May 2014

Çölde Sayım 12

Şimdi yaklaşmakta olduğumuz kitabımızın bu kısa bölümü iki farklı görünüm içinde incelenebilir; ilk anda bu görünüm özel ya da farklıdır ve ikinci olarak ahlaki ya da pratiktir.

“Etiyopyalı kadın” ile Musa’nın birliğinde o yüce ve harika gizemin yani kilisenin Başı olan Mesih ile birliğinin bir örneğini görürüz. Bu aynı konu Mısırdan Çıkış kitabını incelerken de önümüze gelmiş idi ama biz şimdi burada özel bir ışık altında Harun ve Meryem’in kıskançlığına neden olan şeyi görüyoruz. Lütfun egemen eylemleri doğal ilişkinin ve benliğe özgü ayrıcalığın temeli üzerinde duranların karşıtlığını ortaya koymaktadırlar. Yeni Antlaşma’nın öğretişinden bildiğimiz şudur: diğer uluslara gösterilen lütfun derecesi Yahudilerin en güçlü ve en dehşetli şekilde nefret duymalarının nedeni oldu. Yahudiler bu lütfu reddedip sahip olmadılar, bu lütfa iman etmediler; hayır, bu lütfu işitmek dahi istemediler. Romalılar kitabının on birinci bölümünde bu konu ile ilgili çok dikkat çekici bir örnek vardır: elçi bu örnekte diğer uluslara işaret ederek şu sözleri söyler: “bir zamanlar Tanrının sözlerini dinlemeyen sizler şimdi İsraillilerin söz dinlemezliğinin sonucu merhamete kavuştunuz. Bunun gibi İsrailliler de sizin kavuştuğunuz merhamet ile merhamete erişmek için şimdi söz dinlemez oldular.” Romalılar 11:30,31.

Bu düşünce, Musa’nın tarihinden örnek olarak sunmuş olduğumuz düşünce ile tam olarak aynıdır. Musa öncelikle kendisini kendi et ve kanından olan kardeşleri İsraillilere tanıttı, ama onlar imansızlık ederek onu reddettiler. O’nu kendilerinden uzaklaştırdılar ve onunla olmak istemediler. Tanrının egemen karakterinde bu durum yabancıya merhamet etme haline dönüştü. Çünkü bu konu, Musa’nın İsrail tarafından reddedildiği dönemde oldu; Musa diğer uluslardan olan bir gelin ile mistik ve tipik bir beraberlik oluşturdu. Önümüzde bulunan bölümde Miryam ve Harun bu beraberliğe karşı çıktılar ve onların bu karşı çıkması Tanrının yargısının gelmesine neden oldu. Miryam cüzam hastalığına yakalandı –çok kötü ve kirli bir hastalık – kendisine karşı konuşmuş olduğu kişinin yaptığı aracılık Miryam’a ihtiyaç duyduğu merhameti sağladı.

Buradaki örnek eksiksizdir ve çok çarpıcıdır. Yahudiler diğer uluslara gösterilen merhametin görkemli gerçeğine inanmadılar. Ve bu yüzden üzerlerine gazap gelmesine neden oldular. Ama nasıl diğer uluslar merhamet temeline getirildiler ise, Yahudiler de aynı şekilde yavaş yavaş bu merhamet temeline getirileceklerdir. Bu durum vaatler ve ulusal ayrıcalık temelinde durmanın peşinde olan Yahudiler için alçaltıcı bir durumdur. Ama bu Tanrının akıl almaz bilgeliğinin görünümlerinden biridir. Ve bu düşünce esin ile yazılmış olan şu harika sözleri söyleyen elçinin ifadesinde de görülür: “Ah, Tanrının zenginliği ne büyük, bilgeliği be bilgisi ne derindir! O’nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! Rabbin düşüncesini kim bilebildi ya da kim O’nun öğütçüsü olabildi? Kim Tanrıya bir şey verdi ki, karşılığını O’ndan isteyebilsin? Her şeyin kaynağı O’dur; her şey O’nun için ve O’nun aracılığı ile var oldu. O’na sonsuza dek yücelik olsun. Amin.” Romalılar 11:33-36.

Böylece bölümümüz hakkındaki tipik konuya değinmiş olduk. Şimdi aynı konunun ahlaki ve pratikteki durumuna bakalım. “Musa, Kuşlu (Etiyopyalı) bir kadın ile evlenmiş idi. Bundan dolayı Miryam ve Harun onu yerdiler. ‘Rab yalnız Musa aracılığı ile mi konuştu?’ dediler. ‘Bizim aracılığımızla da konuşmadı mı?’ Rab bu yakınmaları duydu. Musa yeryüzünde yaşayan herkesten daha alçakgönüllü idi. Rab ansızın Musa, Harun ve Miryam’a, ‘Üçünüz buluşma çadırına gelin’ dedi. Üçü de gittiler. Rab bulut sütununun içinde indi. Çadırın kapısında durup Harun ve Miryam’ı çağırdı. İkisi ilerlerken Rab onlara seslendi: sözlerime kulak verin. Eğer aranızda bir peygamber var ise, ben Rab görümde kendimi ona tanıtır, onunla düşte konuşurum. Ama kulum Musa öyle değildir. O bütün evimde sadıktır. Onunla bilmeceler ile değil, açıkça ve yüz yüze konuşurum. O Rabbin suretini görüyor. Öyle ise kulum Musa’yı yermekten korkmadınız mı? Rab onlara öfkelenip oradan gitti. Bulut çadırın üzerinden ayrıldığı zaman, Miryam deri hastalığına yakalanmış ve kar gibi bembeyaz olmuş idi. Harun Miryam’a baktı ve deri hastalığına yakalandığını gördü.” Çölde Sayım 12:1-10.

Rabbin hizmetkarına karşı söz söylemek söyleyen kişiye çok pahalıya mal olur. Tanrının böyle durumlarda er ya da geç konu ile ilgileneceğinden emin olarak huzurlu olabiliriz. Miryam ile ilgili olayda tanrısal yargı çok ani ve ağır bir şekilde geldi. Miryam’ın tutumu çok üzücü bir hata idi; evet, Tanrının hazırladığı ve yükselttiği ve tanrısal bir görev verdiği birine karşı konuşmak tam bir başkaldırı sayılır idi. Ayrıca Tanrının öğütlerine göre hareket eden Musa’ya karşı şikayette bulunmuşlar idi ve hatta Mesih’in ve kilisenin birliği ile ilgili olarak Tanrının sonsuz zihninde saklı olan o görkemli sırrın bir örneğini saymamışlar idi.

Ama her durumda Tanrının hizmetkarlarının en zayıf ve en alçakgönüllü olanlarına karşı konuşmak ölümcül bir hatadır. Eğer hizmetkar yanlış yaptı ise, eğer hatalı ise ve herhangi bir konuda başarısızlığa uğradı ise Rabbin kendisi onunla ilgilenecektir. Ama diğer hizmetkarlar bu konuyu nasıl ele aldıklarına dair uyanık olsunlar, aksi takdirde Miryam gibi kendi kendilerine zarar vermiş olacaklardır.

Bazen insanların Mesih’in hizmetkarları ile ilgili söyledikleri ve yazdıkları konusunda ileri gittiklerini işitmek çok korkunçtur. Evet, bu duruma fırsat veren yine insanlardır ama itiraf etmemiz gerekir ki, İsa’nın sevgili hizmetkarları konusunda konuşmanın Mesih’e karşı işlenen çok korkunç bir günah olduğunu anlarız ve elbette ki şu sözlerdeki ağırlık ve ciddiyeti hissetmemiz gerekir, “Öyleyse kulumu yermekten korkmadınız mı?”

Tanrı bu acı kötülüğe karşı uyanık durmamız için bize lütuf versin. Tanrıyı çok gücendiren ve hatta O’nun yüreği için paha biçilmez değer taşıyan kişileri yermemek için dikkatli olalım. Doğru bir şekilde baktığımız takdirde Tanrı halkında kendisinde iyi bir şey bulamayacağımız tek bir kişi bile yoktur. Gelin “yalnızca” iyi olan ile meşgul olalım ve iyi olan üzerinde duralım ve iyi olanı mümkün olan her şekilde güçlendirmeyi ve geliştirmeyi arzu edelim. Ve öte yandan eğer kardeşimizdeki ve diğer hizmetkardaki iyi olanı keşfedecek gücümüz yok ise, eğer gözlerimiz yalnızca bozuk olan kusurluyu görüyor ise ve eğer küllerin arasındaki canlı kıvılcımı bulmayı başaramadı isek, eğer değerli olan değersiz gibi görünüyor ise; eğer yalnızca doğal olanı gördü isek o zaman neden sevecen ve özenli bir el ile kardeşimizin çevresine bir sessizlik perdesi çekmeyelim ya da neden onun lütuf tahtının önündeki konumundan söz etmeyelim?

Bu nedenle Rabbin halkına karşı kötü konuşan bir topluluk içinde bulunduğumuz zaman eğer konuşmanın akışını değiştirme konusunda başarılı olamıyor isek o zaman kalkıp o yerden gidelim; böylece Mesih’in nefret ettiği bir şeye karşı tanıklık etmek zorunda kalmamış oluruz. Hiç bir zaman böyle bir toplulukta oturup dedikodu yapan kişileri dinlemeyelim. Dedikoducu biri şeytanın işini yapar ve üç farklı grup üzerinde etki yaratır: yani, Tanrı, kendisini dinleyen ve onun kötü sözlerine maruz kalan kişi.

Önümüzdeki olayda Musa’nın davranışının şeklinde kusursuz güzellikte bir değer mevcuttur. Musa gerçekten yalnızca Eldat ve Medat meselesinde değil ama aynı zamanda Miryam ve Harun meselesinde de alçakgönüllü bir insan olduğunu kanıtladı. Kendi saygınlığını ve sorumluluğunu paylaşmaya çağrılmış olan Eldat ve Medat’ı kıskanmak yerine onların yaptıkları hizmetten sevinç duydu ve Rabbin tüm halkının aynı kutsal ayrıcalığı tadabilmesi için dua etti. Ve Harun ve Miryam meselesine gelince erkek kardeşine ve kız kardeşine karşı güceniklik duyguları beslemek yerine onlar için aracılık etmeye hemen hazır oldu. “Harun Musa’ya, ’Ey efendim, lütfen akılsızca işlediğimiz günahtan ötürü bizi cezalandırma’ dedi, ‘Miryam etinin yarısı yenmiş olarak ana rahminden çıkan bir bebeğe benzemesin.’ Musa, Rabbe, ‘Ey Tanrı, lütfen Miryam’ı iyileştir!’ diye yakardı.” Çölde Sayım 12:11-13.

Musa burada Efendisinin ruhu ile soluk alır ve kendisine karşı acı konuşmuş olan kişiler için dua eder. Bu tutum bir zaferi gösteriyor idi – alçakgönüllü bir insanın zaferi – lütfun zaferi. Tanrının konumundaki doğru konumunu bilen bir insan tüm kötü sözlerin üzerine yükselebilecek güce sahiptir. Kötü bir söz söylemediği gibi kötü bir davranış ile de karşılık vermez ve acı sözlerden sıkıntı duymaz. Bunları bağışlayacak güce sahiptir. Kırılgan, gücenmeye hazır ya da kendisi ile ilgili değildir. Tanrıdan başka hiç kimsenin onu alçaltamayacağını bilir ve bu nedenle eğer biri kendisine karşı konuşur ise alçakgönüllülük ile başını eğip devam edebilir ve kendisini ve davasını adil bir şekilde yargılayacak Olanın ellerine teslim edebilir ve adil Olanın herkesi işlerine göre ödüllendireceği kesindir.

Gerçek saygınlık budur. Bunu biraz daha iyi anlayabilir isek o zaman biri bizim ya da işimiz hakkında dedikodu yapmayı uygun görür ise hemen hiddetlenmeye hazır olmayız. Ve böylece yüreklerimizi hararetli bir dua ile bu kişiler için tanrıya yükseltme gücü buluruz ve bu nedenle hem onların hem de kendi canlarımızın üzerine bereket çekmiş oluruz.

Bölümümüzün son birkaç satırı değindiğimiz görüşü onaylamaktadır: “Rab, ‘Babası onun yüzüne tükürse idi, yedi gün utanç içinde kalmayacak mıydı?’ diye karşılık verdi, ‘onu yedi gün ordugahtan uzaklaştırın, sonra geri getirilsin. Böylece Miryam yedi gün ordugahtan uzaklaştırıldı ve o geri getirilene dek halk yola çıkmadı. Bundan sonra halk Haserot’tan ayrılarak Paran Çölü’nde konakladı.” Çölde Sayım 12: 14-16. Miryam’ın ordugahtan uzaklaştırılmasını İsrail ulusunun hali hazırdaki bir örneği olarak görebiliriz; diğer uluslardan olanlara merhamet gösterilebilmesi için İsrail bir süre için bir kenara ayrıldı. Ama “yedi günlük” süre zamanını tamamladığında İsrail, Mesih’in aracılığı tarafından tekrar egemen lütuf temeline getirilecek.

Çölde Sayım 13

“Rab Musa’ya, ‘İsrail halkına vereceğim Kenan ülkesini araştırmak için bazı adamlar gönder’ dedi. ‘Ataların her oymağından bir önder gönder.’ Musa Rabbin buyruğu uyarınca Paran çölünden adamları gönderdi. Hepsi İsrail halkının önderlerinden idi.” Çölde Sayım 13: 1-3.

Bir önceki buyruğu tam olarak anlamak için konuya Yasanın Tekrarı adlı kitaptaki bir bölüm ile bağlantılı olarak bakmamız gerekir. Söz konusu bölümde Musa İsrail’in çöldeki harika tarihinin gerçeklerine değinir ve onlara şu önemli ve ilginç koşulu hatırlatır: “Sonra Tanrımız Rabbin bize buyurduğu gibi Horev’den ayrıldık, Amorluların dağlık bölgesine giden yoldan geçerek gördüğünüz o geniş ve korkunç çölü aşıp Kadeş-Barnea’ya vardık. ‘Size Tanrımız Rabbin bize vereceği Amorluların dağlık bölgesine vardınız’ dedim, ‘İşte Tanrınız Rab size ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi gidip orayı mülk edinin. Korkmayın ve yılmayın. O zaman hepiniz bana gelip ‘Ülkeyi araştırmak için önümüzden adamlar gönderelim’ dediniz. ‘Hangi yoldan gideceğiz, hangi kentlere uğrayacağız? Bilgi versinler.’” Yasanın Tekrarı 1:19-22.

Şimdi burada Çölde Sayım 13:2 ayetinde ifade edilen gerçeğin ahlak köküne gelmiş bulunuyoruz. Casuslar ile ilgili buyruğu halkın ahlaki durumu nedeni ile Rabbin vermiş olduğu aşikardır. Eğer sade bir iman tarafından yönetilmiş olsalar idi, Musa’nın canı harekete geçiren şu sözlerine uygun olarak harekete geçecekler idi: “İşte Tanrınız Rab siz ülkeyi verdi. Haydi, atalarınızın Tanrısı Rabbin size söylediği gibi gidin ve orayı mülk edinin. Korkmayın ve yılmayın.” Burada bu harika bölümde casuslar ile ilgili olarak tek bir hece ile bile yer almaz. İman, diri Tanrının vaadine ve varlığına sahip olduğu zaman, casuslar ile neden ilgilensin? Eğer Yehova onlara bir ülke verdi ise o zaman bu ülke sahip olmaya değer bir ülkedir. Ve Tanrı ülkeyi vermemiş miydi? Evet, gerçekten vermiş idi ve yalnız bu kadar da değil, ama aynı zamanda o ülkenin doğası ve karakteri ile ilgili tanıklığı da şu parlak sözler ile ilan etmiş idi: “Tanrınız Rab sizi verimli bir ülkeye götürüyor. Öyle bir ülke ki, ırmakları, pınarları ve derelerden tepelerden çıkan su kaynakları vardır. Buğdayı, arpası, üzümü, inciri, narı, zeytinyağı ve balı vardır. Sıkıntısız ekmek yiyeceğiniz ve hiç bir şeye gereksinim duymayacağınız bir ülkedir. Öyle bir ülke ki, kayaları demirdir ve dağlarından bakır çıkarabilirsiniz.” Yasanın Tekrarı 8:7-9.

Tüm bunların İsrail için yeterli olması gerekmiyor muydu? Tanrının tanıklığı ile tatmin olmaları lazım değil miydi? Tanrı onlar adına ülke için casusluk yapmamış mıydı? Ve onlara ülke hakkındaki her şeyi anlatmamış mıydı? Ve bunun yeterli olması gerekmez miydi? Ülkeye casusluk etmeleri için adamlar göndermeye ne gerek vardı? Tanrı ülke hakkındaki her şeyi bilmiyor muydu? Tanrının Dan’dan Beerşeba’ya kadar yerlerin hepsini mükemmel olarak bildiği aşikar idi. Bu ülkeyi seçen ve Kendi sonsuz planlarına göre onu dostu İbrahim’in soyuna vermiş olan Tanrı değil miydi? Tanrı mevcut olan zorlukların hepsi hakkında bilgi sahibi değil miydi? Ve Tanrı bu zorlukların üstesinden gelecek güce sahip değil miydi? O zaman neden “bir araya gelip” “önümüzden adamlar göndereceğiz ve bu adamlar bizim için ülkeyi araştıracak ve bize bilgi verecekler!” dediler?

Ah, sevgili okuyucu, bu sorular doğrudan yüreklerimize gelen sorulardır. Bu sorular bizi ele geçirirler ve bize nerede bulunduğumuzu tam olarak gösterirler. Durup oturmak ve çöldeki İsrail’in yolları hakkında sakin bir şekilde tenkit eden bir söz söylemek bize düşmez; oradaki bir hataya ya da şuradaki bir başarısızlığa işaret etmek bizim işimiz değildir. Tüm bu olanları bizi eğitmek için önümüze konulmuş olan örnekler olarak kabul etmeliyiz. Bu örnekler dostane ve sadık bir el tarafından yol boyunca bulunan ve güvenliğimizi tehdit eden engelleri, bataklıkları ve kayalıkları bize göstermek için verilmişlerdir. Eğer Tanrımızın böyle bir kaydı bizim için yazmayı tasarlamış olmasından kaynaklanan yararı biçmek istiyor isek o zaman İsrail’in tarihinin her sayfasını okumanın doğru olduğundan emin olabiliriz.

Ama belki de okuyucu burada bir soru sormak isteyebilir. “Rabbin kendisi casuslar göndermesi için Musa’ya buyruk vermedi mi? Ve eğer durum böyle ise o zaman İsrail’in bu casusları göndermesi neden yanlıştır? Evet, doğru! Rab Musa’ya Çölde Sayım on üçüncü bölümde casuslar göndermesi için buyruk verdi, ama bu Yasanın Tekrarı birinci bölümde ortaya konulduğu gibi halkın ahlaki durumunun bir sonucu idi. Bunu sonuncusunun ışığında okumadığımız sürece ilkini anlayamayacağız. Yasanın Tekrarı 1:22 ayetinde casus gönderme fikrinin başlangıcının İsrail’in zaten yüreğinde bulunduğunu net bir şekilde öğreniriz. Tanrı onların ahlaki durumunu gördü ve bununla uyumlu bir buyruk verdi.

Eğer okuyucu 1.Samuel kitabının ilk sayfalarına dönecek olur ise aynı konunun benzerini bir kralın atanması konusunda da görecektir. Rab Samuel’e halkın sesine kulak vermesini ve onlara bir kral vermesini buyurdu. (1.Samuel 8:22) Bu, Tanrının halkın planını onayladığı anlamına mı geliyor idi? Kesinlikle hayır! Aksine, Tanrı bunun Kendisini reddetmek anlamına geldiğini açıkça beyan eder. O zaman Samuel’e neden bir kral atamasını buyurdu? Buyruk İsrial’in durumunun bir sonucu olarak verildi. Halk, göz tarafından görülmeyen bir kola tamamen bağımlılık konumundan yorgun düşmüş idi ve et ve kandan olan bir kolu özlemiş idi. İsrail halkı çevrelerindeki uluslar gibi olmayı arzu etti ve kendi önlerinden gitmesi ve savaşlarını kendileri için savaşması gereken bir krala sahip olmayı istedi. Böylece Tanrı onlara istediklerini verdi ve halk çok kısa bir sürede kendi planının değersizliğini kanıtlamaya çağrıldı. Kral tam bir hata idi ve bunu kanıtladı ve halkın diri Tanrıyı terk etmesinin ve kendi seçtikleri ezilmiş bir kamışa dayanmalarının kötü ve acı bir şey olduğunu öğrenmesi gerekti.

Şimdi aynı şeyi casuslar konusu ile ilgili olarak da görüyoruz. Casus gönderme fikrinin bir imansızlık ürünü olduğu tüm olup biteni bilen ruhsal kişinin zihninde sorgulamaya yer vermeyen bir gerçektir. Tanrıya güvenen içten bir yürek aklına sala böyle bir şey getiremez idi. Ne? Tanrının lütfederek bize vermiş olduğu bir diyara zavallı, ölümlü casuslar göndermek mi? Tanrı bize bu ülkeyi zaten tam ve sadık bir şekilde önceden tanımlamamış mıydı? Böyle bir fikir bizden uzak olsun, biz bunun yerine şöyle diyelim: “Tanrının tanıklığı yeterlidir; ülke bize Tanrının armağanıdır; bu nedenle de mutlaka iyi bir ülkedir. Tanrının sözü yüreklerimiz için yeterlidir; biz casus istemiyoruz; diri tanrının sözünü onaylaması için ölümlü tanıklıkların ardından gitmeyiz. Tanrı vermiştir; Tanrı konuşmuştur ve bu yeterlidir.”

Ama ne yazık ki böyle olmadı! İsrail böyle sözler söyleyecek bir konumda değil idi. Onlar casusları göndereceklerdi; casusları istediler, yürekleri onları arzu etti; casus göndermek için duydukları arzu canlarının derinliklerinde yatıyor idi. Yehova bunu biliyor idi ve bu yüzden halkın ahlak durumuna uygun doğrudan bir referans ile o buyruğu verdi.

Okuyucu bun konuyu ayetin ışığı altında düşünür ise iyi yapar. Yasanın Tekrar 1.bölüm ile Çölde Sayım 13.bölümü kıyaslaması gerekecektir. Casusları gönderme eyleminin gerçek doğasının ve ahlaki köklerinin yargılanmasında zorluk çekmesi mümkündür, çünkü eylem Rabbin verdiği buyruk izlenerek yerine getirilmiştir. Ancak her zaman hatırlamamız gereken şudur: Rabbin eylemin yapılmasına ilişkin buyruk verdiği gerçeği halkın bunu istemekte haklı olduklarını hiç bir şekilde kanıtlamaz. Sina Dağında yasanın verilişi; casusların gönderilmesi ve halka bir insan kral atanması bunun kanıtlarıdır. Hiç kuşkusuz Tanrı tüm bu olaylar üzerinde kendi yüceliği uğruna ve insanın bereketi için egemen davranarak hareket etmiştir. Ama yine de yasa Tanrının yüreğinin ifade edilişi olarak görülemez. Tanrı halkı için bir insan kral atanmasını kabul etmemiş idi ve vaat edilen diyarın araştırılması için adamlar gönderilmesinin İsrail’in yüreğinin yalnız Yehova ile tatmin olmadığının net olarak kanıtlanışıdır. Olayın tamamı halkın zayıflığının ve imansızlığının ürünü idi; ama Tanrı sınırsız iyiliği ve hata yapmayan bilgeliği ile hareket etti, çünkü yollarını açıklamak ve yüceliğini göstermek istedi. Tarihe baktığımız zaman her şeyin böyle ortaya çıktığını görürüz. “Musa Kenan ülkesini araştırmak için onları gönderir iken, ‘Negev’e dağlık bölgeye gidin’ dedi, ‘Nasıl bir ülke olduğunu, orada yaşayan halkın güçlü mü zayıf mı, çok mu az mı olduğunu öğrenin. Yaşadıkları ülke iyi mi kötü mü, kentleri nasıl, surlu mu değil mi anlayın. Toprak nasıl? Verimli mi, kıraç mı? Çevre ağaçlık mı, değil mi? Elinizden geleni yapıp orada yetişen meyvelerden getirin.’ Mevsim üzümün olgunlaşmaya başladığı zaman idi. Böylece adamlar yola çıkıp ülkeyi Zin çölünden Levo-Hamat’a doğru Rehov’a dek araştırdılar. Negev’den geçip Anakoğullarından Ahiman, Şeşay ve Talmay’ın yaşadığı Hevron’a vardılar. Hevron, Mısır’daki Soan kentinden yedi yıl önce kurulmuş idi. Eşkol vadisine varınca üzerinde bir salkım üzüm olan bir asma dalı kestiler. Adamlardan ikisi dalı bir sırıkta taşıdılar. Yanlarına nar ve incir de aldılar. İsraillilerin kestiği üzüm salkımından dolayı oraya Eşkol Vadisi adı verildi. Kırk gün dolaştıktan sonra adamlar ülkeyi araştırmaktan döndüler. Param çölündeki Kadeş’e Musa ile Harun’un ve İsrail topluluğunun yanına geldiler. Onlara ve bütün topluluğa gördüklerini anlatıp ülkenin ürünlerini gösterdiler. Musa’ya, “Bizi gönderdiğin ülkeye gittik’ dediler, ‘Gerçekten süt ve bal akıyor orada! İşte ülkenin ürünleri!” Çölde Sayım 13: 17-27.

Burada Rabbin ülke ile ilgili olarak söylemiş olduğu her şeyin doğru olduğunu gördüler – ülkede süt ve bal aktığı hakkındaki gerçek ile ilgili on iki adamın tanıklığı – ülkenin ürünlerinin özellikleri hakkında kendi duyularının gördüklerine yaptıkları tanıklık. Ayrıca bu on iki adam gerçekten ülkede bulunmuş, ülkede dolaşarak otuz gün geçirmiş ve ülkenin kaynaklarından içmiş ve ürünlerinden yemişler idi. Ve iman yargısına göre böyle bir gerçekten çıkartılması gereken kesin sonuç ne olmalı idi? Ama neden ülkeye on iki adamı gönderen aynı el topluluğu idare edemiyor idi?

Ama çok yazık! Çünkü halk iman ile değil koyu ve bunaltan imansızlık ile yönetiliyor idi. Ve hatta casusların kendileri bile – topluluğa güvence ve onay vermeleri için gönderilmiş adamlar bile – iki harika istisna dışında – Tanrıyı hor gören ruhun gücü altında idiler. Özetleyecek olur isek, yapılmış olan planın tamamı bir başarısızlık kanıtı idi. Bu olay, yalnızca insanların yüreklerindeki gerçek durumu göstermiş oldu. Hakim olan imansızlık idi. Tanıklık yeterince açık idi: “Bizi göndermiş olduğun ülkeye girdik ve ülkede süt ve bal olduğu kesin ve işte bunlar da ülkeden getirmiş olduğumuz ürünler.” Konunun Tanrı açısından eksik olan hiç bir yönü yok idi. Ülke tam olarak halka söylemiş olduğu gibi idi ve casusların kendileri buna tanıklık etmiş idiler. Ama biz şimdi bundan sonra söylenenlere kulak verelim: “ancak orada yaşayan halk güçlü, kentler de surlu ve çok büyük. Orada Anak soyundan gelen insanları bile gördük.” Çölde sayım 13:28.

İnsan ile ilgili olan her yerde daima bir “yine de” olduğu kesindir. Bunun nedeni imansızlığın iş başında olmasıdır. İmansız casuslar zorlukları gördüler – büyük kentler, yüksek surlar ve uzun boylu devler. Gördükleri tüm şeyler bunlar idi. Ama hiç bir şekilde Yehova’yı görmediler. Onlar göz ile görülmeyen şeylere bakmak yerine göz ile görülen şeylere baktılar. Gözlerini görünmeyen Tanrıya dikmediler. Hiç kuşkusuz, kentler büyük idi, ama Tanrı kentlerden daha büyüktür. Surlar yüksek idi, ama Tanrı surlardan yüksektir. Devler güçlü idi ama Tanrı elbette devlerden daha güçlüdür.

İşte iman, her zaman bu mantık ile hareket eder. İman, Tanrı ve zorluklar arasında mantık yürütür: ve iman hep Tanrı ile başlar. Tüm farkı yaratan da budur. Bu söylediklerimiz zorluklara karşı duyarsız kalmamız gerektiği anlamına gelmez; aynı şekilde kayıtsız kalmamız da gerekmez. Duyarsızlık da kayıtsızlık da iman değildir. Yaşamda her şeyi hafife alarak yaşama prensibi ile hareket eder gibi görünen bazı uysal tabiatlı kişiler vardır. Bu da iman değildir. İman, zorlukların yüzüne doğrudan bakar; zorluklar karşısında tamamen canlıdır. İman bilgisiz değildir, kayıtsız ya da umarsız da değildir. Ama nedir iman? İMAN ZORLUĞUN KARŞISINA DİRİ TANRI’YI GETİRİR. O’na bakar; O’na dayanır; O’ndan çeker. İşte imanın büyük sırrı burada yatmaktadır. İman, Her Şeye Gücü Yeten Tanrı için asla hiç bir duvarın fazla yüksek olmadığına, hiç bir kentin fazla büyük olmadığına ve hiç bir devin fazla güçlü olmadığına dair sakin ve derin bir güven besler. Kısaca, iman, Tanrıya gerçek yerini veren tek şeydir. Ve bunun bir sonucu olarak canı kuşatan koşulların- koşullar ne olur ise olsun - etkileri üzerine kusursuz bir şekilde yükselten tek şeydir. Kalev bu değerli imana sahip idi ve bu nedenle şöyle dedi: “Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz var.” Çölde sayım 13:30. Bu tür sözler Tanrıyı yücelten ve koşulları hiçe indiren yaşayan imanın saf sözleridir.

Ama ne yazık ki, casusların büyük çoğunluğu artık onları gönderen adamın bu yaşayan imanı tarafından yönlendirilmiyorlar idi ve bu yüzden konuşan bir imanlı diğer imansızlar tarafından susturulmak istendi. Onunla birlikte giden adamlar “Bu halka saldıramayız, onlar bizden daha güçlü” dediler. İmansızlığın konuştuğu dil, iman dilinin tam aksi idi. İman ile konuşanlar Tanrı’ya bakarak “bunu yapmaya yetecek gücümüz var” dediler, ancak diğerleri zorluklara baktılar ve “bunu yapacak gücümüz yok” dediler. Durum o zaman bu idi ve şimdi de aynıdır. İmanın gözleri yaşayan Tanrı ile örtülüdür ve bu nedenle zorluklar görülmez. İmansızlığın gözleri koşullar ile örtülüdür ve  bu yüzden Tanrı görülmez. İman olayın içine Tanrıyı getirir ve bu sayede her şey parlak ve kolay görünür. İmansızlık Tanrıyı olayın dışında bırakır ve bu yüzden her şey karanlık ve zordur.

“Araştırdıkları ülke hakkında İsrailliler arasında kötü haber yayarak, ‘Boydan boya araştırdığımız ülke içinde yaşayanları yiyip bitiren bir ülkedir’ dediler. ‘Üstelik orada gördüğümüz herkes uzun boylu idi. Nefiller’i ve Nefiller’in soyundan gelen Anaklıları gördük. Onların yanında kendimizi çekirge gibi hissettik, onlara da öyle göründük.” Çölde Sayım 13:32-33.

İmansızlık ne zaman iş başında olsa şu gerçeğin kendisini göstermesi çok dikkat çekicidir; imansızlık her zaman Tanrıyı sorunun dışında bırakır. Bu gerçeğin doğruluğu tüm çağlarda, tüm yerlerde ve tüm koşullarda kendisini gösterir. Bu konuda hiç istisna yoktur. İmansızlık insan ilişkilerini ele alır, onlar hakkında mantık yürütür ve onlardan sonuçlar çıkartır, ama yürüttüğü tüm mantıklar ve vardığı tüm sonuçlar, Tanrı’yı olayın dışında bırakma temeli üzerindedir. Kanıtlarının gücü Tanrı’yı sorunun dışında bırakmaya ve O’nu dışarıda tutmaya bağlıdır. Yalnızca Tanrı’yı görün ve soruna karşı O’nu getirin ve imansızlığın tüm mantıkları ayaklarınızın altındaki toza dönüşecektir. Böylece önümüzdeki olayda bu imansız on kişinin ileri sürdükleri tüm itirazlara imanın verdiği karşılık nedir? Tek bir sözcükten oluşmasına rağmen tam tatmin edici olan basit bir yanıttır – TANRI! İmanın tüm itirazlara verdiği karşılık TANRI’dır!

Değerli okuyucu, bu en bereketli yanıtın gücü ve değeri hakkında bir şey biliyor musunuz? Tanrı’yı biliyor musunuz? Canınızın görümünün tamamını Tanrı dolduruyor mu? Her sorunuzun yanıtı Tanrı mı? Her zorluğunuzun çözümü Tanrı mı? Her gün yaşayan Tanrının gerçekliği ile yürümeyi biliyor musunuz? “Bu ölümlü yaşamdaki tüm değişimler ve koşullar” esnasında O’na yaslanmanın sağladığı sakinleştirici gücü tanıyor musunuz? Eğer tüm bunları bilmiyor ya da tanımıyorsanız, içinde bulunduğunuz durumda bir saat bile devam etmemeniz için size yalvarırım. Yol açıktır. Tanrı kendisini İsa Mesih’in görünümünde açıklamıştır; Mesih ihtiyaç içinde olan her canın rahatlatıcısı, kaynağı ve sığınağıdır. O’na bakın, hatta şimdi O’na bakın, “Bulunabilir iken, yakın iken O’nu çağırın.” “Rabbin adını çağıran herkes kurtulacaktır” ve “İman eden asla utandırılmayacaktır.”

Ama öte yandan eğer lütuf aracılığı ile Tanrıyı Kurtarıcınız – Babanız - olarak tanıyor iseniz, o zaman her konuda bir çocuk gibi sorgulamayan bir güvene sahip olarak tüm yollarınızda O’nu yüceltmenin ardından gidin. Bırakın Tanrı her koşul altında gözlerinizin örtüsü olsun ve böylelikle tüm zorluklara rağmen canınız mükemmel bir esenlik içinde korunsun.

Çölde Sayım 14

“Ve o gece bütün topluluk yüksek ses ile bağrışıp ağladı.” Çölde Sayım 1:1. Bu duruma şaşırmamız gerekir mi? Gözlerinin önünde güçlü devler, yüksek surlar ve büyük kentler olan bir halktan başka ne yapması beklenebilirdi ki? Kendilerini böyle büyük zorlukların önünde bulan bir topluluk ancak korkabilir ve ağlayabilir idi. Çünkü tüm bu zorluklardan kendilerini zaferli bir şekilde çekip çıkarabilecek tanrısal gücün farkında bile değiller idi. Topluluğun tümü mutlak bir imansızlık egemenliğine terk edilmişler idi. İmansızlığın karanlık ve soğuk bulutları tarafından kuşatılmışlar idi. Tanrı zorlukların dışında bırakılmış idi. Kendilerini kuşatmış oldukları karanlığı aydınlatmak için tek bir ışık huzmesine bile sahip değiller idi. Tanrı ve Tanrının kaynakları ile meşgul olmak yerine kendileri ile ve zorluklar ile meşguldüler. Bu nedenle seslerini yükseltip bağırışıp ağlamaktan başka ne yapabilirler idi?

Bu olay ve Mısır’dan Çıkış on beşinci bölümün başlangıcı arasında ne kadar da müthiş bir zıtlık mevcut idi. Mısır’dan Çıkış on beşinci bölümde gözleri yalnızca Yehova’nın üzerinde idi ve bu sayede zafer şarkısı söyleyebildiler. “Öncülük edeceksin sevgin ile kurtardığın halka, kutsal konutunun yolunu göstereceksin gücün ile onlara. Uluslar duyup titreyecekler ve Filist halkını dehşet saracak .” Mısır’dan Çıkış 15: 13-14. İsrail bu ruh durumunda olmak yerine korkuyor idi ve halkın hepsinin yüreklerini üzüntü sarmış idi. “Sonra Edom beyleri korkuya kapılacak ve Moav önderlerini titreme alacak. Kenan diyarında yaşayanların tümü korkudan eriyecek. Korku ve dehşet düşecek üzerlerine.” Mısır’dan Çıkış 15: 15,16. Kısaca, her iki örnek de birbirinin tamamen aksidir. Üzüntü, dehşet ve korkunun düşmanlarının üzerinde olması gerekir iken tüm bunlar İsrail’in üzerinde idiler. Ve neden böyle idi? Çünkü Mısır’dan Çıkış 15.bölümde gözlerini tamamen örten Tanrı, Çölde Sayım 14.bölümde tamamen gözlerinin dışında bırakılmıştır. Bir olayda iman egemendir, diğer olayda ise imansızlık egemendir. “Bileğinin gücü karşısında taş kesilecekler. Ya Rab, halkını içeri alacaksın. Kendi dağına, yaşamak için seçtiğin yere, ellerin ile kurduğun kutsal yere dikeceksin, ya Rab! Rab sonsuza dek egemen olacaktır.” Mısır’dan Çıkış 15: 16-18.

Ah, bu zafer sesleri Çölde Sayım 14.bölümdeki imansız bağırış ve şikayetlerin ne kadar da aksi! Mısır’dan Çıkış 15.bölümde ise Anakoğulları, yüksek surlar ve çekirgeler hakkında tek bir hece dahi yazılı değil. Hayır, orada her şey Yehova hakkında. O’nun sağ eli, kudretli kolu, O’nun gücü, O’nun mirası, O’nun konutu ve O’nun kurtardığı halkı için yaptıkları hakkında. Ve sonra Kenan diyarının halkına işaret edildiği zaman titredikleri, dehşete ve korkuya kapıldıkları ve taş kesildikleri yazılıdır.

Ama öte yandan Çölde Sayım 14.bölüme baktığımız zaman üzülerek her şeyin aksini okuruz. Anakoğulları çok uzun boyludurlar, duvarlar ve surlar yüksektir ve kentler büyüktür ve halkın gördükleri yalnızca bunlardır. Ne yazık ki, Gücü Her Şeye Yeten Kurtarıcıdan tek bir kelime dahi edilmez. Bir yanda zorluklar diğer yanda ise çekirgeler vardır. Ve bu durumda insan şu sözler ile feryat etmek zorunda kalır: “Kızıl Deniz’den geçen zaferli şarkıcıların Kadeş’te imansızlık ile ağlayan kişiler haline gelmeleri mümkün müdür? “

Ne yazık ki, durum böyledir ve biz burada çok derin ve kutsal bir ders öğreniriz. Bu çöl olaylarını inceler iken sürekli olarak bize söylenmiş olan şu sözleri hatırlamamız gerekir: “Bu olaylar başkalarına ders olsun diye onların başına geldi; çağların sonuna ulaşmak üzere olan bizleri uyarmak için yazıya geçirildi.” 1.Korintliler 10:11. Bizler de İsrail gibi değil miyiz? Bizi tüm zorluklardan geçirerek Kendi sonsuz krallığına güvenlik içinde getirmiş olan kutsal Olan’a bakmak yerine bizi kuşatmış olan zorluklara bakmaya eğilimliyiz. Neden bazen cesaretimizi yitiriyoruz? Neden şikayet etmeye başlıyoruz? Neden yüreğimizden övgü ve şükran şarkıları yerine hoşnutsuzluk ve sabırsızlık sesleri yükseliyor? Yanıt basit, çünkü Tanrıya gözlerimiz için mükemmel bir örtü ve yüreklerimiz için mükemmel bir obje olarak sahip olmak yerine koşulların Tanrıyı dışarıda bırakmasına izin veriyoruz.

Ve ayrıca şu soruyu da soralım: Göksel  insanlar olarak sahip olduğumuz konumdan yararlanmak yerine neden böyle üzücü bir şekilde başarısızlığa uğruyoruz? İmanlılar olarak bize ait olan şeylere sahip çıkalım. Mesih’in bizim için satın almış olduğu o ruhsal ve göksel mirasa el koyalım ve öncümüz olarak girmiş olduğu diyara biz de girelim; bunları yapmamıza engel olan nedir? Bu gibi sorulara nasıl yanıt verilmesi gerekir?  - yalnızca tek bir sözcük – İmansızlık!

Esin aracılığı ile İsrail ile ilgili olarak beyan edilen nedir? “imansızlıklarından ötürü vaat edilen diyara (Kenan) giremediler.” (İbraniler 3.bölüm) Aynı şey bizim için de geçerlidir. Göksel mirasımıza girmekte başarısız oluyoruz- gerçek ve uygun payımıza pratikte sahip çıkamıyoruz- her gün göksel bir halk olarak yürüyemiyoruz; biz göksel halkın yeryüzünde yerimiz, adımız ve payımız yok – bu dünya ile hiç bir işimiz yok.  Göçmenler ve yabancılar olarak bizden önce gitmiş ve gökyüzündeki yerini almış Olan’ın ayak izlerinde ilerliyoruz. Ve neden başarısızlığa uğruyoruz? İmansızlık yüzünden. İman enerjide değildir ve bu yüzden göz ile görülen şeylerin yüreklerimiz üzerindeki etkisi göz ile görülmeyen şeylerin etkisinden daha güçlüdür. Ah, diliyorum ki, Kutsal Ruh imanımızı güçlendirsin ve canlarımıza enerji olsun ve bizleri yukarı ve öne yönlendirsin, öyle ki göksel yaşamdan yalnızca söz edenler olmayalım ve bizi bu göksel yaşama sınırsız lütfu ile çağırmış Olan’a övgüler sunmak için bu göksel yaşamı yaşayalım!

“Bütün İsrail halkı Musa ve Harun’a karşı söylenmeye başladı. Onlara, ‘Keşke Mısır’da ya da çölde ölseydik!” dediler. “Rab neden bizi bu ülkeye götürüyor? Kılıçtan geçirilelim diye mi? Karılarımız ve çocuklarımız tutsak edilecek. Mısır’a dönmek bizim için daha iyi değil mi?’ sonra birbirlerine, ‘Kendimize bir önder seçip Mısır’a dönelim’ dediler.” Çölde Sayım 1:2-4.

İsrail’in çöldeki tarihinde imansızlık ile ilgili iki melankolik durum görülür; biri Horev’de, diğeri ise Kadeş’te. Horev’de altından bir buzağı yaptılar ve şöyle dediler: “Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkartan Tanrınız budur!” Kadeş’te ise, kendilerini Mısır’a götürmesi için bir önder seçme fikrini ortaya attılar. Altından yapılan buzağı imansızlığın batıl inancıdır; diğeri ise imansızlığın seçilmiş bağımsızlığıdır ve kendilerini Mısır’dan çıkartanın bir altın buzağı olduğunu düşünen bu kişilerin Mısır’a dönmek için bir önder seçmek istemelerine şaşırmamamız gerekir. Zavallı insan zihni bir kötülükten diğerine bir tenis topu gibi atılıp durmaktadır. İmanın diri Tanrıda bulduğu kaynaktan başka hiç bir kaynak yoktur. İsrail’in durumunda Tanrı gözden kaybolmuş idi. İmansızlık ya bir buzağıda ya da bir önderde görülmekte idi; ya çölde ölmek ya da Mısır’a geri dönmek. Kalev ise, tüm diğerlerinden farklıdır ve çok parlak bir iman konumundadır. Kalev ne çölde ölmeyi ne de Mısır’a geri dönmeyi düşünüyor idi; onun düşüncesi Yehova’nın görünmeyen kalkanı arkasında gizlenerek vaat edilen diyara tam olarak girmeyi kafasına koymuş idi.

“Ülkeyi araştıranlardan Nun oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kalev giysilerini yırttılar. Sonra bütün İsrail topluluğuna şöyle dediler: ‘İçinden geçip araştırdığımız ülke çok iyi bir ülkedir. Eğer Rab bizden hoşnut kalır ise süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rab bizimledir. Onlardan korkmayın!’ Topluluk ise onları taşa tutmaya hazırlandı.” Çölde Sayım 1: 6-10.

Ve taşlanma nedenleri ne olacak idi? Yalan söyledikleri için mi taşlanacaklar idi? Küfrettikleri ya da kötülük yaptıkları için mi taşlanacaklar idi? Hayır; taşlanma nedenleri gerçeğe cesur ve gayretli bir şekilde tanıklık ettikleri için olacak idi. Ülkeyi araştırmak için casus olarak gönderilmişler idi ve bu konuda gördüklerini bir rapor olarak iletmeleri gerekiyor idi. Ve Yeşu ve Kalev bunu yaptılar. Ve topluluk onları bu yüzden taşlamak istedi. İnsanlar o gün olduğu gibi bu gün de gerçeği işitmekten hoşlanmıyorlar idi. Gerçek hiç bir zaman rağbet görmez. Bu dünyada ya da insan yüreğinde gerçeğe yer yoktur. Yalanlar ve hatalar her şekilleri ile kabul edilirler ama gerçek asla kabul edilmez. Yeşu ve Kalev kendi zamanlarında her çağdaki gerçeğe tanıklık edenlerin karşılaştıkları deneyimleri yaşadılar ve her birimiz aynı şekilde diğer kişilerin gerçeğe olan muhalefet ve nefretleri ile karşılaşmayı beklemek zorundayız. Yalnızca gerçeği söyleyen ve Tanrıya güvenen bu iki adamın söylediklerine altı yüz bin kişinin sesi yükselerek karşı geldi. Bu durum her zaman böyle olmuştur, böyledir ve o görkemli an yeryüzüne gelinceye kadar da böyle olacaktır: “sular denizleri nasıl örtüyor ise, yeryüzü de aynı şekilde Rabbin bilgisi ile örtülecektir.”

Ama ah! Yeşu ve Kalev gibi Tanrının gerçeğine tam, net ve ödün vermeyen bir tanıklık etmek ne kadar da önemlidir! Gerçeği, kutsalların uygun payı ve mirası olarak korumak ne kadar önemlidir! Gerçeği bozmak, yok etmek ve standardını düşürmek için insanlarda ne kadar da büyük bir eğilim mevcuttur. Bu yüzden gerçeğe, canda tanrısal güç içinde sahip olmak gibi acil bir ihtiyaç söz konusudur. Canlar, “Biz gerçekten bildiğimizi söylüyor ve görmüş olduğumuza tanıklık ediyoruz.” Kalev ve Yeşu yalnızca vaat edilen ülkede bulunmamışlar idi, ama aynı zamanda o ülke konusunda Tanrı ile birlikte bulunmuşlar idi. Ülkeye imanın bakış açısından bakmışlar idi. Ülkenin tanrının bir planı ya da amacı olarak kendilerine mülk olarak verilmiş olduğunu biliyorlar idi; doğru olan, ülkeyi Tanrının bir armağanı olarak almak idi. Ama yine de ülkeye Tanrının gücü ile sahip çıkmaları gerekiyor idi. Yeşu ve Kalev iman ile dolu, cesaret ile dolu ve güç ile dolu adamlar idiler.

Bereketli adamlar! Onlar Tanrının varlığının ışığında yaşıyorlar idi, topluluğun tamamı ise kendi imansızlıklarının karanlık gölgeleri tarafından sarılıp kalmışlar idi. Nasıl da büyük bir karşıtlık! Böyle bir farklılık Tanrının halkı arasında dahi her zaman vardır. Tanrının çocukları olduklarından kuşku duyamayacağınız kişiler ile sürekli olarak karşılaşırsınız. Ama onlar yine de hiç bir zaman tanrısal açıklamanın yüksekliğinin üstüne çıkmış gibi görünmezler. Oysa Tanının kutsalları olarak konumları ve payları asla bu değildir. Böyle kişiler her zaman kuşku ve korkular ile doludurlar. Üzerleri her zaman bulutlar ile kaplıdır; her zaman olayların karanlık kısmında kalırlar. Kendilerine bakarlar ya da koşullarına ve içinde bulundukları zorluklara bakarlar. Hiç bir zaman neşeli ve mutlu değildirler. Bir imanlıda olması gereken ve Tanrıya yücelik getiren o sevinçli güveni ve cesareti gösterecek güçleri yoktur.

Şimdi tüm bu durumların gerçekten üzücü olduklarını görüyoruz; böyle olmaması gerekir ve biz burada çok üzücü bazı hataların ve kökten yanlış olan bazı şeylerin bulunduğundan emin olabiliriz. İmanlının her zaman huzurlu ve mutlu olması ve ne ile karşılaşır ise karşılaşsın Tanrıyı övebilmesi gerekir. İmanlının sevinçleri kendisinden ya da içinde bulunduğu koşul nedeni ile akmaz; imanlının sevinçlerinin kaynağı yaşayan tanrıdır ve O’ndan akarlar ve yersel her etkinin ulaşabileceğinin çok ötesindedirler. İmanlı şu sözleri söyleyebilir: “Tanrım, sen benim tüm sevinçlerimin kaynağısın.” Bu durum, Tanrının en zayıf çocuğunun bile sahip olduğu hoş bir ayrıcalıktır. Ama işte çok üzücü bir şekilde düştüğümüz ve başarısız olduğumuz nokta da buradadır. Tanrıya bakan gözlerimizi Tanrıdan çevirir ve kendimize ya da koşullarımıza ve sıkıntılarımıza ya da zorluklarımıza bakmaya başlarız; bu yüzden her şey kararır ve bizler hoşnutsuzlaşırız, söylenmeye ve şikayet etmeye başlarız. Ancak Hristiyanlık bu değildir. Bu imansızlıktır- karanlıktır, ölümcüldür, Tanrıyı hor görmektir ve yüreği  bunaltan imansızlıktır.” Tanrı bize korku ruhu vermedi, güç, sevgi ve sağlıklı zihin ruhu verdi.

Gerçekten ruhsal olan bir Kalev’in sözleri bunlardır. Kendisini kuşatan zorlukların ve tehlikelerin baskısını hisseden yüreklerin Kalev’in sözlerini işitmeye ihtiyaçları vardır. Tanrının Ruhu gerçek imanlının canını kutsal bir cesaret ile doldurur. İmanlıyı çevresindeki kötü koşulların üstüne yükseltir ve imanlının canı “fırtınaların ve güçlüklerin asla ulaşamayacağı” o parlak güneşli alana getirilir.

“Ve ansızın Rabbin görkemi buluşma çadırında tüm İsrail halkına göründü. Rab Musa’ya şöyle dedi: 2Ne zamana dek bu halk bana saygısızlık edecek? Onlara gösterdiğim bunca belirtiye rağmen, ne zamana dek bana iman etmeyecekler? Onları salgın hastalık ile cezalandıracağım, mirastan yoksun bırakacağım. Ama seni onlardan daha büyük ve daha güçlü bir ulus kılacağım.” Çölde Sayım 1: 11,12.

Bu an Musa’nın tarihinde ne kadarda önemli bir an idi! Bu durum, doğanın Musa için altın bir fırsat olarak nitelendireceği bir an idi! Bundan önce ve bundan sonra asla bir insanın önünde böyle bir kapı açılmayacak idi. Düşman ve Musa’nın kendi yüreği Tanrının bu sözlerine şöyle karşılık verebilir idi: “İşte zamanın geldi. Daha büyük ve daha güçlü bir ulusun kurucusu  olman için sana teklifte bulunuldu, hem de Yehova’nın Kendisi tarafından! Sen bu fırsatın peşinden gitmiyor idin. Bu fırsat önüne yaşayan tanrı tarafından konuldu ve eğer sen şimdi böyle bir fırsatı reddeder isen, bu hayatında yapacağın en büyük ahmaklık olur.”

Ama sevgili okuyucu, Musa kendi çıkarlarının peşinde olan biri değil idi. Musa, Mesih’in açgözlülük ruhundan çok fazla içmiş idi. Kutsal olmayan bir isteği asla yok idi ve bencil arzulara sahip değil idi. Musa’nın arzusu yalnızca Tanrının yüceliği ve O’nun halkının iyiliği idi. Ve bu arzularına ulaşmak için lütfun gücü aracılığı ile kendisini ve isteklerini sunağa koymaya hazır idi.

İşte burada onun verdiği harika karşılığı okuyoruz. Tanrının kendisine söylediği, “Seni onlardan daha büyük ve daha güçlü bir ulus kılacağım” sözlerinin üzerine atlamak ve kendi güç ve zenginliğinin temelini hazırlayan bu altın fırsatı hemen kabul etmek yerine kendisini hemen konunun dışına çeker ve olabilecek en soylu bir ilgisizlik ile yanıtını verir: “Musa, ‘Mısırlılar bunu duyacak’ diye karşılık verdi, ‘çünkü bu halkı gücünle onların arasından sen çıkarttın. Kenan topraklarında yaşayan halka bunu anlatacaklar. Ya rab, bu halkın arasında olduğunu ve onlar ile yüz yüze görüştüğünü, bulutunun onların üzerinde durduğunu ve gündüz bulut sütunu gece ise ateş sütunu içinde onlara yol gösterdiğini duymuşlar. Eğer bu halkı bir insanmış gibi yok eder isen, senin ününü duymuş olan bu uluslar ‘Rab ant içerek söz verdiği bu ülkeye bu halkı götüremediği için onları çölde yok etti’ diyecekler.” Çölde sayım 1:13-16.

Musa burada konumların en yücesinden söz eder. Ve o tamamen yalnızca Rabbin yüceliği ile ilgilidir. Sünnetsiz ulusların gözünde Tanrının yüceliğinin saygınlığını yitirmesine tahammül edemez. Musa’nın bir önder ve bir kurucu olmasının ne önemi vardır? Gelecekte yaşayacak olan milyonlarca kişinin onu örnek ataları olarak görmelerinin ne önemi vardır? Ve eğer tüm bu kişisel yücelik ve büyüklük tanrısal yüceliğin tek bir ışınının feda edilmesine neden olacak ise bunun Musa’ya ne yararı olacaktır? Tanrının yüceliğinden başka hiç bir şeyin önemi yoktur. Musa’nın adı sonsuza kadar silinebilir. Altın buzağı döneminde de aynı şekilde hareket eden Musa şimdi de aynı tutumu önderlik konumundan feda ederek göstermeye hazır idi. İmansız bir ulusun batıl inançları ve bağımsızlığı karşısında Musa’nın yüreği yalnızca Tanrının yüceliği için atıyor idi. Bedeli ne olur ise olsun, yapılması gereken Musa’nın yaptığıdır. Gelen ne olur ise olsun ve bedeli ne olur ise olsun Rabbin yüceliğinin korunması gereklidir. Musa, İsrail’in Tanrısının yüceliğinin korunmasının temel alınmadığı takdirde hiç bir şeyin doğru olmasının mümkün olamayacağını hissetti. Tanrının bu bereketli adamının yüreği kendisinin değil ancak Tanrının yüceliğini düşünebilir idi. Tanrının o çok sevdiği adının uluslar arasında hor görülmesine ya da herhangi bir kişi tarafından “Rab gücü olmadığı için yapamadı” demesine tahammül edemez idi.

Ama Musa’nın kendi çıkarına olan ilgisizliğine yakın olan bir başka şey daha var idi. Musa, halkı da düşünüyor idi. Halkı seviyor idi ve onlara ilgisi büyük idi. Yehova’nın yüceliği hiç kuşkusuz en önde geliyor idi, ama İsrail’in bereketlenmesi de hemen onun ardından gelmekte idi. Ve Musa Rabbe şöyle dedi: “Şimdi gücünü göster, ya Rab! Demiştin ki, Rab tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve isyanı bağışlar. Ancak suçluyu cezasız bırakmaz, babaların işlediği suçun hesabını üçüncü ve dördüncü kuşak çocuklarından sorar. Mısır’dan çıkışlarından bu güne dek bu halkı nasıl bağışladı isen, büyük sevgin uyarınca onların suçunu bağışla.” Çölde Sayım 1:17-19.

Burada yazılı olan sözler alışılmamış bir güzelliğe sahiptirler. Buradaki tüm ifadede yer alan düzen, ton ve ruh kendine özgü eşsiz bir güzelliktedir. Öncelikle ve her şeyden önemlisi Rabbin yüceliği adına gayretli bir özen mevcuttur. Rabbin yüceliğinin çevresine tam bir çit gerilmesi gerekir. Ama sonra bu tanrısal yüceliğin korunmasının temeli üzerinde halk için bağışlanma gösterilmesi arzusu yer alır. Bu her iki şey en bereketli biçimde bu aracılığın içinde birbirleri ile bağlantılı olarak mevcutturlar. “Rabbimin yüceliğinin büyüklüğü görünsün.” Hangi noktaya kadar? Yargı ve yıkım noktasına kadar mı? Hayır! “Rab tez öfkelenmez.” Ne harika bir düşünce! Tez öfkelenmemek ve bağışlamak konusunda tanrının gücü! Nasıl da söz ile anlatılamayacak kadar değerli! Musa’nın bu kadar doğru ve düzgün konuşabilmesi onun Tanrının zihni ve yüreği ile ne kadar yakın olduğunu göstermektedir! Ve Musa Horev dağında İsrail için aracılık yaptığı zaman, İlyas ile ne kadar zıt bir tutum içinde idi. Bu iki onurlu adamın Tanrının zihni ve ruhu ile ne kadar büyük bir uyum içinde olduklarını sorgulamak mümkün değildir. “Şimdi sana yalvarıyorum, büyük sevgin uyarınca bu halkın suçunu bağışla!” Affetmekten zevk alan Yehova’nın kulağına bu sözlerin ne kadar uygun geldiklerini şu sözlerde anlıyoruz: “Dileğin üzerine onları bağışladım.” Ve Rab sonra şu sözleri de ekler: “ Ne var ki, ben nasıl yaşıyor isem, varlığım ve yüceliğim adına yüceliğim yeryüzünü dolduracak.”

Okuyucu bu iki ifadeye özenle dikkat etmelidir. Bu iki ifade mutlak ve değişmezdir. “Bağışladım.” Ve “Tüm yeryüzü Rabbin yüceliği ile dolacak.” Hiç bir şey hiç bir şekilde bu iki büyük gerçeği değiştiremez. Bağışlama kesindir ve yücelik tüm yeryüzü üzerinde parlayacaktır. Yeryüzünün ya da cehennemin, insanların ya da şeytanların hiç bir gücü bu iki ifadenin tanrısal saygınlığına asla müdahale edemez. İsrail Tanrısının muhteşem bağışlaması ile sevinecek ve tüm yeryüzü O’nun yüceliğinin parlak güneş ışığına bürünecektir.

Ama sonra lütuf ile birlikte bir de yönetim vardır. Bu gerçeğin asla unutulmaması gerekir. Ve aynı zamanda daima hatırlanmaları da gerekir. Tanrının tüm kitabında lütuf ve yönetim arasındaki farklılık resmedilir. Ve şimdi önümüzde açık olan bu kısımda lütuf ve yönetim belki de en güçlü şekilde kaydedilmişlerdir. Lütuf bağışlayacaktır ve lütuf yeryüzünü tanrısal yüceliğin bereketli ışınları ile dolduracaktır, ama şu yakıcı sözler ile ortaya konan yönetimin tekerleklerinin çekici hareketine dikkat edin : “Yüceliğimi, Mısır’da ve çölde gösterdiğim belirtileri görüp de beni on kez sınayan, sözümü dinlemeyen bu kişilerden hiç biri atalarına ant içerek söz verdiğim ülkeyi göremeyecek. Beni küçümseyenlerden hiç biri orayı görmeyecek. Ama kulum Kalev’de başka bir ruh var, o bütün yüreği ile ardımca yürüdü. Araştırmak için gittiği ülkeye onu götüreceğim ve onun soyu orayı miras alacak. Amalekliler ile Kenanlılar orada yaşıyorlar. Siz yarın geri dönün. Kamış Denizi (Kızıldeniz) yolundan çöle gidin.” Çölde Sayım 14:22-25.

Bu çok ciddi bir konudur. Tanrıya güvenmek ve O’nun sınırsız güçteki koluna bağımlı olarak cesaret ile vaat edilen ülkeye gitmek yerine halk Tanrıyı imansızlık göstererek tahrik etti, güzel ülkeyi küçümsedi ve o büyük ve korkunç çöle tekrar geri dönmek zorunda kaldı. “Rab Musa ve Harun’a da, ‘Bu kötü topluluk ne zaman dek bana söylenecek? ‘ dedi. ‘Bana söylenen İsrail halkının yakınmalarını duydum. Onlara Rab şöyle diyor de: ‘Varlığım adına ant içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: cesetleriniz bu çöle serilecek. Bana söylenen, yirmi ve daha yukarı yaşta sayılan herkes çölde ölecek. Sizi yerleştireceğime ant içtiğim ülkeye Yefunne oğlu Kalev ile Nun oğlu Yeşu’dan başkası girmeyecek. Ama tutsak edilecek dediğiniz çocuklarınızı oraya, sizin reddettiğiniz ülkeye götüreceğim; orayı tanıyacaklar. Size gelince, cesetleriniz bu çöle serilecek. Çocuklarınız, hepiniz ölünceye dek çölde kırk yıl çobanlık edecek ve sizin sadakatsizliğiniz yüzünden sıkıntı çekecekler.” Çölde Sayım 14: 26-33.

Bu durumda imansızlığın ürünü bu oldu ve yüreklerinin katılığı nedeni ile söylenerek Tanrıyı hor gören bir halk için Tanrının yönetici tutumu bu sonucu verdi.

Burada dikkatimizi çekecek en önemli nokta şu olmalıdır: İsrail’i vaat edilen ülkeye sokmayan neden imansızlık idi. İbraniler üçüncü bölümdeki esin ile yazılmış yorum, tüm bunları sorgulamanın çok ötesine taşır. “görüyoruz ki, imansızlıklarından ötürü oraya giremediler.” İbraniler 3: 19. Belki İsrail’in Kenan diyarına girmesi için doğru zamanın gelmediği söylenebilir. Amorluların kötülükleri henüz dolma noktasına ulaşmamış idi. Ancak İsrail’in Şeria nehrini geçmeyi reddetmesinin nedeni bu değildir. Onlar Amorluların kötülükleri hakkında hiç bir şey bilmiyor ve hiç bir şey düşünmüyorlar idi. Kutsal Yazılar yeterince sade ve açıktır: “Oraya giremediler.” Amorluların kötülükleri nedeni ile değil; zaman henüz dolmadığı için değil – ama yalnızca “imansızlıkları nedeni ile.” Oraya girmeleri gerekir idi. Bunu yapmak ile sorumlu idiler ve bunu yapmadıkları için yargılandılar. Yol açık idi. Sadık Kalev tarafından söylendiği gibi, iman yargısı net ve terddütsüz idi: “Oraya gidip ülkeyi ele geçirelim. Kesinlikle buna yetecek gücümüz vardır.” O anda olabilecek başka herhangi bir anda olduğu gibi buna güçleri var idi, çünkü onlara ülkeyi veren Kişi, onların bu ülkeye girmesi ve ona sahip olmaları için gereken güçlerinin kaynağı idi.

Bu noktayı anlamakta yarar var ve bu nokta üzerinde derin düşünmek gerekir. Tanrının öğütleri, amaçları ve buyrukları hakkında konuşmanın belirli bir tarzı vardır – O’nun ahlak yönetiminin de bir tarzı olduğu gibi – Tanrının kendi gücü ile koymuş olduğu zamanlar ve mevsimler insan sorumluluğunun temellerini silip süpürecek güçtedir. Buna karşı olan düşüncelerden özenle korunmalıyız. İnsanın sorumluluğu sır olana değil ,açıklanmış olana bağlıdır ve bunu her zaman aklımızda tutmamız gerekir. İsrail2in sorumluluğu bir an önce ülkeye girmek ve ülkeye sahip olmak idi. Ve bunu yapmadıkları için yargılandılar. Cesetleri çöle serildi, çünkü ülkeye girecek imana sahip değiller idi.

Ve tüm bunlar bize çok ciddi dersler öğretmez mi? Elbette, kesinlikle öğretirler. Nasıl oluyor da biz imanlılar göksel paylarımıza pratikte sahip olma konusunda başarısız oluyoruz? Bizler kuzunun kanı aracılığı ile yargıdan kurtarıldık; hali hazırdaki dünyadan Mesih’in ölümü aracılığı ile kurtarıldık. Ama ruhta ve iman aracılığı ile Şeria nehrini geçmiyor ve göksel mirasımıza sahip çıkmıyoruz. Genelde inanılan, Şeria nehrinin ölümün bir örneği olduğudur, yani bu dünyadaki doğal yaşamın sona ermesi. Bir anlamda bu doğru olabilir. Ama nasıl oldu da İsrail bunu yaptığı zaman kavga etmeye başladı? Biz cennete gittiğimiz zaman orada kavga etmeyeceğimiz kesindir. Mesih’e iman ederek bu dünyadan ayrılmış olan kişilerin ruhları cennette kavga etmiyorlar. Cennette hiç bir şekilde ve hiç bir biçimde çatışma yoktur. Cennet dinlenme yeridir. Orada diriliş sabahı bekleniyor, ama bu bekleyiş çatışma içinde değil, huzur içinde gerçekleşmektedir.

Bu yüzden, Şeria nehri örneğinde bir bireyin bu dünyadaki yaşamının sona ermesinden daha fazlası mevcuttur. Şeria nehrine Mesih’in ölümünün büyük bir görünüm içindeki örneği olarak bakmamız gerekir. Kızıldeniz’in Mesih’in ölümü ile ilgili bir başka örnek teşkil etmesi ve fısıh kuzusunun kanının yine aynı konuda ikinci bir başka örnek teşkil etmesi gibi. Kuzunun kanı İsrail’i Tanrının Mısır’ın üzerine inen yargısından korudu. Kızıldeniz’in suları israil’i Mısır ülkesinden ve onun tüm gücünden kurtardı. Ama İsrail’in Şeria’yı geçmesi gerekiyor idi, ayaklarını vaat edilen ülkenin topraklarına basmaları ve oradaki her düşmana rağmen ülkedeki yerlerini almaları lazım idi. Kenan diyarının her bir parçası için savaşmaları gerekiyor idi.

Şimdi bu son cümlenin anlamı ne demek oluyor? Cennet için savaşmamız mı gerekiyor? Bir imanlı uyuduğu ve ruhu Mesih ile birlikte olmak için cennete gittiği zaman, orada savaşması gibi bir mesele mi söz konusudur? Elbette hayır. O zaman Şeria nehrini geçmek ve Kenan diyarında savaşmak bibi ifadelerden anlamamız gereken nedir? Yalnızca şunu; İsa’nın ölmüş olduğunu. İsa bu dünyadan dışarı çıktı. O, yalnızca bizim günahlarımız için ölmek ile kalmadı ama aynı zamanda bizi bu dünyaya bağlayan her bağı da kırdı. Öyle ki, biz günah ve yasa karşısında ölü olduğumuz gibi bu dünya karşısında da ölü olalım. Tanrının gözünde ve imanın yargısında yerde ölü olarak yatan birinin nasıl bu dünya ile hiç bir işi kalmamış ise bizim de aynı o durumda olmamız gerekir. Kendimizi Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile her şey karşısında ölü ve Tanrı karşısında diri saymaya çağrıldık. Dirilmiş Mesih ile bir olmakta sahip olduğumuz yeni yaşamın gücünde yaşarız. Biz göğe aitiz; bu nedenle göksel insanlar olarak sahip olduğumuz konumumuzda göksel yerlerdeki kötü ruhlar ile savaşmamız gerekir – bu göksel yerler bize ait alanlardır ve bu kötü ruhlar henüz bu alanlardan tam olarak dışarı atılmamışlardır. Eğer “insanlar” -olarak yürümek – bu dünyaya ait olanlar gibi yaşamak –yani Şeria nehrinin karşı kıyısında durmak bizi tatmin ediyor ise, eğer yeryüzünde yaşayanlar gibi yaşamaktan hoşnut isek, eğer bize ait olan göksel pay ve konumumuzu hedef almıyor isek, o zaman Efesliler 6:12 ayetindeki çatışma hakkında hiç bir şey bilemeyeceğiz demektir. Şimdi yeryüzünde göksel insanlar olarak yaşamayı istemek İsrail’in Kenan diyarındaki savaşlarının örneği olan o çatışmanın içine girmeyi istemek anlamına gelir. Cennete gittiğimiz zaman savaşmamız gerekmeyecek ama eğer yeryüzünde göksel bir yaşam sürmek istiyor isek, dünya karşısında ölü ve bizim için Şeria nehrinin soğuk sularına giren O’nun karşısında diri olan kişiler olmak istiyor isek, o zaman savaşmamız gerektiği kesindir. Şeytan, göksel yaşamımızın gücünde yaşamamıza engel olmak için yolumuzda ters çevrilmemiş taş bırakmayacaktır ve işte bu yüzden de çatışma olacaktır. Şeytan bizim yersel konuma sahip olanlar gibi yürümemizi isteyeceğinden bu dünyanın vatandaşlarına benzememizi ister, haklarımızı ve saygınlığımızı elimizden almak, yalana yenilmemizi sağlamak kısaca pratikte Hristiyan gerçeğinin o büyük temeline karşı yaşamamızı arzu eder, ama biz Mesih’te öldük ve O’nunla birlikte dirildik.

Eğer okuyucu bir an için Efesliler 6.bölüme dönecek olur ise bu ilginç konunun esin alarak yazmış olan yazar tarafından nasıl takdim edildiğini görecektir: “Son olarak Rab’de, O’nun üstün gücü ile güçlenin. İblisin hilelerine karşı durabilmek için Tanrının sağlamış olduğu bütün silahları kuşanın. Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, ama yönetimlere, hükümranlıklara ve bu karanlık dünyanın güçlerine ve kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına karşıdır. Bu nedenle, kötü günde dayanabilmek, gerekli olan her şeyi yaptıktan sonra yerinizde durabilmek için Tanrının bütün silahlarını kuşanın.” Efesliler 6:10-13.

Burada daha uygun bir imanlı tutumunu görürüz. Burada söz konusu olan benliğin tutkuları ya da dünyanın çekiciliği değildir; elbette tüm bunlara karşı da uyanık olmamız gerekmektedir, ama burada söz konusu olan “şeytanın hileleridir.” Sonsuza kadar kırılmış olan gücünden söz etmiyoruz, söz ettiğimiz onun sinsi hileleri, yalanları ve tuzaklarıdır; şeytan bunlar aracılığı ile imanlıları göksel konum ve miraslarını fark etmekten alıkoyar.

İşte bizim düştüğümüz başarısızlık noktası bu çatışmada sürüp giden noktadır. Kavramamız gereken şeye hedef almayız. Çoğumuz kuzunun kanı ile yalnızca yargılanmaktan kurtarıldığımızı biliriz. Kızıldeniz ve Şeria nehrinin taşıdıkları derin önemin farkında dahi değilizdir. Onların ruhsal önemlerinin büyüklüğünü anlamayız. İnsanlar olarak yürürüz; elçi, Korintlileri bu konuda suçlar. Bizler sanki bu dünyaya ait insanlarmışız gibi yaşar ve hareket ederiz. Oysa kutsal yazılar bize İsa’nın bu dünya karşısında ölü olması gibi bizlerin de dünya karşısında ölü olduğumuzu öğretir ve vaftizimiz de zaten bunu ifade etmektedir. Biz, O’nu ölüler arasından dirilten Tanrının işleyişine olan iman aracılığı ile O’nda dirildik. Koloseliler 2:12.

Kutsal Ruhun canlarımızı bu değerlerin gerçekliğine yönlendirmesini diliyorum. Mesih’te bizim olan göksel ülkenin değerli ürünlerini bize takdim etsin ve bizi içsel varlığımızda Kendi kudreti ile güçlendirsin, öyle ki bizler cesaret ile Şeria nehrini geçelim ve ayaklarımızı ruhsal Kenan diyarına basalım. Bizler imanlılar olarak sahip olduğumuz ayrıcalıkların çok altında yaşarız. Görünen şeylerin  görünmeyen bereketlerimizin sevincini bizden çalmalarına izin veririz. Ah, daha güçlü bir iman olduğu takdirde Tanrının bize Mesih’te karşılıksız olarak vermiş olduğu her şeye sahip çıkabiliriz.

Şimdi öykümüzde ilerlememiz gerekiyor.

“Ve Musa’nın ülkeyi araştırmak üzere gönderdiği adamlar geri dönüp ülke hakkında kötü haber yayarak tüm topluluğun Rabbe söylenmesine neden oldular. Ülke hakkında kötü haber yayan bu adamlar Rabbin önünde ölümcül hastalıktan öldüler. Ülkeyi araştırmak üzere gidenlerden yalnız Nun oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kalev sağ kaldılar.” Çölde Sayım 14: 36-38.

Kadınlar ve çocuklar dışında altı yüz bin kişiden oluşan o büyük toplulukta yalnızca iki kişinin diri Tanrıya iman ettiğini düşünmek çok şaşırtıcıdır. Elbette burada yalnızca topluluktan söz ediyoruz, bu kişilere Musa’yı dahil etmiyoruz. İki harika istisna dışında tüm topluluk bir imansızlık ruhu tarafından yönetiliyor idi. Onları vaat edilen ülkeye götürmesi için Tanrıya güvenemediler. Hayır onların düşündükleri şu idi: Tanrı kendilerini çöle getirmiş idi, çünkü onları çölde öldürmek istiyor idi ve kesinlikle şunu söyleyebiliriz: onlar karanlık imansızlıklarına uygun bir şekilde biçtiler. On sahte tanık ölümcül bir hastalık ile öldüler ve onların sahte tanıklıklarını kabul etmiş olan binlerce kişi çöle geri dönmek zorunda bırakıldılar ve kırk yıl boyunca çölde dolandıktan sonra orada öldüler ve orada gömüldüler.

Ama Yeşu ve Kalev diri Tanrıya olan imanlarının bereketli temelinde durdular – onların imanı canı en sevinçli güvence ve cesaret ile dolduran bir iman idi. Ve Yeşu ve Kalev’in imanlarına göre biçtiklerini söyleyebiliriz. Tanrının cana ekmiş olduğu imanı her zaman onurlandırması gerekir. İman O’nun kendi armağanıdır ve O imanın var olduğu her yerde- saygı ile söylüyoruz- imana sahip olabilir. Yeşu ve Kalev imanın sade gücü aracılığı ile sadakatsizliğin büyük bir gelgitine karşı koymak için güçlendirildiler. Her zorluk karşısında Tanrıya olan güvenlerine sımsıkı tutundular ve Tanrı da sonunda onların imanlarını onurlandırdı, ama onların kardeşlerinin cesetleri çölün tozlarına serildiler; Yeşu ve Kalev’in ayakları ise Kenan ülkesinin bağlar ile dolu tepelerine ve verimli vadilerine bastı. Diğerleri Tanrının onları öldürmek için çöle getirdiğini söylediler ve Tanrı da onlara, onların bu sözlerine göre davrandı. Yeşu ve Kalev ise Tanrının onları ülkeye gönderecek güçte olduğuna inandılar ve inandıkları gibi oldu.

Bu, çok önemli bir ilkedir; “İmanınıza göre olsun.” Hatırlamamız gereken bir şey var: Tanrı imandan hoşlanır, O’nu hoşnut eden tek şey imandır. Kendisine güvenilmesini sever ve Kendisine güvenenleri onurlandırmaktan ve ödüllendirmekten hoşlanır. Bunun tam aksine imansızlık O’nu çok kederlendirir. İmansızlık O’nu kışkırtır ve onurunu kırar ve canın üzerine karanlık ve ölüm getirir. Yalan söyleyemeyen diri Tanrıdan kuşkulanmak ve O konuştuğu zaman sorular beslemek en korkunç günahtır. Tüm kuşku dolu soruların yetkilisi şeytandır. Şeytan canın güvencesini sarsmaktan hoşlanır. Ama sade bir şekilde Tanrıya güvenen bir cana karşı hiç bir gücü yoktur. Şeytanın ateşli okları iman kalkanının arkasına saklanmış olan bir kişiye asla ulaşamazlar. Ve ah! Tanrıya bir çocuğun duyduğu güven ile güvenerek sürdürülen bir yaşam ne kadar değerlidir! Bir çocuğunkine benzeyen bu sade güven yüreği çok mutlu yapar ve ağzı övgü ve şükran ile doldurur. Böyle bir güven daima her bulutu ve sisi dağıtır ve yolumuzu Babamızın yüzünün bereketli ışınları ile aydınlatır. Ama öte yandan imansızlık, yüreği her tür soru ile doldurur, bizi tehdit eder, yolumuzu karanlık yapar ve bizi gerçekten sefil bir duruma sokar. Kalev’in yüreği sevinçli bir güven ile dolu idi, oysa kardeşlerinin yürekleri acı söylenmeler ve şikayetler ile dolu idi. Bu her zaman böyledir, eğer mutlu olmak istiyor isek, Tanrı ve O’nun karakteri ile ve sevgisi ile meşgul olmamız gerekir. Eğer sefil bir durumda olmak istiyor isek, o zaman yalnızca kendimiz ile ve koşullarımız ile meşgul olalım. Bir an için dönüp Luka kitabının ilk bölümüne bakalım. Zekeriya’nın dilinin tutulmasının nedeni ne idi? İmansızlık! Meryem ve Elizabet’in yüreklerini açan ne idi? İman! İşte fark buradan kaynaklanmaktadır. Zekeriya bu inançlı kadınların övgü şarkılarına katılabilir idi, eğer o karanlık imansızlık ağzını melankolik bir sessizlik ile mühürlememiş olsa idi! Ne etkileyici bir örnek ve ne etkileyici bir ders! Ah, Tanrıya daha sade bir şekilde güvenmeyi öğrenmemizi diliyorum. Kuşku duyan zihin bizden uzak olsun. İmansız bir durumun ortasında Tanrıya yücelik vererek imanda güçlü olmak bize lütfedilsin.

Bölümümüzün son paragrafı bize bir başka kutsal ders daha öğretir. Gelin şimdi bu dersi tam bir gayret ile yüreklerimize uyarlayalım. “Musa bu sözleri İsrail halkına bildirdiği zaman, halk yasa büründü. Sabah erkenden kalkıp dağın tepesine çıktılar. ‘Günah işledik’ dediler, ‘ama Rabbin  söz verdiği yere çıkmaya hazırız. Bunun üzerine Musa, ’Neden Rabbin buyruğuna karşı geliyorsunuz?’ dedi, ‘bunu başaramazsınız, savaşa gitmeyin, çünkü Rab sizinle olmayacak. Düşmanlarınızın önünde yenilgiye uğrayacaksınız. Amalekliler ile Kenanlılar sizinle orada karşılaşacak ve sizi kılıçtan geçirecekler. Çünkü Rabbin ardınca gitmekten vazgeçtiniz. Rab de sizinle olmayacak.’ Öyle iken, kendilerine güvenerek dağlık bölgenin tepesine çıktılar. Rabbin antlaşma sandığı da Musa da ordugahta kaldı. Dağlık bölgede yaşayan Amalekliler ile Kenanlılar üzerlerine saldırdılar ve onları Horma kentine dek kovalayıp bozguna uğrattılar.” Çölde Sayım 14: 39-45.

İnsan yüreği nasıl da çelişkiler ile doldur! Gidip iman enerjisi ile ülkeye sahip çıkmaları öğütlendiği zaman, geri çekildiler ve gitmeyi reddettiler. Galip gelecekleri yerde yere yatıp ağladılar. Sadık Kalev boşu boşuna onlara güvence vermeye çalıştı; ülkeye onları Rab götürecek ve onları mirasının dağına yerleştirecek idi. Tanrı onların yanında idi ve bunu yapacak güçte idi. Ama onlar gitmediler çünkü Tanrıya güvenemediler. Ama şimdi, başlarını öne eğip Tanrının yönetim ile ilgili tutumunu kabul etmek yerine kendilerine güvenerek küstahlık ettiler.

Ama ah! Aralarında diri Tanrı olmadan hareket etmeleri ne kadar boş bir davranış idi. O olmaksızın hiç bir şey yapamazlar idi. Ama yine de O aralarında olabilecek iken, Amaleklilerden korktular, ama şimdi aynı kişiler ile yanlarında Tanrı olmadan yüz yüze gelmeye cesaret ettiler. “Günah işledik, ama Rabbin söz verdiği yere çıkmaya hazırız.” Bunu söylemek yapmaktan daha kolay idi. Tanrısız bir İsrailli bir Amalek ile karşılaşamaz idi ve ayrıca burada çok dikkat çekici bir şey daha vardır: İsrail iman enerjisi ile hareket etmeyi reddettiği zaman, Tanrıyı küçümseyen bir imansızlığın gücü altında düştükleri zaman Musa onlara kendilerinin daha önce belirtmiş oldukları zorlukları işaret etti. Ve onlara, “Amalekliler ve Kenanlılar sizinle orada karşılaşacaklar ve sizi kılıçtan geçirecekler” dedi.

Bu ifadede tam bilgi mevcuttur. Onlar imansızlıkları aracılığı ile Tanrıyı dışarda bıraktılar. Ve bu yüzden İsrailliler ile Kenanlılar arasında bir sorun olacağı aşikar idi. İman ise bu sorunu tanrı ve Kenanlılar arasındaki bir sorun olarak görürdü. Yeşu ve Kalev bu meseleyi bu şekilde gördüklerini şu sözleri ile ifade etmişlerdi: “Eğer Rab bizden hoşnut kalır ise, süt ve bal akan o ülkeye bizi götürecek ve orayı bize verecektir. Ancak Rabbe karşı gelmeyin. Orada yaşayan halktan korkmayın. Onları ekmek yer gibi yiyip bitireceğiz. Koruyucuları onları bırakıp gitti. Ama Rab bizimledir. Onlardan korkmayın!”

İşte büyük sır burada yatmaktadır. Tanrının, halkına duyduğu hoşnutluk her düşman üzerindeki zaferi ilan eder ve bu zaferi garantiler. Ama Tanrı eğer halkı ile birlikte değil ise o zaman halk yere dökülmüş sudan farksızdır. İmansız on casus kendilerini devlerin önünde çekirgeler olarak beyan etmişler idi. Ve Musa onların sözlerini kullanarak onlara şöyle der: “Çekirgeler devlerin önünde duramazlar. Eğer “gidin imanınıza göre olsun” sözü doğru ise bunun aksi olan “imansızlığınıza göre olsun” sözü de doğrudur.

Ama halk küstahlık etti. Hiç bir şey oldukları halde bir şey olduklarını düşündüler. Ve, ah! Kendi gücümüz ile hareket etme küstahlığında bulunmak ne kadar sefilce bir davranış! Ne büyük bir yenilgi ve karmaşa! Ne kadar büyük bir hata ve aşağılanma! Ne kadar alçaltıcı ve paramparça edici bir durum! Ama kendine güvenmenin sonucu budur. İmansızlık ederek Tanrıyı terk ettiler. Ve Tanrı da onları boş küstahlıklarına terk etti. İman ederek O’nunla birlikte gitmemişler idi ve Tanrı da imansızlıkları nedeni ile onlarla gitmedi! “Rabbin antlaşma sandığı da Musa da ordugahta kaldı.” Onlar Tanrısız gittiler ve bu yüzden düşmanlarının önünde bozguna uğradılar.

Bu tür bir davranışın sonucu her zaman böyle olacaktır. Güç iddiasında bulunmanın ve kibirli küstahlıklar yapmanın hiç bir şekilde yararı olamaz. Küstahlık ve kendine güvenme değersizlikten daha kötüdür. Eğer Tanrı bizimle değil ise sabah buharından farkımız yoktur. Ama bu gerçeğin uygulamalı bir şekilde öğrenilmesi gerekir. Benliğin nihai değersizliğinin kanıtlanması için benliğin dibine kadar götürülmemiz gerekir. Ve bizi uygulamalı olarak bu sonuca götüren çeşitli tüm olayları ve bin bir çeşit denemeleri ile gerçekten de çöldür. Benliğin ne demek olduğunu çölde öğreniriz. Doğa çölde olduğu gibi ortaya çıkar; bazen korkutan bir imansızlık ile doludur, bazen de sahte güven ile dolu olabilir. Kadeş’te gitmeleri söylendiği zaman gitmeyi reddettiler; Horma kentinde gitmemeleri söylendiği zaman gitmekte ısrar ettiler. Yazarın da okuyucunun da her gün tahammül etmek zorunda kaldıkları kötü doğa işte böyledir.

Ama sevgili imanlı okuyucu, yine de Horma kentinden ayrılmadan önce tam olarak öğrenmeyi istememiz gereken bir özel ders daha vardır. Ve o ders de şudur: Kendi başarısızlığımızın bizim için gerekli kıldığı yolda alçakgönüllülük ve sabır ile yürür iken karşımıza çıkacak olan yoğun bir zorluk vardır. İsrail’in ülkeye gitmeyi reddeden imansızlığı Tanrının yönetici tutumunu gerekli kılmıştır ve halkın geri dönüp çölde kırk yıl dolaşmasına neden olmuştur. Tanrının bu tutumuna boyun eğmek için istekli değillerdi. Karşı geldiler. Gerekli olan boyunduruğa girmesi için boyunlarını bükemediler.

Aynı durum ne kadar da sık olarak bizlerin başına gelmektedir! Başarısızlığa uğrarız; bazı yanlış adımlar atarız, bunun sonucu olarak bazı deneme koşullarına gireriz ve sonra Tanrının eli altında eğilip alçalmak ve alçakgönüllülük ve ruh kırıklığı içinde O’nunla yürümeyi arzu etmek yerine baş kaldırır ve isyan ederiz; kendimizi yargılamak yerine koşullar ile tartışırız ve onları kendi davranışımızın adil ve gerekli sonucu olarak kabul etmek yerine öz irademiz ile koşullardan kaçmak isteriz.

Ayrıca şu ya da bu türde bir başarısızlık ya da zayıflık tarafından ruhsal ayrıcalığın bir konumuna ya da yoluna girmeyi reddetmemiz olasılığı vardır ve bu yüzden yolumuzda bulunduğumuz yerden geri döndürülür ve okulda daha alt bir sınıfa yerleştiriliriz. Ve daha sonra alçakgönüllülük ve yumuşak huyluluk ile kendimizi Tanrının eline bırakmak yerine kendi çabamız ile kendimizi bu konuma yerleştirmeye çalışırız ve ne yazık ki sonucunda da bozguna uğrar ve karmaşa yaşarız.

Bu konulara çok büyük bir dikkat göstermemiz talep edilir. Zayıflığın ve güçlüğün yerine razı olan bir yürek ve alçakgönüllü bir ruh geliştirmek çok önemlidir. Tanrı kibirli kişiye karşıdır ama alçakgönüllü kişiye lütfeder. Küstah ve kibirli bir ruh er ya da geç düşmeye mahkumdur. Ve tüm kibirli güç gösterileri açığa çıkmak zorundadır. Eğer vaat edilen diyarı ele geçirmek için iman yok ise geriye kalan yapılacak tek şey çölde alçakgönüllülük ve teslimiyet içinde bulunmaktır.

Ve Tanrıya övgüler olsun ki O tüm çöl yolculuğu boyunca bizim yanımızda olacaktır. Kibir ve küstahlık ile kendimizin seçmiş olduğu yolda O bizimle beraber olmaz, olmayacaktır. Yehova Amorluların tepesinde İsrail’e refakat etmeyi reddetti. Ama sabırlı lütfu ile bu davranışından geri dönmeye ve çöldeki yolculukları boyunca onlara eşlik etmeye hazır idi. Eğer İsrail Yehova ile Kenan ülkesine girmeyecek ise o zaman Tanrı İsrail ile çöle geri dönecek idi. Tanrının bu davranışında parlayan lütuftan daha mükemmel bir şey olamaz. Kendilerine güvenen İsrailliler aslında çölde tek başlarına kalmayı hak ediyorlar idi, ama O’nun adına sonsuza kadar övgüler olsun ki O bize günahlarımıza göre davranmaz ya da bizi iyiliklerimize göre ödüllendirmez. O’nun düşünceleri bizim düşüncelerimiz değildir; aynı şekilde O’nun yolları da bizim yollarımız değildir. İsraillilerin imansızlıkları, nankörlükleri ve şikayetleri çöle geri dönmelerine neden olmuş idi, ama Yehova yine de eşsiz lütfu ve sabırlı sevgisi ile onların çölde kırk yıl sürecek olan uzun ve bezdirici yolculuklarında onlara eşlik etmek için onlarla birlikte çöle geri döndü.

Böylece eğer çöl insanın ne olduğunu kanıtlıyor ise aynı zamanda Tanrının da ne olduğunu kanıtlıyor demektir. Ve ayrıca çöl imanın da ne olduğunu kanıtlar. Çünkü Yeşu ve Kalev’in de imansız kardeşlerinin bulunduğu topluluğun tamamı ile birlikte çöle dönmeleri ve miraslarından kırk yıl mahrum kalmaları gerekti. Oysa Yeşu ve Kalev lütuf aracılığı ile ülkeye girmeye hazır idiler. Bu durum onlar için çok büyük bir zorluk olarak görülebilir. İnsan doğası iki iman adamının diğer kişilerin imansızlıkları yüzünden acı çekmesi gerektiğini mantıklı ve haklı bulmayarak yargıda bulunur. Ama iman sabır ile beklemeyi başarabilir. Ve ayrıca Yeşu ve Kalev Yehova’nın kendileri ile paylaşmak üzere oldukları şeyi gördükleri zaman çöl yolculuğundan nasıl şikayet edebilirler idi? İmkansız! Yeşu ve Kalev Tanrının zamanını beklemek için hazırlanmışlar idi, çünkü iman asla acele etmez. Hizmetkarların imanı Efendi’nin lütfu sayesinde çok iyi destek görür.

Çölde Sayım 15

Bu bölümümüzün başlangıcındaki sözler 14.bölümün içeriği ile bağlantılı olarak ele alındıkları zaman, garip bir çarpıcılığa sahiptirler. Her şey karanlık ve umutsuz gibi görünüyor idi. Musa’nın halka “gitmeyin” demesi gerekmiş idi, çünkü Rab onlarla birlikte gitmeyecek idi ve “düşmanları tarafından bozguna uğratılacaklar idi.” Ve Rab onlara tekrar şöyle dedi: “Varlığım adına ant içerim ki, söylediklerinizin aynısını size yapacağım: Cesetleriniz bu çöle serilecek. Sizi götürmek için ant içtiğim ülkeye kesinlikle girmeyeceksiniz… size gelince cesetleriniz bu çöle serilecek.”

14.bölümden alıntı yaptığımız ayetler bu kadar. Ama şimdi önümüzdeki bölümü açar açmaz sanki hiç bir şey olmamış gibi, sanki her şey yolunda ve sakinmiş gibi ancak Tanrının söyleyebileceği şekilde kesin ve parlak olan şu sözleri okuruz: “ Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına de ki, ‘Yerleşmek için size vereceğim ülkeye girince ..” Çölde Sayım 15:1. Bu harika kitabın en dikkat çeken bölümlerinden biri bu bölümdür. Gerçekten de yalnızca Çölde Sayım kitabında değil, ama Tanrının kitabının tamamında bundan daha karakteristik bir kısım yer almaz. “Ülkeye girmeyeceksiniz” cümlesindeki ciddi ifadeye baktığımız zaman bize hangi dersin verildiğini düşünürüz? Öğrenmekte çok yavaş olduğumuz insanın nihai değersizliği hakkındaki ders. “İnsan soyu ottur.”

Ve öte yandan şimdi “Yerleşmek için size verdiğim ülkeye girince” cümlesini okuduğumuzu zaman öğrenmemiz gereken değerli ders nedir? Kesinlikle kurtuluşun yalnızca Rab’den geldiğidir, O’ndan başkası kurtaramaz. Bir ayette insanın başarısızlığını, diğer ayette ise Tanrının sadakatini öğreniriz. Konunun insan ile ilgili kısmına baktığımız zaman, cümle şöyledir: “Hiç kuşkusuz ülkeye giremeyeceksiniz.” Ama konunun Tanrı ile ilgili kısmına baktığımız zaman, ifadeyi tersine çevirip şöyle diyebiliriz: “Hiç kuşkusuz gireceksiniz.”

İşte şu anda önümüzde olan olaydaki durum böyledir ve kitabın tamamında baştan sona kadar bu şekilde yer alır. İnsan hata yapar ama Tanrı sadıktır. İnsan her şeyi mahveder ama Tanrı her şeyi düzeltir. “İnsan için imkansız olan Tanrı için mümkündür.” Bu gerçeği resmetmek ve kanıtlamak için esin ile yazılmış kitapta yolculuk etmeye ihtiyacımız var mıdır? Okuyucuya cennetteki Adem’in tarihini göstermeye ihtiyacımız var mıdır? Ya da tufandan sonraki Nuh’un ya da İsrail’in çöldeki tarihinin ya da ülkedeki tarihinin? Yasa altındaki İsrail? Levililere özgü törenler altındaki İsrail? Peygamber, kahin ve kral olan insanların başarısızlıklarının kaydı üzerinde duracak mıyız? Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin yeryüzünde sorumluluk taşıyan bir kase olarak başarısızlığına işaret edecek miyiz? İnsan her zaman ve her şeyde başarısızlığa uğramamış mıdır? Evet, uğramıştır. Ne yazık ki gerçek budur!

Resmin bir tarafı budur – karanlık ve alçaltıcı tarafı. Ama Tanrıya övgüler olsun ki, resmin aynı zamanda parlak ve cesaret verici yanı da vardır. Eğer “kesinlikle ülkeye girmeyeceksiniz” cümlesi var ise, aynı zamanda “kesinlikle ülkeye gireceksiniz” cümlesi de vardır. Ve bu neden böyledir? Çünkü devreye Mesih girmiştir ve Mesih’te herkes Tanrının yüceliği ve insanın sonsuz bereketi asla kaybolmayacak şekilde garanti altına alınmıştır. Tanrının sonsuz amacı, “her şeyi Mesih’te birleştirmektir.” İlk insanın başarısız olduğu her konuyu ikinci İnsan düzeltecektir. Mesih’te her şey yeni bir düzen içindedir. Mesih yeni yaratılışın Başı’dır; İbrahim, İshak ve Yakup’a ülke için verilmiş olan tüm vaatlerin Mirasçısı Mesih’tir; Mesih, taht ile ilgili olarak Davut’a verilmiş olan tüm vaatlerin Mirasçısıdır. Yönetim Mesih’in omuzlarında olacaktır. Yüceliği taşıyacak olan yüceliğin tek sahibi Mesih’tir. O, Peygamber, Kahin ve Kraldır. Tek bir kelime ile söyleyecek olur isek Mesih Adem’in kaybettiği her şeyi geri kazanır ve Adem’in sahip olduğundan çok daha fazlasını getirir. Bu yüzden ilk Adem’e ve onun yaptıklarına baktığımız zaman, ne zaman ve ne şekilde bakar isek bakalım, cümle, “kesinlikle ülkeye girmeyeceksinizdir.” Cennette kalmayacaksınız- egemen olmayacaksınız – vaatleri miras almayacaksınız – ülkeye girmeyeceksiniz- tahta çıkmayacaksınız- krallığa girmeyeceksiniz.

Ama öte yandan son Adem’e ve O’nun yaptıklarına baktığımız zaman, nerede ve nasıl bakar isek bakalım, tüm cümlelerdeki ifadelerin hepsi aksi anlam kazanır; olumsuzluk eki cümlelerden alınır, çünkü İsa Mesih’te “Tanrının tüm vaatleri Mesih’te ‘evet’tir. Bu nedenle Tanrının yüceliği için Mesih aracılığı ile Tanrıya ‘amin’ deriz. Tanrının oğlu İsa Mesih hem ‘evet’ hem ‘hayır’ değildir. O’nda sadece ‘evet’ vardır.” Yalnızca ‘evet’ – O’nda her şey tanrısal bir şekilde düzenlenmiş ve planlanmıştır. Ve işte böyle olduğu için de Tanrı bu ‘evet’ e mührünü basmıştır; tüm imanlıların sahip olduğu Kutsal Ruh ile bu ‘evet’i mühürlemiştir. “Silvanos ve Timoteos ile birlikte size tanıttığımız Tanrının oğlu İsa Mesih hem ‘evet’ hem ‘hayır’ değil idi. O’nda yalnız ‘evet’ vardır. Çünkü Tanrının tüm vaatleri Mesih’te ‘evet’tir. Bu nedenle Tanrının yüceliği için Mesih aracılığı ile Tanrıya ‘amin’ deriz. Bizi sizinle birlikte Mesih’te pekiştiren ve meşhetmiş olan Tanrıdır. O bizi mühürledi ve güvence olarak da yüreklerimize Kutsal Ruh’u yerleştirdi.” 2.Korintliler 1:19-22.

O zaman böylece Çölde sayım 15.bölümün ilk satırlarının Tanrının tüm kitabının ışığında okunması gerekir. Tanrının bu dünyada insan ile olan tüm yollarının tam tarihi bilinmelidir. İsrail ülke ile ilgili hakkını ceza olarak kaybetmiş idi. İsrail’in hak ettiği cesetlerinin çöle serilmesi idi. Ama yine de Tanrının engin ve değerli lütfu öylesine büyüktür ki, onlara ülkeye gireceklerinden söz eder ve yolları ve işleri hakkında onları eğitir.

Hiç bir şey burada anlatılandan daha bereketli ve bina edici olamaz. Tanrı tüm insanlığın hatası ve günahının üzerine yükselir. Tanrının tek bir vaadinin bile yerine gelmemesi imkansızdır. İbrahim2in tohumunun çöldeki davranışı tanrının sonsuz amacını yok edebilir mi ya da onun atalarına Tanrının vermiş olduğu kesin ve koşulsuz vaadin yerine getirilmesine engel olabilir mi? İmkansız! Ve bu yüzden eğer Mısır’dan çıkartılan kuşak Kenan ülkesine girmeyi reddeder ise, Yehova taşlardan O’nun vaadini yerine getirecek olan bir tohum ortaya çıkartacak idi. Çölde Sayım’in 14.bölümünün aşağılayıcı olaylarından sonra çok dikkat çekici bir güç ve güzellik ile gelen 15.bölümümüzün ilk cümlesi bu konuyu açıklamak için yardımcı olacaktır. 15. Bölümde İsrail’in güneşi karanlık ve öfkeli bulutların arasından sıyrılarak çıkar gibi görünür. Ama yine bir önceki bölümde İsrail’in güneşi “Tanrının armağanları ve çağrısı geri alınmaz” büyük gerçeği parlak bir aydınlık ile açıklama yaparak ve bina ederek yükselir. Tanrı çağrısından ya da armağanlarından asla geri dönmez. Ve bu yüzden imansız bir kuşak on binlerce kez şikayet etse de isyan etse de Tanrı vaat etmiş olduğu her şeyi yerine getirecektir.

İmanın tanrısal huzur veren yeri her zaman O’nun vaatlerini yerine getireceğine güvenmektir. Tüm insan planlarının ve eylemlerinin enkazı arasında canın emin ve güvenilir limanı bu gerçekte gizlidir. İnsanın elinde her şey paramparça olur ama Mesih’teki Tanrı her zaman yerindedir. İş konusunda insanı defalarca en iyi koşullar altına yerleştirin ve o iflas eden biri olacağından emindir. Ama Tanrı Mesih’i diriltmiştir ve O’na inanan herkes bir arada yeni bir konuma yerleştirilmiştir. Diriltilmiş ve yüceltilmiş Baş olan Mesih ile paydaşlığa alınmışlardır ve sonsuza kadar bu konumda kalacaklardır. Bu harikulade ortaklık asla bozulmayacaktır. Yeryüzünün ya da cehennemin hiç bir gücünün asla dokunamayacağı bir temel üzerinde güvenlik içindedirler.

Değerli Okuyucu, tüm bu anlatılanları kendine nasıl uygulayacağını anlıyor musun? Tanrının varlığının ışığında kendinin gerçekten iflas etmiş olduğunu keşfetmiş bulunuyor musun? Her şeyi bir enkaz haline getirmiş olduğunun farkında mısın? Kendin için yapabileceğin hiç bir şey olmadığını biliyor musun? Üzerinde durduğumuz, “Hiç kuşkusuz ülkeye girmeyeceksiniz” ve “hiç kuşkusuz ülkeye gireceksiniz” şeklindeki bu iki cümle için kişisel bir uygulama yapmaya yönlendirildin mi? “sen kendini mahvettin ama bende yardım bulacaksın” sözlerindeki gücü öğrendin mi? Tek bir kelime ile söyleyecek olur isek İsa’ya kaybolmuş ve kendini kaybetmiş bir günahkar olarak geldin mi ve O’nda kurtuluş, bağışlama ve esenlik buldun mu?

Sevgili dostum, lütfen bir an dur ve bu konular üzerinde ciddi olarak dur. “Çölde sayım Kitabı ile ilgili notlar” yazmaktan daha fazlasına sahip olduğumuz hakkındaki önemli gerçeği asla gözden kaybetmemeliyiz. Okuyucunun canına özen göstermemiz ve dikkate almamız gerekir. Bu konuda okuyucumuza karşı ciddi bir sorumluluk taşıyoruz ve bu yüzden zaman zaman bir an için üzerinde durduğumuz sayfadan dönüş yapmamız gerektiğini hissederiz. Öyle ki, okuyucunun yürek ve vicdanına hitap edebilelim ve eğer kendisi henüz tövbe etmemiş ve kararsız ise içinde bulunduğu durum ve sonsuz yazgısının bu önemli durumuna yüreğini ciddi bir şekilde uyarlayabilsin. Bu konu ile kıyaslandıkları takdirde diğer tüm konular çok önemsiz hale gelirler. Asla ölmeyecek olan canınızın sonsuzluğu ve kurtuluşu ile kıyaslandığında zaman içinde başlayan, devam eden ve sona eren tüm planların ve eylemlerin ne anlamları olabilir? Terazideki ufak bir toz parçasından farkları yoktur. “Eğer bir insan tüm dünyayı kazanır ama canını kaybeder ise bunun ona ne yararı olur?” Eğer bir para kralı Rotschild’in zenginliğine sahip olsa idiniz – ün ve politika kibrinin en üstün doruğunda dursa idiniz – bu dünyanın üniversitelerinin bahşedebileceği tüm onurlar ile donanmış bir adınız olsa idi – eğer göğsünüzde yüzlerce madalya taşıyor olsa idiniz – tüm bunların size ne yararı olur idi? Her şeyden vazgeçmeniz gerekir – Sonsuzluğun sınırsız okyanusundan içeri zamanın dar kemerinden geçerek girmeniz gerekir. Prenslere özgü bir zenginliğe, edebiyat alanındaki kişilerin ününe, Lordlar Kamarası’nı zihinsel güçleri ile yönetmiş olan kişiler – söyledikleri sözler ile binlerce insanları kendilerine bağlamış olan insanlar- askeri noktalarda en üst noktalara ulaşmış olan kişiler- hepsi de sonsuzluğa geçiş yapmışlardır ve bu konuda sorulacak olan korkunç soru şudur: “Can nerededir?”

Sevgili Okuyucu, sana yalvarıyoruz, doğru sonuca varmadığın sürece bu konunun ardından gitmekten vazgeçme, insanların canlarına yüklenen en ağır kanıtlar söz konusu olsa bile vazgeçme. Tanrının yüce sevgisi aracılığı ile – Mesih’in çarmıhı ve acıları aracılığı ile – Kutsal Ruh Tanrının güçlü tanıklığı aracılığı ile – asla son bulmayan sonsuzluğun korkunç ciddiyeti aracılığı ile – ölümsüz canının söz ile anlatılamaz değeri aracılığı ile – cennetin tüm sevinçleri aracılığı ile – cehennemin tüm dehşetleri aracılığı ile- bu yedi önemli kanıt aracılığı ile şu anda sana İsa’ya gelmen için ısrar ediyoruz. Gecikme! Tartışma! Muhakeme yürütme! Ama hemen şimdi tüm günahların ile, tüm sefil durumun ile, boşa harcayarak geçirmiş olduğun zamanın ile kaçırdığın merhametlerin sayısının ürkütücü kaydı ile kötü kullanılmış olan avantajlar ile ihmal edilmiş olan fırsatlar ile açık kolları ve sevecen kalbi ile seni kabul etmeye hazır olarak duran İsa’ya gel! İsa O’nun çarmıhta kefaret eden ölümünün gerçekliği ile senin o yaralarına işaret eder ve sana asla terk edilmeyeceğini garanti eder. Diliyoruz ki, Tanrının Ruhu tüm bunları şu anda senin yüreğine uygular ve sana sen Mesih’e dönerek kurtulana, Tanrı ile barışana ve vaat edilmiş olan Kutsal Ruh’un mührüne kavuşuncaya dek rahat vermez!

Şimdi bir an için bölümümüze geri dönelim.

Hiç bir şey burada takdim edilen örnekten daha iyi olamaz. Burada hemen ilk ayette gözümüze çarpan tamamıyla egemen lütfun üzerinde temellenmiş antlara, özgür irade sunularına, doğruluk kurbanlarına ve Krallığın şarabına sahibiz. Bize burada anlatılan İsrail’in gelecekteki durumunun sade ve güzel bir örneğidir. Ve bize peygamber Hezekiel’in son bölümündeki harika görümleri anımsatır. İmansızlık, söylenme ve isyan, hepsi bitmiş ve hepsi unutulmuştur. Tanrı Kendisinin sonsuz öğütlerini sunar ve sonra halkının doğruluk içinde bir sunu sunacakları ve O’na olan sözlerini yerine getireceklerini ve O’nun Krallığının sevincinin yüreklerini sonsuza kadar dolduracağı zamana doğru bakar. Ayetler: 3-13.

Ama bu bölümde çok çarpıcı bir özellik vardır ve “yabancılar” ile ilgili olan bölümdür. Ve başından sonuna kadar oldukça karakteristiktir. “Kuşaklar boyunca aranızda yaşayan bir yabancı ya da yerli olmayan bir konuk, Rabbi hoşnut eden koku olarak yakılan bir sunu sunar iken, sizin uyguladığınız kuralları uygulamalıdır. Kuşaklar boyunca kalıcı bir kural olacak bu. Rabbin önünde siz nasıl iseniz, aranızda yaşayan yabancı da aynı olacak. Size de aranızda yaşayan yabancıya da aynı yasalar ve kurallar uygulanacak.” Çölde Sayım 15: 14-16.

Yabancıya verilen ne güzel bir yer! İsrail için ne önemli bir ders! Favorileri olan ve övündükleri Musa’nın sayfasında yer alan ne kadar kalıcı bir tanıklık! Yabancı İsrail ile aynı konuma yerleştirilir. “Rabbin önünde siz nasıl iseniz, aranızda yaşayan yabancı da aynı olacak.” Mısır’dan Çıkış 12:48 ayetinde şunları okuruz: “Yanınızdaki yabancı bir konuk Rabbin Fısıh bayramını kutlamak ister ise önce evindeki tüm erkekler sünnet edilmeli sonra yerel halktan biri gibi İsrail halkına katılıp bayramı kutlayabilir. Ama sünnetsiz biri Fısıh etini yemeyecektir.” Ama Çölde Sayım 15.bölümde hepsinin sünnet edilmesine rağmen bir ima yer almaz. Ve neden böyledir? Böyle bir noktanın atlanması mümkün müdür? Hayır; ama biz buradaki atlamanın çok anlamlı olduğuna inanıyoruz. İsrail ceza olarak her şeydeki hakkını kaybetmiş idi. Asi kuşağın bir kenara ayrılması ve kesilmesi gerekiyor idi ama Tanrı lütfunun sonsuz amacının durması ve O’nun tüm vaatlerinin yerine gelmesi gerekir. Tüm İsrail kurtulacaktır; ülkeye sahip olacaklardır; özel adak kurbanı sunacaklardır; antlarını yerine getirecek ve krallığın sevincini tadacaklardır. Tüm bunları hangi temel üzerinde yapacaklardır? Egemen lütfun temeli üzerinde. Ve aynı temel üzerinde yabancılar da aralarında yaşayacaklar ve yalnızca aralarında yaşamak ile kalmayacaklar aynı zamanda Rabbin önünde onlar nasıl ise yabancılar da aynı olacaklar idi.

Yahudi Rabbin bu buyruğu konusunda tartışacak mıdır? Çölde Sayım 13.ve 14.bölüme gitsin ve bu konuyu incelesin. Ve dersin tamamına canının derinliklerinde sahip olduğu zaman da Çölde sayım 15.bölüm üzerinde düşünsün. Ve eminiz ki o zaman yabancıyı bulundan konumdan itmek istemeyecektir. Çünkü o zaman kendisinin merhamete muhtaç olan bir borçludan başka biri olmadığını itiraf etmek için hazır duruma gelecektir. Ve kendisine ulaşan aynı merhametin yabancıya da ulaşabileceğini kabul edecek ve o yabancı ile birlikte Yakup’un Tanrısının lütfu tarafından açılan kurtuluş kuyularından içtiği için sevinç duyacaktır.

Kitabın bu kısmındaki öğretiş tarafından bize çok güçlü bir şekilde Romalılar 9-11 bölümlerinde sunulan bir gerçek hatırlatılmıyor mu? Özellikle bölümün sonundaki o harika kısım tarafından! “Çünkü Tanrının armağanı ve çağrısı geri alınamaz. Bir zamanlar Tanrının sözünü dinlemeyen sizler şimdi İsraillilerin sözdinlemezliğinin sonucu merhamete kavuştunuz. Bunun gibi, İsrailliler de sizin kavuştuğunuz merhamet ile merhamete erişmek için söz dinlemez oldular. Çünkü tanrı merhametini herkese göstermek için herkesi sözdinlemezliğin tutsağı kıldı. Tanrının zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne derindir. O’nun yargıları ne denli akıl ermez ve yolları ne denli anlaşılmazdır. ‘Rabbin düşüncesini kim bilebildi? Y da kim O’nun öğütçüsü olabildi? Kim Tanrıya bir şey verdi ki karşılığını O’ndan isteyebilsin? ‘ Her şeyin kaynağı O’dur, her şey O’nun aracılığı ile ve O’nun için var oldu. O’na sonsuza dek yücelik olsun. Amin.” Romalılar 11: 29-36.

Çölde Sayım 15:22-31 ayetlerinde bilmeden ve bilerek işlenen günahlar hakkında bilgi verilir – çok ciddi ve önemli bir farklılık. Bilmeden işlenen günahlar için Tanrının iyiliği ve merhametinde basit bir provizyon yer alır. Bölümün bu kısmında Mesih’in ölümü iki büyük görünüm içinde takdim edilir; yani yakmalık sunu ve günah sunusu. Birinin görünümü bizler diğerinin görünümü ise Tanrı içindir. Ve aynı zamanda O’nun bir insan olarak bu dünyadaki mükemmel yaşamının ve hizmetinin tüm değerliliğine, hoş kokusuna ve sevincine sahibiz. Tüm bunlar tahıl sunusu ve içki sunusu ile örneklenir. Yakmalık sunuda Mesih’in Tanrıya olan adanmışlığının ve tanrının O’ndan aldığı zevkin ölçüsü ile uyumlu olarak kefaretin nasıl işlediğini görürüz. Günah sunusunda Tanrının gözünde günahın iğrençliğinin ve günahkarın tutumunun ölçüsü ile uyumlu olarak kefaretin çalışma şeklini anlarız. İki sunu bir arada Mesih’in kefaret eden ölümünü tüm doluluğu ile sunarlar. Sonra ise tahıl sunusunda Mesih’in mükemmel yaşamını ve O’nun insan doğasının gerçekliğini bu dünyadaki yolunun ve hizmetinin tüm detayları ile gösterilen şekli ile görürüz. İçki sunusu ise O’nun Kendisini Tanrıya tam olarak teslim etmesinin örneğidir.

Bu bölümde sunulan kurbanların farklı sınıflarının zengin ve harika öğretişine şimdi değinme girişiminde bulunmayacağız. Bu konuyu daha detaylı olarak incelemeyi arzu eden okuyucu “Levililer Hakkında Notlar” adlı küçük bir kitaba başvurmalıdır. (1-140 sayfalar) Biz burada yalnızca çok kısa bir şekilde her sununun temel önemi hakkında yazdık. Detaylara girdiğimiz takdirde yapacağımız şey yalnızca daha önce yazmış olduklarımızı tekrar etmek olacaktır. Eklememiz gereken yalnızca Tanrının taleplerinin bilmeden işlenen günahların da üzerinde durduğudur. Bizler hissetmemize rağmen söylemesek bile en azından şunu düşünürüz: Bu tür günahların üzerinde durulmaması gerekir. Ama Tanrı böyle düşünmez. Tanrının kutsallığının bizim zeka ölçümüze düşürülmemesi gerekir. Lütuf, bilmeden işlenen günahlar için sağlayışta bulunmuştur. Ama kutsallık bu tür günahların yargılanmasını ve itiraf edilmesini talep eder. Her gerçek yürek bundan dolayı Tanrıyı bereketleyecektir. Çünkü eğer Tanrının lütfunun sağlayışları tanrısal kutsallığın taleplerini karşılamak için yeterli olmasa idi o zaman biz ne yapardık? Bilerek işlenen günahlar eğer bizim zekamızın ötesine geçmeseler idi yeterli olamayacakları kesin idi.

Ve yine de genel olarak konuşulduğu zaman ağzı ile iman ikrarında bulunan imanlıların bilgisizlik için özürler bulduklarını ve bilgisizliğin temelinde sadakatsizlik ve hatayı akladıklarını işitmek çok üzücüdür. Ama bu tür durumlarda çok sık olarak sorulan soru neden bilgisiz olduğumuz hakkındadır. Önümüze olumlu bir yargı talep eden bir soru geldiğini ve belirli bir eylem çizgisi için çağrıda bulunduğunu varsayalım. Bilgisizlik konusu kafamızı kurcalar. Bu doğru mudur? İşe yarayacak mıdır? Bizi sorumluluk için düzenleyecek midir? Tanrı bu tür bir olaydan sonra sorundan sıyrılmamıza izin verecek midir? Hayır, sevgili okuyucu, böyle olmayacağından emin olabilirsiniz. Bizlerin neden bilgisi yok? Konunun kökenine inmek ve doğru bir sonuca ulaşmak için tüm enerjilerimizi kullandık mı, mümkün olan her araçtan yararlandık mı ve her olası çabayı gösterdik mi? Gerçeğin ve kutsallığın isteklerinin tüm bunların hepsini bizden talep ettiğini aklımızda tutalım. Bundan daha azı ile asla tatmin olmamamız gerekir. İtiraf etmemiz gereken bir durum var ve o da şudur: eğer herhangi bir şekilde bizim kendi ilgilerimiz, adımız, ünümüz ve malımız ile ilgili bir sorunumuz olsa idi, sorun ile ilgili gerçekler hakkında tam bilgi sahibi olmak için her taşın altına bakan yoğun bir çabaya girerdik. Kendi sorunumuzu çözmek uğruna elimizden gelen her şeyi yapardık. Eğer bilgi edinilmesi gerekiyor ise, bilgiyi elde etmemiz gerekir. Sorun hakkındaki her ayrıntıyı çok iyi bilmemiz gerekir, öyle ki konu hakkında sağlıklı bir yargı oluşturabilelim.

Sevgili Okuyucu, okudukların doğru değil midir? O zaman neden Mesih ile ilgili konularda bilgisiz kalalım? Benlik söz konusu olduğu zaman, enerjik, gayretli ve canlı iken Mesih söz konusu olduğunda kayıtsız, ilgisiz ve hantal mı olmalıyız? Asla! Ama ne yazık ki gerçek budur. Bu gerçeğin bizi alçakgönüllü yapması gerekir. Diliyorum ki Tanrının Ruhu bizi Rabbimiz İsa Mesih ile ilgili konularda daha gayretli yapsın. Benlik ve benliğin ilgileri her gün giderek batsın ve Mesih ve O’na duyulan ilgiler gözümüzde her gün daha çok değer kazansın! Ve bizim kendi kutsal sorumluluğumuz olan Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in yüceliği için her konuda yürekten bir gayret gösterelim. Araştırmamızı uygular iken başarısızlık ile karşılaşsak bile O’nunla ilgili olan herhangi bir konunun bizim için bir kayıtsızlık konusu olduğunu söylemeye ya da düşünmeye ya da öyle davranmaya cesaretimiz olmasın. Tanrı bu konuda bize merhamet göstersin! Yalnızca kendimiz ile ilgili konulara değer vermeyelim ve yaşamlarımızda Mesih’in yetkileri üstün gelsin.

Tanrının gerçeğine ve okuyucunun canına duyduğumuz sorumluluk nedeni ile bilgisizlik konusunda söyleyeceklerimiz bu kadar. Bu konunu uygulamadaki yoğun önemini çok iyi hissediyoruz. Kayıtsızlık kelimesinin kullanılmasının daha doğru olduğu zamanlarda bizim genellikle bilgisizlik kelimesini kullandığımıza inanıyorum. Bu çok üzücü bir durumdur. Elbette sınırsız iyiliği içindeki Tanrımız eğer bilgisizlik nedeni ile işlenen günahlar için sağlayışta bulunmuştur. Enerjimizi kullanarak elimizin altında olan bol bilgiye sahip olmamız mümkün ise o zaman bilgisizliğin arkasına saklanmak için hiç bir nedenimiz yoktur.

Belki de bu nokta üzerinde yeterince durmamış olabiliriz; imanlılar olarak sahip olduğumuz tarihte ciddi bir ana ulaşmak için canımızdaki kanaatin her gün güçlendirilmesi gerekir. Her şeyden şikayet eden kişiler olmamamız gerekir. Şikayet konularına asla sempati duymamamız lazımdır. Bizim inancımız sevinçli bir güvence ile dolu olduğumuz ve yüreklerimizin ve zihinlerimizin her türlü kavrayışı aşan Tanrının esenliği tarafından korunduğudur. “Tanrı bize korku ruhu değil, sevgi, güç ve sağlıklı zihin ruhu vermiştir.” 2.Timoteos 1:7.

Ancak gözlerimizi Mesih’in istekleri ile ilgili şaşırtıcı gerçeğe – gerçeğin değerine – kutsal yazıların yetkisine kapatmamız ve onları her gün her hafta ve her yıl bir kenara atmamız imkansızdır. Tanrının gerçeği dışında herhangi bir şey ya da her şey için hoşgörünün olacağı bir ana yaklaştığımıza inanıyoruz. Bu nedenle bu konuda dikkatli olmalıyız. Tanrının sözü yüreklerde uygun yerine sahip olmalı ve vicdanın her konuda kutsal yetki tarafından yönetilmelidir. Yumuşak bir vicdan sahip olabileceğimiz en değerli hazinedir; her geçen gün Tanrının sözüne sorgusuz sualsiz boyun eğen bir vicdan bu uygun durumda olduğu zaman, kişinin karakterini düzenleyen bir güç her zaman mevcut olacaktır. Vicdan bir saatin düzenine benzetilebilir; saatin akrebi ve yelkovanı yanılabilir ama saatin regülatörü onlar üzerinde güce sahip olduğu sürece akrep ve yelkovanı düzeltecek bir sistem her zaman vardır. Eğer bu düzen sistemi kaybolur ise o zaman saatin parçalara ayrılması gerekir. Aynı şey vicdan için de geçerlidir. Kutsal Ruh aracılığı ile başvurulan ayetlerin gerçekliği devam ettiği sürece her zaman güvenilir ve kesin bir düzenleyici güç mevcut olacaktır. Ama eğer vicdan sert hale gelir ve yoldan sapar ise eğer “Rab böyle söyledi” ifadesine boyun eğmeyi reddeder ise o zaman umut azalacaktır. Bu durumda konu bölümümüzde işaret edilen şu ifadeye benzer hale gelecektir. “Yerli ya da yabancı biri bilerek günah işler ise Rabbe saygısızlık etmiştir. Bu kişi halkının arasından atılmalı. Rabbin sözünü küçümsemiş ve buyruklarına karşı gelmiştir. Bu nedenle o kişi halkının arasından kesinlikle atılacak ve suçunun cezasını çekecektir.” Çölde Sayım 15: 30,31.

Bu bir bilgisizlik günahı değildir; Tanrının yargısını gerektiren küstah ve istekli bir günahtır. “Başkaldırma falcılık kadar günahtır ve dikbaşlılık putperestlik kadar kötüdür.” 1.Samuel 15: 23.

İnsan iradesi kendisini böyle sıra dışı bir güç ile geliştirdiği zaman bu tür ağır sözlere maruz kalmaktadır. İnsan kendi iradesinde direnir ama ayetler bunun tam aksini öğretirler. İnsan mükemmeliyetinin – mükemmel insanlığın - önemli iki unsuru “bağımlılık” ve “itaattir”. Bu iki unsurdan ayrılan herhangi biri bir insanın gerçek ruhundan ve davranışından ayrılmış olur. Bu yüzden İnsanoğlu İsa Mesih’e- mükemmel insana – gözlerimizi çevirdiğimiz zaman, bu iki büyük özelliğin en başından en sonuna kadar O’nda mükemmel bir şekilde uyarlandığını ve mükemmel bir şekilde geliştiğini görürüz. Kutsanmış Rab bir an için bile asla mükemmel bağımlılık ve mutlak itaat davranışlarının dışına çıkmadı. Bu gerçeği kanıtlamak ve resmetmek için tüm Müjde’yi incelemek gerekir. Ama biz şimdi ayartılma sahnesini ele alalım ve orada bulacağımız tam kutsal bir yaşamın örneği olacaktır. O’nun ayartıcıya verdiği tek değişmeyen yanıt her zaman şu idi: “Yazılmıştır.” O hiç bir mantık yürütmedi, kanıt ileri sürmedi ve soru sormadı. O Tanrının sözü aracılığı ile yaşadı. Şeytanı, bir insanın tek gerçek konumuna sımsıkı tutunarak yendi – bağımlılık ve itaat. O ancak Tanrıya bağımlı olabilir ve O’na yalnızca itaat edebilir idi. Şeytan böyle bir tutum karşısında ne yapabilir idi? Kesinlikle hiç bir şey.

O zaman bizim örneğimiz işte budur. Bizler, Mesih’in yaşamına sahip olanlar olarak bağımlılık ve itaati alışkanlık haline getirerek yaşamaya çağrıldık. Bu ifade Kutsal Ruh’ta yürümek anlamına gelir. İmanlının güvenilir ve mutlu yolu budur. Bağımsızlık ve itaatsizlik el ele yürürler. Her ikisi de imanlılara ve insana özgü değildirler. İlk insanda bağımsızlık ve itaatsizlik görürüz, ama ikinci İnsan’da bu ikisinin tam karşıtı mevcuttur. Bahçedeki Adem bağımsız olmak istedi. Bir insan olmaktan hoşnut değil idi ve bir insanın tek gerçek yeri ve ruhunda kalmak istemedi ve itaatsiz oldu. İşte düşmüş insanlığın sırrı bu noktada bulunmaktadır. Bağımsızlık ve itaatsizlik gibi bu iki unsur düşmüş insanlığı oluşturdu. Bu durumu istediğiniz her yere yerleştirebilirsiniz: tufandan önce ve tufandan sonra; yasasız veya yasa altında; putperest, Tanrısız, Yahudi, Grek ya da ismen Hristiyan; lütfen elinizden geldiğince yakından analiz edin ve görecek olduğunuz şey her zaman şu iki unsurdur: bağımsızlık ve itaatsizlik. Ve bu dünyada insanlık tarihinin sonuna yaklaştığınız zaman, insana baktığınızda onu bu üzücü alanda nasıl görürsünüz? İnsan nasıl bir karakter ile görünür? “İrade sahibi kral” ve “yasasız insan” olarak.

Bu konular üzerinde doğru düşünebilmemiz için Rab bize lütuf versin. Ve bizler alçakgönüllü ve itaatkar bir ruh geliştirelim. Tanrı şöyle demiştir: “Ben ruhu kırık ve sözümden korkan insana bakarım.” Bu sözler kulaklarımıza ve yüreklerimize yerleşsinler ve canlarımızın alıp verdiği sürekli soluk şu olsun: “Ey Rab, hizmetkarını bilerek işlediği günahlardan uzak tut ve bunlar onun üzerinde egemen olmasınlar.” 11

Bu kısmı sona erdirmeden önce yalnızca şunu yapmamız gerekiyor; Şabat gününü tutmayan kişi ve “lacivert kordon” konularına değinmek.

“İsrailliler çölde iken Şabat günü odun toplayan birini buldular. Odun toplar iken adamı bulanlar onu Musa ile Harun’un ve bütün topluluğun önüne getirdiler. Adama ne yapılacağı onu belirlenmediğinden onu göz altında tuttular. Derken Rab, Musa’ya, ‘O adam öldürülmeli. Bütün topluluk ordugahın dışında onu taşa tutsun’ dedi. Böylece topluluk adamı ordugahın dışına çıkardı. Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi onu taşlayarak öldürdüler.” Çölde Sayım 15: 32-36.

Bu günah kesinlikle bilerek işlenen bir günah idi. Rabbin çok açık ve kesin bir buyruğuna karşı gelinmiş idi. Bilerek işlenen bir günahı özellikle belirten nokta budur ve günahı özürsüz hale getirir. Tanrısal bir buyruğun karşısında bilgisizliğin özürü yoktur.

Ama akla şöyle bir soru gelebilir: Adamı neden ordugahın dışına çıkarmaları gerekiyor idi? Çünkü buyruk açıktı. İnsanların davranışları konusunda konuşmak için Rab yetki sahibi idi. Söylememize gerek yok; Tanrı her şeyi önceden başından sonuna kadar bilir. Ama şu anda önümüze örnek olarak verilen konuda Tanrı fırsat talep edilene kadar konuyu bilerek belirsiz bıraktı. Ama yine de ne yazık! Fırsat talepte bulundu çünkü insan hiç bir şey için güçlü değildir. Yüreğinde Tanrının huzur diyarına inanmaz. Şabat günü bir ateş yakmak yalnızca yasanın doğrudan bir ihlali değil idi ama Yasayı Koyan’ın zihninin bütünlüğünün kanıtı idi. Dinlenme günü yargının karşıt sembolü idi. Ateş yakmak yargının sembolüdür ve böyle olduğu için Şabat gününün tam ihlal edilmesi sayılıyor idi. Bu nedenle Şabat gününe ait dinlenmeyi ihlal eden kişi için yargıdan başka bir yol yok idi. Çünkü “insan ne eker ise, onu biçer.”

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına de ki, ‘kuşaklar boyunca giysinizin yanına dört püskül dikeceksiniz. Her püskülün üzerine lacivert bir kordon koyacaksınız. Öyle ki, püskülleri gördükçe Rabbin buyruklarını anımsayasınız. Böylelikle Rabbin buyruklarına uyacak, yüreğinizin ve gözünüzün istekleri ardınca gitmeyecek ve hainlik etmeyeceksiniz. Ta ki, bütün buyruklarımı anımsayıp tutasınız ve Tanrınız için kutsal olasınız. Tanrınız olmak için sizi Mısır’dan çıkaran Tanrınız Rab Ben’im. Tanrınız Rab Ben’im.” Çölde Sayım 15: 37-41.

İsrail’in Tanrısı halkına Kendisinin kutsal buyruklarını sürekli hatırlamaları için destek verecektir. Bu nedenle göze hoş görünen lacivert kordonlu püsküller giysilerinin dört bir yanına dikilecek idi, öyle ki Tanrı sözü yüreklerinin düşüncelerinde sürekli kalsın. Bir İsraillinin gözleri ne zaman lacivert kordonu görse, Yehova’yı düşünecek ve O’nun tüm buyruklarına yürekten bir itaat gösterecek idi.

Lacivert kordonun uygulamadaki önemli amacı bu idi. Ama Matta 23:5 ayetine baktığımız zaman, insanın bu tanrısal tasarımı nasıl üzücü bir hale getirdiğini öğreniriz: “Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin hamaillerini (küçük kutular) büyük ve giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar.” Böylece yalnızca Yehova’yı hatırlamaları ve O’nun değerli sözüne alçakgönüllü bir itaat ile boyun eğmeleri için onları yönlendirmek için tasarlanmış tanrısal amaç kendilerini yücelten ve dini kibirlerini okşayan bir fırsat haline dönüştürülmüştür. Tanrıyı ve O’nun sözünü düşünmek yerine onlar kendilerini düşündüler ve diğer insanlara gösteriş yapmanın peşinden gittiler. “tüm yaptıklarını başka insanlar tarafından görülsün diye yaptılar.” Bu davranış Tanrıya ait bir düşünce değil idi. Başlangıçtaki düşüncenin ruhu tamamen yitirilmiş idi ve dışsal şekil bencil sonuçlar almak için kullanılıyor idi. Bu tür davranışları çevremizde ve aramızda da görmüyor muyuz? Bu konu üzerinde derinlemesine ve çok ciddi bir şekilde düşünelim. Göksel bir anının yersel bir rezalet haline dönüşmesine izin vermeyelim; alçakgönüllü bir itaatin insanın kendini yüceltme biçimine dönüşmesine engel olalım.


11 Özellikle genç imanlı okuyucuya şunu hatırlatmak isteriz: bilinmeden işlenen günahların gerçek koruyucusu Tanrı sözüdür ve bu sözü çalışmak ve ona boyun eğmek gerekir. Tüm bu doğruları akılda tutmaya hepimizin ihtiyacı vardır, ama buna özellikle genç kardeşlerimiz ihtiyaç duyar. Genç imanlılar arasında hali hazırdaki çağın akışına karışmak ve onun ruhundan içmek için güçlü bir eğilim vardır. İşte bu yüzden bağımsızlık, güçlü insan iradesi, kontrol konusundaki sabırsızlık, anne ve babaya itaatsizlik, baş kaldırma, kibir ve kendine güvenme, küstah tavırlar ve yaşça kendilerinden büyük olan kişilerden daha bilge olduklarını iddia etmek- tüm bunlar Tanrının gözünde nefret edilen davranışlardır ve imanlılık ruhuna tamamen karşıttırlar. İçten bir gayret ve sevgi ile tüm genç imanlı kardeşlerimizi bu tür düşüncelere karşı dikkatli olmaya çağırıyor ve alçakgönüllü bir zihin geliştirmeye davet ediyoruz. Lütfen şu ayeti hatırlasınlar: “Tanrı kibirlilere karşıdır ama alçakgönüllülere lütfeder.”

Çölde Sayım 16

Biraz önce üzerinde çalışma yaptığımız bölüm Şabat gününü ihlal eden kişi ile ilgili gerçekten kısa paragraf dışında İsrail’in çöl yaşamının tarihinden verilen konu dışı bir ara olarak adlandırılabilir. Tüm günahları ve ahmaklıkları, şikayetleri ve isyanlarına rağmen İsrail’in geleceğinden söz ederek Kenan ülkesini ele geçireceğini ve kurtuluşlarının Tanrısına doğruluk sunuları sunacaklarını ve O’na övgü şarkıları söyleyeceklerini anlatır. Bölümde, Yehova’nın Çölde Sayım 13 ve Çölde Sayım 14. Bölümlerde gösterilen tüm imansızlık ve itaatsizlik, kibir ve insan iradesinin üstüne nasıl yükseldiğini görmüş ve O’nun Kendi sonsuz amacının tam ve nihai olarak yerine getirilişi ile İbrahim, İshak ve Yakup’a vermiş olduğu vaatlerin tamamlandığını okumuş idik.

Ama 16.bölümde insan ile ilgili olan o üzücü ve alçaltıcı çöl öyküsü sona erer ve Tanrının tükenmez sabrının ve sınırsız lütfunun parlak ve bereketli öyküsü başlar. Bunlar çöldeki iki büyük derslerdir. Bu derslerden insanın ne olduğunu ve Tanrının ne olduğunu öğreniriz. Bu iki ders Çölde Sayım kitabının sayfalarında yan yana uzanırlar. !4.bölümde insanı ve insanın yollarını görürüz. 15.bölümde ise Tanrıyı ve O’nun yollarını okuruz. Ve şimdi önümüzde açık olan yeni bölümde tekrar insana ve onun yollarına geri döneriz. Diliyoruz ki bu her iki dersten de en sağlam ve en derin anlamlı öğretişi biçebilelim!

“Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğullarından Datan, Aviram ve Pelet oğlu On toplulukça seçilen, tanınmış iki yüz elli İsrailli önder ile birlikte Musa’ya baş kaldırdı. Hep birlikte Musa ve Harun’un yanına varıp ‘Çok ileri gittiniz!’ dediler. ‘Bütün topluluk ve topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rab onların arasındadır. Öyle ise kendinizi neden Rabbin topluluğundan üstün görüyorsunuz?” Çölde Sayım 16:1-3.

Şimdi burada elçi Yahuda tarafından “Korah’ın reddedilişi” ifadesi aracılığı ile Kutsal Ruhun ciddi öyküsüne giriş yapıyoruz. İsyan, bu konuda dini önder olduğu için Korah’a atfedilir. Korah’ın, çevresinde toplanmış olan çok sayıdaki etkili kişilerin “prenslerin, ünlü kişilerin ve yeniden kazanılan kişilerin” üzerinde yeterli bir etkiye sahip olduğu anlaşılır. Kısaca belirtecek olur isek, bu isyan çok büyük ve ciddi bir isyan idi ve bu isyanın kaynağına ve ahlak özelliklerine yakından bakmamız iyi olacaktır.

Soğuyan bir sevgi ruhu kendini gösterdiği zaman, bir topluluğun tarihinde her zaman çok kritik bir an yaşanır. Çünkü eğer bu durum doğru bir şekilde ele alınmaz ise mahvedici sonuçların ortaya çıkacağı kesindir. Her toplulukta onlara dayanarak hareket edilebilecek malzemeler vardır ve hareket etmeleri için ihtiyaç duyulan, yalnızca bazı huzursuz ruhların yükselmesidir, öyle ki bu tür malzemeler üzerinde çalışsınlar ve gizlide yakılmaya çalışılan ateşi yiyip yutan bir alev halinde büyütebilsinler. Ve bir kez böyle bir ruh yükseldiği zaman kaçmaya hazır olan yüzlercesi ve binlercesi kendilerini yükseltmek için cesaret bulamazlar. Şeytan böyle bir çalışma yaptığı zaman herkesi bir araç olarak kullanmaz. Şeytanın ihtiyacı olan kişi akıllı, enerjik ve ahlaki güce sahip bir kişidir – böyle bir kişinin çevresindeki kişilerin zihinlerini etkileyebilmesi gerekir ve şeytan ancak böyle bir kişi ile planlarının yürümesini sağlayabilir. Şeytanın şeytani planlarında kullandığı kişilerin hepsine ilham verdiği kesindir. Bildiğimiz tüm olaylarda bütün isyankar akımların başındaki büyük önderlerin genellikle büyük zekaya sahip, kendi iradeleri ile uyumlu olarak hareket edebilen kişiler olduklarını görürüz. Bu kişiler fırtınada esen bir rüzgarın hareket ettiği gibi büyük kalabalıklar üzerinde dalgalar halinde etkiler yaratırlar. Bu tür kişiler öncelikle insanların tutkularını nasıl harekete geçireceklerini iyi bilirler. Ve ikinci olarak kalabalıklar harekete geçtikleri zaman onlara nasıl yön vereceklerini de bilirler. En büyük güçleri, kalabalıkların özgürlükleri ve hakları konusunda onları etkilemektir. Eğer kişileri özgürlüklerinin ellerinden alındığı ve haklarının kısıtlandığı konusunda ikna etmeyi başarabilirler ise çevrelerinde çok sayıda huzursuz ruh toplayabilecekleri ve onlara ciddi hatalar yaptıracakları kesindir.

Korah ve yardımcıları ile ilgili konuda bu taktikleri aşikar olarak görürüz. Musa ve Harun’un kardeşleri üzerinde efendilik ettikleri ve kutsal bir topluluğun üyeleri olan kardeşlerinin haklarına ve ayrıcalıklarına müdahale ettikleri düşüncesini ortaya atarlar. Onların yargılarına göre topluluktaki herkes aynı seviyededir ve her biri bir diğeri kadar aktif olma hakkına sahiptir.

“Çok ileri gittiniz.” Yeryüzündeki en alçakgönüllü insan olan Musa’yı bu ifade ile suçladılar. Ama Musa üzerine nasıl bir sorumluluk almış idi? Bu sevgili ve onurlu hizmetkar hiç kuşkusuz geçmişinde yaşadığı zorlu olaylar nedeni ile saygınlığa ve sorumluluğa sahip idi ve herhangi birini ikna edecek yeterlilikte idi. Kendisini ön plana çıkartmaya çalıştıkları zaman alçakgönüllülük ile geri çekilmeye ve onlara yardım etmek için kendisini feda etmeye hazır olduğunu göstermiş idi. Bu yüzden Musa’yı “ileri gitmek ile” suçlayan herkes insanın gerçek ruhundan ve karakterinden tamamıyla habersiz ve bilgisiz olduğunu kanıtlamış oluyor idi. Musa Yeşu’ya şu sözleri söyleyebilen bir önder idi: “Sen benim adıma mı kıskanıyorsun? Keşke Rabbin tüm halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!” Bu sözleri söyleyebilen biri nasıl olur da “ileri gitmiş olmak ile” suçlanabilir idi? Ama öte yandan eğer Tanrı bir kişiyi öne çıkması için çağırır ise – onu hizmet etmesi için donatır ise – eğer Tanrı o kişiyi özel bir hizmet için bir kaseyi doldurur gibi doldurur ise ve hizmet için uygun kılar ise – eğer o kişiyi bulunması gereken konum için atarsa, o zaman kim Tanrının tanrısal armağanı ve tanrısal ataması için tartışma çıkartabilir? Aslında Korah ve yardımcılarının iddiaları ve söyledikleri saçmalıktan da öte idi. “Kendisine gökten verilmedikçe hiç kimse bir şey alamaz.” Ve bu yüzden Musa hakkında söylenilenler yalnız saçma değil aynı zamanda çok da kötü sözler idi. İnsanlar er ya da geç gerçek seviyelerini bulacaklardır. Ve Tanrıdan verilmemiş olan bir şey ayakta kalamayacaktır.

Bu yüzden Korah ve yardımcıları Musa ve Harun ile değil, Tanrı ile tartışıyorlar idi. Musa ve Harun belirli bir konumda hizmet vermek için Tanrı tarafından çağrılmışlar idi ve belirli bir işi yerine getirmeleri gerekiyor idi. Bunu reddeden kişilerin vay başına! Bulundukları konumu hedef alanlar ya da işi belirleyenler Musa ve Harun değil idi; onlar Tanrı tarafından atanmışlar idi, aslında bu gerçeğin sorunu çözümlemiş olması gerekir idi. Kendileri ile meşgul olan huzursuz isyancılar kendilerini yüceltmek için Tanrının hizmetkarlarını alçaltmak istemişler idi. Bu tür kişilerin davranış şekli her zaman budur. Onların ilgilendikleri tek şey kendilerini ön plana çıkartmak idi. Tanrı halkının ortak hak ve ayrıcalıkları hakkında hem yüksek ses ile hem de sürekli konuşuyorlar idi. Ama gerçekte hedefleri kendilerinin hiç mi hiç uygun olmadıkları bir konum ve hakları olmayan ayrıcalıklara sahip olmak idi.

Aslında mesele çok basittir. Tanrı bir kişiyi bir işi yapması için bir konuma yerleştirmiş midir? Evet, o halde bunu kim sorgulayabilir? O zaman bırakalım herkes kendi konumuna yerleşsin ve bu konumda yapması gereken işi yapsın. Dünyadaki en anlamsız şey, bir kimsenin başka bir kişinin işini ya da görevini almak için girişimde bulunmasıdır. Çölde Sayım 3 ve Çölde Sayım 4. Bölümler üzerinde düşündüğümüz zaman, bu konuyu ayrıntılı bir şekilde görmek için yönlendirildik. Bu gerçek her zaman geçerlidir. Korah’ın kendi işi vardı ve Musa’nın da kendi işi vardı. Neden biri diğerine imrensindi? Atandıkları bölgelerde ve zamanlarda parlayan güneşi, yıldızları ve ayı çok ileri gitmek ile suçlamak ne kadar mantıksız ise aynı şekilde Musa ve Harun’u da çok ileri gitmek ile suçlamak o kadar mantıksız idi. Mesih’in armağanlar verilmiş olan her hizmetkarı armağanının getirdiği sorumluluk ile uyumlu olarak atandığı konumdaki görevini yerine getirmek ile yükümlü idi. Gökyüzünde ışık veren güneş, ay ve yıldızlar gücü Her Şeye Yeten Yaratıcı tarafından atandıkları yerde hizmet verirler. Ve Mesih’in hizmetkarları da aynı şeyi yaptıkları sürece onlara çok ileri gittiklerini söylemek onları haksız yere suçlamaktan başka bir şey değildir.

Bu prensibin küçük ya da büyük her toplulukta imanlıların birlikte çalışmaya çağrıldıkları her koşul altında yoğun bir öneme sahip olduğunu görüyoruz. Mesih’in bedeninin tüm üyelerinin önde gelen yerler için çağrı aldıklarını sanmak bir hatadır. Ya da herhangi bir üyenin bedendeki yerini kendisinin seçebileceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bu konu tamamen ve mutlak bir şekilde bir tanrısal atanma konusudur.

1.Korintliler 12.bölümde bu konu hakkında verilen öğretiş çok açıktır. “İşte benden tek üyeden değil, bir çok üyeden oluşur. Ayak, ‘El olmadığım için bedene ait değilim’ der ise, bu onu bedenden ayırmaz. Bütün beden göz olsa idi nasıl duyardık? Bütün beden kulak olsa idi nasıl koklardık? Gerçek şu ki, Tanrı bedenin her üyesini dilediği biçimde bedene yerleştirmiştir.” 1.Korintliler 12:14-18.

Tanrının kilisesindeki tek gerçek hizmetin kaynağı burada belirtilmiştir; Mesih’in bedeni. “Tanrı, üyeleri yerleştirmiştir.” Bir insan başka bir insanı bir işe atamaz. Hatta bir insan kendi kendisini dahi yapacağı işe atamaz. Bu ya tanrısal atamadır ya da hiç bir şey değildir. Evet, hatta hiç bir şeyden daha da kötüdür; bu bir tanrısal hakları gasp etme küstahlığıdır.

Şimdi 1.Korintliler 12.bölümdeki harika örneğin ışığında konuya tekrar bakalım ve düşünelim. Ayakların elleri ya da kulakların gözleri çok ileri gitmek ile suçlamasının ne gibi bir anlamı olabilir? Böyle bir düşünce aşırı derecede saçmalık olmaz mı? Evet, bu üyelerin bedende önemli bir yere sahip oldukları doğrudur. Ama bu neden böyledir? “Çünkü Tanrı her üyeyi dilediği biçimde yerleştirmiştir.” Ve bu üyeler o önemli yerlerinde ne yaparlar? Tanrının yapmaları için kendilerine vermiş olduğu işi yaparlar. Hangi amaç ile yaparlar? Tüm bedenin yararı için! Diğerlerine kıyasla önemsiz dahi görünse bile her üye önde gelen diğer üyelerin işlevlerine yararlı katkılarda bulunur. Ve öte yandan önde gelen üye önemsiz üyenin işlevlerine karşı borçludur. Örneğin, gözlerin görme gücünü yitirdiklerini düşünün; bedenin her üyesi bu durumdan etkilenecektir. En önemsiz gibi görünen üyenin işlevinde düzensizlik olduğunu düşünün; en önde gelen üye bundan mutlaka etkilenecek ve sıkıntı çekecektir.

Bu nedenle önemli olan yaptığımız işin küçük ya da büyük olması değildir; önemli olan atandığımız işi yapıyor olmamız ve atandığımız konumu dolduruyor olmamızdır. Tüm bedenin ihtiyaçlarının yerine gelmesi her üyenin işlev ölçüsü ile uyumlu olarak etkili bir şekilde işini yerine getirmesidir. Eğer bu büyük gerçek fark edilmez ve uygulanmaz ise, görevler yerine gelmez ve daha da kötüsü yerine getirilmelerine engel olunur. Kutsal Ruhun ateşi söner ve kederlenir; Mesih’in egemen hakları inkar edilmiş olur ve Tanrının saygınlığına karşı gelinmiş olur. Her imanlı bu tanrısal ilkeye uygun hareket etmekten sorumludur ve bu tanrısal ilkeyi uygulamada inkar eden her şeye karşı tanıklık etmek ile yükümlüdür. Ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin mahvolması ile ilgili gerçeğin nedeni, Tanrının bu konudaki gerçeğini reddetmesi ya da bu gerçeğin inkar edilmesini kabul etmesidir. İmanlının Tanrının açıklanan düşüncesine her zaman ciddi bir şekilde boyun eğmesi şarttır. Hata yapıldığı zaman bahane olarak koşulları öne sürmek ya da Tanrının herhangi bir gerçeğinin ihmal edildiği bir durumu kabul etmek tanrısal yetkiye karşı gelmek ve Tanrıyı itaatsizliğin Yetkilisi yerine koymaktır.

Ama artık bu konu ile ilgili daha fazla incelemede bulunmayacağız. Bu konuya burada yalnızca bölümümüz ile ilgili olarak işaret ettik ve şimdi bölümümüzde ilerlememiz gerekiyor. Bu sayfalar hiç kuşkusuz İsrail’in çöl öyküsünde yer alan en ciddi sayfalardır.

Korah ve yardımcılarına isyankar hareketlerinin ahmaklığı ve bunun günah olduğu çok hızlı bir şekilde öğretildi. Diri Tanrının gerçek hizmetkarlarına karşı çıkmaya cesaret etmeleri korkunç bir hata idi.  Musa hakkında ona karşı gelmek için bir araya toplandıkları zaman ve Musa onların kışkırtıcı sözlerini duyduğu zaman, yüz üstü yere kapandı. Bu, isyankar kişilerin önünde yapılacak en uygun davranış idi. Musa, Tanrının bu sevgili hizmetkarı ayaklarının üstünde dimdik durması gerektiği halde yüz üstü yere kapanmış idi. (Mısır’dan Çıkış 14) Ancak bu durumda yapabileceği en iyi ve en güvenilir davranış şekli bu idi. Huzursuz ve sevgisiz insanların durumları ile çekişmek ve onların ruh hali ile mücadele etmek asla yarar sağlamaz; yapılacak en iyi şey onları Rabbin ellerine terk etmektir, çünkü bu kişiler aslında Tanrının Kendisi ile çatışmaktadırlar. Eğer Tanrı belirli bir kişiyi bir konuma yerleştirir ve ona yapması için belirli bir iş verir ise ve bu kişinin çevresindeki diğer kişiler onunla tartışmanın uygun olduğunu düşünürler ise ve bu tartışmanın nedeni yalnızca o kişinin kendisine verilmiş olan belirli bir işi yapıyor olması ve atandığı konumu doldurması ise o zaman çatışmayı çıkartan kişiler gerçekte Tanrı ile çatışıyorlar demektir; Tanrı bu çatışmayı nasıl çözümleyeceğini bilir ve bunu Kendine özgü yolu ile yapacaktır. Bu konuda değinmiş olduğumuz bu kesin güvence Rabbin hizmetkarına kıskanç ve ortalık karıştıran ruhlar kendisine saldırdıkları anlarda kutsal bir sükunet ve ahlak yüceliği verir. Önde gelen bir hizmet ile meşgul olan biri ya da Tanrı tarafından ayrıcalıklı bir şekilde kullanılan hizmetkar  şu ya da bu zaman mutlaka kendilerinden başkasının onurlandırıldığını görmeye tahammül edemeyen belirli radikal ve hoşnutsuz kişilerin saldırıları ile karşılaşmak zorunda kalacaktır. Ama bu tür saldırılarda bulunan kişilere doğru davranmanın yolu onlara tepki vermemek ve konuyu Tanrının ellerine bırakmaktır. “Bunu duyan Musa yüz üstü yere kapandı. Sonra Korah ile yandaşlarına şöyle dedi: ’Sabah Rab kimin kendisine ait olduğunu, kimin kutsal olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rab seçeceği kişiyi huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları, kendinize buhurdanlar alın. Yarın Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş ve ateşin üstüne de buhur koyun. Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer, çok ileri gittiniz.” Çölde Sayım 16: 4-7.

Bu davranış, konuyu uygun ellere bırakmak idi. Musa, Yehova’nın egemen haklarına büyük önem verir. “Rab gösterecektir” ve “Rab seçecektir”. Bu sözlerinde kendisi ve Harun hakkında tek bir hece bile mevcut değildir. Konunun tek çözümü yalnızca Rabbin seçimine ve Rabbin atamasına bağlıdır. İki yüz elli isyankar Rabbin huzurunda O’nunla yüz yüze getirildiler. Ellerinde buhurdanlıkları ile O’nun huzurunda toplandılar, öyle ki, tüm mesele tamamen ortaya konulsun ve herkesin önünde bu çatışmaya çözüm sağlansın. Musa ve Harun davada suçlanan kişiler oldukları için bir yargıda bulunma girişiminin onlara yarar sağlamayacağı aşikar idi. Ama Musa her iki tarafında tanrısal huzurda bir araya gelip toplanmasını ve meselenin yargılanarak bir karara varılmasını istemek için bereketlenmiş idi.

İşte bu gerçek alçakgönüllülük ve gerçek bilgeliktir. İnsanların yüreklerinin razı olacağı bir yer aramaları her zaman iyidir, çünkü eğer kendi iradelerine göre akılsızca bir yerin peşinden koşarlar ise bu ancak yenileceklerinin ve zihin karışıklığı yaşayacaklarının bir belirtisidir. Bazen diğer kişileri kıskanan kişilerin belirli bir hizmet alanında olduklarını ve o alanı kendilerinin işgal etmek istediklerini görebilirsiniz. Bırakın onlar bunu yapmayı denesinler, sonunda sinirlerinin bozulacağı ve yüzlerinde utanç ve karışıklık ile geri çekilecekleri kesindir. Rabbin bu tür kişilerin davranışları ile ilgileneceği kesindir. İnsanların bunu yapmayı denemelerinin bir yararı yoktur ve bu yüzden kıskançlık saldırılarının objesi olan birinin yapacağı en iyi şey Tanrının önünde yüz üstü yere kapanmak ve kötülük yapan kişiler ile ilgili meseleyi O’nun çözmesine izin vermektir. Tanrı halkının tarihinde bu tür olayların ortaya çıkması çok üzücüdür. Ama ortaya çıkmışlardır, ortaya çıkarlar ve tekrar tekrar ortaya çıkacaklardır. Ve bizim kesin olarak emin olduğumuz nokta şudur: huzursuz, sevgisiz ve hırslı ruhlara sahip insanlara gidebilecekleri en son yere kadar gitmeleri için izin vermek; sonra nasılsa geri çekilecekleri kesindir. Yani söylemek istediğimiz, onları Tanrının ellerine bırakmaktır ve Tanrının kendi mükemmel planları ile onlarla ilgileneceği mutlak bir şekilde kesindir.

“Musa Korah ile konuşmasını sürdürdü: ‘Ey Levililer, beni dinleyin. İsrail’in Tanrısı sizi kendi huzuruna çıkartmak için ayırdı. Rabbin konutunun hizmetini yapmanız, topluluğun önünde durmanız ve onlara hizmet etmeniz için sizi İsrail topluluğu arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu yetmiyormuş gibi kahinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah, senin ve yandaşlarının bu şekilde toplanması Rabbe karşı gelmektir. Harun kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?” Çölde Sayım 16: 8-11.

Burada bu korkunç çatışmanın kökeni hakkında bilgi alırız. Bunu başlatan kişiyi ve bu kişinin hedefinin ne olduğunu görürüz. Musa Korah’a hitap eder ve onu kahinliği hedef almak ile suçlar. Okuyucunun bu noktaya özen ile dikkat etmesini istiyoruz. Bu noktayı ayetlerin öğretişine göre net bir şekilde zihninde bulundurmasının gerekmesi önemlidir. Okuyucu Korah’ın ne olduğunu, kim olduğunu, işinin ne olduğunu ve huzursuz hırsının nedenini görmek ve anlamak zorundadır. Okuyucu eğer Yahuda’nın ifadesindeki – “Korah’ınkine benzer bir isyanda mahvoldular” - gerçek gücü ve anlamı anlamak istiyor ise tüm bu şeyleri kavraması gerekir.

O zaman Korah ne idi? Korah bir Levili idi ve böyle olduğu için hizmet etmek ve öğretmek için atanmış idi. “Onlar Yakup’a senin yargılarını ve İsrail’ senin yasanı öğretecekler.” İsrail’in Tanrısı Rabbin konutunun işlerini yapman ve topluluğun önünde onlara öğretmen amacı ile durman için seni kendi yakınına aldı.” Korah’ın durumu ve çalışma alanı bu idi. Ve Korah hangi hedefe gözünü dikmiş idi? Kahinliğe. “Sen de aynı şekilde kahinliği mi istiyorsun?”

Korah dikkatsiz bir gözlemcinin gözüne kendisi için bir şey istiyormuş gibi görünmemiş olabilir. Ve ilk anda tüm topluluğun haklarını gözeten biri gibi gelebilir. Ama Musa Tanrının Ruhunun gücü aracılığı ile Korah’ın maskesini düşürür ve onun topluluğun hakları için ayağa kalkmasının arkasında aslında kendisi için hırs içinde kahinlik istediğini gösterir. Bu noktaya dikkat etmek yararlı olacaktır. Genellikle Tanrı halkının özgürlükleri, hakları ve ayrıcalıkları konusunda seslerini yükselten kişilerin aslında kendi yüceliklerini ve çıkarlarını aradıkları görülür. Kendilerine uygun olan işi yapmaya razı değillerdir ve uygun olmayan bir konumun peşinden giderler. Bu durum her zaman hemen göze çarpmaz ama Tanrının er ya da geç bunu ortaya çıkartacağı kesindir. Çünkü O, herkesin davranışını tartar ve yüreğindeki niyeti bilir. Bir insanın kendisi için bir yer aramasından daha değersiz hiç bir şey olamaz. Bu davranışın hayal kırıklığı ve karmaşa ile sonuçlanacağı kesindir. Her bir üye için en önemli şey kendisini atanmış olduğu yerde bulmak ve atanmış olduğu görevi yerine getirmektir. Ve bu görevi yerine getirir iken ne kadar alçakgönüllü, ne kadar sessiz ve ne kadar içten olur ise o kadar iyidir.

Ama Korah bu basit ama önemli prensibi öğrenmemiş idi. Tanrısal şekilde atanmış olduğu yerden ve hizmetten hoşnut değil idi ve bu yüzden hiç bir şekilde kendisine ait olmayan bir konumu hedef almış idi. Bir kahin olmak istiyor idi. Korah’ın günahı tanrının baş kahinine karşı işlenen bir isyan günahı idi. “Korah’ınkine benzer bir isyan” ile Yahuda’nın kast ettiği bu idi.

Korah’ın öyküsünde dile getirilen bu gerçeği anlamak önemlidir. Ve bu gerçek genellikle anlaşılmaz ve bu yüzden kilisenin Başı tarafından üzerlerine boca edilebilecek herhangi bir armağanı kullanmak isteyenler günümüzde de bu tür bir isyan içine girebilirler. Ama ayetlerin ışığında bir an sakin bir şekilde konuya bakıldığı zaman böyle bir suçlamanın nasıl temelsiz olduğunu gösterecek yeterli yansımalar mevcuttur. Örneğin, Mesih’in müjdecilik armağanı vermiş olduğu bir kişiyi ele alalım. Bu kişinin Müjde’yi ilan etmek için ilerlemesi , tanrısal armağanını ve tanrısal görevinin ardından gitmesidir, kendisini bu yüzden Korah’ın günahı ile suçlamamız mı gerekir? Bu kişinin vaaz vermemesi mi gerekir?  Ya da vaaz vermesi mi gerekir? Tanrısal armağan – tanrısal çağrı – yeterli midir? Müjdeyi vaaz ettiği zaman bir isyancı gibi mi hareket etmektedir?

Aynı şey bir çoban ya da öğretmen için de geçerlidir. Çoban ya da öğretmen Kilisenin Başı tarafından kendisine verilmiş olan özel armağanı uyguladığı için Korah’ın günahı ile suçlanabilir mi? Bir kişiyi görevli yapan Mesih’in ona verdiği armağan değil midir? Bundan daha fazlasına gerek var mıdır? Ön yargısız bir zihin için –ayetler tarafından öğretilmeye istekli olan biri -  tanrısal bir şekilde verilmiş bir armağana sahip olmak anlaşılması kolay bir gerçek değil midir? Bir insan sahip olunabilecek her şeye sahip olsa ama yine de Kilisenin Başı tarafından verilmiş bir armağanı yok ise o kişinin bir görevli olmadığı aşikar değil midir? Konumlar ile ilgili bu basit gerçeklerin nasıl sorgulanabildiklerini anlamadığımızı itiraf ediyoruz.

Şunu hatırlatalım, burada sözünü ettiğimiz kilisedeki hizmetler için verilen özel armağanlardır. Hiç kuşkusuz Mesih’in bedenindeki her üyenin yerine getirmesi gereken bazı hizmetleri ve yapması gereken işleri vardır. Bu durum iyi eğitimli her imanlı tarafından kolayca anlaşılır. Ve ayrıca bedenin eğitilmesinin yalnızca önde gelen bazı armağanlar ile değil ama aynı zamanda Efesliler’e  Mektup’ta okuduğumuz gibi tüm üyelerin ilgili yerlerdeki etkin işleri aracılığı ile devam ettiği açıktır: “ Tersine, sevgi ile gerçeğe uyarak bedenin Başı olan Mesih’e doğru her yönden büyüyeceğiz. O’nun önderliğinde bütün beden her eklemin yardımı ile kenetlenip kaynaşmış olarak her üyesinin düzenli işleyişi ile büyüyüp sevgide gelişiyor.” Efesliler 4: 15,16.

Ayetler bu konuyu böylesine basit bir şekilde ifade ederler. Ama müjdeci, çoban, peygamber ya da öğretmen gibi bazı özel armağanlar hakkında konuşacak olur isek, bunların yalnızca Mesih’ten alınmış olmaları gerekir. Ve bir kişiyi görevli hale getiren bu armağanlara sahip olmaktır. Ve öte yandan, güneşin altındaki her eğitim tüm insan yetkisi bir kişiyi bir müjdeci, bir çoban ya da bir öğretmen yapamaz; kişinin mutlaka Kilisenin Başından bir lütuf armağanı almış olması gerekir.

Tanrının Kilisesindeki hizmet hakkında bu kadar söyleyelim. Okuyucuyu bu konuda yeterince aydınlattığımıza inanıyoruz. İnsanları bilgisizce Korah’ın korkunç günahı ile suçlamak gerçekten de çok kötü bir hatadır çünkü bu armağanlar kişilere Kilisenin Başı tarafından verilmiştir. Aslına bakılacak olur ise, bu armağanları uygulamamak bir günahtır.

Ancak hizmet ve kahinlik arasında çok maddesel bir farklılık vardır. Korah bir görevli olmayı hedeflemedi, çünkü o zaten bir görevli idi. Korah, olamayacağı bir şeyi yani bir kahin olmayı hedefledi. Kahinlik Harun ve onun ailesine verilmiş bir ayrıcalık idi. Ve onlar dışında sunu sunmak ya da kahinliğe özgü herhangi bir işlevi yapma girişiminde bulunmak herkes için küstahça bir davranışta bulunmak olur idi. Şimdi, Harun’un göklerden geçen bizim yüce Başkahinimiz’in – Tanrı oğlu İsa -örneği olduğunu hatırlatalım. Gökler O’nun hizmet alanı idi. “Eğer Kendisi yeryüzünde olsa idi, kahin olamaz idi.” İbraniler 8:4 “Rabbimiz Yahuda oymağından idi; Musa bu oymak hakkında kahinlik ile ilgili hiç bir şey söylememiş idi. Yeryüzünde şimdi tüm imanlıların kahinler olması dışında bir kahin olmak gibi bir görev yoktur. Bu konu hakkında Petrus’un yazdıklarını okuyalım : “Ama siz seçilmiş soy, kralın kahinleri, kutsal ulus ve Tanrının öz halkısınız.” 1.Petrus 2:9. Her imanlı bu ifadenin anlamına göre bir kahindir. Tanrının kilisesindeki en zayıf imanlı bile en az Pavlus’un kahin olduğu kadar kahindir. Bu bir kapasite ya da ruhsal güç meselesi değildir. Tüm imanlılar kahindirler. Ve İbraniler 13:15,16 ayetlerine göre ruhsal kurbanlar sunmaya çağrılmışlardır: “Bu nedenle İsa aracılığı ile Tanrıya sürekli övgü kurbanları yani O’nun adını açıkça anan dudakların meyvesini sunalım. İyilik yapmayı ve sizde olanı başkaları ile paylaşmayı unutmayın. Çünkü Tanrı bu tür kurbanlardan hoşnut olur.” İbraniler 13: 15,16.

İmanlının kahinliği böyledir. Ve okuyucunun bu konuyu özen ile okuması gerekir. Bundan farklı bir kahinlik şeklini hedeflemek- belirli bir kahinlik sınıfı yerleştirmeye çalışmak – insanların diğer kişiler adına hareket etmeleri ya da Tanrının önünde kahinlere özgü hizmet sunmaya kalkışmaları prensip olarak Korah’ın işlediği günah ile aynıdır. Burada kişilerden değil yalnızca prensipten konuşuyoruz. Günahın mikrobu çok başkadır. Zaman geçtikçe meyvenin tam oluşması gerçekleşir.

Okuyucu bu konunun tamamını kavrama konusunu yeterince basit bulamayabilir. Şu anda söylemek zorunda olduğumuz, bu konunun temel öneme sahip olduğudur. Okuyucunun bu konuyu yalnızca kutsal yazıların ışığında incelemesi gerekir. Gelenekler işe yaramayacaklardır. Vaizlere özgü tarihin de yararı olmaz. İşe yarayacak tek şey Tanrının Sözüdür. Bu sözün ışığında şu soruyu soralım ve yanıt verelim. “Korah’ın günahı ile adil bir şekilde suçlanacak olanlar kimlerdir? Kilisenin Başının donatmış olduğu armağanları uygulamak isteyen kişiler midir? Ya da yalnızca Mesih’in kendisine ait olan kahinlere özgü bir görevi ya da işi üstlenmek isteyenler midir? Bu çok ağır ve ciddi bir sorudur. Tanrısal huzurda sakin bir şekilde üzerinde düşünülmeli ve O’na sadık olmak için lütuf istenmelidir. O, bizim yalnızca lütufkar Kurtarıcımız değil, aynı zamanda egemen Rabbimizdir de!

Bölümümüzün geri kalan kısmında Korah ve yandaşlarına infaz edilen tanrısal yargı ile ilgili çok ciddi bir örnek sunulur. Rab bu isyankar kişiler tarafından ortaya atılan meseleye çok hızlı bir çözüm getirir. Bu çözümün yazılı olarak kaydedilmesi bile ifade edilişinin ötesindedir. Ne olmuştur? Yer yarılır ve isyan eden üç kişi aileleri, Korah’ın adamları  ve malları ile birlikte yarılan yer tarafından yutuldular ve Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan iki yüz elli adamı yakıp yok etti.

“Musa şöyle dedi: ‘Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini ve kendiliğimden bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir ölüm ile ölür ve herkesin başına gelen bir olay ile karşılaşırlar ise, bilin ki beni Rab göndermemiştir. Ama Rab yepyeni bir olay yaratır ise yer yarılıp onları ve onlara ait olan her şeyi yutar ise ve ölüler diyarına diri diri inerler ise bu adamların Rabbe saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Çölde Sayım 16: 28-30.

Musa söylediği bu sözleri ile Yehova ile isyankarlar arasında bir mesele olduğunu ortaya koyar. Musa’nın kendisi Tanrıya yalvarabilir ve her şeyi O’nun ellerine bırakabilir. Ahlak gücünün gerçek sırrı budur. Kendi çıkarının peşinden koşmayan bir kişi – Tanrının yüceliğinden başka bir hedefi ya da isteği olmayan bir kişi – güvenlik içinde olayların gelişmesini bekleyebilir. Ama bunun mümkün olması için gözün sadık, yüreğin dürüst ve amacın saf olması gerekir. Kişi herhangi bir şeyi etkilemek için hiçbir şey yapmayacaktır. Eğer Tanrı yargılayacak ise kesinlikle doğru olanı ortaya çıkartacaktır. Yer yarıldığı ve Rabbin ateşi yakıp yok ettiği zaman başka hiç bir şeyin etkisi olamaz. Her şey sakin iken övünmek ve büyük konuşmak herkes için çok kolaydır. Ama Tanrı korkunç bir yargı ile sahneye çıktığı zaman, durumların görünümü hızlı bir şekilde değişir.

“Musa konuşmasını bitirir bitirmez, Korah, Datan ve Aviram’ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı ve onları, ailelerini, Korah’ın adamları ile mallarını yuttu. Sahip oldukları her şey ile birlikte diri diri ölüler diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular. Çığlıklarını duyan çevredeki İsrailliler, ‘Yer bizi de yutmasın’ diye kaçıştılar.” Çölde Sayım 16: 31-34.

Gerçekten de “Diri Tanrının eline düşmek korkunç bir şeydir.” Kutsallarının topluluğunda tanrıdan korkulması ve O’nun çevresinde bulunan atamış olduğu kişilere saygı ile davranılması gerekir. “Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir.” Korah’ın, çok yüksek bir konum olan Levililere özgü hizmeti ile hoşnut olarak sakin kalması kendisi için ne kadar iyi olur idi. Bir Kehatlı olarak Korah’ın görevi tapınağın en kutsal eşyalarını taşımak idi, ama o kahinliğe gözünü dikti ve çukura düştü.

Hepsi bu kadar da değil idi. Yer isyan edenlerin üzerinde kapanır kapanmaz “Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan iki yüz elli adamı yakıp yok etti.” İnsanın kibir ve küstahlığı üzerine inen tanrısal yargının canı dehşete düşüren bir belirti ve göstergesi; olabilecek en korkunç sahnelerden biri idi. İnsanın Tanrının önünde kendisini yüceltmesi çok boştur, çünkü Tanrı kibirlilere karşıdır ama alçakgönüllülere lütuf verir. Toprak solucanlarının gücü Her Şeye Yeten Tanrının önünde kendilerini yüceltmeye kalkmaları ne kadar ahmakça bir tutum! Zavallı insan! Kendisini yakıp tüketen ışığa doğru koşan pervane böceğinin yaptığından daha ahmakça bir davranış.

Ah, Tanrımız ile alçakgönüllü bir tutum içinde yürümek! O’nun isteğine razı olmak; çok alçakgönüllü bir konumda bulunmaktan tatmin olmak ve verilen görevi yapmak! Gerçek saygınlık ve gerçek mutluluk işte budur. Eğer Tanrı bize bir geçiş yeri verir ise oradan O’nun bakışlarının altında geçelim ve O’na övgü ve yücelik olsun. En önemli ve gerekli nokta O’nun bize yapmamız için vermiş olduğu işin ne olduğunu bulmak ve bizi atamış olduğu iş ile meşgul olmaktır. Eğer Korah ve yandaşları bunu öğrenmiş olsalar idi, kardeşlerinin yürekleri asla böylesine bir dehşet yaşamayacak idi. Ama hayır; aslında hiç bir şey idiler ama bir şey olmak istediler ve bu yüzden yarılan yer üzerlerine kapandı. Tanrının ahlak yönetiminde kibir ve mahvolmak birbirlerinden ayrılmayacak şekilde bağlantılıdırlar. Her ne kadar ölçü değişebiliyor olsa da bu prensip her zaman sağlam kalır; değişmez. Bunu her zaman hatırlayalım. Çölde sayım 16.bölümün çalışmasından alçakgönüllü ve pişman bir ruhun değerini anlamış olarak daha yüksekteki konulara geçiş yapalım. İnsanın kendisini aşağı ve yukarı itmekte olduğu bir anda yaşıyoruz. Şu anda “ince yonga” çok rağbet gören bir düsturdur. Yorumun ruhuna iyice bakalım ve bunu uygulayalım. “Kendini yücelten alçaltılacaktır.” Eğer Tanrının Krallığının kuralı tarafından yönetilecek isek, o zaman yükselmek için tek yolun aşağı inmek olduğunu göreceğiz. Şimdi göklerde en yüce yerde Olan gönüllü olarak yeryüzündeki en alçak yeri almış Olan’dır. Bakınız Filipeliler 2:5-11.

Burada imanlılar olarak bir örneğe sahibiz ve bu örnek de bu dünyanın kibirli ve hırslı insanlarına karşı tanrısal bir panzehirdir. Yüreğinde yumuşak huylu ve alçakgönüllü olan O’nun izleyicileri olduklarını ağızları ile ikrar eden kişilerde bulunan itici, övüngen ve kendine güvenen bir ruh ve tarza tanıklık etmek kadar üzücü bir durum yoktur. Böyle bir durum imanlı ruhuna ve tutumuna tamamen karşı bir durumdur. Ve canın henüz kırılmamış bir durumda bulunduğunun kesin kanıtıdır. Eğer bir imanlı kendisini Tanrının huzurunda gerçekten ölçmüş ise böyle övüngen, küstah ve kendine güvenen bir ruha sahip olması mümkün değildir. Tanrı ile baş başa kalmak kibir ve özgüvenin kesin egemen çözümüdür. Kendi canlarımızın gizliliğinde bu gerçekliğin farkına varmamızı diliyorum. Rab bizi tüm yollarımızda gerçekten alçakgönüllü olarak muhafaza etsin ve kendi gözlerimize değil yalnızca O’na dayanalım.

Bölümümüzün son paragrafı çok çarpıcı bir şekilde doğal yüreğimizdeki şifa bulmaz kötülüğün örneğine yer verir. Topluluğun önünde meydana gelen tüm bu korkunç olaylardan sonra yüreğin derin ve kalıcı dersler öğrendiğini umut edenler olabilir. Yerin nasıl yarıldığını gördükten sonra – ve yerin dibine giderken yürek parçalayıcı çığlıklar atan isyancıların feryatlarını işittikten sonra – Rabbin gönderdiği ateşin nasıl ortaya çıktığını ve bir an içinde iki yüz elli kişiyi yakıp yok ettiğini gördükten sonra – tanrısal yargının dehşetine tanık olduktan sonra – tanrısal gücün ve görkemin böyle çarpıcı bir gösterisine şahit olduktan sonra insan bundan sonra topluluğun artık alçakgönüllülük ve yumuşak huyluluk ile yürüyeceğini düşünebilir ve artık topluluğun çadırlarından artık şikayet ve isyan seslerinin duyulmayacağını sanabilir.

Ne yazık ! Ne yazık ki, durum böyle olmadı. İnsana böyle öğretilemez. Benliğin iyileşmesi asla mümkün değildir. Bu gerçek, Tanrının kitabının her bölümünde ve her sayfasında öğretilir. Çölde Sayım 16.bölümün son satırlarında örnek ile belirtilir. “Ama ertesi gün”, bu ifade üzerinde düşünün ! Halkın gözlerinin önünde meydana gelen o korkunç olaydan bir yıl ya da bir ay ya da hatta bir hafta dahi geçmemiş idi; “ERTESİ GÜN bütün İsrail topluluğu Musa ve Harun’a söylenmeye başladı. ‘Rabbin halkını siz öldürdünüz’ diyorlar idi. Topluluk Musa ile Harun’a karşı toplanıp Buluşma Çadırına doğru yönelince çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Musa ile Harun buluşma çadırının önüne geldiler. Rab Musa’ya, ‘Bu topluluğun arasından ayrılın da onları birden yok edeyim’ dedi. Musa ile Harun yüz üstü yere kapandılar. “ Çölde Sayım 16: 41-45.

Burada Musa için bir başka fırsat daha ortaya çıktı. Tüm topluluk tekrar anında yok edilmek ile tehdit ediliyor idi. Her şey umutsuz görünüyor idi. Tanrısal tahammül sonuna gelmiş gibi görünüyor idi ve yargı kılıcı yine tüm topluluk üzerine inmek üzere idi. Ama halkın tek umudu olan kişiler için aşağılayıcı yalanlar söylemiş olan isyancılar şimdi bu kişileri karşılarında kahinliğe özgü tutum içinde görüyorlar idi ve Rabbin halkını öldürmek ile suçlamış oldukları bu kişiler aslında yaşamlarını kurtaracak olan Tanrının araçları idiler. “Musa ve Harun yüz üstü yere kapandılar. Sonra Musa Harun’a,’ Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy’ dedi. “Günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git çünkü Rab öfkesini yağdırdı. Öldürücü hastalık başladı. Harun Musa’nın dediğini yapıp buhurdanını alarak topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamış idi. Harun buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölüler ve diriler arasında durunca öldürücü hastalık da dindi.” Çölde Sayım 16: 46-48.

Kahinlik kötü bir şekilde küçümsenmiş olmasına rağmen burada açıkça belirtiliyor ki, kahinlikten başka hiç bir şey isyankar ve inatçı olan bu halkı kurtaramaz idi. Bu son paragrafta söz ile anlatılamaz bir bereket yer alır. Tanrının baş kahini Harun orada ölülerin ve dirilerin arasına geçerek durur ve buhurdanından Tanrının önüne doğru bir bulut buhuru yükselir; Harun’dan daha büyük olan Biri hakkında etkileyici bir örnek; Rab İsa halkının günahları için tam ve mükemmel bir kefaret sundu. Ve Kişiliğinin ve işinin hoş kokusu ile sonsuza kadar Tanrının yanındadır. Halkı çölden geçirebilecek olan tek şey yalnızca kahinlik idi. Kahinlik, tanrısal lütfun zengin ve uygun sağlayışı idi. Halk, isyankar şikayetlerinin adil sonuçlarından korunmalarını bu aracılığa borçlu idiler. Haklarında yalnızca adalet temeli üzerinde kalınarak karar verilmiş olsa idi, söylenebilecek tek şey şu olur idi: “Bırakın beni de bir anda onları yakıp yok edeyim.”

Bu dil, saf ve katı ya da esnek olmayan adaletin kullandığı dildir. Anında yıkım adaletin işidir. Tam ve nihai koruma tanrısal Lütfun-doğruluk aracılığı ile egemenlik süren lütuf -  görkemli ve canlı özelliğidir. Eğer Tanrı halka yalnızca adalet ile davranmış olsa idi, adaleti adından daha çok ilan edilmiş olacak idi. O’nun adında sevgi, merhamet, iyilik, nezaket, tahammül ve şefkat vardır. Ama eğer halk bir an içinde yakılıp yok edilse idi o zaman bunların hiç biri görülemeyecek idi ve bu yüzden Yehova’nın adı duyurulmayacak ya da yüceltilmeyecek idi. “Adım uğruna öfkemi geciktiriyorum. Ünümden ötürü kendimi tutuyorum, yoksa sizi yok ederdim. Bunu kendim için evet, kendim için yapıyorum. Adımı bayağılaştırmanızı nasıl hoş görebilirim? Bana ait olan onuru başkasına vermem.” Yeşaya 48:9,11.

Tanrının bize karşı Kendi adının yüceliğini düşünerek davranması ne kadar harikadır! O’nun görkeminin tam olarak parlamasının gerektiği de ne kadar harikadır! O, bize yüreğini açıklar iken, kendisini “Adil bir Tanrı ve bir Kurtarıcı” olarak açıkladı. Zavallı ve kaybolmuş günahkar için ne kadar değerli bir unvan! Tanrının kendisini açıkladığı ifadede yer alan sözlerin bir insana zaman ve sonsuzluk boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi içerdiği aşikardır. Bu ifadedeki sözler cehennemi hak eden suçlu bir günahkarın çölün çeşitli denemeleri, zorlukları ve sıkıntıları arasında tahammül edebilmesi için gerek duyduğu ihtiyacı derin bir şekilde karşılar. Ve son olarak onu, günah ve üzüntünün asla giremeyeceği yukardaki o parlak ve bereketli dünya için teşvik eder.

Çölde Sayım 17 - 18

Bu iki bölüm kahinliğin kaynaklarını, sorumluluklarını ve ayrıcalıklarını bize takdim eden farklı bir kısım teşkil ederler. Kahinlik tanrısal bir kurumdur. “Kahinlik onurunu hiç kimse kendiliğinden üzerine alamaz; ancak Harun gibi Tanrı tarafından çağrılmış olan kişi kahin olabilir.” Bu konu, Çölde Sayım 17.bölümde çok çarpıcı bir şekilde ele alınmıştır.  "Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsrail halkına her oymak önderi için bir tane olmak üzere on iki değnek getirmesini söyle. Her önderin adını kendi değneğinin üzerine yaz. Levi oymağının değneği üzerine Harun’un adını yazacaksın. Her oymak önderi için bir değnek olacak. Değnekleri buluşma çadırında sizinle buluştuğum Levha Sandığının önüne koy. Seçeceğim kişinin değneği filiz verecek. İsrail halkının sürekli sizden yakınmasına son vereceğim. Musa İsrail halkı ile konuştu. Halkın önderleri her oymak önderi için bir tane olmak üzere on iki değnek getirdiler. Harun’un değneği de aralarında idi.” Çölde Sayım 17: 1-6.

Bu düzenlemede ne kadar da eşsiz bir bilgelik parlamaktadır! Konu insanın ellerinden alınıp da ait olduğu yere yani diri Tanrının ellerine yerleştirildiği zaman nasıl da tam bir hale gelir! Söz konusu olan insanın kendisini ataması ya da bir insanın başka bir insanı ataması değil idi. Ama önemli olan Tanrının Kendi seçimi ile yaptığı kişi idi. Tek bir kelime ile söyleyecek olur isek, sorunun kesinlikle tanrının Kendisi tarafından çözümlenmesi gerekiyor idi, öyle ki tüm şikayetler sonsuza kadar tamamen susturulabilsinler ve artık hiç kimse Tanrının baş kahinini çok ileri gitmek ile suçlayamasın. İnsan iradesinin bu ciddi sorunu çözümleyebilecek bir gücü yok idi. Hepsi birbirinin aynı olan on iki değnek Rabbin önüne kondular ve insanlar huzurdan çekildiler ve Tanrıyı harekete geçmek üzere yalnız bıraktılar. Yer ya da fırsat yok idi, çünkü insan düzenlemesi yapılacak bir ortam mevcut değil idi. İnsanın düşüncesinden çok uzak olan kutsal yerin sonsuz sükunetinde tanrısal karar aracılığı ile kahinlik ile ilgili önemli sorun çözülecek ve artık bundan böyle asla tekrar ortaya çıkmayacak idi.

“Musa değnekleri Levha Sandığının bulunduğu çadırda Rabbin önüne koydu. Ertesi gün Musa Levha Sandığının bulunduğu çadıra girdi. Baktı, Levi oymağını temsil eden Harun’un değneği filiz vermiş, tomurcuklanıp çiçek açmış ve badem yetiştirmiş. “ Ölüler arasından dirilen güce sahip Tanrının Oğlunun” beyan edilişine ilişkin çarpıcı ve güzel bir örnek! On iki değneğin hiç birinde başında yaşam yok idi. Ama Tanrı, diri Tanrı sahneye geldi ve Kendisine özgü gücü aracılığı ile Harun’un değneğine yaşam verdi ve onu dirilişin hoş kokulu ürünleri ile donattı.

Bunu kim inkar edebilir? Akılcı kişi küçümseyerek dudak bükebilir. Ve binlerce soru sorabilir. İman badem veren o değneğe bakar ve onda her şeyin Tanrıdan olduğu yeni yaratığın güzel bir örneğini görür. İmansızlık ise kuru bir değneğin ucunda bir gece zarfında ortaya çıkan bir bademin var olmasının imkansız olduğunu ileri sürer. Ama bu durum kimin gözüne imkansız gibi görünür? İmansızın, akılcının ve kuşkucunun! Ve neden böyle olur? Çünkü onlar Tanrıyı her zaman dışarda bırakırlar. Bunu her zaman aklımızda tutalım. İmansızlık değişmez bir şekilde Tanrıyı dışarda bırakır. İmansızlığın ileri sürdüğü mantıklar devam eder ve bunların sonuçları gece yarısı karanlığının koyuluğuna ulaşırlar. İçinde imansızlığın çalıştığı o alanın tamamında gerçek ışığın tek bir ışını bile mevcut değildir. Işığın tek kaynağını bile dışarda bırakır ve canı hissedilebilir bir karanlığın gölgelerine ve derin hüznüne sarılı halde bırakır.

Genç okuyucu için burada biraz durması ve bu ciddi gerçek üzerinde derin bir şekilde düşünmesi iyi olur. İmansızlığın- akılcılığın ve kuşkuculuğun bu özel karakterine sakin ve ciddi bir şekilde bakmalıdır. Bu durum Tanrıyı dışarda bırakmakla başlar, devam eder ve son bulur. Harun’un filiz veren, tomurcuklanıp çiçek açan ve badem yetiştiren değneğinin gizemine tanrısız biri “Nasıl yani?” şeklinde bir tepki verecektir. Bu tutum imansızın en büyük sorunudur. İmansız kişi on binlerce soru sorabilir ama hiç birine yanıt veremez. İmansız kişi size nasıl kuşku duyacağınızı öğretir ama asla nasıl inanacağınızı öğretmez. Sizi her şeyden kuşku duymaya yönlendirir ama size inanmanız için hiç bir şey vermez.

İşte sevgili okuyucu, imansızlık böyledir. İmansızlık şeytandandır. Şeytan her zaman soru sormanın babası olmuştur, öyledir ve öyle de olacaktır. Şeytan ile nerede karşılaşırsanız karşılaşın onu her zaman soru sorar iken bulacaksınız. Şeytan yüreği her tür “eğerler” ve “nasıllar” ile doldurur. Böylece canı koyu bir karanlığa sokar. Eğer yalnızca bir soru sorma konusunda başarılı olabilir ise, o zaman hedefine ulaşmıştır. Ama Tanrının VAR OLDUĞUNA ve KONUŞMUŞ OLDUĞUNA sadece iman eden tek bir can karşısında tam olarak güçsüzdür. İşte imanın, imansızların sorularına verdiği soylu yanıt : İman her zaman imansızlığın dışarda bıraktığı Tanrıyı içeri getirir. İman Tanrı ile düşünür; imansızlık Tanrısız düşünür.

O zaman bu durumda imanlı okuyucuya ve özellikle genç imanlıya söyleyeceğimiz şudur. Tanrı konuşmuş olduğu zaman asla soruları kabul etme! Eğer kabul eder isen şeytan seni bir anda ayaklarının altına alacaktır. Şeytana karşı olan tek güvencen o harika gerçekte, ölümsüz cümlede bulunur: “Yazılmıştır!” Şeytan ile deneyim, duygu ya da gözlem temelinde tartışmanın asla yararı olmayacaktır. Şeytan ile mücadelede tek mutlak ve geçerli temelin şudur: Tanrı vardır ve Tanrı konuşmuştur. Şeytan bu kesin kanıta asla karşı koyamaz. Bunu yapması imkansızdır. Bunun dışındaki her şeyi paramparça edebilir ama bu gerçek onu kahreder ve zihnini karıştırır ve bir an önce kaçıp gitmesine neden olur.

Bu gerçeğin örneğini çok çarpıcı bir şekilde Rabbimizin denenmesi esnasında görürüz. Düşman alışılmış tarzı olarak yüce Rabbe bir soru ile yaklaştı. “ Eğer sen Tanrının Oğlu isen?” Rab ona ne yanıt verdi? Şöyle mi dedi? “ Tanrının Oğlu olduğumu biliyorum – gökler açıldı ve Tanrı buna göklerden tanıklık etti ve üzerime inen ve mesh eden Ruh da buna şahitlik etti – Tanrının Oğlu olduğumu biliyorum, bunu hissediyorum, buna inanıyorum ve bunun farkındayım” mı dedi? Hayır; O’nun ayartıcıya karşılık verme tarzı böyle olmadı. O halde nasıl yanıt verdi? “ Yazılmıştır !” İtaatkar ve bağımlı İnsan’ın üç kez tekrar ettiği yanıt böyle idi. Ve ayartıcıyı bozguna uğratmak isteyen herkesin vermesi gereken yanıt da böyle olmalıdır.

Eğer Harun’un ürün veren değneği ile ilgili olarak “Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bu olan şey, doğanın yasalarına aykırı ve Tanrı nasıl olur da doğal felsefenin bina edilmiş felsefelerini tersine çevirebilir?” tarzında bazı sorular gelir ise, imanın bu sorulara vereceği yanıt çok basittir. Tanrı istediği her şeyi yapabilir. Evreni var olmaya çağıran Tanrının bir değneği bir an içinde filizlendirmeye, tomurcuklandırmaya ve badem oluşturmaya gücü elbette vardır. Tanrıyı içeri alın ve o zaman her şeyin en kolay ve en basit şekilde gerçekleşeceğini göreceksiniz. Tanrıyı dışarda bırakın ve o zaman her şey umutsuz bir kargaşalık halini alacaktır. Saygı ile söylüyoruz, engin evrenin Her Şeye Gücü Yeten Yaratıcısını doğanın belirli yasaları ya da insan felsefesinin belirli prensipleri ile bağlama girişiminde bulunmak dindar küfürden başka bir şey değildir. Hatta Tanrının varlığını tamamen inkar etmekten daha bile kötüdür. Hangisinin daha kötü olduğunu söylemek zor: Tanrının olmadığını söyleyen ateist mi yoksa Tanrının istediği her şeyi yapabileceğine inanmayan akılcı mı?

Şu anda gündemde olan tüm olası teorilerin gerçek köklerini görmek için güce sahip olmanın yoğun önemini hissederiz. İnsan zihni şekil veren sistemler ile, sonuçlar çıkarmak ile ve kutsal yazıların hepsini dışarda bırakmak için mantık yürütmek ile ve Tanrıyı kendi yaratılışının dışında tutmak ile meşguldür. Genç imanlı kardeşlerimizin bu konular hakkında ciddi şekilde uyarılmaları gerekir. Bilimin gerçekleri ve bilim adamlarının vardığı sonuçlar arasında var olan yoğun farklıların genç imanlılara öğretilmeleri gerekir. Bir gerçeğe nerede rastlarsanız rastlayın gerçek, gerçektir; Jeoloji, astronomi ya da bilimin herhangi bir başka dalında gerçek değişmez. Ama insanın yürüttüğü mantıklar, sonuçlar ve sistemler bir arada çok farklı bir durum oluştururlar. Kutsal yazıların bilimin gerçeklerine asla dokunmayacaklarını söylemeliyiz ama bilim adamlarının ileri sürdükleri mantıkların kutsal yazılar ile sürekli olarak çarpıştıkları görülür. Ne yazık! Ah, ne yazık! Bilim adamlarına çok yazık! Ve durum böyle olduğu zaman, bu tür mantıkların tümünü net bir kararlılık ile reddetmeli ve elçi ile birlikte şu sözleri söylemeliyiz: “Gerçeği yalnızca Tanrı söyler ve her insan bir yalancıdır.”

Bu konu üzerinde memnuniyet ile duracağız, çünkü ne kadar ciddi olduğunu çok derin bir şekilde hissediyoruz. Ama yine de okuyucuya yüreğinde ve zihninde kutsal yazılara en üstün yeri vermesi için ciddi bir şekilde ısrar etme gereği duyuyoruz. Mutlak bir boyun eğiş ile önünde eğilmemiz gereken yetki şunlar değildir: “Kilise böyle dedi” – “atalar böyle söylediler” – “Doktorlar böyle diyorlar”; mutlak boyun eğişimiz yalnızca “Rab böyle dedi”, “Yazılmıştır!” sözlerindeki yetkiye olacaktır. Hristiyanlığın her boyutunun düşünce ve duygusunda inanç temellerini sökme tehdidinde bulunan sadakatsizliğin yükselen gelgitine karşı “tek” güvence bu sözlerdeki yetkidir! Rabbin sözü tarafından öğretilenlerin ve yönetilenlerin dışında bu sorunlardan kaçan olmayacaktır. Tanrı, sözü tarafından öğretilen ve yönetilen böyle kişilerin sayısını çoğaltsın!

Şimdi bölümümüzde ilerleyelim.

“Musa bütün değnekleri Rabbin önünden çıkarıp İsrail halkına gösterdi. Halk değneklere baktı ve her biri kendi değneğini aldı. Rab Musa’ya ‘Başkaldıranlara bir uyarı olsun diye Harun’un değneğini saklanmak üzere Levha Sandığının önüne koy’ dedi. ‘Onların benden yakınmalarına son vereceksin, öyle ki ölmesinler.’ Musa Rabbin buyruğu uyarınca davrandı.” Çölde Sayım 17: 9-11

Böylece bu sorun da tanrısal bir şekilde çözüme ulaştı. Kahinlik ölümden yaşam çıkartan Tanrının o değerli lütfunun üzerinde bina edildi. Kahinliğin kaynağı budur. İnsanın, geri kalan on bir değnekten birini alması ve onu kahinlik görevi için kullanması mümkün olamaz idi. Güneşin altındaki tüm insan yetkisi ölü bir değneğe hiç bir şekilde yaşam veremez ya da o değneği canlara bereket sağlayacak bir kanal haline getiremez idi. On bir değneğin hepsi bir araya getirilecek olsalar ne tek bir filiz verebilir ne de tomurcuklanabilirler idi. Ama dirilten gücün değerli kanıtlarının olduğu her yerde – tanrısal yaşamın ve bereketin tazeleyici güçleri – yetkin lütfun hoş kokulu ürünleri – yalnızca ihtiyaç içinde olan değil ama aynı zamanda şikayet eden ve baş kaldıran halkı taşıyabilecek o kahinlik hizmetinin kaynağı orada ve yalnızca orada dirilten gücün olduğu yerde bulunabilir idi.

Ve şimdi bu noktada doğal olarak şu tür sorular sorabiliriz. “Musa’nın değneğine ne oldu? Neden on iki değnek arasında Musa’nın değneği yok idi?” Şükürler olsun ki bunun nedeni çok basittir. Musa’nın değneği güç ve yetkinin ifadesi idi. Harun’un değneği ise ölüleri dirilten ve var olmayanı var olmaya çağıran o lütfun harika bir ifadesi idi. Ama yalnızca güç ve yetki çöldeki topluluğa yeterli değil idi. Güç, baş kaldıranları ezebilir idi; yetki günahkara vurabilir idi, ama yalnızca merhamet ve lütuf ihtiyaç içinde çaresiz ve günahkar erkeklere, kadınlara ve çocuklara yardımcı olabilir idi. Ölü bir değnekten bademler çıkartabilen bir lütuf İsrail’in çölde devam etmesini sağlayabilir idi. Yehova yalnızca Harun’un badem veren değneği ile bağlantılı olarak şunları söyleyebilir idi, “Onların benden yakınmalarına son vereceksin, öyle ki ölmesinler.” Yetkinin değneği şikayet edenlerin yakınmalarına son verebilir idi, ama lütfun değneği şikayetleri ortadan kaldırabilir idi.

Okuyucu İbraniler 9.bölümün başlangıcındaki bir kısımda Harun’un değneğinin konusu ile bağlantılı olarak ilgi duyduğu ve yararlanacağı bir noktaya işaret edebilir. Levha sandığından söz eden elçi şöyle der: “Sandığın içinde altından yapılmış man testisi, Harun’un filizlenmiş değneği ve antlaşma levhaları vardı.” İbraniler 9: 4. Bu olay çölde oldu. Değnek ve man İsrail’in çöldeki yolculukları ve çöl ihtiyaçları için tanrısal lütfun sağlayışları idi. Ama eğer 1.Krallar 8:9 ayetine dönecek olur isek, orada şunları okuruz: “Sandığın içinde Musa’nın Horev dağında koyduğu iki taş levhadan başka bir şey yok idi. Bunlar Mısır’dan çıkışlarında Rabbin İsrailliler ile yaptığı antlaşmanın taş levhaları idi.” Çöl yolculuğu sona ermiş idi ve Süleyman’ın döneminin görkemi ışınlarını ülkenin üzerine gönderiyor idi ve bu yüzden filizlenmiş değnek ve man testisi atlanmış ve kaydedilmemiş idi ve Tanrının halkının ortasındaki adil yönetiminin temeli olan iki taş levhadan oluşan yasadan başka bir şey kaydedilmemiş idi.

Şimdi bize burada yalnızca kutsal yazıların tanrısal titizliğine ilişkin değil ama aynı zamanda Çölde Sayım kitabının özel karakteri ve konusunun tamamı da örnek olarak sunulur. Harun’un değneği çöldeki yolculuk sırasında Levha sandığının içinde idi. Ne kadar değerli bir gerçek! Okuyucu bu değerli gerçeğin derin ve bereketli önemine sımsıkı tutunmayı arzu etsin diye dilekte bulunuyorum. Musa’nın değneği ve Harun’un değneği arasındaki farklılık konusunda iyice düşünsün. Daha önceki zamanlarda ve diğer olaylarda Musa’nın değneğinin karakteristik görevini görmüş idik. Mısır ülkesinin bu değneğin ağır darbeleri altında nasıl dehşete düşmüş olduğunu hatırlıyoruz. İleri uzatılan değnek aracılığı ile Mısır ülkesine bela üstüne bela gelmiş idi. Yine bu değnek aracılığı ile denizin sularının nasıl yarıldığını okumuş idik. Özetleyecek olur isek Musa’nın değneği bir güç değneği ve bir yetki değneği idi. Ama İsrail halkının şikayetlerini susturmak için yeterli olamadı. Ve aynı şekilde halkın çöldeki yolculuğunda onlara destek sağlayamadı. Tüm bunları yapabilecek tek şey lütuf idi ve saf lütfun – özgür ve egemen lütuf – ifade edilişine Harun’un filizlenen değneğinde tanık oluyoruz.

Bundan daha güçlü ve daha güzel bir şey olamaz. O kuru ve ölü değnek İsrail’in durumunun tam bir örneği idi ve gerçekten de her birimizin doğal durumunu ortaya koyuyor idi. Değnekte hiçbir öz, yaşam ya da güç yok idi. Biri, “bundan nasıl olur da iyi bir şey çıkar?” diye sorabilir. Eğer lütuf gelmemiş olsa idi ve dirilten gücünü göstermemiş olsa idi o kuru cansız değnekten hiç bir şey olmaz idi. Aynı durum çöldeki İsrail için de söz konusu idi. Her gün çöl boyunca nasıl yönlendirilecekler idi? Zayıflıkları ve ihtiyaçları için nasıl destek alacaklar idi? Tüm günah ve ahmaklıklarının içindeki bu halka nasıl tahammül edilecek idi? Bu soruların yanıtı Harun’un filizlenen değneğinde bulunur. Eğer bu kuru ve ölü değnek doğanın kısır ve yararsız durumunun bir ifadesi ise filizlenme, tomurcuklanma ve ürün verme çöldeki topluluğun durumuna tek tahammül edebilecek olan kahinlik hizmetini bina eden Tanrının o diri ve yaşam veren lütuf ve gücünün ifadesidir. Saldırgan bir kalabalığın binlerce ihtiyacına yalnızca lütuf yanıt verebilir. Güç bu konuda yeterli olamaz. Yetki de yarar sağlamaz. Yalnızca kahinlik ihtiyaç olanı sağlayabilir. Ve bu kahinlik kuru bir değnekten meyve çıkartabilecek o yetkin lütfun temeli üzerine kurulmuştur.

Eski dönemdeki kahinlik hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Ve kahinlik hakkında şimdi hali hazırdaki duruma bakalım. Tanrının kilisesindeki her görev tanrısal lütfun ürünüdür – Kilisenin Başı olan Mesih’in armağan edilmesi! Tanrısal lütuf dışında bir hizmet kaynağı kesinlikle yoktur. Elçilik armağanından diğer en küçük armağanlara kadar hepsinin kaynağı Mesih’in Kendisidir. Tüm hizmet prensibinin asıl kökü Pavlus’un Galatyalılar’a yazdığı şu sözler ile belirtilir; Pavlus bu sözlerinde kendisinden şöyle bahseder: “İnsanlarca ya da insan aracılığı ile değil, İsa Mesih ve O’nu ölümden dirilten Baba Tanrı aracılığı ile elçi atandım.” Galatyalılar 1:1.

Burada tüm hizmetin çıktığı üstün kaynağın ne olduğuna dikkat edilmelidir. Hizmet hiç bir biçimde ya da şekilde bir insandan ya da bir insan aracılığı ile çıkmaz. İnsanlar kuru değnekler alabilir ve onları isteklerine uygun olarak şekillendirip biçim verebilirler. Bir insan düzenleme ve atama yapabilir ve bunlara önemli görünen resmi adlar verebilir. Ama bunu yapmanın ne faydası olur? Haklı olarak onların yalnızca kuru ve ölü değnekler olduklarını söyleyebiliriz. “Üzerlerinde tek bir meyve var mıdır? Tek bir tomurcuk görülebilir mi? Hayır, filiz bile vermemişlerdir. “ Tek bir tomurcuk bile tanrısal bir şeylerin olduğunun kanıtı olmak için yeterlidir. Ama bunlar olmadığı zaman Tanrının kilisesinde diri bir hizmet var olamaz. Hizmet, Mesih’in bir armağanıdır ve yalnızca bu armağan bir kişiyi hizmetkar yapabilir. Bu armağan olmadığı sürece bir kişinin kendisini ataması ya da diğer insanlar tarafından bir hizmetkar olarak atanması boş bir harekettir.

Okuyucu bu önemli prensibi gerçekten anlamış mıdır? Bu prensip canında bir güneş ışığı kadar netleşmiş midir? Bu prensibe saygı duymakta herhangi bir zorluk çekiyor mudur? Eğer böyle ise, okuyucumuzdan ricamız zihnini yanlış kaynaklardan gelen hatalı düşüncelerden temizlesin ve geleneksel dinin üzerine yükselsin, Yeni Antlaşma’yı eline alsın ve 1.Korintliler 12. Bölümü, 1.Korintliler 14.bölümü ve aynı zamanda Efesliler 4:7-12 ayetlerini Tanrının huzurunda incelesin. Bu bölümlerde hizmet konusu ile ilgili tüm açıklamaları bulacaktır ve onlardan tüm gerçek hizmeti öğrenecektir; elçiler, peygamberler, öğretmenler, çobanlar ya da müjdeciler, hepsi de Tanrıdandır – hepsinin kaynağı kilisenin yüce Başı olan Mesih’tir. Eğer bir kişi Mesih’ten aldığı bir armağana sahip değil ise o zaman bir hizmetkar değildir. Bedenin her üyesinin yapması gereken bir iş vardır. Bedenin hareketi tüm üyelerin uygun hizmetlerini bir arada yapmaları ile sağlanır. Üyelerin önemlilik derecelerinin ya da birinin diğerine göre daha sıradan olup olmadığının bir anlamı yoktur. Kısaca, hizmetin hepsi Tanrıdandır ve insandan değildir. Tanrı tarafındandır ve insan tarafından değildir. Kutsal yazılarda insanlar tarafından atanan bir hizmet diye bir şey mevcut değildir. Her şey tanrıdandır.

Hizmet ile ilgili armağanları görev ya da yerel işler ile karıştırmamamız gerekir. Elçilerin ya da onların delegelerinin ihtiyarları ya da önderleri atadıklarını görüyoruz ama bu hizmet ile ilgili armağanlardan oldukça farklı bir durumdur. Bu ihtiyarların ve önderlerin bedende bazı özel armağanlara sahip olmaları ya da bazı özel armağanlar uygulamaları mümkün olabilir. Elçi onları bu tür bir armağanı uygulamaları için atamaz, amaç yalnızca yerel görevin yerine getirilmesidir. Ruhsal armağan Kilisenin Başından idi ve tüm yerel işlerden bağımsız idi.

Tanrısal armağan ve yerel iş hakkındaki farklılık konusunda net düşünceye sahip olmak çok gereklidir. Ağzı ile iman ikrarında bulunan tüm kilisede iki şey konusunda zihin karışıklığı vardır ve bunun bir sonucu olarak o hizmet anlaşılmaz. Mesih’in bedeninin üyeleri yerlerini ya da yerlerinin işlevlerini anlamazlar. Bir şekilde ya da bir başka şekildeki insan seçimi ya da insan yetkisi kilisedeki hizmet uygulaması için elzem görülür. Ama kutsal yazılarda bu şekilde bir kayıt yoktur. Eğer olsa idi, bunu kolayca görebilir idik. Okuyucudan Yeni Antlaşma’nın başından sonuna kadar bir inceleme yapmasını ve içinde bir insan çağrısından bir insan atamasından ya da bir insan yetkisinden söz eden tek bir satır olup olmadığına bakmasını rica ediyoruz. Ama biz bu konuda cesaret ile iddia ediyoruz ki tek bir satır bile bulunmayacaktır. 12 Ah, hayır, Tanrıya övgüler olsun ki O’nun kilisesindeki hizmet insan ya da insanlar aracılığı ile değil, yalnızca İsa Mesih ve O’nu ölümden dirilten Baba Tanrı aracılığı ile gerçekleşir. “ Gerçek şu ki, Tanrı bedenin her üyesini dilediği biçimde bedene yerleştirmiştir .” 1.Korintliler 12:18. “Ama lütuf her birimize Mesih’in lütfu ölçüsünde bağışlandı. Bunun için Kutsal Yazı şöyle der: ‘Yükseğe çıktı ve tutsakları peşine taktı, insanlara armağanlar verdi.’ Şimdi bu ‘çıktı’ sözcüğü Mesih önce aşağılara yeryüzüne indi demek değil de nedir? İnen de O’dur, her şeyi doldurmak üzere bütün göklerin üzerine çıkan da O’dur. Kendisi kimini elçi, kimini peygamber, kimini müjdeci, kimini önder ve öğretmen atadı. Öyle ki, kutsallar hizmet görevini yapmak ve Mesih’in bedenini geliştirmek için donatılsın. Sonunda hepimiz imanda ve Tanrı Oğlu’nu tanımada birliğe, yetkinliğe ve Mesih doluluğundaki olgunluk düzeyine erişeceğiz.” Efesliler 4:7-13.

Burada hizmet ile ilgili tüm armağanların derecelerinin tek ve aynı temel üzerine yerleştirildiklerini görüyoruz; elçilerden başlayarak müjdecilerden öğretmenlere kadar atamaları yapan yalnızca Mesih’tir. Onlara bu armağanları veren kilisenin Başı’dır ve armağanlar ile donatılanlar göklerdeki Baş’a ve yeryüzündeki üyelere karşı sorumluluk taşırlar. Tanrıdan alınmış bir armağana sahip olan kişinin insan yetkisini beklemesi düşüncesi tanrısal görkeme karşı yapılan büyük bir hakarettir; sanki Harun’un elinde filizlenmiş olan değneği ile gidip bazı arkadaşlarından kahinlik için atanmayı istemesi gibi bir hakarettir. Harun daha iyisini biliyor idi. Harun Tanrı tarafından çağrılmış idi ve bu kendisi için tamamen yeterli idi. Ve öyle ise şimdi tanrısal bir armağana sahip olan herkes Tanrı tarafından hizmete çağrılmıştır ve hizmetleri için beklemek ve armağanlarını geliştirmekten başka hiç bir şeye ihtiyaçları yoktur.

Kişiler armağanlara gerçekten sahip olmadıkları sürece onları hizmetkar olarak atamanın boş bir davranış olduğunu açıklamamıza gerek var mı? Bir armağana sahip olması kişinin hoşuna gidebilir ve bu yalnızca onun kendi zihninde yarattığı boş bir düşünce olabilir. Bir kişinin kendi akılsızca hayal gücü ile yaratmış olduğu iş için çalışması başka bir kişinin diğerlerinin yetkisinin gücü ile verilen bir işte çalışması kadar kötüdür, hatta belki de daha kötüdür. Bu konuda söylenecek tek söz şudur: hizmet, kaynağı, gücü ve sorumluluğu Tanrıdan olduğu sürece hizmettir. Bu ifadenin, yalnızca ayetler ile öğretilmiş kişiler tarafından sorgulanacağını düşünmüyoruz. Armağanı ne olur ise olsun her hizmetkarın kendi ölçüsünde şu sözleri söyleyebilmesi gerekir: “Beni bu hizmete Tanrı yerleştirdi.” Ama herhangi bir armağana sahip olmadan bu dili kullanan biri için bundan söz etmek değersiz olmaktan daha kötüsüdür. Gerçek Tanrı halkı, ruhsal armağanın tam olarak nerede olduğunu kolayca söyleyebilir. Bu konudaki gücün hissedileceği kesindir. Ama insanlar eğer gerçekte sahip olmadan armağana ve güce sahipmiş gibi davranıyorlar ise bu akılsızlıkları kısa sürede herkesin önünde görünecektir. Sahtelik yapan herkesin er ya da geç gerçek seviyelerini bulacakları kesindir.

Hizmet ve kahinlik hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Her birinin kaynağı tanrısaldır. Her birinin gerçek temeli filiz veren değnekte bulunur. Bunu her zaman aklımızda tutalım. Harun şöyle diyebilir idi: “Tanrı bana kahinlik görevi verdi” ve eğer bunu kanıtlaması için Harun’a meydan okunsa idi o zaman Harun onlara üzerinde badem olan değneğini gösterebilir idi. Pavlus’a gelince o da şu sözleri söyleyebilir idi: “Bana bu hizmeti Tanrı verdi” ve eğer ona da bu sözlerini kanıtlaması için meydan okunsa idi, o da yaptığı işlerin binlerce diri mührüne işaret edebilir idi. Ölçü ne olur ise olsun prensip açısından durumun her zaman böyle olması gerekir. Hizmet yalnızca söz ile ya da dil ile olmamalı ama aynı zamanda işte ve gerçekte olmalıdır. Tanrı konuşmayı bilmeyecek ama gücü bilecektir.

Ama bu konudan ayrılmadan önce okuyucuya hizmet ve kahinlik arasındaki farklılığın önemi üzerinde ısrar etmeyi gerekli görüyoruz. Korah’ın günahı bu konu ile ilgili idi; o bir hizmetkar olmaya razı değil idi ve bir kahin olmayı hedefliyor idi ve Hristiyanlıktaki günah işte bu aynı karakterden oluşur. Hizmetin Yeni Antlaşma’nın uygun temeline dayandırılması yerine uygun özelliklerini sergilemesi ve hizmetin uygun işlerinden sorumlu olmak yerine hizmet kahinlik düzeyine yükseltilmek istenir. Giysilerin tarzı ve belirli ünvanlar tarafından kardeşlerinden farklı olmak isteyen üyeler olabilir. Yeni Antlaşma’da bu gibi şeyler için hiç bir temel yer almaz. Bu bereketli kitabın basit öğretişine göre tüm imanlılar kahindirler. Bu nedenle Petrus’un mektubunda şunları okuruz: “ama siz seçilmiş soy, kralın kahinleri, kutsal ulus ve Tanrının öz halkısınız.” 1.Petrus 2:9. Aynı şekilde bu konuya Vahiy kitabında da değinilir: “yücelik ve güç sonsuzlara dek bizi seven, kanı ile bizi günahlarımızdan özgür kılmış ve bizi bir krallık haline getirip Babası Tanrının hizmetinde kahinler yapmış olan Mesih’in olsun. Amin!” Vahiy: 1: 5,6. Önceki bölümlerde ortaya konmuş olan gerçeğin peşinde olan Tanrı Kutsal Ruh aracılığı ile elçi Pavlus’a İbrani imanlıların en kutsal yere cesaret ile yaklaşmaları için esin vermiştir. İbraniler 10:19-22. Ve daha sonra şu sözleri söyler: “Bu nedenle İsa aracılığı ile Tanrıya sürekli övgü kurbanları yani O’nun adını açıkça anan dudakların meyvesini sunalım. İyilik yapmayı, sizde olanı başkaları ile paylaşmayı unutmayın. Çünkü Tanrı bu tür kurbanlardan hoşlanır.” İbraniler 13:15,16.

Musa’nın düzeninin kuruluşu içinde eğitilmiş olan Yahudi kutsallar için bu sözler onlara ne kadar harika gelmiştir; İsrail’de yalnızca baş kahinin yılda bir kez girebildiği en kutsal yere girmeleri için şimdi teşvik ediliyor olmaları Yahudileri çok sevindirmiştir. Ve sunmaları gereken kurban yalnızca övgülerdir; tüm bunlar ne kadar da harikadır! Ama bu gerçek yalnızca Yeni Antlaşma ayetleri tarafından öğretilir. Tüm imanlılar kahindirler. Tüm imanlılar elçi, peygamber, öğretmen, çoban ya da müjdeci değildirler ama hepsi de kahindirler. Kilisenin en zayıf üyesi de aynı Petrus, Pavlus, Yakup ya da Yuhanna gibi bir kahin idi. Burada kapasite ya da ruhsal güçten söz etmiyoruz, değindiğimiz nokta Mesih’in kanından dolayı herkesin sahip olduğu konumdur. Yeni Antlaşma’da belirli bir sınıf insan, belirli bir ayrıcalığa sahip bir grup ya da kardeşlerinden daha yüksek ya da daha aşağı getirilmiş olan bir konum yoktur. Tüm bu ayrıcalıklar Hristiyanlığa tamamen zıttır. Tanrı sözündeki tüm buyrukların karşıtıdırlar ve biricik Rabbimiz ve Kurtarıcımızın özel öğretişlerine uymazlar.

Hiç kimse bu şeylerin önemsiz olduğunu düşünmesin. Aklına bile getirmesin. Bunlar Hristiyanlığın asıl temellerini etkilerler. Bu hizmet ve kahinliğin uygulamadaki sonuçlarını görmek için yalnızca gözlerimizi açmamız ve çevremize bakmamız gerekir. Bu sonuçlar daha da kötü bir karakter olarak ortaya çıkıp diri Tanrının ağır yargılarını aşağı çektikleri zaman o anın hızla yaklaştığından emin olabiliriz. Korah’ın inkar edilişinin karşıt örneğini henüz tam olarak görmedik. Ama çok yakında görünecektir ve bizler imanlı okuyucuyu ciddi bir şekilde uyarıyoruz, öyle ki hizmet ve kahinlik olarak birbirinden çok farklı olan iki şeyi karıştırmak gibi ciddi bir hata yapmamaya dikkat etsinler. Okuyucumuza vereceğimiz öğüt tüm konuyu ayetlerin ışığında ele almasıdır. Biz okuyucunun Tanrı sözünün yetkisine boyun eğmesini ve Tanrı sözü üzerinde temellenmemiş olan her şeyden vazgeçmesini istiyoruz. Her şeyin ne olduğu önemli değildir; zaman ile ilgili bir kurum, değişik bir düzenleme; gelenek tarafından desteklenen bir tören ve en iyi kişilerden oluşan bir grup olabilir. Önemeli değildir. Eğer bu şeyin kutsal yazılarda temeli yok ise o zaman bir hatadır, bir kötülüktür ve canları kandırmak için şeytanın kurmuş olduğu bir tuzaktır. Ve bizi Mesih’te var olan sadelikten ayırmayı amaçlamaktadır. Örneğin bize Tanrının kilisesinde bir grup kişinin kardeşlerinden daha kutsal olduğu, sıradan imanlılardan daha yüce olduğu ve Tanrıya onlardan daha yakın olduğu öğretiliyor ise, bu Yahudiliğin canlanmasından ve imanlı şekline bürünmesinden başka bir şey değildir. Ve böyle bir tavrın etkisi ne olacaktır? Tanrının çocuklarından bu tür ayrıcalıklarını çalmak ve onları Tanrıdan uzaklaştırarak esaret altına yerleştirmek olacaktır.

Şu an için artık bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız. İlgiyi bir okuyucuyu bu konuyu kendisinin daha fazla araştırması için yeterince yönlendirdiğimize güveniyoruz. Özellikle vurgulayarak ekleyeceğimiz tek şey okuyucunun bu konuyu yalnızca ayetlerin ışığı altında incelemesi olacaktır. Okuyucu Tanrının lütfu aracılığı ile yazılı sözün sağlam ve kutsal temeline dayanmayan her şeyi bir kenara bırakmalıdır. Okuyucu böylelikle ve yalnızca böylelikle her tür hatadan korunabilir ve bu çok önemli ve ilginç konu hakkında sağlıklı bir sonuca yönlendirilebilir.

Çölde Sayım kitabının 17.bölümünün son satırları insan zihninin bir uçtan diğer bir uca ne kadar çabuk geçebildiğinin dikkate değer bir örneğini sunarlar. “İsrailliler Musa’ya, ‘Yok olacağız! Öleceğiz! Hepimiz yok olacağız!’ dediler. ‘Rabbin konutuna her yaklaşan ölüyor. Hepimiz mi yok olacağız?” Çölde Sayım 17: 12,13. Bir önceki bölümde Yehova’nın görkemli huzurunda çok büyük bir alçakgönüllülük içinde bulunmaları gerektiği halde onları küstahça bir cesaret içinde görmüş idik. Burada tanrısal lütfun ve onun sağlayışlarının huzurunda yasal bir korku ve güvensizlik gözlemliyoruz. Bu durum her zaman böyledir. Doğa, kutsallığı da lütfu da anlamaz. Bir an, “Topluluğun hepsi kutsaldır” gibi seslere kulak veririz ama hemen ardından söylenen sözler şunlardır: “Yok olacağız! Öleceğiz! Hepimiz öleceğiz! “ doğal zihin sessiz kalması gereken yerde haddini aşar ve güvenmesi gereken yerde güvensizlik gösterir.

Ama yine de Tanrının iyiliği aracılığı ile tüm bunlar bizler için bir fırsattır; bize bu şekilde kahinliğin değerli ayrıcalıkları kadar aynı zamanda da kutsal sorumluluğu da tam ve bereketli bir şekilde açıklanmış olur. Bu davranış ne kadar da lütufkardır – Tanrımız halkının hatalarını Kendi yollarında daha derin eğitilmeleri için bir fırsat haline dönüştürür. O’nun adına övgüler olsun ki O her zaman her kötülüğü iyilik için işler ve kötülükten iyilik çıkartır. Bu nedenle, “Korah’ın isyanı” Harun’un değneği ile ilgili eğitim sunan örnekte bir fırsat teşkil eder. Ve 17.bölümün son satırları Harun’un kahinliğinin işlevlerinin örnek bir ifadesini ortaya koyar. Bu son konuyu şimdi 18. Bölümün başlangıç ayetleri ile doğrudan okuyucunun dikkatine sunacağız.

“Rab Harun’a, ‘Sen, oğulların ve ailen kutsal yere ilişkin suçtan sorumlu tutulacaksınız’ dedi. ‘Kahinlik göreviniz ile ilgili suçtan da sen ve oğulların sorumlu tutulacaksınız. Sen ve oğulların Levha Sandığının bulunduğu çadırın önünde hizmet eder iken, atanız Levinin oymağından kardeşlerinizin de size katılıp yardım etmelerini sağlayın. Senin sorumluluğun altında çadırda hizmet etsinler. Ancak, siz de onlar da ölmeyesiniz diye kutsal yerin eşyalarına ya da sunağa yaklaşmasınlar. Seninle çalışacak ve buluşma çadırı ile ilgili bütün hizmetlerden sorumlu olacaklar. Levililer dışında hiç kimse bulunduğunuz yere yaklaşmayacak. Bundan sonra İsrail halkına öfkelenmemem için kutsal yerin sunağından ve hizmetinden sizler sorumlu olacaksınız. Ben İsrailliler arasından Levili kardeşlerinizi size bir armağan olarak seçtim. Buluşma çadırı ile ilgili hizmeti yapmaları için onlar bana adanmıştır. Ama sunaktaki ve perdenin ötesindeki kahinlik görevini sen ve oğulların üstleneceksiniz. Kahinlik görevini size armağan olarak veriyorum. Sizden başka kutsal yere kim yaklaşır ise öldürülecektir.” Çölde Sayım 18: 1-7.

Burada İsrailoğullarının sorduğu soruya tanrısal bir yanıt görürüz, ‘Hepimiz ölerek yok mu olacağız?’ Tanrı tüm lütfu ve merhameti ile bu soruya ‘Hayır’ der. Ve neden ‘hayır’ der? Çünkü “Harun ve oğulları sunaktaki ve perdenin ötesindeki kahinlik görevini üstlendiler, öyle ki, tanrı İsrail halkına öfkelenmesin. “ Böylece küçümsenen ve hakkında olumsuz konuşulan kahinlik halka ancak bu şekilde güvenlik içinde olacaklarını öğretsin.

Ama özellikle Harun’un oğullarının ve onun babasının evinin Tanrının yüce ve kutsal ayrıcalıkları ve sorumlulukları ile bağlantılı olduklarına dikkat etmemiz gerekir. Levililer Harun’a buluşma çadırının hizmetini yapmaları için armağan olarak verilmişler idi. Levililer kahinler evinin başı olan Harun’un altında hizmet etmek ile yükümlü idiler. Bu nokta bize çok yararlı bir ders öğretir ve bu ders imanlıların şu anda en çok ihtiyaç duydukları derstir. Zeki ve kabul edilebilir olması için hepimizin aklında tutması gereken şey bu hizmetin kahinliğe özgü rehberliğe ve yetkiye boyun eğmesi gerektiğidir. “Atanız Leviinin oymağından kardeşlerinizin de size katılıp yardım etmelerini sağlayın. Senin sorumluluğun altında çadırda hizmet etsinler.” İşte bu buyruk Levili hizmetine ait farklı karaktere mührünü basmaktadır. İşçilerin tüm oymağı büyük baş kahin ile birlikte olmalı ve ona boyun eğmelidir. Her şey her an baş kahinin kontrolü ve rehberliği altında idi. Şimdi de Tanrının işçileri ile ilgili olarak her şeyin böyle olması gerekir. İmanlı hizmetinin tamamının yüce Başkahinimizin başkanlığında ve O’nun yetkisine kutsal bir boyun eğiş ile yapılması gerekir. Aksi takdirde yapılan hizmetin hiç bir değeri olmaz. Çok fazla miktarda iş yapılabilir ve çok büyük sayıda aktiviteler söz konusu olabilir ama eğer Mesih yürekte en önde gelen tek konu değil ise ve eğer O’nun rehberliği ve yetkisine tam olarak sahip çıkılmaz ise yapılan işin hiç bir yararı olmaz.

Ama öte yandan en küçük bir hizmet eylemi ve Mesih’in bakışları altında yapılan en ufak ve önemsiz bir iş bile eğer doğrudan O’nunla ilgili olarak yapıldı ise Tanrının gözünde değere sahiptir ve hiç kuşkusuz uygun ödülünü alacaktır. Bu gerçek, her gayretli işçinin yüreğini teşvik eder ve ona huzur verir. Levililerin Harun’un sorumluluğu altında çalışmaları gerekiyor idi. Aynı şekilde imanlıların da Mesih’in altında çalışmaları gerekir. Bizler Mesih’e karşı sorumluyuz. Rabbin korkusu ile sevgili çalışma arkadaşlarımız ile paydaşlık içinde yürümemiz ve birimizin diğerine boyun eğmesi çok yararlı ve iyidir. Her iyi işte kardeşlerimiz ile birlikte içten ve yürekten çalışmamızı engelleyecek olan kibirli bir bağımsızlık ruhu ve canın o kötü huyları düşüncelerimizden uzak tutulmalıdırlar. Tüm Levililer yaptıkları her işte Harun ile paydaşlık içinde idiler ve bu nedenle birbirlerine bağlanmışlar idi. Bu yüzden birlikte çalışmaları gerekiyor idi. Eğer bir Levili kardeşlerine sırtını döner ise sırtını Harun’a dönmüş gibi olur idi. Bir Levili düşünelim; bu Levili bir şeye ya da kardeşlerinin bir davranışına gücenmiş olsun ve kendisine şöyle desin: “Kardeşlerim ile anlaşamıyorum. Tek başıma yürümem gerekir. Ben Tanrıya hizmet edebilirim. Ve Harun’un altında çalışabilirim, ama eğer kardeşlerim ile çalışmanın imkansız olduğu bir an gelir ise o zaman tek başıma devam ederim.” Ama bu sözlerdeki hatayı görebilmemiz kolayca mümkündür. Bir Levili için bu tür bir eylem çizgisine sahip olmak zihin karışıklığından başka hiç bir şey üretmez. İşleri birbirlerinden ne kadar farklı olur ise olsun hepsi birlikte çalışmaya çağrılmışlardır.

Ama yine de hatırlamamız gerekir ki, işleri birbirinden farklıdır ve bunun da ötesinde her biri Harun’un altında çalışmak için çağrılmışlardır. Birlikte yapılan en uyumlu işte bile bireysel sorumluluk taşınması doğaldır. Elbette mümkün olan her şekilde yapılan eylemlerde birliktelik sağlanması kesinlikle arzu edilir. Ama bu asla kişisel hizmete engel olmamalı ya da bireysel işçinin Rabbine olan doğrudan referansı ile birbirine karışmamalıdır. Tanrının kilisesi Rabbin işçilerine çok yoğun bir iş alanı sağlar. Her tür işçi için yeterli yer mevcuttur. Hepsini tek bir ölü düzeye indirme girişiminde bulunmamamız gerekir ya da Mesih’in hizmetkarlarını kendi performansımız ile sınırlayarak onların çeşitli enerjilerine engel olmamaya dikkat etmeliyiz. Böyle yapmak hiç bir işe yaramaz. Hepimiz gayret ile eylemde var olabilecek en olası çeşitlilik ile en yürekten birliği arzu etmeliyiz. Mesih’in altında birlikte hizmet edilmeye çağrıldığımız gerçeği her birimiz ve toplu olarak hepimiz tarafından sağlıklı bir şekilde hatırlanmalıdır.

İşte büyük sır burada yatar. Hep birlikte ve Mesih’in altında ! Bunu aklımızda tutalım. Böyle yaptığımız takdirde bizim kendi işimizden farklı olsa da bir başka kişinin iş çizgisinin farkına varmamıza ve bunu takdir etmemize yardımcı olacaktır. Ve öte yandan bu gerçek bizi kendi hizmet bölümümüzün bezginliğinden koruyacaktır, çünkü o zaman bir kişinin herkes olduğunu anlarız, ama tek bir çalışma alanında birlikte çalışan işçiler ve Efendinin yüreğindeki o büyük amaç ancak her işçinin kendine özgü çizgisini izlemesi ve bunu herkes ile birlikte mutlu bir paydaşlık ile yaparak elde edilebilir.

Bazı zihinlerde kendi iş çizgisinden başka her iş çizgisinden yoksun kalmak inatçı bir eğilimdir. Bu tür bir tehlikeye karşı kendimizi özen ile korumamız gerekir. Eğer herkes aynı çizgiyi izlemiş olsa idi o zaman Rabbin işini ve O’nun dünyadaki işçilerini karakterize eden o hoş çeşitlilik nerede kalır idi? Konu, yalnızca iş çizgisi meselesi değildir, ama aynı zamanda aslında her işçinin kendine özgü tarzıdır. İki müjdeci olabilir, her biri canların kurtulması için aynı gerçeği vaaz etme konusunda yoğun bir arzuya sahiptir. Ama yine de her birinin aynı hedefe ulaşma konusunda farklı arayışları olabilir. Bu konu için hazırlıklı olmamız gerekir. Aslında böyle bir durumu beklememiz de gerekir. Aynı şey imanlı hizmetinin her branşı için geçerlidir. Eğer imanlı hizmetinin her branşı ve tarzı için izin verilmiş yeterli yer yok ise o zaman bir imanlı topluluğu tarafından meşgul olunan temel konusunda güçlü kuşkular duymamız gerekir, çünkü her çizgideki iş için kahinlik evinin büyük Başına olan sorumluluk bireysel özellik taşır. Mesih’in altında ve O’nunla paydaşlıkta olmadan hiç bir şey yapmamamız gerekir. Ve Mesih ile paydaşlık içinde yapılabilecek her şey kesinlikle O’nunla birlikte yürüyen kişiler ile paydaşlık içinde de yapılabilir.

Harun ve onun oğulları ile bağlantılı olarak bölümümüzde Levililier hakkında anlatılanlar konusunda yazacaklarımız bu kadar. Harun ve onun oğullarına kısa bir süre sonra geri döneceğiz ve onlara verilmiş olan zengin sağlayış üzerinde derin düşüneceğiz; kahinlik konumlarında Tanrının iyiliği aracılığı ile onlara verilmiş olan ciddi işlevler üzerinde de duracağız.

“Rab Harun ile konuşmasını sürdürdü, ‘Bana sunulan kutsal sunuların bağış kısımlarını sana veriyorum. Bunları sonsuza dek pay olarak sana ve oğullarına veriyorum. Sunakta tümü ile yakılmayan, bana sunulan en kutsal sunulardan şunlar senin olacak: Tahıl, suç ve günah sunuları. En kutsal sunular senin ve oğullarının olacak. Bunları en kutsal sunu olarak yiyeceksin. Her erkek onlardan yiyebilir. Onları kutsal sayacaksın.” Çölde Sayım 18: 8-10.

Burada Tanrı halkının başka bir görünümde olanlarından söz edilir. Onlar burada işçiler olarak değil, tapınanlar olarak, Levililer olarak değil ama kahinler olarak takdim edilirler. Tüm imanlılar – tüm Hristiyanlar – Tanrının tüm çocukları kahindirler. Yeni Antlaşma’nın öğretişi ile uyumlu olarak tüm imanlıların kahinler olmasının dışında yeryüzünde kahin diye biri yoktur. Özel bir kahinlik durumu – kahinler olarak ayrılmış belirli bir insan sınıfı -  Hristiyanlıkta yalnızca bilinmediği gibi bu konu ile ilgili ruha ve prensiplere tamamen düşmandır. Bu konuya daha önce de değinmiş ve ilgili ayetlerin çeşitli bölümlerinden alıntılar yapmış idik. Biz, göklerden geçmiş olan yüce Başkahinimize sahibiz, çünkü eğer O yeryüzünde olsa idi kahin olmayacak idi. (İbraniler 4:14 ve 8:4 ayetlerini karşılaştırınız.) “Rabbimiz Yahuda oymağından geliyor idi ve Musa bu oymak hakkında kahinlik ile ilgili hiç bir şey söylemedi.” Bu yüzden yeryüzünde kurban sunan bir kahin ayetlerin doğruluğunu kesin bir şekilde inkar etmiş olur. Ve Hristiyanlığın temel aldığı görkemli gerçeği, yani başarılmış kurtuluşu tamamen bir kenara atar. Eğer şimdi günahlarımız için sunulmak amacı ile bir kahine ihtiyaç duyulsa idi, o zaman kurtuluş kesinlikle başarılmış ve tamamlanmış bir gerçek olamaz idi. Ama yüzlerce yerde var olan ayetler kurtuluşun tamamlanmış olduğunu beyan eder ve bu nedenle artık günah için hiç bir sunuya ihtiyacımız yoktur. “Ama Mesih gelecek iyi şeylerin baş kahini olarak ortaya çıktı. İnsan eli ile yapılmamış, yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük ve daha yetkin çadırdan geçti. Tekeler ile danaların kanı ile değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanı ile kutsal yere ilk ve son kez olarak girdi.” İbraniler 9: 11,12. Aynı zamanda İbraniler 0nuncu bölümde şu ayeti okuruz: “İsa Mesih’in bedeninin ilk ve son kez sunulması ilen sonsuza dek kutsal kılındık.” Ve aynı konuda bir başka ayet daha: “Onların günahlarını ve suçlarını artık anmayacağım. Bunların bağışlanması durumunda artık günah için sunuya gerek yoktur.” İbraniler: 10:17,18.

Bu ayetler kahinlik ve günah için sunu hakkındaki büyük meseleye ışık tutar. İmanlılar bu konu ile ilgili olarak yeterince anlayışa sahip olamazlar ya da kararlı davranamazlar. Oysa bu gerçek Hristiyanlığın temelinin ta kendisidir ve tam kurtuluşun net ışığında yürümek ve imanlının gerçek konumuna sahip olmak arzusuna sahip herkesin derin ve ciddi dikkatini talep eder. Yahudiliğe yani dindarlığa karşı çok güçlü bir eğilim mevcuttur; imanlının özgürlüğünü eski Yahudi kökü ile esir kılmak için çok güçlü bir çaba hüküm sürmektedir. Bu çaba yeni bir şey değildir, ama düşman özellikle şimdi bu konuda çok büyük bir çaba sarf etmektedir. Hristiyanlığın uzunluk ve genişlik gibi boyutlarında Romanizme karşı büyük bir eğilim algılayabiliyoruz. Ve bu eğilim en çok Tanrının kilisesi içindeki özel bir kahinlik düzeni ile ilgili kurumlarda çok çarpıcı bir şekilde mevcut bulunmaktadır. Ve biz bu kurumun Hristiyanlığa tamamen karşı bir kurum olduğuna inanıyoruz. Bu kurum tüm imanlıların ortak kahinliğini inkar eder. Eğer belirli bir insan grubu özel yakınlık ve kutsallığın yerini işgal etmek için düzenlendi ise o zaman imanlıların üzerinde duracakları temel nerededir?

Sorun buradadır. Konunun tamamının ne kadar önemli olduğunun görünür hale geldiği nokta tam buradadır. Okuyucu herhangi bir belirli imanlı sınıfı ya da grubundan söz ettiğimizi düşünmesin. Hiç bir şey bizim düşüncelerimizin ötesinde değildir. İkna olmamızın temeli Hristiyan imanımızın temelinin bu kahinlik konusuna dahil oluşudur. Bu konunun önemini ilişki içinde olduğumuz herkese duyurmak için ısrarlıyız. İmanlılar tamamlanan kurtuluşun temeli hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olur ve bunu ne kadar iyi kavrarlar ise Tanrının kilisesindeki kahinler düzenine giren Romanizm ve Yahudilik’ten yani dindarlıktan o kadar uzak kalabilirler. Ve ayrıca öte yandan canların aydınlanmadığı, bina edilmediği ve ruhsal olmadıkları yerde, yasacılık, dindarlık ve dünyasallık mevcuttur; insanlar tarafından atanan kahinliğin bulunduğu yerler buralardadır. Ve bunun nedenini anlamak hiç de zor değildir. Eğer bir kişinin kendisi Tanrıya yaklaşmak için uygun bir durumda değil ise Tanrıya kendisi adına yaklaşması için bir başkasına iş vermesi kendisini rahatlatmış olacaktır. Ve şurası kesindir ki hiç bir insan günahlarının bağışlandığını bilmeden kutsal bir Tanrıya yaklaşabilecek o uygun durumda değildir; hiç kimse sadece Mesih’in kanına güvenmeden tamamen temizlenmiş bir vicdana sahip değildir ve bu nedenle canı kuşku duyan, karanlık ve yasal bir konumdadır. En kutsal yere cesaret ile gelmek için Mesih’in kanının bizim için ne yapmış olduğunu çok iyi bilmemiz gerekir. Tanrı için kahinler yapıldığımızdan haberimizin olması lazımdır. Ve Mesih’in kefaret eden ölümünün değeri sayesinde – bir insani düzenin sağlamasının imkansız olduğu bir şekilde- Tanrıya yakın kılındık. “Yücelik ve güç sonsuzlara dek, bizi seven, kanı ile bizi günahlarımızdan özgür kılmış ve bizi bir krallık haline getirip Babası tanrının hizmetinde kahinler yapmış olan Mesih’in olsun! Amin.” Vahiy 1: 6. “ ama siz seçilmiş soy, kralın kahinleri, kutsal ulus ve Tanrının öz halkısınız. Sizi karanlıktan şaşılası ışığına çağıran Tanrının erdemlerini duyurmak için seçildiniz. “ Ve yine başka bir ayet: “O sizi diri taşlar olarak ruhsal bir tapınağın yapımında kullansın. Böylelikle İsa Mesih aracılığı ile Tanrının beğenisini kazanan ruhsal kurbanlar sunmak üzere kutsal bir kahinler topluluğu olursunuz. “1.Petrus 2: 9 ve 5.ayetler. “Bu nedenle İsa aracılığı ile Tanrıya sürekli övgü kurbanları yani O’nun adını açıkça anan dudakların meyvesini sunalım. İyilik yapmayı ve sizde olanı başkaları ile paylaşmayı unutmayın. Çünkü Tanrı bu tür kurbanlardan hoşnut olur.” İbraniler 13:15 ve 16.

Burada kahinler olarak sunma ayrıcalığına sahip olduğumuz ruhsal kurbanların iki büyük kısmını yani Tanrıyı övmeyi ve insanlara iyilik yapmayı görürüz. En genç, en deneyimsiz ve en eğitimsiz imanlı bile bu tür konuları anlayabilecek kapasitededir. Tanrının ailesinde olan, tanrısal Başkahinimizin kahinler evinde olan birinin yüreğinden “Rabbe övgüler olsun” dememesi mümkün müdür? Ve böyle birinin diğer insanlara iyilik yapmaması mümkün müdür? Ve kahinlerin tapınması ve kahinlik hizmeti işte budur- tüm gerçek imanlıların ortak tapınması ve hizmeti. Evet, ruhsal gücün ölçüsünün değişebileceği doğrudur, ama Tanrının tüm çocuklarının her biri eşit şekilde kahindirler.

Şimdi Çölde sayım 18.bölümde bize Harun ve ev halkı için sunulan sağlayışın tam bir ifadesi takdim edilir. Ve bu sağlayış da Hristiyan kahinliğinin ruhsal payının bir örneğidir. Elbette görmeden, nasıl bir kraliyet payının bize ait olduğunun kaydını okuyamayız. “Bana sunulanların bağış kısımlarını sana veriyorum. Bunları sonsuza dek sana ve oğullarına pay olarak veriyorum. Sunakta tümü ile yakılmayan, bana sunulan en kutsal sunulardan şunlar senin olacak: Tahıl, suç ve günah sunuları. En kutsal sunular senin ve oğullarının olacak. Bunları en kutsal sunu olarak yiyeceksin. Her erkek onlardan yiyebilir. Onları kutsal sayacaksın.” Çölde sayım 18: 8-11.

Bu harika bölümün anlamının derinliğine ulaşabilmek çok geniş bir ruhsal kapasite talep eder. Günah ya da suç sunusunu yemenin mecazi anlamı bir başka kişinin günahını ya da suçunu kendi günahı ya da suçu yapmaktır. Nu çok kutsal bir iştir. Herkes kendisini ruhta, kardeşinin günahı ile özdeşleştiremez. Aslında böyle yapmanın yani bir başkasına kefaret etmenin hiç bir şekilde mümkün olmayacağını söylememize gerek yoktur. Bunu yapabilecek yalnızca tek bir kişi var idi - ve O’nun adına sonsuzlara kadar yücelik olsun! – O bunu mükemmel bir şekilde gerçekleştirmiştir.

Ama yine de kardeşinin günahını kendi günahı yapmak gibi bir şey vardır ve bu günahı sanki kendi günahıymış gibi Tanrının önünde ruhta taşımaktır. Bu, en kutsal yerde Harun’un oğulları tarafından günah sunusunun yenilmesi ile ortaya konulur. Bunu yapan yalnızca oğullar idi. “Her erkek ondan yiyecektir.” 13 Bu, kahinlik hizmetinin en yüksek düzeyinde gerçekleşir idi. “Sunuyu en kutsal yerde yiyeceksin.” Tüm bunların ruhsal anlamını ve uygulamasını kavramak için Mesih’e çok yakın olmamız gerekir. Bu, harika bir berekete ve kutsal bir uygulamaya sahiptir. Ve yalnızca Tanrı ile tam bir birliktelik halinde iken bilinebilir. Yüreğin tanıklık edeceği bu konu hakkında aslında ne kadar da az bilgimiz vardır. Bu tür konularda bizim gösterdiğimiz eğilim, bir kardeş günah işlediği zaman, onu yargılamaktır; onun günahına sanki bizim hiç bir zaman yapmayacağımız bir şeymiş gibi yaparız. Bu tutum ne yazık ki kahinlik işlevlerimizde üzücü bir şekilde başarısızlığa uğradığımızı gösterir. En kutsal yerde günah sunusunu yemeyi reddetmektir. Hata yapan bir kardeşin günahını sanki kendi günahımızmış gibi Tanrının önünde ruhta o günahı üstlenmek ve o kardeş ile özdeşleşebilmek lütfun en değerli meyvesidir. Bu, gerçekten de kahinlik seviyesinin en üst düzeyidir ve Mesih’te ruhun ve zihnin geniş bir ölçüsünü talep eder. Ancak gerçekten ruhsal bir kişi bu konuları kavrayabilir. Ve ne kadar yazıktır ki, aramızda çok az sayıda kişi gerçekten ruhsaldır! “Kardeşler, eğer biri suç işler iken yakalanır ise ruhsal olan sizler, böyle birini yumuşak ruh ile yola getirin. Siz de ayartılmamak için kendinizi kollayın. Birbirinizin ağır yükünü taşıyın, böylece Mesih’in yasasını yerine getirirsiniz.” Galatyalılar 6:1,2. Rab bize bu bereketli “yasayı” yerine getirebilmemiz için lütuf versin! Bu, içimizdeki her şeyin ne kadar tersidir! Bizim kabalığımızı ve bencilliğimizi nasıl da azarlar! Ah! Diğer konularda olduğu gibi bu konularda da Mesih’e benzemek!

Ama üzerinde düşündüğümüz yüksek kahinlik ayrıcalığının seviyesi kadar yüksek seviyesi olmayan bir başka kahinlik ayrıcalığı düzeni daha var idi. “Ayrıca şunlar da senin olacak: İsraillilerin sundukları sallamalık sunuların bağış sunularını sonsuza dek pay olarak sana, oğullarına ve kızlarına veriyorum. Ailende dinsel açıdan temiz olan herkes onları yiyebilir.” Çölde Sayım 18: 11.

Harun’un kızlarının günah ya da suç sunularını yememeleri gerekiyor idi, bu sunular onların kapasitelerinin en üst sınırlarına uygun olarak sağlanmışlar idi. Ama onların destekleyemeyeceği kadar ağır olan belirli sorumluluklar ve belirli işlevler nedeni ile bu ayrıcalıklara sahip değiller idi. Bir şükran sunusunda diğer bir kişi ile paydaşlıkta bulunmak o kişinin günahını kendi günahı yapmak çok daha kolaydır. Bu konu, örneğini Harun’un “kızlarında” değil de “oğullarında” bulan bir kahinlik enerjisi ölçüsü talep eder. Kahinlerin ev halkının üyeleri arasındaki bu çeşitli ölçüler konusunda hazırlıklı olmamız gerekir. Tanrıya övgüler olsun ki hepimiz aynı temel üzerinde bereketlendik ama kapasitelerimiz çeşitlilik gösterir. Ve hepimizin kahinlik standardının en yüksek seviyesini ve kahinlik kapasitesinin en yüksek ölçüsünü hedef almamız gerekir iken sahip olmadığımızı kullanmak mümkün değildir.

Ama yine de her şeye rağmen 11.ayette öğretilen net bir şey vardır ve o da kahinliğin ayrıcalığının ya da herhangi bir kahinlik yiyeceğini – Mesih’in değerli kanı aracılığı ile vicdanımıza uygulanan temiz bir yiyecek- yiyerek tadını çıkartmamız için temiz – Kutsal Ruh aracılığı ile Söz’ün alışkanlıklarımıza, düşüncelerimize ve yollarımıza uygulanması - olmamız gerekir. Bu şekilde temizlendiğimiz zaman kapasitemiz ne olur ise olsun Tanrının değerli lütfu aracılığı ile canlarımız için verilmiş olan en zengin sağlayışa sahip oluruz. Şu sözlere kulak verelim: “Rabbe verdikleri ilk ürünleri –zeytinyağının, yeni şarabın ve tahılın en iyisini – sana veriyorum. Ülkede yetişen ilk ürünlerden Rabbe getirdiklerinin tümü senin olacak. Ailende dinsel açıdan temiz olan herkes onları yiyebilir.” Çölde Sayım 18:12,13. 14

Burada kesinlikle, Tanrı için kahinler yapılmış olan o kişilere harika bir pay sağlanmış olduğunu görürüz. Onların en iyisine ve Rabbin ülkesinin ürettiği her şeyin ilkine sahip olmaları gerekiyor idi. Burada: “Yüreklerini sevindiren şarap, yüzlerini güldüren zeytinyağı ve güçlerini artıran ekmek” var idi. Mezmur 104:15.

Tüm bu konular ile ilgili verilen örneklerde Mesih’te sahip olduğumuz payı görürüz. Zeytin, üzüm ve tahılın en iyisi Tanrının kahinlerini beslemek ve sevindirmek için sıkılmış ve ezilmişler idi. Ve tüm bunların bereketli Örneği olan Mesih sınırsız lütuf sayesinde incinmiş ve ezilmiş idi, öyle ki eti ve kanı aracılığı ile Kendi ev halkına yaşam, güç ve sevinç hizmeti verebilsin. O, tahılların en değerli tanesi olarak toprağa düştü ve öldü, öyle ki biz yaşayabilelim ve diri Asma’nın ürünleri bizim şimdi Tanrının huzurunda içtiğimiz ve sonsuza kadar içeceğimiz kurtuluş kasesini doldurmak için ezilsin.

Bu yüzden şimdi geriye kalan nedir? Çarmıha gerilmiş, dirilmiş ve yüceltilmiş bir Kurtarıcıda sahip olduğumuz payımızın doluluğunun ve bereketinin tadını çıkartmak için genişletilmiş bir kapasite dışında ne istiyoruz? “Her şeye ve her şeye bolluk ile sahibiz” diyebiliriz. Tanrı bize verebileceğinin en iyisini verdi – sahip olduğunun en iyisini verdi. Tanrı bize Kendi payını vermiştir. O bizi kutsal ve mutlu bir paydaşlık içinde birlikte oturmaya ve besili dana ile şölen yapmaya çağırmıştır. “Yiyelim ve sevinçli olalım” sözleri ile Tanrı bizi bu en harika sözleri yaşamaya çağırır ve bu çağrısını kulaklarımızın ve yüreğimizin işitmesini sağlar.

Tanrının yüreğini ve zihnini en çok tatmin eden şeyin halkını çevresinde toplamak ve onları beslemekten zevk duymak olması nasıl da harika bir düşünce! “Bizim paydaşlığımız Baba ile ve Oğlu İsa Mesih iledir!” 1.Yuhanna 1:3. Tanrının sevgisi bizim için bundan daha fazla ne yapabilir idi? Ve Tanrı bunu kimin için yaptı? Suçları ve günahları içinde ölü olanlar için – yabancılar, düşmanlar ve suçlu isyankarlar için- diğer uluslardan olan köpekler için – O’ndan çok uzakta yaşayan, umudu olmayan ve dünyada Tanrısız yaşayanlar için – ve Mesih olmasa idi şimdi cehennemin sonsuz alevleri içinde yanması gerekenler için! Ah, ne kadar da harika bir lütuf! Egemen merhametin ne kadar da uçsuz bucaksız derinlikleri! Ve şunu da eklememiz gerekir ki, tanrısal açıdan ne kadar da değerli bir kefaret kurbanı! Kendi kendilerini mahvetmiş, zavallı ve suçlu ve cehennemi hak eden günahkarlara böyle söz ile anlatılamaz bir bereketin lütfedilmesi! Bizi sonsuza kadar yanmaktan çekip çıkartan ve Tanrı için kahinler yapan sevgi ve lütuf! Tüm “kirli giysilerimizi” üzerimizden çıkartan ve Kendi huzurunda bizi giydiren ve taçlandıran ve bunu Kendi yüceliği için sevgi ile yapan Tanrımız! O’nu övelim! Yüreklerimiz ve yaşamlarımız ile O’nu övelim! Kahinlik konumumuzun ve bize verilen payın tadını çıkartalım ve doğruluk giysilerimizin değerini bilelim. Tanrıyı övmekten daha iyi hiç bir şey yapamayız. O’na İsa Mesih aracılığı ile dudaklarımızın ürünü olan övgüleri ve şükranları sunmaktan başka bir şey yapamayız. İlerlemekte olduğumuz o parlak ve bereketli yerde sonsuza kadar yapacağımız tek şey bu olacaktır ve biz orada bizi seven ve Kendisini uğrumuza feda etmiş Olan ile biricik Kurtarıcımız yüce Tanrı ile sonsuza kadar birlikte olacağız.

Bölümümüzün 14-19 ayetlerinde bize “insanın ve hayvanın ilk doğanı” hakkında bilgi verilir. Burada insanın kirli sayılan hayvanlar ile aynı seviyeye yerleştirildiği dikkatimizi çekebilir. Her ikisinin de kurtarılması gerekmektedir. Kirli sayılan hayvan Tanrı için uygun değil idi ve aynı şekilde insan da kan aracılığı ile kurtarılmadığı sürece Tanrının önünde uygun değil idi. Temiz hayvanın kurtarılması gerekmiyor idi; o Tanrının kullanımı açısından uygun idi. Ve tüm kahinlik ev halkına yiyecek olarak verilmiş idi – hem oğullar hem de kızlar için. Burada Mesih’in bir örneğini görüyoruz; Tanrı Mesih’te yüreğinin zevk aldığı tam sevinci bulabilir – uçsuz bucaksız evrende Tanrının tek mükemmel huzuru ve doyumu bulabildiği yegane Kişi. Ve ne harika bir düşüncedir ki, Tanrı O’nu bize vermiştir, O, Tanrının önünde kahinlik ev halkının yiyeceği, ışığı, sevinci ve sonsuza kadar bizim Her Şeyimiz olsun diye. 15

“İsa, senden asla vazgeçemeyiz:
Yeni ve diri yiyecek yüreğimizin arzusunu tatmin edebilir
Ve yaşam Senin kanındadır!

Okuyucu diğer bölümlerde olduğu gibi bu bölümlerde de her yeni konunun başlangıcının şu sözler aracılığı ile yapıldığına dikkat edecektir, “Ve Rab Musa’ya dedi” ya da “Rab Harun’a dedi”. Böylece 20-32. Ayetlerde bize kahinlerin ve Levililerin – Tanrıya tapınanların ve Tanrının işçilerinin – İsrailoğulları arasında hiç bir mirasa sahip olamayacakları ama kendilerini tüm ihtiyaçlarının karşılanması için yalnızca Tanrıya mutlak bir şekilde kapatmaları gerektiği öğretilir. En bereketli konum! Hiç bir şey burada sunulan örnekten daha iyi olamaz. İsrailoğulları sunularını getirecek ve onları Yehova’nın ayaklarının önüne bırakacaklar idi ve O sınırsız lütfu ile işçilerine bu değerli sunuları – halkın adanmışlığının ürünleri - kaldırıp almalarını buyurdu ve onlar Tanrının bereketli huzurunda şükran dolu yürekler ile beslendiler. Böylece bereket halkası çevreye yayıldı. Tanrı, halkının tüm ihtiyaçlarına hizmet etti; O’nun halkı kahinler ve Levililer ile birlikte Tanrının bolluğunun zengin ürünlerine sahip olma ayrıcalığına sahipler idi. Ve Levililer Tanrıdan almış olduklarını O’na geri vermenin ender ve eşsiz zevkini tatmak için izine sahipler idi.

Tüm bunlar tanrısaldır. Şimdi Tanrının kilisesinde aramamız gereken şeyler için bu örnek gerçekten de çarpıcı bir örnektir. Daha önceden de fark etmiş olduğumuz gibi bu kitapta sunulan Tanrı halkı üç farklı grup halinde sunulmaktadır: yani, savaşçılar, işçiler ve tapınanlar. Ve her üç grupta bulunanlar da diri Tanrıya olan mutlak bağımlılık tutumları ile göze çarparlar. Savaşımızda, işimizde ve tapınmamızda kendimizi Tanrıya kapatmış durumdayızdır. Çok değerli bir gerçek! “tüm kaynaklarımız O’ndadır.” Bundan daha fazla ne isteyebiliriz? Huzura ya da kaynağa kavuşmak için insana ya da bu dünyaya mı döneceğiz? Tanrı yasaklasın! Hayır, aksine, tüm tarihimizde, karakterimizin her özelliğinde ve işimizin her bölümünde kanıtlamamız gereken tek konu Tanrının yüreklerimiz için yeterli olduğudur!

Tanrı halkını ve Mesih’in hizmetkarlarını destek ve yardım almak için dünyaya bakar iken görmek gerçekten yıkıcıdır ve böyle bir düşünce dahi insanı dehşete düşürmelidir. Pavlus’un zamanındaki Tanrı kilisesini Yalnızca düşünmeye çalışalım; önderlerinin, öğretmenlerinin ve müjdecilerinin destek almak için Roma hükümetine bel bağladıklarını gözlerinizin önüne getirin! Ah, hayır! Sevgili okuyucu, Kilise göklerdeki tanrısal Başına baktı yalnızca ve ihtiyaç duyduğu her şey için tanrısal Ruh’a güvendi. Şimdi bu durum neden farklı olsun ki? Dünya hala dünyadır ve Kilise dünyadan değildir ve dünyanın altınına ve gümüşüne bakmaması gerekir. Eğer yalnızca Tanrıya güvendikleri takdirde Tanrı halkına ve hizmetkarlarına bakacak ve onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Buna güvenebiliriz; Tanrının kilise için armağanı hükümetin armağanından çok daha iyidir – ruhsal bir zihin bunu takdir etmek için kıyaslama dahi yapmaz.

Tanrının tüm kutsalları ve Mesih’in tüm hizmetkarları her yerde yüreklerine gayretli bir şekilde bu değerlerin düşüncelerini yerleştirsinler. Ve Tanrısız, Mesihsiz ve hain bir dünyanın yüzüne karşı şu gerçekleri haykıracak lütfa sahip olmamızı diliyorum: Diri Tanrı yalnızca zamanın dar kapısından geçer iken değil ama aynı zamanda sonsuzluğun sınırsız okyanusundan geçerken de her ihtiyacımız için yeterlidir. Tanrı bu lütfu Mesih’in uğruna ihsan etmiştir.


12 Elçilerin İşleri 6.bölümde saygın kişilerin atanması konusunda bile bunun elçilere özgü bir eylem olduğunu görürüz. “Bu nedenle kardeşler, aranızdan Ruh ile ve bilgelik ile dolu yedi saygın kişi seçin. Onları bu iş için görevlendirelim.” Elçilerin İşleri 6:3. Kardeşlerin kişileri seçmek için izinleri var idi. Söz konusu olan, elçilerin maddi işler ile uğraşmamaları idi. Ama atama tanrısal idi. Ve ayrıca şunu da hatırlayalım: seçilecek yedi saygın kişi kilisenin maddi işlerini düzenleyecekler idi. Ama elçi, peygamber, müjdeci, önder ve öğretmenlerin atanmasının insan seçimi ve insan yetkisi ile hiç bir ilgisi yok idi ve bu atama konusu tamamen Mesih’e ait idi. Efesliler:4:11.

13 Genel bir prensip olarak, “oğul” tanrısal düşünceyi sunar; “kız” bununla ilgili diğer evladı belirler: “erkek” düşünceyi Tanrının verdiği şekilde ortaya koyar; “dişi” ise onu fark ettiğimiz ve gösterdiğimiz şekilde ortaya konan bir ifadedir.

14 Yukardaki bölümü birebir almak ve onu Tanrının kilisesi içindeki belirli bir kahinlik sınıfına uygulamak ne gibi bir ahlak etkisi yaratır idi konusunda okuyucunun düşünmesi gerekir. Bunu hem örnek olarak hem de ruhsal açıdan düşünelim, o zaman kahinlik ailesinin tüm üyeleri için sağlanmış olan ruhsal yiyeceğin yani tek bir kelime ile söyleyecek olur isek, tüm değerliliği ve doluluğu içindeki Mesih’in çarpıcı ve güzel bir örneğine sahip oluruz.

15 Çölde Sayım 18: 14-19 ayetlerinde sunulan konu hakkında daha ayrıntılı bilgi için okuyucuya “Mısır’dan Çıkış hakkında Notlar” adlı kitaptaki 13. Bölüm tavsiye edilir. Daha önceki bölümlerde belirtilmiş olan herhangi olası tekrarlardan kaçınmak için dikkatli olmak isteriz.

Çölde Sayım 19

Şimdi, Çölde Sayım kitabının en önemli kısımlarından biri önümüzde açık durmakta ve bize “Kızıl İnek” ile ilgili çok ilginç ve eğitici konu hakkında sunumda bulunmaktadır. Kutsal yazılar hakkında bilgisi olan bir öğrenci bu örneğe neden Levililer’de değil de Çölde Sayım kitabında rastladığımıza doğal olarak şaşıracak ve bunu incelemek isteyecektir. Levililer kitabın ilk yedi bölümünde kurban öğretişinin çok seçkin bir ifadesine sahibiz. Ama yine de kızıl ineğin ne olduğu konusunda bir ima dahi göremiyoruz. Bu neden böyledir? Bu güzel düzenlemenin neden başka bir yerde değil de Çölde Sayım kitabında takdim edildiğine ilişkin gerçekten ne öğrenmemiz gerekiyor? Bunun kitabımızın bir diğer karakterinin başka çarpıcı bir örneğini oluşturduğuna inanıyoruz. Kızıl inek öncelikle bir çöl örneğini oluşturur. Aynı zamanda Tanrının kirlilikler için tasarlamış olduğu bir çözümdür ve Mesih’in ölümü, biz göklerdeki sonsuz yuvamıza gitmek için şu anda bizi kirleten bir dünyadan geçer iken günahı temizlemesinin bir ön örneğidir. Bu örnek çok eğitici bir örnektir ve en değerli ve en çok ihtiyaç duyulan gerçeği açıklar. Bu kaydı kaleme almış olan Kutsal Ruh’un onu lütfu aracılığı ile canlarımıza uygulamaktan hoşnut olmasını diliyorum!

“Ve Rab Musa ile Harun’a şöyle dedi: ’Rabbin buyurduğu yasanın kuralı şudur: İsrailliler’e size kusursuz, özürsüz ve boyunduruk takmamış kızıl bir inek getirmelerini söyleyin.” Çölde Sayım 19:1,2.

İman gözü ile Rab İsa’ya baktığımız zaman, O’nun kutsal kişiliği içinde yalnızca kusursuz olduğunu görmüyoruz, ama aynı zamanda O’nun asla günah boyunduruğu taşımamış olduğunu da anlıyoruz. Kutsal Ruh her zaman Mesih’in kişiliğinin kıskanç korumasıdır. Ve Mesih’i insan canına O’nun tüm üstünlüğünü ve değerliliğini takdim etmekten zevk alır. Bu yüzden O’nu ortaya koymak için tasarlanmış olan her örnek ve her ön örnek aynı özenli korumayı sergiler. Böylece kızıl inek örneği ile bize öğretilen şudur: Bize kutsal Rabbimizin insan doğası hakkında öğretilen O’nun tamamen saf ve lekesiz olduğuna ilişkindir; hem doğumunda hem de ilişkilerinde mükemmel idi ve O’nda günahın izi olamaz idi. O’nun kutsal boynunda asla günah boyunduruğu olamaz idi. O, “Benim boyunduruğum” ifadesini kullandığı zaman (Matta 11:29) Babasının her konudaki isteğine mutlak boyun eğişinin boyunduruğu idi. Bu, O’nun taşımış olduğu tek boyunduruktur ve bu boyunduruk O’nun çaresiz bir bebek olarak yattığı beşikten bir kurban olarak son nefesini verdiği çarmıha kadar süren lekesiz ve mükemmel kariyeri sırasında asla bir an için bile boynundan çıkmadı.

Ama O asla günah boyunduruğu taşımadı. Bu gerçeğin tam olarak anlaşılması gerekir. O, bizi günahlarımızdan arındırmak için çarmıha gitti ve bizim her günahtan mükemmel bir şekilde temizlenmemizi sağlamak için gerekli olan temel işi tamamladı. Ama O bunu kutsal yaşamının hiç bir anında asla günah boyunduruğunu taşıyarak yapmadı. O, “günahsız” idi ve böyle olduğu için yüce ve görkemli kefaret işi için tek uygun olan mükemmel kişi idi. O’nu yaşamında günah boyunduruğu olan Biri olarak düşünmek ölümü ile sağlamış olduğu kefaretin uygun olmadığını düşünmek olur. “Kusursuzluğun olduğu yerde boyunduruk olmaz.” Bu ifade, Rabbimiz İsa Mesih’in kusursuzluğunu ve mükemmelliğini ortaya koymak için Kutsal Ruh tarafından tasarlanmıştır. Rabbimiz yalnızca içsel varlığında kusursuz değildi, ama aynı zamanda dışsal varlığında da günahtan özgür idi. O, ne kişiliğinde ne de ilişkilerinde günahın ya da ölümün taleplerine asla bağlı değil idi. O’nun adı sonsuza kadar yüceltilsin – O bizim koşullarımızın ve durumlarımızın tüm gerçekliğinde yer aldı ama O’nda günah yok idi ve asla günah boyunduruğu taşımadı.

“O bizim zayıflıklarımızı bilir ve onlara sempati duyar.
Acı veren ayartmaların acısını bilir çünkü Kendisi de aynısını hissetmiştir.
 
“Ama yüce Kurtarıcı her zaman lekesiz, temiz ve saf kalmıştır.
O, şeytanın ateşli oklarına kanı ile karşı koymuştur.”

“İnek kahin Elazar’a verilsin; ordugahın dışına çıkarılıp onun önünde kesilecek.” Çölde Sayım 19:3.

Ayetleri dikkat ile okuyan bir okuyucu ne kadar önemsiz gibi görünür ise görünsün ayetlerdeki hiç bir ifadeyi atlamayacaktır. Bu düşünceye sahip bir okuyucu önünde açık olan kitabın Tanrıdan olduğunu her zaman aklında tutacaktır ve bu nedenle bu kitabın bir bütün olarak her kısmında yer alan ifadelerin mükemmel olduklarını bilecektir. Her küçük sözcük dahi bir anlama gebedir. Her küçük düşünce, özellik ve koşul can için bazı ruhsal öğretişler içerir. Hiç kuşkusuz sadık olmayanlar ve akılcılar hep birlikte bu ciddi gerçek karşısında başarısızlığa uğrarlar ve bunun bir sonucu olarak tanrısal kitaba yaklaştıkları zaman çok üzücü bir hasara uğrarlar. Ruhsal öğrenci bu noktada yalnızca kıymetli taş görür iken onlar aynı yerde hatalar görürler. Adanmış, kendine güvenmeyen ve Kutsal Ruh’tan öğretiş alan öğrenci tanrısal uyumlar ve ahlak görkemleri görür iken onların gördükleri yalnızca hatalar ve zıtlıklardır.

Bizim tek beklentimiz yalnızca bu konuda olabilir ve günümüzde bu beklentiyi hatırlamak yararlıdır. Tanrı ilahi takdirde olduğu gibi ayetlerde de “Kendi Kendisinin yorumcusudur.” Ve eğer biz O’nu bekler isek, O’nun bu konuyu açıklığa kavuşturacağı kesindir. Ama ilahi takdirde, “Kör imansızlığın hata yapacağı kesindir ve Tanrının yollarında işe yaramaz, boştur! Ve adanmış şair daha da ileri gidebilir idi, çünkü kör imansızlığın Tanrının yollarını ve sözünü yalnızca doğru şekilde değerlendiremediği gibi her ikisini de Tanrının Kendisine, doğasına ve Karakterine ve aynı zamanda bizlere vermekten hoşnut olduğu açıklamasına karşı da küstah bir saldırı fırsatına dönüştürecektir. Sadakatsiz kişi esinin lambasını kaba bir şekilde söndürür, onun göksel ışığını ezer ve hepimizi yanlış yönlendirilmiş zihnin tuzağındaki derin hüzne ve ahlak karanlığına sokar.

Bölümümüzün üçüncü ayeti üzerinde derin düşünür iken bir önceki düşünce dizisine yönlendirilmiş olduk. Kutsal yazıları geniş ve özenli bir şekilde inceleme alışkanlığını geliştirmek için çok büyük bir arzu duyuyoruz. Bu konu çok yoğun bir öneme sahiptir. Esin ile yazılmış kitabın içeriğinde başından sonuna kadar dua ederek üzerinde derin düşünmemize değmeyecek tek bir cümle ya da tek bir ifade bulunmadığını söylemek ya da düşünmek Kutsal Ruh Tanrının incelememiz sırasında değersiz olduğunu düşündürecek bir şeyler yazdığını ima etmektir. “Kutsal Yazıların tümü Tanrı esinlemesidir. “ 2.Timoteos 3:16. Bu ayet bize, ayetlere karşı saygılı olmamızı buyurur. “Önceden ne yazıldı ise bize öğretmek için sabır ile ve Kutsal Yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı. “ Romalılar 15:4. Bu ifade kişisel ilgimizi uyandırır. İlk ayetteki ifade kutsal yazıların Tanrıdan geldiklerini kanıtlar. İkinci ayet ise bu sözlerin bizim için geldiğini kanıtlar. Bu iki ayet birlikte ele alındıkları zaman, kutsal yazıların tanrısal bağlantıları aracılığı ile bizi Tanrıya bağlarlar. Şeytan ise bu bağlantıyı kopartmak için her zaman elinden geleni yapar. Ve bunu ahlak değeri bilgisini ve zihinsel gücü kullanarak yapar. Şeytan Kutsal Kitap hakkında büyük ve özel saldırılarını yaparken bilgisiz ya da ahlaksız birini seçmez. Çünkü bilgisiz birinin konuşamayacağını ve ahlaksız birinin de bir öğüde kulak vermeyeceğini çok iyi bilir. Şeytan şu tür kişiyi seçer: hoş, sevimli, yardımsever ve ilgi ve rağbet gören bir insanı seçer; ahlaki açıdan lekesiz birini, çalışkan bir öğrenciyi, tecrübeli bir bilim adamını ve derin ve orijinal bir düşünürü tercih eder. Böylelikle sade, bilgisiz ve uyanık olmayan kişilerin gözlerine bir avuç toprak atarak net görmelerine engel olur.

İmanlı okuyucu, şunu hatırlamanız için dua ediyoruz. Eğer Kutsal Kitap’ın söz ile anlatılamaz değerini canınızda derin bir hale getirebilir isek, eğer sizi akılcılık ve sadakatsizlik aracılığı ile karşınıza çıkabilecek tehlikeli kayalıklardan ve bataklıklardan korunmanız için uyarabilir isek, eğer sizi Tanrının özünden akmış olan bir kaynağın damlalarından içer gibi ayetlerin kutsal sayfalarındaki güvence ile bina edip güçlendirebilir isek, eğer bu sonuçların hepsine ya da herhangi birine ulaşabilir isek, bölümümüzde şimdi giriş yapacağımız konu dışı sözden ötürü pişmanlık duymayız.

“Kızıl inek kahin Elazar’a verilsin; ordugahın dışına çıkarılıp onun önünde kesilecek .” Çölde Sayım 19: 3. Burada hem kahinde hem de kurbanda Mesih’in kişiliğine ilişkin ortak bir örnek bulunmaktadır. O, hem Kurban hem de Kahin oldu. Ama bir Kurban olarak tamamlaması gereken işi tamamlayana dek Kahinliği ile ilgili işlemlerine başlamadı. Bu durum üçüncü ayetin son cümlesindeki ifadeyi açıklayacaktır, “ onun önünde kesilecek.” Mesih’in ölümü yeryüzünde gerçekleşti ve bu yüzden kahinlik eylemi olarak temsil edilemez idi. O’nun Kahinliğinin hizmet alanı yeryüzü değil, gökler idi. Elçi, İbraniler’e yazdığı mektupta bu konu ile ilgili çok değerli ve harika bir ifadeyi özet şeklinde beyan eder: “Söylediklerimizin özü şudur: Göklerde Yüce Olan’ın tahtının sağında oturan, kutsal yerde, insanın değil, Rabbin kurduğu asıl tapınma çadırında görev yapan böyle bir başkahinimiz vardır. Her başkahin sunular ve kurbanlar sunmak için atanır. Bu nedenle bizim başkahinimizin de sunacak bir şeyi olması gerekir. Eğer Kendisi yeryüzünde olsa idi, kahin olamaz idi. Çünkü Kutsal Yasa uyarınca sunuları sunanlar var.” İbraniler 8:1-4. “ama Mesih gelecek iyi şeylerin baş kahini olarak ortaya çıktı. İnsan eli ile yapılmamış yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük ve daha yetkin çadırdan geçti. Tekeler ile danaların kanı ile değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanı ile kutsal yere ilk ve son kez girdi.” “Çünkü Mesih asıl kutsal yerin örneği olup insan eli ile yapılan kutsal yere değil ama şimdi bizim için Tanrının önünde görünmek için asıl göğe girdi.” İbraniler 9:11,12,24. “Oysa Mesih günahlar için sonsuza dek geçerli tek bir kurban sunduktan sonra Tanrının sağında oturdu .” İbraniler 10:12.

Bu bölümleri Çölde Sayım 19:3 ayeti ile bağlantılı olarak ele aldığımız zaman iki şey öğreniriz, yani, Mesih’in ölümü uygun ve alışılmış kahinlik eylemi olarak temsil edilmez. Ve ayrıca O’nun kahinliğinin hizmet alanı yeryüzü değil, göklerdir. Bu ifadelerde yeni olan hiç bir şey yer almaz. Diğer ifadeler bu ifadelerden çok daha ilerdedirler. Ama burada önemli olan kutsal yazıların tanrısal mükemmelliğini ve değerini resmetmek için her şeye dikkat ederek her şeyi fark etmektir. Eski Antlaşma zamanlarındaki bazı buyruk ya da törenlerin sarılı olduğu görülmeyen konular, Yeni Antlaşma’nın sayfalarında parlak bir şekilde ışıldarlar ve bu gerçeğin görülmesi çok ilgi çekicidir. Bu tür keşifler sözün zeki okuyucusunu her zaman hoşnut eder. Hiç kuşkusuz gerçek bulunduğu her yerde aynıdır, ama gerçek Eski Antlaşma’da tanrısal bir şekilde gölgeler halinde ama Yeni Antlaşma’da yer alan ayetlerde ise parlak bir şekilde net olarak görüldüğü zaman, biz gerçeğe yalnızca bina edilmiş olarak değil, ama aynı zamanda resmedilen örnek ile birlikte olarak sahip oluruz.

Ama farkına varmadan kurbanın ölümünün gerçekleştiği yeri atlayıp geçmememiz gerekir. “Ordugahın dışına çıkartılacak.” Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi kahin ve kurban özdeşleşmiştir ve Mesih’in ortak bir örneğini teşkil ederler. Ancak eklenen bir başka ifade daha vardır: “Kahinin önünde kesilecek.” Bunun nedeni basittir, çünkü Mesih’in ölümü kahinlik eylemini temsil edemez. Ne kadar harika bir titizlik! Ama yine de harika değildir, çünkü her satırı Tanrının Kendisi tarafından yazılmış bir kitapta böyle olmasının beklenmesi gerekir. Eğer “Kahin onu kesecek” denmiş olsa idi, o zaman Çölde Sayım 19.bölüm İbraniler’e yazılan mektuptaki içerik ile farklılık gösterir idi. Ama hayır, kitaptaki uyumlar görkemlerin en parlağı ile ışıldamaktadırlar. Rab bize lütuf versin ki onları ayırt edebilelim ve takdir edebilelim.

İsa da kent kapısının dışında acı çekti. “Bunun gibi İsa da kendi kanı ile halkı kutsal kılmak için kent kapısının dışında acı çekti.” İbraniler 13:12. O kent kapısının dışında idi ve bizler O’nun sesine kulak verelim. Bu sesi işitiyor muyuz? Bu sesi anlıyor muyuz? İsa’nın öldüğü yer üzerinde daha ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekmez mi? O reddedilir iken O’nunla paydaşlıkta bulunmayı arzu etmeden O’nun ölümünün sağladığı yararlardan tatmin olarak huzur bulmamız doğru mudur? Tanrı yasaklasın! “Öyle ise biz de O’nun uğradığı aşağılanmaya katlanarak ordugahtan dışarı çıkıp yanına gidelim.” İbraniler 13:13. 16 Bu sözlerde çok büyük bir güç mevcuttur. Bu sözlerin reddedilmiş bir Kurtarıcı ile daha tam bir özdeşleşmeyi arzu etmemiz için tüm ahlaki varlığımızı harekete geçirmeleri gerekir. Biz O’nun ölümünden yararlanıp istifade ederek ve içerde kalarak O’nun dışardaki ölümünü mü izleyeceğiz? Rabbimizin ve Efendimizin dışarı atıldığı bu dünyada biz bir yuva ve bir yer ve bir isim ve bir pay mı arayacağız? Varlığımızı ve sonsuza kadar kalıcı mutluluğumuzu borçlu olduğumuz o yüce Kişi’ye tahammül edemeyen bir dünyada devam etmeyi mi hedefleyeceğiz? Efendimizin yalnızca bir ağıl, bir çarmıh ve bir ödünç alınmış mezar bulduğu bir dünyada onur, konum ve varlık peşinde mi koşacağız? Yüreklerimiz şu sözleri haykırabilsin: “Böyle bir düşünce bizden uzak olsun!” aynı zamanda yaşamlarımız da şöyle diyebilsin: “Böyle bir yaşam bizden uzak olsun!” Kutsal Ruh’un çağrısına Tanrının lütfu ile daha yürekten ve içten bir karşılık verebilelim: “O’nun peşinden gidin!”

İmanlı okuyucu, asla unutmamamız gereken bir şey hatırlatalım; Mesih’in ölümüne baktığımız zaman iki şey görürüz, yani, hem bir kurbanın ölümü hem de bir şehidin ölümü – günah için bir kurban ve doğruluk için bir şehit – Tanrının eli altında bir kurban ve insanın eli altında bir şehit. O, biz asla acı çekmeyelim diye günah uğruna acı çekti. O’nun adına sonsuza kadar övgü ve yücelik olsun. Ama sonra O’nun insan eli altındaki şehitlik acılarını ve doğruluk için çektiği acıları bilmemiz gerekir. “Çünkü Mesih uğruna size yalnız Mesih’e iman etmek değil, daha önce bende gördüğünüz ve hala sürdürdüğümü duyduğunuz zorlu çabanın aynısını göstererek Mesih uğruna acı çekmek ayrıcalığı da verildi.” Filipeliler 1:29,30. Mesih ile birlikte acı çekilmesine izin verilmesi olumlu bir “armağandır.” Bunun değerini takdir ediyor muyuz?

Kızıl ineğin kesilmesi aracılığı ile örnek verilen Mesih’in ölümünde yalnızca günahın tamamen ortadan kaldırıldığını değil, ama aynı zamanda hali hazırdaki kötü dünyanın yargılandığını da görüyoruz. “Mesih Babamız Tanrının isteğine uyarak bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmak için günahlarımıza karşılık kendini feda etti.” Galatyalılar 1:4. Burada iki şey Tanrı tarafından bir araya getirilmiştir. Ve şurası kesindir ki, bu iki şeyin bizim tarafımızdan asla ayrılmamaları gerekir. Günah, kök ve dal ve bu dünya yargılanır. Günahın yargılanması ile vicdanın mükemmel şekilde huzur bulması gerekir. Dünyanın yargılanması ise yüreği şimdiki kötü çağın her şekilde tuzağa düşürecek olan etkilerinden kurtarması gerekir. Bu durum vicdanı tüm suçluluk duygusundan temizler; yüreği ve dünyayı birbirine bağlayan hattı kopartıp atar.

Şimdi okuyucunun ihtiyaç duyduğu konu bu iki şey arasında var olan bağlantıyı anlaması ve bu bağlantıyı tecrübe etmesidir. Müjde ile ilgili gerçeğin geniş bir miktarını elde tutarak kıyaslama yapar iken önem taşıyan bağlantıyı gözden kaçırmak var olan bir olasılıktır. Ve bu bağlantının eksik olduğu yerde imanlı karakterine ait çok önemli bir kusurun mevcut olması gerektiğine dair güvenilebilir bir onay bulunabilir. Kutsal Ruh’un ikna eden ve uyandıran gücü altına getirilmiş olan gayretli canlar ile sık sık karşılaşırız, ancak bu canlar henüz Mesih’in kefaret eden ölümünün tam değeri aracılığı ile sıkıntılı vicdanlarının huzura kavuşmuş olduğunun henüz bilincinde değildirler; Mesih’in kanının günahlarının hepsini sonsuza kadar ortadan kaldırdığını ve kendilerini canlarında en ufak bir leke ya da vicdanlarında en ufak bir huzursuzluk olmaksızın Tanrıya yaklaştırdığını ne yazık ki daha bilmiyorlardır. Eğer okuyucumuzun şimdiki durumu böyle ise alıntı yaptığımız şu ayetin ilk cümlesi üzerinde düşünmeye ihtiyacı vardır: “Günahlarımıza karşılık kendini feda etti.” Bu ifade, acı çeken bir canın en büyük bereketi alacağı bir ifadedir. Bu ifade, günah sorununu tamamen ortadan kaldırır. Eğer Mesih’in kendisini günahlarımıza karşılık feda ettiği doğru ise, o zaman benim tüm günahlarımın ortadan kalktığına ilişkin değerli gerçek ile sevinmekten ve coşmaktan başka ne yapmam gerekir? Benim yerime geçen, benim günahlarımın suçunu üzerine alan ve benim yerime acı Çeken şimdi yücelik ve onur ile taçlandırılmış Olan, Tanrının sağındadır. Bu yeterlidir. Günahlarımın hepsi sonsuza kadar ortadan kalkmıştır. Eğer bu gerçek doğru olmasa idi, o zaman O, şimdi bulunduğu yerde olamaz idi. O’nun kutsal alnını delen yücelik tacı benim günahlarım için mükemmel bir kefaretin gerçekleşmiş olduğunun kanıtıdır. Ve işte bu yüzden o mükemmellik esenlik benim payımdır. Böyle harika bir esenliği ancak Mesih’in tamamladığı iş sağlayabilir idi.

Ama biz yine de günahlarımızı sonsuza kadar ortadan kaldırmış olan o işin bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmış olduğunu asla unutmayalım. Bu iki şey bir arada işlerler. Mesih beni yalnızca günahlarımın sonuçlarından kurtarmak ile kalmadı, ama aynı zamanda günahın hali hazırdaki gücünden ve kutsal yazıların “dünya” olarak adlandırdığı o şeyin talep ve etkilerinden de kurtarmıştır. Ama yine de tüm bunları bölümümüzde ilerledikçe daha iyi kavrayacağız.

“Ve kahin Elazar parmağı ile kızıl ineğin kanından alıp yedi kez buluşma çadırının önüne doğru serpecek.” Çölde sayım 19: 4.  Burada tüm gerçek aklanmanın sağlam temelinin ne olduğunu anlıyoruz. Esin alarak yazmış olan elçinin bize anlattığı gibi önümüzdeki örneğin yalnızca bir “bedensel açıdan temizlik” (İbraniler 9:13) meselesi olduğunu biliyoruz. Ama burada örneğin ötesinden karşıt örneğe bakmamız gerekir- yani, gölgenin ötesindeki öze. Kızıl ineğin kanının buluşma çadırının önünde yedi kez serpilmesi ile Mesih’in kanının Tanrının huzurundaki mükemmel takdim edilişinin Tanrı ve vicdan arasındaki buluşma yerinin tek temeline ait bir örnek verildiğini görüyoruz. Üzerinde sık sık düşünülen “yedi” rakamı mükemmelliğin ifadesidir. Ve biz önümüzdeki örnekte Mesih’in günah için bir kefaret olarak takdim ettiği ve Tanrı tarafından kabul edilmiş olan mükemmel örneğinin ifadesini görüyoruz. Her şey bu tanrısal temel üzerinde esenlik bulur. Kan dökülmüştür ve kutsal bir Tanrıya günah için mükemmel bir kefaret olarak takdim edilmiştir. Bu harika gerçeğin yalnızca iman yolu ile kabul edildiği zaman, vicdanı tüm suçluluk duygusundan ve mahkumiyet korkusundan kurtarması gerekir. Mesih2in kefaret eden işinden başka Tanrının önünde geçerli olan hiç bir şey yoktur. Günah yargılanmıştır ve günahlarımız ortadan kaldırılmıştır. Mesih’in değerli kanı aracılığı ile günahlar tamamen silinmiştir. Bu gerçeğe inanmak vicdana mükemmel huzuru sağlayacak tek yoldur.

Ve burada bu tek başına çok ilginç olan bu bölümün tamamı boyunca kan serpilmesine ilişkin başka imalarda bulunulmadığına okuyucunun çok dikkat etmesi gerekir. Burada İbraniler 9 ve 10.bölümlerin öğretişi ile tam bir uyum görmekteyiz. Burada tanrısal bir uyumun örneği söz konusudur. Mesih’in kurban olması tanrısal açıdan mükemmel olduğu için tekrar edilmesi gerekmez. O’nun yeterliliği tanrısal ve sonsuzdur. “Ama Mesih gelecek olan iyi şeylerin Baş kahini olarak ortaya çıktı. İnsan eli ile yapılmamış, yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük ve daha yetkin çadırdan geçti. Tekeler ile danaların kanı ile değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanı ile kutsal yere ilk ve son kez olarak girdi. Tekeler ile boğaların kanı ve serpilen düve külü murdar olanları kutsal kılıyor ve bedensel açıdan temizliyor. Öyle ise, sonsuz Ruh aracılığı ile kendini lekesiz olarak Tanrıya sunmuş olan Mesih’in kanının diri Tanrıya kulluk edebilmemiz için vicdanımızı ölü işlerden temizleyeceği ne kadar daha kesindir!” İbraniler 9:11-14. “İlk ve son kez” ve “sonsuz” ; bu iki sözcükteki gücü gözlemleyin. Bu sözcüklerin Mesih’in kurbanının tamlığını ve tanrısal yeterliliğini nasıl ortaya koyduklarına dikkat edin. Kan bir kez ve sonsuza kadar kalıcı olarak döküldü. O büyük işin bir tekrarını düşünmek Mesih’in kanının sonsuza kadar kalıcı ve tamamen yeterli değerini inkar etmek ve bu kanı tekeler ve boğaların kanı ile aynı seviyeye düşürmek olur. Ama ayrıca belirtilmesi gereken başka gerçekler de vardır: “Böylelikle aslı göklerde olan örneklerin bu kurbanlar ile ama gökteki asıllarının bunlardan daha iyi kurbanlar ile temiz kılınması gerek idi. Çünkü Mesih asıl kutsal yerin örneği olup insan eli ile yapılan kutsal yere değil ama şimdi bizim için Tanrının önünde görünmek üzere asıl göğe girdi. Baş kahin her yıl kendisinin olmayan kan ile en kutsal yere girer, oysa Mesih kendisini tekrar tekrar sunmak için göğe girmedi. Eğer öyle olsa idi, dünyanın kuruluşundan beri Mesih’in tekrar tekrar acı çekmesi gerekir idi. Oysa Mesih kendisini bir kez kurban ederek günahı ortadan kaldırmak için çağların sonunda ortaya çıkmıştır.” İbraniler 9: 23-26. Bu nedenle günah ortadan kaldırılmıştır. Eğer günah ortadan kaldırıldı ise, aynı anda imanlının vicdanında olması imkansızdır. Bu aşikar ve kesindir. Ve bu  konuda olması gereken tutum şudur: Ya imanlının tüm günahlarının silindiğini ve vicdanının mükemmel bir şekilde temizlendiğini kabul etmek gerekir ya da Mesih’in tekrar tekrar ölmesi gerektiğini kabul etmek lazımdır. Ama bu son  söylediğimizin gereksiz olduğu kesindir, yalnızca gereksiz değildir ama aynı zamanda imkansız bir şeydir ve akla dahi getirilemez. Çünkü elçi de bu konudaki sözlerine şöyle devam eder: “İnsanın bir kez ölmesi sonra da yargılanması kaçınılmaz olduğu gibi, Mesih de birçoklarının günahlarını yüklenmek için bir kez kurban edildi. İkinci kez, günah yüklenmek için değil, kurtuluş getirmek için kendisini bekleyenlere görünecektir.” İbraniler 9:27,28.

Kutsal Ruh’un bu konuyu açıklamasındaki sabırlı becerisinde çok harika bir şey mevcuttur. Kurbanın tamam ve eksiksiz olduğuna dair büyük öğretişi Kutsal Ruh canı ikna etmek ve vicdanı ağır yükünden kurtarmak için açıklama yapar, örnekler verir ve güçlendirir. Tanrının lütfu öylesine zengindir ki, çok sabırlı ve çok acı çekerek bizim için yalnızca sonsuz kurtuluş işini tamamlamak ile kalmaz ama aynı zamanda tüm konunun muhakemesini yapar ve öğretişi kanıtlar. Öyle ki, öğretiş ile ilgili tek bir itiraz bile söz konusu olamasın. Şimdi Kutsal Ruh’un daha güçlü muhakemelerine kulak verelim ve Kutsal ruh bunları kaygılı okuyucunun yüreğine güç ile uygulayabilsin.

"Çünkü Kutsal Yasada gelecek olan iyi şeylerin aslı yoktur, sadece gölgesi vardır. Bu nedenle, yasa sürekli her yıl aynı kurbanları sunarak Tanrıya yaklaşanları asla yetkinliğe erdiremez. Eğer erdirebilse idi, kurban sunmaya son verilmez miydi? Çünkü tapınanalar bir kez günahlarından arındıktan sonra artık günahlılık duygusu kalmaz idi. Ancak o kurbanlar insanlara yıldan yıla günahlarını anımsatıyor. Çünkü boğalar ile tekelerin kanı günahları ortadan kaldıramaz.” İbraniler 10:1-4. Ama boğaların kanının asla yapamayacağını İsa’nın kanı sonsuza kadar kalıcı olarak yapmıştır. İşte tüm farklılığı yapan budur. İsrail’in sunaklarında akan tüm kan – Musa’ın törensel talepleri ile uyumlu olarak sunulan milyonlarca sunu – vicdandaki tek bir lekeyi dahi silemez idi ya da günahtan nefret eden bir Tanrının bir günahkarı kabul edebilmesi için o günahkarı aklayamaz idi. “Çünkü boğalar ve tekelerin kanının günahları ortadan kaldırması imkansızdır.” Bu nedenle, O dünyaya gelirken şu sözleri söylemiştir: “Kurban ve sunu istemedin. Ama bana bir beden hazırladın. Yakmalık sunudan ve günah sunusundan hoşnut olmadın. O zaman şöyle dedim. ‘Kutsal Yazı tomarında benim için yazıldığı gibi, senin isteğini yapmak üzere, ey Tanrı, işte geldim.’” İbraniler 10:5-7. Tanrının isteği İsa Mesih’in bedeninin bir kez sunulması aracılığı ile kutsal kılınmamızdır. Aradaki zıtlığa dikkat edin. Tanrı yasa altında sunulan sayısız ve sürekli kurbanlardan hoşnut değil idi. Bu kurbanlar Tanrıyı tatmin etmiyorlar idi. Tanrı sevecen yüreği ile halkını günahın ağır yükünden tamamen kurtarmak ve onları mükemmel bir vicdan huzuru ve yürek özgürlüğü kendisine çekmek için bu kurbanları yeterli göremez idi. İsa kutsal bedenini bir kez sunarak Tanrıyı hoşnut etti. O, Tanrının isteğini yerine getirdi ve O’nun adına sonsuza kadar övgüler olsun ki, aynı işi sonsuza kadar tekrar etmesi gerekmez. Biz, işin tamamlandığına inanmayı reddedebiliriz – canlarımızın işin yeterli olduğuna inanmalarını reddedebiliriz- huzur diyarına girmeyi reddedebiliriz -ruhun kutsal özgürlüğünün tadını çıkartmayı reddedebiliriz ama yine de işte orada tam orta yerde bozulması imkansız bir değere sahip olan o iş durmaktadır. Ve yine aynı zamanda orada Kutsal Ruh’un o iş ile ilgili yanıtlanamaz güç ve netlikleri ile kanıtları da durmaktadır. Ve ne şeytanın karanlık teklifleri ne de bizim imansız mantığımız ne birine ne de öbürüne asla dokunamaz. Eğer aksi olur ise, çok yazık! Çok üzücü bir şekilde canımızın gerçek ile duyduğu sevince müdahale ederler ama gerçeğin kendisi her zaman aynı olarak kalır.

“Her kahin her gün ayakta durup görevini yapar ve günahları asla ortadan kaldıramayan aynı kurbanları tekrar tekrar sunar. Oysa Mesih günahlar için sonsuza kadar geçerli tek bir kurban sunduktan sonra Tanrının sağında oturdu. O zamandan beri düşmanlarının kendi ayaklarının altına serilmesini bekliyor, çünkü kutsal kılınanları tek bir sunu ile sonsuza dek yetkinliğe erdirmiştir.” İbraniler 10.11-14. Sonsuz mükemmelliğe sahip olmamız Mesih’in kanı sayesindedir. Ve buna kesin olarak şunu ekleyebiliriz: ve bu nedenle aynı şekilde canlarımızın da bu mükemmelliği tatması gerekir. Hiç kimse hiç bir zaman Mesih’in işini onurlandırdığını düşünemez ya da Kutsal Ruh’un o iş ile ilgili tanıklığını inkar edemez; çarmıhtaki kan aracılığı ile kendisine duyurulan günahlardan mükemmel arınmayı kabul etmeyi reddedemez. Tanrının lütfunun Mesih’te bizim için yaptıklarını inkar etmek gerçek dindarlığın ya da saf dinin bir belirtisi değildir. Sonsuz Ruh canlarımıza gerçeği hem takdim etmiş hem de bunu esin yolu ile kaydetmiştir.

İmanlı okuyucu, kaygılı araştırmacı, şunlar size garip görünmüyor mu? Tanrının sözü bize tamamladığı kurtuluş işinden dolayı Mesih’in Tanrının sağında oturduğunu söylediği zaman, düşünmemiz gereken şudur: bir yanda yalnızca insan olan bir kahin günlük hizmetini yaparken ayakta durur ve bu konumda aynı kurbanları tekrar tekrar sunar. Ama biz sonsuza kadar oturmuş olan tanrısal bir Baş kahine sahibiz. Onların sahip oldukları kahin yalnızca bir insan idi ve oturmak ile görevinin asla hiç bir ilgisi olamaz idi. Ve şimdi biz düşünce şeklimiz, can kavrayışımız ve vicdanımızın asıl durumu konusunda onlardan daha mı iyi bileceğiz? Güvenip huzur duyabilmemiz için mükemmel bir iş tamamlanmış iken nasıl olur da canlarımızın mükemmel huzuru tatmamasının gerekmesi mümkün olabilir? İmkansız! İbranilere Mektup’tan alınmış çeşitli ayetlerden yaptığımız alıntılarda görmüş olduğumuz gibi Kutsal Ruh Mesih’in değerli kanı aracılığı ile günahın canlarımızdan tamamen kaldırılması hakkında tatmin edici ve gerçek olan her şeyi eksiksiz olarak zaten söylemiştir. O zaman neden hemen şu anda sahip olduğunuz vicdan huzurundan keyif almamanız gereksin ki? Tapınan bir Yahudi için bir boğanın kanının yaptığı ile İsa’nın sizler için döktüğü kanın yaptığını kıyaslamak mümkün dahi değildir.

Bu konuda kendisini ikna etmek için söylediklerimize yanıt olarak okuyucu yine de,” İsa Mesih’in kanının yeterliliğinden kuşku duymuyorum. O’nun kanının tüm günahı temizlediğine inanıyorum. Kesinlikle güveniyorum ki, bu kana güvenen herkes mükemmel kurtuluşu almıştır. Ve sonsuza kadar mutlu olacaktır. Benim içinde bulunduğum zor durumun bununla ilgisi yok. Ben O’nun kanının tamamen yeterli olduğuna inanıyorum; bana sıkıntı veren konu şudur: Ben bu kanın benim kişisel durumum ile bir kanıt sağladığı konusunda tam tatmin olmuş değilim. Tüm sıkıntımın nedeni budur. Kan ile ilgili öğretiş güneş ışığı kadar parlak ve nettir. Ama benim de bu öğretişe dahil olma konumum konusunda umutsuz bir belirsizlik mevcuttur.”

Şimdi eğer okuyucunun duyguları bu çok önemli konu hakkında bu durumda ise burada kanıtlanan yalnızca şudur: bu yanlış düşünceye sahip imanlı okuyucunun Çölde Sayım kitabının on dokuzuncu bölümünün dördüncü ayetini derinlemesine kavraması gerekmektedir. Tüm aklanmanın gerçek temelinin Tanrıya sunulmuş bulunan kefaret kanında bulunduğunu görecek ve kendisinin bu sayede Tanrı tarafından kabul edildiğini anlayacaktır. Bu çok değerli bir gerçektir ama çok az anlaşılır. Ama gerçekten kaygı içindeki canın kefaret kanının önemi ile ilgili net ve tam bir görüşe sahip olması çok büyük önem taşır. Bizim için Mesih’in kanı hakkındaki düşüncelerimiz ve duygularımız ile meşgul olmak öylesine doğal bir hale gelmiştir ki, önemli olan ile yani, kanın kendisi ve Tanrının kan hakkındaki düşünceleri ile ilgilenmeyiz. Eğer kan mükemmel bir şekilde Tanrıya sunulmuş ise, eğer Tanrı bu kanı kabul etmiş ise ve eğer Tanrı günahı ortadan kaldırmak ile kendisini yüceltmiş ise, o zaman tanrısal deneyime sahip olan vicdan için geriye kalan sadece şu olmaktadır: Mesih’in kanı tanrının tüm taleplerini karşılamıştır, Tanrının tüm düşüncelerini olumlu hale getirmiştir ve böylece günahtan nefret eden Tanrı ile günahın mahvetmiş olduğu zavallı günahkar bu harika platformun temelleri üzerinde bir araya gelebilirler. Mesih’in kanına duyduğum ilgi meselesini neden ön planda takdim edeyim? Böyle yaptığım takdirde Mesih’in tamamlamış olduğu işin eğer benim ekleyeceğim işler olmazsa eksik olduğunu söylemiş olmaz mıyım? Benim işlerimin, benim ilgimin, benim duygularımın, benim deneyimimin, benim takdirimin ve benim kabullenmemin ya da benim herhangi bir şeyimin hiç bir önemi yoktur. Neden yalnızca Mesih’te dinlenmeyeyim ki? Böyle yapar isem, Mesih ile gerçekten ilgilendiğimi göstermiş olurum. Ama yüreğin kendi ilgileri ile meşgul olduğu anda  - gözün Tanrının sözü ve Kutsal Ruhun sunduğu konudan çekildiği anda – işte o zaman ruhsal karanlık ve zihin karışıklığı kendilerini göstermek zorunda kalır ve can, Mesih’in tamamladığı işin mükemmelliği ile sevinmek yerine kendi zavallı ve kusurlu duygularına bakarak işkenceye maruz kalır.

“Kefaret eden iş tamamlandı,
Kurban’ın kanı döküldü;
Ve İsa halkı için aracılık etmek üzere göğe çıktı.
Halkının Yüce Baş Kahini olarak göklerde oturur
Ve halkının adlarını göğsünün üzerinde taşır.”

Tanrıya şükürler olsun ki, burada “günahtan aklanmanın” ve vicdan için mükemmel huzura sahip olmanın değişmesi imkansız temel işine sahibiz. “Kefaret eden iş yapıldı.” Her şey tamamlandı. Kızıl ineğin yüce Karşıt Örneği boğazlandı. Mesih, adil bir Tanrının gazabı ve yargısı altında Kendisini ölüme teslim etti, öyle ki, yalnızca O’na güvenmiş olanlar canlarının derin sırrı içinde tanrısal aklanmayı ve mükemmel huzuru bilebilsinler. Vicdanımız kan hakkındaki düşüncelerimiz ile aklanmaz, kanın kendisi aracılığı ile aklanır ve huzur bulur. Bu konu üzerinde ısrar ile durmamız gerekir. Tanrının kendisi bizler için ünvan hazırladı ve bu ünvan yalnızca kan sayesinde mevcut olmuştur.  Ah! İsa’nın o değerli kanı sonsuz yeterliliğine dayanan her sıkıntı içindeki cana esenlik konuşur. Aklımıza şöyle bir soru gelebilir; o zaman nasıl olur da bu kan ile ilgili bereketli öğretiş böylesine az anlaşılır ve takdir edilir? Neden insanlar herhangi başka bir şeye bakmakta ısrar ederler ya da bu konuyu herhangi başka bir konu ile birbirine karıştırırlar? Kaygılı okuyucu bu satırları okur iken Kutsal Ruh onu yüreğinin ve vicdanının Tanrının Kuzusunun kefaret eden kurbanı üzerinde kalması için yönlendirsin.

Kızıl ineğin ölümü ile bize açıklanmış olan değerli gerçeği okuyucumuza takdim ettikten sonra şimdi okuyucumuzdan kısa bir süre için kızıl ineğin yakılması üzerinde düşünmesini isteyeceğiz. Kana baktık, şimdi ise gözlerimizi küllere dikelim. Yakılma olayında Mesih’in kendisini feda eden ölümünün günahtan aklanmanın tek yolu olduğunu görmüş idik.  Küller ile ilgili konu hakkında ise Kutsal Ruh tarafından söz aracılığı ile yüreğe uyarlanan o ölümü hatırlamış oluruz, öyle ki, her geçen gün yürüyüşümüzdeki herhangi bir karşıt durumdan uzak kalabilelim. Bu durum bu çok ilginç örneğe büyük bir bütünlük ve güzellik kazandırır. Tanrı yalnızca geçmişteki günahlar ile ilgili sağlayışta bulunmak ile kalmamış, ama aynı zamanda bugünkü ve yarınki günahlar için de sağlayışta bulunmuştur, öyle ki, biz O’nun önünde Mesih’in tüm mükemmel işinin değeri ve emeği içinde sonsuza kadar durabilelim. O bizi kutsal yerinin avlularından içeri almış ve kutsal huzuruna “lekesiz bir beyazlık” içinde kabul etmiştir. Ve O bizi yalnızca bu şekilde görmez, ama Adına sonsuza dek övgüler olsun ki, bizlerin de kendimizi yeni yaratıklar olarak görmemizi ister. Kutsal Ruhu ve Söz aracılığı ile O bize O’nun huzurundaki derin içsel aklanma duygumuzu sağlar, öyle ki O’nunla olan paydaşlığımızın akışı önünde hiç bir viraj ya da engel olmaksızın devam edebilsin. “ama O ışıkta olduğu gibi biz de ışıkta yürür isek, birbirimiz ile paydaşlığımız olur ve Oğlu İsa’nın kanı bizi her günahtan arındırır.” 1. Yuhanna 1:7. Ama eğer ışıkta yürüme konusunda başarısız olur isek ve eğer unutkanlığımız yüzünden unutup murdar bir şeye dokunur isek, o zaman paydaşlığımız nasıl yenilenir? Yalnızca kirliliğin uzaklaştırılması ile. Ama bu eylem nasıl etkin olacaktır? Mesih’in ölümünün değerli gerçeğinin yüreklerimize ve vicdanlarımıza uyarlanması aracılığı ile. Kutsal Ruh öz yargı üretir ve bize şu değerli gerçeği hatırlatır: bizim hafife aldığımız ve kayıtsızca davrandığımız o kirlilik için Mesih ölüm acısı çekmiştir. Bu Mesih’in kanının taze bir serpilişi anlamına gelmez – kutsal yazılarda bilinmeyen bir şey, ama Kutsal Ruhun işleyişi aracılığı ile pişman olmuş bir yüreğe taze bir güç ile O’nun ölümü hatırlatılır.

“Sonra Elazar’ın gözü önünde kızıl inek derisi, eti, kanı ve gübresi ile birlikte yakılacak. Kahin biraz sedir ağacı, mercanköşkotu ve kırmızı iplik alıp yanmakta olan ineğin üzerine atacak. Sonra giysilerini yıkayacak ve yıkanacak. Ancak o zaman ordugaha girebilir. Ama akşama dek kirli sayılacaktır. İneği yakan kişi de giysilerini yıkayacak ve yıkanacak. O da akşama dek kirli sayılacak. Temiz sayılan kişi ineğin külünü toplayıp ordugahın dışında temiz sayılan bir yere koyacak. İsrail topluluğu temizlenme suyu için bu külü saklayacak; bu günahtan arınmak içindir.” Çölde Sayım 19: 5-9.

Tanrının amacı, çocuklarının tüm kirliliklerden arınmaları ve her yerde ölüm ve kirliliğin mevcut olduğu bu şimdiki kötü çağdan ayrılmış olarak yürümeleri gerektiğidir. Bu ayrılık, Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile yüreğe işlenen sözün eylemi aracılığı ile etki görür. “Mesih Babamız Tanrının isteğine uyarak bizi şimdiki kötü çağdan kurtarmak için günahlarımıza karşılık kendini feda etti.” Galatyalılar 1:4. Ve yine aynı konuda bir başka ayet: “Bu arada mübarek umudumuzun gerçekleşmesini, ulu tanrı ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in yücelik içinde gelmesini bekliyoruz. Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti.” Titus 2:13,14.

Tanrının Ruhunun nasıl sürekli olarak yakın bir bağlantı içinde vicdandan tüm suçluluk duygusunu temizlemek ve yüreği şimdiki kötü çağın ahlaksız etkisinden kurtarmak için işliyor olması dikkat çekicidir. Sevgili imanlı okuyucu, şimdi bu bağlantının saygınlığını muhafaza etmek bize düşen bir iştir. Elbette bunu yapabilmemiz yalnızca Kutsal Ruhun lütufkar enerjisi sayesinde mümkün olabilir. Ama bizim de günah için bir kefaret olan Mesih’in ölümü ve bu dünyadan ayrılmanın ahlak gücü arasındaki o bereketli bağlantı hattını anlamak ve uygulamak için gayretli olmamız gerekir. Tanrı halkının pek çoğu asla bu boyuta ulaşsa bile asla ilkinin önüne geçmez. Pek çok kişi Mesih’in kefaret eden işi aracılığı ile günahların bağışlanması hakkındaki bilgiden oldukça tatmin olmuş gibi görünürler, ama yine de aynı zamanda Mesih’in ölümünden dolayı dünyanın önünde ölü olunduğunu ve kendilerinin de O’nun ölümü ile özdeşleşmiş olduklarını fark etme konusunda başarısızlığa uğrarlar.

Şimdi, durup Çölde Sayım 19.bölümdeki kızıl ineğin yakılışına baktığımız ve o küllerin gizemli yığılışını incelediğimiz zaman, bulduğumuz şey nedir? Bu soruya karşılık olarak şu yanıt verilebilir: “Orada bulduğumuz günahlarımızdır.” Doğru, Tanrıya ve O’nun sevgisinin Oğluna şükürler olsun ki, orada bulduğumuz, günahlarımız, zayıflıklarımız ve suçlarımızdır ve hepsi de küle dönüşmüşlerdir. Ama burada daha fazlası da yok mudur? Dikkatli bir analiz aracılığı ile daha fazlasını keşfedemez miyiz? Hiç kuşkusuz keşfedebiliriz. Burada doğayı ve onun varlığının her aşamasını buluruz – doğanın tarihindeki en yüksek noktasından en alt noktasına kadar. Ayrıca burada bu dünyanın tüm yüceliğini de buluruz. Sedir ağacı ve mercanköşküotu doğayı en geniş şekilde temsil ederler ve bu geniş şekilleri ile arada kalan her şeyi içlerine alırlar. “Süleyman ağaçlardan söz eder iken Lübnan’daki sedir ağacından hatta ağaçtan fışkıran mercanköşkotundan da bahsetmiştir. “

“Kırmızı” renk konusunda yazılan ayetleri özen ile incelemiş olanlar bunun insan görkeminin, dünyasal onurun, bu dünyanın yüceliğinin ve insanın yüceliğinin bir ifadesi olarak görürler. Bu yüzden kızıl ineğin yakılışında dünyanın yüceliğinin, insan görkeminin ve sahip olduğu her şey ile birlikte benliğin tamamen bir kenara bırakıldığını görürüz. Bu durum, kızıl ineğin yakılışını daha da anlamlı bir hale getirir. Çok az bilinen bir gerçeği ortaya koyar ve çok az bilinen bu gerçek bilindiğinde de çok çabuk unutulur – bu gerçeği elçinin şu unutulmaz sözlerinde okuyalım: “Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhından başka bir şey ile övünmemi Tanrı yasaklasın. Ben o çarmıh aracılığı ile dünyanın önünde ölüyüm ve dünya da benim için ölü.”

Bizler hepimiz çarmıhı günahlarımızın tüm sorunlarından kaçmanın ve Tanrı tarafından tam kabul görmenin temeli olarak anlamaya gereğinden fazla eğilimliyiz. Ve aynı zamanda çarmıhı dünyadan tamamen ayrılmamızın temeli olarak reddetmeye de eğilimliyizdir. Tanrımıza hamtlar ve övgüler olsun ki, suçtan ve sürekli mahkumiyetten kurtuluşumuzun sağlam temeli çarmıhtır. Ama bundan daha fazlası da vardır. Çarmıh bizi sonsuza kadar içinden geçmekte olduğumuz bu dünyaya ait olandan ayırır. Günahlarım ortadan kaldırılmış mıdır? Evet! Tüm lütfun kaynağı olan rabbe övgüler olsun! Ne sayesinde bu gerçekleşmiştir? Mesih’in Tanrının Kendisi tarafından değerlendirilen kefaret eden kurbanının mükemmelliği sayesinde. Böylece şimdi gördüğünüz gibi şimdiki kötü çağdan kurtuluşumuzun ölçüsü – adetlerinden, kurallarından, alışkanlıklarından ve ilkelerinden – titizlik ile düzenlenmiştir. İmanlının Rabbimiz İsa Mesih’in çarmıhının ruhuna ve gücüne girer girmez bu dünya ile kesinlikle hiç bir ortak yanı yoktur. Bu çarmıh onu yeryüzündeki her şeyden ayırmış ve onu bu dünyada bir göçmen ve bir yabancı haline getirmiştir. Gerçekten adanmış olan yürek bu dünyanın adet ve kurallarının tüm parlaklık ve zevklerinin üzerine çıkan çarmıhın karanlık gölgesini görür. Pavlus bunu gördü ve bu gördüğü şey onun dünyanın en önemli, en çekici ve en parlak görkemlerinin bir süprüntüden başka bir şey olmadıklarını anladı.

Gamaliel’in dizlerinde yetiştirilmiş olan biri tarafından bu dünyanın değeri sadece bir süprüntü idi. “Ben dünyanın önünde dünya da benim önümde çarmıha gerildi” dedi. Pavlus böyle düşünüyor idi ve her imanlının da böyle – yeryüzündeki bir yabancı, göklerin vatandaşı da – böyle düşünmelidir ve bunu yalnızca duygu ve teori ile değil dürüst bir gerçek ve gerçeklik içinde değerlendirmelidir. Çünkü nasıl cehennemden kurtuluşumuz kesin ise aynı şekilde bu gerçek de bir duygu ya da bir teori değildir ve bu yüzden şimdiki kötü çağdan ayrılmış olduğumuz gerçeği mutlak bir gerçektir. Biri ne kadar olumlu ve gerçek ise diğeri de öyledir.

Ama burada kendimize bir soru soralım; Bu önemli pratik gerçek neden şu anda müjdeci imanlıların yüreklerinde neden yerleşmiş değildir? Neden Mesih’in çarmıhının bizi dünyadan ayıran gücünü diğerlerine anlatmakta bu kadar yavaş davranıyoruz? Eğer yüreğim Mesih’i seviyor ise, O’nun yalnızca bir çarmıhtan kötülük gördüğü yerde yani bu dünyada bir yer, bir pay ya da bir ün aramamalıyım. Sevgili okuyucu, bu konuya bakmanın en basit yolu budur. Mesih’i gerçekten seviyor musunuz? Yüreğiniz O’nun size olan sevgisi tarafından çekildi mi ve yüreğinize O’nun sevgisi dokundu mu? Eğer böyle ise, bu dünyanın O’nu dışarı attığını hatırlayın. Evet, İsa bu dünya tarafından dışarı atıldı ve hala atılıyor. Değişen bir şey olmamıştır. Dünya hala aynı dünyadır. Ve lütfen şunu hatırlayalım; şeytanın en özel hilelerinden biri şudur: bir yandan insanların Mesih’i kabul etmelerine engel olmaz ama diğer yandan da onları Mesih’in reddedilişi ile özdeşleşmeyi reddetmeye yönlendirir. Ve İsa’yı çarmıha geren suç ile lekelenmiş dünyada çarmıhın kefaret eden işinden uzak kalmaları için uğraşır. Başka bir deyiş ile insanları çarmıhın gücünün bittiğini düşünmeye ve bunu söylemeye yönlendirir. On dokuzuncu yüzyılın ilk dünyadan tamamen farklı olduğu yalanı ile insanları aldatmaya çalışır; eğer Rab İsa şimdi yeryüzünde olsa idi, o zaman gördüğü kabulden çok daha farklı bir davranış ile karşılaşacak idi ve şimdiki dünyanın artık putperest bir dünya değil bir Hristiyan dünya olduğunu ve bu durumun çok maddesel ve temel bir farklılığa neden olduğunu uydurur ve şimdi bir imanlı için bu dünyanın vatandaşlığını kabul etmenin, bir üne ya da ada sahip olmanın ve bu dünyada bir yer ve bir pay edinmenin oldukça doğru olduğunu söyleyerek aldatmak ister; sanki Tanrının Oğlu Golgota’daki lanetli ağaca çivilenmemiş gibi yanlış bir izlenim yaratmaya gayret eder.

Şimdi bu satırları okuyan herkesin canlarımızın baş düşmanı olan şeytanın yalanlarına karşı uyarmamız gerektiğini hissediyoruz. Dünya değişmemiştir. Dünya, giysisini değiştirmiş olabilir ama doğasını, ruhunu ve ilkelerini değiştirmemiştir. “O’nu istemiyoruz! O’nu çarmıha gerin!” feryatlarının duyulduğu yerde yüreklerdeki İsa nefretini görmekteyiz. Gerçekten de o günden bu güne değişen bir şey olmamıştır. Eğer dünyayı bu aynı büyük sınav ile denemeye kalktığımız takdirde sonsuza kadar Tanrıdan nefret eden ve İsa’yı reddeden kötülüğün aynı kötülük olduğunu anlarız. Ve sözünü ettiğimiz bu sınav nedir? Çarmıha gerilmiş olan Mesih! Bu ciddi ve yaşamsal gerçeğin yüreklerimize kazınmasını ve onun şekil veren gücünün farkına varmamızı ve bunu göstermemizi diliyorum. Bu gerçek, dünyaya ait olan her şeyden çok daha fazla bize yapışsın. Kızıl ineğin küllerinde sunulan gerçeği tam olarak anlayabilmemiz için bize güç verilsin. O zaman bu dünyadan ayrılmış olmamız ve Mesih’e olan adanmışlığımız daha yoğun ve gerçek hale gelecektir. Rab yüce iyiliği ile bize ve tüm halkına bu sığ dünyada bu lütfu ihsan etsin!

Şimdi kısa bir süre için küllerin nasıl uygulanmaları gerektiği konusu üzerinde inceleme yapalım.

“Herhangi bir insan ölüsüne dokunan kişi yedi gün kirli sayılacaktır. Üçüncü ve yedinci gün temizlenme suyu ile kendini arındıracak ve böylece paklanmış olacak. Üçüncü ve yedinci gün kendini arındırmaz ise paklanmış sayılmayacak. Herhangi bir insan ölüsüne dokunup da kendini arındırmayan kişi rabbin konutunu kirletmiş olur. O kişi İsrail’den atılmalı. Temizlenme suyu üzerine dökülmediği için kirli sayılır ve kirliliği üzerinde kalır.” Çölde Sayım 19: 11-13.

Tanrı ile paydaşlık ciddi bir konudur – her gün kirli ve kirleten bir düzenin ortasında O’nunla yürümek! Tanrı birlikte yürüdüğü ve içlerinde konut kurduğu kişilerdeki kirliliği hoş göremez. Tanrı bağışlar ve siler; iyileştirir, temizler ve yeniler. Ama halkının üstündeki yargılanmamış kötülükten hoşnut olamaz. Aksi şekilde davransa adını ve doğasını inkar etmiş olur. Bu konu çok derin bir konudur ama aynı zamanda gerçekten bereketleyen bir konudur. Varlığı kutsallık talep eden ve aynı zamanda bu kutsallığı garanti eden Biri ile paydaşlıkta olmak sevinç vericidir. Kirli etkiler tarafından kuşatıldığımız bir dünyadan geçiyoruz. Evet, kirliliğin şimdi “ölü bir bedene ya da bir insan kemiğine ya da bir mezara” dokunmak ile alınmadığını biliyoruz. Anladığımız gibi bu şeyler her gün ve her saat temas halinde olma aracılığı ile bizim için tehlike arz eden ahlaki ve ruhsal şeylerin örnekleridirler. Bu dünya ile ilgili değerler ile çok ilgilenenlerin hiç kuşkusuz acı veren duygular tarafından zorlanırlar. Bu nedenle tüm alışkanlıklarımızda ve beraberliklerde kutsal bir saygınlığa ihtiyaç duyarız ve kirliliklerin Tanrı ile olan paydaşlığımızda kesintiye neden olmasını istemeyiz. O’nun, bize, Kendisine yakın bir konumda sahip olması gerekir. “Kutsal olacaksınız, çünkü Ben kutsalım.”

Ama canı kutsallık ile soluk alan kaygılı okuyucu gayretli bir şekilde şöyle bir soru sorabilir, “O zaman tüm ellerin üzerinde kirleten etkiler ile kuşatıldığımız gerçek ise ve biz bu kirliliği almaya böylesine bir eğilim duyuyor isek, ne yapmamız gerekir? Ayrıca eğer kirli eller ile ve suçlayan bir vicdan ile Tanrı ile paydaşlıkta bulunmak imkansız ise, o zaman ne yapmamız gerekir?” Bu durumda her şeyden önce söylememiz gereken şudur: Uyanık olun! Sabır ve gayret ile Tanrıyı bekleyin. Tanrı sadık ve lütufkardır – duaları işiten ve dualara yanıt veren bir Tanrıdır – O özgürce ve azarlamadan verir. “O daha fazla lütuf verir.” O’nun lütfu, imanın her rakamı yazabileceği boş bir çek kağıdına benzetilebilir. Canınızın gerçek amacı tanrısal yaşamda ilerlemek için ve kişisel kutsallıkta büyümek için devam etmek midir? O zaman nasıl devam ettiğiniz konusunda uyanık olun; elleriniz ile dokunduğunuz ve vicdanınızı yaralayan bir şey Kutsal Ruhu kederlendirir ve paydaşlığınıza leke sürer. Kararlı olun. Yüreğinizde çift düşünce olmasın. Temiz olmayan şey her ne ise, bir alışkanlık, bir beraberlik ya da herhangi bir şey; bir an önce ondan vazgeçin. Bedeli ne olur ise olsun onu bırakın. Kaybınız ne olur ise olsun ondan vazgeçin. Saf bir vicdanın kaybı dünyasal hiç bir kazanç ile yersel hiç bir avantaj ile suçlamayan bir yürek ve Babanızın yüzünün ışığı ile kıyaslanamaz. Bu konuda ikna olmadınız mı? Eğer ikna olmadı iseniz, o zaman ikna olmanız için size lütuf verilmesini isteyin.

Ama yine de buna ek olarak şöyle bir soru da sorulabilir: “Kirlilik gerçekten alındı ise o zaman ne yapmak gerekir? Kirliliğin nasıl uzaklaştırılması gerekir?” Bu soruların yanıtını Çölde Sayım 19.bölümde kullanılmış olan mecazi dil aracılığı ile alalım. “Kirli sayılan bir kişi için yakılan kızıl ineğin külünden koyun, üstüne duru su dökeceksiniz. Temiz sayılan bir adam mercanköşkotunu alıp suya batıracak. Sonra çadırın bütün eşyaların ve orada bulunanların üzerine serpecek. Kemiğe, öldürülmüş ya da doğal ölüm ile ölmüş kişiye ya da mezara dokunanın üzerine de suyu serpecek. Temiz sayılan adam üçüncü ve yedinci gün kirli sayılanın üzerine suyu serpecek. Yedinci gün onu arındıracak. Arınan kişi giysilerini yıkayacak, yıkanacak ve akşam temiz sayılacak.” Çölde Sayım 19: 17-19.

Okuyucu on ikinci ve on sekizinci ayetlerde çifte bir eylemin ortaya konduğunun farkına varacaktır. Burada üçüncü güne ve yedinci güne ait iki eylem vardır. Her ikisi de yukarda belirtilen ölümün çeşitli şekilleri ile temas sonucu ortaya çıkan törensel kirliliği uzaklaştırmak için elzem şekilde gereklidirler. Şimdi bu çifte eylemin neyin örneği olduğuna bakalım. Ruhsal tarihçemizde bu sorunun yanıtı nerede bulunur? Biz yanıtın şöyle olduğuna inanıyoruz. Uyanıklık ve ruhsal enerjimizin eksikliği nedeni ile kirli olan şeye dokunduğumuz ve kirlendiğimiz zaman bu konuda bilgisiz olabiliriz ama Tanrı bu konu hakkındaki her şeyi bilir. Tanrı bizim ile ilgilenir ve bize bakar; adına övgüler olsun ki O’nun bizimle ilgilenmesi öfkeli bir yargıç ya da katı bir ahlak kontrolcüsü olarak değildir; O bizim ile seven bir Baba olarak ilgilenir. O bize asla günah yüklemez, çünkü günahı uzun zaman önce bizim yerimize Geçen Kişi’nin üzerine yüklemiştir. Ama bize asla günah yüklemese de günahı hissettirecektir. Tanrı kirli olan şeyi sadakat ile temizlemiştir. Ve bizi asla azarlamayacaktır çünkü günahı asla bize saymayacaktır. Kutsal Ruh günahı bize hatırlatır ve bu bizim yüreğimize işler. Bu yüzden çekilen acı bir süre devam edebilir; an, gün, ay ya da yıllarca devam edebilir. Bir defasında genç bir imanlıya rastladık, üç yıldan beri kendisini sefil hissediyor idi çünkü bazı dünyasal arkadaşlar ile bir yolculuğa çıkmış idi. Kutsal Ruhun bu ikna edici işleyişinin üçüncü günün eylemi tarafından engellendiğine inanıyoruz. Kutsal Ruh bize önce günahı hatırlatır ve sonra lütufkar bir şekilde Mesih’in ölümünü aklımıza getirir ve bunu canlarımıza uygular; yazılı söz tarafından Mesih’in ölümünün değerini belirtir ve bu durum yedinci günün eylemini yanıtlar – kirliliği uzaklaştırır ve paydaşlığı yeniler.

Ve çok özenli bir şekilde hatırlamamız gereken bir şey daha vardır, o da kirlilikten başka herhangi bir şekilde asla kurtulamayacağımızdır. Unutmayı deneyebiliriz, üzerinde düşünmemeye çalışırız, yarayı yavaş yavaş iyileştirmek isteriz, konuya fazla önem vermemeye çalışır ve zamanın onu hafızamızdan silmesini bekleriz. Ama bunların hiç biri asla işe yaramayacaktır. Hayır, tüm bunlar çok tehlikeli işlerdir. Vicdanın huzursuzluğu ya da kutsallığın talepleri kadar tehlikeli olan çok az şey vardır. Ve aynı zamanda bu tehlikeli olduğu kadar ahmakçadır da. Çünkü Tanrı lütfu aracılığı ile Tanrı, kutsallığının kusur bulduğu ve mahkum ettiği şeyin uzaklaştırılması için tam sağlayışta bulunmuştur. Ama kirliliğin uzaklaştırılması gerekir, çünkü aksi takdirde paydaşlık imkansızdır. “Eğer ayaklarını yıkamaz isem benim ile paydaşlığın olamaz.” Bir imanlı topluluğunu destekleyen bir üyenin İsrail topluluğundan atılışına yanıt verendir. İmanlı asla Mesih’ten kesilip atılamaz. Ama paydaşlığı tek bir günahlı düşünce aracılığı ile kesintiye uğrayabilir ve o tek günahlı düşünce yargılanmalı ve itiraf edilmelidir ve paydaşlığın yenilenebilmesi için uzaklaştırılması gerekir. Bunu hatırlamakta yarar vardır. Günah ile oynamak ciddi bir konudur. Tanrı ile paydaşlıkta bulunan birinin kirlilik ile yürümesinin imkansız olduğuna dair size garanti veririz. Bunun aksini düşünmek O’nun adına, doğasına, tahtına ve görkemine hakaret etmek anlamına gelir. Hayır, sevgili okuyucu, vicdanımızı temiz tutmaya ve Tanrının kutsallığında yürümeye devam etmemiz gerekir, aksi takdirde çok geçmeden imanımız enkaz haline gelir ve tamamen çöküntüye uğrar. Rab bize lütfetsin ve günah ve ölüm bedenlerimizi bir kenara bırakıp yukardaki o içinde ölüm ve kirliliğin bilinmediği parlak ve bereketli dünyaya girene kadar yumuşak huyluluk ile, ayık ve uyanık olarak, dua ederek yürümeye devam etmemizi sağlasın.

Levililerin düzenindeki buyruk, kural ve törenleri inceler iken en çarpıcı olan şey her kirleten etkiden korunabilmeleri için İsrailin Tanrısının halkını gayretli bir özen ile gözlemesidir. O’nun gözleri halkı gece gündüz, uyurken uyanık iken, evde iken ya da dışarda iken ailesinin kucağında iken ya da tek başına yürür iken halkının üzerindedir. Onların yiyecekleri, ihtiyaçları, evdeki alışkanlıkları ve düzenlemeleri ile ilgilenir. Onlara ayrıntılı bir şekilde ne yiyeceklerini ve ne yemeyeceklerini, ne giyeceklerini ya da ne giymeyeceklerini özenli bir şekilde öğretmiştir. Halkı ile ilgili her konudaki ayrıntılı düşüncelerini bildirmiştir. Kısaca, halkını yeterli olan her koruma ile kuşatmıştır, halkın yapması gereken tek şey, her yönden maruz kaldıkları kirliliğin tüm gel- git’lerine karşı koymaktır.

Tüm bunlarda hata kabul etmeyen özellikler içinde Tanrının kutsallığını okuruz. Ama aynı zamanda bundan farklı olarak Tanrının lütfunu da okuruz. Eğer tanrısal kutsallık kirlilik nedeni ile halka acı veriyor ise tanrısal lütuf bu kirliliği ve acısını uzaklaştırmak için gerekli sağlayışta bulunur.   Bu sağlayış, bölümümüzde iki şekil altında ortaya konur, yani, kanın kefareti ve dünyadan arındıran su. Ne kadar da değerli bir sağlayış! Daha ilk anda Tanrının kutsallığını ve lütfunu resmeden bir sağlayış! Eğer tanrısal lütfun sağlayışlarını bilmez isek, tanrısal kutsallığın ağır talepleri gerçekten de yıkıcı olur idi; ama Tanrının lütfundan emin olarak diğer konu için yüreğimizde sevinç ve coşku duyabiliriz. Tanrısal kutsallığın ölçüsünün tek bir saç teli kadar alçaltıldığını görmek için arzu duyabilir miyiz? Böyle bir düşünce bizden uzak dursun. Tanrısal kutsallığın talep ettiği şeyi tanrısal lütfun tam olarak sağladığını nasıl görebiliriz ya da neden görmemiz gerekir? Eski dönemde yaşayan bir İsrailli şu sözleri işittiği zaman korkudan tüyleri diken diken olabilir, “Herhangi bir insanın ölü bedenine dokunan yedi gün kirli sayılacaktır.” Ve yine aynı konuda başka bir ayet: “Kirli sayılan biri kendini arındırmaz ise topluluğun arasından atılmalı, çünkü Rabbin tapınağını kirletmiştir.” Bu tür sözler gerçekten de kişinin yüreğini dehşete düşürebilir. Ve duygularında şu feryatlara yönlendirildiğini hisseder: “Ne yapacağım ben? Nasıl devam edebilirim? Benim için kirlilikten kaçınmak tamamen imkansız gibi görünüyor!” Ama sonra, kızıl ineğin küllerini hatırlaması gerekmez mi? Ve temizlenme suyunu? Bunların anlamı ne olabilir? Bunlar Tanrının ruhunun gücü aracılığı ile yüreğe uygulanan Mesih’in kendisini feda eden ölümünün anısını ortaya koyarlar. “Temiz sayılan adam üçüncü ve yedinci gün kirli sayılanın üzerine suyu serpecek. Yedinci gün onu arındıracak.” İhmal nedeni ile bile olsa eğer kirlilik alır isek bu kirliliğin uzaklaştırılması gerekir, çünkü paydaşlığın yenilenmesini isteriz. Ama bu durumdan hiç bir şekilde kendi çabalarımız aracılığı ile kurtulamayız. Bu yalnızca temizlenme suyu ve Tanrının lütufkar sağlayışının kullanımı aracılığı ile mümkün olabilir. Bir İsraillinin nasıl firavunun boyunduruğunu kırması ya da kendisini firavunun angaryacılarının kırbacından kurtarması imkansız ise, aynı şekilde ölü bir bedene dokunduğu için kirliliğini kendi çabaları ile uzaklaştırması da imkansızdır.

Ve burada okuyucunun dikkatini çekelim; konu, yeni bir kurban sunmak ya da kanın taze bir uygulamasını takdim etmek değildir. Bu konudaki farklılığı görmek ve anlamak çok özel bir öneme sahiptir. Mesih’in ölümü tekrar edilemez. “Mesih’in ölümden dirilmiş olduğunu ve bir daha ölmeyeceğini ve ölümün artık O’nun üzerinde egemenlik sürmeyeceğini biliyoruz. Çünkü O’nun ölümü günaha karşılık ilk ve son ölüm olmuştur. Sürmekte olduğu yaşamı ise Tanrı için sürmektedir.” Romalılar 6: 9-10. Tanrının lütfu aracılığı ile Mesih’in ölümünün tam garantisi ve değeri sayesinde ayakta dururuz. Ama her taraftan ayartmalar ve tuzaklar ile kuşatıldığımız için içsel varlığımızda bu tür zayıflıklar ve eğilimler mevcuttur. Ve ayrıca her an bizi tuzağa düşürmek ve gerçeğin ve saflığın yolundan ayrılmaya yönlendirmek için güçlü bir düşmanımız olduğunu anlamamız gerekir. Eğer Rabbimiz İsa Mesih’in değerli ölümü ve sonsuza kadar devam eden aracılığı olmamış olsa idi, Tanrımızın sağlamış olduğu lütuf yolunda bir an için bile yürümeye devam edemez idik. Konu, yalnızca İsa Mesih’in kanının bizi günahlarımızdan yıkamış olduğu ve kutsal bir Tanrı ile barıştırmış olması değildir; “Babanın yanında doğru olan İsa Mesih’in Avukatlığına sahibiz.” “O, bize aracılık etmek için sonsuza kadar yaşar.” Ve “O, aracılığı ile Tanrıya yaklaşan herkesi sonsuza kadar kurtaracak güçtedir.” “O, sonsuza kadar Tanrının önünde bizim için durur.” Rab İsa, yüce Avukatımız Tanrının huzurunda bizi temsil eder ve kefaret eden ölümünün bizi yerleştirmiş olduğu tanrısal saygınlık ve ilişki  konumumuzu muhafaza eder. Davamız böyle harika bir Avukat’ın ellerinde asla hiç bir şekilde başarısızlığa uğrayamaz. O, kutsallarının mahvolmaması için sonsuza kadar yaşar. Biz O’nunla özdeşleştik ve O da bizim ile özdeşleşti.

Değerli imanlı okuyucu, o zaman şimdi tüm bu lütfun yaşamlarımız ve yüreklerimiz üzerindeki pratik etkisinin ne olması gerekir? Ölümü, yakılmayı, kanı ve külleri, kefaret eden kurbanı ve aracılık eden Kahin’i ve Avukatı düşündüğümüz zaman, bunun canlarımızın üstündeki etkisinin ne olması gerekir? Vicdanlarımızdaki eyleminin ne olması gerekir? Bizi, günah ile ilgili hafif düşüncelere mi yönlendirmesi gerekir? Bizim özensizce ve kayıtsızca yürümemize neden olması mı gerekir? Attığımız adımlara gereken önemi vermememiz için bir neden mi oluşturmalıdır? Hayır, asla! Ama böyle düşünen yüreğe ne yazık! Tanrısal lütfun zengin sağlayışlarından yararlanmamız gerektiği elbette kesindir. Bir an için kızıl ineğin küllerinin ya da temizlenme suyunun bir İsraillinin yürüyüşü üzerinde olumsuz etki yapacağını hayal edelim. Böyle bir şey olabilir mi? Kesinlikle hayır. Aksine, Tanrının iyiliği tarafından yapılan böyle bir özenli sağlayış onun kirliliğe karşı olan hassasiyetini daha da ciddiye almasına destek olacaktır. Tanrısal lütfun sağlayışının etkisi en azından bu uygunluğu tedarik edecektir. Temiz bir yerde toplanan kül yığını çifte bir tanıklığa zemin sağlar. Tanrının iyiliğine tanıklık eder ve günahın iğrençliğine tanıklık eder. Tanrı halkının kirliliğini istemez ve aynı zamanda bu kirliliği uzaklaştırma aracını da sağlamıştır. Her türlü kirleten şekli ile günah ile ilgili kutsal bir dehşet üretmeden serpilen kanın, küllerin ve temizlenme suyunun bereketli öğretişini anlamak ve bundan zevk almak kesinlikle imkansızdır. Ve ayrıca şunu da belirtmemiz gerekir ki kirlenmiş bir vicdanın ıstırabını hiç kimse hiç bir zaman hafife alamaz. Temiz bir vicdan kadar değerli hiç bir hazine olamaz. Ve yine aynı şekilde kirli bir vicdan kadar taşınması ağır hiç bir yük yoktur. Ama tüm lütfun Tanrısına övgüler olsun ki, O Kendi mükemmel yolu ile bizim tüm ihtiyacımızı karşılamıştır. Ve bunu karşılar iken,  amacı bizi özensiz değil uyanık yapmaktır. “Sevgili çocuklarım, size bunları günah işlemeyesiniz diye yazıyorum.” Ama sonra Yuhanna bu sözlerine şunları ekler: “Ama içimizden biri günah işler ise, adil olan İsa Mesih bizi Babanın önünde savunur. O, yalnız bizim günahlarımızı değil, bütün dünyanın günahlarını da bağışlatan kurbandır.” 1.Yuhanna 1:1-2.

Ama şimdi bu bölüme son vermemiz gerekiyor ve bölümümüzün son ayetlerinden yalnızca bir kaçına değinip bitireceğiz. “Ve onlar için bu kural kalıcı olacaktır. Temizlenme suyunu serpen kişi de giysisini yıkamalı. Temizlenme suyuna dokunan kişi akşama dek kirli sayılacak.” Çölde Sayım 19:21,22. 18.ayette bize öğretilen kirli birine su serpmek için kirli olmayan birine ihtiyaç duyulmasıdır. Ve 21.ayette temizlenme suyuna dokunan kişinin de kirli sayıldığıdır.

Bu her ikisini bir araya getirdiğimiz zaman, birinin söylemiş olduğu şu sözlerdeki bilgiyi öğreniriz: “Başka birinin günahı ile ilgilenen biri görevi o kişiyi temizlemek olsa dahi kirlenir; suçlu kişi olarak kirlenmez ama burada anlatılmak istenen günaha dokunduğumuz zaman kirlenmeden kalamayacağımızdır.” Aynı zamanda şunu da öğreniriz: bir başka kişiyi Mesih’in işinin aklayan değerine yönlendirmek ve onu bu sevince ortak etmek için benim kendimin de o temizleyen işin sevincini yaşıyor olmam gerekir. Bu noktayı hatırlamakta yarar vardır. Temizlenme suyunu diğerlerine uygulayan kişilerin o suyu kendileri için kullanmaları gerekiyor idi. Canlarımızın bu gerçeği anlaması için dua ediyorum. Mesih’in ölümünün sağladığı mükemmel temizliğin ve O’nun sonsuza kadar süren kahinlik işinin duygusunda ve gerçeğinde sonsuza kadar kalmamızı dilerim. Ve ah, evet, kötülüğün kirlettiği o dokunuşu  asla unutmayalım! Bu Musa’nın düzeninde böyle idi ve şimdi de böyledir.


16 Yukardaki bölümde yer alan paragraf öncelikle Yahudiliğe işaret eder, ama insanlar tarafından kurulmuş olan her din sistemindeki ahlaki bir uygulamaya da işaret eder ve hali hazırdaki kötü dünyanın ruhu ve ilkeleri aracılığı ile yönetilir.

Çölde Sayım 20

“İsrail topluluğu birinci ay Zin Çölü’ne vardı, halk Kadeş’te konakladı. Miryam orada öldü ve gömüldü.” Çölde Sayım 20:1.

Şimdi incelemeye başlayacağımız bölüm çöl yaşamı ve deneyimleri ile ilgili çok dikkat çekici bir içeriğe sahiptir. Bu bölümde Tanrının hizmetkarı Musa’nın olaylar ile dolu yaşamında geçirdiği en büyük denemeler ile karşılaştığını görürüz. Her şeyden önce Miryam ölür. Mısır’dan Çıkış 15.bölümde yer alan en önemli olaylardan biri olan zafer ve övgü şarkısını söyleyen o ses bu dünyadan ayrılır ve külleri Kadeş çölünde gömülür. Şarkı söylerken çaldığı tef yanına konur. Şarkısının sesi ölümün sessizliğinde işitilmez olur. Miryam artık dans edenlere önderlik edemez. O zafer gününde çok hoş bir şekilde şarkı söylemiş idi. Kızıl Denizin karşı tarafına geçtikten sonra söylediği o harika şarkının anahtar notası susmuş idi. Miryam duyduğu coşkunun çekiciliği ile kurtuluşun büyük temel gerçeğini sergilemiş idi. “Ezgiler sunacağım Rabbe, çünkü yüceldikçe yüceldi; atları da atlıları da denize döktü.” Mısır’dan Çıkış 15:21. Söylenen bu ezgi ve edilen dans gerçekten harika idi. Rabbin yaptıkları için duyulan sevinci ve coşkuyu dile getiriyor idi.

Ama şimdi peygamber Miryam sahneden çekilir ve ezginin melodi sesi yerini şikayet ve yakınma seslerine bırakır. Çöl yaşamı bıktırıcı ve usandırıcı hale gelmiştir. Çölde yaşanan olaylar insan doğasını denemeye tabi tutmuştur; insanın yüreğinde olanı ortaya çıkartmıştır. Kırk yıl boyunca çekilen sıkıntılar ve zahmetler insanlarda büyük bir değişiklik yaratırlar. Ruhsal yaşamın muhafaza edildiği canlılık ve tazeliğin Hristiyan yaşamının ve ruhsal savaşın tüm aşamaları boyunca korunması çok ender gerçekleşebilecek bir durumdur. Ama aslında bu durumun ender olmaması gerekir. Aslında tam aksi olması gerekir. Bu dünyada yürüdüğümüz yolun katı gerçeklikleri ve ayrıntıları ile Tanrının ne olduğunu kanıtlarız. O’nun adına övgüler olsun ki, O, değişiklik bilmeyen sevginin tüm tatlılığı ve yumuşaklığı içinde deneme yollarını bize Kendisini tanıtmak için fırsat olarak kullanır. Tanrının sevecen iyiliği ve yumuşak merhameti asla tükenmez. Diri Tanrıda mevcut olan o kaynakları hiç bir şey tüketemez. Bizim tüm yaramazlıklarımıza rağmen Tanrı ne ise O kalır. İnsan her zaman hatalı ve sadakatsiz olduğunu kanıtlasa da Tanrı, Tanrı olacaktır.

Bizim rahatlığımız, sevincimiz ve gücümüzün kaynağı yalnızca O’dur. Bizim işimiz yaşayan diri Tanrı iledir. Ne müthiş bir gerçeklik! Ne olur ise olsun Tanrı, “her saatin aciliyeti” için yeterlidir; her zor durumda Kendisini kanıtlayacaktır. O’nun sabırlı lütfu bizim zayıflıklarımıza, başarısızlıklarımıza ve hatalarımıza tahammül eder ve O’nun gücü bizim zayıflığımızda yetkin hale gelir. O’nun sadakati asla son bulmaz. Merhameti sonsuzluklar boyunca sürer. Arkadaşlar hata yapabilir ya da ölebilirler. Sıcak dostluklar bu soğuk ve acımasız yürekli dünya tarafından bozulurlar. İş arkadaşlarımız şirketten ayrılabilirler. Miryam’lar ve Harun’lar ölürler ama Tanrı kalır. İşte tüm gerçek ve sağlam bereketin derin sırrı burada bulunur. Eğer diri Tanrının eli ve yüreği bizim ile birlikte ise o zaman korkmamız gerekmez. Eğer “Rab benim Çobanımdır” diyebiliyor isek, o zaman buna kesinlikle şu sözleri de ekleyebiliriz: “Eksiğimiz yoktur.”

Hala çöldeki üzüntü ve denemeler ile ilgili olaylar devam eder. Ve bizler bunların arasından geçmek zorundayızdır. İncelediğimiz bu bölümde İsrail’in durumu da budur. Onlar çölün feryat eden şiddetli rüzgarları ile karşılaşmaya çağrılmışlar idi ve bu şiddetli rüzgarları sabırsızlık ve hoşnutsuzluk yakınmaları ile karşıladılar. “Ancak topluluk için içecek su yok idi. Halk Musa ile Harun’a karşı toplandı. Musa’ya ‘Keşke kardeşlerimiz Rabbin önünde öldükleri zaman biz de ölse idik!’ diye çıkıştılar. ‘Rabbin topluluğunu neden bu çöle getirdiniz? Biz de hayvanlarımız da ölelim diye mi? Neden bizi bu korkunç yere getirmek için Mısır’dan çıkardınız? Ne tahıl, ne incir ne üzüm ne de nar var. Üstelik içecek su da yok!”  Çölde Sayım 20: 2-5.

Bu an, Musa’nın ruhunun çok derinden denendiği bir an idi. Karşımızda alt yüz bin şikayet eden kişinin bulunması ve onların acı feryatlarını dinlemeye mecbur kalmak ve kendi imansızlıklarının ortaya çıkartmış olduğu sonuç nedeni ile suçlanmak gibi durumların, bunlara maruz kalan insana ne kadar sıkıntı verdiklerini söylemeye gerek yok. Tüm bunların hepsi elbette ki sıradan bir sabır denemesi değil idi ve eğer sevgili ve onurlu hizmetkar bu durumun ağırlığı altında ezildi ise buna şaşırmamamız gerekir. “Musa ile Harun topluluktan ayrılıp buluşma çadırının giriş bölümüne gittiler ve yüz üstü yere kapandılar. Rabbin görkemi onlara göründü.” Çölde Sayım 20:6.

Musa’nın defalarca Tanrının önünde yüz üstü yere kapanması gerçekten çok dokunaklıdır. Düşmanca davranan bir kalabalığın önünden kaçmak ve böyle bir duruma çözüm getirebilecek kaynaklara sahip tek Kişi’nin önünde yüz üstü yere kapanmak çok hoş bir rahatlamadır. “Yüz üstü yere kapandılar ve Rabbin görkemi onlara göründü.” Musa ve Harun karşılaştıkları bu zor durumu çözmek için insanlara bir karşılık verme girişiminde bulunmadılar; “topluluktan ayrıldılar ve kendilerini diri Tanrının önüne attılar. Yapabilecekleri en iyi şey elbette bu idi. Çöl yaşamının binlerce ihtiyacını lütuf tanrısından başka kim karşılayabilirdi ki? Musa yolun başında iken çok iyi söylemiş idi: “Eğer Sen bizim ile gelmeyecek isen, bizi oraya götürme.” Musa’nın kendisini bu şekilde ifade etmesi kesinlikle çok doğru ve bilgece idi. Böyle bir topluluğun talebine verilecek tek karşılık ancak Tanrının varlığı ile mümkün idi. Ama zaten Tanrının varlığı tam yeterli bir karşılık idi. Tanrının hazinesi kesinlikle tükenmez bir hazinedir. Tanrı güvenen bir yüreği asla hayal kırıklığına uğratmaz. Bun hep hatırlayalım. Tanrı kullanılmaktan hoşlanır; halkının ihtiyaçlarına hizmet etmekten asla bezgin düşmez. Eğer bunu yüreklerimizdeki düşüncelerimizde her zaman hatırlamış olsa idik, o zaman daha az sabırsızlık ve hoşnutsuzluk sesleri duyacak ve bunlar yerine övgü ve teşekkürün tatlı sözlerini işitecek idik. Ama daha önce de sık sık belirtmiş olduğumuz gibi çöl yaşamı herkesi dener. İçimizde olanı ortaya çıkartıp kanıtlar ve Tanrıya hamtlar olsun ki, bizim için O’nda var olanı da ortaya koyar.

“Ve Rab Musa’ya ‘değneği al’ dedi. Sen ve ağabeyin Harun halkı toplayın. Halkın gözü önünde kayaya su fışkırtması için buyruk verin. Onlar da hayvanları da su içsin diye kayadan onlara su çıkaracaksınız.” Çölde Sayım 20: 7-11.

Yukardaki alıntıda sözü edilen iki nesne yani, “Kaya” ve “Değnek” okuyucunun dikkatini talep ederler. Her ikisi de can için en bereketli bir şekilde Mesih’i temsil ederler. Ama bunu farklı iki görünüm içinde yaparlar. 1.Korintliler 10:4 ayetinde Hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler. O kaya, Mesih idi.” Bu ifade basit ve kesin bir ifadedir. Herhangi bir hayal gücü uygulamasına hiç bir şekilde yer bırakmaz. “O kaya, Mesih idi.” – bizim uğrumuza vurulan Mesih!

Sonra, değnek hakkında hatırlamamız gereken, Musa’nın değneği olmadığı, ama yetkinin değneği – gücün değneği – olduğudur. Aksi takdirde buradaki durum ile uyum sağlamaz idi. Değnek görevini yapmış idi. Kayaya bir kez vurmuş idi ve bu yeterli idi. Bunu Mısırdan Çıkış 17.bölümde okuduğumuz şu ayette öğreniriz: “ Rab Musa’ya, ‘Halkın önüne geç’ dedi, ‘birkaç İsrail ileri gelenini ve Nil’e vurduğun değneği de yanına alıp yürü. (bakınız Mısırdan Çıkış 7:20) Ben Horev dağında bir kayanın üzerinde ,senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın ve halk içsin diye su fışkıracak.’ Musa İsrail ileri gelenlerinin önünde kendisine denileni yaptı.” Çölde Sayım 17: 5-6.

Burada önümüzde Tanrının eli aracılığı ile yargı görerek uğrumuza vurulmuş olan Mesih’in bir örneği bulunmaktadır. Şu ifade okuyucunun dikkatini çekecektir: “ Nil’e vurduğun değneği de yanına alıp ”. Burada neden nehirden söz ediliyor? Değneğin bu özel vuruşuna neden işaret edilmesi gerekmiş? Mısırdan Çıkış 7:20 ayeti yanıtı verir: “ Musa iğle Harun Rabbin buyurduğu gibi yaptılar. Harun firavun ile görevlilerin gözü önünde değneğini kaldırıp ırmağın sularına vurdu. Bütün sular kana dönüştü . “ Burada suları kana dönüştüren aynı değnek “Mesih olan Kaya’ya vuracak idi, öyle ki o yaşam ve tazelenme suları bizler için akabilsin.

Şimdi önemli olan, bu vuruşun yalnızca bir tek kez yapılması gerektiği idi. Asla tekrarlanmaması gerekiyor idi. “Çünkü Mesih’in ölümden dirilmiş olduğunu ve bir daha asla ölmeyeceğini, ölümün artık O’nun üzerinde egemenlik sürmeyeceğini biliyoruz. O’nun ölümü günaha karşılık ilk ve son ölüm olmuştur. Sürmekte olduğu yaşamı ise Tanrı için sürmektedir.” Romalılar 6:9,10. “Eğer öyle olsa idi, dünyanın kuruluşundan beri Mesih’in tekrar tekrar acı çekmesi gerekir idi. Oysa Mesih kendisini bir kez kurban ederek günahı ortadan kaldırmak için çağların sonunda ortaya çıkmıştır.” İbraniler 9:26. “Nitekim Mesih de bizleri Tanrıya ulaştırmak amacı ile doğru kişi olarak doğru olmayanlar için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü.” 1.Petrus 3:18.

Mesih’in ölümünün tekrar edilmesi mümkün değildir. Ve Musa işte bu yüzden kayaya değneği ile “iki” kez vurmak ile hata yaptı. Musa’ya buyrulan “değneği” Harun’un kahinlik değneğini alması ve kayaya konuşması idi. Kefaret işi yapıldı ve şimdi yüce Baş Kahinimiz bizim adımıza Tanrının huzurunda görünmek için göklerden geçmiştir ve ruhsal tazelenmenin suları tamamlanmış olan kurtuluş işinin temelinde bize akarlar ve Mesih’in kahinlik hizmeti ile bağlantılı olarak Harun’un çiçek açıp meyve veren değnek örneğine de işaret edilmiş olur.

O zaman bu yüzden Musa’nın kayaya ikinci kez vurması çok ciddi adeta ölümcül olarak adlandırılabilecek bir hata idi – değneğini özellikle bu konuda kullanması tamamen yanlış idi. Kolaylık ile anlaşılabileceği gibi Harun’un değneği ile vurmuş olması değneğin ucundaki o hoş meyveyi mahvetmiş idi. Kahinlik değneği ile- lütuf değneği ile – bağlantılı olarak tek bir sözcük yeterli olacak idi. Musa ne yazık ki bu gerçeği anlayamadı ve Tanrıyı yüceltme konusunda başarısız oldu. Ağzından öğüt vermeyen sözler çıktı ve bunun bir sonucu olarak Şeria nehrinin ötesine gitmesi yasaklandı. Onun değneği halkı karşıya geçiremedi  - çünkü yalnızca yetki şikayet eden bir kalabalık için bir şey yapamaz idi – ve Musa’nın kendisi de karşıya geçemedi çünkü Yehova’yı yüceltme konusunda halkın önünde başarısız olmuş idi.

Ama Yehova Kendi yüceliği ile ilgilendi. Halkının önünde Kendisini yüceltti ve halkın isyankar şikayetleri ve Musa’nın üzücü hatası ve başarısızlığı Rabbin halkının vurulan kayadan fışkıran sudan içmelerini engellemedi.

Hepsi bu kadar da değil idi. Lütuf, şikayet eden İsrail halkının su içmesi için zafer kazandı ve hatta Musa’nın kendisi ile ilgili konuda bu durumun net bir şekilde parladığını Yasanın Tekrarı 34.bölümde görebiliriz. Lütuf, Musa’yı Pisga dağının tepesine götürdü ve ona bu tepeden Kenan diyarını gösterdi. Yehova’yı hizmetkarı Musa için bir mezar tedarik etmeye ve onu gömmeye yönlendiren lütuf idi. Tanrının yanında durarak Kenan ülkesini görmek o ülkeye İsrail halkı ile birlikte girmekten çok daha iyi idi. Burada hatırlamamız gereken, Musa’nın o ülkeye girmesine engel olan şeyin, söylediği akılsızca sözler olması idi. Egemen olan Tanrı Musa’yı Kenan ülkesinin dışında bıraktı. Lütfeden Tanrı ise Musa’yı Pisga dağının tepesine çıkarttı. Musa’nın tarihindeki bu iki gerçek çok güçlü bir şekilde lütuf ve yönetim arasındaki farkı resmederler – bu konu çok derin ilgi uyandıran ve pratikte çok büyük bir değere sahip olan bir konudur. Lütuf bağışlar ve bereketler ama yasa ve yönetim yoluna devam eder. Bunu her zaman hatırlayalım. “Ne ekilir ise o biçilir.” Bu ilke Tanrının yönetimindeki tüm yollarda geçerli olan bir ilkedir ve hiç bir şey bundan daha ciddi olamaz; her şeye rağmen yine de “lütuf Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile sonsuz yaşam için doğruluk ile egemenlik sürer.” Bu lütfun bir kez kaynağı ve kanalı Olan’a övgüler olsun!

Bölümümüzde yer alan 14-20. Ayetler aracılığı ile Musa ve Edom kralı arasındaki iletişimi okuruz. Her birinin tarzının eğitici ve ilginç olduğuna dikkat etmek ve bunu Yaratılış 32 ve 33.bölümlerde verilen tarih ile kıyaslamak yararlı olacaktır. Esav Yakup’a karşı ciddi bir kin besliyor idi ve bu yüzden Tanrı bu duruma doğrudan müdahale etti ve Esav erkek kardeşinin saçının teline bile dokunamadı, ancak yine de öte yandan İsrail’in Esav’ın sahip olduklarına burnunu sokmaması gerekiyor idi. Yakup Esav’ın ayağını kaydırdı ve onun yerine geçmiş idi ve İsrail’in Edom’u rahatsız etmemesi gerekiyor idi. “Musa, halka, ‘Rab size şu buyrukları vermemi söyledi’ dedi: ‘Seir’de yaşayan kardeşlerinizin, Esavoğullarının ülkesinden geçeceksiniz. Sizden korkacaklar. Çok dikkatli davranın. Onları savaşa kışkırtmayın. Size onların ülkesinden hiç bir toprak parçası, ayağınız basacak bir yer bile vermeyeceğim. Çünkü Seir dağlık bölgesini mülk olarak Esav’a verdim. Yiyecek ve içeceklerinizi onlardan para karşılığı satın alacaksınız.” Yasanın Tekrarı 2: 4-6. Böylece, Yaratılış 33.bölümde Yakup’un Esav’a dokunmasına izin vermeyecek olan Tanrının Çölde Sayım 20.bölümde İsrail’in Edom’a dokunmasına izin vermediğini okuruz.

Çölde Sayım 20.bölümün son paragrafı çok dokunaklı bir ifadeye yer verir. Bunun alıntısını yapmayacağız, ama okuyucunun bu konuya işaret etmesi gerekir ve bunu özenli bir şekilde Mısırdan Çıkış 4:1-17 ayetlerindeki durum ile karşılaştırması lazımdır. Musa Harun’un kendisine refakat etmesinin vazgeçilmez olduğunu düşünmüş idi ama sonra Harun’un kendisi için acı bir diken olduğunu anladı ve kendisine Harun’un kahinlik giysilerini üzerinden çıkartıp oğlu Elazar’a giydirmesi buyruldu; Harun orada ölüp atalarına kavuşacak idi. Musa ya da Harun ile ilgili olarak hangi açıdan bakar isek bakalım tüm bunların hepsinde nasihat verildiğini anlarız. Tarihin bu eğitici bölümüne daha önce değinmiş idik ve bu yüzden burada bu konu üzerinde durmayacağız ama iyi olan Rabbimizin bu ciddi dersi yüreklerimizin derinliklerine ciddi bir şekilde kazımasını diliyorum!

Çölde Sayım 21

Bu bölüm önümüze öncelikle önemli müjdecilik örneği olan “tunç yılanın” aşina olduğumuz ve hoş buyruğunu getiriyor. “Edom ülkesinin çevresinden geçmek için Kamış denizi yolu ile Hor dağından ayrıldılar. Ama yolda halk sabırsızlandı. Tanrıdan ve Musa’dan yakınarak, ‘Çölde ölelim diye mi bizi Mısırdan çıkardınız?’ dediler. ‘Burada ne ekmek var ne de su. Ayrıca bu iğrenç yiyecekten de (man) tiksiniyoruz!” Çölde sayım 21:4,5.

Ne yazık! Ne yazık! Defalarca aynı üzücü öykü –“Çöldeki yakınmalar!” Tanrının dehşet veren yargıları bir biri ardına Mısırın üzerine iner iken Mısırdan dışarı kaçmak tek istedikleri şey idi. O yaşadıkları anda Mısırdaki meyveler ve sebzeler akıllarının ucundan bile geçmiyor idi. Şimdi çölde iken kızgın bir Tanrının eli ile Mısıra gönderilen ağır belalardan kendilerinin nasıl özel bir şekilde korunduklarını unutmuşlar idi. Ama şimdi bunu hatırlamak yerine hatırladıkları tek şey Mısırda yiyip içtikleri idi. “Burada ne ekmek var ne de su. Ayrıca man denilen bu iğrenç yiyecekten de tiksiniyoruz.”

Ne korkunç sözler! İnsan, ölüm ve karanlığın hüküm sürdüğü bir ülkede oturmayı çölde Tanrı ile birlikte yürümeye ve gökten inen ekmeği yemeye tercih ediyor idi. Rabbin Kendisi yüceliğini, kurtardığı halkı orada olduğu için çölün kumuna dek aşağı indirmiş iken çölde onların çektikleri sıkıntılar ile sıkıntı çeker iken, insan bu yüce lütfun farkında değil idi; Tanrının tüm bu lütfu ve ilgisi insanda müteşekkir bir ruh ve alçakgönüllü bir itaat yaratmalı idi. Ama hayır, deneme içinde hemen ortaya çıkan ilk görünüm onların şu şekilde feryat etmesi için yeterli oldu: “Tanrı bizi çölde ölelim diye mi Mısırdan çıkardı?”

Tüm bunlar üzerine çok kısa bir süre içinde şikayet eden ruhlarına acı ürünler tattırıldı; “Bunun üzerine Rab halkın arasına zehirli yılanlar gönderdi. Yılanlar ısırınca İsraillilerden birçok kişi öldü. Çölde Sayım 21:6. Yılan, hoşnutsuzluklarının kaynağı idi ve yılanlar tarafından ısırıldıkları zaman, durumlarını anlamaları için onlara hoşnutsuzluklarının gerçek karakteri açıklanmış oldu. Eğer Rabbin halkı, O’nunla mutlu ve razı olarak yürümüyor ise yılanın gücünü tatmaları gerekir – ne kadar yazık! Yılanın gücü, hangi şekilde tecrübe edilir ise edilsin dehşet veren bir güçtür.

Yılanlar tarafından ısırılan İsrail günahının farkına vardı. “Halk Musa’ya gelip,’Rab’den ve senden yakınmak ile günah işledik. Yalvar da Rab aramızdan yılanları kaldırsın’ dedi. Bunun üzerine Musa halk için yalvardı.” Çölde sayım 21:7.

O zaman burada tanrısal lütfun kendisini göstermesi gereken anın gelmiş olduğunu görüyoruz. İnsanın ihtiyacı her zaman Tanrının lütfunun ve merhametinin gösterilmesi için bir fırsat olmuştur. İsrail’in “biz günah işledik” diyebildiği anda artık hiç bir engel kalmamış oluyor idi. Tanrı harekete geçebilir idi ve bu yeterli idi. İsrail şikayet ettiği zaman, yanıt yılanların ısırması idi. İsrail itiraf ettiği zaman ise, yanıt Tanrının lütfu oluyor idi. Bir noktada yılan onların sefilliklerinin aracı idi; diğer noktada ise yılan onların yenilenmesi ve bereketlenmesi için aracı oluyor idi. “Rab Musa’ya, ‘Bir yılan yap ve onu bir direğin üzerine koy. Isırılan herkes ona bakınca yaşayacaktır’ dedi. Çölde sayım 21: 8. Kötülük yapanın imajı tanrısal lütfun zavallı yaralı günahkarlara çok büyük bir bolluk ile akabilmesi için bir kanal olarak hazırlanmış idi. Çarmıhtaki Mesih ile ilgili çarpıcı ve harika bir örnek!

Rab İsa’yı Tanrının sevgisinin bir kanalı olarak görmek yerine Tanrının gazabının yönünü çeviren olarak görmek çok sık yapılan bir hatadır. Rab İsa’nın, Tanrının günaha karşı inen gazabına tahammül etmesi gerçeklerin en değerlisidir. Ama bundan daha fazlası da mevcuttur. Rab İsa göklerden bu sefil dünyaya lanetlenmiş bir ağaç üzerinde ölmek için inmiştir, öyle ki, ölümü aracılığı ile Tanrının sevgisinin sonsuza kadar kalıcı kaynaklarına zavallı isyankar insanın yüreğini açabilsin. Bu yazdıklarımız, Tanrının doğasının ve karakterinin günahkara sunulmasında çok büyük bir farklılığa yol açar. Günahkarın, Tanrının sevgisindeki güvenlik ve keyifte her zaman tam olarak bina edilebilmesi onu gerçek mutluluk ve kutsallık durumuna getirebilecek olan tek şeydir. Aden bahçesinde insana saldırdığı zaman, yılanın ilk çabası insanın Tanrının iyi olduğuna ve sevgisine duyduğu güveni sarsmak olmuştur. Ve böylece insanın Tanrının onu koymuş olduğu yerden memnun olmamasını sağlamak olmuştur. Bunun sonucunda insan düşmüştür – Tanrının sevgisinden duyduğu kuşkunun ilk sonucu bu olmuştur. Bu nedenle insanın iyileşmesinin kaynağı Tanrının sevgisine duyduğu güven olmalıdır ve tanrının Oğlunun Kendisi şu sözleri söyler: “Tanrı dünyayı öyle çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi, öyle ki O’na iman eden mahvolmasın ve sonsuz yaşama sahip olsun.” Yuhanna 3:16.

Şimdi yukardaki ifadeye bakalım; Rabbimiz tunç yılan örneği ile bize şunu öğretir: Kendisi tunç yılanın Karşıt Örneğidir. Tanrının Oğlu olarak Baba’nın bağrından gönderilmiştir ve O mahvolmakta olan bir dünyaya Tanrının sevgisinin bir armağan olduğunu garanti etmektedir. Ama O’nun da aynı şekilde günaha karşı kefaret etmek üzere çarmıhta yukarı kaldırılması gerekiyor idi. Çünkü yalnızca bu şekilde ölmekte olan günahkarın ihtiyaçlarını karşılayabilir idi. “Musa çölde nasıl yılanı yukarı kaldırdı ise aynı şekilde İnsanoğlu’nun da yukarı kaldırılması gerekir, öyle ki O’na iman eden mahvolmasın ama sonsuz yaşama sahip olsun.” Tüm insanlık ailesi yılanın ölümcül dikenini hissetmiştir, ama tüm lütfun Tanrısı lanetlenmiş ağaç üzerinde yukarı kaldırılan Kişi aracılığı ile kurtuluş bulmuştur. Ve şimdi göklerden yeryüzüne gönderilen Kutsal Ruh aracılığı ile kendilerinin ısırılmış olduklarını hisseden tüm o kişileri yaşam ve esenlik için İsa’ya bakmaya çağırır. Mesih, Tanrının yüce planıdır ve O’nun aracılığı ile günahkara tam, özgür, hemen ve sonsuz kurtuluş ilan edilir – bu kurtuluş öylesine tamdır, öylesine sağlam temellidir, tanrısal karakterin tüm tutumları ve Tanrının tahtının tüm talepleri ile öylesine uyumludur ki, şeytan bu konuda tek bir itirazda dahi bulunamaz. Diriliş çarmıhın işinin ve o çarmıhta Ölen’in yüceliğinin tanrısal haklı çıkarılışıdır, öyle ki imanlı günah ile ilgili olan her özgürlüğün tadını çıkartabilsin. Tanrı, İsa’dan tamamen hoşnuttur  ve tüm imanlıları da Mesih’te gördüğü için aynı şekilde imanlılardan da tamamen hoşnuttur.

Ve burada dikkat edelim; iman, günahkarın Mesih’in kurtarışına sımsıkı yapıştığı araçtır. Yaralı İsraillinin yaşaması için yalnızca bakması yeterli idi – bak, O’nun Kendisine değil – yaralarına değil – çevresindeki diğer kişilere değil, ama doğrudan ve yalnızca Tanrının çözümüne bak! Eğer İsrailli buna bakmayı reddeder ya da ihmal eder ise ölümden başka bir şey elde edemez idi. İsraillinin bakışları çok ciddi bir şekilde yalnızca Tanrının çözümüne odaklanmalı idi ve Tanrının çözümü herkesin görebileceği bir yere yerleştirilmiş idi. Herhangi başka bir yere bakmanın olası hiç bir yararı yok idi. Çünkü Söz’de yazılan şu idi: “Isırılan herkes ona bakınca yaşayacaktır.” Isırılan İsrailli tunç yılana bakmak zorunda idi çünkü tunç yılan ısırılmış İsrailli için Tanrının tek çözümü idi. Başka herhangi bir yere bakmak hiç bir şey elde edememek anlamına geliyor idi; Tanrının sağlayışına bakmak yaşam elde etmek idi.

İşte böyle, günahkar yalnızca İsa’ya bakmaya çağrılmıştır. İmanlı, düzenlemelere, kiliselere, insanlara ya da meleklere bakmaya çağrılmamıştır. Bunların hiç birinden yardım alamaz ve bu yüzden onlara bakmaya değil ama yalnızca İsa’ya bakmaya çağrılmıştır; İsa’nın ölümü ve dirilişi imanlının esenliğinin ve umudunun sonsuz temelini teşkil ederler. Tanrı imanlıya “İsa’ya iman edenin mahvolmayacağını ama sonsuz yaşama sahip olacağını” garanti eder. Bu gerçeğin yüreği ve vicdanı tam olarak tatmin etmesi gerekir. Tanrı tatmin olmuştur ve bu yüzden bizim de aynı şekilde tatmin olmamız gerekir. Kuşkuya yer vermek Tanrının yazdırdıklarını inkar etmek anlamına gelir. Eğer bir İsrailli “tunç yılana bakmamın beni yenileyeceğini nereden bileyim?” demiş olsa idi, ya da kendi kötülüğünün büyük ve umutsuz doğası üzerinde kalmaya başlamış olsa idi ve Tanrının kurtuluş planına göre hareket etmenin görünürdeki yararsızlığına ilişkin mantık yürütmüş olsa idi, gerçeği inkar etmiş olacak ve kurtulamayacak idi. Kısaca, eğer her ne olur ise olsun herhangi bir şey onun tunç yılana bakmasına engel olmuş olsa idi, Tanrının kurtuluş gerçeğini inkar etmiş olacak ve bunun kaçınılmaz sonucu da ölüm olacak idi.

Böylece imanlı İsa’ya bakmak için güçlendirilmiş olduğu an günahları ortadan kalkar. Güçlü ve temizleyen bir kaynak gibi İsa’nın kanı imanlının vicdanına akar, oradaki her lekeyi yıkar ve temizler ve imanlının vicdanında hiç bir leke, huzursuzluk ya da kırışıklık bırakmaz. Çünkü Tanrının kutsallığının ışığında günahın tek bir minik lekesi bile hoş görülmez.

Ama şimdi tunç yılan ile ilgili düşüncelerimize son vermeden önce ısırılmış İsraillinin yılana bakışını belirten yoğun bireysellik üzerinde düşünmemizde yarar var. Herkesin tunç yılana kendisi için bakması gerekiyor idi. Hiç kimse tunç yılana bir başkasının terine bakamaz idi. Hiç kimse vekalet aracılığı ile kurtulamaz idi. Bir bakışta yaşam mevcut idi ama bakışın yerine getirilmesi gerekiyor idi. Burada Tanrının kurtarışı ile bireyin doğrudan bir temasının mevcut olması gerekli idi.

Bu durum önceden de böyle idi ve şimdi de böyledir. İsa ile olan işimizi kendimizin halletmesi gerekir. Kilise bizi kurtaramaz – kahinlerin ya da hizmetkarların düzeni bizi kurtaramaz. Kurtarıcı ile kişisel bir bağlantımızın olması gerekir, aksi takdirde yaşam yoktur. “Yılan tarafından ısırılan kişiler tunç yılana bakınca yaşadılar.” Tanrının düzeni böyle idi ve O’nun düzeni şimdi de budur: “Musa çölde yılanı nasıl yukarı kaldırdı ise, İnsanoğlu’nun da aynı şekilde yukarı kaldırılması gerekir.” Bu iki küçük “nasıl” ve “aynı” sözcüklerini hatırlayalım çünkü örneğin ve karşıt örneğin her kısmına uyarlayabiliriz. İman bireysel bir şeydir; tövbe bireysel bir şeydir ve kurtuluş bireysel bir şeydir. Bunu asla unutmayalım. Hristiyanlıkta birlik ve paydaşlığın mevcut olduğu doğrudur ama Mesih ile olan konuyu kendimizin halletmesi gerekir ve Tanrı ile birlikte yürümemiz lazımdır çünkü bir başkasının imanı aracılığı ile ne yaşam elde edebilir ne de yaşayabiliriz. Vurgulayarak tekrar ediyoruz ki Hristiyanlık yaşamının ve pratik kariyerinin her aşamasında yoğun bir bireysellik mevcuttur.

Aşina olduğumuz “tunç yılan” örneği üzerinde artık daha fazla durmayacağız. Ama dua ediyoruz ki Tanrı okuyucuyu bu konu üzerinde kendisinin düşünebilmesi için güçlendirsin ve Eski Antlaşma zamanlarındaki en çarpıcı örneklerinden birinde açıklanmış olan değerli gerçeğe doğrudan bir kişisel uyarlama yapabilmesini mümkün kılsın. Okuyucu çarmıha daha derin ve canın daha çok teslim olduğu bir iman ile bakmaya ve orada takdim edilmiş olan değerli gizemden canının daha çok içmesine yönlendirilsin. Çarmıha yalnızca kısa bir bakış aracılığı ile sahip olduğu yaşam ile yetinmesin ama onun harika anlamının derinliklerine daha fazla girmeyi arzu etsin ve böylece O’na daha adanmış bir şekilde bağlansın; olası bir kaçış için başka hiç bir yol olmadığı zaman kendisini gönüllü olarak bizim ve kurtuluşumuz için o lanetli ağaçta yaralanmış Olan’a istek ile teslim etsin.

Çölde sayım 21.bölüme okuyucunun dikkatini 16-18.ayetlere çekerek son veriyoruz. “Oradan Rabbin Musa’ya, ’Halkı bir araya topla, onlara su vereceğim’ dediği kuyuya Beer’e doğru yol aldılar. O zaman İsrailliler şu ezgiyi söylediler: ‘Suların fışkırsın, ey kuyu! Ezgi okuyun ona. O kuyu ki onu önderler ile halkın soyluları asa ile ve değnek ile kazdılar.’” Çölde Sayım 21. 16-18.

Bu bölüm, öyle bir anda ve öyle bir bağlantı içinde gelir ki, okuyucunun oldukça dikkatini çeker. Şikayetler bitmiştir – halk vaat edilen diyarın sınırlarına yaklaşmaktadır – yılan ısırıklarının etkileri ortadan kalkmıştır ve şimdi asa olmadan ve vurmaya gerek olmaksızın halka tazelik sağlanmıştır. Amorlular , Moavlar ve Ammonlular artık etkili değildirler; yollarında duran Kral Sihon etkisizdir; Tanrı halkı için bir kuyu açabilir ve her şeye rağmen onlara söyleyecekleri bir ezgi verebilir. Ah, Tanrımız ne kadar da yüce bir Tanrıdır! Tüm bu çölde yaşanan olaylarda O’nun eylemlerini ve yollarını izlemek ne kadar da bereketlidir! O’na daha çok güvenmemizi ve her bir gün kutsal ve mutlu bir boyun eğiş ile O’nunla yürümemizi diliyorum. Esenlik ve bereketin gerçek yolu budur.

Çölde Sayım 22-24

Bu üç bölüm kitabımızın farklı bir kısmını oluştururlar – zenginliği ve çeşitliliği bol bir eğitim ile gerçekten harika bir kısımdır. Bu kısımda bize önce açgözlü peygamber ve ikinci olarak da O’nun son derece güzel ve yüce peygamberlikleri sunulmuştur. Balam’ın durumunda gerçekten de garip bir kötülük mevcuttur. Balam’ın para sevdiği aşikardır – ne yazık ki, bu konu günümüzde de aynıdır. Balak’ın altını ve gümüşü sefil bir insan için günümüzde de çok ayartıcı bir yem – direnmek için gereğinden fazla ayartıcı olan bir yem -olduğunu kanıtlar. Şeytan insanı ve onun satın alınabileceği bedelin ne olduğunu iyi biliyor idi.

Eğer Balam’ın yüreği Tanrıya bağlı olmuş olsa idi, o zaman Balak’ın işini çok kısa bir süre içinde bitirebilir idi. Gerçekten de ona bir yanıt göndermesi ancak bir anlık bir zaman bedelinden ibaret olur idi. Ancak Balam’ın yüreği tamamıyla yanlış idi ve onu 22.bölümde çatışan duygular aracılığı ile melankolik bir şekilde davrandığını görüyoruz. Yüreği gitme eğiliminde idi, çünkü yüreğinde gümüş ve altın vardı. Ama aynı zamanda Tanrıya karşı bir tür saygı da duyuyor idi – açgözlü uygulamalarını örtmek için üzerine dindar görünümlü bir giysi giymiş idi. İstediği şey para idi ama bunu dindar bir görünüm içinde saklamakta idi. Zavallı adam! Sefil adam! Onun adı insanoğlunun geçmişteki tarihine çok karanlık ve korkunç bir durumun ifadesi olarak yazılmıştır. “Vay onların haline! Çünkü Kayin2in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Balam’ınkine benzeyen bir yanılgıya kaptırdılar. Korah2ınkine benzer bir isyanda mahvoldular.” Yahuda 11. Petrus da aynı şekilde Balam’ı düşmüş insanın en karanlık örneklerinin önde gelen bir örneği olarak sunar – bu örnekte karakterlerin en kötüsü oluşturulmuştur. Petrus’un bu konuda yazdıklarını okuyalım: “Gözleri zina ile doludur, günaha doymazlar. sKararsız kişileri ayartırlar. Yüreği açgözlülüğe alıştırılmış lanetli insanlardır. Haksızlık ile lede ettiği kazancı seven Besor oğlu Balam’ın yolunu tutarak doğru yolu bırakıp saptılar. Balam işlediği suçtan ötürü azarlandı. Konuşamayan eşek, insan dili ile konuşarak bu peygamberin çılgınlığına engel oldu.” 2.Petrus 2:14-16.

Bu bölümler Balam’ın gerçek karakteri ve ruhu hakkında ciddi sonuçlar ortaya koyarlar. Balam’ın yüreğine para tutkusu yerleşmiş idi – “haksızlık ile elde ettiği kazancı sever.” Ve Balam’ın öyküsü Kutsal Ruhun kalemi aracılığı ile zina sayılan açgözlülük konusunda tüm iman ikrarında bulunanlar için ciddi bir uyarıdır. Bu üzücü öykü üzerinde daha fazla durmayacağız. Okuyucu bu noktada birkaç saniye durabilir ve Çölde Sayım 22.bölümde sunulmuş olan örnek üzerinde dikkat ile düşünebilir. Burada ön planda bulunan iki kişiyi, zalim kralı ve kendi iradesine göre hareket eden açgözlü peygamber örneklerini inceleyebilir. Ve hiç kuşkumuz yok ki, okuyucu bu inceleme sonrasında açgözlülüğün kötülüğü hakkında daha derin bir duyguya sahip olacak, yüreğin bu dünyanın zenginliklerine bağlandığı zaman oluşacak olan büyük ahlaki tehlikenin farkına varacak ve gözlerimizin önünde Tanrı korkusunun derin bereketini elde edecektir.

Şimdi Moav kralı Balak’ın topluluğunda Balam tarafından söylenen harika peygamberlikleri incelemek için ilerleyelim.

Baal’ın yüksek tepelerinde meydana gelen olaya tanıklık etmek oldukça ilginç olacaktır; büyük sorunun dile getirilmesi, konuşmacıların dinlenmesi ve cereyan eden olayların arkasında yatan anlık tehlikeleri görmek ilginçtir. İsrail, Yehova ve şeytan arasında sürüp giden şeyin ne olduğu konusunda çok az bilgiye sahip idi ya da bunu anlayamıyor idi. Tanrı açgözlü peygamberin ağzından halkın yetkinliğini ortaya koyduğu anda onlar çadırlarında şikayet etmekte idiler. Balak İsrail’i lanetlemek için gitmek isteyecek idi ama Tanrıya övgüler olsun ki, Tanrı hiç kimseye halkını lanetleme acısını çektirmeyecektir. Tanrı, pek çok konuda halkı ile gizli bir şekilde ilgilenmek zorunda kalabilir ama hiç kimsenin ağzını halkına karşı konuşması için hareket ettirmez; ne olduklarını onların kendilerine gösterebilir ama bir yabancının onları ifşa etmesine asla izin vermez.

Bu durum, en derin ilginin düşüncesini ortaya koyar. Burada önemli olan konu şeytanın Tanrının halkı hakkında ne düşündüğü ya da halkın kendi hakkında ne düşünebileceği ya da halkın birbirleri hakkında ne düşüneceği değildir. Burada gerçekten en önemli olan soru şudur: Tanrı onlar hakkında ne düşünmektedir? Tanrı halkı ile ilgili olan her şeyi tam olarak bilir. Onların ne olduklarından; yapmış oldukları her şeyden ve içlerinde olan tüm şeylerden haberdardır. Tanrının her şeyi gören gözü için her şey net bir şekilde açıklanmış olarak durmaktadır. Yüreğin, doğanın ve yaşamın en derin gizlerinin hepsi Tanrı tarafından çok iyi bilinir. Ne melekler, ne insan ne de şeytan bizi Tanrı kadar bilemezler. Bizi mükemmel bir şekilde ancak Tanrı bilebilir. Ve bizim işimiz O’nunladır ve biz elçinin de kullandığı zaferli dil ile şöyle diyebiliriz: “Tanrı bizden yana ise, kim bize karşı olabilir?” Romalılar 8.bölüm. Tanrı bizi görür, bizi düşünür, hakkımızda konuşur; bizi ne şekilde yarattığı ve bizim için nasıl işlediğine göre davranır. Bizler O’nun elinin mükemmel işiyiz. Bize bakan diğer insanlar pek çok kusurlar görebilir, ama biz Mesih’teki konumumuz sayesinde Tanrının gözü tarafından yalnızca Mesih’e benzer olarak görülürüz; biz Mesih’te mükemmeliz. Tanrı Kendi halkına baktığı zaman onlarda Kendi eserini görür ve Kendisine ait olan halkında hiç bir kusurun görünmemesi gerekliliği O’nun kutsal adının yüceliği ve kurtarışının övgüsü için gereklidir. O, halkını egemen lütfu sayesinde Kendisine ait kılmıştır. O’nun adı, O’nun karakteri, O’nun yüceliği ve O’nun işinin mükemmelliği; tüm bunların hepsi Kendisine bağladığı halkının konumu içinde mevcuttur.

Bu nedenle herhangi bir düşman ya da suçlayıcı sahneye çıktığı zaman Yehova suçlamayı karşılamak ve onu yanıtlamak için Kendisi ön plana geçer. Ve O’nun verdiği yanıtın temeli her zaman halkının kendi içinde ne olduğu temeline değil, O’nun, halkını tamamladığı işin mükemmelliği sayesinde getirdiği konumun temeline dayanır. O’nun yüceliği halkı ile bağlantılıdır ve O, halkını haklı çıkartır iken Kendi yüceliğini korumuş olur. Kendisini, halkının ve halkını suçlayan her ağızın arasına yerleştirmiştir. O’nun yüceliği Mesih’teki halkının mükemmelliğinin sunulmasını talep eder. Eğer şeytan lanetlemek ve suçlamak için gelir ise Yehova onu şöyle yanıtlar: Kendisi için seçmiş olduğu halkına verdiği sonsuza kadar kalıcı doğruluğunun zenginliğini ortaya koyar. O, halkını sonsuza kadar Kendi huzurunda duracak konuma getirmiştir.

Tüm bu konular Zekeriya peygamberin kitabının üçüncü bölümünde çarpıcı bir şekilde resmedilirler. Şeytan bu bölümde de Tanrı halkını Temsil Eden’e karşı direnmek için kendisini takdim eder. Ama Tanrı ona nasıl bir yanıt verir? Çok basit, şeytanın lanetlemek ve suçlamak istediği Tanrı temizler, giydirir ve taçlandırır, öyle ki şeytana söyleyecek hiç bir söz kalmaz. Ve böylece şeytan sonsuza kadar susturulur. Kirli giysiler çıkartılmıştır ve kişi bir kahin konumuna getirilmiştir – bir zamanlar yalnızca cehennem alevleri için uygun olan kişi artık şimdi ayağa kalkmak ve Rabbin avlularında bulunmak için uygun konumdadır. Çünkü Mesih’tedir!

Ezgiler Ezgisi kitabına baktığımız zaman orada da aynı konuyu görürüz. Damat, orada Gelinine şunları söyler: “Tepeden tırnağa güzelsin aşkım, hiç kusurun yok.” Ezgiler Ezgisi 4:7. Gelin ise kendisinden söz eder iken yalnızca şu sözleri söyleyebilir: “Esmerim ben.” Ezgiler ezgisi 1:5,6. Aynı şekilde Yuhanna 13.bölümde de Rab İsa öğrencilerine bakar ve onları temiz ilan eder, ama yine de bundan birkaç saat sonra öğrencilerinden biri O’nu tanımadığını söyleyerek bu konuda yemin edecek ve O’nu lanetleyecektir. Bizim tek başımıza ne olduğumuz ve Mesih’te ne olduğumuz arasındaki farklılık işte böylesine derin bir farklılıktır.

Mesih’teki konumumuzun mükemmelliği hakkındaki bu görkemli gerçeğin bizi pratik konumumuzda özensiz hale mi getirmesi gerekir? Asla, düşüncesi bile ne kadar korkunç! Hayır, Mesih’teki mükemmel ve mutlak konumumuz hakkındaki bilgiyi Kutsal Ruh uygulamadaki ölçütümüzü yükseltmek için kullanır. Esin ile yazmış olan elçinin kaleminden çıkmış olan şu güçlü sözlere kulak verelim, “Mesih ile birlikte dirildiğinize göre, gökteki değerlerin ardından gidin. Mesih orada, Tanrının sağında oturuyor. Yeryüzündeki değil, gökteki değerleri düşünün. Çünkü siz öldünüz ve yaşamınız Mesih ile birlikte Tanrıda saklıdır. Yaşamınız olan Mesih göründüğü zaman, siz de O’nunla birlikte yücelmiş olarak görüneceksiniz. Bu nedenle, bedenin dünyasal eğilimlerini öldürün.” Koloseliler 3:1-5.

Duruşu asla konum aracılığı ile ölçmememiz gerekir, aksine her zaman duruş aracılığı ile konumu yargılamamız gerekir. Konum nedeni ile duruşu alçaltmak pratik Hristiyanlıktaki tüm ilerlemelere ölümcül darbe vurmak anlamına gelir.

Gerçeğin önde giden özelliklerinin en güçlü şekilde resmedildiği bölüm Balam’ın dört bildirisidir. İnsanların davranışı hakkında konuşacak olur isek, İsrail hakkında hiç bir zaman böyle görkemli bir davranış ile karşılaşmamış olduğumuzu söylememiz gerekir. “Her Şeye Gücü Yeten’in görümünde” okuduğumuz gibi Rab, Balak’ın İsrail halkını lanetlemesini istediği “Balam’ın gözlerini açtı”. Adına övgüler olsun ki Yehova olayın gerçek durumunu anlaması için bir insanın gözlerini çok çabuk açabilir. Rab halkının duruşuna işaret ederek halkına saygı göstermesi için Balak’ı yargıladı. Tanrı, halkı hakkındaki düşüncelerini ortaya koyar iken onlar için ayrıcalık talep etti. “Tüm Moav prensleri” ile birlikte Balak ve Balam İsrail’in lanetlendiğini ve ona meydan okunduğunu işitmek için bir araya gelebilirler; “yedi tane sunak inşa edebilir” ve “her sunakta bir boğa ve bir koç” sunabilirler; Balak’ın gümüşü ve altını sahte peygamberin açgözlü bakışları altında parlayabilir, ama ne yeryüzünün ne de cehennemin tüm güçlerinin, ne insanlar ve ne de karanlık ve korkunç geçit törenleri ile şeytanların bir araya gelmesi Tanrının İsrailine karşı tek bir lanet ya da suçlamada bulunmalarını gerçekleştiremez. Şeytan, Tanrının “çok iyi” olarak ilan ettiği yaratılışta kusur bulmak için uğraşabilir ama Tanrının kurtarmış olduğu halkı asla suçlayamaz. Ah, hayır! Tanrı halkı, O’nun verdiği doğruluk sayesinde tüm güzelliği ile parlar ve ihtiyaç duyulan tek şey, onların bu doğruluklarının görülmesi için dağın tepesine çıkmak ve Tanrı halkına oradan açılmış gözler ile bakmak gerekir, öyle ki, Tanrı halkını Her Şeye Gücü Yeten’in bakışı ile görebilelim.

Balam’ın harika bildirilerinin birincisinde, Tanrının, halkını tüm diğer ülkelerden farklı bir şekilde ayırmış olduğunu ortaya koyarken görürüz. “Tanrının lanetlemediğini, ben nasıl lanetlerim? Rabbin yıkımını istemediği kişinin yıkımını ben nasıl isteyebilirim? Kayaların doruğundan görüyorum onları, tepelerden bakıyorum onlara. Tek başına yaşayan ve uluslardan kendisini soyutlayan bir halk görüyorum. Kim Yakup soyunun tozunu ve İsrail’in dörtte birini sayabilir? Doğru kişilerin ölümü ile öleyim, sonum onlarınki gibi olsun!” Çölde Sayım 23:8-10. 17

Burada İsrail’in diğer uluslardan ayrılmış olduğunu ve farklı bir konuma yerleştirildiğini görüyoruz. Kendileri ile ilgilenen tanrısal düşünce ile uyumlu olarak hiç bir zaman, hiç bir yerde ya da hiç bir konuda diğer ulusların arasına karışmamaları gerekiyor idi. “Tanrı halkı kendisini diğer uluslardan soyutlayacaktır.” Bu farklı ve empatik bir konumdur. Bu ifade İbrahim’in birebir tohumu için ve şimdiki tüm imanlılar için geçerlidir. Bu önemli ilkeden yoğun pratik sonuçlar ortaya çıkar. Tanrının halkının Tanrı için ayrılmış olması gerekir; bu ayrı olmanın temelinde yatan neden İsrail’in diğer uluslardan daha iyi olması değildir, gerçek nedenin temelinde Tanrının ne olduğu ve halkı için her zaman iyi davrandığı yatar. Biz bu konuda şu anda daha fazla ilerlemeyeceğiz, ama okuyucu bu konuyu tanrısal sözün ışığında ayrıntılı bir şekilde inceler ise kendisi için yararlı olur. “ Tek başına yaşayan ve uluslardan kendini soyutlayan bir halk görüyorum .” Çölde Sayım 23:9.

Ama eğer Yehova egemen lütfu aracılığı ile kendisini bir halka bağlamaktan hoşnut ise ve eğer onları diğer uluslardan soyutlanmış bir halk olarak çağırıyor ise ve dünyadan ayrılmalarını istiyor ve hala ölümün karanlığında ve gölgesinde oturanların” ortasında parlamalarını istiyor ise, o zaman onlara Kendisine uygun olan böyle bir koşulda sahip olabilir. Halkında, onların olmasını istediği şekli oluşturması gerekir. Öyle ki O’nun halkı O’nun yüce ve görkemli halkına övgüler getirsin. Bu yüzden Balam’ın ikinci bildirisinde peygamberden halkın hepsini değil, bir kesimini görebileceği başka bir yer gitmesi istenir. “Ve Balam şu bildiriyi iletti: ‘Ey Balak, uyan ve dinle; ey Sippor oğlu, bana kulak ver. Tanrı insan değil ki, yalan söylesin; insan soyundan değil ki, düşüncesini değiştirsin. O söyler de yapmaz mı? Söz verir de yerine getirmez mi? Kutsamak için bana buyruk verildi; O kutsadı, ben değiştiremem. Yakup soyunda suç bulunmadı, ne de İsrail’de kötülük! Tanrıları Rab aralarındadır, aralarındaki kral olarak adına sevinç çığlıkları atıyorlar. Tanrı onları Mısır’dan çıkardı. O’nun yaban öküzü gibi gücü var. Yakup soyuna yapılan büyü tutmaz; İsrail’e karşı falcılık etkili olmaz. Şimdi Yakup ve İsrail için ‘Tanrı neler yaptı!’ denecek. İşte halk bir dişi aslan gibi uyanıyor, avını yiyip bitirmedikçe, öldürülenlerin kanını içmedikçe rahat etmeyen aslan gibi kalkıyor.” Çölde Sayım 23:18-24.

Burada kendimizi gerçekten yüce bir yerde buluruz. Ve bu yer yüce olduğu kadar sağlamdır da. Bu yer gerçekten de “kayaların doruğundadır.” Burada saf ve temiz bir hava ile geniş bir tepeler dizisi mevcuttur. Ve Tanrının halkı burada yalnızca Gücü Her Şeye Yeten’in onları gördüğü gibi görünürler; üzerlerinde leke, kırışık ya da benzeri bir şey yoktur – tüm kusurları gözlerden gizlenmiştir. Onlara bakıldığında yalnızca Mesih’in güzelliği görülür.

Bu harika bildiride İsrail’in bereketlenmesi ve güvenliği kendilerine değil, Yehova’nın sadakatine ve gerçeğe bağımlı kılınmıştır. “Tanrı insan değil ki, yalan söylesin. İnsan soyundan değil ki, düşüncesini değiştirsin.” Bu vaat, İsrail’i güvenli temel üzerine yerleştirir. Tanrının Kendisine karşı dürüst olması gerekir. Tanrının vermiş olduğu vaadi ve içmiş olduğu andı yerine getirmesine engel olabilecek herhangi bir güç var mıdır? Elbette kesinlikle yoktur. “Tanrı kutsadı, ben değiştiremem.” Tanrı kutsayacaktır ve şeytan bu kutsamayı tersine yani lanete çeviremez.

Böylece her şey düzenlenmiştir. Ve her şey kesindir. Bir önceki bildiride konu, “Tanrının lanetlemediği” idi. Buradaki konu, “Tanrının kutsadığıdır”. İki bildiri arasında çok aşikar bir ilerleme görülür. Balak para seven peygamberi bir yerden başka bir yere dolaştırır iken Yehova bunu halkındaki güzelliğin yeni özelliklerini ve bulundukları konumun güvenliğine yeniden işaret ederek ortaya çıkarmak için fırsat olarak kullanır. Böylece Tanrı halkı yalnızca Tanrı halkından soyutlanmış bir halk olarak değil, ama aynı zamanda aklanmış bir halk olarak da gösterilir. Rableri aralarında ve onlar ile birliktedir ve ayrıca bir kralın sesi de duyulur. “Yakup soyunda suç bulunmadı, ne de İsrail’de kötülük.” Düşman, “halkta her zaman suç ve kötülük vardır” diyebilir. Evet, ama Yehova’nın Kendisi Kendi adı uğruna tüm bunları silmekten hoşnut olmuş ise kim buna karşı çıkabilir? Eğer Tanrı suçları arkasına attı ise bu suçları O’nun önüne kim getirebilir? “Bizi aklayan Tanrıdır, kim suçlu çıkarabilir?” Tanrının gözünde, halkı tüm suçlarından arınmıştır; Tanrı bu sayede onların ortasında konut kurabilmiştir ve onların arasında Sesinin duyulmasını sağlayabilir.

İşte bu nedenle “Tanrının akladığını” diyebiliyoruz! “İsrail’in doğruluğu ya da kendini aklaması” diyemiyoruz! Eğer konu İsrail’in çabası olsa idi, Balak ve Balam lanetleme yolunda yapacakları çok iş bulacaklardı. Rabbe övgüler olsun, çünkü halkının bulunduğu konum O’nun tamamladığı iş sayesindedir ve temelleri Tanrının tahtı kadar sağlamdır. “Eğer Tanrı bizden yana ise, kim bize karşı olabilir?” Eğer Tanrı bizim ve her düşmanımızın arasında duruyor ise, o zaman korkacak bir şeyimiz var mıdır? Eğer O bizim adımıza her suçlayıcıyı yanıtlamak için aracılık ediyor ise o zaman mükemmel esenliğin payımız olduğu kesindir.

Ama yine de tüm bu gerçeklere rağmen kral Moav hala kendinden emin bir şekilde sonunda kendisinin kazanacağını ümit ediyor idi. Ve hiç kuşkusuz Balam da onun gibi hareket etti, çünkü ikisi İsrail’in Tanrısına karşı birlik oldular. Tüm bu olanlar bize güçlü bir şekilde canavarı ve sahte peygamberi hatırlatırlar. Vahiy kitabının sayfalarında sunulduğu gibi bu canavar ve sahte peygamber İsrail’in geleceği ile bağlantısı olan bir bölümde ortaya çıkacak ve korkunç ciddi olaylara neden olacaklardır.

“Balam, Rabbin İsrail halkını kutsamaktan hoşnut olduğunu anlayınca, önceden yaptığı gibi gidip fala başvurmadı, yüzünü çöle çevirdi. Baktı ve İsrail’in oymak oymak yerleştiğini gördü. Tanrının ruhu onun üzerine inince, şu bildiriyi iletti. ‘Beor oğlu Balam, gözü açılmış olan. Tanrının sözlerini duyan, Her Şeye gücü Yeten’in görümlerini gören, yere kapanan, Tanrının gözlerini açtığı kişi bildiriyor: Ey Yakup soyu, çadırların, ey İsrail, konutların ne güzel! Yayılıyorlar vadiler gibi, ırmak kıyısında bahçeler gibi, Rabbin diktiği öd ağaçları gibi, su kıyısındaki sedir ağaçları gibi. Kovalarından sular akacak, tohumları bol su ile sulanacak, kralları Agak’tan büyük olacak, krallığı yüceltilecek. Tanrı onları Mısır’dan çıkardı, O’nun yaban öküzü gibi gücü var. Düşmanı olan ulusları yiyip bitirecek, kemiklerini parçalayacak ve okları ile onları deşecekler. Aslan gibi, dişi aslan gibi yere çömelir ve yatarlar. Kim onları uyandırmaya cesaret edebilir? Seni kutsayan kutsansın ve seni lanetleyen lanetlensin!’” Çölde Sayım 24:1-9.

Buradaki mottonun “yükseğe ve hala daha yükseğe” olduğu kesindir. Kayaların tepelerine tırmanmaya başlar iken, bağırabilir ve aynı zamanda sahte peygamberin söylenmeye zorlandığı o parlak sözlere kulak verebiliriz. Durum giderek İsrail için daha iyi ve Balak için giderek daha kötü hale geliyor idi. Balak’ın orada durması ve yalnızca İsrail’in “kutsandığını” değil, ama aynı zamanda kendisinin onları lanetlemek istediği için “lanetlendiğini” işitmesi gerekiyor idi.

Ama burada üçüncü bildiride parlayan zengin lütfa özellikle dikkat etmemizi öneriyorum. “Ey Yakup soyu, çadırların, ey İsrail, konutların ne güzel!” Eğer biri bu çadır ve konutları incelemek için aşağı inmiş olsa idi, insanın “görümüne” göre bu çadır ve konutlar “Kedar’ın çadırları kadar siyah” görünebilecekler idi. Ama, “Her Şeye Gücü Yeten’in görümünde” onları bakılsa idi, güzel, büyük ve hoş görünecekler idi. Ve böylece onları görmeyen kişinin “gözlerinin açılması” gerekecek idi. Eğer “kayaların doruğundan” Tanrının halkına bakar isem onları Tanrının gördüğü gibi göreceğim ve bunun anlamı şudur: insanlar Mesih’in mükemmelliğini giyinmişlerdir – O’nda tamdırlar ve Sevgili’de kabul edilmişlerdir. Bu durum beni şu konularda hareket edebilmem için güçlendirecektir: onlarla anlaşmam, onlarla çalışmam, onlarla paydaşlıkta bulunmam ve onların düşünce ve bakış açılarının, kusurlarının ve hatalarının, zayıflıklarının ve başarısızlıklarının üzerine yükselmem için bana destek olacaktır. 18 Eğer onları bu alçakgönüllü tanrısal temel üzerinden görmez isem, o zaman gözlerimi bazı küçük hatalara ya da diğerlerine dikeceğim kesindir ve bunun sonucu olarak da o zaman paydaşlığım tamamen lekelenecek ve duygularım yabancılaşacaktır.

Bir sonraki bölümde İsrail’in nasıl bir kötülük içine düştüğü konusunu göreceğiz. Bu durum Yehova’nın yargısını değiştirdi mi? Kesinlikle hayır. “O insan soyunda değil ki, düşüncesini değiştirsin.” O, halkı yaptıkları kötülük nedeni ile yargıladı ve azarladı, çünkü O kutsaldır ve halkında, Kendi doğasında bulunana karşıt olan herhangi bir şeyi asla kutsamaz. Ama onlarla ilgili yargısını da hiç bir şekilde geri çevirmez. Tanrı, halkı hakkındaki her şeyi biliyordu. Onların ne olduklarını ve ne yapacaklarını biliyor idi. Ama yine de şunları söyledi: “Yakup soyunda suç bulunmadı, ne de İsrail’de kötülük. Ey Yakup soyu, çadırların, ey İsrail konutların ne güzel!” Bu tutum, tanrının onların kötülüklerini hafife aldığı anlamına mı geliyor idi? Böyle bir şeyi düşünmek bile sapkınlıktır! Tanrı onları suçları nedeni ile cezalandırabilir idi, ama bir düşmanın suçlamak ya da lanetlemek için ortaya çıktığı anda Tanrı halkının önüne geçer ve şöyle der: “suç görmüyorum” – Çadırların ne güzel”.

Değerli okuyucu, sence tanrısal lütuf ile ilgili bu görüşler bir antinomianizm ruhuna mı hizmet etmektedirler? Böyle bir düşünce bizden uzak olsun! Bu korkunç kötülük bölgesinden uzakta olduğumuzdan ve “kayaların doruğundaki” saf ve kutsal atmosferi soluk aldığımızdan emin olarak huzur duyabiliriz. Kayaların doruğundaki bu yüksek noktadan Tanrı halkı kendi içlerinde oldukları gibi değil, ama Mesih’te oldukları gibi görülürler – insanın düşüncelerine göre değil, Tanrının düşüncelerine göre değerlendirilirler. Ve ayrıca, ahlak tutumunun standardını yükselten tek gerçek ve etkili durumun bu çok değerli ve huzur veren gerçeğe – Tanrı bizi Mesih’te mükemmel görür -  iman etmek olduğunu söyleyebiliriz.

Ama şimdi üçüncü bildiriye bir kez daha kısaca göz atmamız gerekecek. Yehova’nın gözünde güzel görünen yalnızca İsrail’in çadırları değildir, ama aynı zamanda halkın kendisi de öyledir. Ve bizim önümüzde Tanrıda bulunan o eski lütuf kaynakları ve diri hizmet tarafından temsil edilirler. “Yayılıyorlar vadiler gibi, ırmak kıyısında bahçeler gibi, Rabbin diktiği öd ağaçları gibi, su kıyısındaki sedir ağaçları gibi.” Ne kadar özel! Ne kadar mükemmel bir güzellik! Ve bir düşünün, bu harika gerçekler Balak ve Balam arasındaki Tanrısız birlik bir fırsata dönüştürülerek bizlere söylenmiştir!

Ama bunlardan fazlası da vardır. Lütfun ve kurtuluşun bu sonsuza kadar akan kaynaklarından içen yalnızca İsrail değildir. Her zaman olduğu gibi, lütuf ve kurtuluş diğer kişilere de bir bereket kanalı olarak akar. “Kovalarından sular akacak.” Tanrının kesin amacı şudur: İsrail’in on iki oymağı yeryüzünün dört bir köşesine zengin bir bereket kanalı olacaktır. Bu bilgiyi Hezekiel 47 ve Zekeriya 14 bölümlerinde yer alan ayetlerden öğreniriz, ancak bu ayetler üzerinde durmayı düşünmüyoruz. Burada onlara işaret etmemizin tek nedeni bu görkemli bildirilerde bulunan harika doluluğu ve güzelliği ortaya dökmektir. Okuyucu bunlar ve benzeri ayetler üzerinde derin düşünebilir ve bundan büyük ruhsal yarar elde eder. Ama bunu yapar iken kendisini sahte bir şekilde ruhsallaştırma olarak adlandırılan ölümcül sisteme karşı özen ile koruması gerekmektedir. Bu sistemin aslı temelde İsrail evinin tüm özel bereketlerinin iman ikrarında bulunan kiliseye uyarlanmasını içerir. Ama diğer sahte sistemde mevcut olan yalnızca ihlal edilmiş bir yasanın lanetlerinden geriye kalandır. Tanrının böyle sahte bir sistemi kutsamayacağından elbette emin olabiliriz. İsrail, ataları uğruna sevgilidir ve “Tanrı çağrısını ve armağanlarını geri almaz.” Romalılar 11.

Bu bölüme Balam’ın son bildirisine kısaca değinerek son vereceğiz. İsrail’in geleceği ve tüm düşmanlarının bozguna uğratılacağı ile ilgili böylesine parlak bir tanıklığı işitmiş olan Balak, yalnızca derin bir hayal kırıklığına uğramak ile kalmadı, ama aynı zamanda çok da kızdı ve bu öfkesi Balam’a karşı alevlendi; ellerini birbirine vurarak Balam’a şöyle dedi: “düşmanlarıma lanet okuyasın diye seni çağırdım. Oysa sen onları üç kez kutsadın. Haydi hemen evine dön! Seni ödüllendireceğimi söylemiş idim, ama Rab seni ödül almaktan yoksun bıraktı. Balam Balak’a şöyle karşılık verdi: “Bana gönderdiğin ulaklara ‘Balak sarayını altın ve gümüş ile doldurup bana verse bile, Rabbin buyruğundan öte iyi kötü hiç bir şey yapamam. Ancak Rab ne derse onu söylerim’ dememiş miydim? İşte şimdi halkıma dönüyorum. Gel, bu halkın gelecekte halkına neler yapacağını sana bildireyim.” Çölde Sayım 24: 10-14. [ bu ayetler 24.bölümün sonuna doğru yer alan ayetlerdir.] Ve sonra Balam şu dördüncü bildiriyi iletti: “Beor oğlu Balam, gözü açılmış olan, Tanrının sözlerini duyan, yüceler Yücesinin bilgisine kavuşan, Her Şeye Gücü Yeten’in görümlerini gören. Yere kapanan, Tanrının gözlerini açtığı kişi bildiriyor: Onu görüyorum ama şimdilik değil, ona bakıyorum ama yakından değil. Yakup soyundan bir yıldız çıkacak, İsrail’den bir önder yükselecek. Moavlıların alınlarını ve Şetoğullarının başlarını ezecek.” Çölde Sayım 24: 15-17.

Bu ayetler bildiriler ile ilgili konuyu büyük ölçüde tamamlıyor. Burada en üste konan taş muhteşem bir yapının üzerine konmuştur. Bu harikulade gerçek, lütuf ve görkem yapısıdır. İlk bildiride, halkın diğer uluslardan soyutlandıklarını görürüz; ikinci bildiride halkın mükemmel bir şekilde aklanmış olduğu duyurulur; üçüncü bildiride halkın ahlak güzelliği ve verimliliği ilan edilir ve şimdi bu dördüncü bildiride tepelerin doruğunda bulunuruz; sınırsız bir geleceğe uzanan tüm uzunluk ve genişliğinin kapsadığı geniş vadiler görürüz. Yahuda oymağının Aslanı’nı görürüz; O’nun kükreyişini işitiriz; tüm düşmanlarına üstün geldiğini ve onları toz hale getirene kadar ezdiğini anlarız. Yakup’un yıldızı artık sınır tanımadan yükselir. Gerçek Davut Babasının tahtına yükselir, İsrail yeryüzünde öncelik kazanır ve onun tüm düşmanları utanç ve sonsuza dek kalıcı aşağılanma ile örtülürler.

Bu noktada bu bildirilerden daha muhteşem herhangi bir şey algılamak imkansızdır. Ve bu bildiriler İsrail’in çöldeki dolaşmalarının sonunda daha da dikkat çekici hale gelirler; İsrail halkına çölde iken ne olduklarına dair yeterli kanıt verilmiştir, kapasite ve eğilimlerinin en olduğu kendilerine gösterilmiştir. Ama Tanrı her şeyden üstündür ve O’nun sevgisini hiç bir şey değiştiremez. O, sevdiği zaman sevdiğini sonsuza kadar sever. Ve bu yüzden “canavar ve sahte peygamber” örneği arasındaki birleşmenin boş olduğu kanıtlanır. Tanrı İsrail’i bereketlemiştir ve İsrail hiç bir şekilde lanetlenemez. “Ve bundan sonra Balam kalkıp evine döndü, Balak da kendi yoluna gitti.” Çölde Sayım 24: 25.


17 Zavallı, sefil Balam! Sefil insan! Doğru olanların ölmesini istiyor idi. Aynı şeyleri söyleyecek pek çok kişi vardır ama bu kişiler “doğru kişilerin ölümü ile ölme” yolunun öncelikle doğruların yaşamına sahip olmak ve doğruların bu yaşamını sergilemekten geçtiğini unuturlar. Evet, ne yazık ki pek çok kişi bu durumdadır! Kaç kişi sürmediği yaşamın ölümü gibi sonları olsun ister? Balak’ın gümüş ve altınına sahip olmak isteyen pek çok kişi vardır. Ve Tanrının İsrail’i arasında da böyle kişiler bulunabilir. Ne kadar boş bir düşünce! Ölümcül bir yanılgı! Hem paraya hem tanrıya aynı anda hizmet edilemez.

18 Metindeki ifade hiç bir şekilde Tanrının evindeki disiplinin konusuna değinmez. Burada ahlak kötülüğüne ve öğretiş hatasına yargı getirmek zorunda kalırız. 1.Korintliler 5:12,13.

Pages