Çölde Sayım 9

“Ve Rab İsraillilerin Mısır’dan çıkışlarının ikinci yılının birinci ayında Sina çölünde Musa’ya şöyle seslendi: ‘İsrailliler Fısıh kurbanını belirlenen zamanda kessinler. Bütün kurallar, ilkeler uyarınca kurbanı belirlenen zamanda, bu ayın on dördüncü gününün akşamüstü keseceksiniz. Böylece Musa İsraillilere Fısıh kurbanını kesmelerini söyledi. Onlar da Sina Çölünde birinci ayın on dördüncü gününün akşamüstü Fısıh kurbanını kestiler. Her şeyi Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi yaptılar.” Çölde Sayım 9:1-5.

Bu büyük kurtuluşun bulunduğu üç farklı konum mevcuttur – Mısır’da kutlanan şölen (Mısırdan Çıkış 12; Çölde (Çölde Sayım 9) ; Kenan diyarında (Yeşu 5). Kurtuluş Tanrı halkının tarihi ile bağlantılı olan her şeyin temelinde yatar. Mısır’ın esaretinden, ölümünden ve karanlığından kurtarılmaları gerekiyor muydu? Bu kurtuluş aracılığı ile olacak idi. Çölün tüm zorlukları ve tehlikeleri boyunca yürürken yeniden doğmaları gerekiyor muydu? Bu, kurtuluşun temelinde gerçekleşecek idi. Eriha’nın yıkılan duvarlarının enkazları arasında yürümeleri ve Kenan krallarının boyunlarına zincir mi geçirmeleri gerekiyor idi? Bunu kurtuluştan dolayı yapacaklar idi.

Böylece Fısıh kuzusunun kanı İsrail’in Tanrısının talebini karşıladı ve İsrailliler Mısır ülkesinde yaşadıkları derin esaretten kurtarıldılar ve Mısır’dan çıkartıldılar. Kuzunun kanı onları korkunç çölde taşıdı ve çöl boyunca onlara destek ve güç oldu. Kenan diyarına girmelerini ve orada yaşamalarını sağladı.

Tek bir sözcük ile söyleyecek olur isek, kuzunun kanı halka Mısır’da sağlayışta bulundu; çöl boyunca onlara eşlik etti ve onları Kenan diyarına yerleştirdi. Onların içindeki, onlar ile birlikte olan ve onlar için olan tüm tanrısal eylemlerin kutsal temeli kuzunun kanı idi. Kurtuluş Tanrının Mısır’ karşı olan yargısı ile mi ilgili idi? Onları Mısır’dan çıkartan kuzunun kanı idi. Çöldeki sayısız ve isimsiz pek çok ihtiyacın karşılanması ile mi ilgili idi? Kuzunun kanı onlar için tam bir sağlayışı garantiledi. Konu, Kenan diyarındaki yedi ulusun tehdit eden savaşçı gücü müydü? Kuzunun kanı tam ve görkemli bir zaferin emin ve kesin sağlayışı idi. Yehova’nın, kuzunun kanının temelinde halkı adına eylemde bulunmak için ortaya çıktığı anda ilkinden sonuncusuna kadar herkes kesin ve sarsılmaz bir güvence altında idi. Mısır’ın harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerinden Filistin’in asma tepelerine ve ballı düzlüklerine kadar o gizemli ve harika yolculuğun tamamı kuzunun kanının çeşitli erdemlerine örnek olmaya ve onları ortaya koymaya hizmet etti.

Ama her şeye rağmen yine de şu anda önümüzde duran bölüm bize Fısıh’ı tamamen bir çöl duruşu noktasından takdim eder ve bunun nedeni okuyucunun şu koşulları öğrenmesi içindir. “Ancak ölüye dokundukları için kirli sayılan bazı kişiler o gün Fısıh kurbanını kesemediler. Aynı gün Musa ile Harun’un önüne geldiler.” Çölde Sayım 9: 6.

Burada pratik bir zorluk söz konusu idi. Normal olmayan bir şey diyebiliriz. En azından beklenmeyen bir şey oldu. Ve bu nedenle konu Musa ve Harun’un önüne getirildi. “Musa’nın önüne geldiler” – Tanrının taleplerinin örneği; “ve Harun’un önüne geldiler” – Tanrının lütfunun sağlayışlarının örneği. Bu iki işlevin işaret ettiği yolda farklı ve empatik bir şey var gibi görünür. Burada kendisini takdim eden böyle bir zorluğun çözümünde elzem olan ifade için gerekli iki unsur.

“Ve bu adamlar Musa’ya,’Ölüye dokunduğumuz için kirli sayılırız’ dediler, ‘Ama öbür İsrailliler ile belirlenen zamanda Rabbin sunusunu sunmamız neden engellensin?” Çölde Sayım 9:7. Burada kirlilik konusunda çok net bir itiraf yapıldı ve ortaya çıkan soru şu idi: “Onlar bu durumda Tanrının atadığı şekilde Rabbin önüne gelmek gibi kutsal bir ayrıcalıktan yoksun mu bırakılmalı idiler? Böyle bir durumda herhangi bir çözüm ya da sağlayış mevcut değil miydi?

Gerçekten de çok derin bir ilginçliğe sahip bir soru, ama halen bu soruya hiç bir yanıt sağlanmış değil idi. Mısır’dan Çıkış 12.bölümde orijinal öğretiş tarafından beklenen böyle bir çözüme sahip değiliz, ama yine de şölenin tüm törenlerine ve seremonilerine dair tam bir ifadeye sahibiz. Bu yeni düşüncenin değerlendirilmesi çöle bırakılmış idi. Bir çözümün sağlanması gereken kendini takdim eden o zorluğun gerçek pratik ayrıntıları çöl yaşamına ait idi. Bu yüzden bu konunun tamamının kaydı çöl kitabı olan Çölde Sayım’da uygun bir şekilde mevcuttur.

“Ve Musa onlara ‘Rabbin bana sizinle ilgili ne söyleyeceğini duyuncaya kadar bekleyin’ dedi. “ Ne kadar sevecen bir davranış! Musa’nın onlara verecek yanıtı yok idi ama bu yanıtın kimde olduğunu biliyor idi ve O’nun kendisine yanıt vermesi için bekledi. Musa için bu davranış, yapılabilecek en iyi ve en bilge davranış idi. Musa verebilecek bir yanıtı varmış gibi davranmadı. “Bilmiyorum” demekten utanmadı. Tüm bilgelik ve bilgisi ile bilgisizliğini göstermekte tereddüt etmedi. İşte gerçek bilgi ve gerçek bilgelik budur. Musa’nın konumundaki biri için topluluğun ya da topluluğun herhangi bir üyesinin önünde bu konudaki bilgisizliğini göstermek alçaltıcı bir durum olabilir idi; halkı Mısır’dan çıkartan ve onları Kızıldeniz’den geçiren ve Yehova ile yüz yüze konuşan görevini yüce “Ben’im”den alan biri olarak şimdi önünde bulunan ve çok basit bir olaydan ortaya çıkan bir zorluğu çözememesi Musa için mümkün olabilir miydi? Gerçekten de Musa gibi biri bir ölü bedene dokunduğu için kirlenen biri ile ilgili doğru kararı veremeyecek kadar bilgisiz miydi?

Çok az kişi böyle bir olayda Musa’nın alçakgönüllü tutumu ile hareket edebilir; bir çok kişi bu sorunu çözecek bir yanıt bulma girişiminde bulunur. Ama Musa yeryüzündeki en alçakgönüllü insan idi. Söyleyecek bir şeyi olmadığı zaman susmanın daha iyi olduğunu bilir idi. Bu tür konularda Musa’nın örneğini izleyecek olur isek bu davranışımız daha sadık bir davranış olmaz mı? Böyle yapıp yanlış bir girişimde bulunmak yerine Musa gibi davranmak bizi çok üzücü durumlardan ve sıkıntılardan kurtaracaktır. Ayrıca o zaman çok daha gerçekçi, çok daha sade ve çok daha sevecen kişiler oluruz. Bizler genellikle bilgisizliğimizi ifşa etmekten utanacak kadar ahmakça davranırız. Gerçek ahlak yüceliğini ifade eden “Bilmiyorum” cümlesi ağzımızdan çıktığı zaman, biz akılsızca bilgelik ve zekamız ile ilgili ünümüzün yara aldığını düşünürüz. Böyle bir düşünceye sahip olmak ölümcül bir hatadır. Bizler her zaman, sahip olmadığı bir bilgiyi asla belli etmeyen bir insanın sözlerini ciddiye alır ve onlara önem veririz. Ama her zaman düşüncesizce bir öz güven ile konuşmaya hazır olan birini işitmek için asla hazır değilizdir. Ah! Her zaman şu sevgi dolu sözlerin ruhunda yürümek ne kadar hoştur: “Rabbin sizinle ilgili bana neler söyleyeceğini duyuncaya dek bekleyin.”

“Ve Rab Musa’ya şöyle dedi: ‘İsraillilere de ki, ‘Sizlerden ya da soyunuzdan ölüye dokunduğu için kirli sayılan ya da uzak bir yolculukta bulunan biri Rabbin Fısıh kurbanını kesebilir. İkinci ayın on dördüncü gününün akşamüstü Fısıh kurbanını kesip mayasız ekmek ve acı otlar ile yiyecek.” Çölde Sayım 9:9-11.

Fısıh ile ortaya konan iki büyük temel gerçek mevcuttur, bunlar kefaret ve Tanrı halkının birliğidir. Bu gerçekler değişmesi mümkün olmayan gerçeklerdir. Hiç bir şey onları ortadan kaldıramaz. Değişik şekillerde başarısızlık ve sadakatsizlik olabilir ama sonsuz kurtuluşun bu görkemli gerçekleri ve Tanrı halkının mükemmel birliği tüm güç ve değerlerini korurlar. Bu yüzden bu gerçekleri böylesine gerçekçi bir şekilde ortaya koyan etkileyici buyruk sürekli bir zorunluluktur. Koşulların buna dahil olmamaları gerekir. Ölüm ya da uzaklık onları kesintiye uğratmamalıdır. “sizlerden ya da soyunuzdan ölüye dokunduğu için kirli sayılan ya da uzak bir yolculukta bulunan biri Rabbin Fısıh kurbanını kesebilir.” Bu buyruk gerçekten de topluluğun her üyesi tarafından kutlanması gereken bir bayramı emreder, öyle ki Çölde Sayım 9.bölümde buyruğu istenen şekilde yerine getiremeyecek olan kişiler için bu konuda özel bir sağlayış sunulmuştur. Bu durumdaki kişiler Fısıh kurbanını “ikinci ayın on dördüncü gününde” kesebilirler. Lütuf, kaçınılamaz kirlilik ya da uzaklık gibi bu tür durumlarda sağlayışta bulunur.

Eğer okuyucu 2.Tarihler kitabının 30.bölümüne dönecek olur ise Hezekiya ve onun dönemindeki bu lütufkar sağlayıştan yararlanan topluluğu görecektir: “İkinci ay Mayasız ekmek Bayramını kutlamak için çok büyük bir topluluk Yeruşalim’de toplandı…. İkinci ayın on dördüncü günü Fısıh kurbanını kestiler.” 2.Tarihler 30:13,15.

Eğer yalnızca o zayıflık hissedilir ve itiraf edilir ise, Tanrının lütfu bizi olası en büyük zayıflıklarımızda destekleyecektir. 8 Ama bu çok değerli ve rahatlatıcı gerçek bizim günah ya da kirliliğe önem vermediğimiz anlamına gelmemelidir. İlk ay yerine lütuf aracılığı ile ikinci ayda kurban kesmeye izin verilir. Ancak bu bayramın törenleri ve kutlamaları konusunda herhangi bir gevşekliğe izin verilmez. “Mayasız ekmek ve acı otlar” her zaman yerlerinde bulunmalı idiler; kurbanın hiç bir parçası ertesi sabaha kalmamalı ya da onun tek bir kemiği bile kırılmamalı idi. Tanrı, gerçeğin ya da kutsallığın standardının hiç bir şekilde aşağı çekilmesine izin veremez. İnsan başarısızlık, zayıflık ya da koşulların güçlü olması nedeni ile zamanın gerisinde kalabilir ama amacın altında olmaması gerekir. Lütuf, birincisine izin verir iken, kutsallık ikincisini yasaklar. Ve eğer biri, lütuf ve kutsallığı birbirinden ayırmaya kalkar ise, o zaman topluluktan kesilip atılacaktır.

Tüm bunların bizlere söylediği bir şey yok mudur? Kesinlikle vardır. Çölde sayım adlı bu kitabın sayfaları arasından geçer iken, her zaman hatırlamamız gereken şudur: İsrail’in başına gelenler, bizlere verilen örneklerdir ve bizim görevimiz ve ayrıcalığımız hemen bu örnekleri kendimize mal etmek ve Tanrının öğretmek için tasarlamış olduğu kutsal dersleri anlamaya çalışmaktır.

O halde ikinci ayda Fısıh Bayramı ile ilgili olan düzenlemeleri öğrenmemiz gerekmektedir! İsrail neden bu özel durumlardaki tek bir töreni ya da kutlamayı kaçırmamak için böylesine özel bir katılımda bulunur? Neden Çölde Sayım kitabının bu 9.bölümünde ikinci ay ile ilgili verilen buyruklar ilk ayda verilen buyruklara göre daha titizlik ile belirlenmiştir? Önemi açısından bir buyruğun diğerinden daha önemli olmadığı kesin değil midir? Tanrının yargısında buyruklar her zaman aynıdır. Her iki durumda da buyrukta en ufak bir farklılığın dahi olmadığı ortadadır. Gerçeğin hala önümüzdeki bölüm üzerinde düşüne okuyucuyu çarpması gerekir. Birinci aydaki Fısıh kutlaması ile ilgili referansın verildiği yerde yalnızca şu sözcükleri okuruz: “Bütün kurallar ve ilkeler uyarınca kurban belirlenen zamanda kesilecektir.” Ama öte yandan, ikinci ay ile ilgili bilgi verildiği zaman, bu tören ve kutlamalr ile ilgili dakik ifadeler görürüz:”Fısıh kurbanını mayasız ekmek ve acı otlar ile yiyecek. Sabaha dek kurbandan bir şey bırakmayacak. Fısıh kurbanını bütün kuralları uyarınca kesmelidir.” 3.ayeti, 11 ve 12.ayetler ile karşılaştırınız.

Bu basit gerçeğin bize ne öğrettiğini soruyoruz? Bize öğrettiğinin şu olduğuna kesinlikle inanıyoruz: Tanrının değerleri konusundaki standardı, Tanrı halkının zayıflık ve başarısızlıkları yüzünden asla düşürmememiz gerekir. Aksine, bu standardın tüm saygınlığı içinde onu yukarıda tutmak için özel acılara dahi katlanmamız gerekebilir. Hiç kuşkusuz, başarısızlığın verdiği derin duygular oluşacaktır – ne kadar derin olurlar ise o kadar iyidir – ama Tanrının gerçeğinin teslim olmaması gerekir. Tanrısal gerçeğin standardını sarsılmaz bir kararlılık ile muhafaza eder iken, tanrısal lütfun kaynaklarının mevcudiyetini her zaman güvenlik içinde varsayabiliriz.

Bu düşünceyi yüreklerimizin düşüncelerinde her zaman hatırlamak ve korumak için gayretli olalım. Öte yandan başarısızlığın mevcudiyeti ile ilgili gerçeği unutmak gibi bir gerçek bizi her zaman tehdit etmektedir. Ancak her şeye rağmen Tanrının kusursuz sadakatini göz önünde bulundurmalıyız. Ağzı ile iman ikrarında bulunan Kilise başarısızlığa uğramış ve korkunç bir enkaz haline gelmiştir ve yalnızca bu kadar ile de değil; bizler kendimiz de bireysel olarak bireysel olarak başarısızlığa uğradık ve bu enkazda katkımız var. Tüm bunları hissetmemiz, derinden ve sürekli olarak hissetmemiz gerekir. Tanrımızın önündeki ruhlarımızda Tanrının evinde ne kadar üzücü ve ne kadar utanç verici bir şekilde davrandığımız ile ilgili bir bilincin vicdanımızın derinliklerinde yer alması gerekir. Eğer başarısız olduğumuzu unutur isek bu tutum başarısızlığımızın yoğunluğunu arttıracaktır. Ruhun en derin alçalışı ve en derin kırılışı tüm bunları hatırlamamız ile gerçekleşir ve bu iç duygular ve uygulamalar içinde hareket ettiğimiz olayın ortasında kendilerini kesinlikle alçakgönüllü bir yürüyüş içinde ifade edeceklerdir. “Ne var ki, Tanrının attığı sağlam temel ‘Rab kendine ait olanları bilir’ ve ‘Rabbin adını anan herkes kötülükten uzak dursun’ sözleri ile mühürlenmiş olarak duruyor.” 2.Timoteos 2:19. Hristiyanlığın enkazlarına bakıldığı zaman, sadık olmanın kaynağının burada olduğunu görüyoruz. Tanrı asla hata yapmaz ve asla değişmez ve bizlerin yapması gereken tek şey zayıflıklardan uzaklaşarak O’na yapışmaktır. Bizlerin doğru olanı yapmamız ve doğru olanı gayret ile izlememiz gerekir ve sonuçları O’na bırakırız.

Bir önceki düşünce hakkında yazılanlara okuyucumuzun gerçekten tam bir dikkat vermesini rica ederiz. Okuyucumuzun kısa bir süre durmasını ve dua ederek tüm konuyu gözden geçirmesini arzu ederiz. Bu düşünceye her iki açıdan da gereken dikkati verdiği takdirde bizi çevreleyen enkazların arasında attığı adımlar için yardım ve destek alacağından eminiz. Kilisenin koşullarını ve bizim kendimizin sadakatsizliğini hatırlamak alçakgönüllü olmamızı sağlayacaktır. Bu arada aynı zamanda Tanrının değişmez standardı ve sabit sadakati bizi çevremizdeki kötülükten ayıracak ve ayrılmış olan yolda yürürken dengede kalmamızı sağlayacaktır. Her ikisi birlikte bizi boş tahminlerden etkili bir şekilde koruyacak ve aynı zamanda gevşeklik ve kayıtsızlıktan muhafaza edecektir. Başarısız olduğumuza dair bizi alçaltan gerçeği her zaman canlarımızın önünde tutmamız ve Tanrının sadık olduğuna dair büyük gerçeğe de var gücümüz ile yapışmamız gerekir.

Bunlar çöl ile ilgili önceliğe sahip olan derslerdir – bu dersler günümüzdeki bizler için de geçerlidir. İkinci aydaki Fısıh bayramının esin ile yazılmış kaydı bu dersleri bize çok güçlü bir şekilde verir. Çöl kitabı olarak önem taşıyan bu Çölde Sayım kitabında bu dersleri alırız.  İnsan başarısızlığı ancak çölde tam olarak ortaya çıkar. Ve yine çölde tanrısal lütfun sınırsız kaynakları gösterilir. Ama yine de bir kez daha yüreklerimizde tanrısal lütuf ve merhametin zengin sağlayışlarını tanrısal gerçeğin standardı ile tekrarlayalım. Eğer biri Fısıh Bayramının kutlamadığı için bahane olarak kirlilik ya da uzaklığı gösterir ya da Fısıh Bayramını Tanrının istediğinden daha farklı bir şekilde yerine getirir ise, topluluktan kesilip atılacağı kesindir. Ve bize gelince, eğer biz başarısızlığımız nedeni ile Tanrının herhangi bir gerçeğine teslim olmaya razı isek, ya da yürek imansızlığı nedeni ile Tanrının standardından vazgeçer ve Tanrının gerçeğinin temelini terk eder isek, eğer Tanrının gerçeğinin yetkisini çevremizdeki koşullar nedeni ile vicdanımızdan silkeler atar isek ya da onun şekil veren etkisini tutum ve karakterimizden uzaklaştırır isek – o zaman paydaşlığımızın erteleneceği aşikardır. 9

Bu gerçek ile ilgili önemli ve pratik satırları daha da uzatmak hoşumuza giderdi, ama okuyucumuza Fısıh bayramı ile ilgili bu çöl kayıtlarını hatırlatan kayıtlarına konumuzun bu kısmında sona erdirmeye katlanacağız.

“Ancak, temiz sayılan ve yolculukta olmayan biri Fısıh kurbanını kesmeyi savsaklar ise, halkının arasından atılacaktır. Çünkü belirlenen zamanda Rabbin sunusunu sunmamıştır. Günahının cezasını çekecektir. Aranızda yaşayan bir yabancı Rabbin Fısıh kurbanını kesmek ister ise Fısıh’ın kuralları ve ilkeleri uyarınca kesmelidir. Yerli ya da yabancı için aynı kuralı uygulamalısınız.” Çölde Sayım 9: 13,14.

Bir İsraillinin Fısıh’ı bilerek ihmal etmesi Mısır ülkesinden kurtarılıp çıkarıldığı zaman elde ettiği yarar ve bereketleri göz ardı etmesi anlamına gelir. O unutulması mümkün olmayan gecede tamamlanmış olan işin tanrısal gerçekliğini derinden kavrayan biri İsrail topluluğunun kuzunun kanının altına sığınarak güvence bulduğunu bilir. “İlk ayın on dördüncü gününün” dönüşünü daha da gayretli bir şekilde özleyeceği mutlaktır, öyle ki, o görkemli olay ile kendisine sağlanan yüce fırsatı takdir edebilsin ve eğer “ilk aydaki” buyruktan zevk almasına engel olan herhangi bir şey var ise, “ikincisi” için kendisini daha sevinçli ve müteşekkir bir şekilde hazırlayabilsin. Ama Fısıh bayramını kutlamadan yıldan yıla tatmin olmuş bir şekilde devam edebilen bir kişi yalnızca yüreğinin İsrail Tanrısından çok uzak olduğunu kanıtlamış olur. Tanrının atamış olduğu kurtuluşu yıldan yıla ihmal etmesi atalarının sevecen Tanrısından ve O’nun kurtarışının bereketlerinden söz dahi etmemesi bu durumda daha iyi olacaktır.

Ve biz Rabbin Sofrası konusu ile ilgili olarak tüm bunları belirli bir ölçüde kendimize uyarlayamaz mıyız? Hiç kuşkusuz uyarlayabiliriz ve bu bize çok büyük yarar sağlar. Fısıh Bayramı ve Rabbin sofrası arasındaki bağlantı budur. Fısıh Bayramı örnektir ve Rabbin Sofrası Mesih’in ölümünü hatırlamamız içindir. Bu nedenle 1.Korintliler 5.bölümde şu sözleri okuruz: “Çünkü Fısıh kuzumuz Mesih kurban edildi.” 1.Korintliler 5:7. Bu cümle, aradaki bağlantıyı bina eden cümledir. Fısıh ile hatırlanan, İsrail’in Mısır’ın esaretinden kurtuluşudur. Ve Rabbin Sofrası kilisenin günahın ve şeytanın ağır ve karanlık esaretinden kurtarılışını hatırlatır. Bu yüzden her gerçek ve her sadık İsraillinin belirli dönemde ve Yeni Antlaşma’da ortaya konan tüm ilkeler ile uyumlu olarak ilgili tören ve seremonileri yerine getirdiğini görürüz. Eğer bir İsrailli tek bir kez bile Fısıh’ı ihmal etmiş ise topluluktan kesilip atılacaktır. Bu tür bir ihmal toplulukta hoş görülemez idi. Çünkü böyle bir tutum tanrısal hoşnutsuzluğa davet çıkartmak demek idi.

Ve şimdi biz böyle bir gerçek karşısında şöyle bir soru soramaz mıyız? Haftadan haftaya ve aydan aya Rablerinin Sofrasını ihmal etmek Hristiyanlar için de önemli bir konu değil midir? Çölde Sayım 9.bölümde Fısıh bayramını ihmal eden kişinin topluluktan kesilip atılmasını Söyleyen’in Rabbin Sofrasını ihmal eden kişiye aldırış etmediğini mi düşüneceğiz? Buna inanmamız bir an için bile mümkün değildir. Mesih’in bedeni olan Tanrının kilisesinin Rabbin Sofrasını ihmal etmesi halinde topluluktan atılması söz konusu olamaz mıdır? Böyle bir düşünce bizden uzak olsun. “Rabbin tekrar gelişine kadar ölümünü andığımız” bu en değerli şölenin kutlaması bizleri daha büyük bir gayret göstermemiz için harekete geçiren bereketli bir etki olmalıdır.

İnançlı bir İsrailli için Fısıh bayramının anlamı eşsiz idi. Çünkü Fısıh bayramı onun kurtuluşu anlamına geliyor idi. Ve inançlı bir imanlı için Rabbin Sofrası hiç bir şey ile kıyaslanamaz idi. Çünkü Rabbin sofrası inançlı bir imanlı için kurtuluşunun ve Rabbinin ölümünün anılmasıdır. Bir imanlının ilgilenebileceği uygulamaların hepsinde Rabbin sofrasından daha değerli, daha etkileyici ve Mesih’i, yüreklerde daha dokunaklı şekilde hissettiren başka hiç bir şey yoktur. Bir imanlı Rabbin ölümü hakkında şarkılar söyleyebilir, bu konuda dua edebilir, bu konu ile ilgili yazılar okuyabilir ve bu konuyu dinleyebilir ama Rabbin ölümünü en iyi şekilde “ortaya koyan” yalnızca Rabbin sofrasıdır. “Sonra eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve onlara verdi, ‘Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın’ dedi. Aynı şekilde yemekten sonra kaseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kase sizin uğrunuza akıtılan kanım ile ilgili gerçekleşen yeni antlaşmadır.’” Luka 22:19,20.

Burada bayramın nedenini öğrendik ve Elçilerin İşleri kitabına döndüğümüz zaman, “haftanın ilk günü ekmek bölmek için bir araya toplanan imanlıları” okuruz. Elçilerin İşleri 20:7.

Burada bayramın kutlanışını okuyoruz ve son olarak Mektuplar’a döndüğümüz zaman, şu sözleri okuruz: “Tanrıya şükrettiğimiz şükran kasesi ile Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmek ile Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz? Ekmek bir olduğu gibi, biz de çok olduğumuz halde bir bedeniz. Çünkü hepimiz bir ekmeği paylaşıyoruz.” 1.Korintliler 10:16,17.

Ve aynı konu ile ilgili olarak yine okumaya devam edelim: “Size ilettiğimi ben Rab’den öğrendim. Ele verildiği gece Rab İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve şöyle dedi: ’Bu, sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın! Aynı biçimde yemekten sonra kaseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kase kanım ile gerçekleşen yeni antlaşmadır. Her içtiğiniz zaman beni anmak için böyle yapın. Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kaseden her içtiğinizde Rabbin gelişine dek Rabbin ölümünü ilan etmiş olursunuz.’” 1.Korintliler 11:23-26.

Burada şölenin ya da bayramın açıklanışını görürüz. Gelenekte, kutlamada ve açıklamada canlarımızı bu en değerli bayrama bağlayan ve kolay kolay kopmayan üç katlı bir ipe benzediklerini söyleyemez miyiz?

O zaman nasıl oluyor da tüm bu kutsal yetkinin ışığında Tanrı halkından herhangi biri Rabbin Sofrasını ihmal eder iken görülebiliyor? Ya da aynı konuya farklı bir açıdan bakacak olur isek, Mesih’in bedenine ait üyelerinden biri olan bazı kişiler nasıl oluyor da haftalar, aylar ya da bazı günler boyunca Rablerini O’nun doğrudan ve kesin olarak atamış olduğu bir şekilde hatırlamamalarına rağmen canları doyumlu bir biçimde devam edebiliyorlar? Ağızları ile iman ikrarında bulunan bazı Hristiyanların bu konuya Yahudilerin düzenlemelerine bir geri dönüş olarak baktıklarını ve bunu kilisenin getirildiği yüce konumdan alçalma olarak gördüklerinin farkındayız. Bu kişiler Rabbin Sofrasına ve vaftize içsel ruhsal gizemler olarak bakarlar ve bu tür düzenlemelerin birebir yerine getirilmeleri konusunda ısrarlı olmanın gerçek ruhsallıktan ayrılmak olduğunu düşünürler.

Tüm bu düşüncelere vereceğimiz karşılık, Tanrının bizlerden daha bilge olduğudur. Eğer Rab İsa bu sofra geleneğini kurdu ise, eğer Kutsal Ruh ilk kiliseyi bu sofrayı kutlamaya yönlendirdi ise ve eğer O aynı zamanda bize bu sofrayı açıkladı ise bizler kim oluyoruz da Tanrıya karşı bu tür düşünceler oluşturuyoruz? Rabbin sofrasının hiç kuşkusuz ona paydaş olan herkes için bir içsel ruhsal gizem olması gerektiğini kabul ediyoruz. Ama bu sofra aynı zamanda bir dışsal, birebir ve el ile tutulur bir gerçektir. Birebir anlamda ekmek ve birebir anlamda şarap – birebir yemek ve birebir içmek söz konusudur. Eğer biri bunu inkar eder ise, eşit derecedeki bir güç ile birebir imanlıların bir arada toplanmalarının da inkar ediyor demektir. Kutsal yazıları böyle bir düşünce tarzı ile açıklamaya hakkımız yoktur. Kutsal yazılara boyun eğmek, onların önünde eğilmek ve tanrısal yetkilerine teslim olmak, onları mutlak bir şekilde sadelik içinde kabul etmek bize düşen mutlu ve kutsal bir görevdir.

Söz konusu olan yalnızca Kutsal Yazıların yetkisine boyun eğmek değildir. Tanrısal sözden alıntı üstüne alıntı vererek pek çok konuyu kanıtladığımız kesindir ve yalnızca bu bile her inançlı zihin için yeterlidir. Ama bundan daha fazlası da vardır. Bir imanlının yüreğindeki sevgi, Mesih’in yüreğindeki sevgiye verilen bir karşılıktır. Böyle bir karşılığın değeri yok mudur? Bazı küçük derecelerde bile olsa böyle bir Yüreğin sevgisine karşılık vermeyi istememiz gerekmez mi? Eğer kutlu ve hayranlığımıza layık Rabbimiz sofradaki ekmek ve şarabı O’nun kırılan bedeni ve akıtılan kanı olarak anmamızı istedi ise, eğer O’nu anmamız için o ekmekten yememizi ve o kaseden içmemizi buyurdu ise O’nun sevgi dolu bu yüreğinin arzusunu aynı sevginin verdiği karşılığın gücü ile yerine getirmemiz gerekmez mi? Samimi olan hiç bir imanlının bu konuyu sorgulamayacağı kesindir. Sevecen rabbimizin sofrasının çevresinde her zaman sevinçli yürekler ile toplanmamız ve O’nun atadığı şekilde O’nu anmamız gerekmez mi? O’nun gelişine dek O’nun ölümünü ilan etmemiz doğru olandır. O’nun bizim yüreklerimiz gibi yüreklerde anılmak istediğini düşünmek bile harika bir şeydir. Ama O bunu istemiştir. Ve bizim şu ya da bu neden ile O’nun değerli adı ile bağlantılı olan bu şöleni ihmal etmemiz gerçekten de çok üzücü bir durum olacaktır.

Elbette bu Rabbin sofrası ile ilgili buyruğa ilişkin değerli açıklama çok önemlidir. Bu buyruğu yerine getirmeliyiz. Burada özellikle arzu ettiğimiz şey imanlı okuyucuya bu buyruğun yoğun önemini ve derin anlamını göstermek için ısrar eder iken ayetlerin yetkisine boyun eğmenin temeli ve Mesih’in Kendisinin sevgisine karşılık vermemiz üzerinde duruyoruz. Ve ayrıca bu satırları okuyabilecek olan herkesi ayetler ile uyumlu olarak Rabbin sofrasına katılmayı ihmal etmenin ne kadar ciddi olduğu konusunda etkilemek istiyoruz. Rabbin sofrasına bağımlı olabiliriz. Rabbimizin ve Efendimizin bu kesin geleneğini bir kenara bırakmak konusunda bulunulacak herhangi bir girişim tehlikeli olacaktır. Böyle bir durum canın hatalı bir tutum içinde olduğunu gösterir. Vicdanın sözün yetkisine boyun eğmediğini kanıtlar ve yüreğin Mesih’in sevgisi ile gerçek bir sempati içinde bulunmadığının kanıtıdır. Bu nedenle Rabbin sofrası ile ilgili kutsal sorumluluklarımızı ihmal etmeden içten bir şekilde bu sofrayı değerlendirmeye bakalım. Bu anma şölenini kutlamayı sürdürelim ve Kutsal Ruh Tanrı tarafından konulan düzen ile uyumlu olarak bu sofrayı kutlayalım.

Çöldeki Fısıh kutlaması ve bu kutlamanın canlarımıza taşıdığı etkileyici dersler hakkında söyleyeceklerimiz şimdilik bu kadar.

Şimdi kısa bir süre için bölümümüzün son paragrafında kalacağız ve bu son paragraf bölümün her paragrafından çok daha üstün özellikler içermektedir. Bu paragrafta bizden ıssız bir çölde yolculuk eden çok sayıda erkek, kadın ve çocuğun durumunu öğrenmemiz istenir. “Yol olmayan yerde” kurak ve kum dolu bir çölden bir pusula ya da insan rehberliği olmaksızın nasıl geçtikleri hakkında bilgi alırız.

Ne muhteşem bir düşünce! Ne görkemli bir manzara! Yolculuk edecekleri yön hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan yolculuk eden bu milyonlarca kişi hem rehberlik hem yiyecek ve hem de her şey için tamamen Tanrıya bağımlı olan ve tamamen çaresiz bir şekilde göç eden bir halk! Yarınları için hiç bir şekilde plan yapmaları mümkün değil idi. Kamp kurdukları zaman daha sonra nereye gideceklerini bilmiyorlar idi. Ve harekete geçtikleri zamanda ne zaman ve nereye gideceklerini bilmiyorlar idi.

Günleri ve saatleri bağımlı olan bir yaşama sahiplerdi. Rehberlik almak için yukarı bakmak zorunda idiler. Hareketleri Yehova’nın arabalarının tekerlekleri tarafından kontrol ediliyordu.

Bu durum gerçekten de harika bir görünüm arz ediyor idi. Bu konu ile ilgili kaydı okuyalım ve oradaki sözlerin göksel öğretişini canlarımıza içirelim.

“Ve konut yani Levha Sandığının bulunduğu çadır kurulduğu gün üstünü bulut kapladı. Konutun üstündeki bulut akşamdan sabaha dek ateşi andırdı. Bu hep böyle sürüp gitti. Konutu kaplayan bulut gece ateşi andırıyor idi. İsrailliler ancak bulut çadırın üzerinden kalkınca göçer ve bulut nerede durur ise orada konaklarlar idi. Rabbin buyruğu uyarınca göç eder ve yine Rabbin buyruğu uyarınca konaklarlardı. Bulut konutun üzerinde durdukça yerlerinden ayrılmazlar idi. Bulut konutun üzerinde uzun süre durduğu zaman Rabbin buyruğuna uyar ve yola çıkmazlardı. Bazen bulut konutun üzerinde birkaç gün kalır idi. Halk da Rabbin verdiği buyruğa göre ya konakladığı yerde kalır ya da göç ederdi. Bazı günler bulut akşamdan sabaha dek kalır ve sabah konutun üzerinden kalkar kalkmaz halk yola çıkardı. Gece olsun, gündüz olsun bulut konutun üzerinden kalkar kalkmaz halk yola çıkardı. Bulut konutun üzerinde iki gün, bir ay ya da daha uzun süre kalsa bile İsrailliler konakladıkları yerde kalır ve yola koyulmazlardı. Ama bulut kalkar kalkmaz yola çıkarlardı. Rabbin buyruğu uyarınca konaklar ya da yola çıkarlardı. Böylece Rabbin Musa aracılığı ile verdiği buyruğa uydular.” Çölde Sayım 9:15-23.

Burada bir önceki paragrafta sunulmuş olan tanrısal rehberliği daha iyi algılamak için verilmiş olan mutlak bağımlılık ile ilgili harika bir örnek görmekteyiz. “O büyük ve korkunç çöl” boyunca tek bir ayak izi ya da belirti mevcut değil idi. Bu nedenle daha önce bu yoldan geçmiş olan kişilerden sağlanabilecek bir rehberlik umuduna kapılmak boş olur idi. Yolda atacakları ilk adım için tamamen Tanrıya bağımlı idiler. Sürekli olarak O’nu bekleyen bir konum içinde idiler. Böyle bir tutum teslim olmamış bir zihin – kırılmamış bir irade- için hoş görülmesi imkansız bir tutumdur. Ama Tanrıyı bilen, O’nu seven, O’na güvenen ve O’ndan zevk alan bir can için olabilecek en büyük berekettir.

Tüm meselenin can alıcı noktası burada yatmaktadır. Tanrı bilinir mi, sevilir mi ve Tanrıya güvenilir mi? Eğer Tanrı bilinir, sevilir ve güvenilir ise o zaman yürek en mutlak bağımlılık ile O’na bağlanmaktan keyif duyacaktır. Eğer değil ise böyle bir bağımlılığa katlanmak tamamen imkansız olacaktır. Yeniden doğmamış kişi bağımsız olma düşüncesini sever; kendisini özgür hissetmekten hoşlanır ve istediği şeyi yapmayı, hoşlandığı yere gitmeyi ve dilediğini söylemeyi sever. Ne yazık! Çünkü bu tür düşünceler yalnızca hayal ürününden ibarettirler. İnsan özgür değildir. İnsan şeytanın esiridir. İnsan binlerce yıldır bu büyük ruhsal köle sahibinin ellerinde tutulmaya devam etmektedir. Evet, şeytan doğal insanı – yeniden doğmamış, korkunç bir esaret içindeki tövbe etmemiş insanı halen elinde tutmaktadır ve insanın elini ayağını gerçek karakterlerinde görülmeyen zincirler ile bağlamıştır çünkü şeytan bu konuda son derece ustadır. Şeytan, insanı şehveti, tutkuları ve zevkleri aracılığı ile kontrol eder. Şeytan insanın yüreğinde tutkular oluşturur ve sonra onları dünya değerleri ile süsler ve insan aldanarak boş yere kendisinin özgür olduğunu hayal eder çünkü arzularını tatmin etmek ister. Ancak bu melankolik bir hayaldir ve insan er ya da geç böyle olduğunu fark edecektir. Mesih’in kendi halkını özgür kılmasının dışında başka hiç bir özgürlük yoktur. “Gerçeği bileceksin ve gerçek seni özgür kılacaktır” sözlerini Mesih söylemiştir. Ve bu konuda bir diğer ayet daha yazalım: “Eğer Oğul seni özgür kılar ise gerçekten özgür olursun.” Yuhanna 8.

Gerçek özgürlük buradadır. Yeniden doğmuş doğa bu özgürlüğü Kutsal ruh ile birlikte yürüyüşte ve Tanrının gözünde iyi olan şeyleri yapmakta bulur. “Rabbin hizmeti mükemmel özgürlüktür.” Ancak bu hizmet tüm bölümleri dahil olmak üzere en basit şekilde diri Tanrıya bağımlılığı kapsar. Yeryüzüne ayak basmış olan tek gerçek ve mükemmel Hizmetkar Mesih’tir. O her zaman bağımlıdır. Her anı, her eylemi, her sözü – yaptığı her şey ve yapmadığı her şey, tanrıya olan mutlak bağımlılığının ve teslimiyetinin ürünü idi. O, Tanrının hareket etmesini istediği zaman hareket etti ve Tanrı O’nun durmasını istediği zaman durdu. Tanrı, O’nun konuşmasını istediği zaman konuştu ve susmasını istediği zaman sustu.

İsa bu dünyada yaşadığı zaman bu şekilde yaşadı ve bizler O’nun doğasına paydaş olan kişiler ve içimizde konut kurmuş olan Kutsal Ruhuna sahip olarak O’nun adımlarında yürümeye ve her gün tanrıya bağımlı sade bir yaşam sürmeye çağrıldık. Bu bağımlı yaşam ile ilgili bölümümüzün sonunda grafik ve uygun bir örnek sunacağız. Tanrının İsraili çöldeki ordugahında bulutun hareket etmesini bekleyen göçmen bir halk idi. Rehberliği için Tanrıya bağımlıydılar ve zaten insana düşen uygun iş de budur. İnsan aşağıya bakmak yerine yüzünü yukarı çevirmek için yaratılmıştır. 10 İsrail tek başına hiç bir plan oluşturamaz idi. Hiç bir zaman, “Yarın filanca yere gideceğiz” diyemezler idi; hareket etmeleri tamamen bulutun hareket etmesine bağlı idi. İsrail’in durumu böyle idi ve bizim için de aynı durumun söz konusu olması gerekir. Bizler de ıssız bir çölden, bir ahlak çölünden geçmekteyiz. Önümüzde kesinlikle hiç bir yol yok. Eğer biricik Rabbimizin ağzından çıkan, çok değerli ve çok derin sözler olan “Yol Ben’im !” sözleri olmasa idi nasıl yürüyeceğimizi ve nereye gideceğimizi bilemez idik. İşte hata yapması mümkün olmayan tanrısal rehberlik bu sözlerdedir. Bizlerin O’nu izlemesi gerekir. “Dünyanın ışığı Ben’im. Benim ardımdan gelen asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.” Yuhanna 8:12. Bu rehberlik canlı bir rehberliktir. Belirli kural ya da düzenlemelerin yazılarına uygun olarak hareket etmez. Rehberlik, diri Mesih’i izlemektir; O’nun yürüdüğü gibi yürümek; O’nun yaptıklarını yapmak ve her konuda O’nu örnek alarak hareket etmektir. İmanlının hareketi ve eylemi işte budur. İmanlı gözlerini Mesih’e dikmeli ve bu bakışını korumalıdır ve O’nun karakterinin imanlının yeni doğasına geçmiş olduğunu biliyoruz; O’nun özellikleri bize verilmiştir ve bizler bunu günlük yaşamımızda ve yollarımızda geri yansıtmalı ya da yeniden üretmeliyiz.

Bu durum elbette kendi irademizi, kendi planlarımızı ve her konudaki kendi düzenlememizi kapsar. Bulutu izlememiz gerekir; her zaman yalnızca Tanrıyı beklemek zorundayız. “Yarın ya da gelecek hafta şuraya ya da buraya gidecek ve şunu ya da bunu yapacağız” diyemeyiz. Eylemlerimizin hepsinin bu buyurgan cümlenin gücü altına yerleştirilmesi gereklidir. Ama genellikle ne yazı ki böyle yapmayız! “Rab istiyorsa!” demeyi hafife alırız.

Ah, keşke bu konuyu daha iyi anlayabilse idik! Tanrısal rehberliğin anlamını daha mükemmel bir şekilde bilebilse idik! Genellikle, bulutun bizim isteklerimizin eğiliminde uygun olan yönde hareket ettiğini düşünür ve boş yere hareket ederiz. Belirli bir şey yapmak ister ya da belirli bir hareket yaparız. Ve kendi isteğimizin Tanrının isteği olduğuna kendimizi ikna etmek için uğraşırız. Bu yüzden tanrısal rehber almak yerine kendimizi aldatmış oluruz. İrademiz kırılmamıştır ve bu yüzden doğru yönde ilerlemeyiz çünkü doğru bir rehberlik –Tanrı tarafından yönlendirilmek - almanın gerçek sırrı kendi irademizi Tanrının isteğine tamamen teslim etmektir. “eğiteceğim seni, gideceğin yolu göstereceğim.” Ve tekrar, “Gözüm sendedir.” Ama bu arada şu öğüt üzerinde de düşünmemiz gerekir: “At ya da katır gibi anlayışsız olmayın; onları idare etmek için gem ve dizgin gerekir. Yoksa sana yaklaşmazlar.” Mezmur 32: 8,9. Eğer tanrısal “gözün” hareketini yakalamak için yüz yukarı doğru döner ise, o zaman “gem ya da dizgin ile idare edilmeye” ihtiyacımız kalmaz. Ama ne yazık ki hepimizin başarısız olduğu nokta da işte tam burasıdır. Tanrıya, O’nun gözünün hareketini yakalayabilmek için yeterince yakın yaşamıyoruz. İşlemekte olan bizim isteğimiz oluyor. Kendi yolumuza sahip olmak istiyoruz ve bu yüzden hareketlerimizin sonucunda ortaya çıkan acı ürünleri biçmemize izin veriliyor. Aynı durum Yunus için de söz konusu olmuş idi. Yunus’a Ninova’ya gitmesi söylendi, ama o Tarşiş’e gitmek istedi ve koşullar ve sağlayış onun isteğinin yönünde göründü. Ama sonuç öyle olmadı! Ve Yunus kendisini bir balinanın karnında bulmak zorunda kaldı ve evet, bu sanki “cehennemin karnında” olmak gibi bir şey idi, ama Yunus ancak orada kendi isteğinin ardından gitmesinin ne kadar acı sonuçlara neden olacağını öğrenebildi. “Gem ve dizginin” gerçek anlamını ona okyanusun derinliklerinde öğretmek gerekiyor idi. Çünkü Yunus gözün daha yumuşak ve nazik olan rehberliğini izlememiş idi.

Ama Tanrımız öylesine lütufkar ve öylesine nazik ve öylesine sabırlıdır ki! O, zayıf ve hata yapan çocuklarına öğretecek ve onlara rehberlik edecektir. O acı çekmemizi bizden esirgemez ve sürekli olarak bizimle meşguldür, öyle ki bizler dikenler ve engeller ile dolu kendi yollarımızdan korunalım ve O’nun hoşluk ve esenlik dolu olan yollarında yürüyelim.

Bu dünyada Tanrıya bağımlı olan bir yaşam sürme alışkanlığından daha büyük bir bereket mevcut değildir; an be an O’na yapışmak ve O’nu beklemek ve her konuda O’ndan rehberlik istemek. Tüm kaynaklarımıza O’nda sahip olmak. Yaratılmış insanın esenliğinin ve kutsal bağımsızlığının gerçek sırrı budur. Gerçekten “ tüm kaynaklarım Sendedir” diyebilen bir can insanın tüm güvenliğinin, tüm umutlarının ve tüm yersel beklentilerinin üzerinde yükseltilmiş olan candır. Bu ifade, Tanrının insanın bize binlerce farklı şekilde hizmet etmesi için başka bir insanı kullanmayacağı anlamına gelmez. Burada söylemek istediğimiz kesinlikle bu değildir. Tanrı başka bir insanı kullanır ama eğer biz Tanrı yerine o insana dayanmaya başlar isek, canlarımız çok hızlı bir şekilde zayıflayacak ve verimsiz hale gelecektir. Tanrının bir insanı bizi bereketlemek için kullanması ve bizim O’nu dışarıda bırakarak bu insana dayanmamız arasında çok büyük bir fark vardır. Bir durumda biz bereketleniriz ve Tanrı yüceltilir ve diğer durumda biz hayal kırıklığına uğrarız ve Tanrı da hor görülmüş olur.

Canın bu ayrım üzerinde ciddi ve derin bir şekilde düşünmesi yararlıdır. Biz genellikle Tanrıya dayandığımızı ve O’na baktığımızı zannederiz, ama gerçekte eğer değerlerin köklerine içtenlikle bakacak ve Tanrının huzurunda kendimizi yargılayacak olur isek, insana güvenme mayasının büyük bir miktarda bize yayıldığını görürüz. İman ile yaşadığımızı ve yalnızca Tanrıya güvendiğimizi ne kadar da sık söyleriz, ancak aynı zamanda eğer yalnızca yüreklerimizin derinliklerine bakacak olur isek, orada koşullara ve durumlara ne kadar büyük ölçüde bağımlı olduğumuzu göreceğimiz kesindir.

İmanlı okuyucumuz, bu konuya yeterince dikkat ile bakalım. Gözümüzün yalnızca diri Tanrıya dikilmiş olduğundan emin olalım; gözümüzü diktiğimiz, nefesini burun deliklerine üfleyenin Tanrı olduğu bir insan olmasın! Biz, Tanrıyı bekleyelim, sabır ile ve sürekli olarak yalnızca tanrıyı bekleyelim. Eğer herhangi bir konuda kaybımız ya da eksiğimiz var ise doğrudan ve tek başvurumuzun Tanrıya olmasına dikkat edelim. Yolumuzu bilmek, geri dönmemizin gerekip gerekmediğini ya da atmamız gereken adımın ne olduğunu öğrenmek için O’na başvuralım. O’nun “yol Ben’im” sözlerini hatırlayalım ve O’nu izleyelim. Tanrı her şeyi net hale getirip aydınlatacak ve belirginleştirecektir. Eğer O’nu izliyor isek o zaman hiç bir karanlık, zihin karışıklığı ya da belirsizlik olamaz. Çünkü O, “Beni izleyen karanlıkta yürümeyecektir” demiştir ve biz O’nun sözlerine bağımlı olmaya mecburuz. İşte bu yüzden eğer karanlıkta isek, o zaman O’nu izlemediğimiz kesindir. Tek bir bakış ile İsa’yı izlemek isteyenleri yönlendiren Tanrının bereketli yolu boyunca hiç bir karanlık mevcut olamaz.

Ama gözleri ile bu satırları okuyan biri şöyle diyebilir ya da en azından bu sözleri söylemesi gerektiğini hissedebilir: “Yürüyeceğim yol hakkında zihnim karışık. Gerçekten de ne yöne döneceğimi ya da nasıl bir adım atacağımı bilmiyorum.” Eğer okuyucunun söyleyecekleri bunlar ise o zaman ona yalnızca şu soruyu sormamız yeterlidir, ”İsa’yı izliyor musun? Eğer izliyor isen, zihnin karışık olamaz. Bulutu izliyor musun? Eğer izliyor isen, yolun Tanrının mümkün kıldığı şekilde düzdür.” Tüm meselenin kökü burada bulunur. Zihin karışıklığı ya da belirsizlik genellikle insan iradesinin işleyişinin ürünüdür. Tanrının, yapmamızı hiçbir şekilde istemediği bir şeyi yapma yolunda olabiliriz ya da Tanrının gitmemizi istemediği bir yere gidiyor olabiliriz. Dua ederiz ve yanıt gelmez. Tekrar tekrar dua ederiz ve yanıt yine de gelmez. Neden böyledir? Basit gerçek şudur: Tanrı bizim tam bulunduğumuz yerde sessiz kalmamızı ve hareket etmememizi ister. Bu yüzden beyinlerimizi çatlatmak ve canlarımıza sıkıntı vermek yerine hiç bir şey yapmayalım ve Tanrıyı bekleyelim.

Esenliğin ve sakin yükselişin sırrı budur. Eğer bir İsrailli çölde Yehova’dan bağımsız olarak kendi başına bir eleme kalkışacak olsa, bulut durur iken hareket etse ya da bulut hareket eder iken dursa sonucun ne olacağını kolaylıkla görebiliriz. Ve aynı şey her zaman bizim için de geçerlidir. Eğer dinlenmemiz gerektiği zamanda hareket ediyor isek ya da hareket etmemiz gereken zamanda dinleniyor isek tanrısal huzura beraberimizde sahip olamayız. “Rabbin buyruğu ile çadırlarında dinlendiler ve yine Rabbin buyruğu ile yola çıktılar.” Sürekli olarak Tanrıyı bekleme konumunda tutuldular ve bu konum bir insanın bulunabileceği en bereketli konumdur. Ama bu bereketin tadılması için o konumda bulunmak gerekir. Bu konum yalnızca söz edilen bir teori değil, bilinmesi gereken bir gerçekliktir. Bu gerçeğin kanıtlanması için bu bereket tüm yolculuğumuz boyunca bizimle birlikte olsun!


8 Okuyucu 2.Tarihler kitabının 30.bölümünde Hezekiya’nın eylemi ve 1.Krallar kitabının 12:32. ayetinde Yarovam’ın eylemi arasında bulunan karşıtlığı ilgi ile karşılayacak ve bundan yararlanacaktır. Hezekiya tanrısal lütfun sağlayışlarından yararlandı, Yarovam ise kendi hilesinde yürüdü. İkinci aya Tanrı tarafından izin verildi; sekizinci ay ise insan tarafından icat edildi. İnsanın ihtiyacını karşılayan tanrısal sağlayışlar ve Tanrının sözüne karşı olan insan icatları birbirlerinden tamamen farklı şeylerdir.

9 İsrail topluluğundan herhangi birinin kesilip atılmasının bir imanlının yargılanmamış günah nedeni ile paydaşlıktan geçici olarak uzaklaştırılmasına neden olduğuna burada bir kez daha dikkati çekelim.

10 İnsanın (ἄνθρωπος, anthropos ) Grekçe’deki sözcük karşılığı yüzü yukarı çevirmek anlamına gelir.