’ın mızrağı ile Tanrının yargısını gösterir. Tanrı, halkının duruşu ile ilgili kararından asla vazgeçmeyecektir. Ama halkın yolları duruşları ile uyuşmadığı zaman, Tanrı, halkını yargılamak ve cezalandırmak zorundadır. Tanrının lütufkar isteği, halkının duruşu ile konumunun uyumlu olması gerektiğidir. Ama bu noktada ne yazık ki, başarısızlık ile karşılaşılır. Benliğe çeşitli şekillerde davranması için izin verilir. Ve Tanrımız disiplin değneğini eline almak zorunda kalır, öyle ki, kendini göstermek için uğraşan o kötü şey ezilsin ve boyun eğmek zorunda kalsın.

Şimdi Çölde Sayım 25.bölümdeyiz. İsrail’i lanetleme girişiminde başarısızlığa uğrayan Balam, bu kez kötülük ederek onları günah işlemeleri için kandırmayı başarır, böylece halkın sonunun geleceğini ümit etmektedir. “İsrail halkı böylece Baal-Peor’a bağlandı ve Rab bu yüzden onlara öfkelendi. Musa’ya, ‘Bu halkın tüm önderlerini gündüz benim önümde öldür’ dedi, ‘öyle ki İsrail halkına öfkem yatışsın.’” Çölde sayım 25: 3-4. Sonra gayretli ve sadık Pinehas ile ilgili çarpıcı ifadeler içeren kaydı okuruz. “Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Kahin Harun oğlu Elazar oğlu Pinehas İsrail halkına öfkemin dinmesine neden oldu. Çünkü o, aralarında benim adıma büyük kıskançlık duydu. Bu yüzden onları kıskançlıktan büsbütün yok etmedim. Ona de ki: ‘Onunla bir esenlik antlaşması yapacağım. Kendisi ve soyundan gelenler için kalıcı bir kahinlik antlaşması olacak bu. Çünkü o Tanrısı için kıskançlık duydu ve İsrail halkının günahlarını bağışlattı.” Çölde Sayım 25: 10-13.

Tanrının yüceliği ve İsrail’in iyiliği sadık Pinehas’ın bu durumdaki davranışını yöneten konular idi. Çok kritik bir an idi. Pinehas çok sert bir eyleme başvurmak için bir talep olduğunu hissetti. Sahte bir yumuşak tutumun zamanı değil idi. Tanrı halkının tarihinde öyle anlar vardır ki, insanın yumuşak davranışı Tanrıya sadakatsizlik haline gelir. Ve bu tür anları ayırt edebilme yeteneğine sahip olmak çok ciddi bir önem taşır. Pinehas’ın ani harekete geçişi tüm topluluğu kurtardı, Yehova’yı halkının ortasında yüceltti ve düşmanın planını tamamen bozguna uğrattı. Balam yargılanmış Midyanlıların arasında düştü, ama Pinehas sonsuza kadar kalıcı bir kahinliğin sahibi haline geldi.

Kitabımızın bu kısa bölümünü içeren ciddi öğretiş hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Bu bölümden yararlanmış olduğumuzu umuyorum. Tanrının Ruhu bize Mesih’teki duruşumuzun mükemmelliği ile öylesine kalıcı bir duygu versin ki, uygulamadaki hareketlerimiz duruşumuz ile daha uyumlu hale gelsin!

Çölde sayım 26

Bu bölüm Çölde sayım kitabının en uzun bölümlerinden biri olmasına rağmen büyük çapta kayda değer bir açıklama içermez. Bu bölümde halkın vaat edilen diyara girmek üzere iken ikinci bir sayılışını okuruz. Bunu düşünmek çok üzücü, ama ilk sayımda altı yüz bin savaş adamı var iken bu ikinci sayımda yalnızca iki kişi vardır – Yeşu ve Kalev! Diğerlerinin hepsi bu dünyadan göçmüş olarak çölün kumlarının altındadırlar. Sade bir imana sahip olan bu iki kişi imanları ödüllendirilerek hayatta kalmışlardır. İmansız kişilere gelince, esin ile yazan elçi onlar hakkında şu sözleri kaleme almıştır: “Cesetleri çöle serildi.”

Ne kadar ağır ve üzücü bir durum! Burada bize verilen ne kadar çok ders ve öğüt vardır! İmansızlık ilk kuşağın Kenan diyarına girmesine engel olmuştur ve onların çölde ölmelerinin nedenidir. Kutsal Ruhun esin ile yazılmış olan bu kitabın içeriğinin hemen hemen her yerinde büyük uyarılarda ve önemli öğütlerde bulunduğu gerçeğini görürüz. Gelin bunlara kulak verelim: “Bu nedenle, Kutsal Ruhun dediği gibi, ‘Bu gün O’nun sesini duyarsanız, atalarınızın başkaldırdığı ve çölde O’nu sınadığı gündeki gibi yüreklerinizi nasırlaştırmayın.” İbraniler 3:7-8. “Çünkü Mesih’e ortak olduk. Yalnız başlangıçtaki güvenimizi, gevşemeden sonuna dek sürdürmeliyiz. Yukarda belirtildiği gibi, ‘Bu gün O’nun sesini duyarsanız, atalarınızın başkaldırdığı günkü gibi yüreklerinizi nasırlaştırmayın. O’nun sesini işitip başkaldıranlar kimler idi? Musa önderliğinde Mısır’dan çıkanların hepsi değil mi? Tanrı kimlere kırk yıl dargın kaldı? Günah işleyip cesetleri çöle serilenlere değil mi? Sözünü dinlemeyenler dışında huzur diyarına kimlerin girmeyeceğine ant içti? Görüyoruz ki, imansızlıklarından ötürü oraya giremediler.” İbraniler 3:14-19. “Bu nedenle Tanrının huzur diyarına girme vaadi hala geçerli iken, herhangi birinizin buna erişmemiş olmasından korkalım. Çünkü onlar gibi biz de iyi haberi aldık. Ama onlar duydukları sözü iman ile birleştirmedikleri için bunun kendilerine bir yararı olmadı.” İbraniler 4:1-2.

Burada çok önemli pratik bir sır bulunmaktadır. İman ile birleşmiş olan Tanrı Sözü. Ne kadar değerli bir birleşim! Herkese gerçekten yarar sağlayabilecek olan tek şey. Bu konuda pek çok şey işitebiliriz; pek çok şey konuşabiliriz; pek çok şey yapabiliriz, ama gerçek ruhsal gücün ölçüsünün Tanrının, sahip olmamız için üzerimize boca ettiği güç, zorluklara direnme gücü, dünyayı yenme gücü, devam etme gücü olduğunu bilmeli ve ona sahip çıkmalıyız – bu gücün ölçüsü, yalnızca Tanrının sözü ile birleşmiş olan imanın gücüdür. Bu söz göklerdeki mevcudiyetini sonsuza kadar korur ve eğer iman aracılığı ile yüreklerimizde sabit hale gelir ise, bizi gökler ve göklere ait olan her şey ile bağlayan tanrısal bir hat harekete geçer. Ve gökler ve orada bulunan Mesih ile hareket eden yürekler ile yaşarız ve şimdiki çağdan uygulamada ayrı kalırız ve şimdiki çağın etkisinin üzerine çıkabiliriz. İman Tanrının vermiş olduğu her berekete sahip çıkmaktır. İman o perdeden içeri geçer; iman görünmez Olan’ı görerek dayanır. İman kendisini görünen ve geçici olan ile değil, görünmeyen ve sonsuz olan ile meşgul eder. İnsanlar sahip oldukları şeylerin kesin ve emin olduklarını zannederler, ama iman Tanrıdan ve O’nun Sözünden başka hiç bir şeye güvenmez. İman, Tanrının Sözünü alır ve onu yüreğindeki en iç odaya kilitler ve söz orada gizli bir hazine olarak saklı kalır – hazine olarak adlandırılmayı hak eden tek şey Tanrının sözüdür. Bu hazineye sahip olan mutlu kişi dünyadan tamamen bağımsız olan kişidir. Bu mahvolan dünyadaki zenginlikler açısından değerlendirildiği zaman yoksul olarak görülebilir, ama kişi ancak imanda zengin ise açıklanamaz bir zenginliğin sahibidir – kalıcı zenginlik ve doğruluk – “ Mesih’in söz ile anlatılamaz zenginlikleri.”

Değerli okuyucu, bu kaleme alınanlar yalnızca hayal ürünü olan düşünceler değildirler. Hayır, onlar tanrısal gerçekliklerdir. Onların tüm değerlerinin tadını çıkartabilirsiniz. Eğer sadece Tanrının sözüne sahip çıkarsanız – söylediğine sadece O söylemiş olduğu için inanırsanız – çünkü “iman” budur” – o zaman bu hazineye gerçekten sahipsinizdir ve bu hazine, sahibini insanların yalnızca gözleri ile gördüklerine inanarak yaşadıkları bu dünya sahnesinden tamamen bağımsız kılar. Bu dünyanın insanları “pozitif” ve “gerçek” olandan söz ederler ve bunun ile kastettikleri gözleri ile gördükleri ve fiziksel olarak tecrübe ettikleridir. Başka bir deyiş ile zamanın ve duyuların kaybolan ve güvenilmez değerleri. İman, hiç bir pozitif ya da hiç bir gerçek bilmez, bildiği tek şey diri Tanrının sözüdür.

İşte İsrail’in Kenan diyarına girmesini engelleyen bu bereketli imandan yoksun oluşu idi. Ve bu durum altı yüz bin cesedin çöle serilmesine neden oldu. Ve aynı şekilde yine bu iman yoksunluğu Tanrı halkının binlercesinin tutsaklık ve karanlıkta kalmasına neden olmaktadır. Bu kişiler aslında özgürlük ve ışıkta yürüyor ve Tanrı’nın tam kurtarışının sevincinde ve gücünde yaşıyor olmaları gerekir iken, bu iman yoksunluğu onları yücelik umudu içinde yürümeleri gerekir iken, depresyon, hüzün ve cezalandırılma korkusu içinde yürütür ve yaşatır. Kenan diyarında bir ziyafet masasında oturmaları gerekir iken, iman yoksunluğu onları Mısır’daki mahvedicinin kılıcından kaçıp kaçmayacakları hakkında kuşku duymalarına neden olur.

Ah! Keşke Tanrının halkı tüm bu konular üzerinde düşünür iken onları O’nun varlığının ve Sözünün ışığında düşünebilseler! O zaman gerçekten imanın Tanrı’nın sonsuz sözünde bulduğu haklı mirası daha iyi bilir ve onu daha çok takdir ederlerdi. Bize Tanrı tarafından Sevgisi’nin Oğlu’nda karşılıksız olarak verdiği şeyleri daha net olarak kavrayabilirler idi. Diliyoruz ki, Rab Işığını ve Gerçeğini göndersin ve Halkını Mesih’teki payının doluluğuna yönlendirsin, öyle ki gerçek yerlerini alabilsinler ve O’nun görkemli ikinci gelişini bekler iken, O’nun için gerçek bir tanıklığa teslim olabilsinler.

Çölde Sayım 27

Bu bölümün başlangıç paragrafında kaydedilmiş olduğu gibi, Selofhat’ın kızlarının tutumu biraz önce yorumunu yaptığımız imansızlık ile ilgili çarpıcı ve hoş bir karşıtlık ortaya koyarlar. Şurası kesindir ki bu kızlar tanrısal temeli terk etmek için her zaman hazır olan, tanrısal standardı düşüren ve tanrısal lütuf aracılığı ile sağlanan ayrıcalıkların önüne geçen kuşağa ait değildirler. Hayır, bu beş soylu kadının bu tür şeyeler için duydukları bir sempati asla yok idi; onlar lütuf aracılığı ile iman ayaklarını en yüksek temele koymaya kararlı idiler ve hem kutsal hem de cesur bir karar ile Tanrının vermiş olduğuna sahip çıkmak için kesin bir tavra sahipler idi. Canı tazeleyen bu satırları birlikte okuyalım.

“Yusuf oğlu Manaşşe’nin boylarından Manaşşe oğlu Makir oğlu Gilat oğlu Hefer oğlu Selofhat’ın Mahla, Noa, Holga, Milka ve Tirsa adındaki kızları buluşma çadırının girişinde Musa’nın, kahin Elazar’ın, önderlerin ve bütün topluluğun önüne gelip şöyle dediler. “Babamız çölde öldü. Rabbe baş kaldıran Korah’ın yandaşları arasında değildi. İşlemiş olduğu günahtan ötürü öldü. Oğulları olmadı. Erkek çocuğu olmadı diye babamızın adı kendi boyu arasından neden yok olsun? Babamızın kardeşleri arasında bize de mülk verin.” Çölde Sayım 27:1-4.

Bu alışılmamış bir şekilde hoş bir durumdur. Bu tür sözcükleri okumak insanın yüreğine iyi gelir, çünkü Tanrı halkı arasında uygun duruş ve pay gibi konulardan çok az söz edilir ve Tanrı halkının çoğu günden güne yıldan yıla kendilerine Tanrı tarafından karşılıksız olarak verilmiş olan şeyleri soruşturma ve sahip olma konusunda özensiz davranır. Bu özensizliği ve büyük kayıtsızlığı görmekten daha üzücü bir şey olamaz. Ağızları ile iman ikrarında bulunan pek çok imanlı duruş, yürüyüş, imanlının umudu ve Tanrının kilisesi gibi bu tür büyük ve çok önemli sorulara ne yazık ki özen göstermez ve kayıtsız kalırlar. Amacımız burada hiç bir şekilde bu tür sorular üzerinde durmak değildir. Bu konuya “Notlar” dizisinin diğer ciltlerinde pek çok tekrarlar yaparak değindik. Burada şimdi yapmak istediğimiz şey yalnızca okuyucunun dikkatini gerçeğe çekmektir. Kilisenin konumu ve payı ya da bireysel imanlının konumu ve payı hakkındaki tanrısal açıklamanın herhangi bir noktasına işaret eden bir kayıtsızlık ruhu açığa çıktığı zaman kendi zengin merhametlerimize karşı günah işlemiş oluruz. Eğer Tanrı bize imanlılar olarak lütfunun bolluğu içinde değerli ayrıcalıklar ihsan etmekten hoşnut ise bizlerin bu ayrıcalıkların neler olduğunu bilmek için gayretli bir şekilde araştırma yapmamız gerekmez mi? İmanın basit sadeliği içinde bu ayrıcalıkları kendimize mal etmenin arkasından gitmemiz gerekmez mi? Hizmetkar ya da oğullar olup olmadığımız hakkında kayıtsız kalmak ile Tanrımıza ve O’nun açıklamasına gereken değeri vermemek değil midir? Ya da Kutsal Ruhun içimizde konut kurup kurmadığı, yasa mı yoksa lütuf altında mı olduğumuz hakkında ya da çağrımızın yersel mi yoksa göksel mi olduğu ile ilgili olduğu sorularına özen göstermemiz gerekmez mi?

Kesinlikle özen göstermemiz gerekir. Kutsal yazılarda olabilecek en sade ve net açıklama şudur; Tanrı, Sevgisinin sağlayışını takdir eden ve bundan keyif alan kişilerden hoşlanır. Esin ile yazılmış olan kitap bu konular hakkında kesin kanıt ortaya koyar. Şimdi bölümümüzde önümüzde duran duruma bakalım. Burada Yusuf’un kızlarını görürüz; onları bu şekilde adlandırmamız gerekir – doğal duruş açısından bakıldığı zaman babaları için üzülmektedirler, çaresiz ve terk edilmişlerdir. Ölüm, onları Tanrının uygun mirası ile bağlamış olan görünürdeki hattı kesip kopartmıştır. Ve o zaman ne olmuştur? Kollarını birbirine kavuşturarak soğuk bir kayıtsızlık içinde haklarından vazgeçmeye razı olmuşlar mıdır? İsrail’in Tanrısının onlara vermiş olduğu yer ve paya sahip olup olmama konusunda kayıtsız mı kalmışlardır? Ah hayır, sevgili okuyucu, bu örnek kadınlar tüm bunlardan farklı bir şey sergilerler. Bu konuyu çok iyi incelemek ve öğrenmek gerekir. Bu kızlar Tanrının yüreğini tazeleyecek – saygı ile söylüyoruz- kadar cesur davranmışlardır. Onlar, vaat edilen diyarda kendileri için bir pay ayrılmış olduğundan emindiler ve onları bu paydan ne ölüm ne de çölde olabilecek herhangi bir şey yoksun bırakamayacak idi. “Erkek çocuğu olmadı diye babamızın adı kendi boyu arasından neden yok olsun?” Ölüm ya da erkeğin olmayışı gibi konular – ya da herhangi başka bir şey – Tanrının iyiliğinin hayal kırıklığı ile engellenmesine neden olabilir miydi? İmkansız! “Bu yüzden babamızın kardeşleri arasında bize de mülk verin.”

Soylu sözler! Doğrudan Tanrının tahtına ve Tanrının yüreğine yükselmiş olan sözler. Bu güçlü tanıklık toplulukta bulunan herkesin kulaklarına ulaşmış idi. Musa şaşırmış idi. Burada yasayı verenin koyduğu sınırların ötesinde bir şeyler söz konusu idi. Musa bir hizmetkar idi ve aynı zamanda bereketlenmiş ve onurlu bir hizmetkar idi. Ama bu Çölde Sayım adlı harika kitabın içeriğinde çöl kısmından defalarca söz edildiğini biliyoruz; Musa’nın şaşırarak ne yapması gerektiğine karar veremediği pek çok durum ortaya çıkmıştır, örneğin, dokuzuncu bölümdeki kirlenmiş kişiler ve önümüzde bulunan bölümde okuduğumuz Selofhat’ın kızları.

“Ve Musa onların davasını Rabbe götürdü. Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Selofhat’ın kızlar doğru söylüyor. Onlara amcaları ile birlikte miras olarak mülk verecek ve babalarının mirasını onlara aktaracaksın.” Çölde Sayım 27:5-7.

Burada tüm topluluğun önünde görkemli bir zafer söz konusu idi; Cesur ve sade bir imanın her zaman ödüllendirileceği kesindir. Böyle bir iman Tanrıyı yüceltir ve Tanrı da bu imanı onurlandırır. Bunu kanıtlamak için elimizdeki kutsal bölümün her kısmında ve her sayfasında yolculuk mu etmemiz gerekir? Eski Antlaşma’nın İbrahimlerine, Hannalarına, Deboralarına, Rahavlarına ve Rutlarına geri mi dönmemiz gerekir? Ya da Yeni antlaşma dönemlerinin Meryemlerine, Elizabetlerine, Romalı yüzbaşılarına ve Samiriyeli kadınlarına mı geri dönmemiz lazımdır? Nereye döner isek dönelim, her yerde öğreneceğimiz büyük ve pratik gerçek aynıdır: Tanrı cesur ve sade bir imandan hoşnut olur. Bu iman tanrısal olarak verilmiş mirastan doğal olanın zayıflığı ve hatta ölümü karşısında bile vazgeçmeyi kesinlikle reddeder ve Tanrının vermiş olduğu her şeye sımsıkı yapışır ve bırakmaz. Çölün toprağı ile karışmış Selofhat’ın kemiklerine rağmen; kendi soyu arasından adını sürdürecek bir oğlu olmamasına rağmen bunların hiç bir önemi yok idi. İman tüm bunların üstüne yükselebilecek güçte idi ve O’nun vermiş olduğu her sözü yerine getirecek kadar sadık olduğundan emin idi.

“Selofhat’ın kızları doğru söylüyor.” Onlar her zaman doğru söylerler. Söyledikleri sözler iman sözleridir ve böyle oldukları için Tanrının yargısında her zaman haklıdırlar, İsrail’in Kutsal Olanını sınırlamak korkunç bir şeydir. Tanrı Kendisine güvenilmesinden ve kullanılmasından zevk alır. İmanın, Tanrının bankasındaki hesabını tüketmesi kesinlikle mümkün değildir. Tanrı nasıl Kendisini inkar edemez ise aynı şekilde imanı da hayal kırıklığına uğratamaz. Tanrı imana asla şu sözleri söylemez: “Yanlış hesap yaptın; çok fazla kibirlendin – aşırı cesur bir duruş aldın; bu nedenle alçal ve beklentilerini düşür.” Ah, hayır! Tüm dünyada Tanrının gerçekten zevk aldığı ve O’nu yüreğini hoşnut eden tek şey, O’na basit bir şekilde güvenebilen imandır ve kesinlikle emin olabileceğimiz şey şudur: O’na güvenebilen iman aynı zamanda O’nu sevebilen ve O’na hizmet edebilen ve O’nu övebilen imandır.

O zaman bu yüzden Selofhat’ın kızlarına gerçekten çok fazla şeyler borçluyuz. Bize öğrettikleri ders paha biçilmez değerdedir. Ayrıca bunun da ötesinde onların davranışları tüm gelecek kuşaklar için tanrısal bir kuralın temeline şekil vermek üzere taze bir gerçeğin açıklanışına fırsat tanıdı. Rab Musa’ya şu sözleri söyleyerek buyruk verdi, “Eğer bir adam erkek çocuğu olmadan ölür ise, mirasını kızına vereceksiniz.”

Burada miras konusu ile ilgili olarak büyük bir ilkenin ortaya konduğunu görmekteyiz. Bu mirastan insani bir dil ile söz edecek olur isek, iman ve bu dikkate değer kadınların sadık tutumu olmasa idi, bu miras konusu hakkında hiç bir şey duymamamız gerekir idi. Eğer bu kadınlar korkaklığın ve imansızlığın seslerine kulak vermiş olsalar idi – eğer imanın iddialarının talepleri ile tüm topluluğun önüne çıkmayı reddetmiş olsalar idi, o zaman kendi miras ve bereketlerini kaybetmek ile kalmayacak, ama aynı zamanda İsrail’in kendileri ile aynı durumda olan gelecekteki tüm kızları miras ve paylarından yoksun kalmış olacaklar idi. Oysa onlar imanın değerli enerjisi ile hareket ederek miraslarını muhafaza ettiler; berekete sahip oldular; Tanrının onayını aldılar ve adları esin ile yazılmış sayfalarda parlamaktadır ve tanrısal yetki ile yönlendirilen tutumları ile geçecekteki tüm kuşaklara öncülük ettiler.

İmanın harika sonuçları hakkında şimdilik bu kadar konuşalım. Ama sonra lütuf aracılığı ile iman uygulamak için güçlendirilmiş olan kişilerin saygınlık ve yükselişlerinin neden olabileceği ahlaki tehlikeleri hatırlamamız yerinde olur ve bu tehlikelere karşı kendimizi özen ile korumamız gerekir. Bu konu, kitabımızın son bölümünde yazılı olan Selofhat’ın kızlarının daha ilerdeki dönemlerinde çarpıcı bir biçimde resmedilir. “Yusuf oğulları boylarından Manaşşe oğlu Makir oğlu Gilat’ın boyunun aile başları gelip Musa’ya ve İsrail’in aile başı olan önderlerine şöyle dediler: ‘ Rab ülkeyi mülk olarak kura ile İsrailliler arasında paylaştırması için efendimiz Musa’ya buyruk verdi. Kardeşimiz Selofhat’ın mirasının kızlarına verilmesi için de buyruk verildi. Eğer Selofhat’ın kızları başka bir İsrail oymağına bağlı erkekler ile evlenirler ise mirasları bizim ailelerimizden alınıp kocalarının bağlı oldukları oymağın mirasına eklenecek. Böylece kura ile bize düşen pay eksilecek. İsrailliler özgürlük yılı kutlandığı zaman kızların mirası kocalarının bağlı olduğu oymağa eklenecek. Böylece onların mirası atalarımızın oymağına düşen mirastan alınacak.’ Musa Rabbin buyruğu uyarınca İsraillilere şöyle buyurdu: ‘Yusuf soyundan gelenlerin söyledikleri doğrudur.” Çölde Sayım 36: 1-5.

Yusuf evinin “babalarının” aynı “kızlarının” işitildiği şekilde işitilmeleri gerekir. Kızların imanı en güzel iman idi. Ama bu noktada bir tehlike söz konusu idi; o imanın kendilerini yükseltmiş olduğu yerde diğerlerinin taleplerini unutabilirler ve babalarının mirasını koruyan işaretleri unutabilirler idi. Bu tehlike, düşünülmesi ve sağlayışta bulunulması gereken bir nokta idi. Selofhat’ın kızlarının bir gün evleneceklerini var saymak çok doğal idi ve bunun da ötesinde kızlarının kendi oymaklarının dışında bir oymaktan evlilik yapmaları olası idi ve bu yüzden özgürlük yılında – o büyük birlik kutlaması – birlik yerine karışıklık olacak idi ve Manaşşe’nin mirasında kalıcı bir gedik açılacak idi. Böyle bir şey asla olmamalı idi ve bu yüzden bu eski dönem babalarının bilgeliği çok aşikardır. Her yanımızdan korunmaya ihtiyacımız vardır, öyle ki imanın saygınlığı ve tanıklığı doğru bir şekilde muhafaza edilebilsin. Bize her zaman güçlü bir iman lütfedilmiş olsa dahi elimizdekileri kibirli bir şekilde ve güçlü bir irade ile taşımamamız gerekir. Bunun yerine kendimizi her zaman Tanrının tam gerçeğine teslim olmaya hazırlamamız lazımdır.

“Ve Rab Selofhat’ın kızları için şöyle diyor: ‘Selofhat’ın kızları babalarının bağlı oldukları oymak ve boydan herhangi bir erkek ile evlenmekte özgürdürler. İsrail’de miras bir oymaktan öbür oymağa geçmeyecek. Her İsrailli atalarının bağlı olduğu oymağına bağlı kalacak. Herhangi bir İsrail oymağında miras alan kız, babasının bağlı olduğu oymak ve boydan biri ile evlenmelidir. Öyle ki, her İsrailli atalarının mirasını sahiplenebilsin. Miras bir oymaktan öbür oymağa geçmeyecek. Her İsrail oymağı aldığı mirasa bağlı kalacak. Selofhat’ın kızları Mahla, Tirsa, Hogla, Milka ve Noa Rabbin Musa’ya verdiği buyruk uyarınca davranarak amcalarının oğulları ile evlendiler ve dolayısı ile de mirasları babalarının bağlı olduğu boy ve oymakta kaldı.” Çölde Sayım 36: 6-12.

Böylelikle her şey düzene girmiş oldu. İmanın eylemleri Tanrının gerçeği tarafından yönetilir ve bireysel iddialar herkesin hakkı göz edilerek adil bir uyum içinde uyarlanırlar. Ama bu arada aynı zamanda Tanrının yüceliği de öylesine tam bir şekilde muhafaza edilir ki, özgürlük yılı zamanı geldiğinde İsrail’de herhangi bir karışıklık belirtisi görülmez; mirasın saygınlığı tanrısal lütuf ile uyumlu olarak garantilenmiştir.

Hiç bir şey Selofhat’ın kızları ile ilgili bu öykü kadar öğretici ve eğitici olamaz. Bu öyküden gerçekten yararlanmamızı diliyorum.

Bölümümüzün son paragrafında çok derin bir ciddiyet mevcuttur. Tanrının yöneten davranışları gözlerimizin önünde yüreği etkileyecek bir şekilde sergilenir. “Bundan sonra Rab Musa’ya,’ Haavarim dağlık bölgesine çık ve İsrailliler’e vereceğim ülkeye bak’ dedi. ‘Ülkeyi gördükten sonra ağabeyin Harun gibi sen de ölüp atalarına kavuşacaksın. Çünkü ikiniz de Zin çölünde buyruğuma karşı çıktınız. Topluluk sularda bana baş kaldırdığı zaman, onların önünde kutsallığımı önemsemediniz – bu sular Zin çölündeki Kadeş’te Meriva sularıdır. –“ Çölde Sayım 27: 12-14.

Musa’nın Şeria nehrini geçmemesi gerekiyor idi. Konu yalnızca onun resmen halka nehri geçirmesi değil idi, çünkü Musa’nın kendisi dahi nehri geçmeyecek idi. İşte Tanrının yönetiminin eylemleri böyledir. Ama öte yandan, yine de Tanrının lütfunun parladığını görüyoruz; Musa Tanrının eli aracılığı ile Pisga’nın tepesine götürüldü ve kendisine oradan vaat edilen diyar gösterildi ve bu görüntü yalnızca İsrail’in daha sonra sahip olduğu ülkenin görünümü değil idi; Musa vaat edilen diyarı tam görkemi içinde ve Tanrının onu başlangıçta vermiş olduğu hali ile gördü.

İşte bu olay lütfun bir meyvesidir ve Yasanın Tekrarı adlı kitabın sonunda daha da tam şekli ile ortaya çıkar. Bu bölümde bize aynı zamanda Tanrının sevgili hizmetkarını gömdüğü de söylenir. Bu harika bir lütuftur. Gerçekten de Tanrının kutsalları hakkındaki öykülerde bunun gibisi yoktur. Daha önce de yaptığımız gibi bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız; 19 ama bu konu gerçekten de çok derin bir ilgiyi hak eder. Musa ağzı ile bilgece konuşmadı ve bu yüzden Şeria nehrini geçmesine izin verilmedi. Tanrının buyruğu böyle idi, ama Musa Pisga tepesine götürüldü ve orada YEhova’nın refakatinde mirasın tam ve eksiksiz görünümüne baktı ve sonra Yehova hizmetkarı için bir mezar hazırladı ve onu bu mezara gömdü. İşte bu lütfeden Tanrı idi! Harika ve eşsiz lütuf! Lütuf her zaman güç verir. Böyle bir lütfun özneleri olmak ne kadar değerlidir! Canlarımız bu lütufta giderek daha çok sevinsinler; lütuf sonsuz bir kaynaktır ve içinden aktığı kanalı da bereketler!

Bu kısmı Musa’nın, kendisinden sonra önder olarak atadığı kişiyi belirler iken göstermiş olduğu bencillikten çok uzak o hoş davranışı ile ilgili birkaç söz söyleyerek sona erdireceğiz. Tanrının bu kutsanmış adamı her zaman sahip olduğu teslimiyet ruhu ile örnek verildi – bu teslimiyet ruhu ya da tam adanmışlık ender rastlanan ve hayran kalınacak bir lütuftur. Musa hiç bir zaman kendi çıkarı peşinden gitmedi; aksine, kendisine defalarca ün ve servet sağlama fırsatı verilmesine rağmen, Musa çok net bir şekilde şunu kanıtladı: onun için Tanrının yüceliği ve halkın iyiliği her şeyden önce geliyor idi ve Musa’nın yüreğinde tek bir bencil düşünceye dahi yer yok idi.

Böylece bölümümüzün son kısmına geldik. Musa Şeria nehrini geçmeyeceğini duyduğu zaman kendisi ile ilgili pişmanlıklar hissetmek yerine yalnızca topluluğun ihtiyaçlarını düşünür. “Musa, ‘Bütün insan ruhlarının Tanrısı Rab bu topluluğa bir önder atasın’ diye karşılık verdi. ‘O kişi topluluğun önünde yürüsün ve topluluğu yönetsin. Öyle ki, Rabbin topluluğu çobansız koyunlar gibi kalmasın.’” Çölde sayım 27: 15-16.

Burada okuduklarımız bencillikten ne kadar uzak sözler! Bu sözler Halkını çok seven ve onlar ile yakından ilgilenen Tanrının yüreğini ne kadar güzel bir şekilde hoşnut etmiş olmalı! İsrail’in istekleri karşılandığı sürece Musa razı idi. Musa için tek önemli olan, işi kimin yaptığı değil, işin yapılmış olması idi. Musa, benliğini, kendi ilgilerini ve kendi hedeflerinin tümünü sakin bir şekilde Tanrının ellerine bırakabiliyor idi. Tüm bunlar ile Tanrı ilgilenebilir idi, ama ah! Musa’nın sevgi dolu yüreği Tanrının sevdiği halk ile yakından ilgili idi. Ve Musa Yeşu’nun önder olarak atandığını gördüğü an, dünyadan ayrılmaya ve sonsuza kadar dinlenmeye hazır idi. Bereketlenmiş hizmetkar! Mutlu insan! Acaba aramızda birkaç kişi az derecede de olsa Musa’nın üstün ruhunun özelliğine sahip olabilir ve Tanrının yüceliği ve O’nun halkının iyiliği için gayretli bir özen gösterebilir mi? Ne yazık ki hayır, çok yazık! Derin bir vurgulama yaparak elçinin sözlerini tekrarlamak zorundayız: “Herkes İsa Mesih’in değil, kendi değerlerinin ardından gidiyor.” Ey Rab, kendimizi sana daha gayretli bir şekilde adamayı arzu etmemiz için yüreklerimizi harekete geçir; Senin kutsal hizmetin için ruhumuz, canımız ve bedenimiz canlansın! Sağlam gerçeğe dayanarak yaşamayı öğrenelim ve kendimiz için değil, uğrumuza kendini feda eden ve günahlarımızı üstlenmek için gökyüzünden yeryüzüne inen Rab İsa için yaşamayı öğrenelim. O, tüm zayıflıklarımızı yüklenmiş ve yeryüzünden gökyüzüne geri dönmüştür ve sonsuz kurtuluşumuz ve yüceliğimiz için tekrar gelecektir.


19 Eski ve Yeni Şeyler” de yer alan “Lütuf ve Yönetim” başlıklı yazıyı okuyunuz; cilt 4 sayfa 121. G, Morrish, 20, Paternoster Square.

Çölde Sayım 28 - 29

Bu iki bölümün birlikte okunmaları gerekir; her ikisi birlikte kitabımızda pek çok ilgi alanına ve bilgiye gebe olan farklı bir kısım oluştururlar. 28.bölümün ikinci ayeti bize tüm kısmın içeriğinin yoğun bir ifadesini verir. “Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrailliler’e buyur ve de ki, ‘Bana sunacağınız sunuyu – yakılan sunu ve beni hoşnut eden koku olarak sunacağınız yiyeceği – belirlenen zamanda sunmaya dikkat edeceksiniz.’” Çölde Sayım 28:2.

Okuyucu bu sözler ile Çölde Sayım kitabının bu bölümünün tamamını açıklayacak olan bir anahtara sahip olur. Bu durum olabilecek en farklı ve en sade şekilde gerçekleşir. “ Bana sunacağınız sunu ”, “ Bana yakılan sunular ” ve “ Beni hoşnut eden koku.”  Tüm bu ifadeler güçlü şekilde vurgulanır. Burada hiç çaba göstermeden öğrendiğimiz şudur: önderlik eden önemli düşünce Tanrı yönünden Mesih’tir. Mesih ihtiyaçlarımızı en bereketli şekilde karşılıyor ise de burada kast edilen, Mesih’in ihtiyaçlarımızı karşılayan bir Mesih’ten çok Tanrının yüreğini besleyen ve O’nun yüreğini hoşnut eden bir Mesih olmasıdır. Gerçekten düşünüldüğü ya da gerçekten anlaşıldığı zaman bu harika ifadede Mesih’in Tanrının ekmeği olarak kast edildiğini görürüz. Hepimiz ne yazık ki üzücü bir şekilde Mesih’e yalnızca kurtuluşumuzu sağlayan, aracılığı ile bağışlandığımız ve cehennemden kurtulduğumuz ve yine aracılığı ile tüm bereketlerin bize aktığı bir kanal olarak bakmaya eğilimliyizdir. O, tüm bunların hepsidir, adına sonsuza kadar övgüler olsun. O, kendisine iman itaatinde bulunan herkes için sonsuz kurtuluşun Yetkilisidir. O, bizim günahlarımızı kendi bedeninde ağaç üzerinde yüklendi. O öldü, doğru olan doğru olmayanlar için öldü, öyle ki bizi Tanrıya götürebilsin. O bizi günahlarımızdan, onların şimdiki gücünden ve onların gelecekteki sonuçlarından kurtarır.

Tüm bunlar gerçektir ve sonuç olarak önümüzde açık olan iki bölümün tamamı boyunca ve her ayrı paragrafta günah sunusunun takdim edildiğini görürüz. (Bakınız Çölde sayım 28:15,22,30; Çölde sayım 29:5,11,16,19,22,25,28,31,34,38.)

Kefaret ile ilgili günah sunusundan on üç kez söz edildiğini okuyoruz. Ama buna rağmen yine de günahın ya da günah için kefaretin hiç bir şekilde en önemli ve önde gelen konu olması gerçekliğini ve aşikarlığını kaybetmez. Okuyucu için alıntı yaptığımız ayette bundan hiç söz edilmemektedir, ama o ayet yine de bize çok açık bir şekilde iki bölümün içeriğinin özetini vermektedir; on beşinci ayete ulaşıncaya kadar bu konuda herhangi bir ima dahi yoktur.

İnsan söz konusu olduğu zaman ve insan bir günahkar olduğu için günah sunusunun elzem olduğunu söylememize gerek var mıdır? Mesih’in gerekli temel olarak kefaret eden ölümünden söz edilmeden insanın Tanrıya yaklaşması, tapınması ya da paydaşlığı gibi konulardan bahsetmek imkansız olur idi. Tüm yürek bu gerçekleri üstün bir keyif alarak kabul eder. Mesih’in kurban oluşunun değerini içeren gizem sonsuz çağlar boyunca canlarımızın kaynağı olacaktır.

Mesih ve O’nun değerli ölümü günahlarımızı ortadan kaldırmış ve ihtiyaçlarımızı karşılamıştır. Buna güvenimiz tamdır. Çölde Sayım 28 ve 29.bölümleri okuyan birinin bunu göreceği kesindir. Bir çocuk bile tek bir basit gerçeğe baksa bunu görebilir. Bu iki bölümün tamamında yetmiş bir ayet bulunur ve bunlardan yalnızca on üç tanesinde günah sunusuna yer verilmez ve kalan elli sekiz ayet hoş kokulu sunulara yer verir.

O zaman tek bir ifade ile özetleyecek olur isek, buradaki özel konu Tanrının Mesih’ten hoşnut olduğudur. Sabah ve akşam, her geçen gün, her geçen hafta ve her bir ay, kısaca yılın başından sonuna kadar konu, Mesih’in Tanrı önündeki hoş kokusu ve değerliliğidir. Tanrıya ve Oğlu İsa Mesih’e hamtlar olsun ki, günahımız için kefaret edilmiştir, günah yargılanmıştır ve sonsuza kadar ortadan kaldırılmıştır – suçlarımız bağışlanmış ve iptal edilmiştir. Ama tüm bunların çok üstünde ve ötesinde olan konu şudur: Tanrının yüreği Mesih tarafından beslenmiş, tazelenmiş ve hoşnut kılınmıştır. Sabah ve akşam kuzusunun anlamı nedir? Bu kuzu bir günah sunusu mudur yoksa yakmalık bir sunu mudur? Bu sorunun yanıtını Tanrının kendi sözlerinden işitelim: “Ve onlara de ki, ‘Rabbe sunacağınız yakılan sunu şudur: Günlük yakmalık sunu olarak her gün bir yaşında kusursuz iki erkek kuzu sunacaksınız. Kuzunun birini sabah, diğerini akşamüstü sunun. Kuzu ile birlikte tahıl sunusu olarak dörtte bir hin sıkma zeytin yağı ile yoğrulmuş onda bir efa ince un sunacaksınız. Günlük yakmalık sunu, Sina dağında başlatılan ve Rabbi hoşnut eden koku olarak yakılan sunudur. “ Çölde Sayım 28: 3-6.

Yine tekrar edelim; Şabat için gerekli olan iki sunu ne idi? Bir günah sunusu mu yoksa yakmalık bir sunu mu? “Her Şabat günü sunulan yakmalık sunu budur.” İki tane olması gerekiyor idi, çünkü Şabat Tanrı halkının huzuruna ilişkin bir örnek idi. İki sunu, Mesih’i takdir eder iken değerlendirilen iki yönlü bir örnek idi. Ama sununun karakteri olabilecek en sade şekilde idi. Tanrı açısından Mesih’in görünümü idi. Yakmalık sunu ile ilgili özel düşünce budur. Günah sunusu Mesih’in bizim açımızdan olan görünümü idi. Tüm bu ifadelerdeki konu günaha duyulan nefretin konusudur. Bu sunudaki düşünce Mesih’in değerliliği ve üstünlüğü hakkındadır.

Bu nedenle aynı zamanda aylarının başlangıçlarında da (ayet 11), Şabat kutlaması ve mayasız ekmekte de (ayet 16-25), ilk ürünler bayramında da ve yine boru çalma gününde (Çölde Sayım 29:1-6) ile çardak bayramında da (ayetler 7-38)(7-38.ayetler) durum aynıdır. Kısaca özetleyecek olur isek tüm bayramlarda önde gelen düşünce Mesih’in hoş koku sunusu olmasıdır. Günah sunusu asla eksik olmaz, ama hoş kokulu sunular önde gelen yeri alırlar; her dikkatli öğrenci için bu gayet aşikardır. Herhangi birinin bu dikkate değer ayetleri okumasının ve günah sunusu ve o yakmalık sunu arasındaki o karşıtlığı görmemesinin imkansız olduğunu düşünüyoruz. İlkinden sadece tek bir teke olarak söz edilir iken diğerinin önümüze “on dört kuzu”, “on üç boğa” ve buna benzer ifadeler ile gelmesi dikkat çekicidir. Hoş koku sunularına bu ayette bu kadar geniş yer verilmesinin nedeni budur.

Ama neden bu konu üzerinde durulsun? Neden bu konu üzerinde ısrar edilsin? Yalnızca imanlı okuyucuya tanrının aradığı ve zevk aldığı tapınmanın gerçek karakterini göstermek için. Tanrı Mesih’ten zevk alır ve bizim, Tanrıya O’nun zevk aldığı tapınmayı sunmamız sürekli hedefimiz olmalıdır. Tapınmamızın malzemesinin her zaman Mesih olması gerekir ve biz tanrının Ruhu aracılığı ile ne kadar çok yönlendirilir isek, Mesih o kadar çok tapınmamızın merkezi haline gelecektir. Ancak ne yazık ki, çok sık olarak yüreklerimizin bize söylediği bundan farklı bir şeydir. Tapınma toplulukta da odamızda da yapılsa eğer ruhumuz bezgin ve ağır ise sesimiz alçak çıkacaktır. Mesih ile meşgul olmak yerine kendimiz ile meşgul oluruz ve bu durumda Kutsal Ruh Mesih’in değerlerini almak ve bize göstermek işini uygun bir şekilde yapabilmek yerine yollarımız doğru olmadığı için bize öz yargı yapmamız için uyarmak zorunda kalır.

Tüm bu konuların derinlemesine açığa çıkarılması gerekir. Bu konular hem topluluk açısından hem de bireysel açıdan, yani topluluk ile bir arada iken ve kendi özel adanmalarımızda ciddi bir şekilde dikkatimizi talep ederler. Topluluk toplantılarımızda seslerimiz neden sık sık alçak çıkar? Neden böyle bir zayıflık, böyle bir kısırlık ve böyle bir dağılma söz konusudur? Neden ezgiler ve dualar hedeften bu kadar uzaktırlar? Tapınmanın adına layık şeyler neden bu kadar azdır? Neden böylesine bir huzursuzluk ve hedefsiz bir eylem mevcuttur? Aramızda neden Tanrının yüreğini tazelendirecek bu kadar az şey vardır? Bu az şeylerden Tanrı ,“O’nun ekmeği, O’na hoş bir koku yükselmesi için sunakta yakılan kurbanlardan” neden az söz edebilir? Bizler benlik ve benliğin çevresindekiler ile – isteklerimiz, zayıflığımız, denemelerimiz ve zorluklarımız - meşgulüzdür ve Tanrıyı O’nun kurbanının ekmeğinden yoksun bırakırız. Aslında O’nun hak ettiklerini ve seven yüreğinin arzu ettiklerini O’ndan çalmış oluruz.

Bunun anlamı, denemelerimizi, güçlüklerimizi ve isteklerimizi görmezden gelebiliriz mi demektir? Hayır, ama tüm bunları O’na teslim edebiliriz. O bize, tüm yük ve kaygılarımızı O’na yüklememizi söyler ve tatlı ve sakinleştirici bir güven duygusu ile bizi kayırdığına dair bize garanti verir. Tüm yüklerimizi O’nun üzerine atmamız için bize davette bulunur. Ve bunu bizi destekleyeceğine dair güvence vererek yapar. O, bizi düşünür. Bu yeterli değil midir? Bizler O’nun huzurunda toplandığımız zaman O’na kendi değerlerimizin dışında bir şeyler sunabilmek için kendimize değil ama O’na yeterli bir şekilde yakın olmamız gerekmez mi? O bizim için sağlamıştır. O bizim için işi tamamlamıştır. Günahlarımızın ve acılarımızın hepsi tanrısal bir şekilde çözüme kavuşturulmuştur. Ve elbette kesinlikle bu tür şeylerin Tanrının kurbanının yiyeceği olduğunu var sayamayız.

İmanlı okuyucu, hem toplulukta hem de odamızdaki tapınma ile ilgili bu şeyler üzerinde düşünmemiz gerekmez mi? Çünkü bu şeyler hem topluluktaki hem de odamızdaki tapınmaya uyarlanabilir. Tanrının “ekmeğim” demekten hoşnut olduğu şeyi Tanrıya sunabilmemiz için bizi güçlendirecek olan böyle bir can konumunu beslememiz gerekmez mi? Gerçek şudur ki, biz Tanrıya hoş bir koku olarak yüreğimizin Mesih ile daha tam ve sürekli olan bir meşguliyet içinde olmasını isteriz. Bu ifade, günah sunusuna daha az değer vermemiz anlamına gelmez, böyle bir düşünce bizden uzak olsun! Ama hatırlamamız gereken bir şey de şudur: Değerli Rabbimiz İsa Mesih’te günahlarımızın bağışlanmasından ve canlarımızın kurtulmasından daha fazlası mevcuttur. Yakmalık sunu, tahıl sunusu ve yiyecek sunusu neyi ortaya koyarlar? Hoş bir koku olarak Mesih – Tanrının yiyecek sunusu olarak Mesih – O’nun yüreğinin sevinci! Bunların aynı ve tek Mesih olduklarını söylemeye gerek var mı? Tanrının hoş kokusu olan ve bizim için lanetlenen Kişi’nin aynı Kişi olduğunda ısrar etmemiz gerekir mi? Elbette her imanlının bu gerçeği bildiği ve ona sahip olduğu kesindir. Ancak biz Mesih’in bizim için neler yaptığı konusunda odaklanmaya eğilim gösteririz; O’nun Tanrının gözündeki değeri hakkında çok düşünmeyiz.  Üzerinde üzülmemiz ve yargılamamız gereken konu işte budur – bu yanlışın düzeltilmesini istememiz gerekir. Ve bu düzeltmenin yapılması için en uygun ve özenli çalışmayı Çölde Sayım 28 ve 29.bölümlerden başka bir yerde bulamayız. Bu bölümlerde konu ile ilgili çok üstün bir düzeltme kendini kanıtlar. Tanrı Kutsal ruhu aracılığı ile bu bölümlerden sonuna kadar yararlanmamızı sağlasın!

“Levililer Kitabı hakkındaki Notlarımız” da okuyucuya sunduklarımız şunlar idi: Tanrının bize bayramlar ve kurbanların ışığının yolunda neler vermiş olduğu hakkında idi. Burada bu konular üzerinde yönlendirildiğimizi hissetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz notlar ya da küçük kitap yayıncı tarafından sağlanan bir yardımdır ve okuyucu 1-8 bölümlerinde ve 33.bölümde şunları bulacaktır: üzerinde durmuş olduğumuz iki bölümde işlenen konular ile ilgili olarak ilgisini çeken ve ona yarar sağlayan bilgiler ile karşılaşacaktır.

Çölde Sayım 30

Bu kısa parça istisnai bir düzen olarak adlandırılabilir; özellikle İsrail’e hitap eder. Ve verilen antlar ve antlaşmalar konuları ile ilgilidir. Bu konu hakkında erkek ve kadının farklı konumlarda yer aldıklarını anlarız: “Eğer bir adam Rabbe adak adar ya da ant içerek kendini yükümlülük altına sokar ise, verdiği sözü bozmayacak ve ağzından her çıkanı yerine getirecektir.” Çölde sayım 30:2.

Kadın açısından durum farklı idi: “Genç bir kadın babasının evinde iken Rabbe adak adar ya da kendini yükümlülük altına sokar ise ve babası da onun Rabbe adadığı adağı ve kendini yükümlülük altına soktuğunu duyar ve ona karşı çıkmaz ise kadının adadığı adaklar ve kendini altına soktuğu yükümlülük geçerli sayılacak. Ama babası bunları duyduğu gün engel olur ise kadının adadığı adaklar ve kendini altına soktuğu yükümlülük geçerli sayılmayacak. Rab onu bağışlayacak çünkü babası ona engel olmuştur.” Çölde Sayım 30: 3-5. Aynı şey bir eş için de geçerlidir. Kadının kocası da aynı şekilde karısının adaklarını ve yükümlülüklerini ya onaylayacak ya da engel olacaktır.

Adaklar ile ilgili olan yasa böyle idi. İnsan için hiç bir şekilde rahatlama mevcut değil idi. Ağzından nasıl bir adak ya da yükümlülük çıktı ise, onu yerine getirmek zorunda idi. Yerine getirmek için sorumluluk aldığı şey ne ise onu ciddi bir gayret ile ve geri dönmeyi düşünmeden yerine getirmek zorunda idi. Yani deyim yerinde ise, vazgeçtiği takdirde çıkacağı bir arka kapı yok idi, şöyle de diyebiliriz – bu sorumluluktan kaçışı yok idi.

Şimdi mükemmel lütuf sayesinde Kimin bu konumu aldığını ve gönüllü bir şekilde kendisini Tanrının isteğini – bu istek ne olur ise olsun -  tamamlamaya adadığını biliyoruz. “O’nun tüm halkının önünde Rabbe olan adaklarımı yerine getireceğim” diyenin kim olduğunu biliyoruz. İnsanoğlu İsa Mesih, “tüm adakları üzerine aldı, onları tanrının yüceliği için mükemmel bir şekilde yerine getirdi ve Tanrı halkına sonsuz bereket sağladı. O’nun için kaçış ya da dönüş diye bir şey yok idi. Getsemani bahçesinde canı çok büyük acılar içinde iken şu sözleri söylediğini işitiriz: “Baba, eğer mümkün ise bu kaseyi benden al.” Ama mümkün değil idi. O, insanları kurtarma sorumluluğunu üzerine almış idi ve ölümün, yargının ve gazabın derin ve karanlık suları arasından geçmek zorunda idi ve bu şekilde insanlığın içinde bulunduğu tüm sonuçları mükemmel bir şekilde düzenleyecek idi. Geçmesi gereken bir vaftiz vardı ve bu tamamlanana kadar sorumluluğuna sahip çıkacak idi. Başka bir deyiş ile ölmesi gerekiyordu, öyle ki ölümü aracılığı ile bereketin akmasını engelleyen kapıları açabilsin ve tanrısal ve sonsuza kadar kalıcı sevginin kudretli gelgitlerinin aşağı doğru Tanrının halkına akmasına izin verilebilsin. Tüm övgüler O’nun eşsiz adına sonsuza kadar hayranlık ile sürsün!

İnsan ve onun adakları ve yükümlülükleri hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Kız evlat ve eş gibi kadınlar ile ilgili durumlarda İsrail ulusunun örneğini görürüz ve bu iki şekildedir, yani yönetim altında ve lütuf altında. Konuya yönetimin bakış açısı tarafından bakıldığı zaman, hem Baba hem de Koca olan Yehova kadına esenliğini vermiştir, öyle ki kadının adaklarına ve yükümlülüklerine durmalar için izin verilebilsin ve bu güne kadar sonuçların acısını çeken kadının şu sözlerin gücünü hissetmesi sağlanmıştır. “adak adayıp da yerine getirmemekten ise adak adamaman daha iyidir.”

Ama öte yandan lütfun bereketli duruşu açısından Baba ve Koca her şeyi kendi üzerine yüklenmiştir, öyle ki kadın bağışlanabilsin ve adakları ve yükümlülüklerinin temelinde değil, sonsuza kadar kalıcı antlaşmanın kanı aracılığı ile egemen lütuf ve merhametin temelinde bereket doluluğuna getirilebilsin. Mesih’i her yerde bulmak ne kadar değerli bir bereket! O, Tanrının yollarının tümünün merkezi ve temelidir, başlangıcı ve sonudur. Diliyorum ki, yüreklerimiz her zaman O’nun ile dolu olsun. Dudaklarımız ve yaşamlarımız ile her zaman O’na övgüler sunalım. O’nun bizi zorlayan sevgisi aracılığı ile yeryüzündeki günlerimizin hepsinde O’nun yüceliği için yaşayalım ve sonra artık bir daha dışarı çıkmamak üzere sonsuza kadar O’nun ile birlikte olmak için yuvamıza gidelim.

Burada bize bu bölümün öncelikli düşüncesi olduğuna inandığımız şey verilmektedir. Bunun ikincil bir şekilde bireylere uygulanabileceği konusunda hiç bir şekilde kuşkumuz yoktur. Ve ayrıca bunlar tüm ayetlerde olduğu gibi minnet ile karşılamamız gereken örnekler olarak yazılmışlardır. Lütuf ya da yönetim altında, hangisi olur ise olsun adanmış imanlının Tanrının tüm yollarını her zaman keyif alarak incelemesi gerekir. Tanrının İsrail ile olan yolları! Tanrının Kilisesi ile olan yolları! O’nun herkes ile her bir kişi ile olan yolları! Ah! Bu incelemeyi genişletilmiş bir yürek ve aydınlatılmış bir anlayış ile yapmanın peşinden koşmak!

Çölde Sayım 31

Burada Musa’nın yeryüzündeki yaşamının son sahnesini görürüz; Yasanın Tekrarı kitabının 34.bölümünde Musa’nın kişisel öyküsünü görmüş olduğumuz gibi. “Rab Musa’ya, ‘Midyanlılardan İsraillilerin öcünü al; sonra ölüp atalarına kavuşacaksın’ dedi. Bunun üzerine Musa halka, ‘Midyanlılara karşı savaşmak ve onlardan Rabbin öcünü almak üzere aranızdan adamlar silahlandırın’ dedi. ‘Savaşa İsrail’in her oymağından bin kişi gönderin. Böylece İsrail’in her oymağından biner kişi olmak üzere on iki bin kişi seçilip savaşa hazırlandı. Musa onları – her oymaktan biner kişiyi – ve kahin Elazar oğlu Pinehas’ı savaşa gönderdi. Pinehas yanına kutsal yere ait bazı eşyaları ve çağrı borazanlarını aldı. Rabbin Musa’ya verdiği buyruk uyarınca Midyanlılara savaş açıp bütün erkekleri öldürdüler.” Çölde Sayım 31: 3-7.

Bu kısım çok dikkat çekicidir. Rab Musa’ya şöyle diyor: ‘ Midyanlılardan İsraillilerin öcünü al .” Ve Musa İsrail’e şöyle diyor: ‘ Midyanlılardan Rabbin öcünü alın.’   Peor oğlu Balam’ın kötü etkisi ile Midyanlı kızların hileleri tarafından tuzağa düşürülen halk şimdi kendisini tüm bu kötülüklerden temizlemeye çağrılmaktadır. Midyanlıların kılıçtan geçirilmeleri için buyruk verilmiş idi ve tüm kirlilik yargı ateşinden ya da temizlenme suyundan geçirilmeli idi. Kötü olanın en ufak bir noktası ya da zerresi dahi yargıdan geçirilmeli ve öç alınmalı idi.

Şimdi biz bu savaşı anormal olarak adlandırabiliriz. Doğru olan, halkın böyle bir durum ile karşı karşıya kalma fırsatının hiç olmaması gerektiğidir. Bu savaş, Kenan diyarı savaşlarından biri değil idi. Bu savaş sadece halkın sadakatsizliğinin sonucu idi – sünnetsiz uluslar ile Tanrının istemediği bir yakınlaşmanın ürünü idi. Bu yüzden Nun oğlu Yeşu, Musa’dan sonraki önder olarak atanmasına ve topluluğun önderi olmasına rağmen bu savaş ile bağlantılı olarak ondan hiç bir şekilde söz edilmediğini görüyoruz. Aksine, burada sözü edilen kişi kahin Elazar oğlu Pinehas kutsal yere ait bazı eşyaları ve borazanları alarak savaşa gönderilen kişidir.

Tüm bu konulardan vurgulanarak söz edilir. Kahin ilk planda yer alan kişidir. Ve bazı kutsal eşyalar kutsal yere ait oldukları için önde gelen eşyalardır. Halkın kutsal olmayan uluslar ile bir beraberlik sürdürmesi nedeni ile ortaya çıkan lekenin silinmesi söz konusu edilen asıl meseledir. Bu yüzden ön safta giden kılıcı ve kargısı ile bir komutan değil, kutsal bazı eşyalar ile en önde görünen kahindir. Evet, kılıcın burada var olduğu doğrudur, ama kılıç ilk planda yer almamaktadır. Ön planda olan kutsal yerin bazı eşyalarını taşıyan kahindir. Ve bu kahin burada öcünün alınması gereken kötülüğe yargı infaz edecek olan ilk kişidir.

Tüm bu konularda bahsedilen ahlak sade ve pratiktir; bu ilk bakışta anlaşılır. Midyanlılar burada Tanrı halkının yürekleri üzerinde dünyanın hakim olduğu o garip etki için örnek teşkil ederler. Şeytan dünyanın bu çekici ve tuzağa düşüren gücünü bize düşen göksel payımıza sahip olmamıza engel olmak için kullanır. İsraillilerin bu Midyanlılar ile hiç bir işinin olmaması gerekir idi. Ama kötü ve karanlık bir saatte ve korunmasız bir anda İsrail halkı sünnetsiz bir ulus ile yakınlaşma konusunda tuzağa düşürüldü ve bunun sonucu olarak savaştan ve mutlak yargıdan başka hiç bir çözüm kalmadı.

Değerli imanlılar, aynı şey bizler için de geçerlidir. Bize düşen uygun tutum bu dünyadan yolcular ve yabancılar olarak geçmektir; Mesih’in lütfunun sabırlı tanıkları olarak dünya ile hiç bir işimiz yoktur ve böylelikle çevreyi kuşatmış olan ahlak hüznünün ortasında ışıklar olarak parlayabiliriz. Ama, ne yazık ki, bu katı ayrımı muhafaza etme konusunda başarılı olamayız ve dünya ile birlik olma konusunda aldatılmanın sıkıntılarını çekeriz. Ve bunun sonucu olarak da bize kesinlikle hiç bir şekilde uygun olmayan sıkıntı ve çatışmalara dahil oluruz. Midyanlılar ile savaşın İsrail halkına düşen iş ile hiç bir ilgisi yok idi. Böyle bir savaşın ortaya çıkmasına İsrail halkının kendisi neden olmuş idi. Ama Tanrı lütufkardır. Ve bu nedenle kahinliğe özgü özel bir hizmetin uygulanması aracılığı ile Midyanlıları yalnızca bozguna uğratmak ile kalmadılar ama sonrasında bir çok ganimet de elde ettiler. Tanrı sınırsız iyiliği aracılığı ile kötülükten iyilik çıkartır; halkını besler ve onlara iyilik eder. İncelediğimiz olayda Tanrının lütfu üstün bir ışık ile parlar ve Midyanlıları bozguna uğratarak halkına çok büyük bir ganimet ihsan eder. Ama kötülüğün tam olarak yargılanması da gerekmiştir. “Her erkeğin” öldürülmesi gerekiyor idi – kötünün enerjisinin bulunduğu herkeste bu enerjinin tamamen yok edilmesi gerekiyor idi. Ve sonunda yargının ateşi ve temizlenme suyu işlevlerini yerine getirdiler ve böylece halk temiz sayılıp ordugaha girebildi.

Buradaki bölümde aldığımız dersler ne kadar da kutsaldırlar! Bu dersleri yüreklerimize uyarlamamızı diliyorum. Dünyadan daha yoğun bir şekilde ayrılarak Tanrı yolunu izleme konusunda güçlendirilmemiz için dua ediyorum. Bizim payımız ve yuvamız göklerdedir, böyle kişiler olarak göksel yolumuzda ilerlemeye devam edelim. Tanrımız, merhameti sayesinde bize bunu ihsan etsin!

Çölde Sayım 32

Bu bölümde kaydedilmiş olan gerçek dikkat çekecek olan tartışmalara neden olmuştur. İki oymağın ve bir oymağın yarısının tutumları ilgili olarak ileri sürülen çeşitli düşünceler mevcuttur. Miraslarını Şeria nehrinin çöl tarafında olan kısmında seçmek ile doğru mu yoksa yanlış mı hareket ettiler? Mesele budur. Bu konudaki davranışları gücün mü yoksa zayıflığın mı ifadesi idi? Böyle bir durumda sağduyulu bir yargıyı nasıl oluşturmamız gerekir?

İlk planda düşünmemiz gereken İsrail’e uygun olan payın nerede olduğudur- Tanrının onlar için belirlemiş olduğu miras nerededir? Bu mirasın Şeria’nın diğer yakasındaki Kenan diyarında olduğu kesindir. Peki ama o zaman bu gerçeğin biliniyor olması uygulanması için yeterli değil midir? Gerçekten doğru olan bir yürek – Tanrı ile birlikte düşünen, Tanrı ile birlikte hisseden ve Tanrı ile birlikte yargıda bulunan bir yürek – Tanrının lütfetmiş ve ihsan etmiş olduğundan daha farklı bir payı seçmek ile hangi düşünceye hizmet etmiştir? Tanrının seçmiş olduğu paya ‘hayır’ diyebilir mi? İmkansız. O zaman bu yüzden bu konu ile ilgili tanrısal bir yargıya sahip olmak için daha ileri gitmeye ihtiyacımız yoktur. Rubenliler ve Gadlılar ve Manaşşe oymağının yarısı Şeria ırmağının karşı kıyısına geçmek zorunda kalmadan Gilat topraklarını seçmek ile tanrısal plana engel olan bir hata yaptılar ve başarısız oldular. Bu davranışlarını yöneten dünyasal –gözlerinin gördüğüne göre davrandılar - ve bencil düşünceler idi ve bu nedenle dünyasal motifler ile hareket ettiler. Ve Yazer ülkesi ile Gilat ülkesini istediler. Buna karar verir iken tamamen kendi isteklerine göre davrandılar ve Tanrının düşüncesine ve isteğine ilgi duymadılar. Eğer yalnızca Tanrıya bakmış olsalar idi, o zaman Şeria ırmağının karşı kıyısına geçmeden yerleşmek gibi bir düşünceleri olmayacak idi.

Ama insanlar sade ve içten yürekli olmadıkları zaman, her tür sorunun yer aldığı koşullar içine girerler. Tanrısal lütfun insanları bir davranış çizgisini izlemeleri için güçlendirmesi gerekir ve bu çok önemli bir noktadır, öyle ki insanlar sorunlar ile karşılaşmayacakları bir yolda ilerleyebilsinler. Hiç bir karışıklığın hiç bir zaman ortaya çıkmaması için tanrısal yolda ilerlemek bizim kutsal ve mutlu ayrıcalığımızdır. Bunu yapabilmenin sırrı ise Tanrı ile yürümektir ve böylelikle davranışlarımızın tamamı O’nun sözü tarafından yönetilmiş olur.

Ama Ruben ve Gad oymakları Söz’e göre davranmadılar ve bu davranış şekilleri onların tüm tarihi için geçerlidir. Bu iki oymak ve diğer oymağın yarısı karışık ilkelere sahip olan ve yalnızca sınırlarda yaşayan, Tanrının değil kendi isteklerinin peşinden giden kişiler idiler. Eğer yüreklerinde tanrısal isteğe yer vermiş olsalar idi, gerçek yerlerindeki konumlarını elde etmelerine hiç bir şey engel olamayacak idi.

Musa’nın onların bu isteklerine sempati duymadığı çok aşikardır. Musa’nın Kenan diyarına gitmesine izin verilmemesinin nedeni bir davranışının yargılanması idi. Musa’nın yüreği vaat edilen diyarda idi ve oraya girmek için yüreğinde büyük bir özlem var idi. O zaman yalnızca hazır olmak ile kalmayan ama aynı zamanda buna arzu duyan biri olarak başka bir yere yerleşmek isteyen insanların davranışlarını nasıl onaylayabilir idi? İman, asla Tanrı halkının gerçek konumu ve payından başka bir şey ile tatmin olamaz. Tanrı tarafından verilen mirası göz yalnızca görebilir ve yalnızca sadık bir yürek bu mirası arzu edebilir. Musa bu yüzden Ruben ve Gad oymaklarının önerisini hemen reddetti. Daha sonra bu yargısını esnettiği ve razı olduğu doğrudur. Silahlanıp İsraillileri kendilerinin olacak ülkeye götürünceye dek onlara öncülük edeceklerini Musa’ya vaat ettiler ve Musa bazı koşullar altında onların isteklerine razı oldu. Yalnızca kardeşleri için savaşmak amacı ile tüm sevdiklerini arkalarında bırakarak Şeria ırmağını geçmek için gösterdikleri fedakarlık ve enerji olağan üstü bir davranış sergiler gibi görünüyor idi. Ama o sevdikleri kişileri nerede bırakmışlar idi? Gilat kentlerinde, yani tanrısal olarak belirlenmiş olan yerde değil. Böylece sevdiklerini gerçek olan vaat edilmiş diyar gibi bir yerdeki konumdan ve paydan yoksun bırakmış oldular. Oysa Tanrı bu mirası İbrahim, İshak ve Yakup’a söz vermiş idi. Bu iki oymak, sevdiklerini hangi neden ile Gilat kentlerinde bıraktılar? Sığırları ve öbür hayvanları iyi otlaklarda beslensinler diye! Bu iki oymak ve bir başka oymağın yarısı sırf bu amaç ile İsrail’in Tanrısının doğru sınırları içinde yer alan konumlarını terk ettiler.

Ve şimdi bu eylemin getirdiği sonuçlara bakalım. Bu noktada okuyucudan ricamız Yeşu kitabının 22.bölümüne dönmesidir. Bu bölümde Ruben ve Gad oymaklarının yanlış kararlarının ilk üzücü sonucunu okuruz. “Rabbin topluluğu bu gün kendilerine bir sunak yaparak Rabbe başkaldırdılar ve O’nu izlemekten vazgeçtiler; İsrail’in Tanrısına karşı hainlik ettiler.” Yeşu 22: 16. Tüm bunlar neyi kanıtlamaktadır? Şeria ırmağını geçmeyerek yerleşmek istedikleri yer konusunda hatalı hareket ettiklerini kanıtlar. Ve bu sunağın rahatsız edici ve panik veren etkisinin tüm topluluğa verdiği rahatsızlığı düşünün. İlk bakışta, bu sunağın bir baş kaldırı olduğu fark edilmekte idi. “Rubenliler, Gadlılar ve Manaşşe oymağının yarısının Kenan sınırında, Şeria ırmağı kıyısında İsrailliler’e ait topraklarda bir sunak yaptıklarını duyan İsrail topluluğu onlara karşı savaşmak üzere Şilo’da toplandı. Ardından İsrailliler kahin Elazar’ın oğlu Pinehas’ı Gilat bölgesine, Rubenliler’e, Gadlılar’a ve Manaşşe oymağının yarısına gönderdiler. 20 İsrail’in her oymağından bir temsilci olmak üzere on oymak önderini de onunla birlikte gönderdiler. Bunların her biri bir İsrail boyunun başı idi. Gilat topraklarına, Rubenliler ile Gadlılara ve Manaşşe oymağının yarısına gelen temsilciler şunları bildirdiler: ‘Rabbin topluluğu, bu gün kendinize bir sunak yaparak Rabbe baş kaldırdınız ve O’nu izlemekten vazgeçtiniz’ diyor. ‘İsrail’in Tanrısına karşı bu hainliği nasıl yaparsınız? Peor’un günahı bize yetmedi mi? Rabbiin topluluğu onun yüzünden felakete uğradı. Bu güne dek kendimizi bu günahtan temizleyebilmiş değiliz. Bu gün Rabbi izlemekten vaz mı geçiyorsunuz? Eğer bu gün Rabbe isyan ederseniz, O da yarın tüm İsrail topluluğuna öfkelenir. Eğer size ait olan topraklar murdar ise, Rabbin tapınağının bulunduğu Rabbe ait topraklara gelip aramızda mülk edinin. Kendinize Tanrımız Rabbin sunağından başka bir sunak yaparak Rabbe ve bize karşı isyan etmeyin.’” Yeşu 22: 12-19.

Şimdi tüm bu yanlış anlamalar ve tüm bu sıkıntı ve panik Ruben ve Gad oymaklarının hatalarının sonucu idi. Sunak ile ilgili olarak davranışlarını açıklamaya ve kardeşlerini tatmin etmeye güçleri oldukları doğrudur. Ama eğer tanrısal yerlerine yerleşmiş olsalar idi sunağa, açıklama için talebe ve panik çıkmasına gerek kalmayacak idi.

Tüm kötülüğün kaynağı işte burada idi ve bu noktanın imanlı okuyucu tarafından çok net anlaşılması önemlidir ve ancak bu şekilde öğretilmesi tasarlanan büyük pratik ders öğrenilebilir. Düşünceli ve ruhsal bir zihniyete sahip olan herhangi bir kişi olayın içindeki gerçeği tam olarak görebilir; iki oymak ve bir oymağın yarısı Şeria ırmağını geçmek ve tanrısal yerde yerleşmek istemediler. Tüm olup bitenleri öğrenen bizler için bu durum zihinlerimizde hiçbir soruya yer bırakmıyor. Ve eğer bu konu ile ilgili başka bir kanıta ihtiyaç duyulmuş olsa idi, düşmanın eline düşecek olan il kişilerin kendileri olacağı gerçek idi. Bakınız 1.Krallar 22:3 – “İsrail kralı Ahav görevlilerine ‘Ramot-Gilat’ın bize ait olduğunu bilmiyor musunuz?’ dedi. ‘Biz onu Aram Kralından almak için bir şey yapmadık.”

Ama okuyucunun aklına şu sorular gelebilir: “Tüm bunlar ile bize söylenmek istenen nedir? Tarihin bu parçası bize bir ses vermek ya da bir şeyler mi öğretmek istiyor?” Hiç kuşkusuz ,evet. Derin bir ciddiyet içeren aksanı ile kulaklarımızda yankılanan şudur: “Uygun konumunuzdan – uygun payınızdan – bu dünyaya ait değerlere razı olarak yoksun kalmamak için uyanık olun. Ve gerçek ruhsal Şeria olan ölüm ve dirilişten mahrum kalmayın.” 21

Bizim algıladığımız kadarı ile kitabın şu anda incelediğimiz kısmındaki öğretiş budur. Mesih’teki duruşumuzda yüreğimizin adanmış ve kararlı olması en önemli noktadır. Göksel çağrı ve karakterlerini inkar ederek ve sanki bu dünyanın vatandaşları imiş gibi davranarak ve ağızları ile imanlı olduklarını ikrar eden bu tarz imanlılar Tanrının davasına ve Mesih’in tanıklığına ciddi bir zarar verilmesine neden olurlar. Bu tür davranışlar şeytanın ellerinde tuttuğu çok güçlü birer silahtırlar. Kararsız ve yarı imanlı gibi davranan bir Hristiyan açık açık dünyaya ait biri gibi davranan sadakatsiz imanlıdan daha dengesizdirler. İman ikrarında bulunan kişilerin gerçek dışı davranışları, Tanrının davasına ahlak bozukluklarının bir araya getirilmiş tüm şekillerinden daha fazla zarar verirler. Bu ifade abartmalı bir ifade gibi gelebilir, ama yeterince gerçektir. İman ikrarında bulunan imanlılar yalnızca vaat edilen diyarın sınırlarında kalan, karmaşık ilkelere sahip, kuşku dolu düşünceleri olan kişiler olarak bereketli ve kutsal davaya en ciddi zararı veren kişilerdir. Ve bu yüzden Mesih’in düşmanının tasarılarına bilmeden hizmet etmiş olurlar. Şu anda istediğimiz tek şey İsa Mesih’in kusursuz tanıklığını verebilecek olan tam yürek ile adanmış ve zorluklar karşısında dayanan imanlılardır; dünyasal olmayan, gayretli ve vatanlarının göklerde olduğunu açık bir şekilde beyan eden kişiler.

Hali hazırdaki kriz için ihtiyaç duyulan kişiler bunlardır. Kibirli ve övüngen bir şekilde imanlı olduklarını ağızları ile ikrar eden, yüksek ses ile ölüm ve dirilişten söz eden, üstün öğretişleri ve göksel ayrıcalıkları ile övünen, ama yürüyüş ve yollarındaki sözlerinde yalana yer veren bu kişilerden daha çok zarar veren, üzen ve hayal kırıklığına uğratan başka ne olabilir? Onlar dünyayı ve dünyanın değerlerini severler. Para severler ve onu elde etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

Sevgili imanlı okuyucu, bu konular ile ilgili olarak kendimize bakmamız gerekir. Tanrının huzurundaki kişiler olarak kendimizi içtenlikle yargılayalım ve bizi sevene ve Kendisini bizim için feda edene ruhta, canda ve bedende tam adanmışlığımıza engel olmaya eğilim gösteren her şeyden – ne olur ise olsun – uzak tutalım. Yeşu kitabının 22.bölümünde yer alan dili kullanacak olur isek, kendimize bir sunak yapmayalım, nereye ait olduğumuzu, nerede tapındığımızı, kime ait olduğumuzu ve kime hizmet ettiğimizi beyan edelim. Böylece hakkımızdaki her şey açıkça görülebilsin ve sorgulanmasın, o zaman tanıklığımız farklı ve borazanımızın sesi net olacaktır. Aynı zamanda esenliğimiz de duru bir ırmak gibi akacak ve yönümüzün ve karakterimizin tamamı Adı ile çağrıldığımız Kişi’ye övgüler yükseltecektir. İyi olan Rabbimiz nefret duyan kayıtsızlık, ılıklık ve umursamaz davranışlar ile dolu günümüzde yüreklerimizi harekete geçirsin ve Mesih’in davası için daha içten bir teslimiyet ve gerçek bir adanmışlık ve diri Tanrıya sarsılmaz iman ile yaşayalım. Okuyucu tüm söz edilen konularda ettiğimiz bu duaya katılacak mıdır?


20 Bu durumda iki oymak ve bir oymağın yarısı İsrail ulusundan ayrılmış gibi oluyor idi.

21 Hiç kuşkusuz kilisenin göksel çağrısını ve konumunu göremeyen – Efesliler’e yazılan mektupta öğretilen gerçeğin özel karakterine girememiş olan pek çok imanlı mevcuttur. Bu kişiler, her şeye rağmen aydınlanmış, gayretli, adanmış ve samimi yüreklere sahip kişilerdir. Ama biz bu tür kişilerin kendi canlarında sayılamayacak kadar çok bereketi kaybettiklerine ikna edilmiş durumdayız; bu kişiler bu yüzden gerçek imanlı tanıklıklarında eksik kalırlar.

Çölde Sayım 33 - 34

Bu bölümlerden ilki bize Tanrı halkının çöldeki yolculukları ile ilgili harika anlık tanımlamalar verir. Bu bölümü okuyan herkes Tanrının çok açık bir şekilde sergilediği sevgisi ve ilgisi tarafından derinden etkilenecektir. Tanrının çaresiz haldeki halkının yolculukları ile ilgili Musa’ya böyle bir kayıt yaptırdığını düşünmek! Mısır’dan çıktıkları andan – ölüm ve karanlık ülkesinden süt ve bal akan ülkeye kadar - başlayarak Şeria ırmağını geçene kadar halkın yaşadıklarını bilmemizi istemiştir. “O, senin bu büyük çöldeki yolculuğunu bilir: bu kırk yıl boyunca Tanrın Rab her zaman seninle birlikte olmuştur ve hiç bir eksiğin olmamıştır.” Tanrı, her adımda halkının önünden yürüdü; çölün her aşamasında halkı ile yolculuk etti; halkının çektiği sıkıntılarda Tanrı da sıkıntı çekti. Yumuşak yürekli ve şefkatli bir hemşire gibi onlar ile ilgilendi. Bu kırk yıl boyunca halkın giysileri eskimedi ve ayakları şişmedi ve Tanrı bu bölümde eli ile yönlendirdiği halkının yolculuk ettiği tüm yerleri yazdırmıştır; notlarda bu harika göçün her bir adımı kayıtlıdır ve çölde konaklamak için durdukları her nokta belirtilmiştir. Ne ilginç bir yolculuk! Ve yolculuk esnasında ne kadar harika bir Refakatçi!

Zavallı ve bezgin çöl yolcusu bu çöl yolculuğunun her aşamasının Tanrının sınırsız sevgisi ve hatasız bilgeliği tarafından planlanmış olduğundan emin olduğu zaman güçsüz yüreği teselli bulur. Tanrı, halkını doğru bir yoldan Kendisine, yuvaya yönlendirmektedir ve halkın payındaki her koşul ya da kasesindeki her malzeme Tanrının Kendisi tarafından özen ile düzenlenmiştir; her şey halkın hali hazırdaki yararı ve sonsuza kadar kalıcı mutluluğu için hazırlanmış doğrudan ortaya konmuş işaretlerdir. Bize düşen yalnızca her gün O’nun ile bir çocuk gibi O’na güvenerek ve tüm kaygılarımızı O’na yükleyerek yürümek olmalıdır; kendimizi ve bize ait olan her şeyi mutlak bir kesinlik ile O’nun ellerine teslim etmektir. Tüm yolculuk boyunca gerçek esenliğin ve kutsanmışlığın gerçek kaynağı budur. Ve sonra çöl yolculuklarımız sona erdiği zaman, çölün son adımı atıldığı zaman O bizi sonsuza kadar Kendisi ile birlikte olmamız için yuvaya alacaktır.

“Orada ne kadar coşkulu bir sevinç olacak.
Çatışmalar, tehlikeler ve korkular hepsi geride kalacak.
Senin elin düşmanlarımızı bozguna uğratarak,
Bizim tüm gözyaşlarımızı silecek.
Yüreklerimiz göğe alınmanın heyecanı ile yanar iken,
Canlarımız Senin lütfunun zenginliklerini
Öğrendiği yolda yürüyecek.”

Çölde Sayım 34.bölüm Yehova’nın eli tarafından çekilen mirasın sınırlarını ortaya koyar. Yolculuklarına rehberlik eden aynı el burada konutlarının sınırlarını tespit etmektedir. Ama çok yazık! Çünkü Tanrının verdiği diyara asla sahip çıkmadılar. Tanrı onlara tüm diyarı verdi ve bu diyarı onlara “sonsuza kadar” verdi. Halk bu diyarın bazen bir kısmını bazen de diğer kısmına sahip çıktı. Ama tanrıya övgüler olsun ki, İbrahim’in tohumunun şu anda dışında kaldıkları o tam ve sonsuza kadar süren mirasa sahip çıkacakları an yaklaşmaktadır. Yehova kesinlikle tüm vaatlerini yerine getirecek ve halkını, sonsuza kadar kalıcı antlaşma aracılığı ile garanti etmiş olduğu bereketlere yönlendirecektir. Bu antlaşma Kuzu’nun kanı ile mühürlenmiştir. Tanrının vaat etmiş olduğu sözlerin tek bir noktası ya da virgülü bile başarısızlığa uğramayacaktır. Tanrının tüm vaatleri dün bu gün ve yarın aynı olan İsa Mesih’te “evet” ve “amin”dir. Tüm övgü Babaya ve Oğula ve Kutsal Ruha olsun!

Çölde Sayım 35

Bu çok ilginç bölümün önümüze koyduğu ilk cümlelerin konusu Yehova’nın Levili hizmetkarları için yapmış olduğu lütufkar sağlayıştır. İsrail’in her bir oymağı – verilen buyruk üzerine – alacakları mülkten oturmaları için Levililere kentler verecekler ve kentlerin çevresinde de otlaklar verecekler idi. “Levililer’e otlakları ile birlikte toplam kırk sekiz kent vereceksiniz. İsraillilerin mülkünden Levililere vereceğiniz kentler her oymağa düşen pay oranında olsun. Çok kenti olan oymak çok, az kenti olan oymak az sayıda kent verecek.” Çölde Sayım 35: 7,8.

Rabbin hizmetkarları payları konusunda tamamen Rabbe bağımlı idiler. Rabbin belirlemiş olduğunun dışında miras ya da mülke sahip değiller idi. Bereketli miras! Değerli pay! İman yargısı içinde bunun gibi bir şey yok idi. Şu sözleri Rabbe gerçekten söyleyebilenler kutludurlar. “Kaseme düşen pay ve mirasım sensin.” Tanrı Kendisine bağlı hizmetkarları ile ilgilendi ve İsrail’in tüm topluluğuna bu kutsal ayrıcalığı tatması için izin verdi. Rabbin işinin dışındaki her şeyden vazgeçerek kendisini gönüllü olarak Rabbin işine adamış olanlar sağlayan Rabbin işçileri idiler.

Bu durumda o zaman şunu öğrenmiş oluruz: “ On iki İsrail oymağı Levililer’e kırk sekiz kent verecek idi; bu kentlerden altısı sığınak kent olacak idi, öyle ki, adam öldüren biri oraya kaçabilsin. Ayrıca Levililer’e kırk iki kent daha verecekler idi. Böylece Levililer’e otlakları ile birlikte toplam kırk sekiz kent vermiş olacaklar idi.” Ne kadar sevgi dolu bir sağlayış! Sevgi ile başlayan ve sevgi ile devam eden harika bir lütuf örneği!

Sığınak kentlerin üçü Şeria ırmağının doğusundan, diğer üçü de Kenan ülkesinden seçilecek idi. İstemeyerek birini öldüren kişi bu sığınak kentlerden birine kaçacak ve öç alacak kişiden bu kentte korunmuş olacak idi; adam öldüren kişi sığındığı bu yer sayesinde topluluğun önünde yargılanmadan öldürülmeyecek idi. Bu ancak Tanrımızın gösterebileceği bir lütuf örneği idi. İstemeden adam öldüren biri eğer öç almak isteyen birinin ellerine düşer ise bunun nedeni sığınacak bir yerinin olmayışı değil idi; kişi bu sığınak kente kaçma konusunda başarısız olduğu için idi. Gerekli olan tüm sağlayış tedarik edilmiş idi; kentlerin adları belirlenmiş idi ve herkes tarafından iyice bilinmeleri için ayrıntılı olarak tanımlanmışlar idi. Bu kentler ile ilgili tüm bilgiler herkese mümkün olan en sade, basit ve kolay şekilde verilmiş idi. İşte Tanrının yolları böylesine zengin lütuf ile dolu idi.

Hiç kuşkusuz adam öldüren kişinin bu kutsal sığınak kentlere tüm gücünü kullanarak ulaşabilmesi için sorumluluğu var idi. Ve yine hiç kuşkusuz bu kişi kaçmak için tüm enerjisini kullanacak idi. Elbette hiç kimse sakin bir kayıtsızlık içinde şu sözleri söyleyecek kadar kör ya da aldırmaz bir tavır ile hareket edemez idi: “Eğer kaderimde kaçmak var ise kaçacağım, benim kendi çabalarıma gerek yok. Eğer kaderimde kaçmak yok ise o zaman zaten kaçamayacağım, benim gayretlerimin hiç bir yararı olmaz.” İstemeden adam öldüren birinin böyle ahmakça konuşabileceğini ya da bu tür kör bir kadercilik ile kendisini mahkum edemeyeceğini elbette biliriz. İstemeden öldürdüğü kişinin akrabasının kendisinden kan öcü almak istemeyeceği gibi bir düşünceye sahip olamaz idi. Yapabileceği tek bir şey var idi ve bu da yaşamını kurtarmak için kaçması gerektiği idi; gelmekte olan yargıdan kaçması lazım idi ve güvenliğini sığınak kentin kapısından içeri girdiği zaman elde edecek idi. O sığındığı kente girdiği zaman özgür bir şekilde soluk alabilecek idi; orada hiç bir kötülük ona dokunamaz idi. Sığınak kentin kapısının eşiğinden içeri girdiği zaman, orada Tanrının lütuf sağlayışının tam güvenliği içinde korunacak idi. Eğer sığınak kentin sınırları içinde iken, onun tek bir saç teline bile dokunulacak olması Tanrının buyruğuna yapılmış bir saygısızlık ve hakaret olacak idi; böyle bir kişinin kentten ayrılmaması gerekiyor idi; sığınak kentin kapısının dışına çıkma cesaretini gösteremez idi. Ancak sığınak kentin içinde iken mükemmel bir koruma altında idi. Aksi takdirde kan öcü almak isteyen kişinin yargısına maruz kalacak idi. Böyle bir durumda kalan kişi dostlarını dahi ziyarete gidemez idi. Babasının evinden ayrılmış bir sürgün idi. Bir umut mahkumu idi. Yüreğinde yapmak istediği arzularından uzak kalarak baş kahinin ölümüne dek sığınak kentte kalır idi; ancak baş kahinin ölümünden sonra tam olarak özgür kalabilir ve yenilenebilir idi, sonra da kendi mirasına ve ailesine geri dönebilir idi.

Biz, bu harika buyruğun İsrail ile ilgili bir işaret verdiğine inanıyoruz. Onlar Yaşam Prensi’ni öldürdüler, ama buradaki mesele şudur: onlar Tanrının gözünde birer katil mi yoksa istemeden adam öldürmüş kişiler midirler? Eğer katil iseler o zaman ne sığınak ne de umut yoktur. Hiç bir katil bir sığınak kentin içinde korunamaz. Burada Yeşu kitabının 20.bölümünde belirtildiği gibi, yasa durumu söz konusudur: “Bundan sonra Rab Yeşu’ya ‘Musa aracılığı ile size buyurduğum gibi, İsraillilere kendileri için sığınak olarak kentler seçmelerini söyle’ dedi, ‘Öyle ki, istemeyerek, kaza ile birini öldüren oraya kaçsın. Sizin de öç alacak kişiden kaçıp sığınacak bir yeriniz olsun. Bu kentlerden birine kaçan kişi, kentin kapısına gidip durumunu kent ileri gelenlerine anlatsın. Onlar da onu kente, yanlarına kabul edip kendileri ile birlikte oturacağı bir yer versinler. Öç almak isteyen kişi adamın peşine düşer ise, kent ileri gelenleri onu teslim etmesinler. Çünkü adam öldüren öldürdüğü kişiye önceden kin beslemiyor idi. Yani onu istemeyerek öldürdü. Bu kişi topluluğun önüne çıkıp yargılanıncaya ve o dönemde görevli baş kahin ölünceye dek o kentte kalmalıdır. Ondan sonra kaçıp geldiği kente, yani kendi evine dönebilir.” Yeşu 20: 1-6.

Ama konu katil ile ilgili olunca yasa çok katı ve asla esnek değil idi, “Eğer biri başka birine beslediği kinden ötürü onu öldürür ise, ölenin öcünü alacak kişi katil ile karşılaşınca onu öldürecektir.” Çölde Sayım.

Bu durumda İsrail’e Tanrının harika lütfu aracılığı ile bir katil olarak değil kaza ile adam öldüren bir olarak davranılacaktır. “Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.” Bu güçlü sözler İsrail’in Tanrısının kulağına ve yüreğine yükseldi; işitildiler ve yanıtlandılar. Aksi takdirde Pentikost günündeki uygulamanın gerçekleşmesi mümkün olamaz idi. Bu sözler her zaman geçerlidir ve etkinlikleri İsrail evinin geleceğinin tarihinde de örnek olarak verilecektir. Bu kişiler babalarının evlerinden ve ülkelerinden uzak olan sürgünlerdir. Ama kendi ülkelerinde restore edilecekleri zaman geliyor; ama baş kahinin ölümü aracılığı ile değil – O’nun ölümsüz adına övgüler olsun! O asla ölemez – ama şimdiki konumunu bırakacak ve yeni bir karakter olarak tahtında oturan Kral Kahin olarak ortaya çıkacaktır. O zaman sürgünde olanlar onun evine ve mirasına geri döneceklerdir. Ama bu ancak o zaman gerçekleşecektir. Aksi takdirde imkansız olan bir şeyi, yani yaşam Prensi’ni öldürdükleri gerçeği bilinemez idi. Kaza ile adam öldüren kişinin belirlenen zamana kadar mülkünden uzak durması gerekir idi, ama bu kişiye bir katil gibi davranılmaması gerekir idi, çünkü öldürme eylemini kasten isteyerek yapmamış idi. Elçi Pavlus, İsrail hakkında bir örnekten söz eder iken,” Ben merhamete kavuştum, çünkü ne yaptı isem bilmeden imansızlık ile yaptım” der. Petrus ise şöyle der: “Ve şimdi kardeşlerim, yaptığınızı bilgisizlik nedeni ile yaptığınızı biliyorum, önderleriniz de aynı şekilde hareket ettiler.”

Bu bölümlerde İsrail’in boğazlanan Kuzu’nun değerli aracılığı sayesinde bir katil konumunda değil, kazara istemeden adam öldüren bir kişinin konumunda ifade edildiğini görmekteyiz. Tanrı çok sevdiği halkı için bir korunma yeri ve bir sığınak tedarik etmiştir ve Tanrının sevdiği halkı uygun zamanda Yehova’nın dostu İbrahim’e bir armağan olarak sonsuza kadar sürecek şekilde verdiği o ülkeye, özledikleri evlerine kavuşacaklardır.

Sığınak kenti ile ilgili verilen buyruk hakkındaki gerçek yorumun bu olduğuna inanıyoruz. Bir günahkarın Mesih aracılığı ile kurtularak O’nda sığınak bulması çok özel bir lütuftur. Burada benzer noktalar kadar karşıt noktalar ile de karşılaşmaktayız. Çünkü öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, istemeden kazara adam öldüren biri sığınak kentte bulunduğu zaman yargıdan dışarda bırakılmış değil idi. Bu ifadeyi Yeşu 20:6 ayetinde okuruz. Ama İsa’daki imanlı için yargı yoktur ve yargı olamaz, çünkü bu konudaki en basit nedenlerden biri Mesih’in günahkarın tüm yargısını Kendisinin taşımış olmasıdır.

Yine bir başka noktaya değinelim; kazara istemeden adam öldüren kişi eğer sığınak kentin kapısının dışına çıkacak olur ise, kan öcü almak isteyen kişinin eline düşmesi olasılığı mevcuttur. İsa Mesih’teki imanlı ise asla mahvolamaz; Kurtarıcısı nasıl tam güvende ise kendisi de aynı şekilde O’nun gibi tam güvendedir.

Son olarak kazara istemeden adam öldüren kişinin durumuna değinecek olur isek, buradaki mesele bir sonsuz kurtuluş ve gelecek olan dünyada sonsuza kadar sürecek olan yaşam meselesidir. Aslında hemen hemen her noktada benzerlikten çok çarpıcı karşıtlıkların var olduğunu görürüz.

Kazara istemeden adam öldüren kişi ile günahkar arasındaki ortak olan tek nokta gelmesi yakın olan tehlikeye açık olmak ve sığınağa kaçmak için duyulan acil ihtiyaçtır. İstemeden kazara adam öldüren kişinin kendisini sığınak kentte güvenceye alıncaya dek bir an için bile olsa duraklaması ve tereddüt etmesi akılsızca davranarak kendisine kötülük etmesidir. Aynı şekilde günahkar açısından da İsa Mesih’e gelme konusunda kararsız davranmak ya da tereddüt etmek kesinlikle çılgınca bir davranıştır. Kan öcü almak isteyen kişi belki kazara istemeden adam öldüren kişi sığınak kentte iken ona dokunamayabilir ama Mesih ile birleşmiş olan imanlıya yargı dokunamaz. Ancak Mesih ile birleşmemiş kişi üzerine yargı gelecektir. Bundan kaçış yoktur. Ne kadar ağır ve ciddi bir düşünce! Henüz Mesih ile birleşmemiş olan okuyucunun yüreğine bu ağır ve ciddi düşüncenin yerleşmesini diliyoruz. Halen günahlarının içinde olan böyle bir kişi diliyoruz ki huzur bulamasın ve kendisine duyurulmuş olan iyi haberdeki umuda sımsıkı yapışsın ki sığınağı olan Mesih’e kaçabilsin. Yargı yakında gelecektir; kesin ve ağır yargı! Söz konusu olan yalnızca kan öcü alacak olan kişi değildir, ama Mesih ile birleşmemiş olan herkesin üzerine yargı gelecektir.

Ah! Henüz tövbe etmemiş, düşüncesiz ve özensiz okuyucu – eğer bu kitap eline geçecek olur ise ve okur isen, burada seni uyaran sese kulak ver! Yaşamak için Mesih’e kaç! Tereddüt etme, sana yalvarıyoruz! Gecikmek çılgınlıktır. Her an değerlidir. Bu dünyadan alınacağın saati bilmiyorsun, günahlarının içinde bu dünyadan ayrıldığın takdirde gideceğin yerde tek bir umut ışını dahi olmayacak, orada sonsuz gece, sonsuz feryat ve sonsuz işkence olacak- hiç sönmeyen ateş bulunacak. Sevgili dostum, kitabımızın bu son birkaç satırında sana yalvarmamıza izin ver,” Mesih’e şimdi gel! Kolları açık ve sevgi dolu yüreği ile seni kabul etmek için hazır bekleyen İsa’ya “olduğun gibi” ve şimdi gel! O sana sığınak olmak istiyor, seni kurtarmak ve seni bereketlemek için yanıp tutuşan bir arzu ile seni bekliyor. Yüreğindeki tüm sevgi ile Adının ve kurban oluşunun tüm mükemmel etkinliği ile seni kucaklamak için her an hazır durumda bekliyor. Tanrı Kutsal Ruhun direnilmesi imkansız enerjisi ile hem şimdi İsa’ya gelmen için seni yönlendirmesini diliyoruz. Seni seven Rabbimiz ve Kurtarıcımız şöyle diyor: “ Ey yükleri ağır olanlar! Bana gelin, ben size huzur veririm.” Ne kadar değerli sözler! Bu sözler O’nun tanrısal gücü ile bezgin yürekleri harekete geçirsin diye dua ediyoruz.

Burada Tanrının kitabının bu harika bölümü hakkındaki düşüncelerimize son veriyoruz, 22 ve bunu yapar iken okuyucuya aktarmak istediğimiz hazinenin derinliğini ve zenginliğini ifade edebilmiş olduğumuzu ümit ediyoruz. Bu hazineyi sunar iken bize güç verenin Kutsal ruh olduğunu biliyoruz. Çünkü tek güvendiğimiz diri Tanrımızdır ve O Kutsal Ruhu aracılığı ile imanlı okuyucunun zihnini ve yüreğini Kendi değerli gerçeğine yönlendirecektir ve böylelikle imanlıyı şimdiki çağın bu son günlerinde Kendi hizmeti için giderek daha uygun hale getirecektir, öyle ki Rabbimiz İsa Mesih’in adı ve O’nun gerçeği diri güç içinde muhafaza edilebilsin. Yüce Tanrı bol merhameti aracılığı ile bunu İsa Mesih’in uğruna bize ihsan etsin!

C.H.M.


22 36. bölüme, 17. bölümümüzdeki düşüncelerimizi yazar iken değinilmiştir.

Pages