May 2014

Çölde Sayım

Kitabı Hakkında

Notlar

Yazan

C.H.Mackintosh.

Yürüdüler enginde Onun öncülüğünde,
Çölde yürür gibi.”
Mezmur 106:9

ÖNSÖZ

“ÇÖLDE SAYIM HAKKINDA NOTLAR” kitabının matbaa provalarını okuduktan sonra bir önsöz yazmak için elimden geldiğince hazırlık yaptım. Bu önsözü yazarken amacım kitabı övmek değildi, ama bu kitabı kaleme alan ünlü yazarın tüm eserlerini okuduğumu ve bu nedenle onun eserlerini çok iyi bildiğimi belirtmek için yazdım. Kitap kendisi için konuşacak ve okuyucunun kendisi kitap hakkında karar verecek.

tulip flowers

“ESKİ VE YENİ ŞEYLER” in aylık basımında on iki yıl ortak editörlük yaptıktan sonra “NOTLAR” ile ilgili bir diğer cildin gönderilmesinde karşılıklı olarak gösterilen kimlik belirlenmesine ilişkin sevgiye okuyucu şaşırmayacaktır. Ama bu konuda benim kendimi ortaya koymam gerektiğine dair hiç bir neden yoktur.

Daha önceki üç kitabın çok satılması ve bu kitabı okumak için duyulan arzunun ifade edilmesi dördüncü kitabın da çok geniş çevreler tarafından okunacağına işaret etmektedir.

Şimdi bir an için Çölde Sayım kitabının karakteri üzerinde yoğunlaşacağız. Konu ile ilgili daha fazla ayrıntı “NOTLAR” da yer alacak.

Tapınak bina edildikten sonra ordugahın ilk hareketi ile başlayan İsrailliler’in çöl yolculuğu yaklaşık otuz sekiz yıl ve on ay sürdü; bu yolculuğa tanrısal bir tarih gözü ile bakılabilir. Ve bu yolculuk üzerinde düşünür iken aynı zamanda Yehova’nın şikayet eden ve başkaldıran halkına ne kadar sabırlı, ne kadar yumuşak ve özenli davrandığını da sürekli olarak hatırlarız. Bu kitapta çöl yaşamının değişken ve çetin koşulları ile ilgili özellikler görürüz. Bu nedenle kitabın içeriği çok ilginç ve çok eğiticidir, aynı zamanda şimdiki kötü dünyada yaşayan imanlının yaşamına kolaylıkla uygulanabilir. Çölde Sayım i. ve xxxvi. 13’ü Yasanın Tekrarı i.3. ile karşılaştırınız.

Kitabı okur iken dikkatimizi çeken ilk şey yazılanların yürek için ne kadar tatlı ve değerli olduğudur; yüreğe tatlı ve değerli bu ifadeleri kelimelere dökmek dahi mümkün değildir – Tanrı halkını saydı ve onları çevresine topladı. Tanrı ordugahta onların ortasında konut kurdu. Sevgi bundan daha fazlasını yapabilir miydi? İmkansız! On iki oymak Rabbin tapınağının çevresinde yerleşti. Levililer doğrudan tapınağın avlusunda ordugah kurdular. Ve Musa, Harun ve kahinler ise Tanrı’ya yaklaşılan yerin girişinde yer aldılar. Böylece ordugahın bulunduğu yerler düzenlendi ve her oymağın yüzü tapınağı görüyor idi. Ama çöldeki ordugaha birlik, güç ve yücelik veren Tanrının, seçmiş olduğu halkının merkezi olarak tapınağında mevcut olan varlığı idi. Gelecek olan iyi şeyler ile ilgili bereketli gölge – Mesih’in şimdiki kilisesinin merkezi, yaşamı ve yüceliği olarak!

Mısır’dan Çıkış döneminden yaklaşık bir yıl sonra Yehova Musa’ya silah taşıyacak güçte olan yirmi yaşında ve yirmi yaşından yukarda olan kişileri sayması için buyruk verdi. Askeri hizmetin dışında bırakılmış olan Levi oymağı ayrı bir şekilde sayıldı. Ama tam sayı olan on iki sayısı Yusuf’un Efrayim ve Manaşşe’ye ayrılması ile tamamlanmış oldu. Bölümler i.,ii.,iii.

Şimdi artık her şey doğru yerinde idi ve herkes bulut hareket ettiği zaman ve durduğu zaman ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor idi. Buluşma Çadırı kuruldu – kahinler atandılar – halk sayıldı; şimdi bulundukları yerden Horev’e gitmek için ayrılacaklar idi. “Tanrımız Rab Horev’de bize, ‘Bu dağda yeteri kadar kaldınız’ dedi.” Yasanın Tekrarı 1:6. “”İkinci yılın ikinci ayının yirminci günü bulut Levha sandığının bulunduğu konutun üzerinden kalktı. İsrailliler de Sina çölünden göç etmeye başladılar. Bulut Paran çölünde durdu.” Çölde Sayım 10:11,12.

Tulip flowers

Gündüz bulutu ve gece ateşi andıran bulut konaklayanların tüm hareketlerine önderlik etti. (Çölde Sayım 9: 17,23) Bulut çadırın üzerinden kalktığı anda gümüş borazanlar topluluğu çağırmak için çalınırdı ve tüm ordugah hemen anında harekete geçerdi. Sonra Musa şu duayı ederdi: “Ya Rab kalk, düşmanların dağılsın, senden nefret edenler önünden kaçsın.” Bulut durduğu zaman tüm ordugah sandık ile birlikte dururdu ve her kişi kendi işini ve yerini bilirdi. Ve Musa sonra sandık konaklayınca yine şöyle dua ederdi: “ Ya Rab, binlerce, on binlerce İsrailliye dön.” Çölde Sayım 10:35,36.

Çölün ortasında konaklayan bu büyük kalabalığa dışardan bakan biri çok etkilenir idi. Balam’ın şu sözlerine şaşırmamak gerek: “Ey Yakup soyu, çadırların, ey İsrail, konutların ne güzel!” Çölde Sayım 24:5. Ancak gerçek güzellik yalnızca iman gözü ile görülebilir. İman gözüne göre çöldeki kumlar dünyadaki en aydınlık nokta ve bereketin en zengin bulunduğu yer idi. Tüm diğer çekiciliklerin de çok çok ötesinde olan, Tanrının Kendisinin herkesi düşünerek ve herkesin her ihtiyacını sağlayarak orada ortalarında konut kurmuş olan varlığından haberdar olmaktır. Çölde onlara her gün sofra kurdu ve yarılmış kayadan su verdi. Kırk yıl boyunca yolculuk edenlerin ne giysileri eskidi ne de ayakları şişti. Yasanın Tekrarı 8:4.

Levililer, kadınlar ve çocuklar dışında yirmi yaşın üzerinde olan yaklaşık altı yüz bin erkek var idi; hepsi birlikte büyük olasılık ile iki milyon kişi idiler. Ama Yehova onların hepsini bir babanın çocuklarını etrafına topladığı gibi yanına topladı ve onları hem gece hem gündüz bulutu üzerlerine bir örtü gibi yaydı. “Rab bulutu bir örtü gibi yaydı üzerlerine, gece ateş verdi yollarını aydınlatsın diye.” Mezmur 105:39. Rabbin ailesi böylece huzur, esenlik ve bereket yerinde idi. Sonsuza kadar kalıcı antlaşmanın kanı perdenin iç bölümündeki Bağışlanma Kapağının üzerine serpilmiş idi. Yargı ise ordugahın dışındaki günah sunusunun üzerine inmiş idi. Tanrı şimdi halkının çevresinde ateşten bir duvar ve halkının ortasında yücelik olmuş idi. Ah, keşke İsrail bilse idi! Ah, keşke İsrail Rabbin sevgisini anlamış olsa ve O’na tamamen güvense idi! Bakınız Yasanın Tekrarı xxxii., xxxiii.

Levililerin konumunda ve hizmetinde her zaman imanlılar için ilginç olan çok şey vardır. Levililer hizmet eden kilisenin ya da bireysel imanlının örneği idiler, aynı kahinlerin tapınan kilisenin örneği olmaları gibi. Levililerin, ilk doğanların yerine Rabbin hizmetine alınmaları ile ilgili gerçek Levililere çok farklı bir özellik sağladı. Onlar Rab için turfanda ürünler oldular. Aynı şekilde kilise de tanrı önünde ilk ürünler olarak kutsaldır – “ilk doğanların kilisesi” Yakup i., İbraniler xii.

Levililer nasıl hizmet konusunda Tanrının malı oldular ve O’na tamamen ait kişiler haline geldiler ise aynı durum kilise için de geçerlidir. Bizler kurtarıldık – kendimize ait değiliz, bir bedel karşılığı satın alındık, bu yüzden Rabbe ait olan bedenlerimiz ve ruhlarımız ile Tanrıyı yüceltmemiz doğru olandır. Göklerdeki yüce Baş Kahinimiz Mesih ile paydaşlık içinde diri Tanrıya hizmet etmemiz gerekir. Ama yine de her şeye rağmen kiliseye yapılan çağrı, Levililerin konumundan çok daha yüksek bir değer taşır, çünkü kilise Mesih ile birleşmiştir ve Kutsal Ruh imanlıya hizmet etmesi için güç ve armağan sağlar.

Sonuç olarak, büyük bir güven ile onaylayacağımız şey şudur: Hristiyanlık’ta Kilisenin Mesih ile olan ilişkisindeki kadar önemli bir başka gerçek ya da bunun kadar pratik bir başka güç yoktur. “Çünkü Tanrılığın bütün doluluğu bedence Mesih’te bulunuyor. Siz de her hükümranlığın ve yönetimin başı olan Mesih’te doluluğa kavuştunuz.” Koloseliler 2:9,10. Ancak bu büyük gerçeğin gücü ile yaşadığımız oranda en yüce ve gerçek anlamda ruhsal savaşçılar, tapınan kahinler ve hizmet eden Levililer olabiliriz. Rabbe tek bir Kutsal Ruh aracılığı ile bağlandık – yaşamımız Mesih ile birlikte Tanrı’da saklıdır. Bu dünyada Rab’bin gizledikleri olmaya razı olalım ve O gelinceye kadar yalnızca O’nun hizmetkarları olarak görülelim ve bilinelim, o zaman O geldiğinde O’nun ile birlikte yücelik içinde görüneceğiz.

Rab bu “ÇÖLDE SAYIM HAKKINDAKİ NOTLAR” adlı kitaba Kendi zengin bereketi ile eşlik etsin ve onu tanrısal gücü ile giydirsin. Ve bu kitabı Kendisine yapılmış bir hizmet olarak kabul etsin ve onu Kendi yüceliği için kullansın ve yalnızca O’nun adına övgü yükselsin. Amin.

Andrew Miller
Londra, İngiltere
Aralık 1, 1869

Çölde Sayım 1- 2

Şimdi Musa’nın beş kitabının dördüncüsüne ya da Kutsal Kitap’ın Eski Antlaşma bölümünün dördüncü büyük kitabının incelenmesine başlıyoruz. Ve bu kitabın, daha önce zihinlerimizi meşgul etmiş olan diğer üç kitabın hepsi gibi oldukça güçlü bir şekilde ifade edildiğine dair önde gelen özelliklere sahip olduğunu göreceğiz. Yaratılış kitabında, yaratılışın anlatımı kaydedildikten sonra tufan ve Babil’deki dağıtma ve Tanrının İbrahim’in tohumunu nasıl seçtiğini okuruz. Mısır’dan Çıkış kitabında, kurtuluş vardır. Levililer kitabı, bize kahinlere özgü tapınma ve paylaşım konularında bilgi verirler. Çölde Sayım kitabında ise çölde yapılan yürüyüşü ve savaşı okuruz. Bunlar vahiy aracılığı ile yazılmış en değerli konulardır. Ancak beklenildiği gibi, başka en çok ilgi çeken düşünceler yan yana takdim edilirler. Rab büyük merhameti sayesinde bizi Yaratılış, Mısır’dan Çıkış ve Levililer kitapları aracılığı ile çalışmalarımız boyunca hep yönlendirmiştir. Ve biz şimdi aynı şekilde Rabbin bizi Çölde Sayım kitabı aracılığı ile de yönlendireceğine güveniyoruz. Kutsal Ruh’un yazılan düşünceleri ve yazan kalemi yönlendirmesini diliyorum, öyle ki O’nun kutsal düşünceleri ile tam bir uyum içinde olmayan tek bir cümlenin yazılmasına bile izin verilmesin. Her sayfa ve her paragraf O’nun onayının mührünü taşısın ve yazılanların hepsi de hemen o anda O’nun yüceliğini övsün ve okuyucu için kalıcı yarar sağlasın.

“Ve Rab İsraillilerin Mısır’dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rab Sina çölünde Buluşma Çadırında Musa’ya şöyle seslendi: ‘sen ve Harun İsrail topluluğunun bütün boyları ile ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsraillilerden savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın.” (Çölde Sayım 1:1-3)

Burada kendimizi bir kez daha “çölde” buluyoruz ve yalnızca “savaşa gidebilecek güçte” olanların hesaba katıldığını anlıyoruz. Bu konu güçlü bir ifade ile vurgulanmıştır. Yaratılış kitabında İsrail’in tohumu babaları İbrahim’in soyunda idi. Mısır’dan Çıkış kitabında İsrailliler Mısır’ın tuğla fırınlarında idiler. Levililer kitabında ise, Buluşma Çadırının etrafında toplandılar. Burada Çölde Sayım kitabında İsraillileri çölde görüyoruz. Sonra tekrar yukarıda yazılanlar ile uyumlu ve onaylanmış olarak Yaratılış kitabında tanrının seçimi ile ilgili çağrıya kulak veriyoruz. Mısır’dan Çıkış kitabındaki kurtuluş konusunda gözlerimiz Kuzu’nun kanı üzerine dikiliyor ve Levililer kitabında nerede ise tamamen tapınma ve kutsal yer hizmeti hakkında bilgi alıyoruz. Ama Çölde Sayım kitabını açar açmaz okuduklarımız savaşan erkekler, ordular, ordugah kuralları ve alarm bildiren boru sesleri oluyor.

Tüm bunlar yüce özelliklere sahip konulardır ve şimdi başlamakta olduğumuz bu kitabı imanlı için en ilginç, en değerli ve en önemli ifadeler ile donatmışlardır. Kutsal Kitap’ın her kitabı, vahiy ile yazılmış kitapların her kısmı kendine özgü farklı bir yere ve konuya sahiptirler. Her birine tanrısal Yazar’ı tarafından uygun bir yer sağlanmıştır. Bu kitapların eşsiz değeri, ilginçliği ve önemi hakkında bir an için bile bir kıyaslama yapmamız mümkün değildir. Kitapların hepsi tanrısaldır ve bu nedenle mükemmeldirler. İmanlı okuyucu buna yürekten ve tam olarak kesin bir şekilde inanır ve Kutsal Yazıların – tüm ayetlerin ve Musa’nın ilk beş kitabı ile birlikte tüm Kutsal Kitap’ın -  güvenilir tanrısal vahiy olduklarına dair gerçeğe saygı duyarak mührünü basmıştır; eski, orta ve şimdiki çağda var olan kişilerin küstah saldırılarından en ufak şekilde etkilenmez. Sadık olmayanlar ve rasyonalistler kendi saçma mantıklarını ileri sürebilirler ve kitaba ve yazarına karşı duydukları düşmanlığı sergileyebilirler. Ama inançlı Hristiyan “Kutsal Yazıların tamamının Tanrı esini ile yazıldığına” dair sade ve mutluluk veren gerçeğe inanmaktan vazgeçmez.

Ama Kutsal Kitap’ın yetkisine ve değerine ilişkin bir kıyaslama yapma fikrini tamamen reddetmemiz gerekse bile çok yararlı bir iş yapabilir ve Kutsal Kitap’ın çeşitli kitaplarının içeriklerini, tasarımlarını ve alanlarını birbirleri ile kıyaslayabiliriz. Ve bu kitaplar üzerinde ne kadar derin düşünür isek, onların eşsiz güzelliği, sınırsız bilgeliği ve harika kesinliği karşısında o kadar büyük hayranlık duyarız; hem bir bütün olarak hem de ayrı her bir kısım olarak hepsi eşsizdir. Vahiy alarak yazan yazar konusu ne olur ise olsun, o konunun doğrudan objesinden asla vazgeçmeden yazar. Kutsal Kitap’ın hiç bir kitabında o kitabın ana tasarımı ile mükemmel bir uyum içinde bulunmayan bir şeyi asla bulamayacaksınız. Bu ifadeyi kanıtlamak ve örnek vermek için –eğer şimdiye kadar bunu yapmadı isek – kutsal yazıların tamamına yönlendirileceğiz. Zeki imanlının kanıta ihtiyacı yoktur, ama yine de örnek ile ilgilenebilir. Bu kitap ile ilgili büyük gerçeğe hem bir bütün olarak hem de kısımlarının her birine Tanrı tarafından yazdırıldıkları için inanır ve yüreğinde şu sonuca varır: bu kısımların tamamında ve her birinde tanrısal Yazar açısından değeri olmayan tek bir nokta ve tek bir zerre yer almaz.

Şimdi kendisini “bize Tanrı tarafından verilen kutsal yazıların tanrısal vahiy olduklarına kesin kanaat getirmiş olan ve bu kanaati onaylamış olan imanlı” kutsal yazıların dolulukları, derinlikleri ve mükemmelliklerini her gün giderek daha fazla keşfeder ve lütuf aracılığı ile bu kısımların hayran olunacak mükemmelliklerini her zamankinden daha duyarlı olarak görür ve bütün ile olan harika bağlantılarını kavrar. Yazar şöyle der: “Kutsal Yazılar diri bir kaynağa sahiptirler ve diri bir güç onları bir araya getirmiştir. Bu nedenle sonsuzdurlar ve onların tek bir kısmını bile bütünden ayırmak imkansızdır, çünkü hepsinin aktığı diri merkez tek Tanrıdır. Kutsal Kitap’ın tüm gerçek kısımlarını çevreleyen diri merkez tek Mesih’tir ve çeşitli gerçeklere işaret etmesine rağmen, Kutsal Ruh, Tanrı kaynağının gücünü taşıyan tek tanrısal yaşam veren özdür; bu gücü lütfa ve yüceliğe tanıklık ederek gerçek ağacının tüm dallarına taşır ve Tanrının Kendisi ile bağlantılı olan her şeyin objesi, merkezi ve başıdır; Tanrı her şeyin üstündedir ve sonsuzluk boyunca kutludur. Bu konunun merkezini ne kadar çok izler isek  - Tanrı düşüncesinin bu açıklamasının en üst yapraklarından ve dallarından başlayarak – ve bu nedenle onun kapsamına ve farklılığına doğru aşağıya bakar isek, onun sınırsızlığını ve bizim kavrayışımızın zayıflığını o kadar çok fark ederiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki, kaynağı saf mükemmellikte sevgi olan ve bize, biz enkaz halindeyken bile ulaşmış olan bu sevginin gösterilişine tanık oluruz. Tanrının aynı mükemmel sevgisi tüm bunların içinde yer alır. Ama Tanrının Kendisini açıklamış olduğu tanrısal bilgelik ile ilgili açıklamalar bizim için her zaman bir araştırma konusu olarak kalırlar ve bu araştırmaların her birinde ruhsal anlayışımızı arttırarak yeni şeyler keşfederiz; bütünün sınırsızlığını anlarız ve bu gerçek giderek bizim için daha çok netleşerek bizi tüm düşüncelerimizin ötesine götüren bir yola sokar.”

Bascilica Cistern in Istanbul
Basilica Cistern in Istanbul, Turkey

Bu satırları kırk yıl boyunca kutsal yazıları derinlemesine araştırmış biri olan bir yazarın kaleminden uyarlamak gerçekten de insanın ruhunu tazeliyor, çünkü bu satırlar söz ile anlatılamaz bir değere sahipler ve onları küçümsemek için hazır olan kişilerin var olması Tanrının gerçeğini değiştirmez. Kutsal Kitap’ın tanrısal orijinliği konusunda insan tanıklığının oluşturduğu sonuçlara bağımlı olmanın bilgelikle hiç bir ilgisi olamaz, çünkü bu sonuçlar Kutsal Kitap’ın kendisi aracılığı ile donatılmış bir temele dayanırlar. Tanrının işi gibi Sözü de Tanrı adına konuşur; bunlara ilişkin kanıtlarını da beraberinde taşır; yüreğe konuşur; varlığımızın önemli ahlak köklerine kadar aşağılara iner ve bu köklere ulaşır; canın en iç odalarına nüfuz eder; bize ne olduğumuzu gösterir; bize hiç bir kitabın konuşamayacağı şekilde konuşur ve Samiriyeli kadının, İsa kendisine o güne kadar yapmış olduğu her şeyi söylemiş olduğu için İsa’nın Mesih olduğunu söylemesi gibi biz de aynı şekilde Kutsal Kitap ile ilgili şunu söyleyebiliriz: Yaptığımız her şeyi bize söylediğine göre o zaman Kutsal Kitap Tanrının Sözü değil midir? Hiç kuşkusuz, yalnızca Kutsal Ruh’un öğretişi sayesinde kutsal yazılar önümüzde kendilerini takdim ettikleri zaman, kanıt ve delili ayırt edebilir ve takdir edebiliriz. Ama yine de Tanrı sözü kendi adına hala konuşur ve canın kendisinden yararlanması için insan tanıklığına ihtiyacı yoktur. Artık Kutsal Kitap’a olan imanımızın insan tanıklığının iyiliği sayesinde bina edildiğini düşünmememiz gerekir. Bu nedenle insan tanıklığının düşmanlığı söz konusu olduğu zaman, imanımızın sarsılmaması gerekir.

İnsan tanıklığı her zaman olası en son öneme sahiptir ama özellikle hali hazırdaki anda yüreği ve zihni kutsal yazıların –tam ve bütün esini – tamamı- tanrısal yetkisinin sağduyulu gerçeğinde bina etmek tüm zamanlardaki tüm amaçlar ve tüm insanlar için yeterlidir. Ortada dolanan iki düşman etkisi vardır, yani, bir yanda sadakatsizlik, diğer yanda ise batıl inançlar. Sadakatsizlik, Tanrının bize Sözü aracılığı ile konuştuğunu inkar eder. Batıl inançlar ise, Tanrının konuştuğunu kabul eder, ama kilisenin bu konuda yorumu olmadan O’nun ne söylediğini anlayabileceğimizi inkar eder.

Şimdi konu şudur: Pek çok kişi sadakatsizliğin inançsızlığını ve küstahlığını ya da iğrençliğini dehşete kapılarak karşılar ama batıl inançların da aynı şekilde kutsal yazıları da mahvettiğini göremezler. Kendimize şunu soralım: O zaman Tanrının konuştuğunu inkar etmek ile O’nun ne söylediğini anlayabileceğimizi inkar etmek arasında bulunan fark nereden gelir? Tanrının sözünden her iki durumda da yoksun bırakılmıyor muyuz? Elbette yoksun bırakılıyoruz. Eğer Tanrı Kendisinin ne söylediğini bana anlatamıyor ise ve eğer bana konuşanın Kendisi olduğuna dair güvence veremiyor ise, o zaman benim durumum O’nun hiç konuşmamış olmasından daha iyidir. Eğer Tanrı Sözü insan yorumu olmadan yeterli değil ise, o zaman hiç bir şekilde Tanrı Sözü olamaz. Yani, yetersiz olan Tanrı sözü değildir. İkisinden birini kabul etmemiz gerekir. Yani ya Tanrı hiç konuşmamıştır ya da eğer konuştu ise o zaman söylediği Söz mükemmeldir. Bu konu ile ilgili tarafsız bir yanın var olması asla mümkün değildir. Tanrı bize bir açıklama yapmış mıdır? Sadakatsizlik bu soruya “hayır” der, batıl inanç ise: “Evet yapmıştır, ama bu açıklamayı insan yetkisi olmadan anlayamazsınız” der. Bu nedenle biz her iki durumda da Tanrının değerli sözünün paha biçilmez hazinesinden yoksun kalırız ve bundan dolayı hem sadakatsizlik hem de batıl inanç görünüşte birbirlerine hiç benzemeseler de bizi tanrısal açıklamadan yoksun bırakma konusunda aynı noktada buluşurlar. Ama Tanrıya övgüler olsun ki, O bize bir açıklama vermiştir. Konuşmuştur ve sözü hem yüreğe hem de anlayışa öğretecek güçtedir. Tanrı, konuşanın Kendisi olduğuna dair kesinlik sağlayacak güçtedir ve biz herhangi bir insan yetkisinin müdahale etmesini istemiyoruz. Güneşin parladığını görmemizi sağlamak için zayıf ve güçsüz ani bir ışık istemiyoruz. O görkemli ışığın ışınları bu tür sefil eklemelere ihtiyacı olmayacak kadar mükemmel bir yeterliliğe sahiptir. İstediğimiz tek şey güneş ışığında durmak ve güneşin parladığına dair ikna edilmektir. Eğer bir mahzen ya da tünelde bulunur isek, o zaman güneşin etkisini hissedemeyiz ve aynı şey kutsal yazılar için de geçerlidir; eğer kendimizi sadakatsizliğin ve batıl inancın tüyler ürperten karanlık etkileri altına bırakır isek, o tanrısal açıklamanın güler yüzlü, yaşam veren ve aydınlatan gücünü tecrübe edemeyiz.

Tanrısal bu kitap hakkında bir bütün olarak bu kadarını söyledikten sonra şimdi önümüzde açık duran kısmın içeriği üzerinde düşünmek için ilerleyeceğiz. Çölde Sayım kitabının birinci bölümünde “şecere/soy” konusunda açıklamaya ve Çölde Sayım kitabının ikinci bölümünde “standart” farkındalığına sahip oluruz. Ve Musa ve Harun isimleri aracılığı ile ifade edilen bu adamları aldılar ve tüm topluluğu ikinci ayın birinci gününde bir araya topladılar. Ve babalarının ailelerinin ev halkını, yirmi yaşında ve bu yaştan daha yukarı olan kişileri boylarına ailelerine göre birer birer sayıp adlarını/soylarını beyan ederek yazdılar. Böylece Musa Sina çölünde halkın sayımını yaptı. (Çölde Sayım 1: 17-19)

Bunun bizim için bir anlamı var mıdır? Anlayışımıza herhangi büyük bir ruhsal ders vermekte midir? Kesinlikle vermektedir. Öncelikle, okuyucunun önüne şu önemli soruyu getirir: “Soyumu ilan edebilir miyim?” ama ne yazık ki, binlerce olmasa bile ağzı ile iman ikrarında bulunan yüzlerce Hristiyan bunu yapma konusunda korku duymaktadır. Net ve kararlı bir şekilde, “Artık Tanrının çocuklarıyız” (1.Yuhanna  3:2) diyemezler. “Çünkü Mesih İsa’ya iman ettiğiniz için hepiniz Tanrının oğullarısınız.” “Ve eğer Mesih’e ait iseniz, İbrahim’in soyundansınız ve vaade göre de mirasçısınız.” (Galatyalılar 26,29) “Tanrının ruhu ile yönetilenlerin hepsi, Tanrının oğullarıdır…. Ruh’un kendisi, bizim ruhumuz ile birlikte Tanrının çocukları olduğumuza tanıklık eder.” (Romalılar 8:14,16)

Hristiyan’ın soyu budur ve bu onun “ilan etme” gücü bulmak için sahip olduğu ayrıcalıktır. Hristiyan yukardan doğmuştur – yeniden doğmuştur – sudan ve Ruh’tan, yani, Söz ve Kutsal Ruh aracılığı ile doğmuştur. (dikkatli bir şekilde Yuhanna 3:5; Yakup 1:18; 1.Petrus 1:23; Efesliler 5:26 ayetlerini kıyaslayınız.) İmanlının soyu doğrudan yukarı, yücelik içinde dirilmiş bir Mesih’in soyudur. Hristiyan soy bilimi budur. Bizim doğal soyumuza gelince eğer bu soyun kaynağına gider ve içtenlikle beyanda bulunur isek, o zaman mahvolmuş bir soydan geldiğimizi görmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Yersel ailemiz düşmüş bir ailedir. Bereketimiz gitmiştir, kanımız lekelenmiştir, mahvolmuş ve iyileşmesi imkansız olan bir konumdayız; ilk konumumuzu bir daha asla geri alamayız; önceki statümüz ve ona ait olan mirasımız geri alınması imkansız şekilde yitirilmiştir. Bir kişi belki soy çizgisinde soylular, prensler ya da krallar bulabilir, ama eğer soyunu tam olarak ilan etmek ister ise, düşmüş, mahvolmuş ve dışarı atılmış bir başı (Adem) görmezlikten gelemez. Bu konunun gerçeğinin ne olduğunu tam olarak bilmek için kaynağına inmemiz gerekir. Olup bitenlere bakan ve yargılayan Tanrıdır ve eğer biz doğru düşünmek istiyor isek, Tanrı ile uyumlu düşünmemiz gerekir. Tanrının insanlar ve değerler hakkındaki yargısının sonsuza kadar egemen olması gerekir. İnsanın yargısı yalnızca geçicidir, yalnızca bir gün dahi sürebilir ve bundan dolayı imanın sağduyulu değerlendirmesi ile uyumlu olarak, “sizin tarafınızdan ya da olağan bir mahkeme tarafından yargılanır isem, hiç aldırmam. Kendi kendimi de yargılamıyorum.” (1.Korintliler 4:3) “İnsanın gününde yargılanmak küçük bir şeydir.” Ah! Ne kadar da küçüktür! İnsan yargısı tarafından yargılanmanın ne kadar önemsiz bir şey olduğunu keşke daha derinden hissedebilsek ya da sayfa kenarında yazılı olduğu gibi, “insanın gününde” yargılanmak. Bu küçük ve önemsiz insan yargısına göre yürümek bir alışkanlık olmamalıdır. Bizi içinden geçmekte olduğumuz olayın etkisinin üzerine çıkartacak olan sakin bir yükseliş ve kutsal bir saygınlık! Bu yaşamda sıra ne demektir? Eğer bir soy dürüst bir şekilde izlenir ise ve sadık bir biçimde ilan edilir ise, bu durum o soya ne gibi bir önem kazandırabilir? Bir kişi doğumu ile yalnızca soyunun gerçek kaynağı ile ilgili bilgisi olduğu zaman, gurur duyabilir. Soyu ile ilgili gerçek şudur: “Günah içinde doğdu ve güçsüz oluştu.” İşte insanın orijini böyledir- doğumu da böyledir. Böyle bir doğum ve böyle bir orijin ile kim gurur duymayı aklına getirebilir? Yalnızca, bu dünyanın tanrısının zihnini kör ettiği kişi!

Ama bir Hristiyan için durum ne kadar farklıdır? Hristiyan’ın soyu gökseldir. Onun “soy ağacı” kökleri yeni yaratığın toprağının içindedir. Diriliş ile biçim alan bu soy çizgisini ölüm asla kıramaz. Bu konu hakkında bundan daha basit yazamayız. Okuyucunun bu temel nokta hakkında tam bir netliğe sahip olmasının gerekliliği nihai önem taşır. Çölde Sayım kitabının bu ilk bölümünden kolayca görebileceğimiz şudur: İsrail topluluğunun her bir üyesinin soyunu ilan edecek güce sahip olmasının gerekmesi ne kadar da elzemdir! Bu noktadaki belirsizliğin facia getirdiği kanıtlanmıştır; belirsizlik umutsuz bir zihin karışıklığının ortaya çıkmasına neden olur. Bir İsraillinin soyunu ilan etmeye çağrıldığı zaman, günümüzdeki pek çok Hristiyan tarafından sergilenen kuşkulu davranışlar ile kendisini ifade ettiğini düşünmemiz hemen hemen imkansızdır. Onun şu sözlerini algılayamayız: “Bilmiyorum, tam emin değilim, bazen İsrail soyuna ait olduğum umudu ile seviniyorum, ama bazen de kesinlikle Rabbin topluluğuna ait olmadığımı düşünerek korku ile doluyorum. Tam anlamıyla belirsizlik ve karanlıktayım.” Bu tür ifadeleri kavramamız mümkün müdür? Kesinlikle hayır. Yargı gününe kadar hiç kimsenin gerçek bir İsrailli olup olmadığı hakkında emin olamadığına dair bu korkunç düşünceye sahip birini hayal dahi edemeyiz.

Tüm bu tür fikirler ve mantık kullanmalar  - yine aynı şekilde yaşadığımız zihin ve yüreğimizdeki tüm bu tür korkular, kuşkular ve sorularımız bir İsrailli zihnine yabancı konular idi. Topluluğun her üyesi bir savaşçı safında yer almak üzere soyunu duyurmaya çağrıldı. Her biri Tarsuslu Saul gibi şu sözleri söyleyebiliyor idi: “İsrail soyundanım, sekizinci gün sünnet oldum…” Her şey belirgin ve açık idi; çöldeki yürüyüş ve savaş hallerinde bir gelişme olduğu takdirde harekete geçmek için hazırdılar. O zaman şimdi şu soruyu sormamız yasal değil midir? “Eğer bir Yahudi soyu hakkında emin olabilir ise, neden bir Hristiyan da soyu konusunda emin olamasın?” Değerli okuyucu, bu soru hakkında lütfen düşün ve eğer sen de göksel soyun ve ruhsal doğumun ile ilgili olarak bereketli kesinliğe hala ulaşamayan o kalabalık imanlı grubuna dahil isen, bu noktada biraz durmanı istiyorum ve sana şu anda bu konu ile ilgili bir mantık yürütmemiz için yalvarıyorum. Belki de aklına şöyle bir soru geliyor: “Gerçekten bir Tanrı çocuğu olduğumdan, Mesih’in bedeninin bir üyesi olduğumdan ve Söz’den ve Tanrının Ruhundan doğduğumdan nasıl emin olabilirim? Eğer bana ait olsalar idi, bu zor konu hakkında emin olmak için dünyaları verirdim.”

Tamam, o zaman şimdi bu konuda size ciddi olarak yardımcı olmak istediğimizi bilin. Gerçekten de bu özel konuyu gündeme almamızın nedeni, bu “Notların” kaygı çeken canlara Rabbin bizi güçlendirdiği ölçüde yardım etmek ve sorunlarını çözmek ve onları bu konuda engelleyen her şeyi ortadan kaldırmaktır.

Ve öncelikle yapmamız gereken istisnasız Tanrının tüm çocuklarına ait olan tek bir farklı özelliğe işaret etmemiz olacaktır. Bu çok basit olmasına rağmen çok bereketli bir özelliktir. Eğer bir ölçüde bile olsa buna sahip değil isek, o zaman göksel soya ait olmadığımız çok kesindir. Ama eğer buna sahip isek, o zaman bu nedenle herhangi bir zorluk ya da engel ile karşılaşmaksızın “soyumuzu ilan edeceğimiz” kesindir. Şimdi bu özelliğin ne olduğunu görelim. Bu büyük temel özellik nedir? Rabbimiz İsa Mesih sorunun yanıtını Sağlayan’dır. “Ne var ki bilgelik, onu benimseyen herkes tarafından doğrulanır.” (Luka 7:35; Matta 11:19) Kabil’in zamanından bu güne kadar yaşayan tüm Bilgelik çocukları bu büyük temel özellik ile mühürlenmişlerdir. Tek bir istisna dahi söz konusu değildir. Tanrının tüm çocukları – bilgeliğin tüm oğulları bu ahlak özelliğini bir ölçüde de olsa her zaman sergilemişlerdir – Tanrıyı haklı çıkartmışlardır. Okuyucu bu noktanın üzerinde düşünsün. Okuyucu belki Tanrıyı haklı çıkartmak konusunun ne anlama geldiğini anlamayı zor bulabilir. Ama inanıyoruz ki, kutsal yazıların bir ya da iki bölümü bunu hemen açıklığa kavuşturacak ve onu net olarak izah edecektir. Luka 7. Bölümde şunu okuruz: “Yahya tarafından vaftiz edilen halk, hatta vergi görevlileri bile bunu duyunca Tanrının adil olduğunu doğruladılar. Oysa Yahya tarafından vaftiz edilmeye yanaşmayan Ferisiler ile Kutsal Yasa uzmanları Tanrının kendileri ile ilgili tasarısını reddettiler. “ (29 ve 30. Ayetler) Burada iki kuşağın yüz yüze getirildiğini görüyoruz. Halk ve vergi görevlileri Tanrıyı haklı çıkarttılar ve kendilerini yargıladılar. Ferisiler ise kendilerini haklı çıkarttılar ve Tanrıyı yargıladılar. Halk ve vergi görevlileri Yahya tarafından vaftiz edilmeye razı oldular – tövbe vaftizi. Ferisiler ise bu vaftizi reddettiler – tövbe etmeyi reddettiler – kendilerini alçaltmayı ve yargılamayı reddettiler.

Burada Kayin ile Habil’in günlerinden başlayarak günümüze kadar var olan tüm insanlık ailesini ikiye ayıran iki büyük sınıf üzerinde duracağız ve aynı zamanda “soyumuzu” ilan etmeyi deneyeceğimiz olası en basit testi uygulayacağız. Kendimizi yargılama noktasına geldik mi? Gerçek bir pişmanlık ile tanrının önünde eğilerek tövbe ettik mi? Bu söylediklerimiz Tanrıyı haklı çıkartmaktır. Bu iki şey bir arada yürürler – evet, onlar tektir ve aynıdırlar. Kendisini yargılayan kişi Tanrıyı haklı çıkartır ve Tanrıyı yargılayan kişi kendisini haklı çıkartır.

Bu konu her durum için geçerlidir. Dikkat edelim, biz tövbe ve öz yargı noktasına geldiğimiz anda Tanrı haklı çıkartan olarak yerini alır. Tanrı her zaman kendilerini yargılayanları haklı çıkartır. O’nun tüm çocukları O’nu haklı çıkartırlar ve O da çocuklarını haklı çıkartır. Davut, “Sana karşı günah işledim” dediği anda, yanıt, “Rab günahını ortadan kaldırdı” olmuştur. Tanrısal bağışlama insanın itirafını hızların en yoğun şekli ile izler.

Bu yüzden insanın kendisini haklı çıkartmasından daha aptalca bir şey olamaz, çünkü Tanrının, söylediği her söz için haklı çıkartılması ve insan tarafından yargılandığı zaman üstün gelmesi gerekir. (Mezmur 51:4 ile Romalılar 3:4 ayetlerini kıyaslayınız). Tanrının eli her zaman başında da sonunda da en üstün olandır ve o zaman tüm öz yargı gerçek ışığının içinde ortaya çıkarak görünecektir. Bu nedenle, yapılacak en bilge davranış kendimizi yargılamak olacaktır. Tüm bilgelik çocuklarının yaptığı şey budur. Bilgelik ailesinin gerçek üyeleri ile ilgili en büyük özellik, bu öz yargı alışkanlığı ve ruhudur. Oysa, öte yandan, bu aileden olmayan kişileri ortaya çıkartan en belirgin ruh bu kendisini haklı çıkartma ruhudur.

Bu konular, çok ciddi bir dikkati hak ederler. Doğa herkesi ve her şeyi suçlayacaktır; herkesi ama asla kendisini değil! Ancak, lütfun işlediği yerde her zaman bir öz yargıya hazır olma ve alçalmayı kabul etme durumu vardır. Bereket ve esenliğin gerçek sırrı budur. Tanrının tüm çocukları bu harika ahlak özelliğini sergileyerek ve bu muhteşem sonuca ulaşmış olarak bu bereketli zemin içinde durmuşlardır. Bilgeliğin mutlu ailesinin tüm tarihi içinde bunun kadar önemli bir özellik bulamayız. Ve kesinlikle emin olarak söyleyebiliriz ki, eğer okuyucu gerçek ve gerçeklik ile kendine sahip olması için önce kendisini kaybetmiş olması ve gerçek pişmanlık noktasına gelebilmek için yönlendirilmiş ise, işte o zaman bilgeliğin çocuklarından biri olarak cesaret ve kararlılık ile “soyunu ilan edebilir.”

Bu nokta üzerinde başlangıçta ısrar ile duracağız. Bir kişi için “soyunu ilan etmediği” sürece uygun standardı fark edebilmesi ve uygulayabilmesi imkansızdır. Özetleyecek olur isek, bu önemli konu hakkında belirsizlik devam ettiği sürece, çölde gerçek bir konum alabilmek mümkün değildir. Eski dönemde yaşayan bir İsrailli topluluktaki yerini nasıl alabilirdi – saflarda nasıl yer alabilirdi, soyunu kesin bir şekilde ilan etmediği takdirde çölde ilerleme yapmayı nasıl umut edebilirdi? İmkansız! Aynı şey şimdi Hristiyanlar için geçerlidir. Çöl yaşamında ilerleme – ruhsal savaşta başarı, eğer ruhsal soy hakkında belirsizlik mevcut ise, hiç bir şekilde mümkün olamaz. Şu sözleri söyleyebilmemiz gerekir: “ölümden yaşama geçmiş olduğumuzu biliyoruz ” – “Tanrıdan olduğumuzu biliyoruz ” – “Bir Hristiyanın yaşamında ve yürüyüşünde gerçek bir ilerleme olabileceğine inanıyoruz ve bundan eminiz.”

Değerli okuyucu, soyunu ilan edebiliyor musun? Bu konu senin için tam bir kesinlik kazanmış mıdır? Bu konu, canının tüm derinliklerinde netlik kazandı mı? Tanrı ile baş başa olduğun zaman, bu konu senin ve O’nun arasında tamamen çözüme kavuşmuş bir konu mudur? Araştır ve gör. Bu konuda kesin bir çalışma yaptığından emin ol. Konuyu üstün körü bir şekilde geçme. Konuyu yalnızca ikrar üzerine bina etme.  “Ben filanca kilisenin bir üyesiyim; Rabbin sofrasına paydaş oluyorum; şu ve bu öğretişlere sımsıkı bağlıyım; çok dindar bir şekilde yetiştirildim; ahlaklı bir yaşam sürüyorum; hiç kimseye herhangi bir zararım dokunmadı; Kutsal Kitap’ı okurum ve dua ederim; evimde ev halkım ile tapınırım ve hayırsever ve dindar biriyim.” Söylediğiniz tüm bu ifadeler gerçekten tam olarak doğru olabilirler. Ama yine de tanrısal yaşamın tek bir kalp atışına ya da tanrısal ışığın tek bir huzmesine bile sahip olmayabilirsiniz. Bunlardan tek bir tanesi ya da hepsi bir araya getirilse bile ruhsal soy ilanının bir beyanı olarak kabul edilemez. Sizin Tanrının çocuklarından biri olduğunuza şahitlik edecek bir tanıklık ruhu olması gerekir. Ve bu tanık her zaman Rab İsa Mesih’e olan sade çocuksu imana eşlik eder. “Tanrının Oğluna inanan yüreğinde Tanrının tanıklığına sahiptir.” (1.Yuhanna 5:10) Bu konunun kanıt aramak amacı ile kendi yüreğinizi araştırmak ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu konu ölçüler, duygular ve deneyimler üzerine inşa edilen bir bina değildir. Bunlar ile alakası yoktur. Konu, yalnızca, Mesih’e duyulan çocuksu bir imandır. Tanrı Oğlunda sonsuz yaşama sahip olmaktır; Kutsal Ruh’un yok edilemez bir kaydıdır. Tanrının Sözünü ciddiye almaktır. “Size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz ( krisin ), ölümden yaşama geçmiştir.” (Yuhanna 5:24)

Soyunuzu ilan etmenin doğru yolu budur ve böyle olduğundan emin olun, “savaşta ilerlemeniz için” bunu ilan edebilmeniz gerekir. Söylemek istediğimiz bu olmaksızın kurtulamayacağınız anlamına gelmez. Böyle yanlış bir şey söylememize Tanrı engel olsun. Ruhsal soylarını ilan edemeyen gerçek Ruhsal İsrail’e ait yüzlerce kişinin var olduğuna inanıyoruz. Ve şu soruyu soruyoruz: Böyle kişiler savaşta ilerleyebilirler mi? Gayretli savaşçı kişiler midirler? İlgisi bile yok. Onların, gerçek çatışmanın ne olduğundan haberleri dahi yoktur. Aksine bu sınıfa dahil olan kişiler, gerçek Hristiyan çatışması ile kendi kuşku ve korkularını, karanlık ve bulutlu mevsimlerini birbirine karıştırırlar. Bu hata, yapılacak en ciddi hatadır; ama ne yazık ki çok sık yapılır. Sürekli olarak, Hristiyan çatışması temelinde savunulan alçak, karanlık ve yasal bir can koşulu ile karşılaşırız, oysa Yeni Antlaşma’ya göre gerçek Hristiyan çatışması ya da savaşı kuşkuların ve korkuların yer almadığı bir bölgede yapılır. Tanrının tam kurtarışının – diri bir Mesih’teki kurtuluş - parlak gün ışığında durduğumuz zaman, biz Hristiyanlar için uygun olan savaşa gerçekten girmiş oluruz. Bir an için durup düşünelim; yasal mücadelelerimiz, kusurlu imansızlığımız, Tanrının doğruluğuna boyun eğmeyi reddetmemiz, sorgulamalarımız ve muhakemelerimiz, bir Hristiyan çatışması olarak görülebilir mi? Asla, hiç bir şekilde ! Tüm bunların hepsinin tanrı ile çatışma olarak görülmesi gerekir; oysa Hristiyan çatışması şeytan ile sürdürülen çatışmadır. “Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, yönetimlere, hükümranlıklara, bu karanlık dünyanın güçlerine ve kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına karşıdır.” (Efesliler 6:12)

İşte Hristiyan çatışması budur. Ancak bu tür bir çatışma Hristiyan olup olmadıklarından sürekli kuşku duyan kişiler tarafından sürdürülebilir mi? Biz sürdürülebileceğine inanmıyoruz. Henüz “soyunu beyan edemez” ya da “standardının” farkına varamaz iken, bir İsraillinin çölde Amalek ordusu ile çatıştığını ya da vaat edilen ülkede Kenanlılar ile savaştığını düşünebilmemiz mümkün mü? Böyle bir şey düşünmek akla sığmaz. Hayır, hayır, topluluğun savaşa gidebilecek güçte olan her üyesi bu konu hakkında yetkin bir netliğe ve dinginliğe sahip idi. Eğer yukarıda belirtilen özelliklere sahip değil ise zaten kendiliğinden savaşa gitmezdi.

Şu anda Hristiyan çatışması gibi önemli bir konudan söz eder iken, okuyucumuzun dikkatini Yeni Antlaşma’nın üç bölümüne çekmek yerinde olacak. Bu üç bölümde sunulan çatışmanın üç farklı karakterini görürüz, yani, Romalılar 7:7-24; Galatyalılar 17;  Efesliler 6:10-17. Eğer okuyucu bir an için dönüp yukarıda ifade edilen ayetlere bakacak olur ise, her birinin gerçek  karakterine işaret etmek istiyoruz.

Romalılar 7:7-24 ayetlerinde dirilmiş ama özgür olmayan bir canın – yasa altında bulunan dirilmiş canın – mücadelesini görürüz. Burada önümüze sunulan kanıt, şu tür ifadeler aracılığı ile kendini gösteren bir dirilmiş candır: “Nefret ettiğim ne ise onu yapıyorum” – “İçimde iyiyi yapmaya istek var” – “ İç varlığımda Tanrının Yasasından zevk alıyorum ” . Ancak dirilmiş bir can bu ifadeler ile konuşabilir. Hatalı olanı yapmak, ama doğru olanı yapmayı istemek, iç varlığında Tanrının Yasasından zevk almak – tüm bunlar yeni yaşamın göze çarpan özellikleridirler- yeniden doğuşun değerli ürünleridirler. Yeniden doğmuş bir kişinin bu tür ifadeleri gerçek anlamda kullanabilmesi imkansızdır.

Ama öte yandan, bu ayetlerde önümüze sunulan kanıtlar tam özgürlüğe sahip olmayan bir canı ifade ederler; kurtuluş sevincini bilmeyen, zaferli olduğunun tam bilincine sahip olmayan – ruhsal gücünün kesin mülkiyetinden emin olmayan dirilmiş bir can. Tüm bunlar ile ilgili açık kanıtlara şu ifadelerde sahibiz: “Köle gibi günaha satılmışım” – “İstediğimi yapmıyorum, nefret ettiğim ne ise onu yapıyorum” – “Ne zavallı insanım! Ölüme götüren bu bedenden beni kim kurtaracak?” Ama biz bir Hristiyanın “dünyasal” değil, “ruhsal” olduğunu biliyoruz, o günaha köle gibi satılmamıştır. Ama günahın gücünden kurtarılmıştır. O, kurtuluş için inleyen “sefil ya da zavallı biri” değildir. Aksine, kurtarılmış olduğunu bilen mutlu bir insandır. Doğru olanı yapmaya gücü olmayan ve her zaman yanlış olanı yapmaya zorlanan güçsüz bir köle değildir. O, Kutsal ruhun gücü ile donatılmış özgür bir kişidir. Ve şu sözleri söylemeye gücü ve yetkisi vardır: “Beni güçlendiren Mesih aracılığı ile her şeyi yapabilirim.” Filipeliler 4. Bölüm.

Şimdi burada bu en önemli ayetin tam bir açıklamasını yapma girişiminde bulunmayacağız. Yapacağımız şey yalnızca okuyucuya bu ayetin önemini ve etkisini anlaması için bir iki öneri sunarak yardımcı olmaya çalışmaktır. Pek çok Hristiyanın bu bölümün yorumu ile ilgili olarak farklı görüşlere sahip olduğundan tam olarak haberdarız. Bazı Hristiyanlar bu bölümün dirilmiş bir canın uygulamalarını sunduğunu inkar ederler. Diğerleri ise, bir Hristiyana uygun olan deneyimleri ortaya koyduğunu ileri sürerler. Her iki düşünceyi de kabul etmemiz mümkün değildir. Bizim bu bölüm ile ilgili yorumumuzda inandığımız şudur: bu bölüm gerçekten dirilmiş bir canın uygulamalarını sergiler, ama bu can dirilmiş bir Mesih ile birleşmiş olmak ve Kutsal Ruhun gücüne sahip olmak gibi bir bilgi tarafından özgür kılınmamıştır. Aslında yüzlerce Hristiyan, Romalılar kitabının yedinci bölümünde kalırlar, ama bulunmaları gereken yer Romalılar kitabının sekizinci bölümüdür. Bu Hristiyanlar deneyimlerine göre yasa altındadırlar. Kendilerinin Kutsal Ruh tarafından mühürlenmiş olduklarını bilmemektedirler. Dirilmiş ve yüceltilmiş bir Mesih’teki tam zafere sahip çıkmamışlardır. Kuşkuları ve korkuları vardır, hatta her zaman şu şekilde feryat etmeye eğilimlidirler: “ Ben ne zavallı/sefil bir adamım, beni kim kurtaracak?” ama bir Hristiyan kurtarılmamış mıdır? Kurtulmamış mıdır? Sevgili’de kabul edilmemiş midir? Vaat Ruhu olan Kutsal Ruh tarafından mühürlenmemiş midir? Mesih ile birleşmemiş midir? Tüm bu gerçekleri bilmesi, tadını çıkartması ve ikrar etmesi gerekmez mi? Bu konunun sorgulanması bile gereksiz, elbette bilmesi, tadını çıkartması ve ikrar etmesi gerekir. O zaman artık Romalılar yedinci bölümde kalamaz. İsa’nın boş mezarının göksel tarafında zafer şarkısı söylemek ve Mesih’in, halkını özgür kıldığı o kutsal özgürlük içinde yürümek bir Hristiyan’ın ayrıcalığıdır. Romalılar kitabının yedinci bölümünde tutsaklık vardır; özgürlük hiç bir şekilde yer almaz. Ancak bu yedinci bölümün en sonunda can, şu sözleri söyleyebilir: “Tanrıya şükürler olsun!” Burada bizler için harika bir canlılık ve güç ile ayrıntılı olarak önümüze konmuş olanın içinden geçmek tam bir tecrübe olacaktır ve ayrıca yanlış bir şekilde Romalılar kitabının sekizinci bölümde olmaktansa içten bir şekilde Romalılar yedinci bölümde olmayı tercih etmemiz gerekir. Ama tüm bunlar Kutsal Yazıların bu çok ilginç bölümünün uygun uyarlaması hakkındaki konuya hiç bir şekilde değinmeden sona erer.

Şimdi dikkatimizi bir an için Galtyalılar 5:17 ayetindeki çatışmaya verelim ve bu bölümü aktaralım : “Çünkü benlik Ruh’a , Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. Bunlar birbirine karşıttır; sonuç olarak istediğinizi yapamıyorsunuz.” 1 Bu bölüm genellikle sürekli yenilgiyi anlatmak için aktarılır, oysa aslında sürekli zaferin sırrını içermektedir. 16. Ayette şunu okuruz: “Şunu demek istiyorum: Kutsal Ruhun yönetiminde yaşayın. O zaman benliğin tutkularını asla yerine getirmezsiniz .” Bu ifade her şeyi netliğe kavuşturur. Kutsal Ruhun varlığı gücü garanti eder. Tanrının benlikten daha güçlü olduğundan eminiz. Ve bu yüzden Tanrı her çatışmanın içinde var olduğundan zafer kesindir. Ve aynı zamanda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Galatyalılar 5:17 ayeti eski ve yeni iki doğa arasındaki çatışmadan söz etmez. Kutsal Ruh ve benlik arasındaki çatışmadan söz eder. İşte bu ayete şu sözlerin eklenmesinin önemi budur: “İstemediğiniz şeyleri yapmayasınız diye.” Eğer Kutsal Ruh içimizde konut kurmamış olsa idi, o zaman benliğin tutkularını yerine getireceğimizden emin olmamız gerekir idi. Ama Kutsal Ruh savaşa devam edebilmemiz için içimizde olduğundan artık yanlışı yapmak zorunda değiliz, doğru olanı yapabilmek için bereketlendik.

Bu konu Romalılar 7:14,15 ve Galatyalılar 5:17 arasındaki düşünce farkına titizlik ile işaret eder. Romalılar kitabının 7:14,15 ayetlerinde yeni doğaya yer verilir ama imanlıda konut kurmuş olan Kutsal Ruhun gücüne değinilmez. Galatyalılar 5:17 ayetinde ise yalnızca yeni doğaya değil ama aynı zamanda Kutsal Ruhun gücüne de yer verilir. Bir imanlıdaki yeni doğanın bağımlı olduğunu her zaman aklımızda tutmamız gerekir. İmanlı güç için Kutsal Ruha ve rehberlik eden söze bağımlıdır. Ama Kutsal Ruhun Tanrı olduğu her yerde gücün var olması gerekir. Kutsal Ruh kederlendirilebilir ve engellenebilir ama Galatyalılar 5:16 ayeti Kutsal Ruhta yürüdüğümüz takdirde benliğin üzerinde kesin ve sürekli zafere sahip olacağımızı net bir şekilde öğretir.

Bu nedenle, Galatyalılar 5:17 ayetini düşük ve dünyasal bir yürüyüş için bir neden olarak göstermek çok ciddi bir hata olur. Bu ayetin öğretişi tam aksini üretmek için tasarlanmıştır.

Şimdi Efesliler 6:10-17 ayetleri üzerinde biraz konuşalım. Burada Hristiyan ve göksel yerlerde bulunan kötü ruhlar arasındaki çatışmadan söz edilmektedir. Kilise göğe aittir ve göksel yürüyüş ve konuşmaları her zaman koruması gerekir. Göksel konumumuza sahip çıkmamız sürekli hedefimiz olmalıdır – ayağımızı göksel mirasımızın üzerine sağlam basmalı ve her zaman orada tutmalıyız. Şeytan olası her yolu deneyerek bunu engellemek ister ve çatışmanın nedeni budur; işte bu yüzden güçlü ruhsal düşmanımıza karşı durabilmenin tek yolu “Tanrının tüm zırhını giyinmektir.”

Amacımız bu zırh üzerinde durmak değildir, çünkü okuyucu çatışmanın konusuna sahip çıkabilsin diye, Çölde Sayım kitabının ilk ayetleri ile bağlantılı olarak konuyu tamamen okuyucunun düşüncesine sunarak onun dikkatini yukarıdaki üç ayete çektik; Hristiyan doğasının gerçek doğası ve temeli hakkında aydınlanmanın önemini bundan daha iyi anlatmamız mümkün değildir ve hiç bir konu bu konu kadar ilginç olamaz. Eğer savaşın ne olduğunu bilmeden savaşa gider isek ve soyumuzun uygun olup olmadığı konusunda bir belirsizlik durumu içinde isek, o zaman düşman önünde bir ilerleme kaydedemeyeceğiz demektir.

Ama daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, insanoğlu için soyunu net bir şekilde beyan etmesi gibi gerekli olan bir başka şey daha var idi ve bu da onun ölçüsünün değişikliğinin farkında olması idi. Çöldeki yürüyüş ve savaş için bu iki şey elzem idi. Ayrıca bu ikisinin birbirinden ayrılması mümkün değil idi. Eğer bir adam soyunu bilmiyor ise, sahip olduğu standardın farkına varamaz idi ve bu yüzden umutsuzluğun karmaşıklığına batıp kalırdı. Konumunu muhafaza etmek ve sürekli olarak ilerlemek yerine birbirlerinin yoluna çıkar ve birbirlerine engel olurlar idi. Her biri standardını bilerek ve ona sahip çıkarak ordugahını bilmeli ve onu muhafaza etmeli idi. Böylelikle birlikte hareket eder, birlikte başarı kazanır, işi tamamlar ve savaşı sürdürürlerdi. Benyamin oymağının kendi ordugahı vardı ve Efrayim ordugahının kendi oymağı vardı ve birinin diğeri ile ilişkisi yoktu ya da biri diğerinin yolundan geçemez idi. Tanrının İsrailinin kamp kuran tüm oymaklarının ordugahları için aynı koşullar geçerli idi. Her birinin kendi soyu ve kendi ordugahı vardı. Ve hiç biri kendi düşüncelerine göre hareket etmez idi tüm düşünceleri Tanrının düşünceleri idi. Soyu belirleyen Tanrı olduğu gibi standardı atayan da yine Tanrı idi. Oymaklar kendi aralarında bir kıyaslama yapma ihtiyacı duymaz ya da birbirlerini kıskanmazlar idi; her birinin sahip çıkması gereken bir konumu ve yapması gereken bir iş vardı ve hepsi için yeterince yapılacak iş ve yeterince sahip çıkılacak konum mevcut idi. Aralarında mümkün olabilecek en büyük çeşitlilik söz konusu idi ve yine de birliğin beraberliğin en mükemmeline sahip idiler. “Ve İsrailliler sancaklarının altında aile bayrakları ile Buluşma Çadırından biraz ötede çepeçevre konaklasın.” “Böylece İsrailliler Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi yaptılar. Sancakları altında ordugah kurdular. Göç ederken de herkes boyu ve ailesi ile birlikte yola çıktı.” (Çölde Sayım 2:2,34)

Böylece şimdi kilisede olduğu gibi eski kamp yerinde olduğu gibi “Tanrının zihin karışıklığının yetkilisi olmadığını” öğreniyoruz. Üç oymağın her biri kusursuz bir kare şeklinde düzen alacak ve bu karenin her yanı kendine özgü standardını sergileyecek idi; düzenleri tanrısal bir mükemmelliğe sahip idi. “İsrailliler sancaklarının altında aile bayrakları ile Buluşma Çadırından biraz ötede çepeçevre konaklayacaklar.” İsrail ordularının Tanrısı ordularını nasıl sıraya dizeceğini biliyor idi. Tanrının savaşçılarının askeri taktiklerin en mükemmel sistemi ile düzenlenmeyeceklerini düşünmek çok ciddi bir hata olur. Sanat dallarında ve bilim alanlarında yaptığımız ilerleme nedeni ile kendimizi beğenebilir ve böbürlenebiliriz ve  günümüzde görülebilen askeri sitemin kaba düzensizliği ve çılgın karmaşasının İsrail ordusunda da olabileceğini zannedebiliriz. Ama bu çok boş bir tahmin olacaktır. İsrailin ordugahının tanrısal bir kusursuzluk ile düzenlendiğini ve donatıldığını bilerek güvenlik içinde dinlenebiliriz. Çünkü tüm nedenlerin en basiti ve en sonuç vereni, İsrail kampının Tanrı’nın  eli ile düzenlenmiş ve donatılmış olduğu gerçeğidir. Her şeyi yapan Tanrıdır ve bu nedenle yapılanın mükemmel olduğuna dair duyduğumuz güven tamdır.

Bu çok basit ama aynı zamanda çok bereketli bir ilkedir. Bu ilkenin imansız ya da kuşkucu birini tatmin etmeyeceği kesindir. Ama böyle bir kişiyi ne ikna edebilir ki? Bir kuşkucunun prensibi hiç bir şeye inanmamak ve her şeyden kuşku duymaktır. Kuşkucu kişi, her şeyi kendi standartlarına göre ölçer ve kendi düşünceleri ile uyumlu olmayan her düşünceyi reddeder; görülmemiş bir soğukkanlılık ile kendi prensiplerini ortaya döker ve sonra bunlardan kendi sonuçlarını çıkartmaya çalışır. Ama eğer prensipleri yanlış ise o zaman sonuçlarının da aynı şekilde yanlış olması gerekir. Ve tüm kuşkucuların, imansızların ve akılcıların yani rasyonalistlerin prensiplerinde bu değişmez özellik mevcuttur: Tanrıyı her zaman dışarıda bırakırlar ve bu yüzden onların vardıkları tüm sonuçların ölümcül hatalar olmaları gerekir. Öte yandan alçakgönüllü imanlı bu ilk büyük prensip ile yola çıkarak başlar ve “Tanrı vardır” der ve yalnızca O’nun var olduğunu söylemek ile kalmaz, aynı zamanda yarattıkları ile ilgilenir ve insanların ilişkileri ile meşgul olur.

Bu gerçek, Hristiyan’a çok büyük bir rahatlama sağlar! Ama imansızlık bu tür bir rahatlığa asla izin vermeyecektir. Tanrı’yı dışarda bırakmamak ve içeri almak ile kuşkucunun tüm mantığı alt üst edilir. Çünkü kuşkucu kişinin ileri sürdüğü mantık Tanrı’yı dışarıda bırakma temeli üzerine inşa edilmiştir.

Ancak şimdi bizim bu konulara değinmemizin nedeni, imansızlara yanıt vermek değil, imanlıları bilgilendirmektir. Ve bazen imansızlığın tüm sisteminin çürüklüğüne dikkat çekmek yararlı olabilir. Ve hiç kuşkusuz bunu en net ve en güçlü şekilde anlatmanın yolu, kuşkucuların tüm dayanaklarının Tanrı’yı dışarıda bırakmak olduğu gerçeği ile göstermektir. Bu gerçek kuşkucuların tüm sistemini ayaklarımızın altındaki toza dönüştürür. Eğer biz Tanrının varlığına inanıyor isek o zaman O’na karşı olan her şeyin kötü olduğundan eminiz demektir. Her şeye Tanrının bakış açısından bakmamız gerekir. Bu da yeterli değildir. Eğer Tanrının varlığına inanıyor isek, o zaman insanın O’nu yargılayamayacağını anlamamız gerekir. Doğru ya da yanlışın yargıcının Tanrı olması gerekir; Kendisi hakkında neyin değerli olup olmadığına Tanrı karar verir. Bu gerçek aynı zamanda Tanrının sözü için de geçerlidir. Eğer Tanrının varlığı ve bize konuştuğu gerçek ise, o zaman Tanrı bize bir açıklama vermiştir ve bu açıklamanın insan mantığı ile açıklanmaması gerekir. Tanrı, insan mantığının çok üstünde ve ötesindedir. Tanrının sözünün insan aritmetiğinin kuralları aracılığı ile ölçüldüğünü düşünün! Ve ne yazık ki, günümüzde yapılan budur ve şimdi üzerinde çalıştığımız bu bereketli Çölde Sayım kitabında ilerlediğimiz zaman imansızlığın ve onun aritmetik yönünün ne kadar boş olduğunu göreceğiz.

Bu kitap ile ilgili notlarımızda ve düşüncelerimizde her diğer kitapta olduğu gibi şu iki noktayı hatırlamamız çok önemlidir: İlki kitap ve ikincisi can : kitap ve kitabın içindekiler; can ve canın gereksinimleri. Kitap ile çok ilgilendiğimiz takdirde canı unutmak gibi bir tehlike ile karşılaşabiliriz. Ve öte yandan, can ile çok daha fazla meşgul olup kitabı unutmak gibi ikinci bir tehlike de mevcuttur. Her ikisine de eşit önem vermek gerekir. Ve eğer yazılı ya da sözlü etkili bir hizmeti neyin oluşturduğunu söyleyecek olur isek, şu iki şeyin uygun bir uyarlamasının sonucu olduğunu ifade edebiliriz: Söz’ü çok büyük bir gayret ile ve belki de çok derin bir şekilde araştırıp inceleyen bazı görevliler olabilir. Kutsal Kitap ile ilgili konularda çok iyidirler. Vahiy çeşmesinin derinliklerinden bol bol içmişlerdir. Tüm bunların hepsi çok büyük bir önem ve çok yüksek bir değer taşır. Bu yapılmadan sürdürülen bir hizmetin verimli olmayacağı aşikardır. Eğer bir kişi Kutsal Kitap’ını gayret ile ve dua ederek incelemiyor ise okuyucularına ve dinleyicilerine vereceği şey çok az olacaktır; en azından Kutsal Kitap’ın sahip olduğu değeri aktarması imkansız olur. Söz ile ilgili hizmet verenlerin öncelikle kendileri için Söz’ü kazmaları hem de derin kazmaları gerekir.

Ama o zaman can dikkate alınmalıdır – can’ın beklenti koşulları ve ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Eğer bu gözden kaçırılır ise o zaman hizmet eksik, tatsız ve güçsüz olacaktır. Yani hizmet yetersiz ve verimsiz olacaktır. Özetleyecek olur isek, her ikisinin bir arya getirilmesi ve uygun bir şekilde uyarlanmaları gerekir. Kitabı yalnızca inceleyen bir kişi, pratik olamaz, yalnızca canı inceleyen bir kişi donanımsız olacaktır. Her ikisini layıkı ile inceleyen kişi ise, İsa Mesih’in iyi bir hizmetkarı olacaktır.

Şimdi biz okuyucumuz için bu ölçüde bir inceleme yapmayı arzu ediyoruz. Ve bu nedenle çıkacağımız yolculukta önümüzde açık duran bu harika kitap aracılığı ile bizler Kitap’ın yalnızca ahlaki güzelliklerine işaret etmek ile ve onun kutsal derslerini açıklamak ile kalmayacağız aynı zamanda bu derslerin okuyucu tarafından ne kadar öğrenildiği ve bu güzelliklerin ne kadar takdir edildiklerini de sorgulayacağız. Okuyucunun buna bir itirazı olmayacağına güveniyoruz ve bu nedenle bu ilk kısmı sona erdirmeden önce okuyucuya bıu konu ile ilgili bir iki soru soracağız.

Sevgili okuyucumuz, öncelikle “soyunu ilan etme” konusunda düşüncelerin netleşti ve kesinleşti mi? Rabbin yanında yer aldığın artık kesin olan bir konu mudur? Senden ricamız bu önemli konuyu çözüme kavuşturmadan rahat etmemendir. Sana daha önce de bu soruyu sormuş idik ve şimdi tekrar soruyoruz. Ruhsal soyunu biliyor musun ve onu ilan edebilir misin ? Bu konu, tanrı savaşçısı için en önemli konudur. Bu konu hakkında düşünceleriniz netleşmediği sürece ruhsal bir savaşa girmeyi düşünmeyin bile! Biz burada, bir insanın bu olmadan kurtulamayacağını söylemiyoruz. Böyle bir düşünceyi aklınıza bile getirmeyin. Söylediğimiz şey yalnızca ruhsal soyunu ilan etmemiş birinin bir savaşçı olarak savaş saflarında yer almasının imkansız olduğudur. Böyle bir kişi gerçek ruhsal soya ait olup olmadığı hakkında kuşkular ve korkular ile dolu olduğu sürece dünya, benlik ve şeytan ile savaşamaz. Bir ruhsal savaşçının herhangi bir gelişme göstermesi ve bir karara varması son derece elzemdir, bu nedenle bizlerin “Ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz ” diyebilmemiz gerekir – “biz Tanrıdan olduğumuzu biliyoruz .”

Bir savaş adamının konuşması gereken uygun dil budur. Güçlü savaş ordusunda yer alan bir savaşçıda kendi soyu hakkında en ufak bir kuşkusu ya da bir kuşku gölgesi yer almaz. Biri bu konu ile ilgili bir soru sorduğu zaman sadece gülümseyecektir. Altı yüz kişiden her biri hangi soydan olduğunu çok iyi biliyor idi ve bu yüzden bulunduğu konumdan haberdar idi. Aynı şey Tanrının savaşçıları için şimdi de geçerlidir. Her üye ilişkisi hakkında en ufak bir kuşkuya yer vermeyen tam bir güvene sahip olmaya ihtiyaç duyar. Aksi takdirde savaşta ayakta kalması mümkün değildir.

Ve şimdi de “standart” konusuna gelelim. Standart nedir? Bir öğretiş midir? Hayır. Teolojik bir sistem midir? Hayır. Kiliseye ait bir yönetim şekli midir? Hayır. Buyruklara, törenlere ya da seremonilere ait bir sistem midir? İlgisi yok. Tanrının savaşçıları böyle bir bayrak altında savaşmazlar. Tanrının savaşçısının standardı nedir? Dinleyelim ve hatırlayalım. Mesih’tir!

Tanrının tek standardı budur ve bu dünya çölünde savaşan savaşçılarında tek standardı budur; kötünün orduları ile savaşa girerler ve Rabbin savaşlarını savaşırlar. Her şey için tek standart Mesih’tir! Bunun dışında bir standarda sahip olmak çağrıldığımız ruhsal çatışma konusunda bizi sadece yetersiz hale getirecektir. Bizlerin Hristiyanlar olarak herhangi bir teoloji sitemi ya da kilise organizasyonu ile ne işimiz olabilir? Bizim değerlendirmelerimiz, düzenlemelerimiz, seremonilerimiz ya da törensel gözlemlerimizin ne önemi olabilir? Bunlar gibi bayraklar altında mı savaşa gideceğiz? Tanrı korusun! Bizim teolojimiz Kutsal Kitap’tır. Bizim Kutsal Ruhun varlığı aracılığı ile oluşmuş olan kilise organizasyonumuz tek Tanrı’dır. Ve göklerdeki diri ve yüceltilmiş Baş ile birleşmiştir. Bundan daha aşağıda olan herhangi bir şeye razı olmak kişinin gerçek bir ruhsal savaşçı olmadığının kanıtıdır.

Çok yazık! Ne kadar yazık! Tanrının kilisesine ait olduklarını iddia eden o kadar çok kişi uygun standardını unutuyor ve kendisini başka bir sancak altında savaşırken buluyor ki! Yanlış sancak altında savaşmak zayıflığın ve yanlış tanıklığın göstergesidir ve ilerlemeye engel olur. Eğer savaş gününde konumumuzda duracak isek, Mesih’ten ve O’nun Sözü’nden başka – diri Söz ve yazılı Söz – hiç bir standardı kabul etmememiz gerekir. Tüm ruhsal düşmanlarımıza karşı sahip olduğumuz güvence işte burada mevcuttur. Mesih’e ne kadar çok yakın olur ve O’na ne kadar çok yapışır isek, o kadar daha çok güçlü ve güvende olacağız. O’na gözlerimizi örten mükemmel örtü olarak sahip olmak – O’na olan yakınlığımızı muhafaza etmek – O’nun tarafında olmak; bu, bizim en büyük ahlaki güvenliğimizdir. “İsrailliler çadırlarını bölükler halinde kuracaklar. Herkes kendi ordugahında, kendi sancağının altında bulunacak. Herkes konakladığı düzende kendi sancağı altında göç edecek.”

Ah! Bu keşke Tanrının kilisesinin tüm orduları arasında gerçekleşebilse! Mesih uğruna her şey bir tarafa bırakılabilse! O yüreklerimiz için yeterli olabilse! Biz O’na ait olduğumuza dair ruhsal soyumuzu ilan ettiğimiz zaman göklerde sonsuzluk boyunca dinleneceğimiz yuvamıza doğru bu dünya çölünde yol alır iken, O’nun adı bu çölde ordugah kurduğumuz “standart” üzerine kazınmış olsun. Değerli okuyucumuz, sizden ricamız sancağınızın üzerinde İsa Mesih’ten başka tek bir çizgi ya da not bulunmasın  -  İsa Mesih adı her adın üzerindedir ve Tanrının sınırsız evreninde O’nun adı sonsuza kadar yüceltilecektir.


1 Okuyucuya bilgi vermemiz gereken bir nokta olabilir; yetenekli pek çok araştırmacı Galatyalılar 5:17 ayetinin son cümlesini şu şekilde yorumlarlar : “Yapacağımız şeyleri yapamayalım diye.” Bu yorumun metnin içeriğindeki ruh ile uyumlu olduğuna kesinlikle inanıyoruz ve her gün İngilizce yazılmış olan değerli Kutsal Kitap’ımızın rakipsiz üstünlüğü konusunda daha çok ikna oluyoruz.

Çölde Sayım 3 - 4

O ıssız ve uğuldayan çölde İsrail ordugahı ne kadar harika bir görüntü arz ediyor idi! Melekler, insanlar ve kötü ruhlar için muhteşem bir görüntü! Tanrının gözü her zaman İsrail ordugahının üzerinde idi. Tanrının varlığı orada idi; O, savaşan halkının ortasında konut kurdu. Konutunun onların arasında olmasını istedi. Tanrı konutunu Mısır’ın Asur’un ya da Babil’in harikalarının arasına kurmayı istemedi. Bu ülkeler doğal göze hiç kuşkusuz çok daha çekici şeyler sunmakta idiler. Bu ülkelerde sanat ve bilim çok ilerlemiş durumda idi. Bu eski ülkeler arasında günümüz insanlarının kabul etmeye pek istekli olmadığı bir gerçek vardır ve o da şudur: bu ülke uygarlıkları iddialı ve şaşırtıcı derecede ileridirler. Çok kibirli iddialar ileri süren bu kişiler arasında rafinelik ve lüks büyük olasılık ile çok yüksek derecede mevcut idi.

Ama hemen şunu hatırlayalım ki, Yehova bu ulusların arasında konut kurmadı. O’nun adı bu uluslara hiç bir zaman açıklanmadı. O’nun yaratıcı gücüne on bin tanıklığın mevcut olduğu doğrudur ve ayrıca bunun da ötesinde Tanrının yöneten ilahi takdiri İsrail halkının üzerinde idi. Tanrı onlara yağmurlar ve verimli mevsimler verdi, yiyecek sağlayarak yüreklerini sevindirdi. O’nun özgür elinden çıkan bereketler ve yararlar gün be gün ve her yıl yarattıklarının üzerine boca edilirler. O’nun yağmurları tarlaları verimli kılar; güneşinin ışıkları ile yüreklerini sevindirir. Ama onlar Tanrı’yı tanımadılar ve O’nun ile ilgilenmediler. Ve O’nun konutu bu ulusların arasında olmadı; Bu uluslardan hiç biri şu sözleri söyleyemedi, “Rab Yehova gücüm ve ezgimdir, O kurtardı beni, O’dur Tanrım. Övgüler sunacağım O’na. O’dur babamın Tanrısı, yücelteceğim O’nu.” (Mısırdan Çıkış 15:2)

Yehova konutunu, kurtardığı halkın kucağında buldu ve bundan başka bir yer istemedi. Tanrının insanlar arasında konut kurabilmesi için gerekli temel kurtuluş idi. Eğer kurtuluş olmasa idi, Tanrının insanlar arasında bulunması kesinlikle insanların yıkımı olur idi. Ama kurtuluşun var olduğu bilindiği için Tanrının varlığı insan için en büyük ayrıcalık ve en yüce görkemdir.

Tanrı İsrail halkının ortasında konut kurdu. Gökyüzünden aşağıya yeryüzüne indi. Bunun nedeni yalnızca halkını Mısır ülkesinden çıkartmak değil idi, Tanrı aynı zamanda çölde yolculuk edecek olan halkına eşlik etmek de istiyor idi. Ne müthiş bir düşünce! Yüceler yücesi olan Tanrı çölün kumlarında konut kuruyor ve kurtardığı halkına en yakın yerde bulunuyor. Gerçekten de tüm dünyada bunun benzeri hiç bir şey olamaz idi. Kadınlar ve çocuklar dışında altı yüz bin erkekten oluşan bir ordu var idi; ıssız bir çölde idiler;  bulundukları yerde tek bir çimen ya da tek bir su damlası yok idi – varoluşa ilişkin göz ile görünür hiç bir kaynak mevcut değildi. Tüm bu insanlar nereden yemek bulacaklardı? Tanrı orada idi! Düzenli bir konum içinde nasıl muhafaza edilmeleri gerekiyor idi? Tanrı orada idi! Hiç bir yolun mevcut olmadığı uğultulu bir çölde nasıl ilerleyecekler idi? Tanrı orada idi!

Tek bir kelime ilse söyleyecek olur isek, Tanrının varlığı her şeyin güvencesi idi. Şimdi imansızlık şöyle diyebilir : “Ne! Üç milyonluk insana havadan yiyecek mi gelecek? Levazım sınıfının sorumlusu kim? Askeri depolar nerede? Ordu donanımı nerede? Kıyafetler ile kim ilgilenecek? Tüm bu soruların yanıtını verebilecek olan yalnızca imandır ve imanın kısa ve kesin yanıtı şudur: “Tanrı orada idi! “ Ve bu yanıt oldukça yeterlidir. Her şeyi bu tek cümle ile kavramak söz konusudur! İman olgusunun aritmetiğinde önemli olan tek figür Tanrıdır ve O’na sahip olmak asıl olandır ve buna istediğiniz sayıda şifre anahtarı ekleyebilirsiniz. Eğer kaynaklarınızın hepsi diri Tanrının içinde ise, o zaman ihtiyacınız bir sorun olmaktan çıkar ve O’nun yeterliliği içinde kendi kendine çözülüverir.

En yüce Olan Tanrı için altı yüz bin savaşçı ne idi ki? Onların eşlerinin ve çocuklarının çeşitli ihtiyaçları Tanrı için ne idi ki? İnsanların gözünde tüm bunlar imkansız gibi görünebilir. İngiltere Habeşistan’a on bin bölük asker göndermiş idi. Şimdi bunun ne büyük bir masrafa ve emeğe yol açtığını bir düşünün. Bu küçük ordu için gerekli olan ulaşım ve diğer ihtiyaçların neden olacağı zahmetleri bir aklınıza getirin. Ama kadınlar ve çocuklar ile birlikte bunun altmış katı daha kalabalık olan bir ordunun büyüklüğünü düşünün. Ve böyle müthiş bir ordunun kırk yıldan fazla bir süre boyunca içinde hiç bir buğday, çimen ya da su kaynağı olmayan “uçsuz bucaksız ve korkunç bir çölde” bir yürüyüşe başladığını düşünün. Bu kişiler nasıl desteklenecekler idi? Yanlarında hiç bir şey yok idi – çevrelerinde yardım alabilecekleri dost uluslar da yok idi. Nasıl yardım görecekler idi? Yol boyunca farklı noktalarda onları karşılayacak ulaşım araçları da mevcut değil idi – özetleyecek olur isek, doğanın kendilerine sağlayabileceği göz ile görünen tek bir yardım kaynağı yok idi.

Tüm bunlar üzerinde düşünmeye değer konulardır. Ama bu konuyu tanrısal varlığa odaklanarak düşünmemiz gerekir. Bu büyük sorunu insan aritmetiği aracılığı ile çözmeye çalışmak için oturup mantık aramak boş bir çaba olur. Hayır, değerli okuyucu; bu büyük sorunu çözebilecek tek şey yalnızca imandır ve bu da yalnızca diri Tanrının Söz’ü aracılığıyla mümkün olabilir. Değerli çözüm ancak buradadır.

Soruna Tanrıyı dahil edin ve o zaman yanıtınızı bulmak için başka hiç bir unsur arzu etmezsiniz. Her şeyi O’na bırakın ve şunu hatırlayın : mantığınız ne kadar güçlü ve aritmetiğiniz ne kadar kuvvetli olur ise, o zaman zihin karmaşanızın o kadar umutsuz olması gerekecektir.

Böylece, sorunu çözenin iman olduğunu gördük. Tanrı, Halkının arasında idi. Lütfunun ve merhametinin tüm doluluğu ile Tanrı orada idi. Halkının ihtiyaçlarını ve yollarındaki güçlükleri gayet iyi bilerek orada idi; bu zorlukları gidermek ve ihtiyaçları karşılamak için her şeye yeten Gücü ve sınırsız kaynakları ile Tanrı orada idi. Ve Tanrı ker konuda olduğu gibi bu konuda da o kadar kusursuz hareket etti ki, Halkının uzun çöl yolculuğunun sonunda onların yüreklerini şu dokunaklı sözleri söyleyebilecek hale getirdi: “Tanrınız Rab el attığınız her işte sizi kutsadı. Bu geniş çölde dolanıp durduğunuz sürece sizi korudu. Tanrınız Rab geçirdiğiniz bu kırk yıl boyunca sizlerle idi ve hiç bir eksiğiniz olmadı .” Ve tekrar başka bir ayet: “ Kırk yıl ne giysileriniz eskidi ne de ayaklarınız şişti.” Yasanın Tekrarı 2:7; Yasanın Tekrarı 8:4

Şimdi, tüm bu konular içinde İsrail ordugahı bir sembol olarak yer alıyor idi – canlı ve çarpıcı bir örnek. Neyin örneği? Bu dünyadan geçmekte olan Tanrının kilisesinin bir örneği. Ayet içeriğinin bu konudaki tanıklığı o kadar kesindir ki herhangi bir hayal gücü egzersizine ne yer bırakır ne de böyle bir şey talep eder. “Bu olaylar başkalarına ders olsun diye onların başına geldi; çağların sonuna ulaşmış olan bizleri uyarmak için yazıya geçirildi.” 1.Korintliler 10:11

Bu yüzden bu harika  görüntüye yoğun bir ilgi ile yaklaşarak daha yakından dikkatle bakabilir ve öğrenmemiz için bize anlatılan değerli dersleri öğrenmeye gayret göstermeliyiz. Ve ah, bu dersler ne kadar da önemlidirler! Bu dersleri tam olarak kim takdim edebilir? Çöldeki o gizemli ordugaha bir bakın, bu ordugah daha önce söylediğimiz gibi savaşçılar, işçiler ve tapınan kişilerden oluşmaktadır. Dünyadaki diğer uluslar ile kıyaslandığı zaman fark ne kadar da büyük! Ne mutlak bir çaresizlik! Ne büyük bir korunmasızlık! Tanrıya olan ne kadar mutlak bir bağımlılık! Hiç bir şeyleri yoktu – hiç bir şey yapamıyorlardı – hiç bir şey bilemiyorlardı! Bir lokma yiyecekleri, bir damla suları yoktu. Ama Tanrının eli bunları her gün onlar için tam zamanında tedarik etti. Gece dinlenmek için durdukları zaman, ertesi gün için en ufak bir tedarik bile yok idi. Ambar yoktu, kiler yoktu, göz ile görünen hiç bir erzak kaynağı yoktu; doğanın sağlayabileceği hiç bir şey yoktu.

Ama Tanrı orada idi. Ve iman için Tanrının varlığı kesinlikle yeterli idi. Tamamen Tanrıya muhtaç durumda idiler . Bu, en büyük gerçekliktir. Doğa, Mısır’ın tahıl ambarlarını özlem dolu bakışlar ile hatırlayabilir ve onlarda elle tutulur ve cisimsel bir şeyler görür. İman ise gökyüzüne bakar ve TÜM kaynaklarını orada görür.

İşte çöldeki ordugahta durum böyle idi ve aynı şey dünyadaki kilise için de geçerlidir. Tanrısal Varlığın kusursuz bir şekilde sağlayamayacağı tek bir ihtiyaç, tek bir beklenmedik durum ve şu ya da bu şekilde tek bir gereksinim yoktur! Sünnetsiz uluslar bu duruma bakar ve hayretler içinde kalırlar. Kör imansızlıklarının şaşkınlığı içinde böyle büyük bir ordunun nasıl besleneceği, nasıl giydirileceği ve düzen içinde nasıl muhafaza edilebileceği hakkında pek çok sorular sorarlar. Bunların nasıl yapılabileceğine dair görecek gözlerinin olmadığı kesindir. Onlar İbranilerin tanrısı Rab Yehova’yı tanımıyorlar idi ve bu nedenle onlara Tanrının halkı için neler yapabileceğini söylemek gereksiz idi, duydukları onlara boş masallar gibi gelecek idi.

Ve şimdi Tanrının bu dünyada gerçekten bir ahlak çölü olarak tanımlanabilecek topluluğu ile ilgilenelim. Bu konuya Tanrının görüş açısı tarafından bakıldığı zaman, bu topluluk dünyadan değildir; dünyadan tamamen ayrılmıştır. İsrail ordugahı nasıl Mısır’dan ayrı ise, bu topluluk da bu dünyadan aynı şekilde tamamen ayrıdır. Kızıl Denizin suları bu ordugah ve Mısır arasında kükrüyorlardı ve Mesih’in ölümünün daha derin ve daha karanlık suları Tanrının Kilisesi ve halihazırdaki bu kötü dünya arasında kükrerler. Ayrı olma konusunu bundan daha iyi bir şekilde kavramak mümkün değildir. Rabbimiz İsa Mesih şöyle der: “Benim bu dünyadan olmadığım gibi onlar da bu dünyadan değiller.” Yuhanna 17.

O zaman söz konusu olan mutlak bağımlılık ise, o zaman bu dünyada Tanrıya Kiliseden daha bağımlı olan ne olabilir? Kilisenin kendi içinde ya da kendine ait hiç bir şeyi yoktur; kurak, ıssız ve uğuldayan bir çölün ortasına konmuştur ve bu çölde yaşamasını sağlayacak hiç bir şey yoktur. Bu dünyanın bulunduğu alanda Tanrının kilisesi için uygun olan ne bir lokma yiyecek ne de bir damla su yoktur.

Aynı konu düşmanca etkilerin tümüne maruz kalma açısından da geçerlidir. Hiç bir şey ondan üstün olamaz. Tek bir dostane etki söz konusu değildir. Her şey kiliseye karşıdır. Kilise bu dünyanın ortasında farklı olan bir mevsime ait egzotik bir bitkiye benzer. Ve hem toprağın hem de atmosferin uygun olmadığı bir alana konmuştur.

Tanrının Kilisesi bu dünyada işte böyledir – ayrılmıştır – bağımsızdır – her şeyi ile diri Tanrıya bağımlı olan, yani kendi başına savunmasız bir durumdadır. Zihnimizde kiliseyi çöldeki ordugahın karşıt bir örneği olarak görmemiz için büyük bir enerji, güç ve netlik ile hesaplamalar yapılır. Ve bu durumu en net şekilde gösteren sözler 1.Korintliler 10:11 ayetlerinde yer alırlar. İsrail ordugahı birebir anlamda ne ise, Kilisenin de ahlaki ve ruhsal açıdan aynı olduğunu hiç çekinmeden beyan edebiliriz. Ve ayrıca bunun da ötesinde İsrail için çöl birebir anlamda ne ise, dünya da ahlaki ve ruhsal açıdan Tanrının kilisesi için aynıdır. Çöl, İsrail için bir keyif yeri değil, bir sıkıntı, zahmet ve tehlike yeri idi. Dünya da aynı şekilde kilisenin keyif yeri değil, zahmet ve tehlike yeridir, ancak Rabbimiz bize yine de bu dünyada “bol yaşam” vaat etmiştir.

Bu gerçeği onun tam ahlaki gücü içinde ölçülendirmek iyidir. Tanrının dünyadaki topluluğu aynı “çöldeki topluluk” gibi tamamen diri Tanrıya bağımlıdır. Tanrısal konum açısından konuştuğumuzu hatırlayalım; yani, kiliseyi Tanrının bakış açısından görüyoruz. Eğer insanın bakış açısından – gerçekte var olan pratik konumunda bakacak olur isek, ne yazık ki farklı bir konumdadır. Biz şimdi yalnızca Tanrının  topluluğunun bu dünyadaki normal, gerçek ve tanrısal düşüncesi ile meşgul olmaktayız.

Ve şu önemli noktanın bir an için dahi akıldan çıkartılmaması gerekir: eskiden çölde nasıl bir topluluğun ordugahının var olduğu gerçek ise şimdi dünyada da Mesih’in bedeni olan Tanrının kilisesinin var olduğu da aynı şekilde gerçektir. Dünya ulusları hiç kuşkusuz bu eski topluluk hakkında çok az bilgiye sahipler idi ve bu topluluk ile fazla ilgilenmiyorlar idi. Ancak onların bu tutumları yaşayan büyük gerçeğin gücünü zayıflatmaz ve bu gerçeğe zarar veremez. Ve böylece şimdi dünya insanları da aynı şekilde Tanrının topluluğu hakkında az şey bilir ve onunla yani, Mesih’in bedeni ile fazla ilgilenmezler, ancak bu hiç bir şekilde bu dünyada Pentikost gününde inen Kutsal Ruh’un gelişinden beri var olan büyük canlı gerçeği etkilemez. Evet, eski topluluğun denemelerden geçtiği, çatışmalar yaşadığı, acılar çektiği, ayartmalar ile karşı karşıya kaldığı, düşmanlar ile mücadele ettiği, içsel karışıklıklar yaşadığı, sayısız ve adları bilinmeyen zorluklar çektiği doğrudur; Tanrı’da var olan çeşitli kaynaklar için feryat ettiler; çünkü bildiğimiz gibi, Musa onların arasında “Yeşurun’daki kral” olarak ve Tanrının gönderdiği bir peygamber olarak bulunuyor idi ve Harun ise kahinlere özgü tüm işlevleri yerine getirmek için topluluğun ortasında idi.

Ama burada adlandırdığımız tüm bu şeylere rağmen – zayıflığa, başarısızlığa, günaha, isyana ve çatışmaya – bu çarpıcı gerçek yine de mevcut idi; insanlar melekler ve kötü ruhlar tarafından dikkate alınmaları gerekli idi; yaklaşık üç milyon kişiden [ genel bir hesaplamaya göre] oluşan bir topluluk çöl boyunca yolculuk ediyor idi ve sonsuz Tanrının görünmeyen koluna tamamen bağımlı olarak yönlendiriliyor ve ihtiyaçları karşılanıyor idi; sonsuz Tanrının gözü bir an bile bu gizemli sembolik ordunun üzerinden ayrılmıyor idi; evet, sonsuz Tanrı onların arasında konut kurdu ve onların tüm imansızlığına, nankörlüğüne ve isyanına rağmen onları asla terk etmedi. Tanrı gece ve gündüz onları desteklemek ve onlara rehberlik etmek, onları korumak ve onlara bakmak için aralarında idi. Onları h er gün gökten inen ekmek ile besledi ve içmeleri için onlara sert kayadan su çıkardı.

Bu, hiç kuşkusuz etkileyici bir gerçek ve engin bir gizem idi. Tanrı çölde, çevredeki uluslardan ayrı kıldığı ve tamamen kendisine ayırdığı bir topluluğa sahip idi. Dünya ulusları bu topluluk hakkında bilgi sahibi değiller idi, onunla ilgilenmiyor ve onunla ilgili hiç bir şey düşünmüyorlar idi. Çölün yiyecek ya da içecek sağlamayacağı ortada idi. Çölde var olanlar yılanlar ve akrepler, tuzaklar ve tehlikeler, kuraklık, kıtlık ve ıssızlık idi. Ama insan mantığını aşan bir şekilde mücadele veren ve yaşamını sürdüren o harika topluluk çölde mevcut idi.

Ve değerli okuyucum, bunun bir örnek olduğunu hatırlayın. Neyin örneği? On sekiz yüz yıldan daha fazla bir zaman boyunca varlığını sürdürmüş olan bir şeyin örneği ve bu şey halen var ve Rabbimiz İsa Mesih’in hali hazırdaki konumundan yükseldiği ve göğe alındığı zaman kadar var olacak olan bir şey! Tek kelime ile söyleyelim: Tanrının dünyadaki kilisesinin bir örneği. Bu gerçeğin farkına varmak ne kadar önemlidir! Ve gözden kaybolmuş olması ne kadar üzücüdür! Bu gerçek şimdi bile ne kadar az anlaşılmaktadır! Ama yine de her Hristiyanın bu gerçeği fark etmek ve onu uygulamalı olarak itiraf etmek için ne kadar ciddi bir sorumluluğu vardır. Bu gerçekten kaçış yoktur. Tam şu anda bu dünyada çöldeki ordugaha karşılık olarak mevcut olan bir şeyin var olduğu doğru mudur? Evet, doğrudur, çöldeki Kilise. Aynı İsrail’in çölden geçmiş olduğu gibi bu dünyadan geçen bir topluluk vardır ve bunun da ötesinde dünya ahlaki ve ruhsal açıdan, çöl eski İsrail’e hem birebir hem de uygulamada neyi ifade ediyor ise, kilise için de aynı şeyi ifade etmektedir. İsrail’in çölde içeceği bir su kaynağı yok idi ve Tanrının Kilisesi de dünyada hiç bir su kaynağı bulmamalıdır. Eğer bulur ise, Rabbe karşı hata işlemiş olur. İsrail çölden değil idi, ama çölden geçiyor idi ve Tanrının kilisesi de dünyadan değildir, ama dünyadan geçmektedir.

Eğer okuyucu bu gerçeği tam olarak algılar ise, o zaman bu gerçek ona Tanrının kilisesinin bir bütün olarak ve Beden’in her bir bireysel üyesi olarak kiliseye ait olan ayrı konumun yerini tam olarak gösterecektir. İsrail ordugahı nasıl çevresinde bulunan çölden ayrı tutuldu ise, kilise de aynı şekilde Tanrının bakış açısından hali hazırdaki dünyadan tamamen ayrı tutulur. Nasıl İsrail ve çöl kumu arasında çok az ortak nokta var ise, kilise ve dünya arasında da aynı şekilde çok az ortak nokta vardır. Dünyanın en parlak çekicilikleri ve büyüleyen güzellikleri Tanrının kilisesi için İsrail’in çölde karşılaştığı yılanlar ve akrepler ve çölün neden olduğu on bin diğer tehlikeye benzerler.

İşte kilise ile ilgili tanrısal düşünce böyledir ve biz şu anda bu düşünce ile ilgileniyoruz. Ancak ne yazık ki, bu düşünce kendisini kilise olarak adlandırandan ne kadar farklıdır. Ama biz şimdi okuyucunun doğru olan üzerinde durmasını arzu ediyoruz. Okuyucunun iman ile kendisini Tanrının duruş noktasına yerleştirmesini ve sonra kiliseye bu bakış açısından bakmasını istiyoruz. Ancak böyle yaptığı takdirde kilisenin ne olduğu ya da bu konu ile ilgili kişisel sorumluluğunun ne olduğu hakkında gerçek düşünceye sahip olabilir. Tanrının dünyada bir kilisesi vardır. Şimdi artık yeryüzünde Kutsal Ruh Tanrı aracılığı ile bir beden vardır ve kilise bu bedenin Başı olan Mesih ile birleşmiştir. Bu kilise- bu beden – Tanrı Oğlu’na gerçekten inanan ve Kutsal Ruh’un varlığına ilişkin büyük gerçek aracılığı ile Mesih ile birleşmiş olan imanlılardan oluşur.

Ve özellikle dikkat etmemiz gereken şey bu konunun yalnızca bir düşünce olayından ibaret olmadığıdır; bu konuya keyfi olarak yaklaşmamız kesinlikle yanlıştır. Bu konu, tanrısal bir gerçektir. Bu konu, biz ister kulak verelim ister vermeyelim büyük bir gerçektir. Kilise var olan bir şeydir ve eğer biz imanlı isek, o zaman kilisenin üyeleriyiz. Bundan kaçınamayız. Bunu bilmezden gelemeyiz. Kutsal Ruh aracılığı ile vaftiz olan bizler kilise ile gerçek bir ilişki içindeyiz. Bu durum bir çocuğun bir ailedeki doğumu kadar gerçek ve olumlu bir durumdur. Doğum gerçekleşmiştir, ilişki biçimlenmiştir ve bize düşen yalnızca bu ilişkinin farkına varmak ve her gün bu farkındalık ile yürümektir. Bir can tekrar doğduğu anda – yukardan doğduğu ve Kutsal Ruh tarafından mühürlendiği anda- Mesih’in bedenine paydaş olur. O andan itibaren artık kendisine tek başına bir birey olarak – bağımsız bir kişi – ayrı bir atom olarak göremez. Nasıl el ya da ayak insan bedeninin bir üyesi ise, o da aynı şekilde bir bedenin üyesi olmuştur. O artık Tanrının Kilisesinin bir üyesidir ve hiç bir şekilde başka herhangi bir şeyin gerçek bir üyesi olamaz. Örneğin, benim kolum nasıl olur da başka bir bedenin üyesi olabilir? Ve böylece aynı ilke ile hareket ederek şu soruyu sorabiliriz: Mesih’in bedeninin bir üyesi nasıl başka bir bedenin üyesi olabilir?

Bu, Tanrının kilisesi ile ilgili ne kadar görkemli bir gerçektir! – Çöldeki ordugahın karşıt örneği, “çöldeki cemaat!” Yönetilmek için ne kadar büyük bir gerçek! Tüm harabeler ve enkazlar, tüm çatışma ve uyumsuzluklar, zihin karışıklığı ve bölünmeler, tarikatlar ve gruplar ortasında Tanrının kilisesi gibi bir gerçek mevcuttur. Bu gerçeğin, gerçeklerin en değerlisi olduğu kesindir. Ama yalnızca en değerli gerçek olmak ile kalmaz, aynı zamanda en pratik ve en gelişme eğilimi olan gerçektir. Biz dünyadaki bu kiliseyi iman aracılığı ile fark etmek zorundayız; İsrail ise bu gerçeği çöldeki ordugahı gözleri ile gördüğü için fark etmek zorunda idi. Bir ordugah ve bir cemaat vardı ve gerçek bir İsrailli bunlara ait idi; tek bir Kilise vardır- tek beden – ve gerçek imanlı bu bedene aittir.

Şimdi bu bedenin nasıl düzenlendiğine bakalım; yazılmış olduğu gibi, Kutsal Ruh tarafından. “Hepimiz bir beden olmak üzere aynı Ruh’ta vaftiz edildik. “ 1.Korintliler 12:13. Bu beden nasıl elde edilir? Yazılmış olduğu gibi, diri Başı aracılığı ile, Ruh aracılığı ile ve söz aracılığı ile; “Hiç kimse hiç bir zaman kendi bedeninden nefret etmemiştir. Tersine, onu besler ve kayırır. Tıpkı Mesih’in kiliseyi besleyip kayırdığı gibi.” Efesliler 5:29.  Bu yeterli değil midir? Rab Mesih yeterli, değil midir? Kutsal Ruh yeterli değil midir? İsa Mesih’in adında var olan pek çok erdemden daha fazlasını mı istiyoruz? Tanrının kilisesinin büyümesi ve korunması için sonsuz Ruh’un armağanları yeterince etkin değil midirler? Kilisenin ihtiyaç duyabileceği mümkün olan her şeyi kilisedeki Tanrı varlığına ilişkin gerçek garanti etmez mi? Tanrı “her saatin ihtiyacını” karşılamak için yeterli değil midir? İman bu soruya “evet” der ve bu evet”i vurgulayarak ve kararlılıkla söyler – Evet! İmansızlık ve insan mantığı ise, “Hayır!” der, “aynı zamanda başka bir çok şey daha isteriz.” Bizim böyle bir durumda vereceğimiz kısa karşılık ne olmalıdır? Çok basit: şu, “Eğer Tanrı yeterli değil ise, o zaman kime gideceğimizi bilmiyoruz. Eğer İsa’nın adı yeterli değil ise, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Eğer Kutsal Ruh paylaşım, hizmet ve tapınmadaki ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılayamıyor ise, o zaman ne söyleyeceğimizi bilmeyiz.”

Ancak yine de şöyle diyenler olabilir: “Durumlar artık elçilerin yaşadıkları dönemde olduğu gibi değildirler. İman ikrarında bulunan kilise başarısızlığa uğramıştır; Pentikost ile ilgili armağanlar sona ermiştir. Kilisenin ilk sevgisinin iyi ve refah günleri bitmiştir ve bu nedenle kiliselerimizin organizasyonu ve korunması için en iyi araçları uyarlamak zorundayız.” Tüm bu sözlere yanıtımız şudur: Tanrı başarısızlığa uğramamıştır. Kilisenin Başı olan Mesih başarısızlığa uğramamıştır. Kutsal Ruh başarısızlığa uğramamıştır. Tanrının Sözündeki tek bir nokta dahi başarısızlığa uğramamıştır.” İşte imanın gerçek temeli budur. “İsa Mesih dün, bu gün ve sonsuza dek aynıdır.” O, “Sizinle birlikteyim” demiştir. Ne kadar zaman için? İlk sevginin günleri boyunca mı? Elçilerin var olduğu süre boyunca mı? Kilise sadık kalmaya devam ettiği sürece mi? Hayır; O, “Ben, dünyanın sonuna kadar sizinle birlikteyim” demiştir. Matta 28. Tüm Kutsal Yazılar’da kilise hakkında ilk söz söylendiği andan bahsedildiği zaman, aklımıza hemen şu sözler gelir: “Ben kilisemi bu Kaya’nın (diri Tanrının oğlu) üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek.” Matta 16.

Şimdi mesele şudur: “Bu kilise şu anda yeryüzünde midir?” Kesinlikle evet, yeryüzündedir. Nasıl eski zamanda çölde bir ordugah mevcut idi ise, şimdi de aynı şekilde bu yeryüzünde bir kilisenin mevcut olduğu gerçektir. Evet ve Tanrı nasıl o ordugahtaki ihtiyacı karşılamak için orada idi ise, şimdi de aynı şekilde kiliseye her konuda düzen vermek ve rehberlik etmek için de kilisenin içindedir: “Siz de Ruh aracılığı ile Tanrının konutu olmak üzere hep birlikte Mesih’te inşa ediliyorsunuz.” Efesliler 2:22. Tüm bunlar fazlası ile yeterlidir. Yapmamız gereken tek şey bu büyük gerçekliğe basit bir iman aracılığı ile sahip çıkmaktır. İsa’nın adı canın kurtuluşu için olduğu gibi Tanrının kilisesinin tüm ihtiyaçlarını karşılamak için de yeterlidir. Biri nasıl gerçek ise, diğeri de aynı şekilde gerçektir. “Nerede iki ya da üç kişi benim adım ile toplanır ise ben de orada, aralarındayım.” Matta 18:20. Bu sözlerin gerçekliği sona mı ermiştir? Eğer sona ermedi ise, Mesih’in varlığı kilisesi için yeterli değil midir? Kilise ile ilgili konularda kendimiz için plan yapmak ya da çalışmak amacı ile hazırlığa ihtiyacımız mı vardır? Canımızın kurtuluşu konusunda hiç bir şey yapamayız. Günahkar bir kişiye ne söyleriz? Mesih’e güven! Az ya da çok sayıdan oluşan bir imanlılar topluluğunda ne söyleriz? Mesih’e güven! O’nun başaramayacağı herhangi bir şey var mıdır? “O’nun için zor olan bir şey var mıdır?” O’nun armağan ve lütuf hazinesi tükenmiş midir? O hizmet için gerekli armağanları sağlayamaz mı? O, müjdecileri, çobanları ve öğretmenleri donatamaz mı? Kilisesinin çöldeki her çeşit tüm ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetmez mi? Eğer gücü yetmiyor ise o zaman biz neredeyiz ve ne yapacağız? Yardımımız nereden gelecek? Eski topluluk ne yapmak zorunda kalmış idi? Yehova’ya bakmak zorunda kalmış idi. Her ihtiyaç için mi? Evet, her şey için! Yiyecek, su, giysi, rehberlik, koruma ve her şey için. Tüm kaynakları O’nda idi. Bizim başka birine mi dönmemiz gerekiyor? Asla! Rabbimiz İsa Mesih bizim tüm başarısızlık ve zavallılığımıza, günahımıza ve sadakatsizliğimize rağmen tamamen yeterlidir. Rab İsa kutlu Yardımcı (Paraclete) Kutsal Ruh’u Halkı ile yaşaması ve Halkının içinde konut kurması – onları tek bir beden haline getirip göklerdeki diri Baş’ları ile birleştirmek - için aşağıya göndermiştir. Kutsal Ruh birliğin, paydaşlığın, hizmetin ve tapınmanın gücüdür. O bizi terk etmemiştir ve asla terk etmeyecektir. Yalnızca O’na güvenelim; O’ndan yararlanalım ve harekete geçmesi için O’na yer verelim. O’nun ateşini söndürecek, O’na engel olacak ya da O’nu üzecek her şeye karşı özenli bir şekilde dikkatli olalım. O’nu topluluktaki Kendi uygun yeri içinde kabul edelim ve her konuda ona teslim olalım, rehberliğine ve yetkisine boyun eğelim.

Kanaatimiz şu ki, gücün ve bereketin gerçek sırrı burada bulunmaktadır. Mahvolmuşluğumuzu inkar mı ediyoruz? Nasıl edelim? Bu durum gereğinden fazla aşikar bir şekilde orta yerdedir ve inkar edilmesi kabul edilmez şekilde parlayan bir gerçektir. Mahvolmuşluğa –ahmaklığa ve günaha -paydaşlığımızı inkar mı etmek istiyoruz? Tanrı kurtulmamız için farkına varmamız gereken tüm bu şeyleri daha derin hissetmemizi istemez mi? Ama biz Rabbin bizim ahmaklık ve sefilliğimiz gidermek için sunduğu lütfunu ve gücünü inkar ederek gücümüze ekleme mi yapacağız? Diri suların kaynağı olan Rabbi terk edip kendimize su tutmayan çatlak sarnıçlar mı yontacak, onlara şekil mi vereceğiz? Çağların Kayasına sırt çevirip kendi elimizin işi olan çatlak sarnıçlara mı güveneceğiz? Tanrı korusun! Yüreklerimizin dili İsa’nın adını düşünerek konuşmalıdır.

“Kurtuluş, acımın şifası ve
İhtiyaçlarımın karşılanması O’nun adında bulunur.
Her yarayı iyileştirecek merhem ve
İsteyebileceğim her şey O’nun adındadır.”

Ama okuyucumuz kilise örgütüne ait haksız isteklere en ufak bir prim dahi vermek istemediğimiz bilmelidir. Böyle bir şeyden kesinlikle tiksiniriz. Bu durumu kesinlikle mümkün olmayacak bir şey olarak görürüz. Böyle bir durumun fazlası ile alçak bir durum olduğuna inanırız. Ancak alçak bir konum ve alçalmış bir ruh bize günahımızı ve utancımızı fark ettirebilir. Korunmasını istediğimiz tek şey şudur: İsa’nın adıyla Tanrının kilisesinin her dönemde ve her koşulda yeterli olduğunun bilinmesidir. Elçilerin yaşadıkları dönemde o ad tüm güce sahip idi ve şimdi neden aynı şekilde bu güç devam etmesin? Bu en görkemli ad herhangi bir değişikliğe mi uğramıştır? Hayır, Tanrı’ya övgüler olsun ki hayır! O zaman O’nun adı şu anda bizim için de yeterlidir ve istediğimiz tek şey, bu ada tam olarak güvenmek ve bu eşsiz ve değerli ada cesur bir kararlılık ile başka hiç bir şeye güvenmeden güvenmektir. Adına övgüler olsun ki, O en küçük bir topluluk için bile aşağı inmiş ve şöyle demiştir: “Nerede iki ya da üç kişi toplanır ise, ben orada aralarındayım.” Bu sözler bu gün için de geçerli midir? Yoksa gücünü kaybetmiş midir? Artık uygulanabilir değil midir? Bu sözlerin iptal edildiğini hangi ayette okuruz?

Ah, imanlı okuyucu, size sesleniyorum, yüreğinizde taşıdığınız bu adın kanıtının kaynağı sonsuz gerçeğe bağlıdır, yani: Rab İsa Mesih’in Tanrının topluluğu için geçerli olan her şeye yeterli olan adı, tarihin her zamanı için mümkün olan her koşulda aynı güce sahiptir . 2 Size bu konuya yalnızca gerçek bir teori olduğu için seslenmiyoruz değerli okuyucu, bu adın yeterliliğini uygulamalı olarak kabul etmeniz ve sonra içerden olduğu gibi dışardan da İsa’nın varlığının derin bereketini hissetmeniz için seslendik. Bu bereketin bilinmesi için mutlaka tadılması gerekir, ama eğer bir kez bu bereket geçekten tadılır ise, asla unutulamaz ve yerine başka bir şey konulamaz.

Ama önümüzde açık olan kitabımızın giriş kısmına aslında böyle uzun bir açıklama yapmak gibi bir niyetimiz yok idi, şimdi okuyucumuzu belirli bir konu üzerinde dikkatli olmaya davet edeceğiz.

“Çöldeki topluluğa” (Elçilerin İşleri) dikkatli bir şekilde baktığımız zaman, bu topluluğun üç farklı gruptan oluştuğunu görürüz. Yani, savaşçılar, işçiler ve tapınanlar. Bu grupların ilki olan savaşçılara daha önce baktık ve her birinin “soyu” ile uyumlu olarak “standardına” uygun olan konumu aldığını ve Yehova’nın buyruklarını yerine getirdiklerini gördük. Ve şimdi kısa bir süre ikinci grup üzerinde duracağız ve aynı buyruğa göre kendilerine verilmiş olan işlerine ve hizmetlerine tek tek bakacağız. Savaşçıları gözden geçirdik, şimdi işçiler üzerinde dikkatimizi yoğunlaştıracağız.

Levililer tüm diğer oymaklardan farklı bir şekilde ayrı idiler ve çok özel bir konuma ve hizmete çağrılmışlar idi. Bu nedenle onlar hakkında şu sözleri okuruz: “Ne var ki, Levi oymağından olanlar öbürleri ile birlikte sayılmadı. Çünkü Rab Musa’ya şöyle demiş idi: ‘Ancak Levi oymağını sayma, öbür İsrailliler arasında yaptığın sayıma onları katma. Levilileri Levha sandığının bulunduğu konuttan, eşyalardan ve konuta ait her şeyden sorumlu kıl. Konutu ve bütün eşyalarını onlar taşısın. Konutun bakımını onlar yapsın ve çevresinde ordugah kursun. Konut taşınırken onu Levililer toplayacak; konaklanacağı zaman da onlar kuracak. Leviililer dışında konuta yaklaşan ölüm cezasına çarptırılacak. İsrailliler çadırlarını bölükler halinde kuracaklar. Herkes kendi ordugahında, kendi sancağının altında bulunacak. Ancak İsrail topluluğunun gazabıma uğramaması için Levililer Levha sandığının bulunduğu konutun çevresinde konaklayacak ve konuta bekçilik edecekler.” Çölde Sayım 1: 47-53) Ve sonra tekrar şu ifadeyi okuruz: “Rabbin Musa’ya verdiği buyruk uyarınca Levililer öbür İsrailliler ile birlikte sayılmadılar.” Çölde Sayım 2:33.

Ama neden Levililer ? Bu oymağa neden özellikle diğer oymaklardan farklı davranıldı ve böylesine kutsal ve değerli bir hizmet için Levililer çağrıldı? Levililer böyle özel bir davranışa neden mazur kaldılar? Onlarda özel bir kutsallık ya da iyilik mi mevcut idi? Şu sözlerde de göreceğimiz gibi ne doğaları ne de davranışları açısından diğerlerinden farklı bir oymak değildiler:” Şimon ileLevi kardeştirler, kılıçları şiddet kusar. Gizli tasarılarına ortak olmam, toplantılarına katılmam. Çünkü öfkelendikleri zaman adam öldürdüler. Canları isteyince sığırları sakatladılar. Lanet olsun öfkelerine, çünkü şiddetlidir. Lanet olsun gazaplarına, çünkü zalimcedir. Onları Yakup’ta bölecek ve İsrail’de dağıtacağım.” Yaratılış 49:5-7. Levililerin doğası ve davranışları işte böyle idi – bencil, vahşi ve zalim. Böyle bir oymağı diğerlerinden özel tutarak böylesine yüksek ve kutsal bir ayrıcalık konumuna getirmek çok dikkat çekici bir durumdur! Elbette ilk baştan en sona kadar onlara lütuf uygulandığını söyleyebiliriz. En kötü durumlarda uygulanan lütfun şekli işte böyledir. Lütuf derinliklerin en dibine kadar alçalır ve en parlak zaferlerini bu şekilde elde eder. “Mesih İsa günahkarları kurtarmak için dünyaya geldi” sözü güvenilir ve her bakımdan kabule layık bir sözdür. Günahkarların en kötüsü benim.” 1.Timoteos 1:15. “Bütün kutsalların en değersizi idim. Yine de Mesih’in akıl almaz zenginliğini uluslara müjdeleme ve her şeyi yaratan Tanrı’da öncesizlikten beri gizli tutulan sırrın nasıl düzenlendiğini bütün insanlara açıklama ayrıcalığı bana verildi.” Efesliler 3:8-9. 6.

Ama şu ifade ne kadar da çarpıcıdır: “Ey canım, sen kötülerin topluluğuna karışma ve onlarla birleşme. “ Tanrı’nın gözleri kötüye bakamayacak kadar saftır ve günaha bakamaz. Tanrı Levili’nin sırrına dahil olamaz ya da onun topluluğuna karışamaz idi. Böyle bir şey imkansızdı. Tanrının öz irade, şiddet ve zulüm ile hiç bir ilgisi olamaz idi. Ama Tanrı yine de Leviliyi Kendi sırrına dahil etti ve O’nu topluluğu ile birleştirdi. Leviliyi zulümün hakim olduğu konutundan dışarı çıkardı ve kutsal araçların ve kapların bulunduğu tapınakta görev yapması için ona imkan verdi. Bu davranışı lütuf idi – özgür ve egemen lütuf ve Levilinin tüm bereketlenmiş ve yüceltilmiş hizmetinin temeli işte bu lütuf sayesinde gerçekleşir. Levilinin ve kutsal bir Tanrının arasında ölçülmesi mümkün olmayan bir uzaklık var idi ve bu uzaklığı hiç bir insan özelliği ya da gücü kapatamaz idi. Kutsal bir Tanrının öz irade, şiddet ve zulüm ile hiç bir şekilde ilgisi olamaz idi. Ama bir lütuf Tanrısının bir Levi ile işi olabilir idi.  Tanrı böyle birini egemen lütfu ile ziyaret edebildi ve onu ahlak düşüklüğünün derinliklerinden yukarı yükseltti ve Kendisine yakın bir konuma getirdi.

Ah, Levilinin doğal konumu ve lütuf sayesindeki konumu arasında ne kadar da harika bir zıtlık! Zalim davranışların ve kutsal yerdeki kapların arasındaki ne büyük zıtlık! Yaratılış 34.bölümde söz edilen Levili ve Çölde sayım 3 ve 4. Bölümlerdeki Levili arasında ne kadar da büyük bir fark görmekteyiz. Ama şimdi gelin tanrının Levili’ye olan davranışına bakalım ve onu böyle bir bereket yerinin üstüne nasıl yerleştirdiğini görelim. Bunu yapar ike Çölde Sayım 8. Bölüme bakmaya ihtiyaç duyacağız ve bu bölümde tüm konunun sırrına vakıf olmamız sağlanacak. Göreceğimiz şey şudur: Levili’ye ait olan herhangi bir şey için izin yok idi ve olamaz idi; onun hiç bir yolunda kutsallık yok idi ve ve tek mevcut olan şey lütfun en mükemmel şekilde gösterilişi idi: doğruluk aracılığı ile egemen olan lütuf. Burada lütfun türünden ve öneminden söz ediyoruz. Bunu daha önceden işaret edilmiş olan şu ifadeyi göz önüne alarak yapıyoruz. “Şimdi tüm bunların hepsi onlara örnek olsun diye başlarına geldi.” Konu, Levililerin tüm bu şeyler aracılığı ile ne kadar uzağı gördükleri konusu değildir. Mesel, kesinlikle bu değildir. Sormamız gereken soru, “Levililer Tanrının kendilerine olan davranışlarında ne gördüler?” sorusu değildir; ama “bundan ne öğrenmemiz gerekir?” sorusudur.

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Levilileri İsraillilerin arasından ayırıp arındır. Onları arındırmak için şöyle yapacaksın: Günahtan arındırma suyunu üzerlerine serp; bedenlerindeki tüm kıllarını traş etmelerini ve giysilerini yıkamalarını sağla. Böylece arınmış olurlar.” Çölde Sayım 8:5-7.

Burada örnek olarak tek tanrısal temizlik ilkesini görürüz. Bu ilke, doğaya ve doğanın tüm alışkanlıklarına ölüm uygulamaktır. Tanrının sözünün yaşayan ve diri bir şekilde yürek ve vicdanda etkili olması gerekir. Yukardaki bölümde sunulan çifte eylemden daha etkileyici hiç bir şey olamaz. Musanın aklayan suyu onların üstüne serpmesi gerekiyor idi ve sonra hepsi tümsaçlarını traş etmeli ve giysilerini yıkamalıydılar. Burada çok yüce bir güzellik ve özen söz konusudur. Tanrının taleplerini temsil eden Musa Levilileri bu taleplere uygun olarak temizler. Ve onlar temizlenmiş olarak doğal olarak büyüyen tüm kıllarını traş edebilir ve giysilerini yıkayabilirler; tüm bunların ifade ettiği şey uygulamada şudur: alışkanlıklarını Tanrının sözüne uygun olarak temizlemek. Tanrı bu şekilde, Levilinin doğal konumu olan öz irade, şiddet ve zulmün icabına bakıyor idi. Saf su ve keskin traş bıçağı harekete geçmeye çağrılıyorlar idi. Yıkanma ve traş olma sürekli olan eylemler idi, öyle ki Levili kutsal yerin kaplarına yaklaşabilmek için uygun olabilsin.

Tüm bunlar her durum için geçerli idiler. Tanrının işçileri arasında doğal olan hiç bir şey yok idi, Tanrı izin vermez idi. Tanrının hizmetinde doğaya özgü eylemleri sıralama girişimi kadar ölümcül bir hata asla mevcut olmamıştır. Mesele insan çabasını nasıl geliştirmek ya da nasıl düzenlemek meselesi değildir. Önemli olan doğanın gelişmesideğil ölümünün gerçekleşmesidir. Okuyucu için uygulanması gereken bu önemli gerçeğin net ve güçlü bir şekilde kavranmasıdır. İnsanoğlu denge konusunda ölçülmüş ve talepkar bulunmuştur. İnsana bu konuda bir dengeleme uygulanmıştır ve insan çarpık bulunmuştur. Reform ya da yenilenme peşinden gitmek gibi bir şey söz konusu olamaz, mümkün değildir. Sudan ve traş bıçağından başka hiç bir şey kurtuluş getirmeyecektir. Tanrı, insan tarihini kapatmıştır. İnsan tarihini Mesih’in ölümü ile sona erdirmiştir. Kutsal ruhun insan vicdanı üzerinde baskı yaptığı ilk büyük gerçek şudur: Tanrı insan doğası üzerindeki haklı hükmünü vermiştir. Ve her bir insan bu hükmü kendisi için kabul etmelidir. Bu bir düşünce ya da duygu meselesi değildir. Bir kişi şöyle diyebilir, “Bana söylendiği kadar kötü olduğumu görmüyorum ya da hissetmiyorum. Bu sözlere yanıtımız şu olacaktır: Bu gerçeği ya da konuyu hiç bir şekilde etkilemez. Tanrı bizimle ilgili yargısını beyan etmiştir ve insanın ilk görevi bunu kabul etmek ve buna boyun eğmektir. Bir Levilinin Tanrının kendisi ile ilgili söylediği sözü kabul etmemesi bu Leviliye ne yarar sağlayacaktır? Bu, kendisi hakkındaki meselenin gerçekliğini değiştirecek mi ya da değiştirebilir mi? Hiç bir şekilde değiştiremez! Levili bunu hissetse de hissetmese de tanrısal gerçek aynı şekilde kalır. Ama şurası kesindir ki, bilgelik yolundaki ilk adım, bu gerçeğin ağırlığı altında eğilmektir.

Tüm bu gerçekler, “su” ve “traş” ve “yıkanma” ve “traş olma” eylemlerinde örnek olarak ifade edilir. Bundan daha önemli ya da etkileyici hiç bir şey olamaz. Bu eylemler insan doğasının üzerine inen ciddi ölüm hükmünü ortaya koyarlar. Ve bu insan doğasının üretmiş olduğu yargının infazını onaylarlar.

Ve şimdi de izninizle şunu soralım: Hristiyanlığın ilk eyleminin anlamı nedir? Vaftiz eylemi mi? Bu eylem, düşmüş doğa olan “eski yaratığın” tamamen bir kenarda kaldığı ve bizim tamamıyla yepyeni bir konuma getirildiğimizi ifade eden kutlu gerçeği ortaya koymaz mı? Gerçekten de öyledir. Ve o zaman traş bıçağını nasıl kullanmalıyız? Her gün katı bir yargı aracılığı ile; doğanın büyümesine ait olan her şeyin katı reddedişi aracılığı ile mi? Tanrının çöldeki tüm yolcuları için izlenecek olan gerçek yol budur. Yaratılış 34. Bölümde Levi’nin Şehem’e olan davranışına baktığımız ve Yaratılış 49. Bölümde onunla ilgili kayda göz attığımız zaman, şu soru aklımıza gelebilir: Nasıl olur da böyle birine kutsal yerdeki kapları taşıma görevi için izin verilir? Yanıt şudur. Levilinin göreve çağrılışında parlayan, lütuftur. Ve Levilinin temizlenişinde de kutsallık parlamaktadır. Levili bu göreve tanrısal lütfun zenginlikleri ile uyumlu bir şekilde çağrıldı, ama görev için uygun hale getirilmesi tanrısal kutsallığın taleplerine uygun şekilde gerçekleşti.

Böylece aynı şeyin Tanrının tüm işçileri için geçerli olması gerektiğini görüyoruz. Ancak doğa çarmıhın altına getirildiği ve öz yargının keskin traş bıçağı kullanıldığı zaman, Tanrının verdiği görev için uygun hale geldiğimizden tam emin olduğumuz zamandır. Öz irade Tanrının görevinde asla yer alamaz. Hayır! Eğer gerçek hizmetin ne olduğunu bilmek istiyor isek öz iradenin bir kenara atılması şarttır. Ama ne yazık ki, öz irade mevcuttur! Eğer tanrısal varlığın ışığı altında yargılanır ise, öz iradenin hizmete geçen büyük bir kısmı göz ile görülecektir ama hizmetin ürünü huzursuz bir iradenin ürünü olacaktır. Bu konu çok ciddi bir konudur ve bizden çok gayretli bir dikkat talep eder. Bu konuda üzerimizde gereğinden fazla bir sansür uygulayamayız. Yürek o kadar aldatıcıdır ki, aslında gerçekte yalnızca kendimizi hoşnut ettiğimiz halde Rabbin işini yapmakta olduğumuz gibi hayali bir düşünceye yönlendirilebiliriz. Ama eğer gerçek hizmetimizin yoluna girecek olur isek, o zaman giderek daha çok Adem doğasından ayrılmayı arzu etmek zorunda kalırız. Öz iradesi ile hareket eden Levili yıkanma ve traş olmanın örnek sürecinden geçmek zorundadır, öyle ki, İsrail Tanrısının doğrudan ataması aracılığı ile bu yüce hizmette yer alabilsin.

Ama Levililerin görev ve hizmetlerini detaylı bir şekilde incelemeye geçmeden önce, Mısırdan Çıkış 32. Bölümdeki bir olaya kısa bir an için bakmalıyız. Bu bölümde Levililer çok önemli ve çok dikkat çeken bir şekilde hareket ederler. Okuyucunun hemen algılamış olduğu gibi altın buzağıdan söz edeceğiz. Musanın yokluğu sırasında halk Tanrıya bakışını ve O’nun taleplerini öylesine unutmuştu ki, altından eritilerek yapılan buzağının önünde yere kapandılar. Bu korkunç eylemleri hemen şu kısa yargıyı getirdi: “Musa halkın başı boş hale geldiğini gördü. Çünkü Harun onları dizginlememiş ve düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu. Musa ordugahın girişinde durdu. ‘Rab’den yana olanlar yanıma gelsin’ dedi. Bütün Levililer çevresine toplandı. Musa şöyle dedi: “İsrail’in Tanrısı Rab diyor ki, ‘Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu ve yakınını öldürsün.’ Levililer Musanın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü. Musa, ‘Bu gün kendinizi Rabbe adamış oldunuz’ dedi. Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için bu gün Rab sizi kutsadı.”  Mısır’dan Çıkış 32:25-29.

Bu olay halkı test eden bir durumu yansıtmaktadır. Bu büyük mesele ile vicdan ve yürek baskı altına alındığı zaman, zaten bundan farklı bir durum gelişemez. “Kim Rab’den yana?” Bundan daha çok yürek araştıran bir soru sorulamaz idi. Sor, “Çalışmak için kim istekli?” değil idi. Hayır! Soru, bundan çok daha derin ve daha araştırıcı bir soru idi. Soru, kimin nereye gideceği ya da ne yapacağı ile ilgili değil idi. Yapmak ve gitmek arasında çok büyük bir fark olabilir ve tüm bu süreç içinde kırılmamış bir irade dindar doğaya tabi olarak hareket ederek kişinin kendisini ve diğerlerini kandırmaya eğilimli bir bağımlılık ve dindarlık görüntüsü ortaya koyar.

Ama “Rab’den yana olmak” kişinin iradesinin teslim edilmiş olduğunu ima eder. Evet, kişi kendisini teslim etmiştir ve bu teslimiyet gerçek hizmetkar – gerçek işçi -için elzemdir. Tarsuslu Saul şu soruyu sorduğu zaman bu konumda idi: “Rab, ne yapmamı istiyorsun?” Tanrının kilisesine şiddet ve vahşet ile zulmeden bir öz iradenin ifadesinde yer alan ne önemli sözler!

“Rab’den yana olan kim?” Değerli okuyucu, sen Rab’den yana mısın? Bir araştırma yap ve anla! Kendini yakından incele. Meselenin “ne yaptığın ile” hiç bir ilgisi olmadığını hatırla. Hayır, mesele bundan daha derin bir meseledir. Eğer Rab’den yana isen, o zaman her şey için hazırsın demektir. Sakin durarak beklemeye ya da ileri hareket etmeye hazırsındır. Sağa ya da sola gitmeye, aktif olmaya ya da sakin olmaya, ayaklarının üzerinde durmaya ya da sırt üstü yatmaya hazırsın demektir. Asıl önemli olan nokta budur, yani, kendini bir başkasının taleplerine teslim etmek ve bu bir başkası Rab İsa’dır.

Bu düşünce, yoğun bir düşüncedir. Gerçekten de bu araştırıcı soru olan “Rab’den yana olan kimdir?” sorusu hali hazırdaki en önemli sorudur; bundan daha önemli bir soru yoktur. Bizler, öz iradenin yoğun bir şekilde yaşandığı günlerdeyiz. İnsanoğlu, özgürlüğü ile kendini yüceltmektedir. Ve bu durum özellikle dini konularda çok öne çıkar. Durum aynı, Mısırdan Çıkışın otuz ikinci bölümünde yer alan İsrail ordugahındaki altın buzağı günlerinde olduğu gibidir. Musa ortalarda yoktu ve insan iradesi çalışıyordu ve tehlikeli araç harekete geçmeye çağrılmış idi.

Ve tüm bunların sonucu ne oldu? Altın buzağı ve Musa geri döndüğü zaman, halkı putperestlik ve çıplaklık içinde buldu ve sonra da ciddi ve test eden soru soruldu: “Rab’den yana olan kimdir?” Bu durum olayı bir mesele haline getirdi ya da halkı denenmeye koydu. Aynı bilgelik bu gün için de geçerlidir. İnsan iradesi her zaman aynıdır ve bu durum din konuları için de geçerlidir. İnsan, kendi ışığı ile, kendi iradesinin özgürlüğü ile ve kendi yargısının bağımsızlığı ile övünür. Burada Mesih’in Rab’liğinin inkar edilmesi söz konusudur ve bu nedenle bu konuya iyi bakmamız ve gerçekten kendimize karşı olarak Rabbin yanında yer almaya bakmalıyız. Öyle ki O’nun yetkisine sade bir boyun eğiş ile karşılık verebilelim. O zaman karakterimizin ve hizmetimizin miktarı ile meşgul olmayız ve Rabbin isteğini yerine getirmek bizim için en önemli konu haline gelir.

Şimdi, Rabbin yetkisi altında bu şekilde hareket etmek, eylem alanımızı sık sık dar bir görüntü haline getirebilir. Ama bunu değiştirmek elimizden gelmemelidir. Eğer bir efendi hizmetkarına, koridorda durmasını ve kendisi zili çalana kadar hiç hareket etmemesini söyler ise, hizmetkarın yapacağı şey nedir? Kesinlikle hareket etmeden durmak; diğer hizmetkar arkadaşları onun bu konumunu ya da davranışını hatalı bulur ve onu bir işe yaramamazlık ile suçlasalar bile bu hizmetkar efendisinin kendisini onayladığını ve haklı bulduğunu bilerek huzur içinde dinlenebilir. Bu durum yüreği içten olan her hizmetkar için geçerlidir; Rabbinin isteğini yerine getirmek için arzu duyan böyle bir hizmetkar için hareketsiz durmak asla büyük bir olay değildir. O zaman altın buzağı dönemindeki İsrail ordugahı ve insan iradesinin hüküm sürmeye devam ettiği günümüzdeki kilise için sorulacak soru aynıdır:” Rab’den yana olan kimdir?” Çok önemli bir soru! Soruda dinden yana olanların, hayırseverlik ya da din ve ahlak reformundan yana olanların kim oldukları sorulmaz! Bu konulardan yana olanların sayıları çok olsa da irade yine de tamamen kırılacaktır. Şunu unutmayalım: bu gerçeğin sürekli olarak aklımızda kalması gerekir. Hayırseverliğin, dindarlığın ve ahlak reformunun çeşitli planlarını sağlamakta çok gayretli olabiliriz, ama bunu yapar iken, öz irademizi besleyerek her zaman kendimize hizmet etmiş oluruz. Bu, çok ciddi ve önemli bir gözlemdir. Ve bizim bu önemli öğüde kulak asmamız gerekir. Şu anda insan iradesinin gayretli bir şekilde şımartıldığı bir andan geçmekteyiz. Kesin olarak inanıyoruz ki, bu kötülüğün gerçek çözümü şu önemli sorunun içinde gizlenmiş olarak bulunacaktır. “Rab’den yana olan kimdir?” Bu sorunun içinde yoğun bir pratik güç mevcuttur. Gerçekten Rab’den yana olmak, O’nun her ne olur ise olsun bizi çağırmaya uygun gördüğü her şey için hazır olmak demektir. Eğer sahici bir gerçeklik ile can, “Rab, ne yapmamı istiyorsun?” sorusunu sorma noktasına getirilir ise ve “Konuş Rab, çünkü hizmetkarın dinliyor” yanıtı alınıyor ise o zaman her şey için hazırız demektir. Bu nedenle Levililerin durumunda onlar, “öz kardeşlerini, öz oğullarını ve komşularını öldürmeye” çağrıldılar. Bu et ve kan için yapacağı korkunç bir iş idi. Ama bulundukları an bunu talep ediyor idi. Tanrının talepleri açık ve ağır bir şekilde saygısızlığa uğratılmış idi. İnsan gücü işe girişmiş ve altın bir buzağı yapılmış idi. Tanrının yüceliği oy yiyen bir öküzün benzerliğine değiştirilmiş idi ve bu yüzden Rab’den yana olan herkes kılıcını kullanmaya çağrıldı. Doğal yapı şöyle diyebilir: “Hayır, yumuşak, nazik ve lütufkar olalım. Şiddet yerine nezaket ile daha çok şey başarabiliriz. İnsanları yaralamanın hiç bir yararı olamaz. Sevgide şiddetten daha büyük güç mevcuttur. Birbirimizi sevelim.” Böylece doğal yapı kendi önerilerini ortaya koymuş olabilir – mantık ileri sürüp tartışabilir. Ama buyruk kesin ve net idi: “Herkes kılıcını kuşansın.” Altın buzağı orada iken var olan tek şey kılıç idi. Öyle bir anda sevgiden söz etmek İsrail Tanrısının adil taleplerine kayıtsız kalmak olur idi. Duruma uygun olan hizmeti yerine getirmek sahici bir itaat ruhu tarafından gerçekleştirilebilir. Bir hizmetkarın mantık yürütmek ile işi yoktur; o yalnızca kendisine söyleneni yapmak ile yükümlüdür. Eğer soru sorar ya da kendi fikrini söyler ise, o zaman bir hizmetkar olarak konumunu terk etmiş olur. Öz kardeşi öz akrabayı ya da bir komşuyu öldürmek zorunda bırakılmak korkunç ötesi bir eylem olarak görülebilir. Ama rabbin sözü yeterince buyurgan idi; karşı koymaya yer bırakmıyor idi. Ve Levililer lütuf aracılığı ile tam ve hazır bir itaat ile boyun eğdiler. “Levioğulları Musa’nın sözünü yerine getirdiler.”

Bu yol, Tanrının işçileri olacak ve öz iradenin baskın olduğu bu dünyada Mesih’in hizmetkarları olacak kişiler için tek gerçek yoldur. Mesih’in Efendi olduğuna ilişkin gerçeğin yüreklere kazınmasının önemi çok büyüktür. Mesih’in Efendiliği işin ve davranışın tek düzenleyicisidir; binlerce soruyu yanıtlar. Eğer yürek Mesih’in yetkisine gerçekten boyun eğer ise, o zaman O kendisini hangi eyleme çağırır ise -hareketsiz durmaya ya da ileri gitmeye, az ya da çok yapmaya, aktif ya da pasif olmaya – hazır olacaktır. Gerçekten itaatkar olan bir yürek için mesele kesinlikle, “Ne yapıyorum ya da nereye gidiyorum?” meselesi değildir. Mesele o zaman yalnızca “Rabbimin isteğini yerine getiriyor muyum?” meselesi olacaktır.

Levililerin bulunduğu konum işte bu idi. Ve bu konu ile ilgili olarak Malaki’de de belirtilen şu tanrısal yoruma dikkat edin. “Levi ile yaptığım antlaşmanın sürmesi için size bu buyruğu gönderdiğimi bilesiniz.” Böyle diyor, Her Şeye Egemen Rab. Onunla yaşam ve esenlik verecek bir antlaşma yaptım ve bana saygı göstersin diye kendisine bunları verdim. Benden korkup adıma saygı gösterdi. Doğru öğüt ağzında idi. Dudaklarında hile yok idi. Benimle esenlik ve doğruluk içinde yürüdü. Birçoklarını da suç yolundan döndürdü.” Malaki: 2:4-6. Aynı zamanda Musa’nın ağzı ile ilan edilen berekete de dikkat edin: “Levi için de şöyle dedi: “Ya Rab, senin Tummim’in ve Urim’in sadık kulun içindir. Onu Massa’da denedin. Meriva sularında onunla tartıştın. O annesi ve babası için ‘Onları saymıyorum’ dedi. Kardeşlerini tanımadı, çocuklarını bilmedi ama senin sözünü tuttu ve antlaşmana bağlı kaldı. İlkelerini Yakup soyuna, yasanı İsrail’e öğretecekler. Senin önünde buhur, sunağında tümü ile yakmalık sunular sunacaklar. Ya Rab, onları el attıkları her işte kutsa, yaptıklarından hoşnut ol. Ona karşı ayaklananların ve ondan nefret edenlerin belini kır, bir daha ayağa kalkmasınlar!” Yasanın Tekrarı 33:8-11.

Bir Levinin öz ailesini, kardeşlerini ya da komşularını tanımadan öldürmesi tarifi imkansız bir şiddet ve zulüm olarak görülebilir. Ama Tanrının istekleri kesin idi. Ve Rabbimiz İsa Mesih de bu ciddi sözleri ilan etmiştir. “Eğer biri bana gelip de babasını, annesini, çocuklarını, kardeşlerini ve hatta kendi canını gözden çıkarmaz ise, öğrencim olamaz.” Luka 14:26.

Bunlar anlaşılması kolay olan basit sözcüklerdir ve bize, tüm gerçek hizmetimizin dibinde yatan gerçeğin sırrını bildirirler. Hiç kimse bu sözler ile “doğal sevgiye sahip olmayın” ifadesinin kast edildiğini düşünmesin. Bu tür bir düşünce bizlerden uzak olsun. Eğer böyle düşünür isek, ahlaki açıdan son günlerdeki sapıklıkları yapan kişiler oluruz. (Bakınız 2.Timoteos 3:3) Ama doğal sevginin taleplerinin Mesih’e olan tüm yürek ile bağlılık hizmetimizin yoluna çıkmasına izin verdiğimiz ve kardeşlerimizin sevgisine Mesih’e olan bağlılığımızdan daha yüksekte olan bir yer verir isek, o zaman O’nun hizmeti için uygun olmayız ve O’nun hizmetkarlarının adına layık olmayız. Burada özen ile dikkat etmemiz gereken şey şudur: Levinin, Rabbin hizmetinde görevli olma ünvanının ahlak zeminini oluşturan gerçeğin anne ve babasının görmemesi, kardeşlerini tanımaması ya da öz çocuklarını bilmemesidir. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, Levili’ye, doğasının taleplerini tamamen bir kenara bırakacak güç sağlanmış ve Yehova’nın taleplerine yüreğinde ilk yeri vermesi için kuvvet verilmiştir. Tekrar ediyoruz, bu durum hizmetkarın karakterinin tek gerçek temelidir.

Bu düşünceyi kabul etmek gerçekten zordur ve bu düşünce imanlı okuyucunun çok ciddi bir şekilde dikkatini talep eder. Dışardan hizmet gibi görünen boş çabalar olabilir – görünürde büyük bir gidiş geliş ve eylem ile sözler vardır ve tüm bunlara rağmen gerçek bir Levili hizmetinin zerresi bile söz konusu değildir. Evet, tüm bunlar Tanrının gözünde yalnızca iradenin huzursuz eylemlerinden ibarettir. “İrade, Tanrının hizmetinde, dini konularda kendisini nasıl gösterir?” diye sorulabilir. Ne yazık ki, irade kendisini gösterebilir ve gösterir. Ve genellikle işte ve hizmetteki göz ile görünen enerji ve verim yalnızca iradenin enerjisi ile ilgilidir. Bu mesele, özellikle ciddi bir meseledir. İrade, tanrısal huzurun ışığında en katı öz yargıyı getirir. Gerçek hizmetin büyük eyleme ihtiyacı yoktur, ama Rabbimizin isteğine derin teslimiyette ve bunun var olduğu yerde anne ve babanın, kardeşlerin ve çocukların taleplerini göz ardı etmek için hazır olma durumu mevcuttur. Öyle ki, Rab olarak sahip olduğumuz Kişi’nin isteğini yerine getirebilelim. Evet, anne ve babamızı, çocuklarımızı ve kardeşlerimizi sevmemiz gerektiği doğrudur. Konu, bu kişileri daha az sevmemiz gerektiği değil, Mesih’i onlardan daha çok sevmemiz gerektiğidir. Eğer Tanrının gerçek işçileri, Mesih’in gerçek hizmetkarları ve çöldeki gerçek Levililer olacak isek, o zaman O’nun ve O’nun isteklerinin yüreğimizde ilk sırayı alması gerekir. Burada sözü edilen olayda Levinin eylemine dair işaret edilen budur. Tanrının talepleri sorgulanıyor idi ve bu yüzden doğanın taleplerine bir an için bile yüz verilmemeli idi. Anne ve babalar, kardeşler ve çocuklar bizler için son derece değerlidirler ama yine de İsrail’in Tanrısının yüceliği ot yiyen bir buzağı benzerliğine dönüştürüldüğü zaman, bizim amacımıza engel teşkil etmemelidir.

Tüm ciddiyeti ve önemi ile meselenin tamamı burada yatar. Doğal ilişkilerin tüm talepleri, görevleri ve sorumluluklarının bağları yürekleri, zihinleri ve vicdanları Tanrının gerçeğinin uyumlu gücü altına uygun bir şekilde getirildikleri zaman, uygun yerlerini bulacaklardır. Hiç bir şey Tanrı’ya ve Mesih’e gerçekten uygun olan doğal ilişkiler altında bina edilmiş olan bu hakların önüne geçmemelidir. Bu konu çok gerekli ve üzerinde düşünülmesi gerekli olan bir konudur ve biz özellikle genç imanlı okuyucumuza bunu vurgulamak isteriz. Öz irade ve kendini hoşnut etme gibi ruhlara karşı her zaman tetikte olmamız gerekir, çünkü bunlar sözde dini hizmet ya da dini iş giysilerine büründükleri zaman en tehlikeli şekillerini alırlar. Doğal ilişkilerin taleplerini göz ardı ettiğimiz zaman, yalnızca ve doğrudan tanrının talepleri aracılığı ile yönetildiğimizden gerçekten emin olabiliriz. Levilinin durumunda mesele bir güneş ışını kadar net idi ve bu yüzden kritik an, sevgi öpücüğü ile değil, yargının “kılıcı” ile ilgili idi. Bu nedenle aynı zamanda tarihimizde de bir an için bile doğal ilişkinin sözüne kulak vermek rabbimiz İsa Mesih’e karşı açık bir sadakatsizlik olacaktır.

Yukarıda belirtilen ifadeler okuyucuya Levililerin Mısırdan Çıkış 32. Bölümdeki eylemlerini ve Luka 14:26 ayetindeki sözlerini anlaması açısından yardımcı olacaktır. Tanrının Ruhu gerçeğin uygun gücünü fark etmemiz ve göstermemiz için bizi güçlendirsin!

Şimdi bir süre için Çölde Sayım 8.bölümdeki Levililerin adanma işlemi üzerinde duralım, öyle ki, tüm konuyu zihinlerimizde canlandırabilelim. Bu konunun Tanrının işçileri olmayı arzu eden herkes için pek çok buyruk ile dolu bir konu olduğu gerçektir.

Daha önce belirtilmiş olduğu gibi, “yıkama” ve “traş olma” gibi törensel eylemlerden sonra “Bir boğa ile tahıl sunusu için zeytin yağı ile yoğrulmuş ince un alsınlar, günah sunusu için sen de başka bir boğa alacaksın. Levilileri buluşma çadırının önüne getir ve bütün İsrail topluluğunu da topla. Levilileri Rabbin huzuruna getireceksin. İsrailliler ellerini üzerlerine koyacaklar. Harun, Rabbin hizmetini yapabilmeleri için İsraillilerin arasından adak olarak Levilileri Rabbe adayacak.” Çölde Sayım 8: 8-11.

Burada bize Mesih’in ölümü ile ilgili iki önemli ve büyük görünüm örnek olarak sunulmaktadır. Günah sunusu bu görünümlerden birini, yakmalık sunu ise diğerini teşkil eder. Burada, “Levililer Hakkında Notların” ilk bölümlerinde yapmış olduğumuz gibi bu sunuların detaylarına girmeyeceğiz. Burada üzerinde gözlem yapacağımız yalnızca günah sunusundaki Mesih olacak; günah sunusunda Mesih’i ağaç üzerinde günahı Kendi bedeninde taşıyarak ve Tanrının günaha karşı olan gazabına katlanarak görürüz. Yakmalık sunuda ise Mesih’i günah için kefaret ettiği anda bile Tanrıyı yüceltirken görürüz. Her ikisinde de kefaret edilir ama ilkinde söz edilen kefaret günahkarın ihtiyacının derinliği ile uyumludur. İkincisinde ise kefaret, Mesih’in Tanrıya olan adanmışlığının ölçüsü ile uyumludur. İlkinde günahın iğrençliğini ve ikincisinde ise Mesih’in ne kadar değerli olduğunu görmekteyiz. Söylememize gerek yok, her ikisinde de Mesih’in ölümü ile gerçekleşen aynı kefaret mevcuttur ama iki farklı görünüm ile sunulur.3

Levililer şimdi ellerini hem günah sunusunun hem de yakmalık sununun üzerine koydular ve elleri ile yaptıkları bu eylemleri sunularla özdeşleşmenin basit gerçeğini ifade etti. Ancak her durumdaki sonuç birbirinden ne kadar farklıdır! Levi ellerini günah sunusunun başının üzerine koyduğu zaman, bu eylemi, onun tüm günahlarının, tüm suçlarının, tüm zalimliğinin ve tüm şiddetinin ve öz iradesinin kurbana aktarıldığı anlamına gelir. Ve öte yandan Levili ellerini yakmalık sununun başının üzerine koyduğu zaman, kurbanın tüm kabul edilebilirliği ve tüm mükemmelliği Leviliye aktarılır idi. Burada elbette örneğin anlamlarından söz ediyoruz. Burada, Levilinin bu konulara zihinsel olarak girişi hakkında herhangi bir şeyden söz etmiyoruz. Belirtmek istediğimiz yalnızca törensel olarak sunulan bu örneğin anlamını açıklamaktır. Ve şurası kesindir ki, konuya her iki açıdan da yani, hem günah sunusu hem de yakmalık sunu açısından baktığımız zaman, “elleri kurbanın başının üzerine koymak” örneği kadar etkileyici başka hiç bir örnek olamaz. Tüm bu konular ile ilgili öğretişi, 2.Korintliler kitabının 5.bölümünün sonunda yoğun olarak okuruz: “O, günah nedir bilmeyen Mesih’i bizim için günah yaptı, öyle ki, biz O’nda Tanrının doğruluğu olabilelim.” “Levililer Harun ile oğullarının önünde duracaklar. Onları adak olarak Rabbe adayacaksın. Levilileri öbür İsraillilerin arasından bu şekilde ayıracaksın. Leviililer benim olacak. Sen  onları arındırıp adak olarak adadıktan sonra Levililer buluşma çadırındaki hizmeti yerine getirmeye başlayacaklar. Çünkü İsrailliler arasından Levililer tümü ile bana verilmiştir. İlk doğanların, İsrailli kadınların doğurdukları ilk erkek çocukların yerine onları kendime ayırdım. İsrailliler arasında ilk doğan insan ya da hayvan benimdir. Mısır’da ilk doğanları yok ettiğim gün onları kendime ayırdım. İsrail’de ilk doğan erkek çocukların yerine Levilileri seçtim. İsrailliler kutsal yere yaklaştıkları zaman belaya uğramamaları için onların adına buluşma çadırındaki hizmeti yerine getirmek ve günahlarını bağışlatmak üzere, onların arasından Levilileri Harun ile oğullarına armağan olarak verdim. Musa, Harun ve tüm İsrail topluluğu Levililer için söyleneni yaptılar, İsrailliler Rabbin Musa’ya Levililer ile ilgili verdiği her buyruğu yerine getirdiler.” Çölde Sayım 8:13-20.

Rabbimizin Yuhanna 17: 6-10 ayetleri aracılığı ile şu sözleri ile bize ne kadar güçlü bir hatırlatmada bulunulur: “Dünyadan bana verdiğin insanlara senin adını açıkladım. Onlar senindiler, bana verdin ve senin sözüne uydular. Bana verdiğin her şeyin senden olduğunu şimdi biliyorlar. Çünkü bana ilettiğin sözleri onlara ilettim ve onlar da kabul ettiler. Senden çıkıp geldiğimi gerçekten anladılar ve beni senin gönderdiğine iman ettiler. Onlar için istekte bulunuyorum. Dünya için değil, bana verdiğin kimseler için istekte bulunuyorum. Çünkü onlar senindir. Benim olan her şey senindir, seninkiler de benimdir. Ben onlarda yüceltildim.”

Levililer ayrılmış bir halk idi – Tanrının özel malı idiler. İsrail’de tüm ilk doğanların yerini aldılar; Kuzunun kanı aracılığı ile mahvedicinin kılıcından kurtarılmış olanların yerini aldılar. Onlar Tanrı için ayrılmak üzere ölmüş ve dirilmiş bir halkın örnekleri idiler ve Tanrı aracılığı ile baş kahin Harun’a buluşma çadırında hizmet etmek üzere bir armağan olarak sunuldular.

Öz iradesi güçlü, hain ve zalim bir Levi için ne kadar değişik bir konum! Lütfun ne kadar da büyük bir zaferi! Kefaret kanının ve saf kılan suyun yeterliliklerine dair ne kadar etkili bir örnek! Doğaları ve davranışları yüzünden Tanrıdan uzaktılar, ama kefaret “KANI” ve saf kılan su ve öz yargının “traşlanması” bereketli işlerini yapmışlardı ve bu nedenle Levililer Harun’a ve oğullarına buluşma çadırındaki kutsal hizmetlerde birlikte çalışmak için Harun’a ve oğullarına bir armağan olarak sunuldukları bir yer elde ettiler.

Tüm bu anlatılanlarda Levililerin Tanrının halkı için çarpıcı bir örnek teşkil ettiklerini görmekteyiz. Tanrının halkı düşmüş olduğu derinlikten kaldırıldı ve günahkarlar olarak mahvolmaktan kurtarıldılar. Onlar Mesih’in değerli kanında yıkandılar, sözün uygulanması aracılığı ile arındırıldılar ve her zaman katı öz yargı uygulamasına çağrıldılar. Böylelikle çağrılmış oldukları kutsal hizmet için uygun kılındılar. Ve Tanrı onları Oğlu’na verdi, öyle ki, onlar bu dünyada Mesih’in işçileri olabilsinler. “Onlar senindiler ve sen onları Bana verdin.” Ne kadar harika bir düşünce! Bizden bu şekilde söz edildiğini düşünmek! Tanrının malı olduğumuzu ve Oğlu’na armağan edildiğimizi düşünmek! Tüm bunların hepsinin insan düşüncesinin ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. Konu, yalnızca cehennemden ya da sonsuz ölümden kurtarıldığımız değildir. Evet, bu gerçektir, ancak yalnızca bağışlanmak, aklanmak ve kabul edilmek ile kalmadık; tüm bunlar gerçektir. Ama bizler bu dünyada Rabbimiz İsa Mesih’in adı, tanıklığı ve yüceliği aracılığı ile yüce ve kutsal bir iş yapmaya çağrıldık. Gerçek Levililer olarak işimiz budur; savaşçılar olarak ise, savaşmaya çağrıldık; kahinler olarak tapınma aracılığına sahibiz. Ama Levililer olarak hizmet etme sorumluluğumuz var ve hizmetimiz bu kurak çöl sahnesinde buluşma çadırının karşıt örneğini yerine getirmektir. Ve bu buluşma çadırı Mesih için verilen bir örnek idi. Hizmetimizdeki farklı çizgiyi oluşturan budur. Biz böyle bir hizmet için çağrıldık – böyle bir hizmet için ayrı kılındık.

Okuyucu hiç kuşkusuz ilgisi sayesinde şu gerçeğin farkına varacaktır: Bu “Çölde Sayım” adlı kitapta ve yalnızca bu kitapta Levililer ile ilgili tüm değerli ve eğitici ayrıntılar ile bilgilendirilecektir. Bu konuda kitabımızın karakteri ile ilgili canlı bir örneğe sahibiz. Burada, Tanrının işçileri ve aynı zamanda Tanrının savaşçıları ile ilgili tam ve uygun bir görüşe bu çöl bakış açısından sahibiz.

Ve şimdi Çölde Sayım kitabının 3.ve 4.bölümlerinde ayrıntılı olarak anlatılan Levililerin hizmetlerini kısa bir süre için inceleyelim. “Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Kahin Harun’a yardım etmek üzere Levi oymağını çağırıp görevlendir. Buluşma çadırında Harun ile tüm topluluk adına konut ile ilgili hizmeti yürütsünler. Buluşma çadırındaki bütün eşyalardan sorumlu olacak, İsrailliler adına konuta ilişkin hizmeti yerine getirecekler. Levilileri Harun ile oğullarının hizmetine ver. İsrailliler arasında tümü ile onun hizmetine ayrılanlar onlardır.” Çölde Sayım 3: 5-9.

Levililer İsrail’in tüm topluluğunu temsil ediyorlar idi ve kendileri adına hareket ettiler. Bunun nedeni şu gerçekten ortaya çıkar: İsrailoğulları da, aynı Levililerin ellerini kurbanların üzerine koydukları gibi ellerini Levililerin başları üzerine koydular. (Bakınız Çölde Sayım 8:10) Bu el koyma eyleminin anlamı özdeşleşmektir; öyle ki, Levililer bununla uyumlu olarak çöldeki Tanrı halkının farklı bir görüşünü teşkil edebilsinler; bize onları bir gayretli işçiler topluluğu olarak sunarlar ve aynı zamanda yalnızca oradan oraya koşan ve kendi görüşlerine doğru gibi görüneni yapan çaresiz işçiler olduklarına da dikkatimizi çekerler. Eğer savaşçı kişiler soylarını ilan etseler ve onların bağlanacakları standartlarını belirtmiş olsalar idi, o zaman Levililerin de çevresinde toplanacak ve onların işlerini yapacak merkezleri olur idi. Her şey Tanrının yapabileceği şekilde açık, farklı ve tanımlanmış durumda idi ve bunun da ötesinde her şey baş kahinin anlık yetkisi ve yönlendirmesi altında idi.

Bu düşünceye en çok ihtiyacı olacak kişiler şunlar idi : gerçek Levililer, uygun işçiler ve zeki hizmetkarlar bu noktayı tam bir ciddiyet ile ölçmeli idiler. Levili hizmetinin kahinin ataması ile düzenlenmesi gerekiyor idi. Levililerin hizmetinde öz irade uygulaması için hiç bir şekilde yer yok idi. Sonra savaşçı kişilerin konumu geliyor idi. Her şey tanrısal bir şekilde düzenlenmiş idi ve bu yüreği doğru konumda olan herkese bir merhamet işareti oluşturuyor idi. Öz iradesi kırılmamış olan bir kişi için aynı konum ile meşgul olmak ya da işin tam olarak aynı çizgisi ile ilgilenmek güç bir iş ya da bezdiren bir iş olarak görünebilir. Böyle biri taze bir şeyin özlemini çekerek iç geçirebilir- işinde biraz değişiklik arzusu duyabilir. Ama bunun aksine, iradenin boyun eğdiği ve yüreğin uyum sağladığı yerde her biri şu sözleri söyleyecek idi: “Benim yolum kusursuz bir şekilde açık; yalnızca itaat etmem gerekiyor.” Bu, gerçek hizmetkarın her zaman yaptığı iştir. Aynı durum yeryüzüne gelmiş tek gerçek hizmetkar olan O’nun için de geçerli idi. O şu sözleri söyleyebilir idi: “Göklerden aşağıya Kendi isteğimi değil, beni gönderenin isteğini yerine getirmek için geldim.” Ve yine aynı sözler: “Benim yiyeceğim beni gönderenin isteğini yerine getirmek ve O’nun işini tamamlamaktır.”

Ama Levililer ile ilgili konuda dikkatimizi talep eden bir başka gerçek daha mevcuttur ve o da şudur: Levililerin hizmeti yalnızca buluşma çadırı ve onun eşyaları ile ilgili bir hizmet idi. Yapmaları gereken başka hiç bir şey yok idi. Bir Levilinin elini bu işlerin dışında başka bir işe sürmeyi düşünmesi, kendisine yapılan çağrıyı inkar etmek, tanrısal bir şekilde atanmış olduğu işini terk etmek ve Tanrının buyruklarına yüz çevirmek anlamına gelir idi.

Aynı konu şimdi imanlılar için de geçerlidir. Onların tek işi – en önemli işleri – ya da tek hizmeti Mesih ve Mesih’a ait olanlardır. Başka yapacakları hiç bir şey yoktur. Bir imanlı için elini bu söylenenlerin dışında bir şeye sürmeyi düşünmek çağrısını inkar etmek, tanrısal bir şekilde atandığı işini terk etmek ve tanrısal buyrukları göz ardı etmek anlamına gelir. Eski dönemde yaşamış olan gerçek bir Levili şu sözleri söyleyebilir idi: “Benim için yaşamak, buluşma çadırıdır;” ve bu gün gerçek bir imanlı ise şu sözleri söyler: “Benim için yaşamak Mesih’tir.” Kendisini imanlının önüne sunan her konu için en önemli soru şudur: “Bunu Mesih ile birleştirebilir miyim?” Eğer yanıt hayır ise, o zaman o şey ile hiç bir şekilde ilgim olamaz.

Değerlere bakmanın doğru yolu budur. Şunun ya da bunun doğru ya da yanlış olup olmadığı hakkında bir şey söz konusu değildir. Hayır, mesele basittir; olay, bir şeyin Mesih’in adını ve yüceliğini ne kadar ilgilendirdiğidir. Bu düşünce, her şeyi şaşırtıcı biçimde açıklar. Binlerce soruya yanıt sağlar, binlerce zorluğu çözer ve gerçek ve gayretli bir imanlının yolunu bir güneş ışını kadar parlak aydınlatır. Bir Levili işi ile ilgili herhangi bir zorluğa sahip değil idi. Her şey, tanrısal bir titizlik ile onun için düzenlenmiş idi. Her birinin taşıması gereken yük ve yapması gereken iş, yüreğin hiç bir sorgulamasına yer bırakmayan bir netlik ile önüne sunulmuş idi. Herkes kendi işini bilebilir ve onu yapabilir idi ve işin herkes tarafından kendi özel işlevlerini yerine getirerek yapıldığını da sözlerimize ekleyelim. Konu, oraya buraya koşuşturmak ya da şunu bunu yapmak değil idi, ama her bir kişi kendi özel çağrısına uygun olarak işini yapabilir idi; buluşma çadırındaki her hizmet önceden düzenlenmiş idi.

Şu düşünceyi akılda tutmak yararlı olacaktır. Bizler imanlılar olarak birbirimizi dürtüklemeye çok eğilim gösteririz; gerçekten de eğer her birimiz kendi atandığımız iş çizgisini izlemez isek, birbirimizi itip kakacağımız kesindir. “Tanrısal bir şekilde atanmaktan” söz ederiz ve bu sözü vurgularız. Kendi işimizi seçmeye hakkımız yoktur. Eğer Rab bir kişiyi bir müjdeci, bir diğerini öğretmen ya da çoban ve bir başkasını öğüt veren yaptı ise, o zaman işin nasıl yürütülmesi gerekir? Elbette söz konusu olan müjdecinin öğretmeye çalışması ve öğretmenin öğüt vermesi ya da her ikisini de yapmak için uygun olmayan birinin bir başkasının armağanını kullanmaya kalkması yanlıştır. Hayır, herkesin kendisine Tanrı tarafından verilen armağanı uygulaması gerekir. Hiç kuşkusuz Tanrı bir bireyi değişik armağanlar ile donatmaktan hoşlanır. Ancak bunun şu anda üzerinde durduğumuz konu ile hiç bir ilgisi yoktur. Burada söz ettiğimiz ilkenin anlamı şudur: her birimiz kendi özel armağanımızı bilmekten ve onu uygulamaktan sorumluyuz. Eğer bu önemli noktayı gözden kaçırır isek, çaresiz olmayan bir zihin karışıklığı ile karşılaşırız. Tanrının taş ocağı işçileri vardır, taşları dört köşe hale getirirler ve Tanrının farmasonları (duvarcıları, taşçıları) nerededirler? İ, her kişinin kendine ait olan işi gayret ile yapmasıyla ilerler. Eğer herkes taş ocağı işçisi olsa idi, o zaman taşları dört köşe hale getirenler ne olurdu? Eğer herkes taşları kırıp şekil verse idi, o zaman farmasonlar ne olurdu? Olası en büyük zarar Mesih’in davasına ve Tanrının dünyadaki işlerine gelirdi. Bir kişinin bir başka kişinin işini hedef alması ya da bir başkasının armağanını taklit etmeye çalışması üzücü bir hatadır ve bu konuda okuyucumuzu ciddi şekilde uyarmamız gerekir. Bundan daha anlamsız hiç bir şey olamaz. Tanrı asla kendisini tekrar etmez. Birbirinin aynı olan iki insan yüzü, ormanda birbirinin aynı olan iki yaprak ya da birbirinin aynı olan iki çimen parçası mevcut değildir. O halde neden biri bir diğerinin işinin çizgisine kaysın ya da bir başkasının armağanına sahip olmak istesin? Herkes Efendisinin kendisini yaratmış olduğu şekilden doyum almalıdır. Gerçek ilerlemenin ve esenliğin sırrı bu gerçekte bulunur.

Tüm bunlar Levililerin üç farklı sınıfının hizmeti ile ilgili esin almış kaydında çok canlı bir örnek bulur; şimdi bu konuda okuyucumuz için alıntılar yaparak ilerleyeceğiz. Her şeyden önce söylememiz gereken şudur: Kutsal Yazıların kesin dili ile kıyaslanabilecek bir şey yoktur.

“Ve Rab Musa’ya Sina çölünde şöyle dedi: ‘Levioğullarını ailelerine ve boylarına göre say. Bir aylık ve daha yukarı yaştaki her erkeği sayacaksın. Böylece Musa Rabbin buyruğu uyarınca onları saydı. Levi’nin oğullarının adları şunlar idi: Gerşon, Kehat, Merari. Gerşon’un boy başı olan oğulları şunlardı: Livni, Şimi. Kehat’ın boy başı olan oğulları: Amram, Yishar, Hevron ve Uzziel. Merari’nin boy başı olan oğulları. Mahli, Muşi. Ailelerine göre Levi boyları bunlardı. Livni ve Şimi boyları Gerşon soyundan idi. Gerşon boyları bunlardı. Bir aylık ve daha yukarı yaştaki bütün erkeklerin sayısı 7500 idi. Gerşon boyları batıda konutun arkasında konaklayacaktı. Gerşon’a bağlı ailelerin önderi Lael oğlu Elyasaf idi. Buluşma çadırında Gerşon oğulları konuttan, çadırın örtüsünden, buluşma çadırının girişindeki perdeden, konut ile sunağı çevreleyen avlunun perdelerinden, avlunun girişindeki perde ile iplerden ve bunların kullanımından sorumlu olacak idi.” Çölde Sayım 3:14-26. Ve yine bu konu ile ilgili olarak şunları okuruz: “Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Gerşon oğullarını da boylarına ve ailelerine göre say. Buluşma çadırındaki ilerde çalışabilecek otuz ile elli yaş arasındaki bütün erkekleri say. Hizmet etmek ve yük taşımak konusunda Gerşon boylarının sorumluluğu şudur: Konutun perdelerini, buluşma çadırını ve örtüsünü, üzerindeki deri örtüyü, buluşma çadırının girişindeki perdeyi, konut ile sunağı çevreleyen avlunun perdelerini, girişindeki perdeyi, ipleri ve bu amaç ile kullanılan tüm eşyaları taşıyacaklar. Bu konuda gereken her şeyi Gerşon oğulları yapacak. Yapacakları tüm hizmetler- yük taşıma ya da başka bir iş – Harun ile oğullarının yönetimi altında yapılacaktır. Taşıyacakları yükten Gerşon oğullarını sorumlu tutacaksınız. Gerşon boylarının buluşma çadırı ile ilgili görevi budur. Kahin Harun oğlu İltamar’ın yönetimi altında hizmet edecekler.” Çölde Sayım 4:21-28).

Gerşon boyu ve işi hakkında kaydedilenler bu kadar. Gerşon kardeşi Merari ile birlikte buluşma çadırını taşıyacak idi ve bu yüzden Çölde Sayım 10.bölümde okuduğumuz gibi Kehat kutsal eşyaları taşıyacak idi. “Konut yere indirilince onu taşıyan Gerşon oğulları ile Merari oğulları yola koyuldular.” (ayet 17) “Kehatlılar kutsal eşyaları taşıyarak yola koyuldular. Bunlar varmadan konut kurulmuş olur idi. (ayet 21). Bir sonraki bölümde görecek olduğumuz gibi, işleri birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen, Gerşon ve Merari’nin hizmetlerinde onları birbirine bağlayan güçlü bir ahlak çizgisi mevcut idi.

“Boylarına ve ailelerine göre Merari oğullarını say. Buluşma çadırındaki işlerde çalışabilecek otuz ile elli yaş arasındaki bütün erkekleri say. Buluşma çadırında hizmet eder iken şunları yapacaklar: Konutun çerçevelerini, kirişlerini, direklerini, tabanlarını, çadırı çevreleyen avlunun direkleri ile tabanlarını, kazıklarını, iplerini ve bunların kullanımı ile ilgili tüm eşyaları taşıyacaklar. Herkesi yapacağı belirli işe ata. Merari boylarının buluşma çadırı ile ilgili görevi budur. Kahin Harun oğlu İltamar’ın yönetimi altında hizmet edecekler.” Çölde Sayım 4:29-33.

Tüm bunlar net ve birbirinden farklı idi. Gerşon kirişler ve direkler ile ilgilenmiyor idi ve Merari’nin perdeler ya da örtüler ile işi yok idi. Ama karşılıklı olarak bağımlı oldukları için yine de çok yoğun bir şekilde bağlantıları var idi. Direkler ve kirişler olmadan perdeler olmaz idi ve yine perdeler olmadan direkler ve kirişler olmaz idi. Kazıklar önemsiz görünse de bütünün göz ile görülen bütünlüğünü sağlayan ve pek çok şeyin bağlanmasını mümkün kılan araçlar idi. Böylece hepsi tek bir sonuç için işe yaradılar ve sonuç her birinin kendi özel işini yapması ile elde edildi. Eğer bir Gerşon perdelerden vazgeçerek kendisini kirişler ile ilgilenmeye verse idi, kendi işi yapılmamış olacak idi ve aynı zamanda Merari’nin yaptığı iş ile karışmış olacak idi. Böyle bir şey asla yapılmamalı idi. Böyle yapıldığı takdirde her şey çaresiz bir zihin karışıklığı içine sokulmuş olur idi. Bu yüzden tanrısal kurala bağlı kalındığı zaman, her şey titiz bir düzen içinde yapılır ve sonuç mükemmel olur.

Tanrının çölde çalışan işçilerini izlemek çok güzel bir durum arz eder. Her biri kendi işinin başında idi ve her biri Tanrının atamış olduğu alan içinde çalışıyor idi. Bu yüzden bulut yukarı kaldırıldığı ve buyruk verildiği zaman herkes yapması gerekeni biliyor idi; kendisini yalnızca kendi işine verir ve başka bir şey ile ilgilenmez idi. Hiç kimsenin kendi başına düşünmeye hakkı yok idi; Yehova herkes için gerekeni düşünmüş idi. Levililer “Rab’den yana” olduklarını ilan etmişler idi; kendilerini O’nun yetkisine teslim etmişler idi ve çöldeki işlerinin ve hizmetlerinin temelinde bu gerçek yatıyor idi. Konuya bu ışık altında bakıldığı zaman görünen şu idi: bir kişinin direk, kiriş ya da perde veya altından yapılmış bir kandillik taşıyıp taşımadığı hiç önemli değil idi. Asıl önemli olan konu, herkes için çok basit ve aynı idi: “Benim işim bu mu? Rabbin yapmam için bana verdiği iş bu mu?”

Bu soru her şeyi düzene koyuyor idi. Eğer bu konu insan seçimine ya da düşüncesine bırakılmış olsa idi, biri bir şeyden diğeri başka bir şeyden hoşlanıyor olacak idi ve üçüncü bir diğer kişi de bambaşka bir şey istiyor olacak idi. O zaman buluşma çadırı nasıl tüm çöl boyunca taşınabilir ya da yerine yerleştirilebilir idi? İmkansız! Üstün yetkiye sahip tek bir Kişi vardır, O da Yehova’nın Kendisidir. O her şeyi düzenledi ve herkesin O’na boyun eğmesi gerekir. İnsan iradesinin uygulanmasına kesinlikle yer yok idi. Bu, bir merhamet işareti idi. Bir karmaşa ve çelişki dünyasının oluşmasına engel oluyor idi. Tanrısal yetkinin önünde boyun eğmek gerekir idi, kırılmış bir irade gerekli idi ve tanrısal iradeye yürekten bir teslim oluş şart idi, aksi takdirde durum Yargıçlar kitabındaki duruma dönüşür idi. “Herkes kendi gözünde doğru olanı yaptı.” Bir Merari, söylemese bile en azından şöyle düşünebilir idi: “Ne? Yeryüzündeki zamanımın en iyi kısmını, gençliğimin en enerjik günlerini kirişler ile ilgilenerek mi geçireceğim? Ben bunu yapmak için mi dünyaya geldim? Yaşamda, önümde bundan daha yüksek bir hedef yok mudur? Otuz yaşımdan elli yaşıma kadar benim işim bu mu olacak?”

Bu tür sorulara verilecek iki yönlü bir yanıt mevcuttur. Her şeyden önce, Merari için yeterli olan bu işe Yehova tarafından atandığını biliyor olması idi. İnsan doğasına çok küçük ve anlamsız bir konu gibi görünüyor olsa bile işi atayanın Yehova olduğunun bilinmesi işe gerekli saygının gösterilmesi için yeterli idi. Her zaman, Tanrı tarafından atanmış olduğunu bildiğimiz sürece ne iş yaptığımız önemli değildir. Bir kişi, arkadaşlarının çok harika bir kariyer olarak gördüğü bir işin peşinden koşabilir; tüm enerjisini harcayabilir, zamanını, yeteneklerini ve servetini harcayabilir ve bu dünyanın insanları tüm bunları önemli ve görkemli olarak değerlendirebilir ve tüm bu zaman sonunda yaşamının boş bir sabun köpüğünden ibaret olduğu kanıtlanabilir. Ama öte yandan yalnızca Tanrının isteğini yerine getiren – bu istek ne olur ise olsun – ve Rabbin buyrukları ne olur ise olsun onları yapan bir kişinin yolu tanrısal onayın ışınları ile aydınlanır ve bu dünyanın çocukları sonsuz bir sefillik içinde iken, onun yaptığı iş her zaman hatırlanır.

Ama bizim yapmamız gereken eylemin hareketine her zaman bağlı olan ahlaki değerin yanı sıra, aynı zamanda bir Merari’nin işine ait olan özel bir saygınlık da mevcuttur, her ne kadar böyle bir iş yalnızca birkaç direk ve kiriş taşımak bile olsa yine de tanrısal açıdan saygın bir iştir. Buluşma çadırı ile bağlantılı olan her şey çok önemli idi ve büyük değere sahip idi. Dünyanın hiç bir yerinde böyle gizemli eşyalara sahip olan buluşma çadırı ile kıyaslanabilecek başka bir şey yok idi. Çöldeki bu harika buluşma çadırının bir parçasını oluşturan en küçük bir kirişe dokunma iznine sahip olmak bile kutsal bir saygınlık ve ayrıcalık idi. Bir Merari için Mısır’ın ya da Asur’un saltanat asasını kullanmak buluşma çadırının kirişleri ile ilgilenmek ile kıyaslandığı zaman hiç bir şey idi; buluşma çadırı ile ilgilenmek bir Merari için çok daha görkemli bir iş idi. Evet, bu Merari adı itibarı ile zavallı ve üzgün bir işçi gibi görülebilir, ama ah! Onun yaptığı iş göğün ve yerin sahibi En yüce Olan’ın konut kurmuş olduğu yer ile bağlantılı idi. Merari’nin elleri göklerdeki gerçek öodellerin örnekleri olan şeylere dokunmakta idi. Her kiriş, her direk, her perde ve her örtü gelecek olan iyi şeylerin bir gölgesi idi – Mesih’in bir gölgesi.

Çalışan zavallı Merari ya da Gerşon’un tüm bu gerçekleri anladığını söyleyemeyiz. Konu hiç bir şekilde bu değildir. Bizler bu şeyleri anlayabiliriz. Bizim için tüm bu şeyleri – buluşma çadırını ve onun gizemli eşyalarını – Yeni Antlaşma’nın parlak ışığı altına getirmek ve orada Mesih’i görmek bir ayrıcalıktır.

Bu nedenle Levililer tarafından yaptıkları saygın iş ile ilgili sahip olunan zekanın ölçüsü hakkında bir tahmin yürütmeyeceğiz ama aynı zamanda güven duyarak söyleyebileceğimiz şey şudur: göksel gerçeklerin çöldeki yersel gölgelerine dokunmak ve onlarla ilgilenmek iznine sahip olmak çok değerli bir ayrıcalık idi. Ayrıca, elleri ile yaptıkları her iş için “Bunu Rab söyledi” diyerek çalışmak kendilerine gösterilen özel bir merhamet idi. Böyle bir merhameti, böyle bir ayrıcalığı kim değerlendirebilir? Bu harika soyun işçilerinin her bir üyesi tanrının eli tarafından belirtilmiş ve Tanrının kahini tarafından niyet edilmiş şeylerin kendisine ait özel çizgisine sahip idi. Hiç kimse kendisine hoş gelen şeyi yapmıyor idi ve aynı zamanda hiç kimse bir diğerinin işine karışmıyor idi. Ama hepsi Tanrının yetkisine boyun eğmiş olarak kendilerine söylenmiş olanı titizlik ile yerine getiriyorlar idi. “Sayılanlar sekiz bin beş yüz seksen kişi idi.” Çölde Sayım 4:48. Ve biz mümkün olan tüm güvence ile şunu söyleyebiliriz: bu düzen, var olan tek gerçek sırdır. O zaman neden ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisede böylesine büyük bir zihin karışıklığı yaşanmaktadır? Bu çekişmeli duyguların, düşüncelerin ve fikirlerin nedeni nedir?  Neden herkes birbiri ile çatışmaktadır? Neden herkes bir başkasının yoluna çıkarak ona engel olmaktadır? Yanıt çok basit, çünkü Tanrı sözüne tam ve mutlak bir boyun eğiş söz konusu değildir. İş başında olan bizim irademizdir ve Tanrının bizim yerimize seçim yapmasına izin vermek yerine biz kendi yolumuzu seçeriz. Tüm insani düşüncelerin yer aldığı canın davranış ve duyguları gerçek değerlerinin bulunduğu yere indirilmelidirler ve Tanrının düşünceleri tam bir üstünlük ile hüküm sürmek üzere yükselmelidir.

Aranılan vasfın bu olduğu konusunda ikna edildiğimizi hissediyoruz – payımıza düşen günün ağlayan ihtiyacı. İnsanın isteği her yerde üstünlük kazanıyor ve güçlü bir gelgit gibi yükselerek sahip olduğumuz ve bir ölçüde kontrol altında tutulan o eski engelleri ortadan kaldırıyor. Eski ve zamanın onurlandırdığı pek çok geçmiş kuruluş şu anda hızla akan selin önünden çekilerek yol veriyor. Temelleri insanların sevdikleri ve saygı gösterdiği duyguların derinlerinde yattığını düşündüğümüz pek çok büyük bina rağbet gören bu duygunun temelden yukarı doğru meyleden mengenesi altında yıkıldılar. “Onların bağlarını parçalayalım ve bağlarını bizden uzağa atalım.”

İşte bu çağın ruhu şimdilik böyledir. Bunun panzehiri nedir? “Boyun eğmek!” Neye boyun eğmek? Kilisenin yetkisi olarak adlandırılana mı boyun eğmek? Geleneğin sesine mi boyun eğmek? İnsanların buyruklarına ve öğretişlerine mi boyun eğmek? Hayır, Tanrı’ya şükürler olsun ki, bunlardan ne birine ne de hepsine boyun eğmek! Hiç birine! O zaman neye boyun eğmek? Yaşayan Tanrının ve Kutsal Yazıların sesine boyun eğmek. Öz iradenin alt edilmesi için tek çare budur; insan yetkisine boyun eğmek yerine “Tanrı’ya itaat etmemiz” gerekir. Öz iradeye verilecek yanıt budur; “Tanrı’ya itaat etmemiz gerekir.” İnsan yetkisine boyun eğmenin karşıt yanıtı budur. Bu iki unsuru her zaman çevremizde görürüz. Birincisi yani öz irade kendisini sadakatsizlik ile açıklar. İkincisi yani insana boyun eğme batıl inançlar ile karar verir. Bu ikisi tüm uygar dünya üzerinde etrafı etkilerler. “İnsan yerine Tanrı’ya itaat etmemiz gerekir” ifadesindeki bu ölümsüz düşünce ile tanrısal bir şekilde konuşma, hissetme ve hareket etmeyi öğrenmiş olan kişilerin dışındakileri siler götürürler.

İşte Gerşon soyunun çölde bu hiç de çekici olmayan katı koşullara ve Merari soyunun görünürde önemsiz olan kirişler ile ilgilenmelerine imkan veren güç budur. Evet, aynı şekilde yine bu şimdi Rabbin kendisini uygun görmüş olduğu hizmete çağırdığı imanlıya da güç sağlar. Ancak bu güç insan gözüne kaba ve itici ve sıkıcı ve önemsiz gibi görünür. Bizim için Rabbin bizi atamış olduğu hizmet ve bize verdiği iş yeterlidir ve bizim işimiz on binlerin içinde en güzeli ve sevimlisi olan Kişi’ye ve O’nun yüceliğine doğrudan referansa sahiptir. Kendimizi kaba ya da önemsiz olan karşıt örnek ile sınırlandırabiliriz. Ama şunu hatırlayalım: dünyada Mesih ile, O’nun Adı, O’nun Kişiliği ve O’nun davası ile ilgisi olan her şey Tanrının gözünde söz ile anlatılamaz bir şekilde değerlidir. İnsanın gözüne çok küçük ve önemsiz gibi görünebilir, ama bunun ne önemi var? Her şeye Tanrının bakış açısından bakmamız gerekir, ölçümlerimizi O’nun standardına göre yapmalıyız ve bu standart Mesih’tir. Tanrı her şeyi Mesih aracılığı ile ölçer. Mesih ile ilgisi olan ne ufak şey dahi Tanrının gözünde ilginç ve önemlidir. Oysa bu dünyanın en parlak girişimleri, en dev planları ve en şaşırtıcı eylemleri, sabah bulutu ve sabah çiği gibi geçip giderler. İnsan “benliği” kendi merkezi, kendi objesi ve kendi standardı yapar. Değerleri, onların yücelttikleri ölçü ile takdir eder ve onlarla bu takdirine göre ilgilenir. Hatta din bile aynı şekilde ele alınır ve üzerinde kendisini göstermek için bir temel haline getirilir. Kısaca her şey kendisi için bir yatırım olarak görülür ve bu objeye dikkat çekmek ve üzerine projektör yansıtmak için kullanılır. Böylece, Tanrının düşünceleri ve insanın düşünceleri arasında çok büyük bir uçurum olduğu görülür. Ve bu uçurumun iki kenarından biri Mesih diğeri ise benliktir. Mesih’e ait olan her şey sonsuz ilgi ve andadır. Benliğe ait olan her şey ise gelip geçicidir ve unutulacaktır. Bu yüzden, bir kişinin düşebileceği en ölümcül hata benliği, objesi haline getirmektir. Bu durumda ortaya çıkacak olan sonsuz bir hayal kırıklığı olur. Ama diğer yandan bir kişinin yapabileceği en bilge, en güvenilir ve en iyi şey Mesih’i nüfus ettiği objesi haline getirmektir. Bu, hiç kuşkusuz sonsuza kadar kalıcı bereket ve yücelik ile sonuçlanacaktır.

Sevgili okuyucu, bu noktada bir an için dur ve kendi yüreğin ve vicdanın ile paydaşlıkta bulun. Bize öyle geliyor ki, bu noktada senin canın ile ilgili kutsal bir sorumluluğumuz var. Bu satırları Bristol’deki odamızın yalnızlığı içinde kaleme alıyoruz. Ve sen onları belki de Yeni Zelanda, Avustralya ya da başka uzak bir yerdeki odanın yalnızlığında kaleme alıyorsun. Bu nedenle, hatırlamamız gereken konumuzun bir kitap yazmak ya da yalnızca Kutsal Yazılar’dan alıntı yapmak değildir. Biz, içsel canın Tanrının bereketli işinde kullanılmasını arzu ediyoruz. Bu nedenle, bu ciddi ve önemli meselenin senin evine kadar gelmesi için bize izin ver. “Senin konun nedir?” Mesih mi, benlik mi? Yürekleri araştıran ve her şeyi gören kudretli Tanrının önünde kendine karşı dürüst ol. Tanrısal huzurun ışığında olduğu gibi kendi hakkında yargıdan kaçınma. Parlak ama sahte renkler seni aldatmasın. Tanrı gizlide olan her şeyi görür ve aynı şeyi senin de yapmanı ister. Sana her şeyin karşıtı olan Mesih’i sunar. Sen, Mesih’i kabul ettin mi? Mesih senin Bilgeliğin, Doğruluğun, Kutsallığın ve Kurtuluşun oldu mu? Hiç tereddüt etmeden şu sözleri söyleyebilir misin? “Sevgilim benimdir, ben de O’nun.” Araştır ve gör. Bu konu canının en derin yerlerine tam olarak yerleşti mi? Eğer yerleşti ise, o zaman Mesih’i tek özel objen yapıyor musun? Her şeyi O’nun ile ölçüyor musun?

Ah, sevgili dostum! Bunlar araştıran sorulardır. Bunları kendimizde de aynı duyguları hissederek sana sorduğumuzdan emin ol. Tanrı tanığımızdır ki, bizler de aynı şeyleri hissediyoruz; onların ağırlığı ve ciddiyetinden haberdarız. Mesih ile bağlantıda olan her şeyin güvende olduğundan tam ve kesin olarak eminiz. Ve ayrıca bu konu ile ilgili en küçük bir nokta bile göğün yargısı altında O’nun buyruğu ile bağlantılıdır. Eğer her yürekte bu konunun uyandırılması ya da uyandırılmış olduğu yerdeki duyguyu derinleştirmek için iznimiz olsa idi, o zaman bu kitaba boş yere kaleme almadığımızı hissederdik.

Şimdi bu uzun bölümü sona erdirmemiz gerekiyor, ama önce kısa bir süre için Kehatoğulları ve işlerine bakacağız.

“Ve Rab Musa ile Harun’a ‘Levi oymağında Kehatoğullarına bağlı boy ve aileler arasında sayım yapın’ dedi Buluşma çadırında hizmet etmeye gelen otuz ile elli yaş arasındaki adamların hepsini sayın. Kehatoğullarının buluşma çadırındaki görevi şudur: En kutsal eşyaları taşımak. Ordugah taşınacağı zaman Harun ile oğulları gelip bölme perdesini indirecekler ve Levha sandığını bununla örtecekler. Sonra üzerine deri bir örtü geçirecek, üstüne de salt lacivert bir bez serecek ve sırıklarını yerine koyacaklar. Kutsal masanın üzerine lacivert bir bez serip üzerine tabakları, sahanları, tasları ve dökmelik sunu testilerini koyacaklar. Masada sürekli ekmek bulunmasını sağlayacaklar. Bunların üzerine kırmızı bir bez serip deri bir örtü ile örtecek ve sırıklarını yerine koyacaklar. Işık veren kandilliği ve kandillerini, fitil maşalarını ve tablalarını ve zeytinyağı için kullanılan kaplarını lacivert bir bez ile örtecekler. Kandillik ile takımlarını deri bir örtüye sarıp sedyenin üzerine koyacaklar. Altın sunağın üzerine lacivert bir bez serip üzerine deri bir örtü örtecek ve sırıklarını yerine koyacaklar. Kutsal yerde kullanılan bütün eşyaları lacivert bir beze sarıp deri bir örtü ile örtecek ve sedyenin üzerine koyacaklar. Sunaktan yağı ve külü kaldıracak, sunağı mor bir bez ile örtecekler. Sonra üzerine hizmet için kullanılan bütün takımları, ateş kaplarını, büyük çatalları, kürekleri ve çanakları yerleştirip deri bir örtü ile örtecek ve sırıklarını yerine koyacaklar. Ordugah başka yere taşınır iken Harun ile oğulları kutsal yere ait bütün eşyaları ve takımları örtmeyi bitirdikten sonra Kehatoğulları onları taşımaya gelecekler. Ölmemek için kutsal eşyalara dokunmayacaklar. Buluşma çadırındaki bu eşyaların taşınması Kehatoğullarının sorumluluğu altındadır.” Çölde Sayım 4:1-15.

Burada Kehatoğullarının sorumluluğuna atanan işin ne kadar değerli gizemler içerdiğini görüyoruz. Levha Sandığı, altın masa, altın kandillik, altın sunak ve yakmalık sununun sunağı. Tüm bunlar göklerdeki gelecek olan modellerin ya da iyi şeylerin gölgesi idiler. Gerçek olanların örnekleri – Mesih’in, Kişiliğinin, İşinin ve Görevlerinin örnekleri; tüm bunları Mısır’dan Çıkış Hakkındaki Notlar kitabımızda göstermeye çalışmış idik. Mısır’dan Çıkış 24-30. Bunlar şimdi burada çölde sunulurlar ve eğer şu ifadeyi kullanmak için kendimize izin verir isek, “yolculuk kıyafetleri” içinde sunulurlar. Levha sandığı istisnası dışında tüm bunlar insan gözüne değişmeyen bir görünüm sunarlar, yani porsuk derilerinin kaba örtüleri. Levha sandığının bu konuda bir farklılığı vardı; porsuk derilerinin üstünde tamamen “lacivert” olan bir kumaş parçası vardı ve bu renk hiç kuşkusuz Rab İsa Mesih’in kendi tanrısal kişiliğindeki sonsuz göksel karakterini yansıtıyor idi. O’nda tamamen göksel olan şey O’nun burada yeryüzündeki kutsal yaşamının en üstteki düzeyi üzerinde idi. O, her zaman tamamen göksel İnsan idi –“göğün Rabbi.” Bu lacivert örtünün altında tüm kötülüklerden koruyan olarak ifade edilmesi mümkün olan porsuk derileri bulunuyor idi. Bu düşünce ile örtülmüş olan tek şey Levha Sandığı idi. Rabbimiz İsa Mesih’in bir örneği olan ve İsrail’in on iki oymağı ile bağlantılı olan üzerinde ekmek bulunan masanın üzerinde önce lacivert bir örtü ve sonra mor bir örtü vardı. Ve hepsinin üstü porsuk derileri ile örtülü idi. Başka bir deyiş ile, önce tamamen göksel olan mevcut idi ve sonra insan görkemine örnek teşkil eden geliyor idi. Ve hepsinin üstünde kötülükten koruyan yer alıyor idi. İsrail’in on iki oymağının yeryüzünde seçkin olması tanrının amacı idi; bu on iki oymakta insan görkeminin en yüksek örneği sergilenecek idi. Bu yüzden üzerinde ekmek bulunan masanın üstünde “mor” örtü bulunuyor idi. On iki parça ekmeğin on iki oymağa işaret ettiği kesin idi ve mor renge gelince, okuyucunun bu rengin anlamını kavraması için insanların görkemli olduğunu düşündüklerini ortaya koyanın ne olduğunu belirten kutsal yazılara bakması yeterlidir.

Altın kandilliğin ve altın sunağın örtüleri birbirlerinin aynı idiler. Yani, önce göksel örtü ve sonra dış kısımdaki porsuk derisi. Altın kandillikte gördüğümüz, Rabbimiz İsa Mesih’ti; O’nu ışık ve tanıklıktaki Kutsal ruhun işi ile bağlantılı olarak görürüz. Altın sunak bize Mesih’i ve O’nun aracılığının değerini gösterir- O’nun Tanrı önündeki kokusunu ve değerini açıklar. Bunların her ikisi de çölün kumlarından geçer iken, göksel olan ve porsuk derileri aracılığı ile korunan bir şekilde birbirlerine sarılıdırlar. Son olarak, tunç sunak ile ilgili olarak farklı bir ayırım gözlemliyoruz. Tunç sunak mavi ya da kırmız değil, mor renk ile örtülü idi. Bu neden böyle idi? Nedeni hiç kuşkusuz şudur, çünkü tunç sunak Mesih’i, “günahlar için acı çeken ” ve bu nedenle kraliyet asasını kullanan olarak ifade eden örnektir. “Mor” kraliyet rengidir. Bu dünyada acı çekmiş olan egemenlik sürecektir. Dikenli tacı Taşıyan, yücelik tacını taşıyacaktır. Bu yüzden tunç sunağın mor renk ile örtülmesi ahlaki açıdan uygundur, çünkü o sunakta kurban sunulmuş idi. Kutsal Yazılarda tanrısal anlam taşıyan hiç bir şeyin olmadığını biliriz. Ve Tanrının bizim öğrenmemiz için lütfederek yazdığı her şeyin anlamını bilmek için araştırma yapmak bizim için bir ayrıcalıktır. Bu öğretişi ancak alçakgönüllü ve sabırlı davranarak ve O’nu dua edip bekleyerek erişebileceğimize inanıyoruz. Kitabı kaleme alan Kişi kitabın genişliğini ve konusunu bir bütün olarak mükemmel bir şekilde bilir ve O’nun için kitabın her kısmı özeldir. Bu durum, hayal gücünün kutsal olmayan uçuşlarını kontrol etmek için etkili olacaktır. Ayetleri canlarımıza açıklayabilecek olan yalnızca Tanrının Ruhudur. Tanrı, ilahi takdir konusunda olduğu gibi açıklamalar konusunda da “Kendisinin yorumcusudur.” Ve biz kendimizi gerçekten boşaltarak O’na ne kadar çok güvenir isek, O’nun hem sözünü hem de yollarını açıklamak için daha derin bir anlayışa sahip oluruz.

Bu nedenle imanlı okuyucuya söyleyeceğimiz şey şudur: Çölde Sayım 4.bölümün ilk on beş ayetini alın ve onları Tanrının huzurunda okuyun. Her cümlenin anlamını – Levha sandığının anlamını ve neden üzerine “salt lacivert bir bez” serilmesi gerektiğini – Tanrıdan size açıklamasını isteyin. Ve diğer ayetler için de aynı şeyi yapın. Bizler alçakgönüllü bir zihin ile ayetlerin anlamını tahmin etmeye cüret ettik, ama gerçekten arzu ettiğimiz, sizin kendiniz için ayetlerin anlamını doğrudan Tanrıdan almanız ve yalnızca insandan kabul etmemeniz gerektiğidir. Hayal gücünden dehşetli bir şekilde korktuğumuzu itiraf ediyoruz. Biz hiç bir zaman bir kutsal ayet yazmadık, yazamayız da. Kutsal ayetleri açıklayacak olan tek kişi yalnızca onları yazmış olan Kutsal Ruh’tur.

O zaman şunu diyebilirsiniz: “O zaman neden oturup bu satırları yazıyorsunuz?” Açıklayalım; gayret ile araştıran öğrencinin, esin ile yazılmış sayfadaki ayetleri Tanrıya sorması için ona yardımcı olma umudu ile yazıyoruz. Çölde Sayım kitabının 4.bölümünü binlerce okuyucu defalarca okuyabilir, ama yine de şu gerçeği dahi algılayamayabilirler. Levha sandığı porsuk derisini göstermeyen buluşma çadırının tek gizemli eşyası idi. Ve eğer bu basit gerçek algılanamıyor ise, onun önemi nasıl anlaşılabilir? Bu nedenle aynı zamanda tunç sunak hakkında da acaba kaç kişi yalnızca tunç sunak üzerine mor örtü serildiğini fark etme konusunda başarısızlığa uğramıştır?

Şimdi bizler bu her iki gerçeğin de ruhsal anlam ile dolu olduğunu bilerek huzur içinde olabiliriz. Levha sandığı, Tanrının en yüce şekilde gösterilişi idi ve bu yüzden neden ilk bakışta görülmesi gerektiğini anlayabiliriz; Levha sandığı tam bir göksel saflığın örneği idi. Tunç sunak günahın yargılandığı yer idi – Mesih’in günahları üstlenen olarak yaptığı işte Mesih için örnek teşkil ediyor idi – bizim için gitmiş olduğu en uzak yerin neresi olduğunu ortaya koyuyor idi. Ama yine de o tunç sunak buluşma çadırında kraliyet örtüsü ile örtülen tek eşya idi. Buradaki bu öğretişten daha net bir öğretiş olabilir mi? Tüm bu ince ayrıntılardaki sınırsız bilgelik ne kadar da muhteşem! Levha sandığı bize göklerdeki en yüce noktayı işaret eder. Tunç sunak ise bize yeryüzündeki en alçak noktayı gösterir. Bu her iki eşya da buluşma çadırında en önemli yerlerde duruyorlar idi. Levha sandığında yasayı Vereni görürüz; tunç sunakta ise bizim için günah yapılmış Olan’ı görürüz. Göksel olan hemen ilk bakışta görülür idi ve ona yalnızca daha derinlemesine baktığınız zaman, porsuk derisini görürdünüz ve daha derin bir şekilde baktığınızda ise, o Mesih’in bedeninin örneği olan gizemli perdeyi görürdünüz. Farklı bir görünüm içinde olsa da her ikisinde de Mesih görülür. Levha Sandığında Tanrının yüceliği içindeki Mesih’i, tunç sunakta ise günahkarın ihtiyacını karşılayan Mesih’i görürüz. Bu bileşim bizim için ne kadar da bereketlidir!

Ama buna ek olarak, acaba okuyucu bu harika pasajın tamamındaki özel olarak dikkatimizin çekilmek istendiği bölümün farkına vardı mı? Mısırdan Çıkış 30.bölüm ve diğer ayetlerden buluşma çadırında çok önemli bir yer tutan bildiğimiz belli bir eşya parçasından burada hiç söz edilmez. Bu eşya parçası ile tunç leğeni ifade etmekteyiz. Çölde Sayım 4.bölümde neden tunç leğen atlanmıştır? Bazı dikkatli gözlere sahip rasyonalistler büyük olasılık ile burada hemen bir hata – bir kusur -  bir karşıtlık olduğunu iddia edeceklerdir. Ama bu iddiaları doğru mudur? Hayır, şükürler olsun ki değildir! Adanmış imanlı öğrenci bu tür şeylerin Tanrının kitabında yer alamayacağını çok iyi bilir. Herhangi bir bölümdeki bir eksiğin ya da belirli bir şeyin varlığının hesabını verecek güce sahip olmamasına rağmen bunu bilir ve ikrar eder. Ama Tanrının lütfu aracılığı ile olup bitenleri görmek için bize güç verildiğinden rasyonalistin kusurları ya da eksikleri gördüğü yerlerde biz inançlı öğrenciler her zaman kıymetli taşların en harikalarını görürüz.

Böylelikle Çölde Sayım 4.bölümdeki kısımda yer alan tunç leğenin eksikliği ile ilgili olarak herhangi bir kuşku duymayız. Esin aracılığı ile yazılmış olan kitabın güzelliğinin ve mükemmelliğinin on binlerce örneğinden yalnızca bir tanesidir.

Ama okuyucu bu konuyu araştırmak isteyip şu soruyu sorabilir: “Tunç leğen neden atlanmış?” Bunun nedeni, leğenin neden yapıldığı ya da ne amaç ile yapıldığına dair iki gerçekte bulunabilir. Bu iki gerçeğin Mısırdan Çıkış kitabında farkına vardık. “Buluşma çadırının giriş bölümünde hizmet eden kadınların aynalarından tunç ayaklıklı tunç bir kazan yaptı.” Mısırdan Çıkış 38:8. Bu, onun malzemesi idi. Ve objesine gelince, insanın aklanması için bir araç olarak sağlanmış idi. Şimdi Kehatlıların yükünü ve sorumluluğunu oluşturan tüm bu şeylerde en kutsal yerdeki levha sandığından buluşma çadırının avlusundaki tunç sunağa kadar gördüğümüz yalnızca Mesih’teki Tanrının çeşitli görünümleridir. Ve kazan elbette Tanrının bir görünümü olmasa da insanın aklanmasına işaret eder, bu nedenle Kehatlıların nezaretinde ve sorumluluğunda bulunmaz.

Ama şimdi kitabımızın bu en derin anlamlı kısmının (Çölde sayım 3-4) anlamı üzerinde iyice düşünmesi için tek başına bırakmamız gerekiyor. Bu kısım gerçekten de tükenmeyecek bir kısımdır. Hatta, sayfalar yerine kitaplar ile dolduruncaya kadar bu konu üzerinde devam etmemiz mümkündür. Bunu yaptığımız zaman bile derinliği asla ölçülemeyecek bir madenin üst seviyesine çok az nüfuz edebilmişiz gibi hissetmemiz gerekir – bu madenin hazineleri asla tükenemez. Hangi insan kalemi Levi oymağının esin ile yazılmış kaydında yer alan harika öğretişi tam olarak dışarı çıkarabilir?

Öz iradesi güçlü Levilinin “Rabden yana olanlar kimdir?” ifadesindeki canı harekete geçiren çağrıya yanıt veren ilk kişi olduğu gerçeğinde parlayan o egemen lütfu açıklamak için kim girişimde bulunabilir? Kan dökmüş ellere sahip olan Levililerin kutsal eşyalara dokunmaları için izin verildiği gerçeğinde örnek verilen o zengin, bol ve farklı merhametten kim haklı olarak söz edebilir? Ve bulundukları yere Tanrının Ruhunun giremeyeceği o kişilerin Tanrı için son derece değerli olan o yerde görev ve sorumluluk alacaklarını kim söyleyebilir?

Ve sonra üç gruptan oluşan o işçiler – Merariler, Gerşonlular ve Kehatlılar! Buradaki öğretiş ne kadar dikkat çekicidir! Tanrının kilisesindeki çeşitli üyelerin çeşitli hizmetleri ile ilgili ne kadar müthiş bir örnek! Tüm bunlardaki gizemli bilgeliğin derinliği nedir? Şu anda, bu esin aracılığı ile yazılmış kitabın en zengin içerikli kısımlarının karşısında çaresizlik ve yoksulluğun bizi çok derinden etkilediğini söylememiz çok fazla mı olur? Okuyucuyu sınırsız bir derinlik ve zenginliğe sahip olan bir madene getirdik ve şimdi onu madene Sahip Olan’ın lütufkar yardımına ve aynı zamanda bu madenin zenginliğini değerlendirebilecek tek Kişi’ye teslim etmemiz gerekiyor. Tanrının sözünün herhangi bir kısmı hakkında insanın yazabileceği ya da söyleyebileceği her şey yalnızca öneri şeklinde olabilir; madenin tükenebilir olduğundan söz etmek Kutsal Kitap’ı hafife almak olacaktır. Kutsal toprağa çarıksız ayaklar ile girelim ve buluşma çadırında araştırma yapanlar gibi olalım ve araştırmalarımız tapınma ruhu sayesinde hoş bir koku alsınlar. 4


2 “Rab İsa Mesih’in adının tüm yeterliliği” ifadesini kullanır iken, bununla anladığımız şudur: O’nun Adı, Halkına yaşamı, doğruluğu, aklanmayı, kabul edilmeyi, çeşitli tüm armağanları ile birlikte Kutsal Ruhun varlığını garanti eder; O’nun Adı tanrısal bir merkez ya da bir toplanma noktasıdır. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, Kilisenin zaman ya da sonsuzlukta ihtiyaç duyması mümkün olan her şeyin bu görkemli adda Rab İsa Mesih’in adında mevcut olduğuna inanırız.

3 Günah sunusu ve yakmalık sunu ile ilgili öğretiş hakkında daha fazla bilgi için okuyucuya “Levililer Hakkında Notlar’dan” Levililer 1:4 ayetini okuması önerilir. Bu küçük kitap için yayıncıya başvurulabilir.

4 Önceki kısım hakkında değinilen konular ile ilgili daha fazla öneriler alması için okuyucuya “Mısır’dan Çıkış Hakkında Notlar” kitabı tavsiye edilir. (Mısırdan Çıkış 24-30) Aynı zamanda “Gözden geçirilmiş Levi Oymağı tarihi” adlı küçük bir kitap (broşür) da önerilir.

ÇÖLDE SAYIM 5

“Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına de ki, deri hastalığı ya da akıntısı olan ya da ölüye dokunduğu için kirli sayılan herkesi ordugahın dışına çıkarsınlar. Erkeği de kadını da çıkaracaksınız. Aralarında yaşadığım ordugahlarını kirletmemeleri için onları ordugahın dışına çıkaracaksınız. İsrail halkı denileni yaparak Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi onları ordugahın dışına çıkardı.” Çölde Sayım 5:1-4.

Burada bize birkaç sözcük ile açıklanan şudur: topluluğun disiplininin üzerindeki büyük temel ilke çok önemsiz gibi görünür ama aslında bunun nedeni, ilkenin çok az anlaşıldığı ya da ilke ile çok az ilgilenildiği içindir. İsrail halkının ortasında bulunan Tanrının varlığı onların kutsal olmasını talep ediyor idi. “Aralarında yaşadığım ordugahlarını kirletmemeleri için.” Kutsal Olan’ın konut kurduğu yerin kutsal olması gerekir. Bu, çok basit ama çok gerekli bir gerçektir.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi “kurtuluş” Tanrının, halkının arasında konut kurmasının “temeli” idi. Ancak bu disiplinin Tanrının onların arasında kalışının sürekliliği için elzem olduğunu hatırlamamız gerekir. Tanrı kötülüğün bulunduğu yerde konut kuramaz idi. Adına övgüler olsun ki, O zayıflığa tahammül edebilir ve tahammül eder; ama gözleri kötülüğe bakamayacak kadar saftır ve günaha bakamaz. Kötülük O’nunla yanı yerde bulunamaz ve O’nun da kötülük ile hiç bir paydaşlığı olamaz. Eğer böyle olsa idi o zaman bu durum O’nun doğasının inkar edilişi olur idi ve O kendisini inkar edemez.

Ama buna karşılık olarak yine de “Kutsal Ruh Tanrı bireysel olarak imanlının içinde konut kurmamış mıdır ama imanlının içinde yine de pek çok kötülük mevcut değil midir?” denebilir. Doğru, Kutsal Ruh Tanrı imanlının içinde tamamlanmış olan kurtuluşun temeli esas alınarak konut kurmuştur. Kutsal Ruh orada doğaya ait olan kutsallık nedeni ile değil, Mesih’e ait olan doğanın mührü olarak mevcuttur. Ve Kutsal Ruhun varlığı ve paydaşlığı içimizdeki kötülük yargılanmış olduğu için keyif verir. Şu iddiada bulunacak biri var mıdır? “Benliğin ve insan zihninin arzularına yer verir iken Kutsal Ruhun içimizde konut kurduğunu fark edebilir ve bundan zevk alabilir miyiz?” Asla, böyle kötü bir düşünce bizden uzak olsun! Hayır; kendimizi yargılamamız gerekir ve içimizde konut kurmuş Olan’ın kutsallığı ile uyuşmayan her şeyi kendimizden uzak tutmamız gerekir. “Eski yaratık” olduğumuz artık kesinlikle fark edilmez. Eski yaratığın Tanrının önünde varlığı yoktur. Eski yaratık Mesih’in çarmıhında nihai olarak yargılanmıştır. Evet yine de eski yaratığın işlerini hissedebiliriz ve onlar için üzüntü duymamız ve kendimizi yargılamamız gerekir. Ama Tanrı bizi Mesih’te – Ruh’ta – yeni yaratık olarak görür. Ve ayrıca bunun da ötesinde Kutsal Ruh imanlının bedeninde Mesih’in kanının temeli sayesinde konut kurmuştur ve O’nun mevcudiyeti her şekil ve biçimdeki kötülüğün yargılanmasını talep eder.

tulipsİşte bu yüzden topluluk ile ilgili olarak söylenecek olan kötülüğün hiç kuşkusuz orada var olduğudur ve bu nedenle bedende kötülük mevcuttur. Ancak bu kötülüğün yargılanması gerekir ve eğer yargılanır ise, o zaman kötülüğün harekete geçmesine izin verilmemiş olur ve kötülük sıfır sayılır. Ama topluluğun kötülüğü yargılamaması gerektiğini söylemek ortak bir antinomianizmden başka bir şey değildir. Kendi içinde ve Tanrının yollarında Tanrının kötülüğü yargılamaktan sorumlu olmadığını düşünen, ağzı ile iman ikrarında bulunmuş bir Hristiyana ne söylememiz gerekir? Kesin bir kararlılık ile bu imanlının bir antinomian (ahlak kurallarına karşı gelen) olduğu ilan edilmelidir. Ve eğer tek bir birey için böyle bir konum yanlış ise, o zaman aynı şeyin bir topluluk için de yanlış olması gerekmez mi? Bunun nasıl olup da sorgulandığını anlamamız mümkün değildir.

Eğer İsrail incelemekte olduğumuz bölümün başlangıcında verilmiş olan buyruğa itaat etmeyi reddetmiş olsa idi, sonuç ne olur idi? Varsayalım ki, İsrail o zaman şöyle demiş olsa idi: “Biz kötülüğü yargılamak için sorumlu değiliz ve kendimizi herhangi birini yargılayacak olan hatasız ölümsüzler gibi hissetmiyoruz. Bu cüzamlı ve ölümlü kişiler en az bizim olduğumuz kadar İsrailliler ve ordugahın tüm bereket ve ayrıcalıklarına aynı bizim sahip olduğumuz gibi sahiptirler; bu yüzden onları dışarda bırakmaya hakkımız olmadığını hissediyoruz.”

Şimdi soruyoruz, böyle bir durumda Tanrının yanıtı ne olur idi? Eğer okuyucu bir an için Yeşu 4.bölüme dönecek olur ise, verilebilecek en ciddi yanıtı bulabilecektir. Şimdi okuyucu Akor vadisindeki “büyük taş yığınlarını özenli bir şekilde araştırmak için yaklaşsın ve bu konudaki bilgileri okusun. Tanrının yanıtı nedir? “Tanrı kutsallarının topluluğunda korkulması ve saygı duyulması gerekendir. Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir.” Tüm bunların anlamı nedir? Bunu dinleyelim ve üzerinde düşünelim! Topluluğun üyelerinden birinin yüreğine tutku girmiş idi ve bu günah ile sonuçlandı. O zaman ne oldu? Bu durum tüm topluluğun olaya dahil olmasına neden oldu mu? Evet, ciddi gerçek tam olarak budur. “İsrailliler (yalnızca Akan değil) günah işlediler. Onlarla yaptığım ve yerine getirmelerini buyurduğum antlaşmayı bozdular. Koşulsuz adanmış eşyaların bir kısmını çalıp kendi eşyaları arasına gizlediler ve yalan söylediler. İşte bu yüzden İsrailliler düşmana karşı tutunamıyor ve arkalarını dönüp düşmanlarının önünden kaçıyorlar. Çünkü lanete uğradılar . Sizde bulunan adanmış eşyaları yok etmezseniz, artık sizinle birlikte olmayacağım .” Yeşu 7:11,12.

Bu durum garip bir ciddiyeti ve araştırmayı gerektirir. Kulaklarımızda yüksek bir sesi işitmemizi ve yüreklerimize kutsal bir ders vermemizi kesin kılar. Öyküden aldığımız bilgiye göre İsrail ordugahındaki yüz binlerce kişi Yeşu gibi Akan’ın günahı ile gerçekten habersiz görünüyorlar idi ama yine de söylenen söz şöyle idi: “İsrailliler günah işlediler. Lanetlenmiş olanı çaldılar ve gizlediler.” Tüm bunlar nasıl oldu? Topluluk bir tane idi. Tanrının topluluğun arasındaki varlığı topluluğu tek kişi gibi yapıyor idi ve bu nedenle her birinin günahı hepsinin günahı oluyor idi. “Küçük parça bir maya bütün hamuru etkiler.” İnsan mantığı bunu kabul etmeyebilir, ama bu ifade gerçektir. Ve bunu söyleyen Tanrıdır ve inanan bir zihin için de bu kadarı yeterlidir. “Neden, nasıl ya da niçin?” diye sormak bize düşmez. Tanrının tanıklığı her konuda yeterlidir ve bizim yalnızca inanmamız ve itaat etmemiz gerekir. Ve bizler için şu yeterlidir: Tanrının varlığına ilişkin gerçek kutsallığı, saflığı ve kötülüğün yargılanmasını talep eder. Bunu her zaman hatırlayalım. Haklı olarak her düşük zihine ait ilkeye bağlı değildir: “sen bir kenarda dur, ben senden daha kutsalım.” Hayır, hayır, her şey Tanrının ne olduğuna dair temel üzerinde kurulmuştur. “Kutsal olun, çünkü Ben kutsalım.” Tanrı kutsal varlığının azizliğinden yargılanmamış bir kötülük için vazgeçemez idi. Ne! Ay kentindeki ordugahta bulunan bir Akan ile topluluğa zafer mi verecek idi? İmkansız! Bu koşullar altındaki bir zafer Tanrıyı hor görmek olurdu ve bu da İsrail’in başına gelebilecek en kötü şey idi. Böyle bir şey mümkün olamaz idi. İsrailin cezalandırılması gerekiyor idi. İsrail topluluk olarak alçalmalı ve kırılmalı idi. Akor vadisine – sıkıntı yeri - indirilmeleri gerekiyor idi. Çünkü kötülük topluluktan içeri girdiği zaman yalnızca orada bir “umut kapısı” açılabilir idi.

Okuyucunun bu önemli pratik ilkeyi yanlış anlamaması gerekir. Ama korkarız ki bu ile Tanrı halkının pek çoğu tarafından tamamen yanlış anlaşılmıştır. Lütuf aracılığı ile kurtulmuş olan ve merhamet anıtı olan bu kişilerin herhangi bir disiplin biçimi ile ya da bu şekilde cezalandırılmalarının asla doğru olamayacağını düşünen pek çok kişi var gibidir. Bu tür kişiler için Matta 7:1 ayeti yargılandırma düşüncesinin nihai mahkumiyeti gibi görünür. “Bize Rabbimiz tarafından, hiç bir şekilde yargılamamamız gerektiği söylenmedi mi?” derler. Şu harika sözler Rabbimize ait değiller midir? “Yargılama, öyle ki yargılanmayasın.” Hiç kuşkusuz evet! Ancak bu sözlerin anlamı nedir? Kendilerini imanlı paydaşlığına sunan kişilerin yaşamın öğretişini ve tutumunu yargılamamaları gerektiği anlamına gelmezler mi? Bir insanın ne olduğu, ne yaptığı ya da ne öğrettiğine herhangi bir destek verdiklerini düşünerek o insanı tamamen aynı şekilde kabul etmeli miyiz? Rabbimizin sözlerindeki güç ve anlam bu olabilir mi? Kim, bir an için bile olsa, böyle korkunç bir şeyi kabul edebilir? Rabbimiz bize aynı bölümde “sahte peygamberlere karşı uyanık durmamızı” söylemez mi?” Ama eğer yargılamayacak isek, birine karşı uyanık durmamız nasıl mümkün olabilir? Eğer hiç bir şekilde yargı uygulanmayacak ise, o zaman bize neden uyanık durmamız söyleniyor?

İmanlı okuyucu, gerçek, mümkün olabilecek her şekilde çok basittir. Tanrının topluluğu öğretişi ve kapıdan girdiğini iddia eden herkesin ahlakını yargılamaktan sorumludur. Bizlerin motifleri değil yolları yargılamamız gerekir. Esin aracılığı ile yazan elçi bize 1.Korintliler 5.bölümde doğrudan şu öğretişi verir: topluluğun içinde bulunan herkesi yargılamamız gerekir. “İmanlılar topluluğunun dışındakileri yargılamaya benim ne hakkım var? Sizin de yargılamanız gereken kişiler topluluğun içindekiler değil mi? Topluluğun dışında kalanları Tanrı yargılar.” (12 ve 13.ayetler.)

Bu çok kesin bir durumdur. Bizlerin dışardakileri değil, içerdekileri yargılamamız gerekir. Yani imanlılar olan Tanrı topluluğunun üyeleri yargılanacak olanlar sınıfına dahildirler. Bir kişi topluluğa dahil olduğu andan itibaren o toplulukta konut kurmuş Olan’ın kutsallığına karşı olan her şey için yargılanmaya aday olur.

Ve okuyucunun bir an için bile şu düşünceye kapılmaması doğru olandır: “Evin” disiplini söz konusu olduğu zaman “bedenin” birliğine dokunulmuş olur. Bu, aslında çok ciddi bir hatadır. Ama ne yazık! Çünkü çok sık yapılan bir hatadır. Tanrının evinin disiplinini haklı olarak korumak isteyen kişilerin Mesih’in bedenine ait olduklarının söylendiğini sık sık duyarız. Bundan daha büyük bir hata olması nerede ise imkansızdır. Gerçek şudur ki, ilki bize ait bir sorumluluktur; ikincisi ise nihai bir imkansızlık? Tanrının evinin disiplininin uygulanmasının sürmesi gerekir; ama Mesih’in bedeninin birliği asla çözülemez.

Ayrıca yine bazen kişilerin, Mesih’in bedeninin üyelerinin kesildiklerinden söz edildiğini duyarız. Aynı zamanda bu da bir hatadır. Mesih’in bedeninin tek bir üyesi bile asla rahatsız edilemez. Her üye, Kutsal Ruh aracılığı ile Tanrının sonsuz amacı ile uyumlu olarak ve Mesih’in kefaretinin tamamlanmış zemini üzerinde yerine yerleştirilmiştir; ne insanların ne de kötü ruhların gücü tek bir üyeyi bile bedenden asla ayıramaz.  Hepsi mükemmel bir birlik içinde birbirlerinden ayrılmaz bir şekilde birleştirilmişlerdir ve orada tanrısal güç tarafından korunurlar. Tanrının kilisesinin birliği bir ırmak üzerinde gerilen bir zincire benzetilebilir; zinciri her iki taraftan da görebilirsiniz ama zincir orta yerinde meyil yapar ve eğer siz gözlerinizin gördüğüne göre karar verecek iseniz, o zaman zincirin orta yerinde çukurlaştığını düşünebilirsiniz. Aynı şey Tanrının kilisesi içinde geçerlidir. Başlangıçta tek olarak görülür; sonra yavaş yavaş tek olarak görülecektir ama daha şimdiden Tanrının gözünde tektir, ancak bu teklik ölümlü gözler tarafından tek olarak görülmeyebilir. İmanlı okuyucunun bu önemli kilise konusunu tam net olarak görebilmesi son anda olur. Düşman gücünün her türünü kullanarak Tanrının sevgili halkının gözlerine toprak atmak ister, öyle ki, bu konu ile ilgili gerçeği göremesinler. Bir yanda Roma Katolikliğinin övüngen birliği görülür ve diğer yandan Protestanlığın kaçınılmaz ayrılıkları göze çarpar. Roma büyük bir zafer edası ile Protestanlığın sayısız sektlerine işaret eder ve Protestanlar da aynı şekilde Roma Katolikliğinin sayısız hatalarına, çürümelerine ve tacizlerine dikkat çekerler. Böylece gerçeği ciddi bir şekilde araştıran kişi nereye döneceğini ya da ne düşüneceğini nerede ise bilemez hale gelir. Ama öte yandan bu arada özensiz, kayıtsız kendisine dönük ve dünyayı seven kişiler çevrelerinde gördükleri tüm bu şeylerden etkilenmeye hazırdırlar. Tanrısal konular hakkındaki tüm düşünce ve ilgiler bir tarafa atılırlar ve eğer Pilatus gibi bazen “Gerçek nedir?” diye soracak olurlar ise, yanıtı beklemeden aynı Pilatus gibi arkalarını dönerler.

Şimdi, artık tüm meselenin –zorluğun büyük çözümü -gerçek sırrı konusunda tamamen ikna olduk; Tanrının sevgili kutsallarının yüreklerindeki gerçek inanç Tanrının kilisesinin bölünmez gerçeğinde Mesih’in yeryüzündeki bedeninde bulunacaktır. Bu gerçek yalnıza bir öğretiş olarak görülmemeli, ama aynı zamanda bize neye mal olur ise olsun itiraf edilmeli, korunmalı ve uygulanmalıdır. Bu gerçek, cana şekil veren önemli bir gerçektir ve bir yandan romanın övüngen birliğine öte yandan Protestanlığın bölünmelerine verilecek tek yanıta sahiptir. Bu gerçek Protestanlığa birliğe sahip olduğumuzu ve Roma Katolikliğine Kutsal Ruhun birliğini bulmuş olduğumuzu kanıtlama için bizi güçlendirecek.

Ama yine de buna karşılık olarak şöyle bir tartışma ortaya çıkabilir: böyle bir düşünceyi duruların hali hazırdaki koşulları içinde uygulamak için istekli olmak gerçek anlamda ütopyadır. Her şey öylesine büyük bir mahvolmuşluk ve karışıklık içindedir ki, bizler sanki yalnızca bir ormanda yolunu kaybetmiş ve evlerine geri dönebilmek için ellerinden geleni yapan, bazıları çok sayıda bazıları iki ya da üç kişi ve bazısı da tek başına olan çocuklara benzeriz.

Şimdi tüm bunlar çok makul gibi görünebilir. Ve biz en azından hiç kuşku duymayız. Ama hali hazırda bu konu Rabbin halkından çok sayıda kişiye yoğun bir zorluk çıkartabilir. Ama iman yargılamasında konunun bu şekilde ele alınması aslında bir zorluk teşkil etmez. Ve şu basit nedenden ötürü, yani iman hakkında en önemli soru olan “Kilisenin birliği bir iman teorisi midir yoksa tanrısal bir gerçeklik midir?” sorusunun yanıtı yazılmış olduğu gibi kesinlikle şudur: “Tek bir beden ve tek bir Ruh vardır.” (Efesliler 4:4) Eğer “tek bir bedenin” olduğunu inkar edecek olur isek, eşit derecedeki bir güç ile “tek bir Rabbin, tek bir imanın, tek bir vaftizin, tek bir Tanrının ve herkesin Babası Olan’ı da inkar etmiş oluruz. Çünkü hepsi esin sayfasında yan yana dururlar ve eğer birini rahatsız etmiş olur isek, hepsini rahatsız etmiş oluruz.

Bu konu ile ilgili Kutsal Yazılardan belirli bir bölüm tanımlamadık. Eğer tanımlamış olsa idik, fazlası ile yeterli olur idi. Ama biz birden daha fazla ayete sahibiz. Şu sözlere kulak verin: “Tanrıya şükrettiğimiz şükran kasesi ile Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmek ile Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz? Ekmek bir olduğu gibi biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz. Çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz.” (1.Korintliler 10:16,17) Aynı zamanda 1.Korintliler 12:12-27 ayetlerini de okuyunuz; bu ayetlerde bu konunun tamamı açıklanmıştır.

Net ve dolu bir tek bir kelime ile söyleyecek olur isek, Tanrının Sözü Mesih’in bedeninin bölünmez birliği ile ilgili gerçeği bina eder. Ve ayrıca Tanrının evinin disiplini ile ilgili gerçeği de net ve tam olarak bina eder. Ama göz önünde tutulması gereken önemli nokta ikincisinin asla ilkine müdahale etmeyeceğidir. Bu iki şey birbirleri ile mükemmel bir şekilde uyumludurlar. Elçi Korint’teki kiliseye “o kötü kişiyi” aralarından atmalarını buyurduğu zaman, bedenin bundan etkilendiğini mi düşünmemiz gerekir? Kesinlikle hayır. Ama yine de o kişi Mesih’in bedeninin bir üyesi değil miydi? Evet, öyle idi, çünkü ikinci mektupta onu yenilenmiş olarak tekrar görürüz. Tanrı evinin disiplini Mesih’in bedeninin bir üyesi ile ilgili görevini yapmış idi. Ve böylece hata yapan kişi geri getirildi. Kilisenin eyleminin konusu bu idi.

Tüm bunlar okuyucunun Rabbin sofrasına kabul edilme ve ondan uzak tutulma ile ilgili derin merakı hakkında düşüncelerini netleştirmesi için yararlı olabilir. Bu konu hakkında pek çok imanlının zihinlerinde hatırı sayılır miktarda karışıklık var gibidir. Bazı kişiler, bir kişinin imanlı olması nedeni ile Rabbin sofrasındaki yerinin reddedilmesinin hiç bir şekilde mümkün olmaması gerektiğini düşünüyora benzerler. 1.Korintliler 5.bölümdeki olay bu meseleyi çözümlemek için oldukça yeterlidir. Bu kişinin bir imanlı olmadığı için kiliseden atılmadığı aşikardır. Bildiğimiz gibi, o hatası ve günahına rağmen Tanrının bir çocuğu idi. Ama yine de Korint’teki topluluk onun atılmasını buyurdu ve eğer bunu yapmamış olsalar idi, Tanrının yargısını tüm topluluğun üzerine getirmiş olacaklar idi. Tanrının varlığı topluluğun içinde idi ve bu nedenle kötülüğün cezalandırılması gerekiyor idi.

Böylece hem Çölde Sayımın beşinci bölümüne hem de 1.Korintlilerin beşinci bölümüne baktığımız zaman, aynı ciddi gerçeği öğreniriz, yani, “Kutsallık, sonsuza kadar tanrının evi haline gelir.” Ve bunun da ötesinde şunu öğreniriz: bu disiplin dışarda olanlar için değil, Tanrının halkı için muhafaza edilmelidir. Çünkü Çölde sayım 5.bölümün ilk satırlarında ne okuruz? İsrailoğullarına kesintisiz bir çizgi içinde İbrahim’in dönemine kadar İsrailli olmayan, sünnet olmamış olan ve soyunu ilan edememiş olan herkesin ordugahın dışına atılması söylenmiş olsa idi? Ordugahtan atılmanın nedenleri bu temellere dayansa idi? Olmazdı. O zaman kimin dışarı atılması gerekiyor idi? “Her cüzamlının” – yani, içinde günahın işlemesine izin verilen herkes. “Deri hastalığı ya da akıntısı olan ya da ölüye dokunduğu için kirli sayılan herkes.” Çöldeki ordugahtan ayrılması gereken kişiler işte bunlar idi ve şimdi bu şekilde ima edilen örneklerin de topluluktan ayrılmaları gerekir.

Aklımıza şu soru gelebilir: “Neden böyle bir ayrılık talep edilmektedir?” Bu ayrılığın nedeni halkın ününü ve sorumluluğunu korumak için miydi? Hayır, konu bu değildir. O zaman nedir? Tanrının tam orta yerinde konut kurmuş olduğu ordugahlarını kirletmemeleri için. Şimdi de aynı durum söz konusudur. Kendi ortodoksluğumuzu muhafaza etmemiz için yargıda bulunmuyor ve kötü öğretişi kaldırıp atmıyoruz. Aynı zamanda kendi ünümüzü ve sorumluluğumuzu muhafaza etmek için de yargıda bulunmuyor ve kötü ahlakı kaldırıp atmıyoruz. Yargının tek temeli ve bu kötülüğü kaldırıp atmanın tek nedeni, şudur: “Ey Rab, kutsallık sonsuza kadar senin evin olmuştur.” Tanrı, halkının ortasında konut kurar. “Tanrının tapınağı olduğunuzu ve Tanrının Ruhunun sizde yaşadığını bilmiyor musunuz?”1.Korintliler 3:16. Ve yine bir başka ayet: “Böylece artık yabancı ve garip değil, kutsallar ile birlikte yurttaş ve Tanrının ev halkısınız. Elçiler ile peygamberlerden oluşan temel üzerine inşa edildiniz. Köşe taşı Mesih İsa’nın kendisidir. Bütün yapı Rabbe ait kutsal bir tapınak olmak üzere O’nda kenetlenip yükseliyor. Siz de Ruh aracılığı ile Tanrının konutu olmak üzere hep birlikte Mesih’te inşa ediliyorsunuz.” Efesliler 2:19-22.

Ama okuyucu şu tür bir soru sorma ihtiyacı duyabilir. “Saf ve mükemmel bir kilise ya da topluluk bulmak nasıl mümkün olabilir? Çobanın yoğun bir gayret içeren çabalarına ve toplu sadakate rağmen her toplulukta mutlaka bazı kötülüklerin mevcut olması kaçınılmazdır. O zaman saflığın bu nihai standardı nasıl olur da elde edilebilir?” Hiç kuşkusuz, topluluğun her bir üyesinde konut kurmuş günah bulunduğuna göre toplulukta kötülüğün mevcut olacağı kesindir. Ancak bu kötülüğe izin verilmemesi gerekir; kötülük yargılanmalı ve bastırılmalıdır. Kirletici olan yargılanmış kötülüğün varlığı değildir; kötülüğe izin vermektir. Üyelerin bireysel karakterleri kilisenin ya da topluluğun karakteri ile ortaktır. “Eğer kendi kendimizi yargılamış olsa idik, o zaman yargılanmamamız gerekir idi.” 1.Korintliler 11:31. Bu yüzden hiç bir kötülük miktarı bir üyeyi tanrının kilisesinden ayırmamalıdır. Ama eğer bir topluluk kötülüğü yargılama konusundaki hem öğretiş hem de ahlaki açıdan ciddi sorumluluğunu inkar ediyor ise, artık zaten Tanrının kilisesinin temelinde değildir. Ve sizin bundan ayrılma konusundaki göreviniz mutlaka yerine getirilmelidir. Bir topluluk Tanrının topluluğunun temeli üzerinde bulunduğu sürece ne kadar zayıf ve ne kadar az sayıda olur ise olsun, onu bundan ayırmak gerekir. Ama eğer bir topluluk Tanrının temeli üzerinde değil ise ve kötülüğü yargılama konusundaki sorumluluğunu inkar ediyor ise, o zaman topluluğun onunla devam etmemesi gerekir.

Ama o zaman bu tutum ayrılıkların çoğalması ve nüfuz etmesi olasılığını artırmaz mı? Büyük bir kesinlik ile hayır! Bu tutum yalnızca insan topluluklarının bozulmasına neden olur, ama bir ayrılma değildir. Tam aksine, bu tür topluluklar ne kadar geniş, güçlü ve görünürde yararlı olurlar ise olsunlar Tanrının kilisesindeki Mesih’in bedeninin birliğine tam ve kesin bir düşmandırlar.

Tanrının Ruhunun kilise ile ilgili bu büyük soruna düşünceli bir okuyucunun kayıtsız kalması mümkün değildir. İnsanlar bu konuda yalnızca bireysel bir zihnin düşüncesinin ya da bir grubun öğretişinin çok daha fazlasının bulunduğunu görmeye başlıyorlar. “Kilise nedir?” sorusu pek çok yürek üzerinde baskı yapmakta ve bir yanıt talep etmektedir. Ve verilecek bir yanıta sahip olmak ne büyük bir merhamettir. Bu yanıt Tanrının ve kutsal ayetlerin verebilecekleri kadar net, farklı ve yetkindir. Kilisenin iddiaları aracılığı ile tüm taraflar üzerine hücum edildiği zaman, “Yüce kilise”, “Alçak kilise”, “Geniş kilise”, “Devlet kilisesi” ve “Özgür kilise” gibi ifadeler söz edilemez bir ayrıcalık değildirler. Bunu kesinlikle böyle değerlendiriyoruz ve Tanrı halkının binlerce sorununun tanrısal çözümünün yalnızca burada mevcut olduğundan kesinlikle eminiz.

Ama böyle bir kilise nerede bulunabilir? Çevremizi kuşatan enkaz ve karışıklığın ortasında bunu aramaya kalkışmak umutsuz bir deneme değil midir? Tanrıya şükürler olsun ki, hayır! Çünkü kilisenin tüm üyelerinin bir araya toplandığını göremeyebiliriz, ama yine de Tanrının kilisesinin temelini bilmek ve orada olmak bizim için ayrıcalık ve kutsal bir görevdir. Ve bu temelin nasıl farkına varılması gerekir? Tanrının kilisesinin gerçek temelini fark etme yolunda atılacak ilk adımın buna karşı olan her şeyden uzak durmak olduğuna inanıyoruz. Zihinlerimiz sahte olan tarafından bulutlandırıldığı zaman, neyin gerçek olduğunu beklemeye ihtiyaç duymayız. Tanrısal düzen şudur: “Kötülük yapmayı bırak, iyilik yapmayı öğren.” Tanrı bize iki adım atmak için gerekli ışığı bir kerede vermez. Bu yüzden yanlış temel üzerinde durduğumuzun farkına vardığımız an, onu terk etmek ve daha fazla ışık için Tanrıyı beklemek bize düşen görevdir, çünkü Tanrının daha fazla ışık vereceği kesindir.

Ama şimdi artık bölümümüzde ilerlemeye devam etmemiz gerekiyor.

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına de ki, ‘Bir erkek ya da kadın, insanın işleyebileceği günahlardan işler ve Rabbe ihanet eder ise, o kişi suçlu sayılır. İşlediği günahı itiraf etmeli. Karşılığını, beşte birini üzerine ekleyerek suç işlediği kişiye ödeyecek. Eğer kişinin işlenen suçun karşılığını alacak bir yakını yok ise suçun karşılığı Rabbe ait olacak. Günahın bağışlanması için sunulan bağışlamalık koç ile birlikte suçun karşılığı da kahine verilecek.”

Suç sunusu öğretişinin Levililer kitabının 5.bölümü ile ilgili Notlar’da gözden geçirildiğini biliyoruz ve şimdi okuyucumuza bu konuyu işaret etmemiz gerekiyor. Çünkü onun zamanını meşgul etmek istemiyoruz ve daha önce gözden geçirilmiş olan noktalara tekrar değinmek istemiyoruz. Burada yalnızca itiraf ve yenilenme ile ilgili çok önemli konulara değineceğiz. Hem Tanrının hem de insanın Golgota tepesinde sunulan Yüce Günah Sunusu aracılığı ile kazananlar oldukları gerçeği ile birlikte aynı zamanda bir önceki alıntıdan şunu da öğreniriz: bir günah işlendiği zaman Tanrının bu günahın itiraf edilmesini ve yenilenmesini arar. Bir öncekinin içtenliği bir sonraki aracılığı ile kanıtlanacaktır. Kardeşine karşı günah işlemiş bir Yahudinin gidip ona “Üzgünüm” demesi yeterli değil idi. Günah işlediği konuda verdiği zararı tazmin etmesi ve bu zararın karşılığını beş kez ödemesi gerekiyor idi. Şimdi bizler yasa altında değiliz, ama buna rağmen yine de yasanın özelliklerinden pek çok bilgi edinebilir ve ondan bazı iyi dersler alabiliriz. Günah işlediğimiz konuda kendimizi yargıladığımıza dair gerçek ile ilgili uygulamalı kanıt vermemiz gerekir.

Bunun olması gerektiği gibi hissedilip hissedilmediğini sorgularız. Tanrının ruhunu gerçekten çok kederlendiren günah ve hata ile ilgili olarak bir ışığın mevcut olduğundan korkarız. Tanrının gözündeki günahın kötülüğünün yürekte derinden hissedilmeden ve gerçek pişmanlık duyulmadan yalnızca ağız ile söylenmesi ile yetiniriz. Günahın kendisi ahlak köklerinden yargılanmaz ve bunun bir sonucu olarak yürek sertleşir. Ve vicdan hassasiyetini kaybeder. Ufak çengelleri tarafından yönetilen titiz vicdan ya da korkuları tarafından idare edilen marazi bir vicdandan söz etmiyoruz. Bu her iki vicdan da kişinin başa çıkamayacağı kadar sıkıntılıdır. Biz burada her zaman her konuda Tanrının sözü tarafından yönetilen ve O’nun yetkisi ile idare edilen hassas bir vicdandan söz ediyoruz. Bu makul ve sağlıklı vicdan tanımının değeri ölçülemez bir hazine olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir vicdan her şeyi düzenler; günlük yaşamımızdaki alışkanlıklarımız –nasıl giyineceğimiz – evlerimiz –mobilyamız –masamız – tavır ve davranışlarımız, ruhumuz ve tarzımız ile ilgili her konuyu inceler. Ya da eğer bizim payımız başka kişilere hizmet etmek ise, hizmetin türü ne olur ise olsun bu hizmeti nasıl bir ruh durumu ile yerine getirdiğimizdir. Özetleyecek olur isek, her şey duyarlı bir vicdanın sağlıklı ahlaki etkisi altında gelişir. “Bu nedenle ben gerek Tanrı gerek insanlar önünde vicdanımı temiz tutmaya çalışıyorum.” Elçilerin İşleri 24:16.

İşte imrenmemiz gereken tutum bu olmalıdır. Mesih’in en önemli ve en çok armağana sahip hizmetkarının bu uygulamasında ahlaki açıdan ahlaki açıdan güzellik ve çekicilik mevcuttur. Görkemli tüm armağanları ile tüm harika güçleri ile, Tanrının öğütlerine ve yollarına olan tüm derin anlayışı ile tüm konuşması gerekenler ile ve üçüncü gökte ona açıklanan sözlerin tüm yüceliği ile; tek bir sözcük ile söyleyecek olur isek, o elçilerin en onurlusu ve kutsalların en ayrıcalıklısı olarak hem Tanrının hem de insanların önünde her zaman güceniklikten uzak bir vicdanı muhafaza etmek için kutsal bir gayret gösterir. Ve eğer korunmasız bir anda Hananya’nın baş kahine söylemiş olduğu gibi eğer ağzından yanlış bir söz çıkar ise hemen o anda bunu itiraf etmeye ve tazmin etmeye hazır olmalıdır, öyle ki “Beyaz badanalı duvar, tanrı sana vuracak!” sözü geri alınsın ve bunun yerine Tanrının sözü verilsin: “Halkının yöneticisine karşı kötü söz söylemeyeceksin.”

O gece Pavlus’un eğer söylediği sözleri geri almamış olsa idi, huzur içinde dinlenmesinin imkansız olduğuna inanıyoruz. Yanlış olan şeyi söylediğimiz ya da yaptığımız zaman, bunun itiraf edilmesi gerekir ve eğer itiraf edilmez ise, paydaşlığımızın kesileceği mutlaktır. Vicdanda yer alan itiraf edilmemiş olan günah ile paydaşlık ahlaki açıdan imkansızdır. Bunun hakkında konuşabiliriz, ama bu hiçbir yararlı sonuç sağlamaz. Eğer Tanrı ile yürümek istiyor isek, temiz bir vicdanı muhafaza etmemiz gerekir. Ahlaki duyarsızlık ve körleşmiş vicdan kadar korkunç olan başka bir şey yoktur; kayıtsız bir ahlak anlayışı her tür şeyin yargılanmadan geçiştirilmesine izin verebilir; günah işlenir, üzerinden zaman geçer ve sanki hiç bir şey olmamış gibi “Ben ne kötülük yaptım ki?” denebilir.

Değerli okuyucu, kutsal bir gayret ile tüm bunlara karşı uyanık olalım. Yumuşak bir vicdan oluşması için istek duyalım. Vicdan Pavlus’tan talep ettiğini bizden de edecektir, yani “uygulama”. Ancak bu bereketli bir uygulamadır ve en değerli ürünleri ortaya koyacaktır. Bu uygulamada yasaya karşı olan herhangi bir şey olduğunu düşünmeyin; hayır! Bu egzersiz tamamen imanlıya özgüdür; gerçekten de Pavlus’un sözylediği bu soylu sözlere bir imanlının uygulamasının sıkıştırılmi şekilde bir tamamı olduğunu görürüz. “Tanrının ve insanların önünde her zaman temiz bir vicdana sahip olmak her şeyi açıklar.

Ama ne yazık! Tanrının istekleri ya da diğer kişilerin istekleri üzerinde düşünmeyi alışkanlık haline getirmiş olan kişi sayısı ne kadar azdır! Vicdanımızdaki duyarlılık ne kadar küçüktür. Tüm bu tarz istekler ihmal edilir, ama biz bunu yaptığımızı hissetmeyiz bile.

Rabbin huzurunda kırılma ve gerçek pişmanlık yoktur. Binlerce konuda günah işleriz, ama yine de itiraf ya da tazmin etme mevcut değildir. Yargılanması, itiraf edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken pek çok şeyin geçip gitmesine izin verilir. Kutsal konularda günah işlenir; toplulukta ve Rabbin sofrasında gayri ciddiyet ve kayıtsızlık vardır. Çeşitli yollar ile Tanrıdan çalarız; kendi düşüncelerimiz ile düşünürüz; kendi sözlerimiz ile konuşuruz; kendi hoşumuza gideni yaparız ve tüm bunlar Tanrıdan çalmaktan başka nedir? Kendimize ait olmadığımızı ve bir bedel karşılığı satın alındığımızı bilmez miyiz?

Şimdi, tüm bunların bizim ruhsal büyümemize engel teşkil edeceklerini düşünüp üzülmemezlik edemeyiz. Bu durum Tanrının Ruhunu kederlendirir ve canlarımızın O’nunla olan büyümeleri konusunda Mesih’in lütufkar hizmetine engel olur. Tanrı sözünün çeşitli bölümlerinden Tanrının yumuşak bir ruh ve pişman bir yüreğe ne kadar çok değer verdiğini biliriz. “ben pişman olmuş bir ruhtan ve sözümden titreyen bir yürekten hoşlanırım.” Tanrı böyle bir kişi ile birlikte olabilir, ama katılık ve duyarsızlık, soğukluk ve kayıtsızlık ile paydaşlıkta bulunamaz. Oh! O zaman hep hem Tanrının hem de diğer insanların önünde saf ve suçlamayan bir vicdana sahip olmak için kendimizi eğitelim.

Uzun bir alıntıya ihtiyaç duymadığımız bölümümüzün üçüncü ve son bölümünde bize derin bir ciddiye sahip olan bir ders verilir. Bu derse bakış açımız hem tanrısal takdir ya da ahlaki yönden olabilir. Bu bakış açısı kıskançlık denemesi için tasarlanmış olan büyük sıkıntının kaydını içerir. Ve buradaki yeri dikkat çekicidir. İl kısımda kötünün ortak yargılanmasını gördük: ikinci kısımda bireysel öz yargı, itiraf ve yenilenmeyi ve üçüncü kısımda Tanrının kötülüğün gölgesine dahi tahammül edemeyeceğini öğrendik.

Şimdi, bu çok etkileyici sıkıntının Yehova ve İsrail arasındaki ilişki üzerinde tanrısal bir takdir taşıdığına tamamen inanıyoruz. Peygamberler İsrailin tutumunu genellikle bir eşin (hanım) tutumuna benzetirler ve Yehova’nın bu eşe olan kıskançlığına değinirler. Bölümlerden alıntılar yapma girişiminde bulunmayacağız, ama okuyucu Yeremya ve Hezekiel kitaplarının sayfalarında bu benzetme ile karşılaşacak. İsrail, acı suyun yürekleri araştıran denemesine dayanamadı. İsrailin sadakatsizliği görünür hale geldi. İsrail bir eş olarak verdiği sözü ihlal etti. İsrail’in Kutsalı olan Kocasından ayrıldı ve Kocasının yakıp tüketen kıskançlığı sadakatsiz ulusun üzerine döküldü. Tanrı kıskanç bir Tanrıdır ve Kendisine ait olduğunu söylediği bir yüreğin bir başkasına verildiği düşüncesine tahammül edemez. Böylece kıskançlık denemesi ile ilgili bu sıkıntının tanrısal karakter açısından çok önemli olduğunu görüyoruz. Tanrı kıskançlık konusunda yara almış ya da hatta yara aldığına dair kuşku duyan bir kocanın düşünce ve duygularına tamamen sahiptir. Yalnızca kuşku duymanın bile hoş görülmesi mümkün değildir; kıskançlık yüreğe yerleştiği zaman konunun en dip noktaya kadar araştırılması gerekir. Kuşku duyan kişi, kuşku duyduğu kişiyi yalnızca sadık olan birinin katlanabileceği bir araştırma sürecinden geçirir. Eğer suçun en ufak bir izi bile var ise, acı sular canı, canın en derin yerlerine kadar araştırabilirler ve mevcut olanı açığa çıkartırlar. Suçlu olan için hiç bir şekilde kaçış yok idi ve suçlu olan için olası hiç bir kaçış olmadığı gerçeği masum olanın haklılığını daha da zaferli bir hale getirir idi. Suçlunun suçunu beyan eden ve sadık olanın masumiyetini ortaya koyan süreç aynı süreçtir. Saygınlığının tamamen bilincinde olan kişi soruşturmadan sıkıntı duymaz. Eğer suçlu olan birinin kaçması için bir olasılık olsa idi, deneme modunun herhangi bir kusuru aracılığı ile masum olana karşı çıkılmış olur idi. Ama süreç tanrısal idi ve bu nedenle mükemmel idi. Ve bu yüzden kuşku duyulan eş denemeden güvenlik ile geçtiği zaman, sadakati mükemmel bir şekilde görünecek idi ve kendisine karşı tam bir güvenlik duygusu oluşacak idi.

O zaman tüm kuşku duyulan meselelerin çözümlenmesi nasıl mükemmel bir merhamet gerekir idi! Kuşkulanmak tüm sevecen mahremiyete vurulan öldürücü bir darbeden farksızdır ve Tanrı topluluğunun ortasında bunu barındıramaz idi. O, halkının bir arada kötülüğü yargılaması ve kişilerin bireysel olarak kendilerini yargılamaları ile yetinmez aynı zamanda kötülük olasılığın var olduğu yerde dahi kanıtın ortaya konması ve gerçeğin mükemmel bir şekilde ortaya çıkartılması için bir deneme yöntemi tasarlamıştır. Suçlu olanın acı suyu yani ölümü içmesi ve yargılanması gerekiyor idi. 5 Sadık olan acı suyu yani ölümüiti ve zafer kazandı.


5 Buluşma çadırının zemininden kaldırılması gereken “toz” ölüm ile ilgili bir örnek olarak görülebilir. “Beni ölümün tozlarına getirdin.” “Su” sözcüğü Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile her şeyi görünür hale getirmek için vicdanın tahammül etmesi için geçen sürece örnek teşkil eder. Eğer Mesih’e, halkın gerçek Kocasına karşı bir sadakatsizlik söz konusu oldu ise bu sadakatsizliğin kesin bir şekilde yargılanması gerekir. Bu durum Tanrının kilisesi İsrail’in ve bireysel imanlının durumu ile uyumludur. Eğer yürek Mesih’e sadık kalmasa idi, sözün araştıran gücüne karşı ayakta kalabilmesi imkansız olur idi. Ama eğer içsel kısımlarda gerçek mevcut ise, bir imanlı ne kadar çok araştırılır ve ne kadar çok denenir ise, kendisi için o kadar iyidir. Şu sözleri gerçekten söyleyebiliyor isek ne kadar bereketliyiz: “Ey Tanrı, yokla beni, tanı yüreğimi. Sına beni, öğren kaygılarımı. Bak, seni gücendiren bir yönüm var mı? Öncülük et bana sonsuz yaşam yolunda.” Mezmurlar 139:23,24.

Çölde Sayım 6

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘ İsrail halkına de ki, ‘Eğer bir erkek ya da kadın Rabbe adanmış kişi olarak Rabbe özel bir adak adamak, kendini Rabbe adamak ister ise, şaraptan ya da herhangi bir içkiden kaçınacak, şaraptan ya da başka içkilerden yapılmış sirke içmeyecek. Üzüm suyu da içmeyecek. Yaş ya da kuru üzüm yemeyecek. Rabbe adanmışlığı süresince çekirdekten kabuğuna dek asmanın ürününden hiç bir şey yemeyecek. Rabbe adanmışlığı süresince başına ustura değmeyecek. Kendini Rabbe adadığı günler tamamlanıncaya dek asmanın ürününden hiç bir şey yemeyecek. Rabbe adanmışlığı süresince başına ustura değmeyecek. Kendini Rabbe adadığı günler tamamlanıncaya dek kutsal olacak ve saçını uzatacak. Kendini Rabbe adadığı günler boyunca ölüye yaklaşmayacak. Annesi, babası, erkek ya da kız kardeşi ölse bile onlar için kendini kirletmeyecek. Çünkü kendini tanrıya adama simgesi başı üzerindedir. Adanmışlığı süresince Rab için kutsal olacaktır.” Çölde Sayım 6:1-8.

Bir Nazarit olma konusu çok ilginçtir ve pratik bir eğitimdir. Bu konuda kişi kendini çok özel bir şekilde kendi içlerinde mutlak bir şekilde günahlı olmayan şeylerden ayırır. Gerçek bir Nazaritte görülen yüreğin yoğun adanması Rabden başka hiç bir şeye ilgi duymaz.

Bir Nazaritin her şeyden önce şarap içmemesi gerekiyor idi. Asmanın ürününün her şekli ve biçimi onun için yasaklanan şeyler idi. Bildiğimiz gibi, şarap yersel sevincin bir sembolüdür – insan yüreğinin içine girme konusunda çok başarılı olduğu o sosyal keyfin ifadesi. Çöldeki Nazaritin kendini bu yersel sevinçten koruması şart idi. Güçlü içki içerek doğasını heyecanlandırmaması gerekiyor idi. Adandığı tüm günler boyunca şaraptan kesin bir şekilde uzak durması buyurulmuş idi.

Bu konudaki örnek işte böyledir ve bizim öğrenmemiz için yazıldı. Çölde sayım adlı bu harika kitabın çöldeki zengin derslerinden birini ifade etmek için yazıldı. Bu, yalnızca bizim bekleyebileceğimiz olandır. Nazaritin etkileyici durumu Çölde Sayım adlı kitapta kendine uygun olan yeri bulmuştur. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi özellikle çöldeki yaşama ait olan her şeyi içeren ve mükemmel bir karaktere sahip olan bir kitaptır.

O zaman gelin, bir Nazaritin asmanın çekirdeğinden kabuğuna dek uzak kalması ile bize öğretilen dersin doğasını soruşturalım.

Bu dünyada yalnızca tek ve mükemmel bir Nazarit vardır – ama O başından sonuna kadar tüm yersel sevinçten tamamen ayrı kalmayı başarmıştır. O, halkın arasındaki görevine başladığı andan itibaren bu dünyaya ait olan her şeyden kendisini muhafaza etti. O’nun yüreği hiç bir şeyin sarsamayacağı bir adanmışlık ile Tanrıya ve Tanrının işine odaklanmış idi. O’nun yüreği ve yapmak için gelmiş olduğu işinin arasına tek bir an için bile yeryüzünün ve doğanın isteklerinin girmelerine izin verilmedi. “Babamın işleri ile ilgilenmem gerektiğini bilmiyor musunuz?” Ve yine başka bir ayet: “Seninle ne işim olabilir?” Gerçek Nazarit bu tür sözler ile doğanın isteklerine uyarlanmayı reddeder. O’nun yapması gereken tek bir şey vardı ve O kendisini kusursuz bir şekilde bu görev için ayırmış idi. Görüşü tek idi ve yüreğinin amacı da aynı şekilde tek idi. En başından en sonuna kadar bu durum aşikardır. Öğrencilerine şu sözleri söyleyebildi: “Benim yemeğim beni gönderenin isteğini yerine getirmek ve O’nun işini tamamlamaktır.” (Yuhanna 4:34) Bu nedenle O’nun bu görevinin sonunda eline kaseyi aldığı zaman söylediği şu sözleri işitiriz: “Bunu alın ve aranızda paylaşın. Size şunu söyleyeyim, Tanrının Egemenliği gelene dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.” Luka 22:17,18.

Böylece mükemmel bir Nazaritin nasıl davrandığını burada görmüş oluyoruz. O’nun yeryüzünde sevinci olamaz idi, İsrail halkı O’nun sevinci olamaz idi. Bununla ilgili zaman henüz gelmemiş idi ve bu yüzden insan duyguları ile ilgili her şeyden kendini arındırdı. Öyle ki ,öncesizlikten beri zihninde olan tek önemli konuya Kendini adayabilsin. Mesih olarak, halkı ile ve yeryüzünde sevinç duyacağı zaman gelecek idi. Ama bu harika an gelinceye dek gerçek bir Nazarit olarak ayrılmış idi ve O’nun halkı O’nunla birleşmiş idi. “Ben bu dünyadan olmadığım gibi onlar da bu dünyadan değiller. Onları gerçek ile kutsal kıl. Senin sözün gerçektir. Sen beni dünyaya gönderdiğin gibi ben de onları dünyaya gönderdim. Onlar da gerçek ile kutsal kılınsınlar diye kendimi onların uğruna adıyorum.” Yuhanna 17:16-19.

İmanlı okuyucu, Nazarit karakterinin bu ilk önemli özelliği üzerinde biraz daha derin düşünelim. Bunun ışığında sadık bir şekilde kendimizi araştırmamız gerekir, bunu yapmamız önemlidir. Gerçekten de imanlılar olarak doğanın tüm heyecanlarından ve yeryüzünün tüm sevinçlerinden böyle yoğun bir şekilde ayrılmanın anlamını ve gücünü kavramak çok ciddi bir konudur. Belki akla şu sorular gelebilir: “Biraz eğlenmenin ve hoş zaman geçirmenin ne zararı olabilir? Manastır rahipleri olmaya çağrılmadığımız kesindir. Tanrı tüm bereketlerini biz onlardan zevk alalım diye vermemiş midir? Ve biz şimdi dünyada yaşar iken onlardan zevk almamız doğru değil midir?

Tüm bunlara verdiğimiz karşılık, şuna ya da buna zarar verme meselesi olmadığıdır. Genel olarak asma dalında soyut anlamda hiç bir yanlış olmadığı için zarar vermekten söz edilemez. Ama buradaki düşünce şudur: Eğer biri bir Nazarit olmayı hedefler ise eğer Rab için bu kutsal adanmayı yapar ise o zaman şaraptan ve güçlü içkiden tamamen uzak kalır idi. Diğer kişiler şarap içebilirler ama bir Nazaritin şaraba dokunmaması gerekir.

Şimdi kendimize sormamız gereken soru şudur: Nazarit olmayı hedefliyor muyuz? Tanrıya bedenimiz, canımız ve ruhumuz ile kendimizi ayırmayı ve adamayı gerçekten arzu ediyor muyuz? Eğer arzu ediyor isek, insan dünyasının sevinç bulduğu tüm bu şeylerden uzak durmamız gerekir. Tüm konu bu tek düşünce çevresinde döner. Sorulacak sporu elbette “manastır rahipleri olmamızın gerekip gerekmediği” değildir. Sorulması gereken soru şudur: “Bir Nazarit olmayı istiyor muyuz?” Rabbimiz İsa Mesih ile birlikte tüm yersel sevinçten ayrılmak yüreğimizin arzusu mudur? Yersel sevinç içeren şeylerin ille de günahlı olmaları gerekmez ama yine de tüm gerçek Nazaritliğin ruhsal sırrı olan tam bir yürek adanmışlığına engel olmaya eğilim gösterirler. İmanlı okuyucu gerçekten de böyle pek çok şeyin var olduğundan haberdar değil midir? Ruhunu rahatsız eden ve zayıf düşüren bir etkiye sahip pek çok şeyin var olduğu konusunda bilinçli değil midir? Ve bunlar sıradan bir ahlak düzeni içinde uygulandıkları zaman, zarar vermeden geçip gitmelerine izin verilir mi?

Ama hatırlamamız gereken şudur: Tanrının Nazaritleri değerleri bu tür bir standart ile ölçmezler. Onların ahlakı kesinlikle sıradan bir ahlak değildir. Onlar değerlere tanrısal ve göksel bir bakış açısından bakarlar ve bu yüzden eğilim gösteren hiç bir şeyin zarar vermeden geçip gitmesi neden ile sıkıntı duymazlar. Canlarının hararetli bir şekilde soluk aldığı adanmışlığın o yüksek derecesine başka hiç bir değer katmazlar.

Rab bize lütfetsin ki, tüm bu değerleri taşıyabilelim ve her kirli etkiye karşı uyanık kalabilelim. Herkes kendi durumuna göre şarabın ve güçlü içkinin ne olduğu konusunda ayık olmalıdır. Bu konu önemsiz gibi görünebilir ama canımızın Tanrı ile olan paydaşlığının akışını bozan ve her zaman zev alma ayrıcalığımız olan o kutsal mahremiyeti bizden çalan hiç bir şeyin önemsiz olmadığından kesinlikle emin olabiliriz.

Ancak bir Nazaritin özelliklerinden olan bir başka şey daha vardır. Saçlarını kesmemesi gerekiyor idi. “Rabbe adanmışlığı süresince başına ustura değmeyecek. Kendini Rabbe adadığı günler tamamlanıncaya dek kutsal olacak ve saçını uzatacak.”

1.Korintliler 11:14 ayetinde BİR ERKEĞİN UZUN SAÇA SAHİP OLMASININ SAYGINLIĞINI DÜŞÜRDÜĞÜNÜ ÖĞRENİRİZ. “Doğanın kendisi bile size erkeğin uzun saçlı olmasının kendisini küçük düşürdüğünü ve kadının uzun saçlı olmasının ise kendisini yücelttiğini öğretmiyor mu?” Bu ayetteki sözlerden öğrendiğimiz şudur: Eğer gerçekten Tanrıya ayrılmış bir yaşam sürmeyi arzu ediyor isek, doğa içindeki saygınlığımıza teslim olmak için hazırlıklı olmamız gerekir. Rabbimiz İsa Mesih bunu mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Kendisine ün ya da övgü kazanmak istemedi; her konudaki haklarını teslim etti. “Ben bir solucan gibiyim ve bir insan değilim” diyebildi. Kendini tamamen boşalttı ve var olan en alçak yere kadar indi. Başkaları ile ilgilenir iken Kendini ihmal etti. Tek bir sözcük ile belirleyecek olur isek O’nun Nazaritliği her konuda olduğu gibi bu konuda da mükemmel idi.

Şimdi burada yapmaktan hiç hoşlanmadığımız önemli bir nokta bulunmakta. Doğal olarak saygınlığımızı savunur ve haklarımızı korumak isteriz. Bunun yapılmasının gerekli olduğunu düşünürüz. Ama mükemmel İnsan asla böyle yapmadı. Ve eğer biz de bir Nazarit olmayı hedefliyor isek, O’nun gibi hareket etmemiz gerekir. Doğanın saygınlıklarına teslim olmamız ve yersel sevinçlerden vazgeçmemiz gerekir, tabii eğer bu dünyada tanrıya ayrılmış olarak yürümek istiyor isek. Zaman içinde her ikisi de yerli yerine oturacaktır, ama şimdi değil.

Burada tekrar dikkat edilmesi gereken şudur: sorulan soru meselenin doğru ya da yanlış olduğu hakkında değildir. Genel bir kural olarak bir erkeğin lülelerini traş etmesi doğru idi, ama bir Nazaritin bunu yapması yanlış değil, tamamen yanlış idi. Farklılık bütünü ile bundan ileri geliyor idi. Sıradan bir insan için saçlarını kestirmesi ve şarap içmesi olağan bir durum idi, ama Nazarit sıradan biri değil idi. O, sıradan olan her şeyden çok farklı bir yolda yürümesi için ayrılmış biri idi. Ve bir makas kullanmak ya da şarap tatmak o yürüdüğü yola olan teslimiyetine ait değil idi. Bu yüzden eğer biri, “Dünyanın zevklerinin tadını çıkartmak ve doğanın saygınlıklarını muhafaza etmek doğru değil midir?” diye soracak olur ise, yanıtımız şu olur: “evet oldukça doğrudur, ama eğer yalnızca insanlar olarak yürüyecek isek, ama Nazaritler olarak yürüyecek isek o zaman kesinlikle tamamen yanlış ve mutlak şekilde ölümcül olur.”

Bu, durumu şaşırtıcı bir şekilde basite indirger. Binlerce soruya yanıt verir ve binlerce güçlüğü çözümler. Şu ya da bu konunun üzerinde durup kılı kırk yarmanın hiç bir yararı yoktur. Mesele şudur: bizim gerçek amacımız ve konumuz nedir? Yola yalnızca insanlar olarak mı devam etmek istiyoruz ya da gerçek Nazaritler olarak mı yaşamayı özlüyoruz? 1.Korintliler 3:3 ayetinde kullanılan ifadeye göre “insanlar olarak yürümek” ve “dünyasal kişiler olmak” birbirleri ile eş anlamlıdırlar. Bu tür bir ifade bizi gerçekten yönetir mi? Böyle bir ayetin ruhundan içiyor ve onun atmosferinde soluk alıyor muyuz? Ya da tanrısız ve Mesihsiz bir dünyanın prensipleri ve insan ruhu tarafından mı yönetiliyoruz? Eğer canlarımız doğru ruh halinde ve tutumunda isler o zaman bu tür düşünceler ve tutumlar  ile vakit kaybetmemiz yararsız ve saçma olur.

Hiç kuşkusuz, bu dünyanın insanlarının dünyanın kendilerine sunduğu her şeyden zevk almak ve güçleri elverdiğince haklarını ve saygınlıklarını korumak en doğal ve en mükemmel haklarıdır. Bu konuyu sorgulamak çok çocukça olur. Ama öte yandan bu dünyanın insanları için doğru ve doğal ve sürekli olanlar Tanrının Nazaritleri için yanlıştır ve doğal değildir. Eğer Tanrının basit gerçeği tarafından yönetilecek isek, konu açıktır. Çölde Sayım 6.bölümden öğrendiğimize göre eğer bir Nazarit şarap içer ve saçını kesmez ise, adanmışlığını kirletmiş olur. Bunun bizim için bir anlamı ya da bize verdiği bir ders yok mudur? Olduğu elbette kesindir. Eğer canlarımız Tanrıya tüm yürek ile adanmışlık yolunda yürümeyi arzu ediyor ise, kendimizi yeryüzü sevinçlerinden uzak tutmamız ve doğanın saygınlıklarına ve haklarına teslim olmamız gerektiğini bu ders öğretir. Böylece anladığımız gerçek şudur: Tanrı ve dünya, et ve kan ve ruh bir araya gelmezler, bir araya gelemezler. Bu durumun değişeceği zaman gelecektir, ama şu anda Tanrı için yaşayacak ve Ruh’ta yürüyecek olanlar dünyadan ayrı yaşamak ve benliği öldürmek zorundadırlar. Tanrı yüce merhameti ile bunu yapabilmemiz için güç sağlasın!

Nazaritin bir başka özelliğinin daha dikkate alınması gerekir; ölü bir bedene dokunmaması gerekiyor idi. “Kendini Rabbe adadığı günler boyunca ölüye yaklaşmayacak. Annesi, babası ya da erkek ve kız kardeşi ölse bile onlar için kendini kirletmeyecek. Çünkü kendini Tanrıya adama simgesi başının üstündedir.”

Böylece şarap içmesi, saçlarını kesmesi ya da ölü bir bedene dokunması halinde aynı etkinin söz konusu olduğunu anlıyoruz; bu üç eylemden bir tanesi Nazaritin adanmışlığını kirletmek için yeterli idi. Bir Nazaritin şarap içmesi ya da saçlarını kesmesi ölü bir bedene dokunmuş olması ile aynı şey idi ve onu kirlettiği aşikar idi. Tanrısal varlığın ışığında bir an bile durmayacak ayırımlar yapmaya eğilim gösteririz. Tanrının adama simgesi bir kez birinin başı üzerinde olduğu zaman o büyük ve önemli gerçek tüm ahlakın standardı ve mihenk taşı haline gelir. Ve bireyi bütünüyle yeni ve garip bir alana yerleştirir ve onu her şeye yeni ve değişik bir bakış açısından bakmaya zorunlu kılar. Artık bundan sonra ona bir insan olarak ne olduğunu sormaması gerekir, ama bunun yerine ona bir Nazarit olarak ne olduğunu sorması gerekir. Bu yüzden eğer en sevdiği yakını yanında ölü olarak yatıyor olsa bile ona dokunmaması gerekir idi. Çünkü Nazarit, ölümün kirleten etkisinden kendini korumaya çağrılmış idi ve en önemlisi  “Tanrının adama simgesi başının üzerinde idi.”

Şimdi Nazaritlik ile ilgili bu konunun tamamında okuyucunun, canın kurtuluşu konusunu, sonsuz yaşamı ya da imanlının Mesih’teki mükemmel güvencesini tam olarak anlamaya ihtiyacı vardır. Eğer bu tam net olarak anlaşılmaz ise, o zaman zihin karışacak ve karanlık olacaktır. Hristiyanlık’ta birbirleri ile çok yakın bağlantıları olmamasına rağmen ve hatta birbirlerinden tamamen farklı olan iki önemli bağlantı mevcuttur: sonsuz yaşam bağlantısı ve kişisel paydaşlık bağlantısı. Sonsuz yaşam bağlantısını hiç bir şey asla kopartamaz. Kişisel paydaşlık bağlantısı ise bir tüyün hafifliği tarafından bile bir anda kopartılabilir. İşte bu bağlantı, Nazaritlik öğretişine ait olandır.

Nazaritin kişiliğinde, Mesih’e olan bağlılığında ya da adanmışlığında özel bir yola çıkan birinin örneğini görürüz. Bu yolda devam etme gücü, Tanrı ile olan gizli paydaşlıktan güç alır. Öyle ki, eğer bu paydaşlık kesintiye uğrar ise, güç de elden gider. Bu durum konuyu çok ciddi bir hale getirir. Kişinin güç kaynağını oluşturan şeyin varlığındaki yolu izlemeye girişmenin olası en büyük tehlikesi ortaya çıkar. Bu durum olabilecek en tehlikeli durumdur ve en büyük dikkati ve ihtiyatı gerektirir. Nazaritin paydaşlığını kesme eğilimi gösteren şeylere kısaca göz atmış bulunuyoruz. Ama içsel gerçeklik gittiği zaman, dış görünüşü ya da Nazaritliği muhafaza etmek için bulunulacak herhangi bir girişimin ahlaki etkisini ortaya çıkartmak bizim sözlerimiz aracılığı ile kesinlikle imkansız olur idi. Bu konu had safhada tehlike arz eder. Sahte bir dış görünüş ile devam etmekten ise hatamızı itiraf etmek ve gerçek yerimizi almak çok daha iyidir. Tanrı gerçekliğe sahiptir ve biz zayıflığımızın ya da ahmaklığımızın er ya da geç herkes tarafından görüleceğinden emin olabiliriz. “Kardan daha beyaz olan Nazaritlerin” “kömürden daha siyah hale gelmeleri çok alçaltıcı ve küçültücü bir durumdur. Ama bu şekilde siyah hale gelenlerin beyaz oldukları sahteliği ile devam etmeleri alçalıp küçülmelerinden de kötüdür.

Hakimler kitabının on altıncı bölümünde önümüze çıkan Şimşon’un yaşadığı ciddi duruma bir göz atalım. Şimşon kötü bir zamanda, yapmaması gerektiğini bildiği halde sırrına ihanet etti ve gücünü kaybetti. Ancak düşman bunu hemen fark etti. Nazaritin başının üstündeki adama simgesini kaybetmiş olduğu kısa süre içinde herkes tarafından görüldü. “Delila bu sözler ile Şimşon’u sıkıştırıp günlerce başını ağrıttı. Sonunda Şimşon dayanamadı ve yüreğini kadına tümüyle açtı. “Başıma hiç ustura değmedi” dedi. “Çünkü ben ana rahminde iken Tanrıya adanmışım. Traş olursam gücümü yitiririm. Sıradan bir adam gibi güçsüz olurum.” Hakimler 16:16,17.

Ne yazık! İhaneti, gücünün derin ve kutsal sırrını kaybetmesine neden oldu. Bu noktaya kadar yürüdüğü yolda her zaman güçlü ve zaferli idi. Çünkü gücünün nedeni kutsal Nazaritliğinde idi. Ama Delila’nın kucağı Şimşon’un yüreği için çok şey ifade ediyor idi. Ve binlerce Filistinlinin yapamadığını tek bir kadının tuzağa düşüren etkisi yapabildi. Şimşon Nazaritliğin gururlu yüceliğinden sıradan bir adamın seviyesine düştü.

“Delila Şimşon’un gerçeği söylediğini anladığı zaman, haber gönderip Filist beylerini çağırttı. “bir kez daha gelin. Şimşon bana gerçeği söyledi” dedi. Kadının yanına gelen Filist beyleri gümüşü de yanlarında getirdiler. Delila Şimşon’u dizleri üzerinde uyuttuktan sonra adamlardan birini çağırtıp başındaki yedi örgüyü kestirdi ve sonra alay ederek onu dürtüklemeye başladı. Çünkü Şimşon gücünü yitirmiş idi. Delila, ‘Şimşon, Filistliler geldi!’ dedi ve Şimşon uyandı ve ‘Her zamanki gibi kalkıp silkinirim’ diye düşündü. Rabbin kendisinden ayrıldığını bilmiyor idi. Filistliler onu yakalayıp gözlerini oydular. Gazze’ye götürüp tunç zincirler ile bağladılar ve cezaevinde değirmen taşına koştular.” Hakimler 16:18-21.

Ah, değerli okuyucu, ne korkunç bir görüntü! Ne kadar ciddi ve ne kadar acı! Diğer zamanlarda olduğu gibi kalkıp silkinmeye çalışan Şimşon herkes tarafından alay konusu yapıldı. Kalkıp silkinebilir idi, ama artık “her zamanki” gibi değil idi, gücü gitmiş idi, Rab ondan ayrılmış idi ve bir zamanlar güçlü olan Nazarit kör bir mahkum haline geldi ve Filistliler üzerinde zafer kazanmak yerine onlar tarafından atıldığı o cezaevinde dişlerini gıcırdatmak zorunda kaldı. İnsan doğasına yenik düşmenin sonucu! Şimşon bundan sonra artık bir daha özgürlüğüne sahip olamadı. Tanrının merhameti aracılığı ile sünnetsiz Filistliler üzerinde bir kez daha zafer kazanmasına izin verildi. Ama kazandığı bu zafer onun yaşamına mal oldu. Tanrının Nazaritleri kendilerini saf olarak korumak zorundadırlar, aksi takdirde güçlerini kaybederler. Nazaritler için saflık ve güç birbirlerinden ayrılmaz iki gerçektir. Nazaritler içsel kutsallık olmadan devam edemezler ve bu yüzden yüreği Tanrıdan uzaklaştıran, zihni karıştıran ve ruhsallığın derecesini alçaltmaya eğilimli çeşitli tehlikelere karşı uyanık olmak gibi acil bir ihtiyaca sahiptirler. Bölümümüzde yer alan şu sözleri her zaman canlarımızın önünde tutalım: “Adanmışlığının tüm günleri boyunca o, Rabbin önünde kutsaldır.” Kutsallık, Nazaritliğin tüm günlerinin en önemli ve en farklı özelliğidir, öyle ki, kutsallıktan bir kez vazgeçildiği zaman, Nazaritlik son bulur.

O zaman “Yapılması gereken nedir?” gibi bir soru sorulabilir. Önümüzdeki kutsal ayetler bize yanıtı sağlarlar: “Eğer ansızın yanında biri ölür ve adamış olduğu başını kirletir ise, temizlendiği gün, yedinci gün saçını traş edecek. Sekizinci gün buluşma çadırının giriş bölümünde kahine iki kumru ya da iki güvercin sunacak. Böylece ölünün yanında bulunmakla kirlenen adam arınacak. O gün başını yeniden adayacak. Adanmışlığı süresince kendini Rabbe yeniden adayacak. Suç sunusu olarak bir yaşında bir erkek kuzu getirecek. Önceki günler sayılmayacak, çünkü adanmışlığı kirlenmiş sayıldı.” Çölde Sayım 6:9-12.

Burada iki büyük görünümü içinde Nazaritin tekrar paydaşlık için yenilenebileceği tek zemin olarak kefareti görüyoruz. Adanmışlığı kirlenmiş idi ve bu kirlilik ancak kurbanın kanı aracılığı ile uzaklaştırılabilir idi. Özellikle bu tür koşullar altında ölü bir bedene dokunmama konusu bize oldukça garip gelebilir. “Eğer bir adam ansızın yanında ölür ise nasıl olur da o adama dokunmadan durabilir?” diye sorulabilir. Tüm bu sorulara verilecek karşılık basit ve ciddidir. Tanrının Nazaritlerinin kişisel saflıklarını muhafaza etmeleri gerekir ve ayrıca saflıklarının düzenlendiği standart insani değil, tanrısaldır. Ölüye yalnızca dokunmak bile paydaşlık bağlantısını koparmak için yeterli idi. Ve eğer Nazarit bundan sonra hiç bir şey olmamış gibi hareket eder ise Tanrının buyruklarına karşı gelmiş olacağı için üzerine ağır bir yargı getirir idi.

Ama Tanrıya şükürler olsun ki, lütuf bu konuda sağlayışta bulundu. Tanrının huzurunda Mesih’in ölümünün örneği olan yakmalık sunu mevcut idi. Ve günah sunusu ise aynı ölümün bizim önümüzdeki örneği idi. Bir de Mesih’in ölümünün örneği olan suç sunusu var idi; benlikteki günahın köküne ya da prensibine uygulanmak ile kalmaz, ama aynı zamanda işlenmiş olan günaha da uygulanır idi. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek, ölü bir bedene tek bir dokunuş ile ortaya çıkacak olan kirliliği uzaklaştırmak için Mesih’in ölümünün tüm erdemine ihtiyaç var idi. Bu gerçek garip vir vakara sahip idi. Günah Tanrının önünde iğrenç – en iğrenç – bir şeydir. Tek bir günahlı düşünce, tek bir günahlı bakış ve tek bir günahlı sözcük bile Tanrının yüzünün ışığını bizden gizleyecek ve canımızın üzerine bizi derin bir sıkıntı ve sefalete sokacak olan koyu ve ağır bulutu getirmek için yeterlidir.

O zaman günah ile ilgili konularda uyanık kalalım. Günahın suçunun en küçük bir lekesinin bile biricik Rabbimiz İsa Mesih’in Golgota’da yaşadığı söz ile anlatılamaz dehşetlerden geçmesi ile bizden uzaklaştırıldığını hatırlayalım. O yoğun acı ile feryat edilen sözler üzerinde düşünelim: “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” Bu feryat bize günahın ne olduğuna ilişkin her uygun düşünceyi sağlayacak olan tek şeydir. Ve bu feryadın engin derinliklerine hiç bir ölümlü ya da hiç bir melek asla ulaşamaz. Ama Mesih’in acılarının gizemli derinliklerini asla anlayamayacak olmamıza rağmen, O’nun çarmıhı ve acıları üzerinde en azından daha çok düşünmeyi alışkanlık haline getirmemiz gerekir ve bu şekilde Tanrının gözündeki günahın iğrençliğine dair daha derin bir görüş elde edebilelim. Eğer günah gerçekten bu kadar korkunç ise, o zaman kutsal bir Tanrı günahtan öylesine tiksinir ki, tüm sonsuzluk boyunca bağrında olan o Kutsal Olan’dan yüzünün ışığını çevirmek zorunda kalır. Eğer O, ağaçta Kendi bedeninde günahı taşıdığı için Tanrının O’nu terk etmesi gerekti ise, o zaman günahın ne kadar korkunç bir şey olması gerekir!

Ah, sevgili okuyucu! Gelin bu konuları ciddi bir şekilde gözden geçirelim. Günah tarafından kolayca ihanete uğrayan yüreklerimizde ve diğer yüreklerde her zaman derin bir yere sahip olsunlar. Rab İsa için her şeye mal olan konuda her zaman ne kadar basite alan düşüncelere sahibizdir; yaşamını değil, yaşamından daha iyi ve daha değerli olan Tanrının yüzünün ışığından yoksun kaldı. Günahtan nefret konusunda daha güçlü duygulara sahip olmayı dileyelim. Gözlerimizin yanlış bir yöne hareket etmesine karşı uyanık duralım. Çünkü şundan eminiz ki, yürek gözü izleyecek ve ayaklar yüreği takip edecek ve o zaman Rabden uzaklaşacağız, O’nun varlığının ve sevgisinin duygusunu yitireceğiz. Böylece sefil bir hale geleceğiz ve sefil bir hale gelmesek bile, bundan daha kötü olan soğukluğu ve ölümü hissetmeyecek hale geleceğiz – “günahın aldatıcılığı nedeni ile yürekler sertleşecek.”

Tanrı sınırsız merhameti ile bizleri düşmekten muhafaza etsin! Adanmışlığımızın başını kirletebilecek her ne olur ise olsun var olan her şeye karşı daha gayretli bir şekilde uyanık kalmak için lütfa sahip olalım. Paydaşlığın dışında kalmak ciddi bir şeydir ve Rabbin hizmetinde kirletilmiş bir vicdan ile devam etme girişiminde bulunmak çok tehlikeli bir durumdur. Lütfun bağışladığı ve restore ettiği doğrudur ama kaybetmiş olduğumuzu asla geri kazanamayız. Bu ikinci konu önümüzdeki bölümün ayetinde ciddi bir vurgulama ile karşımıza çıkar. “adanmışlığı süresince kendini Rabbe yeniden adayacak. Suç sunusu olarak bir yaşında bir erkek kuzu getirecek. Önceki günler sayılmayacak (ya da sayfa kenarındaki yazıya göre düşecek) çünkü adanmışlığı kirlenmiş sayıldı.”

Bu durum konumuzda canlarımız ile ilgili olarak eğitme ve öğüt verme ile doludur. Nazarit şu ya da bu şekilde ve hatta bir ölüye dokunmak aracılığı ile kirlendiği zaman, her şeye yeniden başlaması gerekiyor idi. Kaybolan ya da düşen yalnızca onun kirlilik günleri değil idi. Ama aynı zamanda önceki Nazaritliğinin günleriydi de. Hepsi geçersiz sayılır idi ve bunun da tek nedeni, ölü bir bedene dokunmuş olması idi.

Tüm bunların bize öğrettikleri nedir? En azından şunu öğretirler: paydaşlığın dar patikasından çok kısa bir süre için bile saptığımız ve Rabden uzaklaştığımız zaman, yola çıkmış olduğumuz aynı noktaya geri dönmeli ve yeniden başlamalıyız. Ayette bununla ilgili pek çok örnek bulunur ve onları gözden geçirdiğimiz takdirde bilgece davranmış oluruz ve aynı zamanda örnek teşkil ettikleri büyük pratik gerçeği de tartmış oluruz.

Yaratılış kitabının 12.bölümde kayıtlı olan İbrahim’in Mısır’a inişi ile ilgili olayı ele alalım. İbrahim’in bu hareketinin uygun yoldan saptığını gösterdiği aşikardır. Ve bu hareketinin sonucu ne oldu? Günleri kayboldu ya da düştü ve kendisinin bir zamanlar yola çıkmış olduğu noktaya geri dönüp her şeye yeniden başlaması gerekti. Bu konu ile ilgili olarak Yaratılış kitabındaki 12:8 ayetini okuyalım: “Oradan Beytel’in doğusundaki dağlık bölgeye doğru gitti. Çadırını batıdaki Beytel ile doğudaki Ay kentinin arasına kurdu. Orada Rabbe bir sunak yapıp Rabbi adı ile çağırdı.” Sonra Mısır’dan geri döndüğü zaman şunları okuruz: “Negev’den başlayıp bir yerden öbürüne geçerek Beytel’e kadar gitti. Beytel ile Ay kenti arasında daha önce çadırını kurmuş olduğu yere vardı. Önceden yapmış olduğu sunağın bulunduğu yere gidip orada Rabbi adı ile çağırdı.” Yaratılış 13:3,4. Mısır’da geçirilen zaman boşa harcanmış idi. Mısır’da sunak, tapınma ve paydaşlık yok idi ve İbrahim sapmış olduğu yoldan geri dönüp yeniden başlamak zorunda kalmış idi.

Bu durum her olay için aynıdır. Ve bazılarımızın pratik kariyerlerimizde yaptığımız korkunç derecedeki yavaş süreçten dolayıdır. Başarısız oluruz, geri döner ve Rabden uzaklaşırız, ruhsal karanlık içine gireriz ve sonra O’nun yenileyen sevgisinin sesi bize ulaşır ve bizi uzaklaşmış olduğumuz nopktadan alarak geri getirir; canlarımız tazelenir ama zaman kaybetmiş ve hesapsız acı ve sıkıntı çekmiş oluruz. Bu, çok ciddi bir konudur ve bizi kutsal gayret ve istek ile yürümeye yönlendirmesi gerekir. Öyle ki, yoldan ayrılmayalım ve asla yeniden kazanılamayacak olanı kaybetmeyelim. Yoldan sapmalarımızın, sürçmelerimizin ve başarısızlıklarımızın kendi yüreklerimize bir anlayış sağladığı, kendimize güvenmememiz gerektiğini öğrettiği ve Tanrımızın değişmez ve sınırsız lütfuna örnek teşkil ettiği doğrudur. Tüm bu söylenenler oldukça doğrudur ama yine de hem kendimizi hem de Tanrıyı öğrenmenin yoldan sapmaktan, sürçmekten ya da başarısızlıktan daha yüce bir yolu mevcuttur.tüm korkunç derinlikleri içindeki benliğin tanrısal huzurun kutsal ışığında yargılanması gerekir ve canlarımızın orada Kutsal Ruh aracılığı ile İsa Mesih’in yüzünde ve kutsal yazıların değerli sayfalarında, O’nun Kendisini açıkladığı şekilde Tanrı bilgisinde büyümeleri gerekir. Hem kendimizi hem de Tanrıyı öğrenmemizin daha üstün yolunun bu olduğu kesindir ve bu da tüm gerçek Nazarit adanmışlığının gücüdür. Tanrının kutsallığında yaşamaya alışan bir can ya da başka bir deyiş ile Tanrıyla kesintisiz paydaşlık içinde yürüyen can benliğin ne olduğunu bilen bir candır ve tüm durumlarda üzücü deneyimler ile de olsa bunu öğrenmiştir. Ve yalnızca bu kadar da değildir. Ve can bu şekilde Tanrının ne olduğunu daha derin bir şekilde hissedecek ve tamamen yalnızca Tanrıya güvenecektir. Deneyim aracılığı ile benliğin ne olduğunu öğrenmek yetersiz bir çabadır. Deneyime bağlı olabiliriz ama benliği öğrenmenin gerçek yolu, paydaşlıktır ve benliği bu şekilde öğrendiğimiz zaman, sürekli kişisel kötülüğümüzün üzerinde durmayacak ama bunun yerine Rabbimiz İsa Mesih’in bilgisinin üstünlüğü ile meşgul olacağız.

Bu bölümün sonunda okuyucumuz için alıntı yapalım:  “Adanmış kişi için yasa şudur: Kendini adamış olduğu günler tamamlanınca, buluşma çadırının giriş bölümünde getirilecek. Orada Rabbe sunularını sunacak. Yakmalık sunu için bir yaşında bir erkek kuzu, günah sunusu olarak bir yaşında kusursuz bir dişi kuzu, esenlik sunusu için kusursuz bir koç, tahıl sunusu ve dökmelik sunular ile birlikte bir sepet mayasız ekmek, ince undan zeytinyağı ile yoğrulmuş pideler, üzerine yağ sürülmüş mayasız yufkalar. Kahin bunları günah sunusu ve yakmalık sunu olarak Rabbin önünde sunacak. Esenlik kurbanı olarak da koçu mayasız ekmek sepeti ile birlikte Rabbe sunacak. İlgili tahıl ve dökmelik sunuları da sunacak. Sonra adanmış kişi buluşma çadırının giriş bölümünde adadığı saçını traş edecek ve saçını alıp esenlik kurbanının altındaki ateşe koyacak. Adanmış kişi adadığı saçını traş ettikten sonra kahin koçun haşlanmış budunu sepetten alacağı mayasız pide ve mayasız yufka ile birlikte adanmış kişinin eline koyacak. Sonra sallamalık sunu olarak rabbin huzurunda bunları sallayacak. Bunlar sallanan döş ve bağış olarak sunulan but ile birlikte kutsaldır. Ve kahin için ayrılacaktır. Bundan sonra adanmış kişi şarap içebilir. Adak adayan adanmış kişi ile ilgili yasa budur. Rabbe sunacağı sunu adağı uyarınca olacak. Elinden geldiğince daha fazlasını verebilir. Adanmışlık ile ilgili yasa uyarınca adadığı adağı yerine getirmelidir.” Çölde Sayım 6:13-21.

Bu harika yasa bizi, Mesih’in mükemmel işinin sonucu göründüğü zamandaki geleceğe yönlendirir. Ve İsrailin Mesih’i olarak O Nazarit olarak ayrılmasının sonuna geldiği zaman, sevgili halkı için gerçek sevinci bu yeryüzünde tadacak. İşte o zaman Nazarit için şarap içme zamanı gelecek. Büyük işinin yerine gelmesi için Kendisini ayırmış olduğu her şey tüm görünümleri ile yasada ortaya çıkacaktır. O belleklerden çıkmayan gecede gerçek Nazaritliğin gücü ile ulustan ve bu dünyadan ayrılmış olarak sözleri şunlar idi: “Size şunu söyleyeyim: Babamın egemenliğinde sizinle birlikte o yenisini içeceğim güne dek, asmanın bu ürününden bir daha içmeyeceğim.” Matta 26:29.

Ama Yehova Mesih’in Yeruşalim  ve halkı için sevineceği parlak bir gün geliyor. Yeşaya’dan Malaki’ye kadar olan tüm peygamberler bu parlak ve harika gün ile ilgili alevli ve canı harekete geçiren imalarda bulunmuşlardır. Bu bölümlerden alıntı yapacak olsa idik kocaman bir kitap cildi oluşur idi. Ama eğer okuyucu Yeşaya’nın peygamberliğinin son bölümüne bakacak olur ise, burada işaret ettiğimiz konu ile ilgili bir örnek bulacak ve bunun diğer peygamberlerin çeşitli kitaplarındaki bölümler ile uyum içinde olduğunu görecektir.

Alıntı yapmak için girişimde bulunmamamız gerekir, ama okuyucuyu bu harika bölümlere eklenmiş olan esin ile yazılmamış başlıkların yoldan saptırma tehlikesine karşı uyarıyoruz. İsrail’in geleceği ile ilgili bu bölümlere dair örnekler verelim: “Müjdenin bereketleri” – “Kilisenin büyümesi.” Bu ifadeler pek çok dindar okuyucuyu yanlış yönlendirmek için yazılmış olan ifadelerdir ve başlıkların metinler gibi esin ile yazılmış olduklarına ilişkin yanlış bilgiler verirler ya da esin ile yazılmamış olan ama en azından metnin ortaya koyduklarının doğru bir ifadesini içerirler. Ancak gerçek şudur ki, peygamberlerin başlangıcından sonuna kadar Kilise hakkında tek bir hece bile yazılmamıştır. Kilisenin bu esin ile yazılmış kitabın bu önemli bölümünde en değerli bilgiyi, ışığı ve eğitimi bulacağı gerçektir. Ama kilise bunu Ruh’un öğreticiliği aracılığı ile orantılı olarak yapacaktır, öyle ki, Tanrının kitabının bu bölümündeki gerçek konuyu ayırt edebilsin. Bir an için yalnızca kendimize işaret eden özel ya da öncelikli olandan refah ve yarar sağladığımızı varsayalım. Bu bencilce olmasa bile değerler ile ilgili çok dar bir bakış açısına neden olur idi. Levililer kitabından ders alamaz mıyız? Ve buna rağmen kim yine de bu kısmın kiliseye işaret ettiğini iddia edebilir?

Hayır, değerli okuyucum, sakin, ön yargısız ve dua edilerek incelenmiş bir “peygamberler yasası” hem birinin hem de diğerinin önemli konusu, sizi Tanrının dünyayı yargılar iken bunu İsrail ile bağlantılı yaptığına ikna edecektir. Tanrının “Musa ve tüm peygamberler” aracılığı ile Kendisine dair konuları bildirdiği gerçektir. Bu durumu net olarak Luka 24:27 ayetinde görebiliriz. Ancak tanrının bu dünyadaki yönetimi kendisine aittir ve İsrail’i ayrı olarak yönetir. Eğer bu gerçek farklı bir şekilde ele alınmaz ise o zaman Eski Antlaşma çalışmalarında yetersiz bir zihin ve yarar söz konusu olacaktır. Okuyucularımızdan bazıları peygamberlerde ya da Eski Antlaşma’da kilise hakkında hiç bir kayıt olmadığı konusundaki bu güçlü ifadenin bir iddia olduğunu düşünebilirler. Ama elçi Pavlus’un esin ile yazdığı bir ya da iki kez kaleminden çıkan bir ifade kutsal yazıların yetkisine boyun eğmek için gerçekten istekli olan herkes için tüm meseleyi net hale getirecektir. Böylece Romalılar 16.bölümde şu sözleri okuruz: “Tanrı duyurduğum müjde ve İsa Mesih ile ilgili bilgi uyarınca sonsuz çağlardan beri saklı tutulan sırrı açıklayan vahiy uyarınca sizi ruhça pekiştirecek güçtedir. O sır şimdi aydınlığa çıkarılmış ve öncesiz Tanrının buyruğuna göre peygamberlerin yazıları aracılığı ile bütün ulusların iman ederek söz dinlemesi için bildirilmiştir.” 25 ve 26.ayetler.

Aynı zamanda Efesliler 3.bölümde de şu sözleri okuruz: “Bu nedenledir ki, ben Pavlus siz uluslar uğruna Mesih İsa’nın tutuklusu oldum. Tanrının bana bağışladığı lütfu size ulaştırmak ile görevlendirildiğimi duymuşsunuzdur. Yukarıda kısaca değindiğim gibi Tanrı sır olan tasarısını bana esin yolu ile bildirdi. Bu mektubu okuduğunuz zaman Mesih sırrını nasıl kavradığımı anlayabilirsiniz. Bu sır önceki kuşaklara açıkça bildirilmemiş idi. Şimdi ise Mesih’in kutsal elçilerine ve peygamberlerine Ruh aracılığı ile açıklanmış bulunuyor. 6 Şöyle ki, öteki uluslar da mirasa ortaktır. Aynı bedenin üyeleridir ve müjde aracılığa ile Mesih İsa’da vaade ortaktırlar. Tanrının etkin gücü ile bana verilen lütuf armağanı uyarınca bu müjdeyi yaymak ile görevlendirildim. Bütün kutsalların en değersizi idim. Yine de Mesih’in akıl almaz zenginliğini uluslara müjdeleme ve her şeyi yaratan Tanrıda öncesizlikten beri gizli tutulan sırrın nasıl düzenlendiğini bütün insanlara açıklama ayrıcalığı bana verildi. Öyle ki, Tanrının çok yönlü bilgeliği kilise aracılığı ile göksel yerlerdeki yönetimlere ve hükümranlıklara şimdiki dönemde bildirilsin.” Efesliler 3:1-10.

Ama bizim kilisenin bu çok ilgi çeken durumunu izlememiz gerekmez. Ama okuyucunun zihnini kilisenin öğretişi ile ilgili gerçek hakkında yerli yerine oturtmak için kutsal yazıların yalnızca önceki sade bölümlerine işaret ettik. Pavlus’un öğrettiği gibi bu sır Eski Antlaşma sayfalarında yer almaz ve bu yüzden elçi peygamberleri okuduğu ve İsrail, Yeruşalim ve Sion sözcükleri ile karşılaştığı zaman, Tanrının kilisesine bu ifadeleri uyarlamaması gerekir; bu ifadeler İsrail’in birebir halkına, İbrahim’in tohumuna, Kenan diyarına ve Yeruşalim kentine aittirler. 7 Tanrı söylediğinin arkasında durur ve bu yüzden Tanrı sözüne benzeyen hiç bir şey ile karşılaşmamız gerekmez. Kutsal Ruh Yeruşalim’den söz ettiği zaman, Yeruşalim’i kast etmektedir. Eğer kiliseyi kast ediyor olsa idi, o zaman böyle olduğunu söyler idi. Saygın bir insani belgeye esin ile yazılmış bir kitaba davrandığımız gibi davranmamız yanlış olur. Normal olarak bir insanın yalnızca bildiği şeyi değil, söylemek istediği şeyi değerlendirmemiz gerekir. Ve eğer bu düşebilir, zavallı bir ölümlü için gerçek ise, o zaman bunun bilgelik kaynağı olan ve yalan söylemesi mümkün olmayan diri Tanrı için çok daha kesin olduğu aşikardır.

Ama bu bölüme bir son vermemiz ve okuyucuyu, yüreğin bu Nazarit düzeni ile ilgili kutsal öğretişe gebe kalması amacı ile Nazarit düzenini tek başına düşünmesi için yalnız bırakmamız gerekiyor. Okuyucunun bu konu üzerinde özel bir şekilde bir çöl kitabı olan Çölde Sayım’da yer alan Nazaritlik yasasının tam anlamını Kutsal Ruh’un yardımı ile düşünmesini arzu ediyoruz. Yalnız bu kadar da değil, okuyucunun kendisinin de bu konuyu özenle incelemesi gerekir. Bırakalım okuyucu Nazaritin neden şarap içmemesi, saçlarına neden ustura değdirmemesi ve ölü bir bedene neden dokunmaması gerektiğini düşünsün. Okuyucu bu üç konu üzerinde düşünsün ve bu talimatların içeriğini anlamaya çalışsın. Kendisine şu soruyu sorsun: “Ben gerçekten bir Nazarit olmayı istiyor muyum? Tanrı için ayrılmış olarak o dar yolda yürümeyi arzu ediyor muyum? V eğer arzu ediyor isem, o zaman Tanrının Nazaritlerini kirleten, zihinlerini karıştıran ve yürüdükleri yolda onlara engel olma eğilimi gösteren her şeye karşı durmaya hazır mıyım?” Ve son olarak okuyucuya hatırlatmamız gereken şudur: “Nazaritin şarap içebileceği” ya da başka bir deyiş ile içerdeki ya da çevredeki kötülüğün çeşitli şekillerine karşı uyanık kalma ihtiyacı ortadan kalktığı zaman, her şeyin saf olacağı, duyguların kontrole gerek kalmadan hissedilebilecekleri ve giysilerin bir kuşak olmadan çevremizde bulunabileceği, uzak durulması gereken kötülüğün mevcut olmayacağı ve bu nedenle ayrı durma gibi bir ihtiyacın ortadan kalkacağı bir zaman geliyor. Özetleyecek olur isek, “doğruluğun hakim olduğu yeni bir gök ve yeni bir yer” olacak. Tanrı sınırsız merhameti aracılığı ile bizi o bereketli zamana kadar yüreğimizde O’na adanmışlık ile muhafaza etsin.


Okuyucu burada, kitabımızın sonuna çok yakın bir noktaya ulaştığımızın farkına varacaktır. Ordugah düzenlenmiştir ve her savaşçı uygun yerindedir (Çölde Sayım 1,2); her işçi kendisine verilmiş olan işi yapmaya hazırdır (Çölde Sayım 3.4); topluluk kirlilikten temizlenmiştir (Çölde Sayım 5). Tanrıya adanma özelliği en yüksek noktasında sağlanmıştır (Çölde Sayım 6). Tüm bu konuların hepsi belirlenmiştir. Kurulmuş olan düzen çarpıcı bir güzelliktedir. Önümüzde yalnızca temizlenmiş ve iyi düzenlenmiş bir ordugah değil, ama aynı zamanda ancak Rabbimiz İsa Mesih’in yaşamının saygınlığında ulaşılması mümkün olan bir Tanrıya adanmışlık karakteri bulunmaktadır. Bu yüce noktaya ulaştıktan sonra geriye kalan yalnızca Yehova’nın tüm topluluğu üzerine bereketini ilan etmesidir. Ve bununla uyumlu olarak bu bereket duyurusunu Çölde Sayım 6.bölümün sonunda buluruz. Aynı zamanda bu bereketin bir kraliyet hakkı olduğunu da belirtmemiz gerekir. Bu bereketi okuyalım ve üzerinde düşünelim: “Rab Musa’ya şöyle dedi: “Harun ile oğullarına de ki, ‘İsrail halkını şöyle kutsayacaksınız. Onlara diyeceksiniz ki, Rab sizi kutsasın ve korusun; rab aydın yüzünü size göstersin ve size lütfetsin; Rab yüzünü size çevirsin ve size esenlik versin. Böylece kahinler İsrail halkını adımı anarak kutsayacaklar. Ben de onları kutsayacağım.” Çölde Sayım 6:22-27.

Bu harika bereket kahinlik kanalı aracılığı ile akar. Harun ve oğulları bu harika kutsamayı duyurmak için görevlendirilmişlerdir. Tanrının topluluğunun bereketlenmesi ve O’nda korunması gerekir; bu bereketin esenliği bir ırmak gibi akar; Yehova’nın adı bu bereketin üzerindedir; O, her zaman bereketlemek için topluluğu ile birliktedir.

Ne muhteşem bir sağlayış! Ah! Keşke İsrail bu bereketi alsa idi ve onun gücünün içinde yaşasa idi! Ama böyle yapmadılar. Göreceğimiz gibi bu berekete çabucak sırt çevirdiler. Sina dağının karanlığını Tanrının yüzünün ışığına tercih ettiler. Lütuf temelini terk ettiler ve kendilerini yasa altına yerleştirdiler. Atalarının Tanrısındaki payları ile tatmin olmak yerine başka tutkuların peşinden gittiler. (Mezmur 105 ile Mezmur 106’yı karşılaştırın). Kitabımızın başlangıcındaki düzen, saflık ve Tanrıya adanmışlık yerine şimdi kendilerini  düzensizlik, kirlilik ve putperestliğe teslim ettiklerini görüyoruz.

Ama Tanrıya övgüler olsun ki, Çölde sayım 6.bölümdeki muhteşem kutsamanın yerine tam olarak geleceği bir an yaklaşmaktadır: İsrail’in on iki oymağı o çürümez düzen çevresinde dizilecek; “Yehova-Şamma” (Hezekiel 48:35); İsrail’in on iki oymağı tüm kirliliklerinden temizlenecek ve gerçek Nazaritlik gücü ile Tanrıya adanacaklar. Tüm bu şeyler peygamberlerin yazdıkları sayfalar aracılığı ile en dolu ve en net şekilleri ile ortaya çıkacaklar. Esin almış olan tüm bu tanıklar tek bir ses halinde İsrail’in gelecekteki görkemine tanıklık edecekler. Hepsi de ulusun ufkunda toplanmış ve hala orada duran o zamana işaret ederler. Bu bulutları “doğruluk güneşinin “parlak ışınları dağıtacak. İsrail parlak ve yücelik ile dolu bulutsuz bir günün tadını çıkartacak. Tanrının İbrahim, Yakup ve İshak’a sonsuz bir mülk olarak vermiş olduğu o ülkenin asmaları ve incir ağaçları altında yaşayacak.

Eğer öncekini inkar edecek olur isek, Eski Antlaşmanın çok büyük bir kısmını ve Yeni Antlaşmanın da küçük bir kısmını kesip çıkartmış oluruz. Çünkü hem birinde hem diğerinde Kutsal Ruh bu değerli gerçeğe mümkün olan en net ve en kuşkuya yer vermeyen bir şekilde tanıklık eder, yani tanıklığı merhamete, kurtuluşa ve Yakup’un tohumunun bereketinedir. Bu gerçeği göremeyen birinin Peygamberleri anlamasının mümkün olamayacağına dair kanaatimizi beyan etmekte tereddüt etmeyiz. Şu anda reddedilmiş olsalar bile Tanrının sevgililerini parlak bir gelecek beklemektedir. Bu gerçek ile nasıl ilgilenmemiz gerektiği konusunda uyanık olmamız lazımdır. Tanrı sözünün gerçeği ve uygun uyarlaması ile herhangi bir şekilde müdahalede bulunmaya girişmek çok ciddi bir konudur. Eğer Tanrının Kendisi İsrail ulusunu bereketlemeyi taahhüt etti ise bereketin akışının farklı bir kanala akması için onu nasıl güçlendireceğimizi özen ile araştıralım. Tanrının beyan etmiş olduğu amacı ile oyun oynamaya kalkışmak ciddi bir durumdur. Tanrı Kenan diyarını Yakup’un tohumuna sonsuza kadar kalıcı bir mülk olarak vermek amacında olduğunu beyan etmiştir. Ve eğer bu durum sorgulanacak olur ise Tanrı sözünün herhangi bir bölümünün saygınlığına nasıl güveneceğimizi anlamayız. Esin ile yazılmış olan Kutsal Kitap’ın büyük bir bölümü hakkında boş şeyler konuşan kişiler olarak kendimizi gösterdiğimiz ve onu gerçek objesinden ayırma girişiminde bulunduğumuz takdirde o zaman kutsal ayetlerin uyarlanması ile ilgili olarak nasıl olur da bir güvenceye sahip olabiliriz? Eğer Tanrı İsrail halkından ve Kenan diyarından söz ettiği zaman, gerçekten söylediğini kast etmiyor ise, o zaman kiliseden ve kilisenin Mesih’teki payından söz ettiği zaman, O’nun söylediklerinde kararlı olduğunu nasıl bilebiliriz? Eğer Yahudiden görkemli geleceği çalınacak ise o zaman imanlının aynı konuda ne gibi bir güvencesi olabilir?

Değerli okuyucu, şunu hatırlayalım: “Tanrının “tüm” (yalnızca bazıları değil) vaatleri Mesih’te evet ve amin’dir.” Ve bizler, bize verilen bu değerli ifadenin uyarlanmasında sevindiğimiz zaman, aynı şeyin diğer kişilere uyarlanmasını da inkar etmeyi arzu etmeyelim. İsrailoğullarının Çölde Sayım 6.bölümün son paragrafında sunulan bereketin ya da kutsamanın tamamının keyfini çıkaracaklarına tamamen inanmamız gerekir. Ve bunu Tanrının kilisesi bereketlere sahip çıkmaya çağrılana kadar yapmamız gerekir. Tanrının kilisesi, Tanrının varlığını sürekli olarak kendisi ile ve arasında olduğunu –O’nun yüzünün ışığında kaldığını, esenlik ırmağından içtiğini, her gün bereketlendiğini ve korunduğunu bilmek konusunda ayrıcalığa sahiptir. Çünkü O asla uyumaz ve uyuklamaz. Ama evet, yine de asla unutmamamız gereken şey şudur: derin ve sürekli bir şekilde hatırlayalım ki, bu yoğun bereket ve ayrıcalıkların uygulamadaki duygusu ve deneyimdeki keyfi kilisenin elde etmek istediği düzenin ölçüsü ile tam bir orantı içinde olacaktır. Kilise saflığa ve Tanrının konut kurduğu yer olarak – Mesih’in bedeni – Nazarit adanmışlığına çağrılmıştır; Kilise Kutsal Ruh’un evidir.

Tüm bunlar yüreklerimizin derinliklerinde yer etsinler ve kutsal kılan etkilerini tüm yaşam ve karakterimiz üzerinde kullansınlar!


6 Yukarıdaki alıntılarda peygamberler, ifadelerindeki tarzdan da belli olduğu gibi Yeni Antlaşma peygamberleridirler. Eğer elçi Eski Antlaşma peygamberlerini kast etmiş olsa idi, o zaman şöyle derdi: “O’nun kutsal peygamberleri ve elçileri.” Ama bize ısrar ettiği  ve üzerinde durduğu en önemli nokta, sırrın onun dönemine dek asla açıklanmamış olduğu, diğer çağlardaki insanoğullarına bildirilmediği – sırrın ayetlerde değil, Tanrının sınırsız zihninde yani Tanrıda saklı olduğudur.

7 Metindeki ifade elbette Eski Antlaşma peygamberlerine işaret eder. Tüm imanlıların İbrahim’in tohumu olarak görüldüğü gerçeği Romalılar ve Galatyalılar mektuplarındaki bölümlerde yer alırlar. (bakınız Romalılar 4:9-17; Galatyalılar 3:7,9,21; Galatyalılar 6:16.) ancak bu konunun bütünüyle farklı olduğu açıktır. Eğer ifade yerinde ise, Eski Antlaşma ayetlerinde “Kilise” hakkında bir açıklamaya sahip değiliz.

Çölde Sayım 7

Bu bölüm Çölde Sayım kitabındaki en uzun bölümdür ve topluluğun on iki önderinin adları ile ilgili detaylı bir ifadeye yer verir. Ve onların konutun kurulmasına ilişkin armağanlar sunmalarından söz eder. “Musa konutu bitirdiği gün onu mesh etti. Onu ve içindeki bütün eşyaları, sunağı ve bütün takımlarını da mesh edip adadı. Sonra İsrail ileri gelenleri, sayılanlardan sorumlu olan aile ve oymak önderleri armağanlar sundular. Rabbe armağan olarak üstü kapalı araba ve on iki öküz getirdiler: Her iki önder için bir araba, her önder için bir öküz. Bu armağanları konutun önüne getirdiler. Sonra Rab Musa’ya, ‘Bunları buluşma çadırındaki hizmetlerde kullanılmak üzere onlardan alıp yapacakları işe göre Levililer’e ver’ dedi. Musa arabaları ve öküzleri alıp Levililer’e verdi. Yapacakları işe göre Gerşonoğullarına iki araba ile dört öküz, Merarioğullarına da dört araba ile sekiz öküz verdi. Bunlar Kahin Harun oğlu İltamar’ın sorumluluğu altında yapıldı.Kehatoğullarına ise bir şey vermedi. Çünkü onların görevi kutsal eşyaları omuzlarında taşımak idi.” Çölde Sayım 7:1-9.

Çölde Sayım 3.ve 4.bölümler üzerinde düşündüğümüz zaman, Kehatoğullarına konutun kutsal eşyalarını omuzlarında taşıma görevi gibi bir ayrıcalık verildiğini fark etmiş idik. Bu yüzden onlar diğer önderlere verilenleri almadılar. Kehatoğulları araba ve öküz ile değil, omuzlarındaki yüce ve kutsal hizmete sahip oldular. Kehatoğullarının görev ve sorumluluklarını ne kadar yakından inceler isek, onların, Mesih’teki Tanrının daha derin ve daha dolu görünümlerini ortaya koyduklarını daha iyi anlarız. Gerşonoğulları ve Merarioğulları ise bunu aksine daha dışsal konular ile ilgili şeyleri yerine getirmek ile yükümlü idiler. Onların işleri daha zor ve daha dışa dönük idi. Ve bu nedenle önderlerin özgürlüğü ile ilgili ihtiyaç duyulan yardım ile donatılmışlar idi. Kehatoğulları yüce hizmetlerinde bir araba ya da bir öküzün yardımına ihtiyaç duymazlar idi. Değerli gizemli yükü taşıyacak olan onların omuzları idi.

“Mesh edilen sunağın adanması için önderler armağanlarını sunağın önüne getirdiler. Çünkü Rab Musa’ya,’Sunağın adanması için her gün bir önder kendi armağanını sunacak’ demiş idi.” Çölde Sayım 7:10.

Ruhsallık ile ilgisi olmayan bir okuyucu, gözlerini bu alışılmışın dışındaki uzun bölüm üzerinde gezdirdiği zaman, esin ile yazılmış olan bir belgede bu konuya neden bu kadar uzun bir yer verilmiş olduğunu sormak zorunda kalır, ona göre bu konunun birkaç düzinelik satırlardan oluşan bir bölüm halinde yazılması yeterli gelir. Eğer bir kişi bu on iki gün ile ilgili bir hesap verecek olsa idi, çok büyük bir olasılık ile her şeyi bir ifade içinde çok kısa olarak özetleyebilecek ve bize on iki önderin her birinin şu ya da bu şeyi sunduğunu söyleyecek idi.

Ama bu durum tanrısal zihin ile hiç bir şekilde uyum sağlayamaz idi. Tanrının düşünceleri bizim düşüncelerimiz, Tanrının yolları bizim yollarımız değildir. Tanrı ancak takdim edilen oymağa ait her kişinin adının ve Tanrının konutu için sunduğu sununun tam ve detaylı bir şekilde olması halinde tatmin olabilir idi. Bu yüzden bu uzun bölüm seksen dokuz ayeti kapsar. Her isim kendi farklılığı ile parlayarak görünür. Her sunu anlık detaylar ile tanımlanır ve gerekli değeri görür idi. Adlar ve sunular birlikte ayrımsız olarak bir araya sıkıştırılmamışlardır. Böyle bir tarz bizim Tanrımıza yakışmaz idi. Ve O yaptığı her şeyde yalnızca Kendisi gibi davranır ve söylediği her şeyde Kendisi gibi konuşur. İnsanlar armağanlar ve sunular ile aceleci ve özensiz bir şekilde hareket edebilirler. Ama Tanrı asla böyle yapamaz, yapmaz ve yapmayacaktır. Tanrı, hizmetin her küçük eylemini ve her küçük sevgi dolu armağanı kaydetmekten hoşnut olur. O, asla en küçük şeyi bile unutmaz ve yalnızca Kendisi unutmak ile kalmaz, ama aynı zamanda milyonlarca kişinin bu kayıtları okuması için de zahmete girer. Bu on iki önder adlarının ve sundukları sununun çağlar boyunca sayısız kuşaklar tarafından okunmasının ne kadar önemli olduğunun çok az farkındadırlar! Evet bu kayıtlar çok önemli idi, çünkü onlar tanrı için önemli idiler. Tanrı bizler tarafından gereksiz bir detay olarak görülen şeylere önem verir ve evet, eğer hoşunuza gidecek olur ise şunu da yazalım; Tanrının hizmetkarlarından herhangi birinin tekinin bile adının atlanması ya da yaptıkları işin tek bir detayının bile yazılmaması gereksizce tekrar edilen ifadelerden kıyaslanamayacak kadar çok önemlidir.

Böylece, incelemekte olduğumuz her önderin sunusunu sunmak için kendisine ait atanmış bir yeri vardır. Ve her önder Kutsal Ruh Tanrı tarafından armağanlar ile ilgili kayıtların eksiksiz olarak yazıldığı içerikte esinin sonsuz sayfası hakkında kendisine özgü bir yere sahiptir.

Bu durum tanrısaldır. Ve biz Çölde Sayım kitabının bu yedinci bölümünün Tanrının, hizmetkarlarının adını ve onların işlerinin kaydını Kendi parmağı ile kazımış olduğu sonsuzluk kitabının özel sayfalarına sahip olduğunu söyleyemez miyiz? Söyleyebileceğimize inanıyoruz. Ve eğer okuyucu Samuel kitabının yirmi üçüncü ve Romalılar kitabının on altıncı bölümüne dönecek olur ise orada birbirine benzeyen iki sayfa bulacaktır. Samuel 23.bölümde Davut’un kodamanlarının adlarını ve işlerini okuruz. Romalılar 16.bölümde Pavlus’un Romalı dostlarının adlarını ve işlerini görürüz. Her iki bölümde de Tanrının kutsallarının ve Mesih’in hizmetkarlarının ilkinden sonuncusuna kadar gerçek olduğuna ikna edildiğimizi hissettiren bir örnek ile karşılaşırız. Sıralamada her birinin kendine ait özel bir yeri vardır ve her biri Efendisinin yüreğindeki yerine sahiptir. Ve bunların hepsi sırası ile ortaya çıkacaktır. Davut’un güçlü adamları sırasında “ilk üçe”,  - “üçe” ve “otuza” sahibiz. “Otuz kişiden” hiç biri asla “üç kişinin” arasına katılmaz. Aynı şekilde “üç kişi” de asla “ilk üç kişiye” ulaşmaz.

Hepsi bu kadar değil. Her eylem sadık bir şekilde yerine getirilir ve konunun özünün ve tarzının en kesin haliyle önümüze konduğunu görürüz. Kişinin adını, ne yaptığını ve nasıl yaptığını biliriz. Her şey düzenli bir dakiklik ve özen ile Kutsal Ruh’un hata yapmayan ve taraf tutmayan kalemi ile yazılmıştır.

O zaman bu nedenle Romalılar 16.bölümde bulunan o dikkat çekici örnek sayfaya geri döndüğümüz zaman, Fibi hakkındaki her şeyi öğreniriz; onun kim olduğunu ve ne yaptığını ve Roma’daki topluluğun sempatisini ve güvenini sağlamış olan biri olduğunu anlarız. Sonra Priska –hanımının adı önce yazılmıştır - ve Akvila’dan söz edildiğini okuruz. Ve bu iki kişinin kutsal elçinin yaşamı uğruna yaşamlarını tehlikeye attıklarını okuruz. Priska ve Akvila bu nedenle hem elçinin hem de uluslara ait tüm toplulukların beğenisini ve teşekkürlerini kazanmışlardır. Bundan sonra kardeşler arasında “çok sevilen Epenetus” ve elçi ve topluluk için “çok çalışmış olan Meryem” konu edilir. Yalnızca Epenetus’un çok sevildiği ya da Meryem’in “çok çalışmış olduğu” konularından söz etmek Ruh’un zihnini ya da Mesih’in yüreğini ifade eden sözler sayılamaz. Hayır, bu “çok” sevilen ya da “çok” çalışmış olan küçük ifadeler her bir önderin statüsünü ortaya koymak için yazılmaları gerekli görülmüş ifadelerdir.

Ama bu konuda detaya inmemiz gereksizdir ve bizler şimdi okuyucunun dikkatini yalnızca 12.ayete çekmek istiyoruz. Kitabı esin ile kaleme alan yazar neden “Trifena ve Trifosa” ile sevgili “Persis’den” neden aynı cümle içinde söz etmez? Neden onlara bir olarak ve aynı konumda yer vermemiştir? Bu soruların yanıtında kusursuz bir güzellik bulunur. Çünkü ilk iki isim olan Trifena ile Trifosa’dan söz eder iken, onların yalnızca Rab için çalıştıklarını bildirir, oysa sonuncu isim olan Persis Rabbin hizmetinde “çok çalışan” biridir. Bundan daha ayrıntılı bir açıklama olabilir mi? Önce “üç””, sonra “ilk üç” ve en son “otuz” gelir. Adların ve hizmetlerin birlikte sunuluşunda hiç bir düzensizlik, acele ya da eksiklik yoktur. Bize her birinin kim olduğu ve ne yaptığı söylenir. Her biri kendi yerine sahiptir ve kendi övgü payını alır.

Ve göz önünde bulundurulması gereken bunun sonsuzluk kitabına ait bir parça olduğudur. Ne kadar ciddi! Ve aynı zamanda ne kadar teşvik edici! Rabbimizin kitabında her bir hizmet kaydedilmiştir. Ve aynı zamanda yalnızca eylemin özü değil, tarzı da belirtilir, çünkü Tanrımız yaptığımız iş ile birlikte o işin tarzını da takdir eder. Tanrı cömertçe vereni ve yine cömertçe çalışanı sever. Çünkü kendisi de tamı tamına böyledir. Tanrının yüreği on iki oymağın temsilcilerinin Konutu’nun çevresinde özgürce akan gelgitlerini görmekten hoşnut olur idi. Davut’un reddedildiği gündeki eylemi Tanrının yüreğini hoşnut etti. Daha sonraki bir tarihte Tanrının yüreği Priska, Akvila ve Fibi’nin adanmış olarak yürüdükleri yolu izlemek ile yine hoşnut oldu. Ve bu kadar çok ılıklık ve cansızlık ikrarının görüldüğü günümüzde şurada burada Mesih’i gerçekten seven ve O’nun asmasında adanmış bir işçi olan kişileri gördüğünde de Tanrının yüreğinin hoşnut olduğunu ekleyelim.

Tanrının Ruhu yüreklerimizi tam bir adanmışlığa yönlendirsin! Ve bizi giderek daha çok kendimiz için yaşayalım diye değil, ama bizi seven ve değeri ölçülemez kanı ile yıkayan ve bizi yeni yaratıklar yapan Mesih için yaşayalım diye Mesih’in sevgisi bizi bu tam adanmışlığa zorlasın.

Çölde Sayım 8

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Harun’a de ki, yedi kandili kandilliğin önünü aydınlatacak biçimde yerleştirsin.’ Harun söyleneni yaptı. Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi, kandilleri kandilliğin önüne yerleştirdi. Kandillik, ayağından çiçek motiflerine dek dövme altından, Rabbin Musa’ya gösterdiği örneğe göre yapıldı.” Çölde Sayım 8:1-4.

Önceki paragraf okunduğu zaman okuyucunun dikkatini çeken iki şey vardır. Birincisi, altın kandilliğinin şeklinin konumu ve ikinci olarak da hangi tarza göre yapılmış olduğu. Kandilliğin bu yerde takdim edilen ordugahın mobilyasının tek parçası olması dikkat çekicidir. Burada altın sunak ve altın masa ile ilgili hiç bir bilgiye sahip değiliz. Önümüzde olan yalnızca kandilliktir ve 4.bölümde olduğu gibi, kutsal masanın lacivert bezi ve porsuk derileri ordugah başka yere taşınır iken kullanılacaklar idi. Burada söz edilen kandilliğin örtülmesi değil ışık vermesidir. Önderlerin sunuları ve Levililerin adanması sırasında kandillik gizemli ışığını Rabbin buyruğu ile uyumlu olarak ortaya koyar. Çölde ışıktan ayrı kalınamaz ve bu nedenle altın kandilliğin örtüsünün kaldırılması ve Tanrının tanıklığı için parlamasına izin verilmesi gerekir. Bu konunun her şeyin en önemli noktasının olduğunu her zaman hatırlamak gerekir. Bu ya önderlerin durumunda olduğu gibi özümüzün sunusu olabilir ya da Levililerin durumunda olduğu gibi kişiliğimizin adanması olabilir. Her şeyin ya da birinin görebileceği herhangi bir şeyin gerçek değeri yalnızca konutun ışığında mevcuttur.

Kitabımızın bu kısmının tamamında yer alan ahlak düzeni bu nedenle çarpıcı ve güzeldir. Ve gerçekten de tanrısal mükemmelliktedir. 7.bölümde önderlerin özgürlüğünün uzatılmış ifadesini okuduktan sonra şimdi biz kendi bilgeliğimiz ile düzende yer alan bundan sonraki kısmın Levililerin adanması olduğunu düşünebiliriz; bu şekilde kesintisiz bir bağlantı ile kişiliklerimizi ve sunularımızı” takdim edeceğimizi varsayabiliriz. Ama hayır! Tanrının Ruhu ordugahtaki ışığın araya girmesine neden olur, öyle ki, biz çölde tüm özgürlük ve hizmetin gerçek objesini öğrenebilelim.

Burada çok sevecen bir ahlaki sahiplenme mevcut değil midir? Ruhsal olan hangi okuyucu bu gerçeği görme konusunda başarısız olabilir? Bu bölümde neden buhur dumanı ile birlikte altın sunak yer almaz? Neden üzerinde on iki ekmek somununun bulunduğu altın masa yoktur? Çünkü bunların hiç birinin önceden olanlar ile ya da sonradan olacaklar ile en küçük bir ahlak bağlantıları yoktur. Ancak altın kandillik her ikisi ile de bağlantılı durur ve bize tüm özgürlüğün ve tüm işin ordugahtaki ışıkta görülmesi gerektiği gösterilir. Öyle ki, onun gerçek değerini kavrayabilelim. Bu, önemli bir çöl dersidir ve burada bize örnek ile öğretilebilecek kadar bereketli bir şekilde öğretilebilir. Çölde Sayım kitabındaki ilerlememizde sunağın adanması sırasında topluluğun büyük başlarının geniş yürekli özgürlüğünün durumunu biraz önce okumuş bulunuyoruz. Ve şimdi Levililerin adanmışlığına ilişkin kaydı okumak üzereyiz. Ama bölümü esin ile kaleme alan yazar biri ve diğeri arasında ara verir, öyle ki, ordugahın ışığı her ikisinin üzerinde de parlayabilsin.

Tanrısal düzen böyledir. Kutsal Yazılarda bir bütün olarak kitabın ve her kitabın kısım ve paragraflarının tanrısal mükemmelliğini göstermeye eğilimli olarak yer alan on bin örnekten birinin bu olduğunu söyleyecek cesarete sahibiz. Ve mutlu ve yoğun bir şekilde sevinçliyiz, çünkü incelememizde okuyucumuz ile birlikte yol alır iken bu değerli örnekleri ona işaret edebiliyoruz. Böyle yapmak ile okuyucumuza iyi bir örnek verdiğimizi düşünüyoruz. Ve aynı zamanda Babamızın lütfederek bizim için kaleme aldırdığı bu değerli kitap bizim alçakgönüllü övgülerimizi takdim etmektedir. Ama çok iyi biliyoruz ki, bu değerli kitabın bizim zavallı tanıklığımıza ya da ölümlü kalemimize veya ölümlü dilimize ihtiyacı yoktur. Ama esin ile yazılmış her şeye boş saldırılarda bulunan düşmanın yüzü karşısında tanıklıkta bulunmak bizim için yine de sevinçtir. Bu tür saldırıların gerçek kaynağı ve karakteri Kitap’ın sınırsız derinlikleri ve tanrısal mükemmellikleri ile giderek daha canlı ve deneysel hale dönüşecek ve daha çok görünecektir. Ama aslında kutsal yazıların kanıtları içseldir; onların üzerimizdeki güçlü etkisi ahlak yüceliklerinin aslından daha az değildir-Kutsal Yazıların karakterin ve tutumun en derin köklerini yargılama gücü vardır ve bu onların hayran olunacak yapılarından daha az değildir; Kutsal Yazıların tüm kısımlarında tanrısal olduklarının savunmasına ilişkin en güçlü kanıtlar mevcuttur. Bana kendimi ifşa eden ve yüreğimde olan her şeyi söyleyen bir kitap, doğamın en derin ahlak kaynaklarını çıplak hale getiren, beni tümü ile yargılayan ve aynı zamanda bana benim her ihtiyacımı karşılayan O’nu açıklayan bir kitap – böyle bir kitap içinde kendi kimlik kartına sahiptir; insanların referans mektupları için kıvranmaz ve bunlara ihtiyacı yoktur. İnsanın ne iyiliğine ne de gazabının dehşetine gereksinme duymaz. Çoğu zaman farkına vardığımız şudur: Kutsal Kitap’ı değerlendirir iken Samiriyeli kadının Rabbimiz hakkında yürütmüş olduğu mantığı kullanmamız gerekir. Bu Samiriyeli kadının Rabbimiz hakkında varmış olduğu sonuç gibi sağduyulu bir sonuca ulaşmamız gerekir. Bu basit düşünebilen mutlu ve mantıklı kadın şöyle demiş idi: “Gelin ve yaptığım her şeyi bana söyleyen adamı görün. Acaba Mesih bu mudur?” Buna eşit bir mantık gücü ile biz de şu sözleri söyleyemez miyiz? “Gelin ve bana yapmış olduğum her şeyi söyleyen kitabı görün; Tanrının Sözü bu değil midir?” Evet, gerçekten de öyledir ve yalnızca bu kadar da değildir; ama Tanrının kitabının bize yalnızca her zaman ne yapmış olduğumuzu değil, ama aynı zamanda düşündüğümüz her şeyi ve söylediğimiz her şeyi ve tam olarak ne olduğumuzu kanıtlayabiliriz. Romalılar 3:10:18; Matta 15:19.

Ama bu bizim dışsal kanıtları küçümsediğimiz anlamına mı gelir? Hayır, kesinlikle ilgisi yok. Biz dışsal kanıtlardan zevk alırız. Kutsal Yazıların tanrısal esinlemesindeki yürek güvenliğinin temellerini güçlendirmek için her delil ve her kanıtın değerini takdir ederiz. Ve bu tür malzemeye bolluk ile sahip olduğumuz kesindir. Kitabın kendisinin tüm çarpıcı gerçekleri ile birlikte tarihi bile kanıt gelgitinin kabarması için büyük bir akıntı oluşturur. Kitabın kompozisyonunun tarihi; korunmasının tarihi; dilden dile yapılan çevirisinin tarihi ve tek bir sözcük ile söyleyecek olur isek yeryüzünün geniş alanı içinde kitabın tüm tarihi tanrısal orijininin savunması ile insan mantığını aşan ve güçlü olan bir kanıt oluşturur. Örneğin, kitabın binlerce yıldır korunduğu gerçeği, onun en buyurgan özelliklerinden biridir. Eğer yapabilseler idi, onu koruyan kişilerden hangisi onu sonsuz kayıtsızlığa isteyerek emanet eder idi? Bu, bir gerçeğin ifade edilişi değil midir? Evet, ve bu eşsiz ve paha biçilmez Cildin muhteşem tarihinde bunun gibi pek çok gerçek mevcuttur.

Ama dışsal kanıtların değerini ortaya koymak için bir sayfa kenarına elverdiğince genişlik için izin verildikten sonra biz şimdi sarsılmaz bir karar ile şu ifademize geri dönüyoruz. Kitabın kendisinden parlayan kanıtlar kuşkucu ve sadık olmayan bir muhalif gelgiti kendiliğinden ortadan kaldırmak için güçlü bir savunma teşkil ederler.

Ancak yine de biz şimdi Çölde Sayım kitabındaki altın kandillik ile ilgili dikkat çekici konum üzerinde düşünür iken, yönlendirilmiş olduğumuz bu düşünce dizisinde daha fazla inceleme yapmayacağız. Değeri eşsiz Kutsal Kitabımız ile ilgili tanıklık yapar iken, kendimizi bu kadarını söylemek zorunda hissettik. Ve şimdi bunu söyledikten sonra bölümümüze geri dönüyoruz ve onun başlangıç paragrafındaki kapsamın içeriğinde bulunan konuları bir araya getirmek istiyoruz.

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi, ‘Harun’a de ki, yedi kandili kandilliğin önünü aydınlatacak biçimde yerleştirsin.” Çölde Sayım 8:1,2. Bu yedi kandil tanıklık eden Ruh’un ışığını ifade ederler. Kandilliğin dökme gövdesine bağlı olan bu kandiller Mesih’in örneğini teşkil ederler; Mesih kişiliği ve işi ile kilisedeki Kutsal Ruh’un çalışmasının temelidir. Her şey Mesih’e bağlıdır. Kilisedeki, bireysel imanlıdaki ya da İsrail’deki ışığın her ışını yalnızca Mesih’den akar.

Verilen örnekten öğrendiğimizin hepsi bu değildir. “Yedi kandil, kandilliğin önünü aydınlatacak biçimde yerleştirilmişlerdir.” Eğer bu örneği Yeni Antlaşma dili ile ifade edecek olsa idik, o zaman Rabbimizin bize söylediği şu sözlerden alıntı yapmamız gerekir: “Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek göklerdeki Babanızı yüceltsinler.” Matta 5:16. Kutsal Ruhun gerçek ışığının parladığı her yerde her zaman Mesih için açık bir tanıklık ortaya çıkacaktır. Bu tanıklık, dikkati kendisine değil, Mesih’e çekecektir. Ve Tanrıyı yüceltmenin şekli budur. “Yedi kandil, kandilliğin önünü aydınlatacaktır.”

Bu gerçek, tüm imanlılar için çok önemli ve pratik bir gerçektir. Gerçek ruhsal işin sağlayabileceği en güzel kanıt doğrudan Mesih’i yüceltmeye eğilimlidir. Eğer işçinin yaptığı işe dikkat çekmek istenir ise, ışık sönükleşmi olur ve ordugahın görevlisi mum makaslarını kullanmak zorunda kalır. Kandilleri yakmak Harun’un görevi idi ve o Harun söyleneni yapar idi. Başka bir deyiş ile bizim imanlılar olarak teslim olmak zorunda olduğumuz ışık, yalnızca Mesih’in üzerinde temellenmiş değildir, ama aynı zamanda tüm gece boyunca her an O’nun tarafından korunur. Bizler, O’nsuz hiç bir şey yapamayız. Altın gövde kandilleri destekliyor idi, kahinin eli yağı sağlıyor ve mum makaslarını kullanıyor idi. Her şey Mesih’te, Mesih’ten ve Mesih aracılığı ile idi.

Ve ayrıca her şey Mesih için idi. Kutsal Ruhun ışığı – ordugahın gerçek ışığı – bu çöl dünyada her nerede parlar ise, o ışığın objesi İsa’nın adını yüceltmek için parlar. Kutsal Ruh tarafından her ne yapılır ise, her ne söylenir ise, her ne yazıldı ise, hedefi, Kutsal Olan’ın yüceltilmesi idi. Ve biz çok emin olarak şunu söyleyebiliriz: her ne söylenir ise söylensin, eğer hedefi Mesih’i yüceltmek değil ise o zaman  Kutsal Ruh’tan değildir. Çok yoğun miktarda işler yapılabilir, görünürde çok büyük miktarlarda sonuçlara ulaşılabilir, yalnızca insanın dikkatini çekmek için hesaplanmış bir nicelik ve bilgi sağlayışı için insan alkışı olabilir ve yine de altın kandilliğin tek bir ışını bile tüm bunlarda mevcut değildir. Ve bunun nedeni nedir? Çünkü yapılan iş ve bu iş ile ilgilenen kişilere dikkat çekilmesi amacı güdülür. Mesih yerine, insan, insanın söyledikleri ve insanın yaptıkları yüceltillir. Işık, yüce Başkahin’in elinin sağladığı ışıktan kaynaklanmaz. Ve bunun bir sonucu olarak ışık sahtedir. Bu ışık kandilliğin önünü aydınlatacak biçimde parlamaz, bazı zavallı ölümlülerin adları ve işlerinin önünü aydınlatacak şekilde parlar.

Tüm bunlar çok ciddi konulardır. Ve bizim büyük dikkatimizi talep ederler. Bir insanın ya da işinin dikkat çekmesi halinde o nihai tehlike her zaman mevcuttur. Eğer dikkat Rab İsa Mesih’in kendisinden başka herhangi bir şeye ya da herhangi bir kişiye çekiliyor ise o zaman şeytanın hedefine ulaştığından emin olunabilir. Bir iş mümkün olan en sade biçimde yapılabilir, ama eğer işçi kutsal bir uyanıklık ve ruhsallık ile işini yapmıyor ise, ya da işinin sonuçları kutsal ve ruhsal değiller ise, o zaman bu iş genel bir dikkat çekebilir ve işçi şeytanın tuzağına düşebilir. Şeytanın en büyük ve en amansız işi Rab İsa’yı lekelemektir. Ve eğer bunu imanlı hizmeti gibi görünen işler aracılığı ile yapabilir ise, bu onun açısından başarabilmiş olduğu en büyük zafer olur. Bir işi İsa Mesih’in adından ayırmayı sağlayabildiği takdirde, o işin yapılmasına itirazda bulunmaz. Hatta elinden geliyor ise, o yapılan işe kendisini de dahil edecektir. Bir zamanlar kendisini nasıl Tanrının oğulları arasında takdim etti ise, şimdi kendisini yine aynı şekilde Mesih’in hizmetkarları arasında takdim edecektir. Ama şeytanın hedefi her zaman tektir ve aynıdır, yani Rabbi lekelemek ve O’nun yüceliğine gölge düşürmektir. Elçilerin İşleri 16. Bölümde yer alan genç kıza Mesih’in hizmetkarlarına tanıklık etmesi ve şunları söylemesi için izin verdi. “Bu adamlar yüce Tanrının kullarıdırlar, size kurtuluş yolunu bildiriyorlar.” Elçilerin İşleri 16:17. Ama bu yalnızca bu hizmetkarları tuzağa düşürmek ve onların yaptıkları işleri bozmak için tasarlamış olduğu bir plan idi. Şeytan tüm çabalarına rağmen yine de yenilmiş idi çünkü Pavlus ve Silas’tan çıkan ışık ordugahtaki gerçek ışık idi ve yalnızca Mesih için parlardı. Pavlus da Silas de kendileri için bir yücelik aramadılar ve bu genç kızın tanıklığını reddettiler ve O’nun adını kullanarak kendilerini yüceltmek yerine Efendilerinin yüceliği uğruna acı çekmeyi tercih ettiler.

Burada verilen örnek Rabbin tüm işçileri için geçerli olan çok yerinde bir örnektir. Ve eğer bir an için Elçilerin İşleri 3.bölüme dönecek olur isek, orada yine bir başka çarpıcı örnek ile karşılaşırız. Burada ordugahın ışığı felçli adamın üzerinde parlayarak ortaya çıkar. Ve istemeyerek de olsa dikkat işçilerin üzerine çekildiği zaman, Petrus ve Yuhanna’nın hemen kutsal bir kıskançlık ile görkemli Efendilerini öne çıkartıp yücelttiklerini ve tüm övgüyü O’na verdiklerini görürüz. “Bunu gören Petrus halka şöyle seslendi:’Ey İsrailliler, buna neden şaştınız? Neden gözlerinizi dikmiş bize bakıyorsunuz? Kendi gücümüz ya da dindarlığımız ile bu adamın yürümesini biz sağlamışız gibi..! İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı, atalarımızın Tanrısı OĞLU İSA’YI yüceltti.” Elçilerin İşleri 3:12,13.

Burada gerçekten de “yedi kandilin kandilliğin önünü aydınlattığını” görüyoruz. Ya da başka bir deyiş ile Kutsal Ruh’un ışığının yedi katlı ve mükemmel bir şekilde İsa’nın adına dair tanıklık verdiğini görüyoruz. Kutsal Ruh’un ışığının bu sadık kapları “Neden gözlerinizi dikmiş bize bakıyorsunuz?” diye karşılık verdiler. Burada açıkgöz sinsilere yer ve hak tanınmadı. Işık yeterince parlıyor idi. Eğer bu elçiler ışıkta olmasalar idi, hiç kuşkusuz kendilerini övmek için bu fırsatı kullanabilirler idi. Bu an, elçilerin kendi adlarını bir görkem halesi ile çevreleyebilecekleri bir an idi. Kendilerini ünün doruğuna çıkartabilir ve saygınlığı ve mucizenin kaynağını kendilerine yönlendirerek binlerce kişinin kendilerine tapınmasına neden olabilirler idi. Ama eğer böyle yapmış olsalar idi, Efendilerinden çalmış olurlar, tanıklığı sahte tanıklık haline getirmiş, Kutsal Ruhu kederlendirmiş ve yüceliğini asla bir başkasına vermeyecek Olan’ın adil yargısını üzerlerine çekmiş olacaklar idi.

Ama hayır! Yedi kandil bu ilginç anda Yeruşalim’de ışıl ışıl parlıyor idi. O zaman gerçek kandillik, tapınakta değil, Süleyman’ın verandasında idi. En azından yedi kandil orada idiler ve atandıkları görevi en kutsal şekilde yerine getiriyorlar idi. Bu onurlu hizmetkarlar kendileri için yücelik aramadılar ve hemen oradaki topluluğun hayret içindeki bakışlarını kendilerinin üzerinden uzaklaştırmak için tüm enerjilerini kullandılar ve yüceliği tek layık Olan’a verdiler. O tek yüceliğe layık Olan, göklere yükselmiş olmasına rağmen hala Kutsal Ruh aracılığı ile yeryüzünde çalışıyor idi.

Elçilerin İşleri sayfalarından başka pek çok örnek çıkartılabilir; ama yedi kandili ile altın kandillikte öğretilen büyük pratik ders yüreklerimizi etkilemek açısından yeterli olacaktır. Şu anda bizler bu derse ya da öğretişe olan ihtiyacımız konusunda yeterince duyarlıyız. İşçi ve işi için her zaman var olan tehlike şudur: Efendiden daha fazla dikkat çeken objeler olmak! Bu konuda ayık ve uyanık olalım! Bu durum üzücü bir kötülük sergiler. Her zaman İsa’nın adını yüceltmek için çalışan Kutsal Ruhu kederlendirir. Dağda göklerden kulaklarımıza ve yüreklerimize “Bu benim Sevgili Oğlum’dur ve Ben O’ndan hoşnudum; O’nu dinleyin!” diyen Babayı da gücendirir. Her gözün İsa’nın üzerine dikildiği, her yüreğin İsa ile meşgul olduğu ve sonsuz ve evrensel tek feryadın “ Layık olan yalnız Sen’sin !” diyen göksel zihne doğrudan ve kesin bir düşmanlıktır.

Tüm bunlar üzerinde düşünelim; derin düşünelim ve bunu alışkanlık haline getirelim; öyle ki, insanı yücelten her şeye ve benliğe bir sınır çizelim, işlerimiz, sözlerimiz ve düşüncelerimiz “Tek Layık Olan’ı” yüceltsinler. Yumuşak huylu ve alçakgönüllü İsa’nın ruhunun bizi yürümek ve hizmet etmek için yönlendireceği her yerde bulunabilelim. Özetleyecek olur isek, her gün öylesine Mesih’te kalalım ve her an O’ndan öylesine alalım ki, aldığımız o saf yağ ile ışığımız, biz o ışığı düşünmeksizin parlayabilsin ve O’nun adı övülsün; her şeye O’nda sahibiz ve O olmadan kesinlikle HİÇ BİR ŞEY yapamayız.

Çölde sayım kitabının sekizinci bölümünün geri kalan kısmı, daha önceden 3.ve 4.bölümdeki notlarımızda işaret etmiş olduğumuz Levililerin adanması ile bağlantılı olan törenselliğin kaydını içerir.

Çölde Sayım 9

“Ve Rab İsraillilerin Mısır’dan çıkışlarının ikinci yılının birinci ayında Sina çölünde Musa’ya şöyle seslendi: ‘İsrailliler Fısıh kurbanını belirlenen zamanda kessinler. Bütün kurallar, ilkeler uyarınca kurbanı belirlenen zamanda, bu ayın on dördüncü gününün akşamüstü keseceksiniz. Böylece Musa İsraillilere Fısıh kurbanını kesmelerini söyledi. Onlar da Sina Çölünde birinci ayın on dördüncü gününün akşamüstü Fısıh kurbanını kestiler. Her şeyi Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi yaptılar.” Çölde Sayım 9:1-5.

Bu büyük kurtuluşun bulunduğu üç farklı konum mevcuttur – Mısır’da kutlanan şölen (Mısırdan Çıkış 12; Çölde (Çölde Sayım 9) ; Kenan diyarında (Yeşu 5). Kurtuluş Tanrı halkının tarihi ile bağlantılı olan her şeyin temelinde yatar. Mısır’ın esaretinden, ölümünden ve karanlığından kurtarılmaları gerekiyor muydu? Bu kurtuluş aracılığı ile olacak idi. Çölün tüm zorlukları ve tehlikeleri boyunca yürürken yeniden doğmaları gerekiyor muydu? Bu, kurtuluşun temelinde gerçekleşecek idi. Eriha’nın yıkılan duvarlarının enkazları arasında yürümeleri ve Kenan krallarının boyunlarına zincir mi geçirmeleri gerekiyor idi? Bunu kurtuluştan dolayı yapacaklar idi.

Böylece Fısıh kuzusunun kanı İsrail’in Tanrısının talebini karşıladı ve İsrailliler Mısır ülkesinde yaşadıkları derin esaretten kurtarıldılar ve Mısır’dan çıkartıldılar. Kuzunun kanı onları korkunç çölde taşıdı ve çöl boyunca onlara destek ve güç oldu. Kenan diyarına girmelerini ve orada yaşamalarını sağladı.

Tek bir sözcük ile söyleyecek olur isek, kuzunun kanı halka Mısır’da sağlayışta bulundu; çöl boyunca onlara eşlik etti ve onları Kenan diyarına yerleştirdi. Onların içindeki, onlar ile birlikte olan ve onlar için olan tüm tanrısal eylemlerin kutsal temeli kuzunun kanı idi. Kurtuluş Tanrının Mısır’ karşı olan yargısı ile mi ilgili idi? Onları Mısır’dan çıkartan kuzunun kanı idi. Çöldeki sayısız ve isimsiz pek çok ihtiyacın karşılanması ile mi ilgili idi? Kuzunun kanı onlar için tam bir sağlayışı garantiledi. Konu, Kenan diyarındaki yedi ulusun tehdit eden savaşçı gücü müydü? Kuzunun kanı tam ve görkemli bir zaferin emin ve kesin sağlayışı idi. Yehova’nın, kuzunun kanının temelinde halkı adına eylemde bulunmak için ortaya çıktığı anda ilkinden sonuncusuna kadar herkes kesin ve sarsılmaz bir güvence altında idi. Mısır’ın harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerinden Filistin’in asma tepelerine ve ballı düzlüklerine kadar o gizemli ve harika yolculuğun tamamı kuzunun kanının çeşitli erdemlerine örnek olmaya ve onları ortaya koymaya hizmet etti.

Ama her şeye rağmen yine de şu anda önümüzde duran bölüm bize Fısıh’ı tamamen bir çöl duruşu noktasından takdim eder ve bunun nedeni okuyucunun şu koşulları öğrenmesi içindir. “Ancak ölüye dokundukları için kirli sayılan bazı kişiler o gün Fısıh kurbanını kesemediler. Aynı gün Musa ile Harun’un önüne geldiler.” Çölde Sayım 9: 6.

Burada pratik bir zorluk söz konusu idi. Normal olmayan bir şey diyebiliriz. En azından beklenmeyen bir şey oldu. Ve bu nedenle konu Musa ve Harun’un önüne getirildi. “Musa’nın önüne geldiler” – Tanrının taleplerinin örneği; “ve Harun’un önüne geldiler” – Tanrının lütfunun sağlayışlarının örneği. Bu iki işlevin işaret ettiği yolda farklı ve empatik bir şey var gibi görünür. Burada kendisini takdim eden böyle bir zorluğun çözümünde elzem olan ifade için gerekli iki unsur.

“Ve bu adamlar Musa’ya,’Ölüye dokunduğumuz için kirli sayılırız’ dediler, ‘Ama öbür İsrailliler ile belirlenen zamanda Rabbin sunusunu sunmamız neden engellensin?” Çölde Sayım 9:7. Burada kirlilik konusunda çok net bir itiraf yapıldı ve ortaya çıkan soru şu idi: “Onlar bu durumda Tanrının atadığı şekilde Rabbin önüne gelmek gibi kutsal bir ayrıcalıktan yoksun mu bırakılmalı idiler? Böyle bir durumda herhangi bir çözüm ya da sağlayış mevcut değil miydi?

Gerçekten de çok derin bir ilginçliğe sahip bir soru, ama halen bu soruya hiç bir yanıt sağlanmış değil idi. Mısır’dan Çıkış 12.bölümde orijinal öğretiş tarafından beklenen böyle bir çözüme sahip değiliz, ama yine de şölenin tüm törenlerine ve seremonilerine dair tam bir ifadeye sahibiz. Bu yeni düşüncenin değerlendirilmesi çöle bırakılmış idi. Bir çözümün sağlanması gereken kendini takdim eden o zorluğun gerçek pratik ayrıntıları çöl yaşamına ait idi. Bu yüzden bu konunun tamamının kaydı çöl kitabı olan Çölde Sayım’da uygun bir şekilde mevcuttur.

“Ve Musa onlara ‘Rabbin bana sizinle ilgili ne söyleyeceğini duyuncaya kadar bekleyin’ dedi. “ Ne kadar sevecen bir davranış! Musa’nın onlara verecek yanıtı yok idi ama bu yanıtın kimde olduğunu biliyor idi ve O’nun kendisine yanıt vermesi için bekledi. Musa için bu davranış, yapılabilecek en iyi ve en bilge davranış idi. Musa verebilecek bir yanıtı varmış gibi davranmadı. “Bilmiyorum” demekten utanmadı. Tüm bilgelik ve bilgisi ile bilgisizliğini göstermekte tereddüt etmedi. İşte gerçek bilgi ve gerçek bilgelik budur. Musa’nın konumundaki biri için topluluğun ya da topluluğun herhangi bir üyesinin önünde bu konudaki bilgisizliğini göstermek alçaltıcı bir durum olabilir idi; halkı Mısır’dan çıkartan ve onları Kızıldeniz’den geçiren ve Yehova ile yüz yüze konuşan görevini yüce “Ben’im”den alan biri olarak şimdi önünde bulunan ve çok basit bir olaydan ortaya çıkan bir zorluğu çözememesi Musa için mümkün olabilir miydi? Gerçekten de Musa gibi biri bir ölü bedene dokunduğu için kirlenen biri ile ilgili doğru kararı veremeyecek kadar bilgisiz miydi?

Çok az kişi böyle bir olayda Musa’nın alçakgönüllü tutumu ile hareket edebilir; bir çok kişi bu sorunu çözecek bir yanıt bulma girişiminde bulunur. Ama Musa yeryüzündeki en alçakgönüllü insan idi. Söyleyecek bir şeyi olmadığı zaman susmanın daha iyi olduğunu bilir idi. Bu tür konularda Musa’nın örneğini izleyecek olur isek bu davranışımız daha sadık bir davranış olmaz mı? Böyle yapıp yanlış bir girişimde bulunmak yerine Musa gibi davranmak bizi çok üzücü durumlardan ve sıkıntılardan kurtaracaktır. Ayrıca o zaman çok daha gerçekçi, çok daha sade ve çok daha sevecen kişiler oluruz. Bizler genellikle bilgisizliğimizi ifşa etmekten utanacak kadar ahmakça davranırız. Gerçek ahlak yüceliğini ifade eden “Bilmiyorum” cümlesi ağzımızdan çıktığı zaman, biz akılsızca bilgelik ve zekamız ile ilgili ünümüzün yara aldığını düşünürüz. Böyle bir düşünceye sahip olmak ölümcül bir hatadır. Bizler her zaman, sahip olmadığı bir bilgiyi asla belli etmeyen bir insanın sözlerini ciddiye alır ve onlara önem veririz. Ama her zaman düşüncesizce bir öz güven ile konuşmaya hazır olan birini işitmek için asla hazır değilizdir. Ah! Her zaman şu sevgi dolu sözlerin ruhunda yürümek ne kadar hoştur: “Rabbin sizinle ilgili bana neler söyleyeceğini duyuncaya dek bekleyin.”

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsraillilere de ki, ‘Sizlerden ya da soyunuzdan ölüye dokunduğu için kirli sayılan ya da uzak bir yolculukta bulunan biri Rabbin Fısıh kurbanını kesebilir. İkinci ayın on dördüncü gününün akşamüstü Fısıh kurbanını kesip mayasız ekmek ve acı otlar ile yiyecek.” Çölde Sayım 9:9-11.

Fısıh ile ortaya konan iki büyük temel gerçek mevcuttur, bunlar kefaret ve Tanrı halkının birliğidir. Bu gerçekler değişmesi mümkün olmayan gerçeklerdir. Hiç bir şey onları ortadan kaldıramaz. Değişik şekillerde başarısızlık ve sadakatsizlik olabilir ama sonsuz kurtuluşun bu görkemli gerçekleri ve Tanrı halkının mükemmel birliği tüm güç ve değerlerini korurlar. Bu yüzden bu gerçekleri böylesine gerçekçi bir şekilde ortaya koyan etkileyici buyruk sürekli bir zorunluluktur. Koşulların buna dahil olmamaları gerekir. Ölüm ya da uzaklık onları kesintiye uğratmamalıdır. “sizlerden ya da soyunuzdan ölüye dokunduğu için kirli sayılan ya da uzak bir yolculukta bulunan biri Rabbin Fısıh kurbanını kesebilir.” Bu buyruk gerçekten de topluluğun her üyesi tarafından kutlanması gereken bir bayramı emreder, öyle ki Çölde Sayım 9.bölümde buyruğu istenen şekilde yerine getiremeyecek olan kişiler için bu konuda özel bir sağlayış sunulmuştur. Bu durumdaki kişiler Fısıh kurbanını “ikinci ayın on dördüncü gününde” kesebilirler. Lütuf, kaçınılamaz kirlilik ya da uzaklık gibi bu tür durumlarda sağlayışta bulunur.

Eğer okuyucu 2.Tarihler kitabının 30.bölümüne dönecek olur ise Hezekiya ve onun dönemindeki bu lütufkar sağlayıştan yararlanan topluluğu görecektir: “İkinci ay Mayasız ekmek Bayramını kutlamak için çok büyük bir topluluk Yeruşalim’de toplandı…. İkinci ayın on dördüncü günü Fısıh kurbanını kestiler.” 2.Tarihler 30:13,15.

Eğer yalnızca o zayıflık hissedilir ve itiraf edilir ise, Tanrının lütfu bizi olası en büyük zayıflıklarımızda destekleyecektir. 8 Ama bu çok değerli ve rahatlatıcı gerçek bizim günah ya da kirliliğe önem vermediğimiz anlamına gelmemelidir. İlk ay yerine lütuf aracılığı ile ikinci ayda kurban kesmeye izin verilir. Ancak bu bayramın törenleri ve kutlamaları konusunda herhangi bir gevşekliğe izin verilmez. “Mayasız ekmek ve acı otlar” her zaman yerlerinde bulunmalı idiler; kurbanın hiç bir parçası ertesi sabaha kalmamalı ya da onun tek bir kemiği bile kırılmamalı idi. Tanrı, gerçeğin ya da kutsallığın standardının hiç bir şekilde aşağı çekilmesine izin veremez. İnsan başarısızlık, zayıflık ya da koşulların güçlü olması nedeni ile zamanın gerisinde kalabilir ama amacın altında olmaması gerekir. Lütuf, birincisine izin verir iken, kutsallık ikincisini yasaklar. Ve eğer biri, lütuf ve kutsallığı birbirinden ayırmaya kalkar ise, o zaman topluluktan kesilip atılacaktır.

Tüm bunların bizlere söylediği bir şey yok mudur? Kesinlikle vardır. Çölde sayım adlı bu kitabın sayfaları arasından geçer iken, her zaman hatırlamamız gereken şudur: İsrail’in başına gelenler, bizlere verilen örneklerdir ve bizim görevimiz ve ayrıcalığımız hemen bu örnekleri kendimize mal etmek ve Tanrının öğretmek için tasarlamış olduğu kutsal dersleri anlamaya çalışmaktır.

O halde ikinci ayda Fısıh Bayramı ile ilgili olan düzenlemeleri öğrenmemiz gerekmektedir! İsrail neden bu özel durumlardaki tek bir töreni ya da kutlamayı kaçırmamak için böylesine özel bir katılımda bulunur? Neden Çölde Sayım kitabının bu 9.bölümünde ikinci ay ile ilgili verilen buyruklar ilk ayda verilen buyruklara göre daha titizlik ile belirlenmiştir? Önemi açısından bir buyruğun diğerinden daha önemli olmadığı kesin değil midir? Tanrının yargısında buyruklar her zaman aynıdır. Her iki durumda da buyrukta en ufak bir farklılığın dahi olmadığı ortadadır. Gerçeğin hala önümüzdeki bölüm üzerinde düşüne okuyucuyu çarpması gerekir. Birinci aydaki Fısıh kutlaması ile ilgili referansın verildiği yerde yalnızca şu sözcükleri okuruz: “Bütün kurallar ve ilkeler uyarınca kurban belirlenen zamanda kesilecektir.” Ama öte yandan, ikinci ay ile ilgili bilgi verildiği zaman, bu tören ve kutlamalr ile ilgili dakik ifadeler görürüz:”Fısıh kurbanını mayasız ekmek ve acı otlar ile yiyecek. Sabaha dek kurbandan bir şey bırakmayacak. Fısıh kurbanını bütün kuralları uyarınca kesmelidir.” 3.ayeti, 11 ve 12.ayetler ile karşılaştırınız.

Bu basit gerçeğin bize ne öğrettiğini soruyoruz? Bize öğrettiğinin şu olduğuna kesinlikle inanıyoruz: Tanrının değerleri konusundaki standardı, Tanrı halkının zayıflık ve başarısızlıkları yüzünden asla düşürmememiz gerekir. Aksine, bu standardın tüm saygınlığı içinde onu yukarıda tutmak için özel acılara dahi katlanmamız gerekebilir. Hiç kuşkusuz, başarısızlığın verdiği derin duygular oluşacaktır – ne kadar derin olurlar ise o kadar iyidir – ama Tanrının gerçeğinin teslim olmaması gerekir. Tanrısal gerçeğin standardını sarsılmaz bir kararlılık ile muhafaza eder iken, tanrısal lütfun kaynaklarının mevcudiyetini her zaman güvenlik içinde varsayabiliriz.

Bu düşünceyi yüreklerimizin düşüncelerinde her zaman hatırlamak ve korumak için gayretli olalım. Öte yandan başarısızlığın mevcudiyeti ile ilgili gerçeği unutmak gibi bir gerçek bizi her zaman tehdit etmektedir. Ancak her şeye rağmen Tanrının kusursuz sadakatini göz önünde bulundurmalıyız. Ağzı ile iman ikrarında bulunan Kilise başarısızlığa uğramış ve korkunç bir enkaz haline gelmiştir ve yalnızca bu kadar ile de değil; bizler kendimiz de bireysel olarak bireysel olarak başarısızlığa uğradık ve bu enkazda katkımız var. Tüm bunları hissetmemiz, derinden ve sürekli olarak hissetmemiz gerekir. Tanrımızın önündeki ruhlarımızda Tanrının evinde ne kadar üzücü ve ne kadar utanç verici bir şekilde davrandığımız ile ilgili bir bilincin vicdanımızın derinliklerinde yer alması gerekir. Eğer başarısız olduğumuzu unutur isek bu tutum başarısızlığımızın yoğunluğunu arttıracaktır. Ruhun en derin alçalışı ve en derin kırılışı tüm bunları hatırlamamız ile gerçekleşir ve bu iç duygular ve uygulamalar içinde hareket ettiğimiz olayın ortasında kendilerini kesinlikle alçakgönüllü bir yürüyüş içinde ifade edeceklerdir. “Ne var ki, Tanrının attığı sağlam temel ‘Rab kendine ait olanları bilir’ ve ‘Rabbin adını anan herkes kötülükten uzak dursun’ sözleri ile mühürlenmiş olarak duruyor.” 2.Timoteos 2:19. Hristiyanlığın enkazlarına bakıldığı zaman, sadık olmanın kaynağının burada olduğunu görüyoruz. Tanrı asla hata yapmaz ve asla değişmez ve bizlerin yapması gereken tek şey zayıflıklardan uzaklaşarak O’na yapışmaktır. Bizlerin doğru olanı yapmamız ve doğru olanı gayret ile izlememiz gerekir ve sonuçları O’na bırakırız.

Bir önceki düşünce hakkında yazılanlara okuyucumuzun gerçekten tam bir dikkat vermesini rica ederiz. Okuyucumuzun kısa bir süre durmasını ve dua ederek tüm konuyu gözden geçirmesini arzu ederiz. Bu düşünceye her iki açıdan da gereken dikkati verdiği takdirde bizi çevreleyen enkazların arasında attığı adımlar için yardım ve destek alacağından eminiz. Kilisenin koşullarını ve bizim kendimizin sadakatsizliğini hatırlamak alçakgönüllü olmamızı sağlayacaktır. Bu arada aynı zamanda Tanrının değişmez standardı ve sabit sadakati bizi çevremizdeki kötülükten ayıracak ve ayrılmış olan yolda yürürken dengede kalmamızı sağlayacaktır. Her ikisi birlikte bizi boş tahminlerden etkili bir şekilde koruyacak ve aynı zamanda gevşeklik ve kayıtsızlıktan muhafaza edecektir. Başarısız olduğumuza dair bizi alçaltan gerçeği her zaman canlarımızın önünde tutmamız ve Tanrının sadık olduğuna dair büyük gerçeğe de var gücümüz ile yapışmamız gerekir.

Bunlar çöl ile ilgili önceliğe sahip olan derslerdir – bu dersler günümüzdeki bizler için de geçerlidir. İkinci aydaki Fısıh bayramının esin ile yazılmış kaydı bu dersleri bize çok güçlü bir şekilde verir. Çöl kitabı olarak önem taşıyan bu Çölde Sayım kitabında bu dersleri alırız.  İnsan başarısızlığı ancak çölde tam olarak ortaya çıkar. Ve yine çölde tanrısal lütfun sınırsız kaynakları gösterilir. Ama yine de bir kez daha yüreklerimizde tanrısal lütuf ve merhametin zengin sağlayışlarını tanrısal gerçeğin standardı ile tekrarlayalım. Eğer biri Fısıh Bayramının kutlamadığı için bahane olarak kirlilik ya da uzaklığı gösterir ya da Fısıh Bayramını Tanrının istediğinden daha farklı bir şekilde yerine getirir ise, topluluktan kesilip atılacağı kesindir. Ve bize gelince, eğer biz başarısızlığımız nedeni ile Tanrının herhangi bir gerçeğine teslim olmaya razı isek, ya da yürek imansızlığı nedeni ile Tanrının standardından vazgeçer ve Tanrının gerçeğinin temelini terk eder isek, eğer Tanrının gerçeğinin yetkisini çevremizdeki koşullar nedeni ile vicdanımızdan silkeler atar isek ya da onun şekil veren etkisini tutum ve karakterimizden uzaklaştırır isek – o zaman paydaşlığımızın erteleneceği aşikardır. 9

Bu gerçek ile ilgili önemli ve pratik satırları daha da uzatmak hoşumuza giderdi, ama okuyucumuza Fısıh bayramı ile ilgili bu çöl kayıtlarını hatırlatan kayıtlarına konumuzun bu kısmında sona erdirmeye katlanacağız.

“Ancak, temiz sayılan ve yolculukta olmayan biri Fısıh kurbanını kesmeyi savsaklar ise, halkının arasından atılacaktır. Çünkü belirlenen zamanda Rabbin sunusunu sunmamıştır. Günahının cezasını çekecektir. Aranızda yaşayan bir yabancı Rabbin Fısıh kurbanını kesmek ister ise Fısıh’ın kuralları ve ilkeleri uyarınca kesmelidir. Yerli ya da yabancı için aynı kuralı uygulamalısınız.” Çölde Sayım 9: 13,14.

Bir İsraillinin Fısıh’ı bilerek ihmal etmesi Mısır ülkesinden kurtarılıp çıkarıldığı zaman elde ettiği yarar ve bereketleri göz ardı etmesi anlamına gelir. O unutulması mümkün olmayan gecede tamamlanmış olan işin tanrısal gerçekliğini derinden kavrayan biri İsrail topluluğunun kuzunun kanının altına sığınarak güvence bulduğunu bilir. “İlk ayın on dördüncü gününün” dönüşünü daha da gayretli bir şekilde özleyeceği mutlaktır, öyle ki, o görkemli olay ile kendisine sağlanan yüce fırsatı takdir edebilsin ve eğer “ilk aydaki” buyruktan zevk almasına engel olan herhangi bir şey var ise, “ikincisi” için kendisini daha sevinçli ve müteşekkir bir şekilde hazırlayabilsin. Ama Fısıh bayramını kutlamadan yıldan yıla tatmin olmuş bir şekilde devam edebilen bir kişi yalnızca yüreğinin İsrail Tanrısından çok uzak olduğunu kanıtlamış olur. Tanrının atamış olduğu kurtuluşu yıldan yıla ihmal etmesi atalarının sevecen Tanrısından ve O’nun kurtarışının bereketlerinden söz dahi etmemesi bu durumda daha iyi olacaktır.

Ve biz Rabbin Sofrası konusu ile ilgili olarak tüm bunları belirli bir ölçüde kendimize uyarlayamaz mıyız? Hiç kuşkusuz uyarlayabiliriz ve bu bize çok büyük yarar sağlar. Fısıh Bayramı ve Rabbin sofrası arasındaki bağlantı budur. Fısıh Bayramı örnektir ve Rabbin Sofrası Mesih’in ölümünü hatırlamamız içindir. Bu nedenle 1.Korintliler 5.bölümde şu sözleri okuruz: “Çünkü Fısıh kuzumuz Mesih kurban edildi.” 1.Korintliler 5:7. Bu cümle, aradaki bağlantıyı bina eden cümledir. Fısıh ile hatırlanan, İsrail’in Mısır’ın esaretinden kurtuluşudur. Ve Rabbin Sofrası kilisenin günahın ve şeytanın ağır ve karanlık esaretinden kurtarılışını hatırlatır. Bu yüzden her gerçek ve her sadık İsraillinin belirli dönemde ve Yeni Antlaşma’da ortaya konan tüm ilkeler ile uyumlu olarak ilgili tören ve seremonileri yerine getirdiğini görürüz. Eğer bir İsrailli tek bir kez bile Fısıh’ı ihmal etmiş ise topluluktan kesilip atılacaktır. Bu tür bir ihmal toplulukta hoş görülemez idi. Çünkü böyle bir tutum tanrısal hoşnutsuzluğa davet çıkartmak demek idi.

Ve şimdi biz böyle bir gerçek karşısında şöyle bir soru soramaz mıyız? Haftadan haftaya ve aydan aya Rablerinin Sofrasını ihmal etmek Hristiyanlar için de önemli bir konu değil midir? Çölde Sayım 9.bölümde Fısıh bayramını ihmal eden kişinin topluluktan kesilip atılmasını Söyleyen’in Rabbin Sofrasını ihmal eden kişiye aldırış etmediğini mi düşüneceğiz? Buna inanmamız bir an için bile mümkün değildir. Mesih’in bedeni olan Tanrının kilisesinin Rabbin Sofrasını ihmal etmesi halinde topluluktan atılması söz konusu olamaz mıdır? Böyle bir düşünce bizden uzak olsun. “Rabbin tekrar gelişine kadar ölümünü andığımız” bu en değerli şölenin kutlaması bizleri daha büyük bir gayret göstermemiz için harekete geçiren bereketli bir etki olmalıdır.

İnançlı bir İsrailli için Fısıh bayramının anlamı eşsiz idi. Çünkü Fısıh bayramı onun kurtuluşu anlamına geliyor idi. Ve inançlı bir imanlı için Rabbin Sofrası hiç bir şey ile kıyaslanamaz idi. Çünkü Rabbin sofrası inançlı bir imanlı için kurtuluşunun ve Rabbinin ölümünün anılmasıdır. Bir imanlının ilgilenebileceği uygulamaların hepsinde Rabbin sofrasından daha değerli, daha etkileyici ve Mesih’i, yüreklerde daha dokunaklı şekilde hissettiren başka hiç bir şey yoktur. Bir imanlı Rabbin ölümü hakkında şarkılar söyleyebilir, bu konuda dua edebilir, bu konu ile ilgili yazılar okuyabilir ve bu konuyu dinleyebilir ama Rabbin ölümünü en iyi şekilde “ortaya koyan” yalnızca Rabbin sofrasıdır. “Sonra eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve onlara verdi, ‘Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın’ dedi. Aynı şekilde yemekten sonra kaseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kase sizin uğrunuza akıtılan kanım ile ilgili gerçekleşen yeni antlaşmadır.’” Luka 22:19,20.

Burada bayramın nedenini öğrendik ve Elçilerin İşleri kitabına döndüğümüz zaman, “haftanın ilk günü ekmek bölmek için bir araya toplanan imanlıları” okuruz. Elçilerin İşleri 20:7.

Burada bayramın kutlanışını okuyoruz ve son olarak Mektuplar’a döndüğümüz zaman, şu sözleri okuruz: “Tanrıya şükrettiğimiz şükran kasesi ile Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmek ile Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz? Ekmek bir olduğu gibi, biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz. Çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz.” 1.Korintliler 10:16,17.

Ve aynı konu ile ilgili olarak yine okumaya devam edelim: “Size ilettiğimi ben Rab’den öğrendim. Ele verildiği gece Rab İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve şöyle dedi: ’Bu, sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın! Aynı biçimde yemekten sonra kaseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kase kanım ile gerçekleşen yeni antlaşmadır. Her içtiğiniz zaman beni anmak için böyle yapın. Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kaseden her içtiğinizde Rabbin gelişine dek Rabbin ölümünü ilan etmiş olursunuz.’” 1.Korintliler 11:23-26.

Burada şölenin ya da bayramın açıklanışını görürüz. Gelenekte, kutlamada ve açıklamada canlarımızı bu en değerli bayrama bağlayan ve kolay kolay kopmayan üç katlı bir ipe benzediklerini söyleyemez miyiz?

O zaman nasıl oluyor da tüm bu kutsal yetkinin ışığında Tanrı halkından herhangi biri Rabbin Sofrasını ihmal eder iken görülebiliyor? Ya da aynı konuya farklı bir açıdan bakacak olur isek, Mesih’in bedenine ait üyelerinden biri olan bazı kişiler nasıl oluyor da haftalar, aylar ya da bazı günler boyunca Rablerini O’nun doğrudan ve kesin olarak atamış olduğu bir şekilde hatırlamamalarına rağmen canları doyumlu bir biçimde devam edebiliyorlar? Ağızları ile iman ikrarında bulunan bazı Hristiyanların bu konuya Yahudilerin düzenlemelerine bir geri dönüş olarak baktıklarını ve bunu kilisenin getirildiği yüce konumdan alçalma olarak gördüklerinin farkındayız. Bu kişiler Rabbin Sofrasına ve vaftize içsel ruhsal gizemler olarak bakarlar ve bu tür düzenlemelerin birebir yerine getirilmeleri konusunda ısrarlı olmanın gerçek ruhsallıktan ayrılmak olduğunu düşünürler.

Tüm bu düşüncelere vereceğimiz karşılık, Tanrının bizlerden daha bilge olduğudur. Eğer Rab İsa bu sofra geleneğini kurdu ise, eğer Kutsal Ruh ilk kiliseyi bu sofrayı kutlamaya yönlendirdi ise ve eğer O aynı zamanda bize bu sofrayı açıkladı ise bizler kim oluyoruz da Tanrıya karşı bu tür düşünceler oluşturuyoruz? Rabbin sofrasının hiç kuşkusuz ona paydaş olan herkes için bir içsel ruhsal gizem olması gerektiğini kabul ediyoruz. Ama bu sofra aynı zamanda bir dışsal, birebir ve el ile tutulur bir gerçektir. Birebir anlamda ekmek ve birebir anlamda şarap – birebir yemek ve birebir içmek söz konusudur. Eğer biri bunu inkar eder ise, eşit derecedeki bir güç ile birebir imanlıların bir arada toplanmalarının da inkar ediyor demektir. Kutsal yazıları böyle bir düşünce tarzı ile açıklamaya hakkımız yoktur. Kutsal yazılara boyun eğmek, onların önünde eğilmek ve tanrısal yetkilerine teslim olmak, onları mutlak bir şekilde sadelik içinde kabul etmek bize düşen mutlu ve kutsal bir görevdir.

Söz konusu olan yalnızca Kutsal Yazıların yetkisine boyun eğmek değildir. Tanrısal sözden alıntı üstüne alıntı vererek pek çok konuyu kanıtladığımız kesindir ve yalnızca bu bile her inançlı zihin için yeterlidir. Ama bundan daha fazlası da vardır. Bir imanlının yüreğindeki sevgi, Mesih’in yüreğindeki sevgiye verilen bir karşılıktır. Böyle bir karşılığın değeri yok mudur? Bazı küçük derecelerde bile olsa böyle bir Yüreğin sevgisine karşılık vermeyi istememiz gerekmez mi? Eğer kutlu ve hayranlığımıza layık Rabbimiz sofradaki ekmek ve şarabı O’nun kırılan bedeni ve akıtılan kanı olarak anmamızı istedi ise, eğer O’nu anmamız için o ekmekten yememizi ve o kaseden içmemizi buyurdu ise O’nun sevgi dolu bu yüreğinin arzusunu aynı sevginin verdiği karşılığın gücü ile yerine getirmemiz gerekmez mi? Samimi olan hiç bir imanlının bu konuyu sorgulamayacağı kesindir. Sevecen rabbimizin sofrasının çevresinde her zaman sevinçli yürekler ile toplanmamız ve O’nun atadığı şekilde O’nu anmamız gerekmez mi? O’nun gelişine dek O’nun ölümünü ilan etmemiz doğru olandır. O’nun bizim yüreklerimiz gibi yüreklerde anılmak istediğini düşünmek bile harika bir şeydir. Ama O bunu istemiştir. Ve bizim şu ya da bu neden ile O’nun değerli adı ile bağlantılı olan bu şöleni ihmal etmemiz gerçekten de çok üzücü bir durum olacaktır.

Elbette bu Rabbin sofrası ile ilgili buyruğa ilişkin değerli açıklama çok önemlidir. Bu buyruğu yerine getirmeliyiz. Burada özellikle arzu ettiğimiz şey imanlı okuyucuya bu buyruğun yoğun önemini ve derin anlamını göstermek için ısrar eder iken ayetlerin yetkisine boyun eğmenin temeli ve Mesih’in Kendisinin sevgisine karşılık vermemiz üzerinde duruyoruz. Ve ayrıca bu satırları okuyabilecek olan herkesi ayetler ile uyumlu olarak Rabbin sofrasına katılmayı ihmal etmenin ne kadar ciddi olduğu konusunda etkilemek istiyoruz. Rabbin sofrasına bağımlı olabiliriz. Rabbimizin ve Efendimizin bu kesin geleneğini bir kenara bırakmak konusunda bulunulacak herhangi bir girişim tehlikeli olacaktır. Böyle bir durum canın hatalı bir tutum içinde olduğunu gösterir. Vicdanın sözün yetkisine boyun eğmediğini kanıtlar ve yüreğin Mesih’in sevgisi ile gerçek bir sempati içinde bulunmadığının kanıtıdır. Bu nedenle Rabbin sofrası ile ilgili kutsal sorumluluklarımızı ihmal etmeden içten bir şekilde bu sofrayı değerlendirmeye bakalım. Bu anma şölenini kutlamayı sürdürelim ve Kutsal Ruh Tanrı tarafından konulan düzen ile uyumlu olarak bu sofrayı kutlayalım.

Çöldeki Fısıh kutlaması ve bu kutlamanın canlarımıza taşıdığı etkileyici dersler hakkında söyleyeceklerimiz şimdilik bu kadar.

Şimdi kısa bir süre için bölümümüzün son paragrafında kalacağız ve bu son paragraf bölümün her paragrafından çok daha üstün özellikler içermektedir. Bu paragrafta bizden ıssız bir çölde yolculuk eden çok sayıda erkek, kadın ve çocuğun durumunu öğrenmemiz istenir. “Yol olmayan yerde” kurak ve kum dolu bir çölden bir pusula ya da insan rehberliği olmaksızın nasıl geçtikleri hakkında bilgi alırız.

Ne muhteşem bir düşünce! Ne görkemli bir manzara! Yolculuk edecekleri yön hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan yolculuk eden bu milyonlarca kişi hem rehberlik hem yiyecek ve hem de her şey için tamamen Tanrıya bağımlı olan ve tamamen çaresiz bir şekilde göç eden bir halk! Yarınları için hiç bir şekilde plan yapmaları mümkün değil idi. Kamp kurdukları zaman daha sonra nereye gideceklerini bilmiyorlar idi. Ve harekete geçtikleri zamanda ne zaman ve nereye gideceklerini bilmiyorlar idi.

Günleri ve saatleri bağımlı olan bir yaşama sahiplerdi. Rehberlik almak için yukarı bakmak zorunda idiler. Hareketleri Yehova’nın arabalarının tekerlekleri tarafından kontrol ediliyordu.

Bu durum gerçekten de harika bir görünüm arz ediyor idi. Bu konu ile ilgili kaydı okuyalım ve oradaki sözlerin göksel öğretişini canlarımıza içirelim.

“Ve konut yani Levha Sandığının bulunduğu çadır kurulduğu gün üstünü bulut kapladı. Konutun üstündeki bulut akşamdan sabaha dek ateşi andırdı. Bu hep böyle sürüp gitti. Konutu kaplayan bulut gece ateşi andırıyor idi. İsrailliler ancak bulut çadırın üzerinden kalkınca göçer ve bulut nerede durur ise orada konaklarlar idi. Rabbin buyruğu uyarınca göç eder ve yine Rabbin buyruğu uyarınca konaklarlardı. Bulut konutun üzerinde durdukça yerlerinden ayrılmazlar idi. Bulut konutun üzerinde uzun süre durduğu zaman Rabbin buyruğuna uyar ve yola çıkmazlardı. Bazen bulut konutun üzerinde birkaç gün kalır idi. Halk da Rabbin verdiği buyruğa göre ya konakladığı yerde kalır ya da göç ederdi. Bazı günler bulut akşamdan sabaha dek kalır ve sabah konutun üzerinden kalkar kalkmaz halk yola çıkardı. Gece olsun, gündüz olsun bulut konutun üzerinden kalkar kalkmaz halk yola çıkardı. Bulut konutun üzerinde iki gün, bir ay ya da daha uzun süre kalsa bile İsrailliler konakladıkları yerde kalır ve yola koyulmazlardı. Ama bulut kalkar kalkmaz yola çıkarlardı. Rabbin buyruğu uyarınca konaklar ya da yola çıkarlardı. Böylece Rabbin Musa aracılığı ile verdiği buyruğa uydular.” Çölde Sayım 9:15-23.

Burada bir önceki paragrafta sunulmuş olan tanrısal rehberliği daha iyi algılamak için verilmiş olan mutlak bağımlılık ile ilgili harika bir örnek görmekteyiz. “O büyük ve korkunç çöl” boyunca tek bir ayak izi ya da belirti mevcut değil idi. Bu nedenle daha önce bu yoldan geçmiş olan kişilerden sağlanabilecek bir rehberlik umuduna kapılmak boş olur idi. Yolda atacakları ilk adım için tamamen Tanrıya bağımlı idiler. Sürekli olarak O’nu bekleyen bir konum içinde idiler. Böyle bir tutum teslim olmamış bir zihin – kırılmamış bir irade- için hoş görülmesi imkansız bir tutumdur. Ama Tanrıyı bilen, O’nu seven, O’na güvenen ve O’ndan zevk alan bir can için olabilecek en büyük berekettir.

Tüm meselenin can alıcı noktası burada yatmaktadır. Tanrı bilinir mi, sevilir mi ve Tanrıya güvenilir mi? Eğer Tanrı bilinir, sevilir ve güvenilir ise o zaman yürek en mutlak bağımlılık ile O’na bağlanmaktan keyif duyacaktır. Eğer değil ise böyle bir bağımlılığa katlanmak tamamen imkansız olacaktır. Yeniden doğmamış kişi bağımsız olma düşüncesini sever; kendisini özgür hissetmekten hoşlanır ve istediği şeyi yapmayı, hoşlandığı yere gitmeyi ve dilediğini söylemeyi sever. Ne yazık! Çünkü bu tür düşünceler yalnızca hayal ürününden ibarettirler. İnsan özgür değildir. İnsan şeytanın esiridir. İnsan binlerce yıldır bu büyük ruhsal köle sahibinin ellerinde tutulmaya devam etmektedir. Evet, şeytan doğal insanı – yeniden doğmamış, korkunç bir esaret içindeki tövbe etmemiş insanı halen elinde tutmaktadır ve insanın elini ayağını gerçek karakterlerinde görülmeyen zincirler ile bağlamıştır çünkü şeytan bu konuda son derece ustadır. Şeytan, insanı şehveti, tutkuları ve zevkleri aracılığı ile kontrol eder. Şeytan insanın yüreğinde tutkular oluşturur ve sonra onları dünya değerleri ile süsler ve insan aldanarak boş yere kendisinin özgür olduğunu hayal eder çünkü arzularını tatmin etmek ister. Ancak bu melankolik bir hayaldir ve insan er ya da geç böyle olduğunu fark edecektir. Mesih’in kendi halkını özgür kılmasının dışında başka hiç bir özgürlük yoktur. “Gerçeği bileceksin ve gerçek seni özgür kılacaktır” sözlerini Mesih söylemiştir. Ve bu konuda bir diğer ayet daha yazalım: “Eğer Oğul seni özgür kılar ise gerçekten özgür olursun.” Yuhanna 8.

Gerçek özgürlük buradadır. Yeniden doğmuş doğa bu özgürlüğü Kutsal ruh ile birlikte yürüyüşte ve Tanrının gözünde iyi olan şeyleri yapmakta bulur. “Rabbin hizmeti mükemmel özgürlüktür.” Ancak bu hizmet tüm bölümleri dahil olmak üzere en basit şekilde diri Tanrıya bağımlılığı kapsar. Yeryüzüne ayak basmış olan tek gerçek ve mükemmel Hizmetkar Mesih’tir. O her zaman bağımlıdır. Her anı, her eylemi, her sözü – yaptığı her şey ve yapmadığı her şey, tanrıya olan mutlak bağımlılığının ve teslimiyetinin ürünü idi. O, Tanrının hareket etmesini istediği zaman hareket etti ve Tanrı O’nun durmasını istediği zaman durdu. Tanrı, O’nun konuşmasını istediği zaman konuştu ve susmasını istediği zaman sustu.

İsa bu dünyada yaşadığı zaman bu şekilde yaşadı ve bizler O’nun doğasına paydaş olan kişiler ve içimizde konut kurmuş olan Kutsal Ruhuna sahip olarak O’nun adımlarında yürümeye ve her gün tanrıya bağımlı sade bir yaşam sürmeye çağrıldık. Bu bağımlı yaşam ile ilgili bölümümüzün sonunda grafik ve uygun bir örnek sunacağız. Tanrının İsraili çöldeki ordugahında bulutun hareket etmesini bekleyen göçmen bir halk idi. Rehberliği için Tanrıya bağımlıydılar ve zaten insana düşen uygun iş de budur. İnsan aşağıya bakmak yerine yüzünü yukarı çevirmek için yaratılmıştır. 10 İsrail tek başına hiç bir plan oluşturamaz idi. Hiç bir zaman, “Yarın filanca yere gideceğiz” diyemezler idi; hareket etmeleri tamamen bulutun hareket etmesine bağlı idi. İsrail’in durumu böyle idi ve bizim için de aynı durumun söz konusu olması gerekir. Bizler de ıssız bir çölden, bir ahlak çölünden geçmekteyiz. Önümüzde kesinlikle hiç bir yol yok. Eğer biricik Rabbimizin ağzından çıkan, çok değerli ve çok derin sözler olan “Yol Ben’im !” sözleri olmasa idi nasıl yürüyeceğimizi ve nereye gideceğimizi bilemez idik. İşte hata yapması mümkün olmayan tanrısal rehberlik bu sözlerdedir. Bizlerin O’nu izlemesi gerekir. “Dünyanın ışığı Ben’im. Benim ardımdan gelen asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.” Yuhanna 8:12. Bu rehberlik canlı bir rehberliktir. Belirli kural ya da düzenlemelerin yazılarına uygun olarak hareket etmez. Rehberlik, diri Mesih’i izlemektir; O’nun yürüdüğü gibi yürümek; O’nun yaptıklarını yapmak ve her konuda O’nu örnek alarak hareket etmektir. İmanlının hareketi ve eylemi işte budur. İmanlı gözlerini Mesih’e dikmeli ve bu bakışını korumalıdır ve O’nun karakterinin imanlının yeni doğasına geçmiş olduğunu biliyoruz; O’nun özellikleri bize verilmiştir ve bizler bunu günlük yaşamımızda ve yollarımızda geri yansıtmalı ya da yeniden üretmeliyiz.

Bu durum elbette kendi irademizi, kendi planlarımızı ve her konudaki kendi düzenlememizi kapsar. Bulutu izlememiz gerekir; her zaman yalnızca Tanrıyı beklemek zorundayız. “Yarın ya da gelecek hafta şuraya ya da buraya gidecek ve şunu ya da bunu yapacağız” diyemeyiz. Eylemlerimizin hepsinin bu buyurgan cümlenin gücü altına yerleştirilmesi gereklidir. Ama genellikle ne yazı ki böyle yapmayız! “Rab istiyorsa!” demeyi hafife alırız.

Ah, keşke bu konuyu daha iyi anlayabilse idik! Tanrısal rehberliğin anlamını daha mükemmel bir şekilde bilebilse idik! Genellikle, bulutun bizim isteklerimizin eğiliminde uygun olan yönde hareket ettiğini düşünür ve boş yere hareket ederiz. Belirli bir şey yapmak ister ya da belirli bir hareket yaparız. Ve kendi isteğimizin Tanrının isteği olduğuna kendimizi ikna etmek için uğraşırız. Bu yüzden tanrısal rehber almak yerine kendimizi aldatmış oluruz. İrademiz kırılmamıştır ve bu yüzden doğru yönde ilerlemeyiz çünkü doğru bir rehberlik –Tanrı tarafından yönlendirilmek - almanın gerçek sırrı kendi irademizi Tanrının isteğine tamamen teslim etmektir. “eğiteceğim seni, gideceğin yolu göstereceğim.” Ve tekrar, “Gözüm sendedir.” Ama bu arada şu öğüt üzerinde de düşünmemiz gerekir: “At ya da katır gibi anlayışsız olmayın; onları idare etmek için gem ve dizgin gerekir. Yoksa sana yaklaşmazlar.” Mezmur 32: 8,9. Eğer tanrısal “gözün” hareketini yakalamak için yüz yukarı doğru döner ise, o zaman “gem ya da dizgin ile idare edilmeye” ihtiyacımız kalmaz. Ama ne yazık ki hepimizin başarısız olduğu nokta da işte tam burasıdır. Tanrıya, O’nun gözünün hareketini yakalayabilmek için yeterince yakın yaşamıyoruz. İşlemekte olan bizim isteğimiz oluyor. Kendi yolumuza sahip olmak istiyoruz ve bu yüzden hareketlerimizin sonucunda ortaya çıkan acı ürünleri biçmemize izin veriliyor. Aynı durum Yunus için de söz konusu olmuş idi. Yunus’a Ninova’ya gitmesi söylendi, ama o Tarşiş’e gitmek istedi ve koşullar ve sağlayış onun isteğinin yönünde göründü. Ama sonuç öyle olmadı! Ve Yunus kendisini bir balinanın karnında bulmak zorunda kaldı ve evet, bu sanki “cehennemin karnında” olmak gibi bir şey idi, ama Yunus ancak orada kendi isteğinin ardından gitmesinin ne kadar acı sonuçlara neden olacağını öğrenebildi. “Gem ve dizginin” gerçek anlamını ona okyanusun derinliklerinde öğretmek gerekiyor idi. Çünkü Yunus gözün daha yumuşak ve nazik olan rehberliğini izlememiş idi.

Ama Tanrımız öylesine lütufkar ve öylesine nazik ve öylesine sabırlıdır ki! O, zayıf ve hata yapan çocuklarına öğretecek ve onlara rehberlik edecektir. O acı çekmemizi bizden esirgemez ve sürekli olarak bizimle meşguldür, öyle ki bizler dikenler ve engeller ile dolu kendi yollarımızdan korunalım ve O’nun hoşluk ve esenlik dolu olan yollarında yürüyelim.

Bu dünyada Tanrıya bağımlı olan bir yaşam sürme alışkanlığından daha büyük bir bereket mevcut değildir; an be an O’na yapışmak ve O’nu beklemek ve her konuda O’ndan rehberlik istemek. Tüm kaynaklarımıza O’nda sahip olmak. Yaratılmış insanın esenliğinin ve kutsal bağımsızlığının gerçek sırrı budur. Gerçekten “ tüm kaynaklarım Sendedir” diyebilen bir can insanın tüm güvenliğinin, tüm umutlarının ve tüm yersel beklentilerinin üzerinde yükseltilmiş olan candır. Bu ifade, Tanrının insanın bize binlerce farklı şekilde hizmet etmesi için başka bir insanı kullanmayacağı anlamına gelmez. Burada söylemek istediğimiz kesinlikle bu değildir. Tanrı başka bir insanı kullanır ama eğer biz Tanrı yerine o insana dayanmaya başlar isek, canlarımız çok hızlı bir şekilde zayıflayacak ve verimsiz hale gelecektir. Tanrının bir insanı bizi bereketlemek için kullanması ve bizim O’nu dışarıda bırakarak bu insana dayanmamız arasında çok büyük bir fark vardır. Bir durumda biz bereketleniriz ve Tanrı yüceltilir ve diğer durumda biz hayal kırıklığına uğrarız ve Tanrı da hor görülmüş olur.

Canın bu ayrım üzerinde ciddi ve derin bir şekilde düşünmesi yararlıdır. Biz genellikle Tanrıya dayandığımızı ve O’na baktığımızı zannederiz, ama gerçekte eğer değerlerin köklerine içtenlikle bakacak ve Tanrının huzurunda kendimizi yargılayacak olur isek, insana güvenme mayasının büyük bir miktarda bize yayıldığını görürüz. İman ile yaşadığımızı ve yalnızca Tanrıya güvendiğimizi ne kadar da sık söyleriz, ancak aynı zamanda eğer yalnızca yüreklerimizin derinliklerine bakacak olur isek, orada koşullara ve durumlara ne kadar büyük ölçüde bağımlı olduğumuzu göreceğimiz kesindir.

İmanlı okuyucumuz, bu konuya yeterince dikkat ile bakalım. Gözümüzün yalnızca diri Tanrıya dikilmiş olduğundan emin olalım; gözümüzü diktiğimiz, nefesini burun deliklerine üfleyenin Tanrı olduğu bir insan olmasın! Biz, Tanrıyı bekleyelim, sabır ile ve sürekli olarak yalnızca tanrıyı bekleyelim. Eğer herhangi bir konuda kaybımız ya da eksiğimiz var ise doğrudan ve tek başvurumuzun Tanrıya olmasına dikkat edelim. Yolumuzu bilmek, geri dönmemizin gerekip gerekmediğini ya da atmamız gereken adımın ne olduğunu öğrenmek için O’na başvuralım. O’nun “yol Ben’im” sözlerini hatırlayalım ve O’nu izleyelim. Tanrı her şeyi net hale getirip aydınlatacak ve belirginleştirecektir. Eğer O’nu izliyor isek o zaman hiç bir karanlık, zihin karışıklığı ya da belirsizlik olamaz. Çünkü O, “Beni izleyen karanlıkta yürümeyecektir” demiştir ve biz O’nun sözlerine bağımlı olmaya mecburuz. İşte bu yüzden eğer karanlıkta isek, o zaman O’nu izlemediğimiz kesindir. Tek bir bakış ile İsa’yı izlemek isteyenleri yönlendiren Tanrının bereketli yolu boyunca hiç bir karanlık mevcut olamaz.

Ama gözleri ile bu satırları okuyan biri şöyle diyebilir ya da en azından bu sözleri söylemesi gerektiğini hissedebilir: “Yürüyeceğim yol hakkında zihnim karışık. Gerçekten de ne yöne döneceğimi ya da nasıl bir adım atacağımı bilmiyorum.” Eğer okuyucunun söyleyecekleri bunlar ise o zaman ona yalnızca şu soruyu sormamız yeterlidir, ”İsa’yı izliyor musun? Eğer izliyor isen, zihnin karışık olamaz. Bulutu izliyor musun? Eğer izliyor isen, yolun Tanrının mümkün kıldığı şekilde düzdür.” Tüm meselenin kökü burada bulunur. Zihin karışıklığı ya da belirsizlik genellikle insan iradesinin işleyişinin ürünüdür. Tanrının, yapmamızı hiçbir şekilde istemediği bir şeyi yapma yolunda olabiliriz ya da Tanrının gitmemizi istemediği bir yere gidiyor olabiliriz. Dua ederiz ve yanıt gelmez. Tekrar tekrar dua ederiz ve yanıt yine de gelmez. Neden böyledir? Basit gerçek şudur: Tanrı bizim tam bulunduğumuz yerde sessiz kalmamızı ve hareket etmememizi ister. Bu yüzden beyinlerimizi çatlatmak ve canlarımıza sıkıntı vermek yerine hiç bir şey yapmayalım ve Tanrıyı bekleyelim.

Esenliğin ve sakin yükselişin sırrı budur. Eğer bir İsrailli çölde Yehova’dan bağımsız olarak kendi başına bir eleme kalkışacak olsa, bulut durur iken hareket etse ya da bulut hareket eder iken dursa sonucun ne olacağını kolaylıkla görebiliriz. Ve aynı şey her zaman bizim için de geçerlidir. Eğer dinlenmemiz gerektiği zamanda hareket ediyor isek ya da hareket etmemiz gereken zamanda dinleniyor isek tanrısal huzura beraberimizde sahip olamayız. “Rabbin buyruğu ile çadırlarında dinlendiler ve yine Rabbin buyruğu ile yola çıktılar.” Sürekli olarak Tanrıyı bekleme konumunda tutuldular ve bu konum bir insanın bulunabileceği en bereketli konumdur. Ama bu bereketin tadılması için o konumda bulunmak gerekir. Bu konum yalnızca söz edilen bir teori değil, bilinmesi gereken bir gerçekliktir. Bu gerçeğin kanıtlanması için bu bereket tüm yolculuğumuz boyunca bizimle birlikte olsun!


8 Okuyucu 2.Tarihler kitabının 30.bölümünde Hezekiya’nın eylemi ve 1.Krallar kitabının 12:32. ayetinde Yarovam’ın eylemi arasında bulunan karşıtlığı ilgi ile karşılayacak ve bundan yararlanacaktır. Hezekiya tanrısal lütfun sağlayışlarından yararlandı, Yarovam ise kendi hilesinde yürüdü. İkinci aya Tanrı tarafından izin verildi; sekizinci ay ise insan tarafından icat edildi. İnsanın ihtiyacını karşılayan tanrısal sağlayışlar ve Tanrının sözüne karşı olan insan icatları birbirlerinden tamamen farklı şeylerdir.

9 İsrail topluluğundan herhangi birinin kesilip atılmasının bir imanlının yargılanmamış günah nedeni ile paydaşlıktan geçici olarak uzaklaştırılmasına neden olduğuna burada bir kez daha dikkati çekelim.

10 İnsanın (ἄνθρωπος, anthropos ) Grekçe’deki sözcük karşılığı yüzü yukarı çevirmek anlamına gelir.

Çölde Sayım 10

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘Dövme gümüşten iki borazan yapacaksın; bunları topluluğu çağırmak ve halkın yola çıkması için kullanacaksın. İki borazan birden çalındığı zaman tüm topluluk senin yanında, Buluşma Çadırının önünde toplanacak. Yalnız bir borazan çalınır ise önderler, İsrail’in oymak başları senin yanında toplanacaklar. Borazan kısa çalınınca doğuda konaklayanlar yola çıkacak. İkinci kez kısa çalınınca da güneyde konaklayanlar yola çıkacak. Borazanın kısa çalınması oymakların yola çıkması için bir işarettir. Topluluğu toplamak için de borazan çaldırt, ama kısa olmasın. Borazanları kahin olan Harun oğulları çalacak. Borazan çalınması sizler ve gelecek kuşaklar için kalıcı bir kural olacak. Sizi sıkıştıran düşmana karşı ülkenizde savaşa çıktığınız zaman borazan çalın. O zaman Tanrınız Rab sizi anımsayacak ve sizi düşmanlarınızdan kurtaracak. Sevinçli olduğunuz günler – kutladığınız bayramlar ve Yeni Ay Törenleri’nde – yakmalık sunular ve esenlik kurbanları üzerine borazan çalacaksınız. Böylelikle Tanrınızın önünde anımsanmış olacaksınız. Ben Tanrınız Rabbim.” Çölde Sayım 10: 1-10.

Okuyucu için bu ilginç bölümünü tamamen alıntı olarak aktardık, öyle ki okuyucu esin ile yazılmış bu bölümün hepsini okuyabilsin ve “gümüş borazanlar” ile ilgili bilgiye sahip olabilsin. Borazanlar çarpıcı bir uyum içinde devreye girerler; İsrail’in tüm tarihi, yani yalnızca geçmişte değil ama gelecekte de borazanların önemi büyüktür. Borazanın sesi sünnetli her kulağa tanıdık gelir. Tanrı, düşüncelerini borazan sesi ile iletiyor idi. Ve bunu topluluğun her bir üyesi tanıklık ettiği kaynaktan ne kadar uzak olur ise olsun duyup anlayabileceği bir sadelik ile yapıyor idi. Tanrı o büyük topluluktaki her bir kişi ile tek tek ilgilendi. Kişiler borazanın çalındığı yerden ne kadar uzakta olurlar ise olsunlar borazan sesinin tanıklığındaki tanrısal sesleri duymaları gerekiyor idi.

Her borazanın “tek” bir parçadan yapılması gerekiyor idi. Ve borazanlar çifte amaç yerine getirirlerdi. Başka bir deyiş ile obje ve pratikteki sonuç değişkenlik gösterse bile tanıklığın kaynağı tek idi. Kamp kurulan yerdeki her hareket borazan sesinin sonucuna göre olmalı idi. Topluluk şölen sevinci ve tapınma ile mi bir araya gelmeli idi? Bunu belirli bir borazan sesi ifade eder idi. Oymakların düşmana karşı safa dizilmeleri mi gerekiyor idi? Yine bir başka borazan sesi bunu belirlerdi. Özetleyecek olur isek, topluluğun duruşu ya da savaşa hazırlanışı; müzik aletleri ve savaş silahları – hepsi – hepsi gümüş borazan ile belirtilir idi. Borazanın o tanıdık sesinin sonucu olmayan şölen, kutlama, inanç ya da savaş ile ilgili her hareket ancak huzursuz ve teslim olmamış bir iradenin ürünü olabilir idi ve elbette ki Yehova bu hareketi hiç bir şekilde kutsayamaz idi. Çöldeki göçmen Tanrı halkı nasıl bulutun hareketine göre eyleme geçiyor ise aynı şekilde borazanın sesine bağımlı olarak hareket etmek zorunda idi. Bu özel şekilde iletilen Tanrı tanıklığı İsrailin binlerce kişisinin hareketini yönetmekte idi.

Ayrıca bunun da ötesinde borazanları kahinler olan Harun’un oğullarının çalması gerekiyor idi. Çünkü tanrının düşüncesi yalnızca kahinler tarafından bilinebilir ve Tanrıya ancak kahinler yaklaşabilir ve sadece onlar Tanrı ile paydaşlık yapabilirler idi. Tanrının konutunda tanrısal hizmet vermek yalnızca kahin ailesine ait olan yüce ve kutsal bir ayrıcalık idi. Kahinler bulutun ilk hareketini izlerler ve bunu kampın en uzak köşelerinde bulunan kişilere kadar iletirler idi. Kahinler borazanı belirli bir ses tonu ile çalmaktan sorumlu idiler ve askeri ordunun her üyesi hemen o anda kesin itaat gösterme konusunda eşit derecede sorumlu idiler. Buyruk sözü iletilmeden hareket etme konusundaki herhangi bir girişim ya da söz iletildikten sonra harekete geçmeyi reddetmek kesin bir başkaldırı olarak görülür idi. Herkesin tanrısal tanıklığı beklemesi ve buyruk verildiği an hemen ışıkta yürümesi gerekiyor idi. Tanrısal tanıklık gelmeden harekete geçmek karanlıkta yürümek anlamına gelirdi; ya da tanıklık geldiği zaman harekete geçmeyi reddetmek karanlıkta kalmayı ifade eder idi.

Bu konu çok basittir ve derin bir uygulamaya sahiptir. Çöldeki topluluğun durumunda tanıklığın güç ve uygulamasını görmekte zorluk ile karşılaşmayız. Ancak tüm bunların birer örnek olduğunu hatırlayalım ve ayrıca bizim öğrenmemiz için yazıldıklarını aklımıza getirelim. Bu nedenle bu konuyu iyice incelememiz gerekir; gümüş borazanın tek başına olan hoş düzenlemesinde bulunan önemli ve pratik dersi öğrenmeye gayret etmeye ve bu büyük derse değer vermeye çağrıldık; bu çağrı bir buyruktur. Hali hazırdaki durumda bundan daha yerinde ve uygun olan başka bir şey yapılamaz idi. İmanlı okuyucunun bize öğretilen derse çok büyük bir dikkat vermesi gerekir. Dersin içeriği şudur: Tanrı halkı yapacağı her harekette tanrısal tanıklığa tam ve mutlak bir şekilde bağımlıdırlar. Bize verilen örnekteki dersi bir çocuk bile anlayabilir idi. Çöldeki topluluk borazanın sesini duyana kadar kutlama ya da inanç ile ilgili bir konu için bir araya gelemezler idi. Aynı şekilde savaşçı adamlar da sünnetsiz düşmana karşı çıkmak için alarm sinyali verilene kadar savaş zırhlarını giyip toplanamazlar idi. Tapınmaları, savaşmaları, yolculuk etmeleri ve durmaları borazan sesine itaat etmeleri ile gerçekleşir idi. Hareketleri hiçbir şekilde hoşlandıklarına ya da hoşlanmadıklarına, düşüncelerine, fikirlerine ya da yargılarına bağlı değil idi. Her şey sadece ve tam olarak hemen itaat etmeleri ile ilgili idi. Yaptıkları her hareket kahinler tarafından bildirilen Tanrının tanıklığına bağlı idi. Tapınanın şarkısı ve savaşçının bağırması yalnızca Tanrının tanıklığının birer ürünü idiler.

Ne kadar güzel! Ne kadar çarpıcı! Ne kadar öğretici! Ve şunu da ekleyelim, ne kadar pratik! Neden bu konu üzerinde bu kadar duruyoruz? Çünkü bize gün için verilen payın öğrenilmesine ihtiyaç duyulan bir ders içerdiğine kesinlikle inanıyoruz. Eğer bir özellik şimdiki zamanın özelliğinden daha karakteristik ise o zaman bu, tanrısal yetkiye boyun eğdiği içindir – gerçek, itaat ve öz teslimiyet talep ettiği zaman olumlu bir direniş gösterir. Gerçek, tanrısal doluluk ve netlik ile Mesih’teki bağışlanmamızı, kabul edilmemizi, yaşamımızı, doğruluğumuzu ve sonsuz güvencemizi ortaya koyduğu sürece her şey yolundadır. Gerçek dinlenir ve gerçekten zevk alınır, ama gerçek, bizi cehennemin alevlerinden kurtarmak yaşamını feda eden biricik Rabbimizin taleplerinin ve yetkisinin konusu haline gelir. Ve bize cennetin sonsuz sevinçlerini takdim eder; zorlukların her şekli başlar; her tür mantık ve soru ortaya atılır, ön yargı bulutları canı sarar ve anlayışı karanlık hale getirir; gerçeğin keskin ucu binlerce şekilde körleşir ya da bükülüp kıvrılır. Borazanın sesi beklenmez ve borazan Tanrının Kendisinin çalacağı kadar net bir şekilde çalındığı zaman, buyruğa karşılık verilmez. Durmamız gereken zamanlarda hareket ederiz ve hareket etmemiz gereken zamanlarda dururuz.

Değerli okuyucu, bunun sonucunun ne olması gerekir? Ya hiç bir gelişme olmaz ya da yanlış yönde bir gelişme olur. Yanlış yönde bir gelişme hiç bir gelişme olmamasından daha kötüdür. Kendimizi Rabbin sözüne tam olarak teslim etmediğimiz sürece tanrısal yaşamda ilerlememiz kesinlikle mümkün değildir. Tanrısal merhametin zengin bereketleri ve Kurtarıcının kanının kefaret eden kanı aracılığı ile kurtulmuş olabiliriz ama Mesih tarafından kurtarılmış olduğumuz için tatmin olmuş şekilde dinlenecek ve az bir ölçüde bile olsa O’nunla yürümek ve O’nun için yaşamak için istek duymayacak mıyız? O’nun tamamladığı kurtuluş işini O’nunla daha derin bir paydaşlık mahremiyeti ve her konuda O’nun yetkisine daha tam bir boyun eğiş ile kabul etmeyecek miyiz? İsrail borazan sesine göre hareket etmeyi reddetmiş olsa idi, o zaman İsrail’in çöldeki durumu nasıl olur idi? Bu konuya çok kısa bir şekilde bakabiliriz. Örneğin eğer herhangi bir zamanda tanrısal olarak atanmış bir zaman olmadan kutlama ya da inanç ile ilgili bir konu için bir araya gelselerdi, bu hareketleri nasıl sonuçlanır idi? Ya da bunun da ötesinde borazan bir alarm sesi vermeden yolculuklarına devam etseler ya da savaşa gitseler idi, o zaman durumları nasıl olacak idi? Ya da son olarak, borazan sesi tarafından çağrıldıkları zaman, ya topluluk olarak ilerleyecekler ya da savaşa gidecekler idi, ama bunu nasıl belirleyecekler idi?

Yanıt bir güneş ışını kadar nettir. Şimdi bu konu üzerinde iyice düşünelim. Bu konunun bize vereceği bir ders mevcuttur. Bu dersi yüreklerimize uyarlayalım. Gümüş borazan eski İsrail’in her hareketini bildirir ve düzenler idi. Tanrının tanıklığının şimdiki kilise için her şeyin nasıl olması gerektiğini ve nasıl düzenleneceğini bildirmesi gerekir idi. Bu gümüş borazan eski kahinler tarafından çalınır idi. Şimdiki kahinlere özgü paydaşlıkta Tanrının bu tanıklığı bilinir. Bir imanlının tanrısal tanıklık dışında hareket etmeye ya da o tanıklığın dışında hareket etmeye hakkı yoktu. İmanlının Rabbin sözünü beklemesi gerekir. Rabbin söz imanlıya verilinceye kadar imanlının sakin durması gerekir. Ama Rabbin sözünü aldığı zaman, i lerlemek zorundadır. Tanrı bir zamanlar nasıl eski dönemlerde yaşayan halkına düşüncelerini net olarak açıkladı ise, şimdiki halkına da düşüncelerini aynı şekilde açıklayabilir. Evet, Tanrının düşüncelerini şimdi bir borazan sesi aracılığı ile ya da bir bulutun hareket etmesi ile iletmediğini, bunu Sözü ve Kutsal Ruh aracılığı ile yaptığını biliyoruz. Babamız bize rehberlik eder iken duygularımızı herhangi bir şekilde etkilemez, ama bunu yüreği, vicdanı ve anlayışı harekete geçiren bir şekilde yapar. Tanrı, düşüncelerini iletir iken bunu doğal olan aracılığı ile değil, ruhsal olan aracılığı ile yapar.

Ama şu konuda çok emin olmamız gerekir: Tanrımız, hem yapmamız gereken hem de yapmamamız gereken ile ilgili yüreklerimize tam bir güvence verebilir ve verir. Aynı şekilde gitmemiz gereken ve gitmememiz gereken yerler hakkında da bizi emin kılar. Bu konuda ısrar edilmesi gerektiği garip gibi görünür, ama ne yazık ki pek çok imanlı bunu inkar etmez ama yine de bu konuda kuşku duyar. Maalesef genellikle kuşku ve zihin karışıklığı içinde oluruz. Ve bazı kişiler ise günlük yaşamın ve eylemin ayrıntıları hakkında bir kesinlik olabileceği gerçeğini inkar etmeye hazırdırlar. Elbette ki, bu tutum yanlıştır. Yersel bir baba düşüncelerini çocuğuna en ince ayrıntılarına kadar iletemez mi? Bunu kim inkar edecektir? Ve Babamız her gün yürüyeceğimiz yollar hakkında bize düşüncelerini aktaramaz mı? Sorgusuz sualsiz aktarabilir ve imanlı okuyucu Babasının, günlük yaşamının her koşulu ile ilgili düşüncesini bilmek konusundaki kutsal ayrıcalığını çaldırmasın.

Bir an için Tanrının kilisesinin rehberlik konusunda çöldeki topluluktan daha kötü durumda olduğunu mu varsaymak zorundayız? İmkansız! O zaman nasıl oluyor da imanlıları hareketlerinden dolayı bir kayıp yaşar iken görebiliyoruz? Bunun nedeni gümüş borazanın sesini işitmeyen kulağın sünnetsiz bir kulak oluşudur. Çünkü irade olarak teslim olmuş bir imanlı borazan sesine karşılık verecektir. Ama yine de her şeye rağmen şu söylenebilir: gökyüzünden gelen bir sesin bize şunu yapmamızı ya da bunu yapmamamızı söyleyeceğini işitmeyi ya da oraya ya da buraya gitmemizi bildirmesini beklememiz gerekir. Her günkü işlerimizin küçük ayrıntıları konusunda bize rehberlik edecek yazılı bir metin ya da ayet bulmayı beklemeyelim. Örneğin bir kişi, belirli bir kenti ziyaret edip etmemesi ve orada ne kadar bir süre için kalması gerektiğini nasıl bilecektir? Tekrar ediyoruz, eğer kulak sünnetli ise, gümüş borazanın sesini işiteceği kesindir. Bu borazanın sesi duyulana kadar asla hareket edilmemeli: sesi duyulduğu zaman ise asla oyalanmamalı ve beklememelidir. Böyle bir tutum her şeyi çok net, çok sade, çok güvenilir, çok kesin hale getirecektir. Kuşku, duraksama ve belirsizliğin tedavi şekli budur. Ve böyle davrandığımız takdirde, nasıl davranmamız ve nereye gitmemiz gerektiği konusunda öğüt almak için şu ya da bu kişiye koşuşturmaktan kurtuluruz. Ve ayrıca bu tutum bize diğer kişilerin hareket ya da eylemlerini kontrol etmek için bir görevimiz olmadığını öğretecektir. Herkesin kulağı açık ve yüreği teslim edilmiş olsun, o zaman Tanrının, kişiye her günkü eylemi ya da hareketi hakkında Tanrının kendisine vereceği tüm kesinliğe sahip olacaktır. Her zaman lütufkar olan Tanrımız her konuda netlik verebilir ve karar vermemizi sağlar. Eğer O bunları veremez ise, o zaman hiç kimse veremez. Eğer verebilir ise, o zaman O’ndan başkasına ihtiyaç yoktur.

Yukarıda belirttiğimiz gümüş borazanın görevleri üzerinde artık konuşmaya devam etmeyeceğiz; gümüş borazan yalnızca çöldeki İsrail halkı için kullanılmak ile kalmaz; İsrail halkının başından sonuna kadar olan tüm tarihçesi ile bağlantılıdır. Böylece borazanlar bayramı; jübile yılı borazanı; bu bölümde üzerinde durmayacağımız kurbanlar için çalınan borazanlar. Amacımız, okuyucuya bölümümüzün başlangıç paragrafında sunulan önemli fikri anlaması için yardımcı olmaktır. Diliyoruz ki Kutsal Ruh yüreklerimize “gümüş borazanlar” ile ilgili ihtiyaç duyulan dersi öğretsin!

Şimdi bu değerli kitap hakkındaki düşüncelerimizde kamp kurmuş olan halkın ilerlemeye çağrıldığı ana geldik. Her şey Rabbin buyruğu ile uyumlu olarak düzenlendi. Her bir kişi soyu ile ve her bir oymak bununla ilgili standardına uygun olarak tanrısal olarak atanmış yerindedir. Levililerin her biri net olarak tanımlanmış yapacakları iş ile ilgili yerlerindedirler. Kampın tüm kirliliklerden temizlenmesi için gerekli olan her tür sağlayış yerine getirilmiştir. Ve sağlayışlar yalnızca bu kadar da değildir, aynı zamanda kişisel kutsallığın standardı belirlenmiş ve aktif iyilikseverliğin ürünleri de takdim edilmiştir. Sonra altın kandilliği ve onun yedi lambasını görürüz; saf ve değerli ışıklarını yayarlar. Ateş sütunu ve bulutu da görürüz. Ve son olarak gümüş borazanın çifte tanıklığı yer alır. Kısaca özetleyecek olur isek göç eden halkın hiç bir eksiği yoktur. Dikkatli bir göz, güçlü bir el ve sevecen bir yürek çöldeki bu topluluk için mümkün olan her ihtiyacı sağlamıştır ve bu, özellikle, her üyenin “tam olarak donatılması” için yapılmıştır.

Bu, yalnızca bekleyebileceğimiz olandır. Eğer Tanrı ihtiyaç içinde olan herhangi biri ya da herhangi bir halk için sağlayışta bulunur ise, bu sağlayış mükemmel olur. Tanrının herhangi bir ihtiyaç sahibi  atlayıp geçebilmesi tamamen imkansızdır. Tanrı her şeyi bilir ve her şeyi yapabilir. O’nun dikkatli gözünden kaçabilecek hiç bir şey yoktur. O’nun her şeye gücü yeten elinin ötesine geçecek bir güç mevcut değildir. Bu yüzden “rab benim Çobanımdır!” sözlerini gerçekten söyleyebilecek herkes hiç duraksamadan ya da çekinmeden şu sözleri de ekleyecektir: “Hiç bir eksiğim yoktur!” Gerçekte ve gerçeklikte diri Tanrının koluna yaslanan can asla iyi olan bir şeyden mahrum kalmayacaktır. Zavallı akılsız yürek binlerce istek hayal edebilir ama Tanrı bizim gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu bilir ve O HERKES için sağlayacaktır.

Böylece kampın hareket etmeye hazır olduğunu görüyoruz, ama söylemesi gariptir ki, kitabın başında belirtilen düzenden bir ayrılık mevcuttur. Kampın orta yerinde bulunması gereken Levha Sandığı tam önde gider. Başka bir deyiş ile Yehova Kendisini beklemeleri için topluluğun orta yerinde kalmak yerine harika ve tanımlanamaz güzellikteki lütfu ile önden ilerler ve halkı için bir akıncının görevini yerine getirir.

Ama biz şimdi bu dokunaklı lütuf gösterisine yönlendirenin ne olduğuna bakalım.” Musa kayınbabası Midyanlı Reuel oğlu Hovav’a, ‘Rabbin size vereceğim’ dediği yere gidiyoruz’ dedi, !Bizimle gel, sana iyi davranırız. Çünkü Rab İsrail’e iyilik edeceğine söz verdi.’ Hovav, ‘Gelmem’ diye yanıtladı, ‘Ülkeme ve akrabalarımın yanına döneceğim’ dedi. Musa, ‘Lütfen bizi bırakma’ diye üsteledi, “Çünkü çölde konaklayacağımız yerleri sen biliyorsun. Sen bize göz olabilirsin. Bizimle gelir isen Rabbin yapacağı bütün iyilikleri seninle paylaşırız.” Çölde Sayım 10:29-32.

Şimdi eğer biz kendi yüreklerimiz ile ilgili bilgi sahibi değil isek ve bu nedenle eğilimimiz diri Tanrı yerine yaratığa yaslanmak ise o zaman yukarıdaki ayetleri şaşkınlıkla karşılayabiliriz. Musa’nın Hovav’ın gözlerine neden ihtiyaç duyduğunu sorma ihtiyacı duyabiliriz. Bu konu için Yehova’nın kendisi yeterli değil miydi? Tanrı çölü tanımıyor muydu? Halkının dağılıp gitmesine katlanabilir miydi? Bulut ve gümüş borazan için ne denebilir? Bulut ve gümüş borazan Hovav’ın gözlerinden daha iyi değiller miydi? O halde Musa neden insan yardımı istedi? Ne yazıktır ki, bunun nedenini çok iyi anlayamayız. Üzüldüğümüz ve kayba uğradığımız zamanlarda hepimiz çok iyi biliriz ki, yüreğimizin eğilimi gözlerimizin görebileceği bir şeye dayanmaktır. Yolculuğun her adımı için Tanrıya mutlak bir bağımlılık temelinde bulunmaktan hoşlanmayız. Gözlerimiz ile göremediğimiz bir kola yaslanmak bize zor gelir. Gözlerimiz ile görebildiğimiz bir Hovav bize gözlerimiz ile göremediğimiz diri Tanrıdan daha fazla güven telkin edebilir. Zavallı ve kusurlu bir ölümlünün yüzüne ve yardımına sahip olduğumuz zaman rahatlık ve doyum içinde hareket ederiz. Ama çıplak bir iman ile Tanrıya iman ederek hareket etmeye çağrıldığımız zaman tereddüt ederiz, duraklarız ve ürkerek cesaretimizi kaybederiz.

Bu ifadeler güçlü gibi görünürler ama asıl mesele gerçek olup olmadıklarıdır? Bu satırları okuyan bir imanlı bu ifadelere özgürce sahip çıkabilir mi? Hepimiz et ve kandan olan bir kola yaslanmaya eğilimliyizdir. Ve bunun sonucunun akılsızca olduğunu görmemize rağmen aynı şekilde hareket etmeye devam ederiz. Sayısız kereler yaratıklara duyulan tüm güvenlerin boş olduğunun kanıtlandığını görmüşüzdür ama yine de yaratığa güvenmeye devam ederiz. Öte yandan diri Tanrının sözüne ve koluna yaslanmanın ve güvenmenin gerçekliğinin defalarca kanıtlandığına tanık olmuşuzdur. O’nun bizi asla terk etmeyeceğini ve asla hayal kırıklığına uğratmayacağını görmüşüzdür ve o her zaman istediğimizden ya da hayal edebileceğimizden çok daha fazlasını yapmıştır. Ama yine de buna rağmen her zaman O’na güvensizlik duymaya hazırızdır ve her zaman gidip sönmüş bir fitile ya da çatlak sarnıçlara güveniriz.

İşte bizim durumumuz budur ama Tanrıya şükürler olsun ki, O’nun lütfu, biraz önce belirtmiş olduğumuz şekilde İsrail’i olduğu gibi bizi de çevreler. Eğer Musa rehberlik etmesi için Hovav’dan medet umuyor ise Yehova Hizmetkarına bir rehber olarak Kendisinin tamamıyla yeterli olduğunu öğretecektir. “Rabbin dağından ayrılıp üç günlük yol aldılar. Konaklayacakları yeri bulmaları için   Rabbin Antlaşma Sandığı üç gün boyunca önleri sıra gitti.

Ne kadar zengin ve ne kadar değerli bir lütuf! Onların O’nun için konaklayacağı bir yer bulmaları yerine O onlar için konaklayacakları bir yer bulacak idi. Nasıl bir düşünce! Kudretli tanrı, yeryüzünün uçlarının Yaratıcısı yolculuklarının her anında Kendisine karşı şikayette bulunacak ve O’na isyan etmeye hazır olan bir halk için çölde uygun bir konaklama yeri arayacak idi!

İşte Tanrımız böyledir, her zaman “sabırlı, lütufkar, güçlü ve kutsal”dır – bizim tüm imansızlıklarımız ve başarısızlıklarımızın üstüne yükselen lütfunun harikalığı ile hareket eder ve bizim imansızlıklarımızın ortaya çıkaracağı tüm engellere sevgisi ile karşılık vererek Kendi üstünlüğünü kanıtlar. O, Musa’ya ve İsrail’e çok kesin bir şekilde on bin Hovav’dan çok daha iyi kıyaslanamaz bir rehber olduğunu kanıtladı. Bize burada Hovav’ın Musa ile birlikte gidip gitmediği söylenmez. Hovav’ın Musa’nın ilk talebini reddettiği kesindir ve belki ikinci teklifini de aynı şekilde reddetmiş olabilir. Ama bize rabbin onlarla birlikte gittiği söylenir. “Konakladıkları yerden ayrıldıklarında da Rabbin bulutu gündüzün onların üzerinde duruyordu.” Çölde Sayım 10:34.Çöldeki bereketli sığınak! Her konuda hiç bir şekilde hata yapmayan bereketli bir kaynak! Tanrı, onlara konaklayacakları bir yer bulmak için halkının önünden gitti ve onların ihtiyaçlarına uygun bir bulduğu zaman onlarla birlikte durdu ve onları her tür düşmandan korumak için kanatları işle onlara sığınak oldu. “Onu kurak bir ülkede, ıssız ve uluyan bir çölde buldu, onu kuşattı  ve kayırdı, gözbebeği gibi korudu. Yuvasında yavrularını uçmaya kışkırtan, onların üzerinde kanat çırpan bir kartal gibi kanatlarını gerip onları aldı ve kanatları üzerinde taşıdı. Ona yalnız Rab yol gösterdi, yanında yabancı ilah yok idi.” Yasanın Tekrarı 32:10-12. “Rab bulutu bir örtü gibi yaydı üzerlerine ve gece ateş verdi yollarını aydınlatsın diye.” Mezmur 105: 39.

Böylece her şey Tanrının bilgelik, güç, ve iyiliğine göre sağlandı. Tanrının Kendisi onların aralarında bulunduğu sürece hiç bir şeyleri eksik değil idi ya da olamaz idi. “Sandık yola çıkınca Musa, ‘Ya Rab, kalk! Düşmanların dağılsın, senden nefret edenler önünden kaçsın’ diyor idi. Sandık konaklayınca da “Ya Rab, binlerce, on binlerce İsrailliye dön’ diyor idi. “ Çölde Sayım 10:35-36.

Çölde Sayım 11

Bu kitabı inceler iken Tanrının çöldeki halkı için nasıl düzenleme yaptığı ve sağlayışta bulunduğu ile ilgilendik. İlk on bölüm üzerinde yolculuk ettik ve İsrail’in Tanrısı Yehova’nın bilgeliğinin, iyiliğinin ve planlarının örneklerini gördük.

Ama şimdi, koyu bulutların çevremizi kuşattığı bir noktaya ulaşırız. Bu noktaya kadar önümüzde Tanrı’yı ve O’nun eylemlerini gördük; ama şimdi insan ve onun sefil yolları üzerinde düşünmeye çağrılıyoruz. Bu her zaman üzücü ve alçaltıcı bir durumdur. İnsanoğlu her yerde aynıdır. Aden bahçesinde, restore edilmiş yeryüzünde, çölde, Kenan diyarında, kilisede ve bin yıllık dönemde insanın tam bir başarısızlık olduğu kanıtlanır. İnsan harekete geçtiği anda bozulur. Bu nedenle Yaratılış I ve Yaratılış II.bölümde Tanrının Yaratan olarak hareket ettiği görülür; her şey tanrısal bir mükemmellik içinde yapılır ve düzenlenir ve insan tanrısal bilgelik, iyilik ve gücün tadını çıkartması için buraya yerleştirilir. Ama Yaratılış III.bölümde her şey değişir. İnsan harekete geçtiği an itaatsizlik eder ve harabiyeti ve perişanlığı ortaya çıkartır. Bu nedenle tufandan sonra yeryüzü o derin ve dehşetli vaftizden geçtiği ve insan tekrar yeryüzündeki yerini aldığı zaman, kendini gösterir ve yeryüzüne egemen olup onu yönetmek bir kenara dursun kendi kendisini yönetemediğini kanıtlar. (Yaratılış 9) İsrail altın buzağıyı yaptığı zaman Mısır’dan daha yeni çıkartılmış idi. Kahinlik düzeni kurulur kurulmaz Harun’un oğulları Tanrı’ya yabancı ateş sundular. Saul kral olur olmaz kendi iradesine göre hareket etti ve itaatsizliğini kanıtladı.

Bu yüzden aynı zamanda Yeni Antlaşma kitabının sayfalarına döndüğümüz zaman, orada da aynı durumu görürüz. Kilise oluşur oluşmaz ve Pentikost armağanları ile donatılır donatılmaz, şikayetin ve hoşnutsuzluğun üzücü seslerini işitiriz. Kısaca belirtecek olur isek, oradaki, buradaki ve her yerdeki insanlık tarihi en başından sonuna kadar başarısızlık ile doludur. Aden bahçesinden bin yıllık dönemin son gününe kadar bu konuda tek bir istisna bile yoktur.

Bu ciddi ve önemli gerçeğin üzerinde düşünmek ve ona yürekte geniş bir yer ayırmak iyidir. Bu gerçek, insanın asıl karakteri ve koşulları hakkındaki tüm yanlış düşünceleri düzeltmek için özellikle hesaplanmıştır. Babil’in sefahate düşkün kralının yüreğine dehşet salacak o korkunç cümleyi akılda tutmak yararlı olur. Aslında bu cümle düşmüş olan Adem soyuna ait tüm insan soyunu ve her bir oğul ve kız üzerine de söylenmiştir: “ Tartıldın ve eksik bulundun.” Okuyucu, bu cümlenin tamamen kendisi ile ilgili olduğunu fark etmiş midir? Bu, ciddi bir sorgulamadır. Bu konuda kendimize yönelmemiz gerektiğini hissediyoruz. Okuyucu, lütfen cevap ver: ”Sen Bilgeliğin çocuklarından biri misin?” Tanrıyı aklıyor ve kendini yargılıyor musun? Kendini mahvetmiş, suçlu ve cehennemi hak etmiş bir günahkar olarak hak ettiğin konumu aldın mı? Eğer aldın ise işte o zaman Mesih senin içindir. O, günahı ortadan kaldırmak ve senin “tüm” günahlarını yüklenmek için öldü. Yalnızca O’na güven ve o zaman O ne ise ve neye sahip ise hepsi senindir. O, senin bilgeliğin, senin doğruluğun, senin kutsallığın ve senin kurtuluşundur. İsa’ya bir çocuk gibi basit bir şekilde ve yürekten iman eden herkes suçluluk ve mahkumiyetin eski yerinden alınarak temiz kılınmıştır ve Tanrı tarafından sonsuz yaşamın ve tanrısal doğruluğun yeni temeli üzerinde görülmektedir. Yürekten iman eden herkes diri ve zaferli Mesih’te kabul edildi. O nasıl ise biz de bu dünyada öyleyiz.” 1.Yuhanna 4:17.

Bu çok önemli konu Tanrının kendi sözünün ve varlığının ışığında net ve tam olarak anlaşılana kadar okuyucumuzun gayret ile çaba göstermesini çok isteriz. Kutsal Ruh Tanrıya henüz tövbe etmemiş ve karar vermemiş okuyucunun yürek ve vicdanında derin bir şekilde işlemesi ve onu Kurtarıcının ayaklarına yönlendirmesi için dua ediyoruz.

Şimdi bölümümüzde ilerleyeceğiz.

“Ve halk çektiği sıkıntılardan yakınmaya başladı. Rab bunu duyunca öfkelendi ve aralarına ateşini göndererek ordugahın kenarlarını yakıp yok etti. Halk Musa’ya yalvardı. Musa Rabbe yakarınca ateş söndü. Bu nedenle oraya “tavera” (yangın) adı verildi. Çünkü Rabbin gönderdiği ateş onların arasında yanmış idi. Derken, halk arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrailliler de yine ağlayarak: ‘Keşke yiyecek biraz et olsa idi’ dediler, ‘Mısır’da parasız yediğimiz balıkları salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları ve sarımsakları anımsıyoruz. Şimdi ise yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu mandan başka gördüğümüz hiç bir şey yok.” Çölde Sayım 11: 1-6.

Burada zavallı insan yüreğinin kendisini olduğu gibi ortaya döktüğünü görüyoruz; tüm zayıflıkları ve eğilimleri sergilenir. Halk Mısır ülkesinden çıktıktan sonra bazı özlemler duyar ve o ülkenin etlerini ve çeşitli yiyeceklerini anımsar. Ama angaryacıların kırbaçları tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işler ile yaşamlarının kendilerine nasıl zehir edildiği konularında konuşmazlar. Bu gibi konular hakkında tam bir sessizlik içinde kalırlar. Mısır’ın kendilerine doğal zevkler dışında hizmet ettiği bu kaynakların dışında şimdi başka hiç bir şeyi hatırlamamaktadırlar. Aynı durum ne kadar da sık olarak bizim için geçerlidir. Yürek bir kez tanrısal yaşamdaki tazeliğini kaybettiği zaman – göksel değerler tatlarını kaybetmeye başladıkları zaman – ilk sevgi soğuduğu zaman – Mesih can için tatmin edici ve her şeye değer bir pay olarak görülmekten vazgeçildiği zaman – Tanrı sözü ve dua çekiciliklerini kaybettikleri ve dua etmek sıkıcı ve mekanik bir hale geldiği zaman; işte o zaman gözler dünyaya bakmak için geri dönüş yaparlar, yürek gözleri izler ve ayaklar da yüreği izlerler. Böyle anlarda biz dünyanın içinde iken ve dünyadan iken, dünyanın bizim için bir zamanlar ne olduğunu unuturuz. Günaha ve şeytana hizmetin nasıl bir sefalet, alçalma, zahmet ve tutsaklık olduğunu unuturuz ve yalnızca Tanrı halkının çöl yolunda karşımıza çıkan bu acı veren deneyimlerden, çatışmalardan ve kaygılardan uzak kalmayı düşünürüz.

Tüm bunlar oldukça üzücüdür ve canı en derin öz yargıya yönlendirmeleri gerekir. Rabbi izlemek için yola çıkmış olan kişiler Tanrının yolunda ve sağlayışında zayıf düşmeye başladıkları zaman, durum korkunç olur. Yehova’nın kulağının işittiği şu sözler ne kadar da korkunçtur! “Ama şimdi canımız yemek yemekten soğudu. Bu mandan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.” Ah, İsrail! Bundan dha fazla ne isteyebilirdin ki! Göksel yiyecek senin için yeterli değil miydi? Tanrının elinin senin için sağlamış olduğu yiyecek ile yaşayamaz mıydın?

Bu tür sorular sormak için kendimizi özgür mü sayıyoruz? Göksel manımızı bizim için her zaman yeterli buluyor muyuz? Peşinden gidilen şu ya da bu dünyasal zevklerin doğru mu yanlış mı oldukları hakkında ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar tarafından sık sık sorulan bu sorular ne anlam ifade eder? “Günümüzü nasıl geçirmemiz gerekiyor? Her zaman Mesih ve göksel değerler hakkında düşünemeyiz. Buna biraz ara vermemiz gerekir” gibi sözleri imanlı olduklarını en çok söyleyen kişilerin ağzından dahi işitmedik mi? Bu biraz Çölde Sayım 11.bölümdeki İsrail’in söylediği sözlere benzemiyor mu? Evet, gerçekten de benziyor. Ve söylenen sözler nasıl ise eylem de öyledir. Ama ne yazık ki, Mesih’in yürek için yeterli olmadığını kendimizi dünyasal değerlere kaptırarak kanıtlıyoruz. Örneğin, dünyanın hafif ve değersiz edebiyatı açgözlülük ile yutulur iken, Kutsal Kitap’ın saatlerce ihmal edilmesi ne kadar da sık görülen bir durumdur. Ele sık sık alınan gazete ve nerede ise tozlanmış Kutsal Kitap ne gibi anlamlar ifade ederler? Bunlar bir öykü anlatmazlar mı? Bu durum manı küçümsemek ve sarımsak ve soğanları özlemek değil midir?

Şimdi incelemekte olduğumuz konu için özellikle genç imanlıların dikkatini çekmek istiyoruz. İsrail’in bu bölümde kaydedilmiş olan günahına düşmeleri konusunda derin üzüntüye sahibiz. Kuşkusuz hepimiz tehlike içindeyiz ama aramızdaki gençler özellikle bu tehlike ile karşı karşıyadırlar. Aramızda yaşamda ilerlemiş olanlar dünyanın boş değerleri – dünyanın konserleri, çiçek gösterileri, eğlence partileri, boş sözlü şarkıları ve hafif edebiyatı - peşinden kolay kolay gitmezler. Ama genç olanlar dünyadan etkileneceklerdir. Dünyanın tadına kendileri için bakmayı özlerler. Mesih’i yürekleri için tam yeterli pay olarak görmezler; eğlence isterler.

Ne yazık! Ne yazık! Nasıl da yanlış bir düşünce! Bir imanlıdan şu sözleri işitmek ne kadar da üzücüdür: “Biraz eğlence istiyorum. Günümü nasıl geçireceğim? Her zaman İsa’yı düşünemem.” Bu şekilde konuşan herkese şu soruyu sormamız gerekir: “Sonsuzluğu nasıl geçireceksin? Sayısız çağları doldurmak için Mesih yeterli olmayacak mı? Orada eğlence istiyor musun? Orada hafif edebiyat, boş sözlü şarkılar ve anlamsız zevkleri özleyecek misin?”

Belki de bu sorulara şu tür bir karşılık verilebilir: “Ama o zaman farklı olacağız.” Hangi açıdan? Tanrısal doğaya sahibiz- Kutsal Ruh’a sahibiz – payımız olarak Mesih’e sahibiz – Cennete aitiz – Tanrıya götürüldük. “Ama içimizde kötü bir doğaya sahibiz.” Eh, o zaman bu yüzden yiyecek tedarik etmemiz mi gerekir? Bu yüzden mi eğlence için can atıyoruz? Sefil benliğimize – düşmüş doğamıza – günümüzü doldurmak için yardım etmemiz mi gerekiyor? Hayır, bizler benliği inkar etmeye, onu öldürmeye ve ölü saymaya çağrıldık. İmanlının eğlencesi budur. Kutsalın gününü geçirmeye çağrıldığı değer budur. Eğer yalnızca benlik için sağlayışta bulunuyor isek o zaman tanrısal yaşamda büyümemiz nasıl mümkün olacak? Mısır’ın yiyeceği yeni doğayı besleyemez. Ve bizim için en önemli konu budur: Gerçekten beslemek ve büyütmek istediğimiz doğa yen doğamız mıdır yoksa eski doğamız mıdır? Tanrısal doğanın gazeteler ile boş sözlü şarkılar ile ve hafif edebiyat ile doyurulmasının mümkün olmadığının aşikar olması gerekir. Ve bu yüzden eğer kendimizi herhangi bir ölçüde doğal değerlere verir isek, canlarımız kuruyacak ve solacaktır.

Bu konular hakkında ciddi bir şekilde düşünmek için Rab bize lütuf versin. Kutsal Ruh’ta öyle bir yürüyelim ki, Mesih her zaman yüreklerimizi tatmin eden tek pay olsun. Eğer İsrail çölde Tanrı ile yürümüş olsa idi şu sözleri asla söyleyemezler idi: “Şimdi ise yemek yeme isteğimizi yitirdik. Bu mandan başka hiç bir şey gördüğümüz yok.”

O man onlar için oldukça yeterli olabilir idi. Ve bizim için de aynı durum geçerlidir. Eğer gerçekten bu çöl dünyada Tanrı ile yürüyor isek canlarımız O’nun verdiği pay ile tatmin olacaktır ve bu pay göksel Mesih’tir. O canlarımızı tatmin etme konusunda hiç başarısız olabilir mi? O, Tanrının yüreğini tatmin etmez mi? O, gökyüzünü tüm yüceliği ile doldurmaz mı? O, meleklerin şarkısının konusu ve onların harika sadakat ve tapınmalarının objesi değil midir? O sonsuz öğütlerin ve amaçların büyük konusu değil midir? O’nun yollarının tarihi sonsuzluğu aşmaz mı?

Tüm bu sorulara hangi yanıtı vermemiz gerekir? Yürekten gelen ve hiç duraksamadan verilen EVET yanıtı mı? Peki, o zaman bu kutsal Olan Kişiliğinin derin gizemi, yollarının ahlaki yüceliği ve karakterinin parlaklığı ve yüceliği içinde yüreklerimiz için yeterli değil midir? Bundan başka ne isteyebiliriz? Canlarımızdaki boşluğu doldurmak için gazete ya da bazı boş dergiler mi okumamız gerekir? Mesih’e gitmek yerine, bir çiçek gösterisine ya da bir konsere mi gitmemiz gerekir?

Asla! Bunu yazarken bile üzülmemiz gerekir. Bu durum çok üzücüdür ama bu durma çok da ihtiyaç duyulur ve bu noktada okuyucuya şu en önemli soruyu sormak isteriz: “Gerçekten de Mesih’in, yüreğini tatmin etmek için yetersiz mi olduğunu düşünüyorsun? O’nun tamamen karşılayamadığı ihtiyaçlara mı sahipsin? Eğer öyle ise, o zaman canın açısından panik verecek bir durumdasın ve bu çok ciddi konuya daha yakından bir kez daha bakman gerekir. İçten bir öz yargı ile Tanrının önünde yüz üstü alçal ve yüreğini O’nun önüne dök. O’na her şeyi anlat. Nasıl düştüğünü ve yoldan çıktığını söyle – eğer Tanrının Mesih’i senin için yeterli değil ise bunu mutlaka yapman gerekir. Tüm sırlarını Tanrın ile paylaş ve O’nunla paydaşlıkta tam ve bereketli bir şekilde yenilenene kadar bundan vazgeçme – Sevgisinin Oğlu hakkında O’nunla yürek paydaşlığına ulaş.

Ama şimdi yine bölümümüze dönmemiz gerekiyor ve böyle yapmak ile okuyucuyu şu noktaya dikkat etmeye çağırıyoruz: bizler için çok değerli bir öğüt içeren şu ifadeyi okuyalım, “Derken, halkın arasındaki yabancılar başka yiyeceklere özlem duymaya başladılar. İsrailliler de yine ağladılar.” Mesih’in davasına ya da Tanrının halkının canlarına en çok zarar veren şey budur; yabancı ilkelere sahip kişiler ile yakınlık. Böyle bir durum açık ve saldıran düşman ile uğraşmaktan daha zordur. Şeytan bunu çok iyi bilir ve bu yüzden sürekli olarak Tanrının halkının yarı inançlı kişiler ile bağlantı kurması için çaba sarf eder; ya da dünyadan uzaklaşmak için bir yol arayan kişileri bir ölçüde sahte bir şekilde aradıkları şeyin ortasına yönlendirir. Yeni Antlaşma’da kötünün bu özel karakteri ile ilgili konuları tekrar ettik. Aynı konuyu peygamberlikler açısından Müjde’de ve tarihi açıdan da elçilerin İşleri ve Mektuplar’da da görürüz. Matta 13.bölümde delicelerden ve mayadan söz edilir. Daha sonra Elçilerin İşleri’nde Çölde sayım 11.bölümdeki “halkın arasındaki yabancılar” gibi müjde topluluğuna kendilerini katan dışardan kişilerin bulunduğunu görürüz. Ve son olarak tanıklığı bozma amacı güden ve Tanrının halkının canlarını döndürmek peşinde olan düşman tarafından ortaya konan sahte materyallere elçilerden geliyormuş referansının verildiğini görürüz. Elçi Pavlus bu nedenle “gizlice aralarına sızan sahte kardeşlerden” söz eder. Galatyalılar 2:4. Aynı şekilde Yahuda da “bazı tanrısızların gizlice araya sızdıklarını” yazar. Yahuda 4.

Tüm bunlardan öğrendiğimiz Tanrı halkının bu konuları öğrenmeye ne kadar ihtiyaç duyduğudur. Aynı zamanda Rabbe olan mutlak bağımlılıkları da üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Yalnızca Rab, halkını sahte öğretişlerden koruyabilir ve onları karışık ilkelere ve kuşkulu karakterlere sahip kişiler ile iletişimden özgür kılabilir. İsrail halkının arasına katılan yabancıların bir tutkuya kapılacakları kesindir. Ve o zaman Tanrının halkı kendilerine uygun konumdan saptırılma gibi bir tehlike ile karşılaşacaklar ve uygun yiyecekleri olan göksel manı yemekten bezgin düşeceklerdir. İhtiyaç duyulan şey, Mesih için net bir karara varmaktır; bu kararı O’na olan adanmışlıklarına ve O’nun davasına bağlılıkları ile alacaklardır. Nerede bir imanlı topluluğu Mesih’te tam bir yürek ile içtenlikle devam edebiliyor ve hali hazırdaki dünyadan belirlenmiş bir şekilde ayrılabiliyor ise, bu aynı karaktere sahip kişilerin onların arasında bir yer araması çok fazla bir tehlike oluşturmaz. Ama yine de şeytan hiç kuşkusuz her zaman ikiyüzlü kişilerin araya girmesi ile tanıklığı lekelemek isteyecektir. Bu tür kişiler bir giriş elde ederler ve sonra kötü yolları aracılığı ile Rabbin adını lekelerler. Şeytan İsrail halkının arasına yabancı kişileri yönlendirdiği zaman ne yaptığını çok iyi biliyor idi. Bu yabancı kişilerin İsrail halkı arasına girmelerinin etkisi hemen görülmedi. Halk yüce bir elin gücü ile kurtulmuş ve Kızıl Deniz’den geçmişler idi, daha sonra da diğer kıyıda zafer şarkıları söylediler. Her şey aydınlık ve vaatkar görünüyor idi, ama aralarına karışmış olan yabancılar varlıklarının etkisini çok çabuk görülür hale getirdiler.

Böylelikle Tanrı halkının tarihinde her zaman aynı şeyi görürüz. Çağlar boyunca meydana gelmiş olan o büyük ruhsal hareketlerde çürümüşlüğün belirli unsurları öncelikle lütfun akan gelgiti tarafından gizlenir idi. Ama bu gelgit çekilmeye başladığı zaman, bu unsurlar ortaya çıkar ve kendilerini gösterirler idi.

Bu çok ciddi bir konudur ve büyük bir ruhsal uyanıklık gerektirir. Toplu olarak Tanrı halkı hakkında etkileyici olduğu gibi aynı derecede etkiyi bireyler üzerinde de gösterir. Gençlik günlerimizin ilk anlarında gayret ve tazeliğin bizi karakterize ettiği dönemde lütfun kaynak gelgiti öylesine bereketli bir şekilde yükselir ki, pek çok şeyin yargılanmadan kaçmasına izin verilir. Aslında tohumlar toprağa düşmanın eli tarafından dikilir ve uygun sezonda büyür ve ürün verirler. Bu yüzden her iki topluluk da hem imanlılar hem de bireysel imanlıların kulede uyanık bir şekilde nöbette olmaları gerekir. Düşmanın bu konuda bir üstünlük kazanmaması için her zaman gayret ile nöbet tutmaları gerekir.  Yüreğin Mesih’e gerçekten bağlı olduğu yerde her şeyin sonunda doğruya varacağı kesindir. Tanrımız çok lütufkardır, bizimle ilgilenir ve bizi binlerce tuzaktan korur. O’na güvenmeyi öğrenelim ve O’nu övelim!

Ama şu anda önümüzde açık bulunan yoğun içerikli bölümden başka dersler de almamız gerekir. Başarısızlıktan yalnızca İsrail topluluğu ile ilgili olarak söz etmiyoruz ama Musa’nın kendisi bile taşıdığı sorumluluğun ağırlığı altında sendeledi ve nerede ise batıyor idi. “Ve Musa Rabbe,’ Kuluna neden kötü davrandın?’ dedi, ‘Seni hoşnut etmeyen ne yaptım ki, bu halkın yükünü bana yüklüyorsun? Bütün bu halka ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum? Öyle ise neden emzikteki çocuğu taşıyan bir dadı gibi atalarına ant içerek söz verdiğin ülkeye onları kucağımda taşımamı istiyorsun? Bütün bu halka verecek eti nereden bulayım? Bana, ‘bize yiyecek et ver’ diye sızlanıp duruyorlar. Bu halkı tek başıma taşıyamam, bunca yükü kaldıramam. Bana böyle davranacak isen –eğer gözünde lütuf buldu isem – lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.” Çölde Sayım 11: 11-15.

Burada okuduklarımız gerçekten de harika ifadelerdir. Burada üzerinde bir an bile durmamamız gereken nokta Musa gibi biricik ve adanmış bir hizmetkarın gösterdiği başarısızlıkları ve zayıflıklarıdır. Bu tür bir düşünce bizden uzak olsun. Kutsal Ruh’un “Tanrının evinde sonuna kadar sadık kaldığını”  (İbraniler 3:2) söylediği birinin sözlerini ya da hareketlerini yorumlamak bize düşen bir iş değildir. Musa, tüm Eski Antlaşma’daki kutsalların yaptığı gibi, “ruhları mükemmel kılınan doğru kişiler” arasındaki yerini almıştır ve Yeni Antlaşma sayfalarında onunla ilgili her esinin yaptığı ima onu yalnızca onurlandırma konusunda eğilim gösterir ve onu en değerli kase olarak ortaya koyar.

Ama biz şimdi hala önümüzde bulunan ve esin aracılığı ile yazılmış olan tarih – Musa’nın kendisi tarafından kaleme alınan tarih –üzerinde düşünmeliyiz. Tanrı halkının Eski Antlaşma zamanındaki kusurları ve başarısızlıkları şükürler olsun ki gerçektir ve Yeni Antlaşma’da bunlar üzerinde yorum yapılmadığı doğrudur, ama yine de sadık bir titizlik ile Eski Antlaşma’da kaydedilmişlerdir ve bunun nedeni ne idi? Bizim öğrenmemiz için değil mi? Elbette bizim öğrenmemiz için. “Önceden ne yazıldı ise bize öğretmek için sabır ile ve kutsal yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı.” Romalılar 15:4

O zaman Çölde Sayım 11:11-15 ayetlerinde kayıtlı olan dikkat çekici duygu ifadesinden öğrenmemiz gereken nedir? En azından öğrendiğimiz şudur: çöl gerçekten de içimizde ne var ise onu tamamen dışarı çıkartır. Yüreklerimizde var olanın kanıtlandığı yer çöldür. Ve Çölde Sayım kitabı empatik açıdan çölün kitabı olduğu için onu tüm başarısızlık ve zayıflık şekillerinin tam olarak açıklandığı yer olarak görmeyi bekleyebiliriz. Tanrının Ruhu sadık bir şekilde her şeyi sadık sıralamaya koyar. O bize insanları olduğu gibi sunar ve hatta “konuşmayı beceremediğini “söyleyen Musa bile bize öğüt ve eğitim vermesi açısından kayıtlarda yer alır. Musa da bizler gibi her tür tutkuya açık olan bir insan idi ve şimdi onun önümüzdeki tarihinde açıkça gördüğümüz şudur: yüreği müthiş ağır olan sorumluluklarının baskısı altında batmaktadır.

Belki de şöyle denebilir: “Yüreğinin ağırlaşıp batmasına hayret etmemek gerekir.” Gerçekten de Musa’nın yükü bir insanın omuzlarının taşıyamayacağı kadar ağır idi. Ama buradaki mesele şudur: bu aynı yük tanrısal omuzlar için de gereğinden fazla ağır mıydı? Musa gerçekten de bu yükü tek başına taşımaya çağrılmış mıydı? Diri Tanrı O’nunla birlikte değil miydi? Ve diri Tanrı yeterli değil miydi? Tanrının tek ya da on bin kişi ile çalışmaktan hoşnut olup olmadığı önemli miydi? Tüm güç, tüm bilgelik ve tüm lütuf O’nda idi. O, tüm bereketin kaynağıdır ve kanalın bir ya da bir tane olup olmaması O’nun açısından hiç bir farklılık yaratmaz.

Bu Mesih’in tüm hizmetkarları için güzel bir ahlak ilkesidir. Rab ne zaman bir kişiyi bir sorumluluk konumuna yerleştirir ise, bu kişinin hatırlaması gereken en önemli şey şudur: Rab bu sorumluluk için hem o kişiyi uygun kılacak hem de bu sorumlulukta o kişinin desteği ve gücü olacaktır. Ama eğer bir kişi “gönderilmeden” herhangi bir hizmet alanına gider ya da bir tehlikenin zorluğu ile karşılaşır ise bu elbette farklı bir durumdur. Böyle bir durumda er ya da geç tam bir sinir çöküntüsü ile karşılaşacağımız kesindir. Ama Tanrı bir kişiyi belirli bir konuma çağırdığı zaman – onu bu konumda başarılı olması için ihtiyaç duyduğu lütuf ile donatacaktır. O, hiç kimseyi, savaşa asla kendi gücü ile göndermez. Ve bu yüzden yapmamız gereken tek şey ihtiyacımız olan her şeyi O’ndan çekmektir. Bu konu her durum için geçerlidir. Eğer yalnızca diri Tanrıya yapışır isek, asla başarısızlığa uğramayız. Eğer ihtiyacımız olan suyu kaynaktan çekiyor isek asla susuz kalamayız. Bizim minik kaynaklarımız er ya da geç tükeneceklerdir, ama Rabbimiz İsa Mesih şu beyanda bulunmuştur: “Yazılmış olduğu gibi, Bana iman edenin içinden diri su kaynakları akacaktır.”

Bu ders, çöl için çok önemli bir derstir. Bu dersi öğrenmeden çölde devam etmemiz mümkün değildir. Eğer Musa bu dersi tam olarak anlamış olsa idi, şu tür sözleri asla kullanmaz idi: “Ben bu halka nereden et bulayım?” Musa’nın anlamadığı ders şu idi: gözlerini yalnızca Tanrıya dikmiş olması gerekir idi. O zaman kendisinin, kaynakları sınırsız olan Tanrının elinde yalnızca bir araç olduğunu biliyor olacak idi. Musa’nın o büyük kalabalığı elbette bir gün dahi doyurabilmesi mümkün değil idi. Ama Yehova her canlının ihtiyacını her gün ve sonsuza kadar karşılayabilir idi.

Buna gerçekten inanıyor muyuz? Bazen sanki bu gerçekten kuşku duyuyor gibi görünmüyor muyuz? Bazen sanki Tanrı değil de bizim sağlamamız gerekiyor gibi hissetmiyor muyuz? O zaman neden korkmamıza, sarsılmamıza ve batmamıza hayret ediyoruz? Musa gerçekten de, “Bu halkı tek başıma taşıyamam, çünkü yükleri benim taşıyamayacağım kadar ağır” diyebilir idi. Böyle bir topluluğa tahammül edebilecek tek bir yürek var idi; İsrail halkı Mısır’da zahmetli işlerde çalıştırıldıkları zaman onları kurtarmak için gelen ve onları düşmanın elinden kurtaran Rab; onları kurtardı ve aralarında Konutunu kurdu. Evet, Rabbin yalnızca Rabbin onlara tahammül edecek gücü var idi. Yalnızca Rabbin sevgi dolu yüreği ve güçlü eli böyle bir görev için uygundu ve eğer Musa bu büyük gerçeğin tüm gücünün farkında olsa idi, şu sözleri söylemezdi ve söyleyemez idi: “Bana böyle davranacak isen –eğer gözünde lütuf buldu isem – lütfen beni hemen öldür de kendi yıkımımı görmeyeyim.” Çölde Sayım 11:15.

Bu durum hiç kuşkusuz Tanrının çalışkan hizmetkarının tarihinde karanlık bir an idi; bize biraz ölmek isteyen peygamber İlyas’ın öyküsünü anımsatır. Bu her iki kişiyi- Musa’yı ve İlyas’ı- İsa’nın görünümünün değiştiği dağda görmek ne kadar harika bir şey! Bu nokta bize çok belirgin bir şekilde Tanrının düşüncelerinin bizim düşüncelerimiz olmadığını ve O’nun yollarının da bizim yollarımız olmadığını kanıtlar. Tanrının Musa ve İlyas için onların düşündüklerinden daha iyi planları vardı. O’nun adına övgüler olsun ki, O, lütfunun zenginlikleri aracılığı ile bizim korkularımızı azarlar ve bizim zavallı yüreklerimiz ölüm ve sefalet beklentisi içinde iken O bize zafer, yaşam ve yücelik verir.

Ama yine de buna rağmen Musa’nın zor bir sorumluluk konumundan kaçmak istediğini görüyoruz; Musa gerçekten de yüce bir saygınlık ve kutsal bir ayrıcalık konumundan vazgeçmek üzere idi. Bir sonraki bölümde bu çok aşikar olarak belirgindir. “Rab Musa’ya, ‘halk arasından önder ve yönetici bildiğin İsrail ileri gelenlerinden yetmiş kişi topla’ dedi, ‘onları buluşma çadırına getir, yanında dursunlar. Ben inip seninle orada konuşacağım. Senin üzerindeki Ruh’tan alıp onlara vereceğim. Halkın yükünü tek başına taşımaman için sana yardım edecekler.” Çölde Sayım 11: 16,17.

Yetmiş kişinin katılması ile kazanılan herhangi bir ek güç mevcut muydu? Aslında çoğalan ruhsal bir güç olmadı, çünkü o zamana kadar yalnızca Musa’nın üzerinde olan aynı Ruh’tan alınıp yetmiş kişinin üzerine de verildi. Evet, şimdi bir yerine yetmiş kişinin olduğu doğru idi. Ama insanların sayısının çoğalması ruhsal güçte bir artışa neden olmadı. Bu durum Musa’yı sıkıntıdan kurtardı ama onun saygınlığından alıp götürdü. Bir zamanlar yalnızca tek bir aracı idi, ama şimdi aracılardan bir olmuş idi. Bereketlenmiş bir hizmetkar olan Musa için şunları söyleyebiliriz: o kendisi için saygınlık istemiyor ama bunun yerine gölgeli, dinlenebileceği, alçakgönüllü bir yol istiyor idi. Bu konuda kuşku yok ancak bunun şimdi bizim ilgilendiğimiz konu ile bir alakası yoktur. Musa, göreceğimiz gibi yeryüzünde yaşamış olan en alçakgönüllü insan idi, ama başka birinin aynı koşullar altında daha iyi hareket edebileceğini de ima etmek istemiyoruz. Ancak o zaman bize çok etkili bir şekilde öğretişte bulunan bölümümüzdeki önemli pratik derse tahammül etmeyi öğrenmemiz gerekir. En iyi insanlar bile başarısızlığa uğrarlar ve Çölde Sayım’ın 11.bölümünde Musa’nın sakin bir iman konumunda bulunmadığını anlarız. Hatta o anda canının dengesini dahi kaybetmiş gibi bir durumdadır; oysa canın dengesi insanın merkezini diri Tanrı’da bulmasının kesin sonucudur. Bu sonuca varmamızın nedeni, yalnızca Musa’nın ağır sorumluluğunun altında ezilmesi değildir ama gelin şimdi şu aşağıdaki paragraf üzerinde düşünelim.

“Halka de ki: ‘Yarın için kendinizi kutsayın, et yiyeceksiniz. Keşke yiyecek biraz et olsa idi ve Mısır’da durumumuz iyi idi diye ağladığınızı Rab duydu. Şimdi yemeniz için size et verecek. Yalnız bir gün, iki gün, beş ya da on ya da yirmi gün değil, bir ay boyunca burnunuzdan gelinceye dek, tiksinene dek yiyeceksiniz. Çünkü aranızda olan Rabbi reddettiniz. O’nun önünde Mısır’dan neden çıktık diye ağladınız. Musa, ‘aralarında bulunduğum halkın altı yüz bini yetişkin erkektir’ diye karşılık verdi. Osa sen, ‘bu halka yemesi için bir ay boyunca et vereceğim’ diyorsun, bütün davarlar ve sığırlar kesilse onları doyurur mu? Denizdeki bütün balıklar tutulsa, onları doyurur mu?’ Rab, ‘Elim kısaldı mı?’ diye yanıtladı, ‘sana söylediklerimin yerine gelip gelmeyeceğini şimdi göreceksin.’” Çölde Sayım 11: 18-23.

Tüm bu olup bitenlerde İsrail’in Kutsal Olanını her zaman sınırlamaya çalışan imansızlık ruhunun işleyişini görüyoruz. Yerin ve göğün Sahibi olan ve her şeyin Yaratıcısı olan Her Şeye Gücü Yeten Tanrı altı yüz bin kişi için et sağlayamaz mı? Ne yazık! İşte hepimizin çok üzücü bir şekilde düştüğümüz nokta burası. Diri bir Tanrı ile birlikte olduğumuzun gerçekliğine bir türlü sahip çıkamıyoruz. Tanrıyı sahneye getiren imandır ve bu yüzden iman zorlukların hiç birini kesinlikle tanımaz. Ve evet, iman imkansızlıklara güler. İmanın yargısına göre Tanrı her sorunun büyük yanıtı ve her güçlüğün yüce çözümüdür. Her şey O’na işaret eder ve bu yüzden iman için insan sayısının önemi yoktur; altı yüz bin kişi de olabilir altı yüz milyon kişi de olabilir; iman Tanrının her şey için yeterli olduğunu bilir. İman tüm kaynaklarını Tanrıda bulur. İmansızlık ise şöyle der: “Bu ve şu gibi şeyler “nasıl” olabilir?” İmansızlıkta “nasıllar” bol sayıdadır, ama imanın on binlerce “nasıl” a vereceği tek bir yanıt vardır ve bu yanıt “Tanrı’dır.”

“Böylece Musa dışarı çıkıp Rabbin kendisine söylediklerini halka bildirdi. Halkın ileri gelenlerinden yetmiş adam toplayıp onları çadırın çevresine yerleştirdi. Sonra Rab bulutun içinde inip Musa ile konuştu. Musa’nın üzerindeki Ruh’tan alıp yetmiş ileri gelene verdi. Ruh’u alınca peygamberlik ettilerse de daha sonra hiç peygamberlik etmediler.” Çölde Sayım 11: 24,25.

Tüm hizmette yer alan gerçek sır, ruhsal güçtür. Hizmet, insanın dehası ya da insanın zekası ya da insanın enerjisi ile yapılmaz. Hizmet yalnızca Tanrının Kutsal Ruhunun gücü ile gerçekleşir. Bu durum Musa’nın günleri için nasıl geçerli idi ise aynı şekilde şimdi için de geçerlidir. “güç ile kuvvet ile değil, ancak Benim ruhum ile başaracaksın.” Zekeriya 4:6. Bu sözü tüm hizmetkarların her zaman akıllarında tutmaları gerekir. Bu gerçek yüreği besler ve hizmete her zaman tazelik sağlar. Sürekli olarak Kutsal Ruh’a bağımlı olarak akan bir hizmet hiç bir zaman verimsiz olmaz. Eğer bir kişi hizmet için kendi kaynaklarından çekiyor ise çok geçmeden gücü kuruyacaktır. Kişinin güçlerinin ne olduğu ya da eğitiminin yoğunluğu ya da bilgi depolarının ne kadar yoğun olduğu önemli değildir. Eğer Kutsal Ruh kişinin hizmetinin kaynağı ya da gücü değil ise hizmet er ya da geç tazeliğini ve etkinliğini yitirecektir. Bu yüzden hem Müjde hem de Tanrının kilisesinde hizmet veren herkesin sürekli ve yalnızca Kutsal Ruhun gücüne dayanmasını gerektirir. Eğer öz güvene dayanan herhangi bir şey var ise çok geçmeden ortaya çıkartılacaktır. Eğer bizler Kutsal Ruhun kapları olmak istiyor isek benliğe ait olan her şeyden gerçekten kurtulmamız gerekir.

Söylememize gerek var mı bilmiyorum ama yine de Tanrının sözünün incelenmesinde ve öğrenilenlerin uygulanmasında can ile ilgili denemeler, çatışmalar ve çeşitli zorluklar kutsal gayret ve ciddiyet ile çözümlenmesi gereken durumlar değil midir? Hayır, tam aksine. Kendimizi mutlak bir şekilde boşaltmamız ve Kutsal Ruhun kudretli gücüne dayanmamız konusunda kendimizi ikna edilmiş hissediyoruz. Eğer bu şekilde davranır ve yalnızca Kutsal Ruh’a güvenir isek, o zaman hem Kitap’ı hem de canı daha gayret ve daha ciddiyet ile inceleyebiliriz. Dua ederek Kitap’ı çalışma ve ayetler üzerinde düşünmek için Kutsal Ruh’a bağımlı olmamak insan için ölümcül bir hatadır. “Bu konuların üzerinde dur ve kendini bunlara ver ki, herkes senin ilerlediğini görsün.” 1.Timoteos  4:15.

Ama tüm bunları söyledikten sonra yine de hatırlamamız gereken, hizmetin asla başarısızlığı uğramayan tek diri kaynağının Kutsal Ruh olduğunu her zaman hatırlamamız gerekir. Canın hali hazırdaki ihtiyacına tanrısal tazelik ve doluluk getirebilecek ve Tanrı sözünün hazinelerini ortaya çıkartarak onları göksel güç ile uygulayacak olanın yalnızca Kutsal Ruh olduğu unutulmamalıdır. Önemli olan yeni gerçeğin ortaya çıkartılması değil, sözün kendisinin açıklanması ve Tanrı halkının ahlaki ve ruhsal durumuna böylelikle destek sağlanmasıdır. Gerçek hizmet budur. Bir kişi aynı insanlara Kutsal Yazıların aynı bölümü hakkında konuşabilir ve her fırsatta onların canlarına ruhsal bir tazelik içinde Mesih’te hizmet verebilir. Ve öte yandan bir başka kişi yeni konular bulmak için beynini zorlayabilir ve eski sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışır iken verdiği hizmette Mesih’ten tek bir zerre ya da hizmetinde hiç bir ruhsal güç var olmayabilir.

Tüm bunlar hem öğretmen hem de çoban hakkında müjdeci için iyi bir referans sağlar. Bir kişi aynı yerde yıllarca Müjdeyi ilan etmeye çağrılabilir ve bu kişi bazen aynı kişilere, aynı konuyu haftalarca, aylarca ve yıllarca anlatmak düşüncesinden sıkıntı duyabilir. Kendisini yeni bir şeyi, taze bir şeyi ya da bir değişikliği atlamış gibi hissedebilir. Kendisi için eski olan konuların insanlar için farklı algılanacağı yeni bir yere geçmeyi arzu edebilir. Bu kişilere bir müjdecinin en önemli işinin Mesih olduğunu hatırlatmak onlara çok büyük iyilik olur ve yarar sağlar. Bu konu ile ilgilenecek olan güç Kutsal Ruh’tur. Ve bu konunun açıklanması gereken kişi zavallı kaybolmuş günahkardır. Bildiğimiz gibi, Mesih her zaman yenidir; Kutsal Ruhun gücü her zaman tazedir; canın koşulu ve yazgısı her zaman ilginçtir. Ayrıca bunun da ötesinde, müjdecinin her zaman aklında tutması gereken şey şudur: vaaz etmek için her zaman ortaya çıkan her taze fırsatta kişinin vaaz ettiği insanlar müjde konusunda gerçekten de bilgisizdirler ve bu yüzden kişi dinleyicilerine sanki onlar mesajı ilk kez duyuyorlarmış gibi ve sanki kendisi bu mesajı ilk kez iletiyormuş gibi düşünmeli ve buna göre hareket etmelidir. Çünkü hatırlanması gereken şudur: müjdenin duyurulmasının tanrısal kabulü yalnızca müjde öğretisinin kısır ve verimsiz bir ifadesi ile olmaz. Sözcüklerin belirli bir biçiminin bezdirici bir rutin içinde tekrarı yararsızdır. Bundan uzak durulması gerekir. Müjdenin gerçek ilanı Tanrının yüreğini ve Mesih’in kişiliğini ve işini açıklamak ve tüm bunları Kutsal Ruhun var olan enerjisi aracılığı ile ve kutsal yazıların tükenmez hazinesi kullanılarak yapmak doğrudur.

Tüm vaizler bunları göz önünde bulundurdukları takdirde tek bir vaiz mi yetmiş vaiz mi olduğu ya da bir kişinin aynı yerde elli yıl mı bulunduğu ya da aynı kişinin bir yılda elli farklı yerde mi olduğu önem taşımayacaktır. Konu asla yeni yer ya da yeni kişiler değildir, konu, tamamen Kutsal Ruh’un Mesih’i cana açıklayan gücü ile ilgilidir. Böylece, bölümümüzde kayıtlı  olduğu gibi Musa’nın durumunda bir güç artışının var olmadığıdır. Konu yalnızca Musa’nın üzerinde bulunan Ruh’un yetmiş ileri gelene de verilmesidir. Tanrı yetmiş adam aracılığı ile bir adam aracılığı ile gibi hareket edebilir ve eğer hareket etmez ise, o zaman yetmiş kişi bir kişiden fazla değildir. En önemli mesele, canı her zaman Tanrının önünde muhafaza etmektir. Bir müjdeci, bir öğretmen ya da herhangi biri için gücün ve tazeliğin tek sırrı budur. Bir kişi, “benim tüm kaynaklarım tanrıdadır” diyebildiği zaman, bir işin alanı hakkında ya da o işi tam olarak yerine getirmek için sıkılmaya ihtiyaç duymaz. Ama bu böyle olmadığı zaman neden bir kişinin iş ve sorumluluğun bölünmesi için sıkıldığını gayet iyi anlayabiliriz. Mısırdan Çıkış kitabının başlangıcında Musa’nın Tanrıya kesinlikle bağımlı olduğu halde Mısıra gitme konusunda ne kadar isteksiz olduğunu hatırlayalım. Ve Tanrının ona refakat etmesi için Harun’u yanına verdiği zaman Musa gitmeye hemen razı olmuş idi. Bu durum her zaman aynıdır. Her zaman elin dokunabileceği ve gözün görebileceği somut bir şeyden hoşlanırız. Görünmez olan O’nu görmeye tahammül etmeyi zor buluruz. Ama buna rağmen gördüğümüz için güvendiğimiz şeyler genellikle eli delen sivri dikenler olurlar. Harun Musa için ne yazık ki verimli bir üzüntü kaynağı olduğunu kanıtladı. Ama bizlerin akılsızlığımız sonucu vazgeçilmez olduğunu hayal ettiğimiz pek çok şey genellikle sonunda tam aksi çıkar. Ah, keşke hepimiz bölünmemiş bir yürek ve sarsılmaz bir güven ile yalnızca diri tanrıya dayanmayı öğrenebilsek!

Ama artık bu bölümü sona erdirmemiz gerekiyor ve bunu yapmadan önce çok kısa bir an için Musa’nın kendi davranışı nedeni ile içine girdiği yeni koşullardaki gerçek üstün ruha kısaca bir göz atalım. Sorumluluk ve ilginin ağırlığından kaçınmak bir şeydir, o ağırlığı bizim ile birlikte paylaşmaya çağrılmış olanlar için lütuf sayesinde gerçek bir alçakgönüllülük ile davranmak başka bir şeydir. Bu iki şey birbirinden tamamen farklıdır ve genellikle bu farklılıkları çarpıcı örnekler ile görebiliriz. Şimdi önümüzde bulunan sahnede Musa kendisini çok özel bir şekilde karakterize eden o alçakgönüllülüğü sergiler.

“Eldat ve Medat adında iki kişi ordugahta kalmış idi. Seçilen yetmiş kişi arasında idiler ama çadıra gitmemişler idi. Ruh üzerlerine konunca ordugahta peygamberlik ettiler. Bir genç koşup Musa’ya, “Eldat ile Medat ordugahta peygamberlik ediyor’ diye haber verdi. Gençliğinden beri Musa’nın yardımcısı olan Nun oğlu Yeşu, ‘Ey efendim Musa, onlara engel ol’ dedi. Ama Musa onu, ‘Sen benim adıma mı kıskanıyorsun diye yanıtladı, ‘Keşke Rabbin tüm halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!’ “ Çölde Sayım 11: 26-30.

Burada kusursuz bir güzellik ile karşı karşıyayız. Musa, kendisinden başka hiç kimseyi konuşturmayan o sefil kıskançlık ruhundan çok uzakta idi. O, lütuf aracılığı ile nereden ya da kimin aracılığı ile gelir ise gelsin gerçek ruhsal gücün herhangi ya da her gösterisinden keyif almaya hazırlanmış biri idi. Yalnızca Tanrının Ruhunun gücü aracılığı ile edilen peygamberliklerin doğru olabileceklerini çok iyi biliyor idi. Ve bu gücün kendisini gösterdiği yerde Musa kim oluyordu da bu gücü söndürmeye ya da engellemeye çalışsın?

Keşke bu üstün ruh daha fazla kişide olsa idi! Her birimizin bu üstün ruha sahip olmasını diliyorum. Rabbin tüm halkının tanıklık ve hizmetinde bu üstün ruh ile sevinmek için lütfa sahip olalım; onları gözlerimiz ile göremesek ve ruh durumumuz ve kendi ölçümüz değişkenlik gösterse bile lütuf bizi tanıklık ve hizmet için uygun kılmayı başaracak güçtedir. Kıskançlık ruhu kişinin yalnız kendi işine ilgi duymasına izin verir. Yüreğin Mesih’in ruhunun eyleme geçtiği her yerinde kutsal efendimizin işi ve O’nun tüm sevgili işçilerinin işlerinin alanında hizmeti yerine getirme gücümüzün olacağından emin olarak dinlenebiliriz. Hizmeti yapan kim olur ise olsun işin yapılması yüreği sevindirecektir. Yüreği Mesih ile dolu olan bir kişi hiç duraksamadan şu sözleri söyleme gücünü bulacaktır. “hizmet tamamlandığı için O’na övgüler olsun – Mesih yüceltildiği için övgüler olsun – canlar kurtulduğu için övgüler olsun- Rabbin sürüsü ile ilgilenildiği için ve sürü beslendiği için övgüler olsun; işi kimin yaptığı beni hiç ilgilendirmez.”

İşte hizmetin görülmesi için doğru ruh budur ve “ben, kendim” sözlerinin sığlığı ve bencilliği bu üstün ruh ile sevinemez. Rabbin bizi “ben ve kendim” sözlerinden kurtarması ve Musa’nın şu sözleri ile ifade edilen can durumuna ulaştırması için dua ediyorum. “Sen benim adıma mı kıskanıyorsun? Keşke Rabbin bütün halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!”

Bölümümüzün son paragrafı bize böyle insanların yüreklerinin sahip olduğu sefil ve ölümcül sevinci gösterir. “Onlara istediklerini verdi, ama canlarında tiksinti uyandırdı.” Peşinden koştukları şeyi aldılar ve onun ölü olduğunu gördüler. Ete sahip olmak istiyorlar idi ve et ile birlikte Tanrının yargısı da geldi. Bu çok ciddi ve ağır bir durumdur. Buradaki uyarıya kulak vermemizi diliyorum! Zavallı yürek boş arzular ve nefret dolu arzular ile doludur. Göksel man yeterince doyurmuyor. Başka bir şey olması gerek. Tanrı o başka şeye sahip olmamıza izin verir. Ama o şey nedir? Tiksinti- verimsizlik ve yargı! Ey Rab, yüreklerimizin yalnız sana ve her zaman sana bağımlı olmaları için onları muhafaza et! Bu çölden geçer iken ve senin yücelikteki yüzünü görünceye dek canlarımızı tatmin eden pay yalnızca sen ol!

Pages